SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
Sünnet Anadilde İbadete İzin Veriyor mu?
Arapça bir sözcük olarak sunna deyimi “işlek yol” anlamına gelen bir sözcüktür.
Sünnet, Hz. Peygamber’in bizzat yaptıkları (fiilî), yapılmasına sözle izin verdikleri (kavlî), yapıldığını gördükleri halde yasaklamadıkları (sükûtî) eylemlerin adıdır.
Kavlî Sünnet Kur’ân-ı Kerîm’in Başka Dillere Çevrileceğine İzin Vermektedir.
Kur’ân-ı Kerîm Kureyş lehçesi ile inmiştir. Bu lehçeyi okuyamayan Araplar, Hz. Peygamber’e başvurmuş ve kendi lehçeleri ile Kur’ân okunmasında dinsel sakınca bulunup bulunmadığını sormuşlar. Hz. Peygamber başvuranlara kendi lehçeleri ile Kur’ân okuyabileceklerini söylemiştir. Bundan sonra da birkaç lehçe ile Kur’ân okunmaya başlanmıştır. [1]
İmâm Buhârî Hz. Peygamber’in bu sünnetinden hareketle şunları yazmıştır: “Arapların Kur’ân’ı değişik lehçelerle okuması câiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları câizdir.” [2]
Sükûtî Sünnet Kur’an’ın Çevirisine İzin Vermektedir.
“İranlılar Selman-ı Fârisî’den, Kur’ân’ın birinci sûresi olan Fâtiha’yı Acemce (Farsça) yazıp kendilerine göndermesini istemişler. Selman’da bu sûreyi Acemce yazıp kendilerine göndermiş ve bunlar dilleri Arapçaya yatıncaya kadar namazlarda Fâtiha’yı Farsça okumuşlardır.” [3]
Selman-ı Fârisî hakkında Hazret-i Peygamber şunları buyurmaktadır:
“Ruhum elinde olan Rab Teâla’ya yemin olsun! Eğer ilim Süreyya (Ülker) Yıldızı’na asılmış olsa, Fâris’ten (yetişecek) kimseler ona yine de ulaşırlar.” [4]
“Cennet üç kişiye iştiyak (şiddetli arzu) duymaktadır: Alî, Ammâr ve Selman”[5]
“Resulullâh, Selman’ı, Ebu’d-Derdâ ile kardeşlemiştir.” [6]
“Hz. Alî’ye Selmân’dan sorulunca: “Evvelki (önceki) ve âhirki (sonraki) ilmi bilir, tükenmez bir denizdir. Ehl-i Beyt’tendir (Ev Halkındandır). diye cevap vermiştir.” [7]
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Selmân’ın teklifini kabul ederek hendek kazımını emrettiği zaman Ashab, Selmân’ı daha iyi takdir eder ve Ensar’la Muhacirün “Selmân bizdendir.” diye aralarında paylaşamazlar. Resûlullâh araya girip; “Selman bizden Ehl-i Beyt’tendir.” buyurur ve ihtilafı halleder (uyuşmazlığı çözer).” [8]
Hem Hz. Peygamber’in ve hem de Hz. Alî’nin yukarıda aktarılan buyrukları Selmân-ı Farisî’nin Ev Halkı’ndan olduğunu ve Peygamber’le iç içe yaşadığını kanıtlamaktadır.
Ev Halkı’ndan olan Selmân’ın, Hz. Peygamber’in iznini almadan, Fâtiha Sûresini Farsçaya çevireceğini düşünmek, eşyanın doğasına aykırıdır. Bu nedenle, Selmân aracılığı ile bir sükûtî sünnet oluşmuştur.
Kaldı ki Selmân İslâma, tıpkı yol kardeşi Ebu’d-Derdâ gibi, içtenlikle bağlıdır. Bu bağlılık nedeniyle, İran’ın fethinde kendi soydaşlarına kılıç çekmiş ve İran’ın zaptına ve İslamlaşmasına önemli katkıda bulunmuştur. Bu nedenle O’nun İslama aykırı bir işi yapması asla düşünülemez.
“Sahabenin en seçkin Kur’ân ehli olanlarından Abdullah b. Mes’ud (Ölm 32/652), Ubey b. Ka’b (Ölm 30/650), Enes b. Mâlik (Ölm 90/708) Kur’ân lafızlarının (sözlerinin) müterâdifleri (eş anlamlıları) ile okunmasına (yani başka kelimelerle tercüme edilerek okunmasına) cevaz vermişlerdir. Örneğin “Günahkârların yemeği” (Duhân Sûresi 44) âyetindeki “günahkâr” anlamına gelen “esîm” kelimesini telaffuz edemeyen kişiye İbni Mes’ud “Esîm” yerine “Fâcir” kelimesini kullanarak okumasını söylemiştir. Aynı zat, Bakara 20 âyetteki “Meşer” (yürüdüler) yerine “Merrû” denmesine, Müzemmil 6 âyetteki “etkili – isabetli” anlamına gelen “akvem” yerine “asdak” kelimesinin kullanılmasına cevaz vermiştir.” [9]
İmâm-ı A’zam Ebû Hanife ve Hanefîlik, Anadilde İbadete İzin Veriyor mu?
Türk ve İslâm dünyasının büyük bir bölümü, İmâm-ı A’zam Ebû Hanife’ye bağlıdır. O’nun fetvaları Hanefî Mezhebi’ne bağlanan Müslümanlar için bir buyruktur. Bu nedenle Ebû Hanife’nin anadilde ibadetle ilgili görüşünü, önemi nedeniyle açıklamak gereklidir.
Önceki Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ord. Prof. Şerâfeddîn Yaltkaya [10] ve Ord. Prof. İsmail Hakkı İzmirli [11] Ebû Hanife’nin şu fetvayı verdiğini açıklamaktadırlar: [12]
“… Ebû Hanife’ye göre Kur’ân lâfız (söz) değil, belki lâfzın açıkladığı anlamdır.[13]
Bunun için Kur’ân’ın Arapça, Türkçe ve Acemce (Farsça) gibi herhangi bir dile ihtisası yoktur. Anlamdan ibaret olan Kur’ân’ın herhangi bir dil ile açıklanması müsavidir (eşittir).[14]
Ebû Hanife’nin bu konudaki (yargısının) kanıtları şunlardır:
1. “Şüphe yoktur ki Kur’ân; önden (önceden) gelip geçen peygamberlerin kitaplarında var idi.” [15]
2. “Şüphe yoktur ki bu Kur’ân; ilk kitaplarda var idi.” [16]
Pek açıktır ki Kur’ân; (Hz. Peygamber’den) önce yaşayan peygamberlerin kitaplarında Arapça değildi. Oysa ki bu âyetlerle kesin surette Kur’ân’ın bu kitaplarda mevcut olduğu açıklanmakta olduğundan Kur’ân sözcüğünün önceki peygamberlerin kitaplarında olan ile Peygamberimize indirilmiş olan (yani Kur’ân-ı Kerîm) arasında iştirak noktasını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu iştirak noktası ise, yalnız Arapça değildir. Belki Arapçanın ifade ettiği anlamı bildiren herhangi bir dil ile terkib-i hususîdir.
Bundan dolayı namazda okunması emredilmiş olan Kur’ân; bu iştirak noktasını oluşturan Kur’ân’dır. Bu ise yukarıda söylenildiği gibi Arapçanın ifade ettiği anlamı bildiren herhangi bir dil ile olan terkib-i hususîdir. Kesilen bir hayvanın kesildiği sırada çekilen besmelenin herhangi bir dil ile çekilmesi icma[17] ile caiz (dine uygun) olduğu gibi, namazda dahi herhangi bir dil ile olursa olsun Kur’ân’ı kıraat (okumak) caiz olur.[18]
Bundan dolayı Kur’ân’ın yalnız namazdan ibaret olduğunu kabul eden İmam Ebû Hanife’ye göre bu kitabın Arapça olan özel nazım ve terkibini güzelce telâffuz (söyleme) kudreti olanları ile bu nazm-ı Arabiyi (Arapça şiiri) telaffuza (söylemeye) kudreti olmayanlar (yeteneği bulunmayanlar) bir fark gözetmeye bir mahal kalmadığından Nazm-ı Arabîyi teleffuz kudreti olsun olmasın, herhangi bir kimsenin namazda Kur’ân’ı herhangi bir dille okuması caiz (uygun) dir. [19]
Namazın başlangıcında dahi İmam Ebû Hanife’ye göre Arapçadan başka herhangi bir dil ile Allah zikretmek, örneğin “Tanrı uludur…” demek caiz olur. Çünkü [Kur’ân-ı Kerîm 87. A’lâ Sûresi 15. âyeti şunu buyurur]: “Rabbının adını anar anmaz namaza durdu.” [Bu âyetle] sabit olduğu gibi namazın başlangıcında maksud (amaç) olan, Tanrı’nın anılmasıdır. Bunun ise hiçbir dile ihtisası yoktur. Tanrı’yı herhangi bir dil ile anmak diğer bir dil ile anmaya müsavidir (eşittir).[20]
Sonuç: İmam Âzam’a göre Arapçadan başka herhangi bir dil ile namazın başlangıcında Tanrı’yı anmak, namazın içinde Kur’ân’ı kadelerde teşehhütleri okumak ve Cuma günleri hutbe irat (okuma) etmek uygun (caiz) olur.” [21]
İmam Âzam’a göre, “ezanda muteber (geçerli) olan örf” [22] tür.” [23]
[İmam-ı Âzam’ın] öğrencilerinden Hasan b. Ziyad’ın İmam’dan rivayetine göre bu nokta şöyle açıklanıyor: Örneğin, Acemce (Farsça) ezan olduğunu anlayacak olursa bu ezan caizdir, anlamayacak olurlarsa caiz değildir. Çünkü ezandan amaç vaktinin gelmiş olduğunu halka bildirmektir.[24]
Açıklama yerinde ise, Hanefî mezhebinin üç önderi (imamı) vardır. Bunlar İmam-ı Âzam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’dir. Bu mezhebe mensub olanlar dilerlerse Ebû Hanife’nin, dilerlerse Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in fetvalarına uyarlar. Bu nedenle İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in içtihatları (fetvaları) önem kazanmaktadır.
Acaba adına imameyn (iki imam) denilen Ebû Yusuf ile İmam Muhammed bu konuda neler söylediler?
“… Kur’ân yalnız anlam (mana) değil; anlam ile birlikte nazm-ı Arabînin toplamından oluşmaktadır (ibarettir). [Bu yargının] delilleri şunlardır:
1. “Biz o kitabı Arapça Kur’ân kıldık.” [25]
2. “Açık bir dil ile olan Arapça ile sana indirdik” [26]
İmameyn (iki imam) bu âyetlerden Kur’ân’ın sadece anlamdan değil; lafz (söz) ve anlamdan mürekkeb olduğunu anlatmışlardır. Bunlara göre lâfız ve mana (anlam) Kur’ân’ın ayrı ayrı birer rüknüdür (olmazsa olmazıdır). Şu kadar var ki lâfız rüknü (koşulu) zait olmakla acz zamanında sakıt olur. [27]
Oysa ki
“Biz o kitabı hükm-ü Arabî olmak üzere indirdik” [28] buyurulduğu halde yine bu âyet; hükmün Arabî diline ihtisasına delâlet (işaret) etmiyor. Çünkü Acemce (Farsça) ile olan hüküm dahi bu kitap ile hükümdür. [29]
Bununla beraber bu iki imam, Kur’ân’ın hususi (kendisine özgü) nazmı olan Arapçayı telafuzdan (söylemekten) aciz olan kimseler hakkında Arapçadan başka herhangi bir dil ile Kur’ân’ın okunmasını caiz görmüş olduklarından üstadları (Ebû Hanife) ile bu iki öğrenci arasındaki uyuşmazlık kalkmış olur.” [30]
Yurdumuzda yaşayan 70 milyon insanın milyonda biri, Arapça konuşma ve anlama yeteneğine sahip değildir. Bu durumda İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, Türkiye’de yaşayanların Arapça değil de Türkçe ibadetini buyurmaktadırlar.
“İmam Ebû Hanife’nin daha sonra öğrencilerinin fikrine katıldığı (rücu ettiği), diğer bir öğrencisi Nuh b. Meryem Mervezî’den aktarılmışsa da bu nakil (aktarma) hilâfiyat (tartışmalı konularla ilgili) kitaplarında görülmüyor. Yalnız hilâfiyata ait manzum bir eser yazan Ömer b. Muhammed Nesefî (vefatı H. 357) Ebû Hanife ile tilmizleri (öğrencileri) arasındaki yukarıdaki uyuşmazlığı bildirdikten sonra şu [sözleri söylemektedir]: “Ebû Hanife’nin daha sonra tilmizlerinin kavline (sözlerine) döndüğünü kendisinden güvenilir olan raviler rivayet etmiş olduklarından aralarında uyuşmazlık kalmamıştır.”
Ve bu âyetin açıklamasında Zevzenî, İmam-ı Âzam’ın bu rücu (düşünceden vazgeçme) rivayetini Ebû Bekir Razî’ye atfetmektedir.[31] Oysa ki:
“Ebû Bekir Razî, Ahkâmü’l-Kur’ân [adlı yapıtında] Şuarâ Sûresindeki yukarıda zikrettiğimiz, “Şüphe yoktur ki Kur’ân; önden gelip geçen peygamberlerin kitaplarında var idi.” [diyen] âyetinde: Bu âyet; Kur’ân’ın bir dilden başka bir dile naklonulmasının (çevrilmesinin) Kur’ân’ı Kur’ân olmaktan çıkarmayacağına bir kanıttır. (…) diyerek İmam Âzam gibi Kur’ân’ın mânâdan ibaret olduğunu beyan etmekte olduğundan, İmam Âzam ile aynı düşüncededir. Ve bu rücuu (vazgeçmeyi) rivayet etmediği meydandadır. Bundan başka bu rücu rivayeti kesin olmak için H. 370′te vefat etmiş olan Ebû Bekir Razî’ye değil; ilk asırlara kadar çıkarılmak, daha açığı İmam Âzam’a mülaki olan (görüşen) kimselerden veya tek bir kimseden inkıtaa (kesintiye) uğramaksızın müselselen (kuşaktan kuşağa) rivayet edilmek lâzım gelirken biz bu rivayeti imam Âzam’dan iki üç asır sonra yazılmış olan kitaplarda görüyoruz.
Ebû Bekir Razî’den sonra (H. 490) sıralarında vefat eden Serahsî Mebsût [adlı] kitabında asla bu rücudan bahsetmiyor…” [32]
Büyük din bilginleri İsmail Hakkı (İzmirli) ile M. Şerafeddin (Yaltkaya) tezlerini şöyle bağlıyorlar:
“Özetle: İmam-ı Âzam Nazm-ı Arabîyi rükün (koşul) olarak kabul etmediği ve kendisinin rücu ile sonradan şuyu’ bulduğu halde, daha sonra gelen fakihler imameyn ile beraber Nazm-ı Arabî’nin rüknü aslî (vazgeçilemeyecek koşul) ancak rüknü zait (fazlalık) olduğunu ve acz [33] zamanında sukut (ortadan kalkmak) edebileceğini ileri sürmüşler ve bu noktada iki yanın uyuşumu meydana gelmekle artık Hanefî imamları arasında bir uyuşmazlık kalmamıştır.”[34]
“Kaldı ki çeviri ile namaz kılmaya cevaz veren mutlak müçtehid sadece İmam-ı Âzam değildir. Tâbiûn nesli[35] bilginlerinin tartışmasız hocası ve önderi olan ve tüm alanlarda müçtehid ve otorite kabul edilen Hasan el-Basrî (ölm. 110 / 728) ile Sûfî-bilgin Habîb el-Acemî de (öl. 120 / 737) bu konuda imamı Âzam gibi düşünmektedir.
Ensarî (Abdülali Muhammed b. Nizamuddîn), Fevâtihu’r- Rahamût adlı eserinde bize şunları söylüyor: “Mazeret halinde Kur’ân tercümesi ile namaz kılmak konusunda imameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) de İmam-ı Âzam’la aynı görüştedir. Velilerin ve âriflerin tacı, tarikat silsilelerinin halkalarından biri ve muhaddislerle (hadis ilmi ile uğraşanlarla), müçtehidlerin baş tacı Hasan el-Basrî’nin yakın dostu Habîb el-Acemî, Arapçaya dili çok yatkın olmadığı için namazlarında Kur’ân’ın Farsça tercümesini okurdu.”[36]
İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidî’de Anadilde İbâdete İzin Vermiştir.
İmam Mâturidî İslâm dünyasının büyük çoğunluğu tarafından önder kabul edilmiş bir din bilginidir. O’nun anadilde ibadete yaklaşımı şöyledir:
“Kur’ân Allah kelâmıdır. Allah’ın kelâmı zatı ile kaim, ezelî bir sıfattır. Harf ve ses cinsinden değildir, O Bir’dir, bölünmez (tecezzî etmez), Arapça da değildir, Süryanice de. Şu kadar ki insanlar, bir olan Kur’ân’ı değişik ibarelerle okurlar; nitekim Allah’ın zatı türlü adlarla, keza zat sıfatlarından olan hayat, irade, beka sıfatları türlü türlü ibareler ile dile getirilmiştir”.[37]
Bu sözleri yorumlayan dil bilgini Prof Dr. Yusuf Ziya Yörükhan, şöyle demektedir:
“Burada müellif (yani İmam Mâturidî), Kur’ân’ın muhtelif dillerde okunacağını açıklıyor. Kur’ân harf ve ses cinsinden değildir. Arapça da, Süryanice de değildir. İnsanlar bunları kendi dillerince dile getirirler; nasıl Allah’ın zatına her dilde ayrı bir ad konur, hayat ve irade sıfatları her dile göre başka tabirlerle ifade edilirse, Allah kelâmının da, Allah’ın ezeli sıfatıve O’nunla kaim bir mana olması bakımından, lâfızlardan ibaret olması caiz olmaz, dillerin ve ibarelerin ayrılığı, O’nun birliğine zarar vermez. Mâturidî’nin bu görüşü, Ebû Hanife’nin koyduğu esaslara dayanmaktadır”.[38]
Sahabeler ve Tâbiûn Bu Konuda Ne Düşündüler ve Nasıl Uyguladılar?
İslâm fıkhında, bilginin kaynaklarından biri de Sahabe, yani Hz. Peygamber’e arkadaşlık etmiş onun davranışlarını görmüş ve yargılarını bizzat işitmiş insanların açıkladığı kurallardı. Sahabelerin verdikleri bilgiden, dinsel âdetlerin yollarına ve ilâhî yasaların ayrıntısına dair sonuçlar çıkarılabilirdi.
Bu ilk kuşak kaybolunca şu ya da bu sorun için onların verdikleri bilgilerin toplanılması ile yetinildi. Daha sonra da sahabelerle ilişkisi olan kuşaklardan (tâbiûn) elde edilen bilgiler toplandı, böylece kuşaktan kuşağa, en yeni zamanlara değin gelindi. Bir yargı veya bir hareket tarzı kesiksiz ve sağlam bir an’ane ile herhangi bir sahabeye bağlanırsa doğru sayılıyor ve o olay şeriatın kuralı haline geliyordu. [39]
Bu açıklamadan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur’ân-ı Kerîm’in başka dile çevrilmesi ve ana dilde ibadet konusunda bir şer’i bir kural oluşmuştur:
Narşahî,
“Emir Küteybe Hicri 94 tarihinde Buhârâ Zerdüşt ateşkedesini [yıktırdı]. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Fars lisanıyla yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namazda bir adamın “Niktaniknet – nikünya nikünü” komutasıyla kılınıyordu. [40] Daha sonra Irak içtihat medresesi, Kur’ân’ın yanlışsız ve tam tercemesi (çevirisi) ile her dilde ibadetin caiz olduğuna ilişkin Fetvayı verdi.” [41]
“Farsça çeviri ile namaz kılma ruhsatının (izninin) öncüsü olan Selmân-ı Fârisî’nin bu işi bizzat yaptığı Fâtiha çevirisi ile fiilen başlattığını, daha önce görmüştük. Selman’ın ölüm (Hakk’a yürüme) tarihi H. 36′dır. Onun Fâtiha çevirisini hayatının son günlerinde yapılmış saysak bile, Kuteybe olayı ile Selmân çevirisi arasında 60 yıl vardır. Demek oluyor ki, Farsça tercüme ile namaz, Buhara ve civarında – Kuteybe olayı ile bittiğini varsaysak bile – 60 yıl gibi bir zaman uygulanmıştır. Selman’ın çeviri için Hz. Peygamber’den izin aldığı yolundaki rivayeti dikkate alır, Kuteybe olayına da hiç değilse birkaç yıl devam etmiş gözü ile bakarsak Farsça çeviri ile namazın bir asırlık bir uygulamasını tarihsel bir gerçek olarak öğrenmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. Hem de öyle bireysel ibadetlerde, evde odada değil, kamunun ibadet ettiği camilerde ve Cuma gibi namazda…”.[42]
Benzer bir uygulama Endülüs Emevi devletinde de yapılmıştır. İspanya’nın fethinin ardından, camilerde İspanyolca namaz kılınmasına izin verilmiştir.
Günümüz İslâm bilginlerinin (ulemânın) otoriteleri de Kur’ân-ı Kerîm’in başka dillere çevrilmesinde ve ibadetin ulusal dillerde yapılmasında sakınca görmemişlerdir. Nitekim Şeyh Muhammed Abduh, El Ezher başkanı Meragî ve Tantavî bu doğrultuda görüş bildirmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in bunca açık hükmüne, Hz. Peygamber’in sünnetine ve müçtehitlerin duragan (istikrarlı) içtihatlarına karşın anadilde ibadete karşı çıkıp çıkılmayacağını, Tanrı’dan başka Sevgili olmadığına inananların vicdanına bırakıyorum.
Notlar
[1] Ebû Davud, Vitr, 22 ve Nesaî, İftitah. 37′den aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Agy, s. 107.
[2] Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, 1/24′den aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Agy, s. 108.
[3] Serahsî, Mebsûd, I, 36′dan aktaranlar: İsmail Hakkı İzmirli ve Şerafeddin Yaltkaya, Mustafa Kara, Hikmet bayur, Kurân dili Üzerine, Belleten, 22/88′den aktaran İsmail Kara, Türkiye’de İslâmlık Düşüncesi, Risâle Yayınları, İstanbul 1987, c. II, s. 133 – 134.
[4] Tırmizî, Tefsir, Muhammed, 3256 – 3257′den aktaran: Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları, Ankara 1995, c. 12, s. 552.
[5] Prof. Dr. İbrahim Canan, Agy, c. 12, s. 553.
[6] Agy, c. 12., s. 553.
[7] Agy, c. 12, s. 553.
[8] Prof. Dr. İbrahim Canan, Agy, c. 12, s. 554.
[9] Kurtubî, Tefsir, 16/149′dan aktaran: Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbâdet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 111-112.
[10] Ord. Prof. Şerafeddin Yaltkaya Darülfünun İlâhiyat Fakültesinde Kelâm Müdürlüğü yapmıştır. Darülfünunun kapatılmasının ardından kurulun İstanbul Üniversitesi’nde İslâm Tetkikleri Direktörlüğü’ne atanmıştır. Börekçizâde Rifât Efendi’nin vefatından sonra 1938 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilmiştir. 1947 yılında vefat etmiştir. Yayınlanmış yetmiş dört adet kitap ve makalesi vardır.
[11] Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, Dârülfünun Felsefe Müderrisliği yapmıştır. Dârülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüşünce Hukuk Fakültesi’nde Felsefe Hocalığı yapmıştır. Bir ara da İstanbul Ün. İlâhiyat Fakültesi’nde Dekanlık da yapmıştır. Kırk dokuz tane yayınlanmış kitabı vardır.
[12] Bu Fetva için bakınız: Hikmet Bayur, Kur’ân’ın Dili Üzerine, Belleten, 22/88′den Aktaran: İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi (Metinler – Kişiler), Risale Yayınları, İstanbul 1987, c. II, s. 132 vd. Dili Fakîr tarafından arılaştırılmıştır.
[13] Ebu’l-Leys Semerkandî, Kitabu’l-muhtelif, Üçüncü mesele.
[14] Hüsamüddin Buharî, Şerhu’l- Camii’s-sağir.
[15] Tırnak içindeki bu sözler 26. Şuara Sûresi 196 âyetinin Türkçe mealidir.
[16] Tırnak içindeki sözler 87. A’lâ Sûresi, 18. âyetinin Türkçe açıklamasıdır.
[17] İcma’ (İcmâ-ı Ümmet): Kur’ân ve hadislerle açıkça çözümlenemeyen hukuk (Fıkıh) konularında ulemânın (bilginlerin) uyuşmasıdır (oybirliğidir). Böyle bir oybirliği sağlanan konularda ulaşılan sonuç bütün Müslümanlar için uyulması zorunlu bir yasa (kural) oluşturur. İcma-ı Ümmet, Hz. Peygamber’in “Benim ümmetim kesinlikle hatada birleşemez.” hadisine dayalı olarak bir İslâm hukuku kuralı olmuştur.
[18] Zevceni, Şerhu Manzume-i Nesefi.
[19] Hüsamûddin Buharî, Şerhul-Camii’s-sağir.
[20] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefi.
[21] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.
[22] Örf: İnsanların üzerinde birleşerek kural üretmesidir. Sözcük Türkçede gelenek, görenek (âdet) şeklinde kullanılır.
[23] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî,
[24] Serahsî, Mesbût, I, 36.
[25] Tırnak içindeki sözler 43. Zühruf Sûresi 3. âyetinin sözleridir.
[26] Tırnak içindeki sözler 26. Şuarâ Sûresi 195. âyetinin sözleridir.
[27] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.
[28] Tırnak içindeki sözler 13. Ra’d Sûresi 37. âyetinin sözleridir.
[29) Ebu’l-Leys Semerkandî, Kitabu’l-muhtelif.
[30] Hüsameddin Buharî, Şerhu Camiî’s-sagir’den aktaranlar Şerafeddin Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli. Aktaran: İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, Risâle Yayınları, c. II, s. 133 ve 134.
[31] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.
[32] İsmail Kara, Agy, s. 134-135. Ek bilgi için bakınız: Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet, Kitabevi yayınları, İstanbul 1999.
[33] Arapçanın bilinmemesi ya da aslına uygun bir şekilde söylenemeyeceği halinde.
[34] M. Şerafeddin (Yaltkaya) ve İ. Hakkı (İzmirli)’nin 8 Mart 1936 tarihli açıklamaları. Aktaran İsmail Kara, Agy, c. II., s. 135.
[35] Tâbiûn nesli: Sahâbelerle birlikte yaşayan kuşak.
[36] Ensârî, Fevâtih, 1/16′dan aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbâdet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 122.
[37] Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükhan, İslâm Akaid Sistemlerinde Gelişmeler (İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidî, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 238.
[38] Agy, s. 238′de yer alan 242 numaralı dipnot
[39] Ignaz Goldziher, İslâmda Fıkıh ve Akaid, Çeviren Prof. Dr. İlhan Başgöz, Ardıç Yayınları, Ankara 2004, s. 41 vd.
[40] Nerşahî, Tarih-i Buhara, 78′den aktaran Tahir Harimi Balcıoğlu (Önsöz Hilmi Ziya (Ülken)), Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, Kanaat Kitabevi, s. 118.
Benzer bir uygulamayı Hint prenslerinin paralarının üzerinde görüyoruz. Bu paralara İslâmiyetin en önemli ilkesi olan Kelime-i şahâdet şöyle yazılmıştır: “Hak birdir, Muhammed O’nun Avatarıdır.”
Avatar: Hindu dininde, genel olarak Tanrıların bedenleşmesi insan şeklini alması özel olarak Tanrı Vişnu’nun insan kılığında inmesi demektir. Bakınız İgnaz Goldziher, İslâmda Fıkıh ve Akaid, Ardıç Yayınları, Ankara 2004, s. 332.
[41] Fetva-yı Gıyasiye’den aktaran: Tahir Harîmî Balcıoğlu, Agy, s. 118. Ayrıca Bakınız: Yaşar Nuri Öztürk, Ana Dilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, Eylül 2002, s. 121.
[42] Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 121.
http://www.turkceibadet.net/?page_id=351