-
29th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

YE’CUC VE ME’CUC KİMDİR?

 [ÖZET SONUÇ: Ye’cüc ile Me’cüc tarihin belirli bir döneminde yaşamış veya mekânın belirli bir yerinde bekleyip duran bir halk değildir. Yecüc ile Me’cüc aslında her çağda yeryüzünde fesat çıkaran topluluklardır. “Karışıklık, kargaşa, altüst olma” anlamına gelen herc-ü merc, Ye’cüc-ü Me’cuc ile aynı manadadır. Bu tabirle aslında toplumların çöküş, kokuşma ve yok oluş sürecine girmeleri anlatılmak istenmektedir. Kötülüğün, fesadın, kokuşmuşluğun, kargaşanın her köşeyi sarması, toplumun herc-ü merc olmasıyla yani Yecüc ve Mecücün ortaya çıkmasıyla giderek çöker. Bu, Allah’ın söz verdiği bir toplumsal çöküş yasasıdır. Bu duruma düşmemek için kokuşmuşluğun her yanı kaplamasına karşı setler örülmeli, kötülük duvarın arkasında kalmaya mecbur edilmelidir. Bu tek tek başarılamıyorsa iktidar gücü kullanılarak fesat ve kötülüklerin önüne demir külçelerle sağlam duvarlar örmelidir. Nihayet bu kokuşmuşluk bir toplumla sınırlı kalmaz tüm dünyaya yayılırsa, yani yeryüzünün her köşesi karışır, yecüc ve mecüc her yanı kaplarsa, insanlık toptan bir hercümerc hali yaşarsa, o zaman da “hak söz” yerine gelir. Her azgın despota eski Mısır’dan kalma “Firavun“, eski Babil’den kalma “Nemrut” denmesi gibi Yecüc ile Mecüc de Zulkarneyn döneminden kalma bir adlandırma ile “Her fesat çıkaran topluluk” için genel bir ad olmak durumundadır. Şu halde Yecüc ve Me’cüc tarih aktıkça her an, her yerde ve her edvarda (her devirde, çağda) ortaya çıkan herc-ü merc olma halinin din dilindeki ifadesi olmaktadır.]

 

YECÜC VE MECÜC; HERCÜ MERC/ KARGAŞA

Onlar “Ey Zulkarneyn, Ye’cuc ve Me’cuc. bu yerde fesat çıkarıyorlar. Bu yüzden onlarla bizim aramızda bir set yapman için sana bir vergi ödesek olur mu?” dediler. (Kehf; 18/94)

Ayette geçen [YE’CUC VE ME’CUC] tabiri sözlükte Arapça olmayan iki isim olarak geçer. Genel olarak din dilinde “Yeryüzünde fesat çıkaran topluluklar” anlamında kullanılmaktadır.

Kuran’da “Ey Zulkarneyn, Ye’cuc ve Me’cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar” (18/94), “Yecüc ve Me’cuc her köşeyi sarıncaya kadar” (21/95-97) şeklinde geçerken İncil‘de “Bin yıl tamamlanınca Şeytan atıldığı zindandan serbest bırakılacak. Gog’la Magog’u (Yecuc ile Me’cüc’ü) savaş için toplayacak. Toplananların sayısı deniz kumu kadar çoktur (Vahiy; 20-7) şeklinde yer alıyor. Tevrat’ta ise İsrail’in düşmanları alarak geçiyor (Çıkış; 10-2, Tarihler I; 5, Hazakiel; 38-2, 39-6)…

Bu tabirle kimin kastedildiğine dair yığınla rivayet üretildiğini görüyoruz. Bu rivayetleri üretenler aslında kendilerinden bahsedildiğinin farkında değiller. Şöyle ki: Önce şu ayetleri dikkatle okuyalım; “İyi dinleyin! Sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Çünkü hepinizin Rabbi Benim. Öyleyse Bana ibadet edin. Ama insanlar aralarındaki bu birliği paramparça ettiler. Hem de sonunda topluca bize döneceklerini unutarak. Kim iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışırsa karşılığını bulacaktır. Çünkü lehine her şeyi kaydetmekteyiz. Bu bakımdan yok etmeye karar verdiğimiz bir halkın artık geri dönüşü yoktur. Ta ki Ye’cüc ve Me’cüc başlayıp her köşeyi sarıncaya kadar. O zaman başa gelmesi kaçınılmaz olan söz de yaklaşmış olacaktır” (21; 92-97).

Demek ki Ye’cüc ile Me’cüc tarihin belirli bir döneminde yaşamış veya mekânın belirli bir yerinde bekleyip duran bir halk değildir. Yecüc ile Me’cüc aslında her çağda sürekli yaşamaktadır.

Türkçede “herc-ü merc” deyimi bu tabirle ne anlatılmak istendiği hakkında bir fikir verebilir (Herc-ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab-M. Akif). “Karışıklık, kargaşa, altüst olma” anlamına gelen herc-ü merc, Ye’cüc-ü Me’cuc ile aynı manadadır. Nitekim yukarıdaki Kuran, Tevrat ve İncil’deki kullanımların tümünde bu manada kullanılmıştır.

Demek ki bu tabirle aslında toplumların çöküş, kokuşma ve yok oluş sürecine girmeleri anlatılmak istenmektedir. Birlik içinde iman ve salih amel üzere olan bir topluluk, kötülüğün, fesadın, kokuşmuşluğun, kargaşanın her köşeyi sarması, toplumun herc-ü merc olmasıyla yani Yecüc ve Mecücün ortaya çıkmasıyla giderek çöker. Bu, Allah’ın söz verdiği bir toplumsal çöküş yasasıdır. Böyle her çöküşten sonra insanlık aklını başına toplarsa yeniden kendine gelebilir ve ayağa kalkabilir. Buna da yükseliş yasası (iman ve amel-i salih) denir.

Bu duruma düşmemek için kokuşmuşluğun her yanı kaplamasına karşı setler örülmeli, kötülük duvarın arkasında kalmaya mecbur edilmelidir. Bu tek tek başarılamıyorsa iktidar gücü kullanılarak fesat ve kötülüklerin önüne demir külçelerle sağlam duvarlar örmelidir. Onlara bu hususta bedenen ve malen destek olunmalıdır ki toplumda huzur sağlansın, maddi ve manevi kokuşmuşluk toplumu yok etmesin. Aksi halde bu işin geri dönüşü yoktur. Toplum işgal, esaret, afet veya tabiî bir şekilde yavaş yavaş yok olur. Yaşadığı yer harabeye, konuştuğu dil ölü diller durumuna düşer, milletler mezarlığına gömülür.

Nihayet bu kokuşmuşluk bir toplumla sınırlı kalmaz tüm dünyaya yayılırsa, kötülüğün bütün setleri yıkılır, yani yeryüzünün her köşesi karışır, yecüc ve mecüc her yanı kaplarsa, insanlık toptan bir hercümerc hali yaşarsa, o zaman da “hak söz” yerine gelir. İnsanlık halk-ı cedid ile yeniden diriltilir yani yaratılış yenilenir, kıyamet koparak yeni bir yaratılış zamanına geçilir

Görüldüğü gibi Yecüc ve Me’cücün “Belirli bir halk, zaman veya mekana” tahsis edilmesi mümkün görünmemektedir. Her eşcinsel sapıklığa -talihsiz bir şekilde- Hz. Lut’un üzerinde kalan “Lûtilik” denmesi, her kadın eşcinselliğine hemcinslerine düşkünlüğü ile meşhur Lesbos’lu kadın şair Sappho’dan kalma “Lezbiyenlik” denmesi, her azgın despota eski Mısır’dan kalma “Firavun“, eski Babil’den kalma “Nemrut” denmesi, her cesur çıkışa Hz. Ali’den kalma “Haydarâne” denmesi gibi Yecüc ile Mecüc de Zulkarneyn döneminden kalma bir adlandırma ile “Her fesat çıkaran topluluk” için genel bir ad olmak durumundadır.

Zira Yecüc ve Mecüclük bir halkın veya insanlığın tümünün davranışı ve ahlâkî pozisyonu ile ilgilidir. Zaman, mekân veya bir bölge ile kayıtlamak, gaybı bir haberin gerçekleşmesi beklentisi içinde sağa sola bakınarak Yecuc ve Mecuc aramak ham hayalden ibarettir. Üstelik Kuran’ın evrensellik iddiasındaki ruhuna da aykırıdır
Örnek tarihten veriliyor, ama anlatılan bugündür; yaşayan hayattır. Hz. Âdem kıssası dâhil aslında bütün kıssaları böyle okumak icap eder. Nasıl ki her doğan çocuk yeni bir Âdem’dir ve Âdem kıssası her doğan çocukla birlikte yeniden başlar. İnsanoğluna yaşamın ve ölümün, doğrunun ve yanlışın anlamını gösterir. Nasıl ki her hayata atılan genç bir Yusuf’tur ve Yusuf kıssası her hayata atılan gençle birilikte yeniden başlar ve insanoğluna hayatın içinde desise, yalan, dolan, ihtiras, şehvet gibi kötülük dürtülerine karşın söz, namus, vefa, doğruluk, dürüstlük, erdem gibi iyilik değerlerinin yükselişini anlatır, aynen böyle, Yecüc ve Mecüc de insanlık tarihindeki kokuşmuşluk, bozulma, çürüme ve insanlıktan giderek uzaklaşma ile birlikte yok oluşun kaçınılmazlığını anlatır.

Şu halde Yecüc ve Me’cüc tarih aktıkça her an, her yerde ve her edvarda (her devirde, çağda) ortaya çıkan herc-ü merc olma halinin din dilindeki ifadesi olmaktadır. (R. İhsan Eliaçık- http://www.haber10.com/makale/2276/ )

 

 

 

posted in YE'CUC-ME'CUC | 2 Comments

29th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

YE’CÛC VE ME’CÛC:

[ÖZET SONUÇ: 18Kehf/93-94-Nihayet iki sedd arasına ulaştığında iki kavmin astlarından, hemen hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. 94-Onlar [söz anlamaz kavim] dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu?” 21Enbiya/92–97-“… Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. Hatta Ye’cûc ve Me’cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik.” Kitab-ı Mukaddes, İncil ve Kur’ân’daki anlatıma göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortak özelliği akıncılık, istilacılıktır. Dolayısıyla, bu iki sözcüğün çağrıştırdığı güç bir ordunun gücüdür. Bu durumda Ye’cûc ordu komutanı, Me’cûc de onun askerleri anlamındadır. Ye’cûc ve Me’cûc’ü belli bir tarihe ve coğrafyaya sıkıştırmak yanlıştır. Her devirde ve her bölgede Ye’cûc Me’cûc olabilir. Geçmiş devirde Büyük İskender ve ordusu Ye’cûc Me’cûc idi. Anadolu’yu istila/feth eden Alpaslan ve ordusu da Anadolu halkı için Ye’cûc ve Me’cûc idi. Bizansı istila/feth eden Fatih ve ordusu Bizans için, bugün Irak’ı işgal/istila eden Amerika ve müttefikleri de İslâm dünyası için Ye’cûc ve Me’cûc dür. Afganistan’ı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Vietnam’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Fas’ı, Tunus’u istila edenler de hep Ye’cûc ve Me’cûc’dür. 94. Âyette, sözcüklerin hakikat anlamlarına göre, laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum’ un sanki üçüncü şahıslardan bahseder gibi Zülkarneyn’e Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cüc ve Me’cüc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde hitap ettikleri görülmektedir. Üzerinde yeterince tefekkür edilmediği için ayette nakledilen bu konuşma yanlış değerlendirilmektedir. Hâlbuki sözü edilen laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum Zülkarneyn’e doğrudan Sen ve ordun, bu topraklarda bozguncularsınız demeyip nazik ve diplomatik bir üslupla Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde kinayeli bir lisanla seslenmektedirler. Bütün bu açıklamalardan varacağımız sonuç şudur: Hayber’i istila eden komutan [Muhammed] ve askerleri [Sahabe] de Hayberliler için Ye’cûc ve Me’cûc’dür.”

 

 

Bu sözcüklerle ilgili birçok abartılı nakiller ortaya atılmıştır. Bunların en sadesini naklediyoruz:

Ye’cûc ve Me’cûc hakkında yaptığı nakilde ise şunlar bulunmaktadır: Bazıları Ye’cûc ve Me’cuc kelimelerinin Arapça asıldan geldiğini, ateşin tutuşup alevlen­mesi anlamında olduğunu söylemiştir. Veya bunlar, yabancı kelimeler olup Arapçalaştırılmıştır. Bu iki kavim Yafes b. Nuh’un çocuklarından olup Türklerden bir nesildir. Ya­hut Türkler onlardan bir grup olup, Zülkarneyn seddi inşa etmeden oradan çıkmışlar ve dışarıda kalmışlardır. Sonra da Türk diye adlandırılmışlardır. 22 kabile olup Âdemoğullarının onda dokuzunu oluşturmaktadırlar. Onlar iki millet olup her millet de dört bin millettir. Erkeklerinin her biri, neslinden bin kişinin yetişip silah kullanabilecek duru­ma geldiğini görmeden ölmez. Bunlar Âdem Peygamberin çocuklarından olup dünyayı tahrip etmek için dolaşırlar. Onlar hakkında anlatılanlara göre, bunlar üç sınıftır: Bir sınıf Şam’daki çamlar gibidir; boyları göğe doğru 120 zira’dır [Bir zira’ yaklaşık 70 cm uzunluğundadır]. Diğer bir sınıf, genişliği ve uzunluğu eşit olarak 120 zira’dır, bunların karşısında ne dağ ne de demir duramaz. Üçüncü sınıf ise, bir kulağını yere yayıp üzerine yatar, öbür kulağıyla da sarınıp örtünür. Bunlar, karşılaştıkları her türlü vahşi hayvanı, fili, domuzu, köpeği hatta kendilerinden öleni bile yerler. Önleri Şam’da arkaları Horasan’dadır, doğu nehirlerinin hepsini içerler. Bununla beraber bunlardan bir karış uzunlu­ğunda olanlar da vardır. Zülkarneyn onlardan, boyu orta boylu adamın yarısı kadar olan­lar da buldu, onların ellerinde pençeler vardı. Dişleri vahşi hayvanların dişleri gibiydi, kendilerini sıcak ve soğuktan koruyan cesetlerinde kıllar vardı ve hayvanlar gibi çiftleşirlerdi. Âdem Peygamber bir gece ihtilam olmuş, menisi toprakla karışmış, Allah da bu sudan Ye’cûc ve Me’cûc’u yaratmıştır. Onlar Âdemoğulları ile baba cihetinden birleşmektedirler. Onlar yırtıcılara benzeyip hayvanları, yırtıcıları parçalarlar; yılan, akrep ve her türlü canlıyı yerler. İlkbaharda ülkelerinden çıkıyorlar ve yaş, yeşil olan her şeyi yiyor; kuru olanları ise beraberlerinde götürüyorlardı. [69–46](Derveze; et Tefsirü’l Hadis)

Bizim bu konuyla ilgili tahlilimiz ise şöyledir:

Ye’cûc ve Me’cûc sözcüklerinin Arapça olmadığı hakkında görüşler ortaya atılmıştır. Hatta Kur’ân’daki Arapça olmayan kelimelerin tespit ve açıklaması konusunda yapılan çalışmalarda, bu sözcüklerin “Harut ve Marut” sözcükleri gibi yabancı [Yunanca] olduğu, sonradan Arapçalaştırıldıkları nakledilmiştir. [69–47](el Cevaliki ; el Muarreb, Dr. Semih Ebu Muğuli; Fi’l Kur’âni min Külli Lisan)

Bu sözcüklerin yapılarına ekleme çıkarma yapılmak suretiyle Arapça olduğu da kabul edilmiştir. Bu konuda bizim de bir hayli gayretimiz olmuş, ancak bu gayretler de boşuna olmuştur.

Şöyle ki: Bu sözcükleri Arapça kabul edebilmek için, bu sözcüklerden يأجوج – Ye’cûc sözcüğünün “ateşi alevlendirmek, ateş sesi, acı vermek [tuz acısı] anlamındaki ا ج ج – ecc kökünden; مأجوج – me’cûc sözcüğünün de “atmak, saçmak” anlamındaki م ج ج – mcc kökünden türediği düşünülebilir. [69–48](Lisanü’l Arab, c. 8, s. 204)

Ne var ki, bu kökten her ne kadar يأجج – yecûcü veya يؤجج – yücicü,  يمجج – yemcicü kalıbında geniş zaman fiili oluşturulabilse de, hiçbir zaman “Ye’cûc” veya “Yâcûc”; “Me’cûc” veya “Mâcûc” kalıbında isim oluşturulması mümkün değildir. Bu durumda, isim olan bu sözcüklerin Arap diline başka dillerden geldiğini kabul etmek zorunluluğu doğmaktadır. Tüm dillerde bu tarz yapılandırmalar vardır. Buna “Hercü Merc, Harut Marut, herrü merrü” gibi sözcükleri örnek verebiliriz.

Ye’cûc ve Me’cûc sözcükleri, bizim kanaatimize göre de, genel kabule uygun olarak Arapça kökenli değildir. “Teogog ve Demogog” sözcüklerinin kısaltılmışları olan “Gog ve Magog” sözcüklerinin Arapçalaşmış halleridir.

Bu sözcükler ile ilgili olarak Ehl-i Kitab’ın [Yahûdi ve Hıristiyanların] kutsal kitaplarında metinler vardır:

 “Bin yıl dolunca, şeytan zindanından çözülecektir ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Gog ve Magog’u, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır. Onların sayısı denizin kumu gibidir.” [69–49](İncîl /Vahiy 20. Bab 7–8)

 “Yâfes’in oğulları: Gomer, ve Me’cûc, ve Maday, ve Yavan, ve Tubal, ve Meşek, ve Tiras…” [69–50](Tekvin 10/2)

“Rab uzaktan, dünyanın ucundan bir milleti, dilini anlamayacağın bir milleti kartal uçar gibi senin üzerine getirecek; kocamış olanın şahsına itibar etmeyen ve çocuklara acımayan, sert yüzlü bir millet ve o seni helak edinceye kadar, hayvanlarının semeresini ve toprağının semeresini yiyecek ve seni bitirinceye kadar sana buğday, yeni şarap ve yağ, hayvanlarının yavrularını ve koyunlarının yavrularını bırakmayacaktır. Ve bütün memleketinde güvenmiş olduğun yüksek ve dayanıklı duvarların düşünceye kadar seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler ve Allah’ın Rabbin sana verdiği memleketinde, seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler. [69–51](Tesniye 28/49–51)

“Âdemoğlu, Magog diyarından olan, Roşun, Meşekin ve Tubal’ın beyi Gog’a yönel ve ona karşı peygamberlik et ve de: Yehova şöyle diyor: “Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım.” [69–52](Hezekiel 38/2–3)

“Bundan dolayı, Âdemoğlu peygamberlik et ve Gog’a de: ‘Rab Yahova şöyle diyor: ‘Kavmim İsrâil emniyette oturunca, sen o gün öğrenmeyeceksin. Ve sen ve seninle beraber birçok kavimler, hepsi atlara binmiş, büyük bir cumhur ve kuvvetli bir ordu olarak, şimalin sonlarından, kendi yerinden geleceksin ve diyarı örtmek için bir bulut gibi kavmim İsrail’e karşı çıkacaksın, son günlerde vaki olacak ki, milletlerin gözü önünde sende takdis olunacağım zaman, ey Gog, onlar beni tanısınlar diye, seni kendi diyarıma karşı getireceğim.” [69–53](Hezekiel 38/14–16)

“Ve Gog İsrâil diyarına karşı geldiği zaman, Rab Yehova’nın sözü, o günde vaki olacak ki, ateş püsküreceğim. Ve sen Ademoğlu, Gog’a karşı peygamberlik et, ve de: ‘Rab Yehova şöyle diyor’: ‘Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım; Ve seni geri çevireceğim, ve seni ileri götüreceğim, ve şimalin sonlarından seni çıkaracağım; ve seni İsrâîl dağları üzerine getireceğim; ve sol elinden yayını ve sağ elinden oklarını vurup düşüreceğim. Sen, bütün ordularınla ve yanında olan kavimlerle, İsrâil dağları üzerinde düşeceksin; yesinler diye her çeşit yırtıcı kuşa ve kırın canavarına seni vereceğim. Açık kırda düşeceksin; çünkü ben söyledim, Rab Yehovanın sözü. Ve Magog üzerine ve adalarda emniyette oturanlar üzerine ateş göndereceğim ve bilecekler ki; ben Rabbim.” [69–54](Hezekiel 39/1–6)

“Ve o gün vaki olacak ki, İsrâil’de, denizin şarkında Geçiciler deresinde [Abarim deresinde] Gog’a kabir yeri vereceğim ve oradan geçenleri o durduracak ve orada Gog’u ve bütün cumhurunu gömecekler ve oraya Hamon-Gog [Gog cumhuru] deresi denilecek. Ve memleketi temizlesinler diye İsrail evleri yedi ay onları gömmekte devam edecekler. Ve onları memleketin bütün kavmi gömecek ve onlara izzet bulduğum günde nam olacak, Rab Yehova’nın sözü. Ve devam üzere memleket içinden geçecek adamlar ve o geçenlerle beraber memleketi temizlemek için yerin üzerinde kalanları gömecek adamlar ayıracaklar; onlar yedi ayın sonunu da araştıracaklar. Ve memleket içinden geçecek olanlar geçecekler ve biri insan kemiği görünce gömecek olanlar onu Hamon-gog deresine gömünceye kadar yanına bir nişan koyacak. Ve Hamona da bir şehrin adı olacak. Memleketi temizleyecekler.” [69–55](Hezekiel 39/ 11–12)

“Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Ye’cûc ve Me’cûc’ü, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır; Onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri kuşattılar ve gökten ateş inip onları yedi.” [69–56](Yuhannâ’nın Vahyi 20/7–8)

“İşte, ey İsrâîl evi, uzaktan evinize bir millet getireceğim, Rab diyor; o zorlu bir millet, eski bir millettir, bir millet ki, sen onun dilini bilmez ve ne dediklerini anlamazsın. Onların ok kılıfı açık bir kabirdir, hepsi yiğitlerdir. Oğullarının ve kızlarının yiyecekleri harman mahsulünü ve ekmeğini onlar yiyecekler; asmalarını ve incir ağaçlarını yiyecekler; güvenmekte olduğun duvarlı şehirlerini kılıçla vurup yıkacaklar. Fakat o günlerde bile sizi bütün bütün bitirmeyeceğim, Rab diyor. [69–57](Yeremya 5/15)

Bu anlamları Ye’cûc ve Me’cûc’ün ikinci kez yer aldığı Enbiyâ Sûresindeki paragrafta tetkik edelim:

(Enbiya: 92–97) Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin. Hâlbuki onlar [müşrikler], işlerini aralarında paramparça ettiler. Hepsi yalnızca Bize dönücülerdir. Öyleyse kim inanmış olarak sâlihâtı işlerse onun emeği için nankörlük edilmeyecektir. Biz, hiç şüphesiz onu yazanlarız da. Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. Hatta Ye’cûc ve Me’cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik.”

Gerek Kitab-ı Mukaddes ve İncil’deki, gerekse Kur’ân’daki anlatıma göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortak özelliği akıncılık, istilacılıktır.

Dolayısıyla, bu iki sözcüğün çağrıştırdığı güç bir ordunun gücüdür. Bu durumda Ye’cûc ordu komutanı, Me’cûc de onun askerleri anlamındadır.

Dikkat çeken bir diğer nokta da, bu sözcüklerin “yakıp yıkma, atıp saçma” sözcüklerini çağrıştıran kelimelerle Arapçalaşmış olmalarıdır.

Ye’cûc ve Me’cûc’ü belli bir tarihe ve coğrafyaya sıkıştırmak yanlıştır. Her devirde ve her bölgede Ye’cûc Me’cûc olabilir. Geçmiş devirde Büyük İskender ve ordusu Ye’cûc Me’cûc idi. Anadolu’yu istila/feth eden Alpaslan ve ordusu da Anadolu halkı için Ye’cûc ve Me’cûc idi. Bizansı istila/feth eden Fatih ve ordusu Bizans için, bugün Irak’ı işgal/istila eden Amerika ve müttefikleri de İslâm dünyası için Ye’cûc ve Me’cûc dür. Afganistan’ı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Vietnam’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Fas’ı, Tunus’u istila edenler de hep Ye’cûc ve Me’cûc’dür.

Bütün bu açıklamalardan varacağımız sonuç şudur: Hayber’i istila eden komutan [Muhammed] ve askerleri [Sahabe] de Hayberliler için Ye’cûc ve Me’cûc’dür.

94. Âyette, sözcüklerin hakikat anlamlarına göre, laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum’ un sanki üçüncü şahıslardan bahseder gibi Zülkarneyn’e Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cüc ve Me’cüc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde hitap ettikleri görülmektedir. Üzerinde yeterince tefekkür edilmediği için ayette nakledilen bu konuşma yanlış değerlendirilmektedir. Hâlbuki sözü edilen laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum Zülkarneyn’e doğrudan Sen ve ordun, bu topraklarda bozguncularsınız demeyip nazik ve diplomatik bir üslupla Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde kinayeli bir lisanla seslenmektedirler.

Kinaye sanatı” Kur’ân’da ve Arap edebiyatında sıkça başvurulan bir yoldur. Hatırlanacağı üzere, Alak Sûresinde “Salât ettiğin [eğitim öğretim verdiğin, sosyal destek sağladığın] za­man seni engelleyen kişiyi gördün mü?” yerine, Salât ettiği [eğitim öğretim verdiği, sosyal destek sağladığı] zaman bir kulu engelleyen kişiyi gördün mü? (Alak Sûresinin 9–10. Âyetleri. denmiştir. Yine aynı şekilde, Abese Sûresinde de “Yüzünü ekşittin ve sırt çevirdin; sana o kör geldi diye” yerine, Yüzünü ekşitti ve sırt çevirdi; kendisine o kör geldi diye … (Abese Sûresinin 1–2. Âyetleri. denmiştir. Her iki ayette de muhataba doğrudan değil, kinayeli bir anlatımla üçüncü şahıs olarak hitap edilmiştir.

 

TOPRAKLARDA BOZGUNCULUK:

Âyette, kanun-nizam tanımaz toplumun [Hayberli Yahudilerin] Zülkarneyn’e: Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu? diye teklifte bulundukları nakledilmektedir.

Âyetin orijinalindeki الآرض – el-arz sözcüğünün başındaki ال – el takısı “ahd” anlamına alındığı zaman, anlam da “yeryüzünde” değil, “bu yerde, bu topraklarda” şeklinde olur. Sözcük bu anlamıyla ele alındığında ise, Hayberlilerin Zülkarneyn’e [Rasûlullah’a]İstilacılar [sen ve askerlerin] çiftçilikten anlamazsınız, bu toprakları ekip biçmesini bilmezsiniz, bu topraklara yazık edersiniz, tarlaları bozup dağıtırsınız. O nedenle, bu toprakları elimizden almayın. Bu toprakları yine biz ekelim, dikelim. Karşılığında da size vergi verelim” diye teklifte bulundukları anlaşılır.

95.        O [Zülkarneyn] dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu imkânlar daha hayırlıdır. Haydin siz bana kuvvetle yardım edin de sizinle onların arasında çok sağlam bir sedd kılayım.

96.        Bana, demir kütleleri getirin/ince zekânızla hazırladığınız teklif metinlerini bana getirin.” Nihayet iki tepe/hedef eşitleştiği zaman: “Üfürün! ” dedi. Nihayet onu [demiri] bir ateş haline getirince, ‘getirin bana üzerine su boşaltayım’ dedi.

Bu Âyetlerde, Zülkarneyn’in vergi karşılığı sedd yapmasını teklif eden laf anlamaz kavme verdiği cevap ve yaptığı işler konu edilmiştir. Zülkarneyn [Rasûlullah], verdiği bu cevapta, Allah’ın kendisine lütfettiği zaferin oradan alınacak ganimetten daha değerli ve yararlı olduğunu dile getirmiş, sonra da “gelin, çok sağlam bir anlaşma yapalım” demiştir. “Çok sağlam bir sedd” anlamı verdiğimiz redm sözcüğü, “sedd” sözcüğünden daha şümullü bir anlam ifade etmektedir. [69–58](Lisanü’l Arab, c. 4, s. 121, “rdm” mad.)

 

Hak-hukuk bilmez kavim Zülkarneyn’e “bize bir sedd yapıver” demişken, Zülkarneyn onlara çok daha sağlam bir sedd [redm] yapmaktan bahsetmektedir. Buradan anlaşılan o ki, Hayberlilerle yapılacak sözleşme, Medinelilerle yapılan sözleşmeden de, Mekkelilerle Hudeybiye’de yapılan sözleşmeden de daha sağlam olacaktır. Zaten de öyle olmuştur.

 

 

زبر الحديد – ZÜBERE’L-HADİD

الزّبر – Züber sözcüğü “parça, kütle” anlamında kullanıldığı gibi, “kitap, küçük kitap, broşür, yazılı notlar” anlamında da kullanılır. Dâvûd peygambere verilen kitabın adı olan Zebur da bu sözcükle aynı kökten gelmektedir. [69–59](Lisanü’l Arab, c.4, s. 332–335]

الحديد – Hadîd sözcüğü demir anlamında olduğu gibi, “keskin zeka, keskin görüş, göz keskinliği” anlamında da kullanılmaktadır. Sözcükle ilgili olarak daha evvel Sebe’ Sûresinin 10 , 11. Âyetlerinin tahlilinde açıklama yapıldığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz. [69–60](Tebyinü’l Kur’ân; c.6, s. 79–82)

 

Hadîd sözcüğü, Kaf Sûresinin 22. Âyetinde Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir şeklinde “keskin görüş, ince zekâ” anlamında kullanılmıştı. Sözcük konumuz olan Âyette de yine “keskin görüş, ince zekâ” anlamındadır.

Zübere’l-hadid tamlamasını, bu anlam doğrultusunda değerlendirdiğimizde, cümlenin anlamı da “keskin zekânızın notlarını bana getirin” demek olur. Diğer bir ifadeyle “ince zekânızla hazırladığınız teklif metinlerini bana getirin” demektir. Böylece yapılacak anlaşma için Zülkarneyn ilk teklifi onlardan beklemektedir.

Âyetteki Nihayet iki tepe /hedef eşitleştiği zaman ifadesi ise “her iki tarafın kabul edeceği şartlar oluşunca” demektir. Bu gerçekleşince onlara “üfürün” denmiştir. Üfürün ifadesi, “siz hazırlayınca biz de imzalayalım, anlaşma sapasağlam olsun” demektir. Zira sözcüklerin lafzî manalarına göre, demiri ateş haline getirip üzerine su boşaltmak, demire, çeliğe su vermektir. Demire, çeliğe su vermek, onu daha sağlam, eğilmez, bükülmez, bozulmaz kılmaktır.

Zülkarneyn Nihayet onu bir ateş haline getirince yani, her iki tarafın şartları ortaya konup anlaşma sağlanınca, getirin bana, üzerine su boşaltayım demiştir. Burada da yine çok anlamlı sözcüklerle sanatsal bir anlatım icra edilmektedir. Bu nedenle, ifadelerin mecazî anlamlarına dikkat edilmelidir. Klasik kabullerdeki gibi, iki dağ arasına demir kütükleri yığdırıp sonra üzerine erimiş bakır dökmek, aklın alacağı şey değildir. Halkın o kadar demiri ve onu eritecek körüğü olsaydı Zülkarneyn’den yardım da istemezlerdi. Ayrıca iki dağ arasına yığılmış binlerce ton demirin körükle ısıtılıp eritilmesi de imkân dışı bir şeydir.

Âyette genellikle “erimiş bakır” anlamı verilen قطر – k-t-r sözcüğü bu anlamı ifade etmekle birlikte, esas anlamı “su, yağmur ve gözyaşı” gibi sıvılardır. [69–61](Lisanü’l Arab, c. 7, s. 410, 411)

Biz burada su anlamını tercih etmiş bulunuyoruz.

97.        Artık onlar [o söz anlamaz kavim], onu [sağlamca yapılan sözleşmeyi] aşmaya güç yetiremediler, onu delmeye de güç yetiremediler.

98.        O [Zülkarneyn] dedi ki: “Bu [Sağlamca yapılan sözleşme] Rabbimden bir rahmettir. Artık Rabbimin vaadi geldiği vakit de onu dümdüz yapacaktır. Rabbimin vaadi de haktır.”

Bu ayetlerde sözleşmenin hayırla, rahmetle sonuçlandığı ve bu sözleşmenin bozulmadığı açıklanmıştır.

Bu ayetler indiği zaman bunların hiç birisi olmamıştı. Dolayısıyla, Rasûlullah’ın bu olayları yaşayıncaya kadar Kur’ân’da konu edilen Zülkarneyn’in bizzat kendisi olduğunu anlayıp anlamadığını bilemiyoruz.

Son olarak şunu da ifade edelim: Rasûlullah’ın “Zülkarneyn [İki Çağ Sahibi]” oluşu, peygamberlikteki hayatının iki aşamalı oluşundan dolayıdır. Müslümanlar daha sonraki yıllarda Hicret’i takvimlerinin başlangıç yılı olarak kabul ettiler. Böylece olaylar “HÖ [Hicretten Önce]” ve “HS [Hicretten sonra]” diye ayrımlanarak tarihe girdi. Tıpkı “MÖ [Milattan önce] ve “MS [Milattan sonra]” ifadelerindeki “Milat” gibi, “Hicret” olayı da tarih düzleminde iki ayrı çağa işaret eden bir referans noktası olarak kabul edildi.

 

HAYBERLİLERLE YAPILAN ANTLAŞMA:

Konumuzla alakası bakımından Hayberlilerle yapılan sözleşmenin özellikle bilinmesi gerektiğine inanıyoruz. Hayber Yahudilerinin ellerindeki toprakları yarıcı olarak işletmelerinin öngörüldüğü bu antlaşmanın şartları şöyleydi:

Hayber Yahudileri, hususan Vatîh ve Sülalim Yahûdileri, kendilerine Peygamberimiz Aleyhisselam tarafından verilen eman ve söz üzerine, bütün mallarını, mülklerini bırakarak Hayber’den çıkıp gideceklerdi. Peygamberimiz Aleyhisselamın onları Hayber’den sürüp çıkarmak istediği sırada, Yahûdiler şöyle dediler:

—Bizi Hayber’de bırak da, şu Hayber toprağında bulunalım, onları imar edelim, görüp gözetelim. Yâ Muhammed! Biz mal mülk sahipleriyiz. Biz mülk bakımını, işletmesini sizden daha iyi bilir ve başarırız. Sen bu mülkleri bize işlettir! “.

Böylece Hayber mülkleri üzerinde yarıcı olarak çalışmak istediklerini belirttiler.

Gerçekten de ne Peygamberimiz, ne de ashabının Hayber mülklerine bakabilecek işçileri bulunmadığı gibi, orayı bizzat görüp gözetmeye de vakitleri yoktu.

Peygamberimiz şöyle buyurdu:

—İstiyorsanız, şu malları işlemek üzere size vereyim, mahsul ve meyveler aramızda bölüşülsün! Sizi bu mallar üzerinde Allah’ın durdurduğu müddetçe durdurayım! ” buyurdu.

Hayber Yahûdileri kabul ettiler. Bunun üzerine, Peygamberimiz dediki:

—Sizi çıkarmak istediğimiz zaman, çıkarmamız şartıyla! ” diyerek ve mahsulü yarı yarıya bölüşmek üzere, onlarla anlaşma yaptı. Hayber arazisini böylece onlara işletti. Buna göre; Yahudiler çalışacaklar, ekecekler, dikecekler, elde edilecek ekin ve hurma mahsullerinin yarısını hizmetlerinin karşılığı olarak alacaklardı

Abdurrezzak’ın İmam Zührî’den rivayetine göre:

Peygamberimiz, Hayber Yahûdilerini, Hayber’den çıkıp gidecekleri sırada yanına çağırdı. Mahsulünü yarı yarıya bölüşmek üzere Hayber hurmalık ve ekinliklerini onlara teslim etti ve kendi­lerine şöyle dedi:

–”Allah sizi durdurdukça, bu iş üzerinde duracaksınız”.

Hayber’de ne Peygamberimiz, ne de ashabı hesabına Yahudilerden başka işçi çalıştırılmamıştır.

Ketibe’de yetişmiş 400.000 hurma ağacı vardı. Peygamberimiz, mahsul zamanında Abdullah b. Revâha’yı, sonra da Cebbar b. Sahr’ı Hayber’e gönderir, mahsul ve meyveleri adalet ve hakkaniyet üzere tahminlettirip yarı yarıya bölüştürürdü.

Abdullah b. Revâha, mahsulü tahminleyip ikiye böldükten sonra, istedikleri bölüğü almakta Yahûdileri serbest bırakır yahut onlara şöyle dedi:

–”Siz tahminleyip bölünüz, birisini almakta beni serbest bırakınız”.

Buna rağmen, Yahûdilerin Abdullah b. Revâha’ya:

–”Bize haksızlık ettin! ” diyecek kadar ileri gittikleri olur, Abdullah b. Revâha:

Size düşen de bizim olsun! ” diyerek olgunluk gösterirdi.

–”İsterseniz, bize düşen sizin olsun!

Yahudiler, kadınlarının zinet takıntılarını toplayıp Abdullah b. Revâha’ya:

“Bunlar senin olsun da, bize bölüştürmede iyilik et! Göz yum! ” dediler.

Abdullah b. Revâha şöyle karşılık verdi:

–”Ey Yahûdi cemaati! Vallahi, siz bana Allah’ın yaratıklarının en sevimsizi ve iğrencisinizdir! Sizin bana teklif ettiğiniz ücret, bir rüşvettir. Rüşvet ise haramdır! Biz onu ağzımıza koymayız, yemeyiz! ” dedi

Bunun üzerine Yahûdiler, rüşvetin kendilerince de haram olduğunu söyleyerek itiraf ettiler:

–”Gökler ve yer durdukça, hak ve gerçek olan da budur! “

Abdullah b. Revâha, mahsulü 40.000 vesk olarak tahminlemiş, her iki tarafa yirmişer bin vesk düşmüştü

Hayber Yahudileri, Abdullah b. Süheyl’i öldürünceye kadar, Müslümanlardan hiçbir sert muamele görmediler. Peygamberimiz Aleyhisselam’ın vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir de, Hayber Yahudileri hakkında aynı şekilde hareket etti. Hz. Ebu Bekir’in vefatından sonra Hz. Ömer de Hayber Yahudileri hakkında onlar işi azıtıncaya kadar böyle hareket etti. Hz. Ömer’in devrinde Müslümanların elinde işçiler çoğalmış, toprağı işlemek kolaylaşmış, Yahûdilere pek ihtiyaç kalmamıştı.

Ketibe’nin yıllık hurma mahsulü tahminen 8.000 vesk idi. Bunun yarısı olan 4.000 vesk hurma yarıcı olan Yahûdilere bırakılıyordu.

Ketibe’de ekilen arpanın yıllık hâsılatı 3.000 sa’ idi. Bunun yarısı olan 1.500 sa’ arpayı Peygamberimiz alıyor, 1.500 sa’ını da Yahûdilere bırakıyordu.

1.000 sa’ tutan hurma çekirdeğinin de yarısı Peygamberimiz Aleyhisselama aitti.

Peygamberimiz, bütün bu arpa ve hurma mahsulleriyle hurma çekirdeğinden Müslümanlara vermekte idi. [69–62](Tüm İslam Tarihi Belgeleri)

99.        Ve Biz, o gün [kıyamet günü] onları [şirk koşan kimseleri]dalgalar halinde birbirlerine girer halde bırakıvermişizdir. Sûr’a da üfürülmüştür. Böylece onların [şirk koşan kimselerin] hepsini bir araya toplayıvermişizdir.

100–101.   Ve Biz, cehennemi o gün, Beni hatırlatan ayetlerimden gözleri bir örtü içinde olan ve dinlemeye [vahye kulak vermeye] güçleri olmayan kâfirler için genişlettikçe genişlettik.

Zülkarneyn tanıtıldıktan sonra, bu ayet grubunda Rabbimiz insanları uyarmak için konuyu yine Kıyamet’e getirmiştir. Pasajda konu edilen kimseler, Sûrenin giriş kısmında konu edilen müşriklerdir.

Kıyamet gününde müşrikler mutlak bir hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Öyle ki, inanmadıkları, olmaz dedikleri kıyamet ile artık yüz yüze kalmışlardır. İster istemez mahşerde toplanmışlar, hesaplarının görülmesini beklemektedirler. Karşılarında tüm inançsızları içine alacak kadar genişletilmiş bir cehennem vardır.

(Kamer: 6–8) O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde Çağırıcı’nın, nüküre [bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler.

(Tâ–Hâ: 100–102) Kim ondan [Bizim verdiğimiz zikirden; Kur’ân’dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet günü; Sûr’a üfürüldüğü gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyamet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş olarak toplayacağız.

(Nebe’: 18) O gün Sûr’a üflenir: Siz de hemen bölükler halinde gelirsiniz.

102.       Peki o kâfirler, Benim astlarımdan bir takım veliler edineceklerini mi sandılar? Şüphesiz Biz cehennemi o kâfirlere bir konukluk olarak hazırladık.

http://www.istekuran.com/index.php?page=kehf

 

 

posted in YE'CUC-ME'CUC | 0 Comments

29th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DABBETU’L-ARZ NEDİR??

[ÖZET SONUÇ: Dabbe, yeryüzünün canlı bir varlık gibi dile getirip konuşturulmasını ifade etmektedir. Kuran’ın, yerin, göğün, dağın, taşın, tabiatın, tarihin, güneşin, yıldızların, gecenin, gündüzün, tanyerinin, hatta insanın bizzat kendi ellerinin, gözlerinin, kulaklarının vs. dile gelip konuşturulması üslûbuna aşina olanlar için burada ne denmek istendiği gayet açıktır. “Yeryüzü dile gelip konuşacak, onlara üzerinde yaşadıkları sürece ne yaptıklarını bir bir haber verecek, günahlarını yüzlerine vuracak.”]

 

Kuran’da yer alan “Dabbetu’l-arz” ve “Yecüc ve Mecüc tabirleri bin bir türlü tartışma konusu olmaya devam ediyor. Öyle ki bu iki kelime üzerine başlı başına bir dini edebiyat üretildiğini söylememiz bile mümkündür.

Peki, Kuran bu tabirlerle ne anlatmaktadır?

Denmek istenen aslında nedir?

Bu yazının konusunu bunlar oluşturuyor.

DABBETU’L-ARZ; YERYÜZÜNÜN DİLE GELİŞİ

Kuran’da dabbetül-arz tabiri şöyle geçmektedir;

Harfi harfine: “Söz üzerlerine vaki olduğu zaman onlar için yeryüzünden bir ‘dâbbe’ çıkarırız. Onlara ‘kelime’ olur da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadığını söyler.” (Neml; 27/82)

Daha serbest çeviriyle; “Söz gerçekleştiği zaman, yeryüzünü canlandırıp dile getireceğiz. İnsanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını bir bir yüzlerine vuracak. (Neml; 27/82)

Daha sonra ayet şöyle devam ediyor; “O gün her milletten ayetlerimizi yalanlayanları ayrı bir grup olarak toplayacağız. Böylece topluca huzurumuza çıkarılacaklar. Huzura çıktıkları zaman Allah “Demek siz Benim ayetlerimi anlamadan dinlemeden yalanlıyordunuz? Değilse ne yapıyordunuz?” diyecek.” (Neml; 27/83-84)

Ayette geçen [DABBETU’L-ARZ] tabirinin “Yeryüzünün canlanışı” anlamında bir deyim olduğu anlaşılıyor. Sözlükte [DBB] kökü “Yavaş yavaş yürümek, yumuşak yürümek, emeklemek” anlamına geliyor.

Hastalık yavaş yavaş sirayet etti (dabbe’l-maraz), nehir yavaş yavaş aktı (dabbe’l-nehr), yavaşca yürütmek (idbâb), hayvan, yerde kımıldayan hayvan (dâbbe), ayı (debbu), tank (debâbe), emekleme, yavaş yürüyen, sürünen hayvan (debîb) kelimeleri bu köktendir…

Demek ki ayette geçen “Yeryüzünden bir ‘dâbbe’ çıkarırız, onlara ‘kelime’ olur da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadığını söyler” ifadesi bağlam içinde “Yeryüzünü canlı bir varlık gibi dile getirip konuştururuz; onlara ayetlerimize doğru dürüst inanmadıklarını, hep şüpheler içinde kıvranıp durduklarını söyler” anlamında kullanılmaktadır.

Kuran’ın, yerin, göğün, dağın, taşın, tabiatın, tarihin, güneşin, yıldızların, gecenin, gündüzün, tanyerinin, hatta insanın bizzat kendi ellerinin, gözlerinin, kulaklarının vs. dile gelip konuşturulması üslûbuna aşina olanlar için burada ne denmek istendiği gayet açıktır.

Ayette geçen [DBB] kelime kökünde yer alan “Yavaş yavaş yürümek” ile [KLM] kökünde yer alan “Kelâm etmek, yaralamak, yara açmak” anlamları ifadeye “Yeryüzü dile gelip konuşacak, onlara üzerinde yaşadıkları sürece ne yaptıklarını bir bir haber verecek, günahlarını yüzlerine vuracak” manası verir. Bu yorumu “varlığın dili ile konuşan Kuran’ın” metafizik gerilim içinde gelen üslûbundan çıkarıyoruz…

Yani burada durum şu ayetlerdeki gibidir;

Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler. (Fussilet; 41/11).

Cehenneme yaklaştıklarında kulakları, gözleri ve derileri dile gelip yaptıklarını bir bir anlatacak. Derilerine “Niçin dile gelip yaptıklarımızı bir bir anlattınız?” diyecekler. Onlar da “Bizi her şeyi söyleten Allah dile getirdi. Sizi de ilk defa O yarattı, yine O’na götürülüyorsunuz” diyecekler. Pervasızca günah işlerken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bir gün dile gelip aleyhinize tanıklık edeceğini hiç düşünmüyordunuz. Yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. (Fussilet; 41/20-22)

Öte yandan bununla kıyametten önce “dabbatu’l-arz” diye bir yaratığın ortaya çıkacağı, onun kıyamet alâmetlerinden olduğu da ileri sürülmüştür. Bu konudaki rivayetleri sıralayan Razi bu ayetin tefsirinde Allah’ın kitabında bunlara delâlet eden hiçbir delilin bulunmadığını söyler. Bu yorum “dabbe” kelimesine “bir yaratık” manası verilmesinden kaynaklanmaktadır. Burada bir isimden değil bir olaydan, bir fiilden bahsedildiğini düşünürsek, peri masallarına yatkın doğu kültürümüzde algılandığı şekliyle ağzından alevler saçan yedi başlı bir ejderhadan değil, bir dile gelmeden, bir tanık olmadan bahsedildiğini anlarız. Olay “Yeryüzünden canlı bir varlık çıkarmak” değil, mecazî olarak “Yeryüzünün canlı bir varlık gibi dile getirilişi”dir.

Şüphesiz bu Kur’an’ın tarihi olayları ve doğal çevreyi metafizik gerilim içinde konuşturan, hepsini tek bir organizma gibi kavrayan bakış açısının yansıtılmasıdır.
Bu bakış açısına göre bütün oluş ve akış tek bir organizma olup bölünmez bir bütündür. Hepsi birbiriyle etkileşim ve iletişim halindedir. Örneğin yeryüzü üzerinde yaşayan tüm canlıların ne yaptığını bir gün dile gelip ortaya dökecektir. İçine gömülü cesetlere “Haydi çıkın hesap vermeye” diyecektir. Güneş, ay, yıldızlar vs. hepsi dile gelerek kendilerini tanrılaştıranları ifşa edecektir. Gece dile gelip bağrında ne günahlar işlendiğini bir bir haber verecektir. Dahası insanın bizzat kendi eli, ayağı, gözü, kulağı vs. dile gelip ne günahlar işlendiğini haber verecektir.

Bu nedenle insanoğlu bizzat kendi organları başta olmak üzerine bastığı toprağın, içinde yaşadığı tabiatın ve yaşadığı tarihin tanıklığından kaçabileceğini sanmamalıdır. Çünkü hepsi tek bir canlı organizma olup, “Mutlak Oluş” un karakterini ve davranışı yansıtmaktadırlar. Nitekim Türkçede çok bilinen ‘Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı/Düşün altında binlerce kefensiz yatanı” (M. Akif) mısraı bu manayı çağrıştırır. İşte dabbetu’l-arz tabiri ile de buna benzer bir şekilde “Üzerinde yaşadığın yeryüzünü toprak diyerek geçme tanı/Düşün bir gün dile gelip her şeyi anlattığını” denmek istenmektedir… (R. İhsan Eliaçık- http://www.haber10.com/makale/2276/ )

posted in DABBE | 2 Comments

29th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DABBET-ÜN-MİN-EL-ARZ

[ÖZET SONUÇ: Dabbe, Kur’an’daki her türlü canlı türü anlamına gelmektedir. Kütübü Sitte hadisçilerinden Buhari, Nesai, İbn Mace, Muvatta bu konuda hiç hadis zikretmemişlerdir. Diğer hadis kitaplarındakiler ise 27Neml/82 ayeti ile doğrudan ilişkili değildir.  Kıyamet alametleri arasında gösterilmesi, İsrailiyyat (Yahudi-Hıristiyan) kökenli bazı rivayetlerde yer almasındandır. 27Neml/82 ayeti, bağlam içinde 27Neml/67-85 ayetleriyle bütünsel olarak okunduğu zaman “Mahşerdeki hesap sorma ve hesap verme”den bahsedildiği görülür. “Dabbeh”, mahşerde ortaya çıkarılacak olan, yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracıdır ki, kendisine yüklenmiş olanı (insanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını) yayınlayacaktır/ anons edecektir.]

Kur’an’da yer alan bu ifade, izlenme oranlarını arttırma peşinde olan medya tarafından mesele yapılarak eskiden beri zaman zaman gündeme getirilmektedir. Geçtiğimiz günlerde de yine ısıtılıp ortaya çıkarılan bu konu hakkında, her zaman olduğu gibi bilir bilmez bir çok kişi ahkâm yürütmüştür. Ancak görülmüştür ki, konu hakkında ahkâm yürüten ve taşıdıkları unvan itibariyle bilgi sahibi olması gereken zevat, hazırlanmadan, ayet üzerinde herhangi bir çalışma ve araştırma yapmadan konuya yaklaşmışlar, sadece gelenekçiliğin ve kulaktan dolma, mesnetsiz bilgilerin üzerlerinde bıraktığı sağlamasız bilgi ve anlayışlarını ortaya koymuşlardır. Başka bir ifade ile, bu işe karışan kişilerin, bu konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi oldukları ve ayetlerdeki gerçekleri fark edemedikleri kendi sözleriyle açığa çıkmıştır. Bu durumda konunun doğru bir şekilde ortaya konması ve hurafelerden temizlenmesi hususlarında, bilgi sahibi her Müslüman gibi bu fakire de işe karışmak görevi düşmüştür.

Konunun açıklığa kavuşturulması için harcayacağımız çabada Yüce Allah’tan yardım ve tevfikini esirgememek suretiyle bizi desteklemesini diliyor ve Rabbimizin bize nasip ettiği bilgileri herkesle paylaşıyoruz.

Dabbeh” nedir?

1) Sözcük anlamı:

“Dabbeh” sözcüğü, “debb” mastarından müştak (kökünden türemiş) ism-i fail kalıbında bir sözcüktür. Kök sözcük olan “debb”; “hafif yürüme, debelenme” anlamındadır. Bu sözcük genellikle vücuttaki bir çürüğün büyümesi, alkol veya uyuşturucunun bedene yayılması, manyetik yayılma, ışınım (radyasyon; bir kaynaktan çevreye parçacık akışı ya da dalga biçiminde enerji salınımı) gibi gözle takibi zor veya imkânsız olan hareketler ile haşerelerin, böceklerin hareketleri için kullanılır.

“Debb” kökünden türemiş olan “dabbeh” sözcüğü de ism-i fail kalıbıyla; “hafif hafif yürüyen, kıpırdayan (debelenen), gözle takip edilemeyecek kadar yavaş hareket eden veya hareketi gözle izlenemeyen şey” anlamına gelmektedir.

2) Kur’an’da “dabbeh”:

Bu sözcük Kur’an’da tekil ve çoğul olarak bir çok kez yer almıştır:

En’âm; 38: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh/ canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler (önderli topluluklar) olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır.

Hud; 6: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh/ canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) Onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. 

Hud; 56: Ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh/ canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir.

Nahl; 49: Göklerde ve yerde olan dabbehden/ canlılardan ne varsa ve melekler Allah’a secde ederler (boyun eğerler) ve onlar büyüklük taslamazlar.

Nahl; 61: Eğer Allah zulümleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun üstünde dabbehden/ canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince de ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.

Nur; 45: Allah her dabbehi/ canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimileri iki ayağı üzerinde yürümekte kimi de dört (ayak) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

Ankebut; 60: Kendi rızkını taşıyamayan nice dabbeh/ canlı da vardır ki onları da, sizi de Allah rızıklandırır. Ve O, işitendir, bilendir.

Lokman; 10: (O), gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dabbehden/ canlıdan türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim olan çiftten bir bitki bitirdik.

Fatır; 45: Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında (yeryüzünde) hiçbir dabbehi/ canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir.

Şûra; 29: Göklerin ve yerin yaratılması ve onlarda (yerde ve gökte) her dabbehden/ canlıdan türetip yayması da O’nun ayetlerindendir. Ve O, dilediği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir.

Casiye; 4: Ve sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı dabbehlerde/ canlılarda da kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.

Enfal; 22: Çünkü yeryüzünde devabbın/ canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağır-dilsizlerdir.

Görüldüğü gibi bu ayetlerde “dabbeh” sözcüğü, irili ufaklı tüm canlı yaratıklar için kullanılmıştır.

Sebe; 14: Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara değneğini yiyen dabbetül arzdan (arz canlısından) başka hiçbir şey delâlet etmedi. (Onun öldüğünü onlara sadece değneğini yiyen dabbetül arz/ yer canlısı/ kurt bildirdi/ gösterdi, yani anlamalarına sebep oldu.) Ne zaman ki yüz üstü yere düştü ortaya çıktı ki: Cinler gaybı (Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü) bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap (hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk) içinde kalmazlardı.

Bu ayette ise “dabbeh” sözcüğü, diğerlerinden farklı olarak “dabbet-ül-arz” tamlaması hâlinde geçmektedir. Bu, farklı bir kullanım olup, “yer canlısı” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu ayetin, “dabbeh” sözcüğünün yine farklı bir tamlama içinde kullanıldığı Neml; 82 ayeti gibi, müstekıllen (bağımsız olarak) ele alınması ve incelenip açıklanması gerekir.

3) Hadislerde “dabbeh”:

“Sağlam” kabul edilen hadis kitabı yazarlarının birçoğu, başta Buharî, bu “dabbeh” rivayetlerine (söylentilerine) itibar etmemişlerdir. Bunlar içinden Tirmizi ise, kitabının “Tefsir” bölümünde “dabbeh” hakkında Ebu Hüreyre’den şu rivayeti nakletmiştir:

Ebu Hüreyre’den nakledildi ki, O şöyle dedi: “Dabbeh beraberinde Musa’nın asası ve Süleyman’ın mühürü olduğu halde çıkar. Asa ile Mü’minlerin yüzünü cilalar, mührü ile de kâfirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine “Ey mü’min!” der, diğeri de “Ey kâfir!” der.”

İmam Tirmizi bu rivayeti Neml suresinin 82. ayetinin tefsiri (!) ile ilgili olarak açıklamaya çalışsa da, ayet incelendiğinde bu rivayetin ayetle uzaktan yakından bir münasebetinin olmadığı görülmektedir. Diğer taraftan bu rivayet, İmam Ahmed, Tayalisî, Nâım İbn hammad, Abd ibn Hâmid, Hasen, İbn Mâce, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatım, İbn Mevdüye, ve Beyhakî tarafından, hep kıyamet alâmetleri bahsinde konu edilmiştir.

İbni Cerir’in, Huzeyfe İbn Esid’den yaptığı rivayette ise bu dabbeh’in üç kere çıkacağı, çıkacağı yerler, ne zamanlar çıkacağı gibi hüccetsiz, mesnetsiz açıklamalar da bulunmaktadır.

Ayrıca, Müslim, Fitneler 118’de ve Ebu Davud, Melahim 12’de yer alan;

İbn-ü Amr İbn-ül-As anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Çıkış itibariyle, kıyamet alâmetlerinden ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbehin çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir.”

rivayeti de kıyamet alâmetlerini konu almaktadır ve Neml; 82 ayeti ile hiç alâkası yoktur.

Bir çok hadisçinin itibar etmediği bu rivayetler, cahil zümrelerce allanıp pullanıp çeşitli şekillere sokulmuştur. Allama pullama işlemlerinin ilki; rivayetlerdeki “dabbeh” sözcüğünün, rivayet asıllarında olmamasına rağmen tercümelerin hepsine “el-arz” eklemesi ile “dabbet-ül-arz” olarak geçirilmesidir. Sonraki allayıp pullamaların tümü de bu uydurulmuş “dabbet-ül-arz” ifadesi üzerinden yapılmıştır. Dolayısıyla bu açıklamaların tamamı mesnetsizdir ve yapanların kişisel anlayışını yansıtmaktadır; dinî değeri yoktur, olamaz.

“Dabbeh” kıyamet alâmetlerinden midir?

Bu sözcük tamamen kıyamet alâmetlerinden biri olarak bahse konu edilmiş ve hakkında hep bu yönde martavallar uydurulmuştur. Bu sebeple de sözcük, bu anlam ekseninde kabul edilmiştir.

Aslında Neml 82 ayetinin yanlış anlaşılmasında, “dabbeh” sözcüğünün yanlış anlamda kabulü kadar, yabancı kültürlerin de payı vardır. Meselâ; Yuhanna İncili’nin Vahy bölümünün 18. kısmı ve devamı, böyle bir yaratıktan (yerden çıkan canavar) bahsetmektedir. Diğer taraftan Yahudilikte de buna benzer bir inanç mevcuttur. Nitekim yukarıda örneklerini verdiğimiz türdeki rivayetleri Müslümanlar arasına sokanlar, Ebu Hüreyre ve Vehb ibn Münebbih gibi Yahudi kökenli kimselerdir.

Sebebi ne olursa olsun, sonuç olarak “dabbeh” sözcüğü gerçek anlamı dışında zorlama ve uydurma anlamlar kazanmış, hatta kişiselleştirilmiştir. İşte bazı örnekler:

Ragıb-el-İsfehanî’ye göre “Dabbetül arz”, hayvan kabul edilen şerli, zararlı kimselerdir. Bu görüşü benimseyenler, günün adamı Usame bin Laden’i “dabbeh” ilân etmişlerdir.

Bazılarına göre de “dabbeh”; “casus” demektir.

Ali’ye göre “dabbeh”; “sakalı olan bir adam”dır.

Hamdi Yazır’a göre “dabbeh”; “tren, otobüs, uçak ve araba” olabilir.

Fethullah Gülen’e göre “dabbeh”; “Aids virüsü” olabilir.

Said Nursî’ye göre “dabbeh”; “bit salgınıdır, çekirge, kurbağa istilasıdır.”

Yaşar Nuri Öztürk’e göre “dabbeh”; “S. W. Hawking” olabilir.

Hüseyin Hatemi’ye göre de “dabbeh”; “Yaşar Nuri Öztürk’ün taa kendisidir.”

Asıl konumuz; Neml; 82 ayetidir.

Neml; 82: Söz üzerlerine vaki olduğu/ gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan arzdan bir dabbeh de çıkardık.

Dikkat edilirse bu ayet bağımsız bir cümle olmayıp, bir paragrafın cümlelerinden birisidir. Yani ayetteki konunun, bu ayetten evvel ve sonra başka cümleleri de vardır. Bu ayet, konuyla ilgili diğer ayetler dikkate alınmadan tek başına değerlendirmeye alınırsa, ne zamirler mercilerine gönderilebilir, ne de ayetin ilk sözcüğü olan “vav-ı atıfe (ve bağlacı)” ilgili yere bağlanabilir. Bize göre şimdiye kadar yapılmış olan hatalar hep bu yüzden meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ayetin ve içinde geçen “dabbet-ün-min-el-arz” ifadesinin iyi anlaşılabilmesi için, ayetin içinde bulunduğu paragrafın tümünün (Neml; 67-85. ayetler) ele alınması gerekir:

Neml; 67-85: Ve şu inkâr edenler, “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız. Ant olsun, bu (azap ve dirilme tehdidi), bize ve daha önce atalarımıza vadedilmişti. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir.” dediler.

De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçluların-günahkârların sonlarının nasıl olduğuna bir bakın.”

Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma!

Ve: “Eğer doğruyu söyleyenler iseniz, bu vadedilen (azap) ne zaman?” diyorlar.

De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile.”

ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar.

Şüphesiz, senin Rabbin, onların sinelerinin gizli tutmakta olduklarını da, açığa vurduklarını da kesin olarak bilmektedir de.

Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.

Gerçek şu ki, bu Kur’an İsrailoğullarına, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin bir çoğunu aktarıp anlatmaktadır.

Ve gerçekten o (Kur’an), müminler için bir kılavuz ve bir rahmettir.

Şüphesiz senin Rabbin onların arasında kendi hükmü ile karar verir. O, üstün olandır, bilendir.

Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; şüphesiz sen apaçık olan hak üzerindesin.

Gerçekten sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.

Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- söz dinletebilirsin.

Söz üzerlerine vaki olduğu/ gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan arzdan bir dabbeh de çıkardık.

Ve her ümmetten (önderli topluluktan) ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp  dağıtılırlar.

Ve geldikleri zaman, O (Allah) der ki: “Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız hâlde yalanladınız mı? Ya da ne yapıyordunuz?”

Zulmetmelerine karşılık, SÖZ kendi aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar da.

Görüldüğü gibi bu paragrafta Yüce Allah bizleri uyarmak için mahşer ile ilgili ayrıntılar bildirmekte ve konumuz olan ayet de bu uyarı pasajının bir cümlesini teşkil etmektedir. Ancak, ayetin ve konunun anlaşılabilmesi için önceden öğrenilmesi lâzım gelen bir ifade vardır ki bu “SÖZ ifadesidir. Bu ifade Kur’an’ın başka ayetlerinde de geçmektedir:

Ya Sin; 7: Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hak olmuştur. Artık onlar inanmazlar.

Ya Sin; 70: Diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için.

Neml suresinin 82. ve 85. ayetlerinde “gerçekleşmiş olan SÖZ” olarak vurgulanan “söz”ün ne olduğu ise yine Kur’an’dan öğrenilebilir:

Secde; 13: Ve eğer Biz dileseydik her nefse (kişiye) hidayetini verirdik. Velâkin Benden: “Bütün insanlar ve cinlerden (herkesten) cehennemi elbette tamamen dolduracağım.” sözü hak olmuştur.

Hud; 118-119: Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet (önderli topluluk) kılardı. Oysa onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç. Onları işte bunun için yarattı. Ve Rabbinin Söz’ü; “ANDOLSUN, CEHENNEMİ CİNLERDEN VE İNSANLARDAN, ONLARIN TÜMÜNDEN DOLDURACAĞIM.” tamamlanmıştır.

Ayetlerden açıkça görülüyor ki Yüce Allah bir karar vermiş, bir takdirde bulunmuştur. Buna göre Rabbimiz; kâfirleri cezalandırılacak, cehennemi ins ve cinnden (herkesten) dolduracaktır. Bunun için de insanları mahşerde toplayıp onlardan hesap soracaktır. İşte ayette konu edilen “söz” budur, yoksa bir çok mealdeki gibi kıyamet falan değildir.

Neml; 82 ayetinin tahlili:

Ayet “ve” bağlacıyla başlamaktadır. Bu ise, yukarıda vurguladığımız gibi, ayetin iptidaî bir kelâm olmayıp, bir konunun devamı olduğunu gösterir. Ama piyasadaki tefsir (!) ve meallerde bu husus maalesef hiç dikkate alınmamıştır.

Ayetteki “VAKAA” sözcüğü “fiil-i mazi”dir, yani geçmiş zaman kipindedir. Demek ki, kıyamet kopmuş, yeryüzü yok olmuştur. Zaman “haşr” zamanıdır, gün hesap verme günüdür. Suçlular, cehennemi doldurmak üzere hesaba çekilmektedir. Ayetteki ifadelerin, kıyametle veya kıyametin yaklaştığı bir zaman dilimiyle hiç mi hiç alâkası yoktur. Piyasalarda mevcut meal ve tefsirlerin (!), bu cümleyi İstikbal (gelecek zaman) kipiyle çevirmiş olanları kesinlikle yanlıştır. Zaten “dabbeh”i kıyamet alâmetlerinden sayan kabul de bu yanlıştan kaynaklanmaktadır.

Kur’an’da “dabbeh”in kıyamet alâmeti olduğuna dair hiçbir veri olmadığı gibi, “dabbeh”i kıyamet alâmeti olarak gösteren uyduruk kitap ve benzeri şeyler, bu asılsız iddialarına “sahih sünnet” denilen rivayetlerden bile bir destek bulamamışlardır; mesnetsizdirler. Kıyamet alâmetleri, yani kıyametin kopması sürecindeki olaylar Kur’an’da Kamer, Kıyamet, Tekvir, İnfitar, İnşikak, Ğaşiye ve Kaaria surelerinde bizzat Allah tarafından açıklanmıştır.

Neml suresinin 67-85. ayetlerinden oluşan paragrafta ise, “mahşerdeki hesap sorma ve hesap verme”den bahsedilmektedir. Bu ayetlerde mahşer anındaki olaylardan bir safha, insanlarca iyi anlaşılması için, temsilî bir anlatımla, sanki bir tiyatro sahnesi gibi gözler önüne sunulmuş, sergilenmiştir. Bilindiği gibi Yüce Allah, bizleri inzar/ uyarmak için mahşer sahnelerini oyuncularıyla, dekorlarıyla, aksesuarlarıyla ve de replikleriyle Kur’an’ın bir çok yerinde tekrarlamıştır. İşte iki örnek:

Fussılet; 19-25: Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip toplandıkları gün artık onlar, ateşe dağıtılırlar.

Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.

Ve onlar kendi derilerine, “Niye aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. Dediler ki: “Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve ona döndürülmektesiniz.

Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızın bir çoğunu Allah’ın bilmeyeceğine inandınız.

İşte bu sizin inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayanlardan oldunuz.”

Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer özür bildirmeye çalışsalar onlar özrü kabul edilecekler değildirler.

Biz onlara karinleri (bir takım yakınları/ İblislerini) kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinnlerden ve insanlardan (herkesten) kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde  yürürlükte olan SÖZ onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler.

Ya Sin; 63-65: İşte bu, size vadedilmiş olan cehennemdir.

İnkâr etmiş olduğunuz şeylere karşılık olmak üzere bugün oraya girin.

Bugün Biz onların ağızları üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder.

Min-el arzı / yeryüzünden

Ayetteki bu ifadede “harf-i cerr” olan “min” edatı için gelenekçiler, “çıkardık” fiilini müteallek olarak kabul etmişler ve ifadeyi “Yeryüzünden bir dabbeh çıkardık” mealinde aktarmışlardır. Bize göre ayeti anlamaya engel yanlışların bir tanesi de budur. Çünkü, mahşer anında bizim bildiğimiz yeryüzü olmayacaktır ki ondan (yeryüzünden) “dabbeh” denilen şey çıkarılsın. Arapça dil bilgisi kuralları gereği her “harf-i cerr”e mutlaka bir müteallek gerektiğine göre, bizim düşüncemiz ifadedeki “min” “harf-i cerr”ine müteallek olarak mukadder “kaineten veya “mamuleten” mana fiillerinin öngörülmesi yolundadır. Bu takdirde ifade; “yeryüzünden yapılmış bir dabbeh” anlamına gelmektedir. Yani “dabbeh”, arz/ yeryüzü maddelerinden yapılmıştır; canlı (bazılarının ileri sürdüğü gibi “melek” cinsinden) değildir.

İnsanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını” konuşur

Dikkat edilecek olursa “dabbeh”, insanlarla değil, insanlara konuşacaktır. Bu demektir ki, bu konuşma “dabbeh” tarafından tek taraflı yapılacaktır. Yani insanlarla karşılıklı bir diyalog söz konusu değildir. Bu konuşma da sadece, insanlara, Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarının duyurulmasından ibarettir.

Peki, bu “dabbeh” ne olabilir? Cansız maddelerden yapılmış, hareket eden, konuşan bir şey? Sanki bir teyp, televizyon, video, bilgisayar, robot … ya da günümüzden kıyamete kadar olan zamanda geliştirilecek başka bir cihaz?

Tefsirciler (!) arasında “dabbeh” üzerinde en fazla duran ve meseleyi önemseyen İbn-i Kesir’dir. Ama o da “dabbeh” sözcüğünü kıyamet alâmetleri sadedinde açıklamış, bu konudaki rivayetlere (söylentilere) geniş yer vermiş ve bu rivayetleri (söylentileri) aşamamıştır. Konunun sonunu da “Bütün bunlar tartışma götürür.” diye bitirmiştir.

Bir diğer tefsirci (!) İbn-i-Abbas ise, ayette geçen “tükellimühüm (onlara konuşur)” ifadesini iyi anlayamadığı için, işin içinden çıkamamış ve ifadeyi “tekellimühüm (onları yaralar)” şeklinde okumuştur. İbn-i-Abbas’ın ifadeyi bu şekilde okuması, tabiî ki onun yaşadığı çağda cansız maddelerden yapılmış bir aletin, bir makinenin konuşmasının, hareket etmesinin hayal bile edilememesinden kaynaklanmaktadır.

İlerdeki çağlarda, bugünkü bilgimizle yukarıda saydığımız duyuru cihazları mutlaka “ilkel” olarak nitelenecek ve o zaman “dabbeh” sözcüğünü, yine cansız maddelerden yapılmış ve insanlara duyuru yapan, ama o zamanki günün modern araçları ifade edecektir.

Sonuç olarak “dabbeh”, mahşerde ortaya çıkarılacak olan, yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracıdır ki, kendisine yüklenmiş olanı (insanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını) yayınlayacaktır/ anons edecektir.

İşte Neml suresinin 82. ayetinin orijinalinde anlatılan bunlardır. Bu vesile ile bizim en büyük sevincimiz, yazımızı okuyanların Kur’an ile bir nebze daha tanışmış, yakınlaşmış olmasıdır.

(Hakkı Yılmaz) http://www.tebyinulkuran.com/index.php?page=48—neml

http://www.istekuran.com/index.php?page=neml

posted in DABBE | 0 Comments

29th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DABBETÜ’L-ARZ-DİYANET İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

[ÖZET SONUÇ: Yahudi ve Hıristiyan teolojisine göre dabbe, dünyanın sonuna doğru gelecek olan canavardır (antichrist veya deccal).  Konuyla ilgili ha­dislere gelince, hiçbiri mütevâtir olma­yan bu hadislerin ilgili âyetten farklı ola­rak içerdikleri açıklamalar kesin bilgi de­ğil sadece zan ifade eder. Haber-i vâhid (tek kanallı) denilen bu çeşit rivayetlerin akaid ala­nında delil olamayacağı kelâm ilminin bir ilkesi olarak benimsenmiş ve bu tür açıklamaların bağlayıcı olmadığı kabul edilmiştir. Çoğu eşrât-ı saat (Kıyamet şartları) kitapla­rında geçen konuyla ilgili ayrıntılı bilgi­leri özetleyen Fahreddin er-Râzî kendi kanaatini şu cümlelerle bitirmektedir: “Şunu bilmelisin ki Kur’an’da bu husus­ların hiçbiri hakkında herhangi bir delil mevcut değildir. Eğer Hz. Peygamber’den sahih bir haber gelmişse kabul edi­lir, değilse hiçbir açıklama dikkate alın­maz“.]

  Kıyamet alâmetlerinden biri olarak kabul edilen yaratık.

….

Arapça’da “yavaş ve sessizce yürümek; nüfuz ve sirayet etmek” mânalarına ge­len debb veya debîb kökünden sıfat olan dâbbe “yeryüzünde yürüyen her tür can­lı” ve özellikle “binek hayvanı” anlamla­rında kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’in on dört âyetinde tekil, dört âyetinde de çoğul şekliyle (devâb) yer alan kelime, bazan sadece yeryüzünde yürüyen, bazan hem yerde hem gökte bulunan, bazan da yer belirtmeksizin mutlak olarak hareket eden bütün canlılar mânasına gelir. Bun­lardan Sebe’ sûresinde geçen dâbbetül-arz (34/14) Hz. Süleyman’ın asasını yi­yen “ağaç kurdu” anlamındadır.

Yahudi ve Hıristiyan teolojisinde İs­lâm’ın dâbbetü’l-arz telakkisine benze­yen bir yaratıktan beast dragon, leviathan ve rahabi gibi farklı adlarla söz edil­mektedir. Kozmo­gonik bir mit olarak kabul edildiği an­laşılan ve ejderha şeklinde tasvir edilen bir canavardan Ahd-i Atîk’İn çeşitli yer­lerinde söz edilmekte, bu garip yaratı­ğın dünyanın başlangıcında Rab Yahve tarafından öldürülmek veya bağlı tutul­mak suretiyle bertaraf edildiği ve sonunda Rabb’e boyun eğmek zorunda kaldı­ğı anlatılmakta, ancak bu canavarın dün­yanın sonuna doğru tekrar yeryüzüne dö­neceği belirtilmektedir.

Ahd-i Cedîd’de ise kendisinden genellikle şey­tanla özdeşleştirilerek söz edilen bu ca­navar ve taraftarlarının Tanrı’ya karşı sürdürdükleri amansız mücadelenin on­ların yenilgisiyle bittiği anlatılmaktadır. Tanrı ile mücadele ederek ye­nilen, ancak dünyanın sonuna doğru tek­rar zuhuru beklenen bu canavar-yaratık düşüncesinin Bâbil kültürüne dayandığı öne sürülmüştür. Bu anlayışın zamanla şeytan figürüyle birleştirilerek Hıristiyan­lığın “antichrist” (deccâl) telakkisine te­mel oluşturduğu kaydedilmektedir.

Bazı müsteşrikler, Müslümanlardaki dâbbetü’l-arz inancında Hıristiyanların “beast” telakkisinin etkisi bulunduğunu iddia etmişlerdir. Ancak ko­nuyu daha objektif kriterlerle inceleyen Batılı yazarlar, her iki dinin söz konusu telakkilerinden birinde “Tanrı’nın mut­lak mânada yanında ve emrinde olma”, diğerinde ise “Tanrı’ya ve emirlerine sü­rekli karşı olup O’nunla mücadele etme” gibi temelde birbiriyle çelişen bir fark bulunduğuna dikkat ederek her iki teo­lojinin bu konudaki telakkilerinde bir et­kileşimden söz edilemeyeceğini belirtmişlerdir.

Kur’an’da kıyametin yaklaştığını ifa­de eden âyetlerle bu dehşetli olayın alâmetlerine genel ola­rak işaret eden beyanların yer alması, Müslümanlar arasında yakın bir gelecekte kıyamet alâmetlerinin zuhur edeceği inancını doğurmuş, konuyla il­gili olarak Hz. Peygamber’den nakledi­len açıklamalar da bu inancı pekiştirmiş­tir. Birçok hadis kaynağında başlı başı­na bir bölüm oluşturan, müstakil eser­lere de konu teşkil eden “eşrât-ı saat” (kıyamet alâmetleri) büyük ve küçük, fiilen vâki olanlar ve kıyamete çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olanlar şeklinde çeşitli taksimlere tâbi tutularak incelene gelmiştir. İslâm akaid ve kelâm kaynaklarında kıyamet alâmetleri sayı­lırken dâbbetü’l-arzın çıkışına da ayrı bir başlık altında yer verilmiş ve bu hu­sus, kıyamete çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olağan üstü olaylar ara­sında sayılmıştır. Dâbbe kelimesinin İslâmî literatürde kabul edilen söz konusu eskatolojik anlamına en uygun kulla­nımı Kur’an-ı Kerîm’in sadece, lâyık ol­dukları azabın gerçekleşme zamanı ge­lince onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da bu varlık insanların âyetlerimize gerçekten inanmadıklarını kendilerine söy­ler” mealindeki âyette yer almıştır.

Müslim’in el-Câmi’u’s-sahîh’i ile Ebû Davud‘un es-Sünen’inde dâbbetü’l-arz konusuyla ilgili rivayetlerde bu varlığın özelliklerinden söz edilmeden sadece or­taya çıkışının bir kıyamet alâmeti oldu­ğu haber verilir.

Tirmizi’nin el-Câmi’u’s-sahîh’i ve İbn Mâce‘nin es-Sünen’inde Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadiste, dâbbetü’l-arzın Hz. Süleyman’ın mührü ile Musa’nın asasına sahip olacağı ve asâ ile mümi­nin yüzünü parlatırken mühürle kâfirin burnunu damgalayacağı ifade edilir.

Buhâri’nin el-Câmi’u’s-sahîh’i ve Nesâî’nin es-Sünen’inde ise konu ile ilgili her­hangi bir rivayet tesbit edilememiştir.

Kelâm literatüründe dâbbetü’l-arz ko­nusu, ilgili âyetlerle hadislerin ışığı altın­da sadece bir kıyamet alâmeti olarak ele alınmış, Ehl-i sünnet’in sem’iyyât alanına giren konularda yorum ve tah­minlerden kaçınma esası bu hususta da benimsenerek Kur’an’ın dehşetli bir ha­dise şeklinde takdim ettiği kıyametin kopmasına, bundan önce vuku bulacak bazı fevkalâde olaylara, bunlardan biri olarak da dâbbenin çıkışına inanmanın gerekli olduğu belirtilmiştir.

Dâbbetü’l-arzın şekli, çıkışı ve özellikleri hususun­da Kütüb-i Sitte dışındaki kaynaklarda yer alan ve bazı tefsirlere de intikal et­miş olan, ancak sened ve metin açısın­dan tenkit edilebilen İsrâiliyat (Yahudi ve Hristiyan kaynaklı uydurmalar) türünden rivayetler, eşrât-ı saat konusunda geniş bir literatür oluşturmuştur. Bu ayrıntılı rivayetlere göre, olağan üstü özellikler taşıyan dâbbetü’l-arzın 60 arşın boyun­daki vücudu tamamen kıllarla kaplı olup sakallı, boynuzlu, iki kanatlı, öküz baş­lı, domuz gözlü, fil kulaklı, aslan yeleli, kaplan renkli ve koç kuyrukludur. Bir kuşluk vakti elinde Hz. Süleyman’ın müh­rü ve Musa’nın asası olduğu halde Mek­ke’de bir ya­ğız at hızıyla ortaya çıkacak (bazı rivayet­lerde çıkışı üç gün sürecek veya üç günde vücudunun ancak üçte biri zuhur edebile­cek), başı bulutlara değen, boynuzlan arasında 1 fersahlık mesafe bulunan bu garip yaratık, inananlarla inanmayanla­rın birbirinden kolayca ayırt edilebilme­si için elindeki asâsıyla müminlerin yü­zünü parlatacak, mührü ile de kâfirlerin burnunu damgalayacak, onları zelil ve perişan edecektir.

Bazı müfessirler, ilgili âyette geçen lafızların etimolojik ve se­mantik özellikleriyle söz konusu ayrıntı­lı rivayetlerin ortak unsurlarını dikkate alıp âhir zamanda bir kıyamet alâmeti olarak zuhur edecek bu canlının bilinen bütün canlılardan farklı bir yapıya sahip bulunacağını ileri sürmüşler, söz konu­su âyette konuşma özelliğine işaret edil­mesinden ötürü onun bir insan, diğer rivayetlerde sakallı oluşunun belirtilme­sinden dolayı da erkek olarak düşünül­mesi gerektiği yolunda yorumlar yapmış­lardır. Bu arada, Ehl-i sünnet’e ters dü­şen düşünce ve beyanları sebebiyle Sün­nî âlimlerin ağır tenkitlerine hedef oldu­ğu bilinen Şiî muhaddis (hadisçi) Câbir el-Cu’fî’ye (ö 128/746) ait iddiaya göre dâbbe-tü’l-arz Hz. Ali’dir. Ancak bu görüşün rec’at (dönüş) fikriyle bağlantılı olduğu kabul edilmiş­tir. Aynı rivayetlerde yer alan mühür ve asâ motiflerinin hâkimiyet, idare ve sal­tanatı simgelemesinden hareketle dâb­betü’l-arzın, harikulade bir maddî ve ma­nevî saltanatın sahibi olarak sırf adalet ve hayır faaliyetlerinde bulunacak önem­li bir şahsiyet olması gerektiği düşünül­müştür. Dâbbetü’l-arzın, âhir zamanda artması beklenen ve manevî özellikleri itibariyle hayvan gibi olan, hatta onlardan aşağı seviyede bulu­nan şerîr insanları simgelemesi de muh­temeldir. Ana hadis kaynaklarının deccâl ile ilgili rivayetleri arasında yer alan Fâtıma bint Kays tarikli Temîm ed-Dâri kıs­sasında sözü edilen, vücudu kıllarla kaplı hayvanın dâbbetü’l-arz olduğu da ile­ri sürülmüştür.

Dâbbetü’l-arz âyetinde geçen “tükellimühüm” (onlara söyler) fiilinden hare­ketle dâbbetü’l-arzın hangi dille konu­şacağı bile tartışılmıştır. Ancak bu fiilin “ya­ralamak” anlamına da gelebileceğini ve ilgili âyetin buna göre değerlendirilmesi gerektiğini savunanlar da olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de dâbbetü’l-arzla ilgi­li tek kayıt olan Neml sûresinin 82. âye­tinden önceki altı âyette, hidayet ve rah­met vesilesi olan Kur’an’ın İsrâiloğulları’nın ihtilâf edegeldikleri konuların pek çoğunu vuzuha (açıklığa) kavuşturduğu, fakat onun tebliğcisi olan Hz. Muhammed’in, ger­çeğe tamamen sırt çevirmiş, manevî an­lamda kör, sağır ve ölü durumundaki kişilere çağrısını işittiremeyeceği ifade edilmektedir. Bu ifadelerin hemen ar­dından da söz konusu inkarcıların lâyık oldukları ilâhî hükmün (kavl) gerçekleş­me zamanı gelince yerden bir dâbbenin çıkarılacağı haber verilmektedir. Taberî bu âyette geçen “kavl” kelimesinin “ilâ­hî azap” anlamında olduğunu kaydeder. Neml süresin­deki bu âyetlerin birbirine bağlı olarak incelenmesinden anlaşılacağı üzere dâb­benin ortaya çıkışı, dinî gerçeklere karşı direnişlerin ileri boyutlara vardığı dö­nemlerde olacaktır. Bazı âlimlerin kana­atlerine göre dâbbenin zuhuru daha çok “emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” görevinin ihmal edildiği zamanlarda ve sadece bir defa değil, üç defa vuku bu­lacaktır.

Dâbbe konusu il­gili âyet ve ondan önceki ayetlerin çiz­diği çerçeve dahilinde düşünüldüğü tak­dirde bu kavramın yeryüzündeki bütün insanları kapsamayan, belli olumsuz şart­ların ortaya çıkması halinde sadece be­lirli yerlerde vuku bulan veya vuku bu­lacak olan sosyal bir sarsıntıyı semboli­ze ettiği düşünülebilir. Bu sarsıntının, başka bir deyişle ilâhî azabın mahiyeti ve ayrıntıları hakkında Kur’an’da her­hangi bir beyan yoktur.

Konuyla ilgili ha­dislere gelince, hiçbiri mütevâtir olma­yan bu hadislerin ilgili âyetten farklı ola­rak içerdikleri açıklamalar kesin bilgi de­ğil sadece zan ifade eder. Haber-i vâhid (tek kanallı) denilen bu çeşit rivayetlerin akaid ala­nında delil olamayacağı kelâm ilminin bir ilkesi olarak benimsenmiş ve bu tür açıklamaların bağlayıcı olmadığı kabul edilmiştir.

Çeşitli kıyamet alâmetleri hak­kındaki hadisleri rivayet eden Buhâri’nin el-Câmi’u’s-sahîh’inde dâbbetü’l-arz­la ilgili herhangi bir kaydın bulunmama­sı. Kütüb-i Sitte’deki diğer rivayetlerin de ayrıntı vermemesi dikkat çekicidir. Bu durumda, Tirmizi’nin el-Câmi’u’s-sahîh’i ile İbn Mâce’nin es-Sünen’inde Ebû Hüreyre’den rivayet edilen hadisin verdiği kısa bilgi, dâbbetü’l-arz âyetinin “…insanların âyetlerimize gerçekten inan­madıklarını kendilerine söyler” mealin­deki son kısmının maddîleştirilmiş veya sembolize edilmiş bir açıklaması görü­nümündedir. Çoğu eşrât-ı saat (Kıyamet şartları) kitapla­rında geçen konuyla ilgili ayrıntılı bilgi­leri özetleyen Fahreddin er-Râzî kendi kanaatini şu cümlelerle bitirmektedir: “Şunu bilmelisin ki Kur’an’da bu husus­ların hiçbiri hakkında herhangi bir delil mevcut değildir. Eğer Hz. Peygamber’den sahih bir haber gelmişse kabul edi­lir, değilse hiçbir açıklama dikkate alın­maz“. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Dabbetu’l-arz maddesi)

 

posted in DABBE | 0 Comments

26th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MESNEVİ: MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER ŞARK İSLAM KLASİKLERİ

Çeviren: Veled İzbudak/ Gözden Geçiren: Abdulbaki Gölpınarlı/ Şark İslam Klasikleri/ Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları

 

MESNEVİ’NİN ÖNSÖZÜ

(PARANTEZ İÇİNDE VERİLEN AYET NUMARALARI, KUR’AN ‘A AYKIRI OLAN SÖZLERİN AYET NUMARALARIDIR. AYRICA KUR’AN’A AİT ÖZELLİKLERİN MESNEVİ İÇİN DE KULLANILDIĞINI İFADE ETMEKTEDİR.)

Bu kitap, Mesnevi kitabıdır. Mesnevi, hakikata  ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, ­Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı ‘nın en açık bürhanıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer(24Nur, 35). Sabahlardan daha aydın bir sûrette parlar. Kalplere cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tanesine bu yol oğulları Selsebil derler. Makam ve keramet sahiplerince en hayırlı duraktır, en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler, içerler… Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e benzer: Sabırlılara içilecek sudur, Firavun ‘un soyuna, sopuna ve kafirlere hasret. Nitekim Tanrı da “Hak, onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da, yolunu doğrultur(17İsra, 9)” demiştir.

Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır(17İsra, 82), hüzünleri giderir, Kuranı apaçık bir hale koyar(6En’am, 114), rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır(80Abese, 13-16), temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler(56/79)Mesnevi, alemlerin Rabb ‘inden inmedir(56Vakıa, 80 2Bakara, 79 3Al-i İmran, 78 5Maide, 13): Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından(41Fussilet, 42). ­Tanrı, onu korur, gözetir(15Hicr, 9);  Tanrı, en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevi ‘nin bunlardan başka lakapları da var, o lakapları veren de Tanrı ‘dır. Fakat biz, bu az lakapları anarak sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tane büyük bir harmana delalet eder.

Ulu Tanrı ‘nın rahmetine muhtaç, zayıf kul Belh ‘li Hüseyin Hüseyin oğlu Muhammed’in oğlu Muhammed- Tanrı, Mesnevisini kabul etsin der ki: Şaşılacak ve nadir söylenir hikayeleri, hayırlı ve biiyük sözleri, delalet incilerini, zahit!er yolunu, ibadet edenler bahçesini müştemil bulunan ve lafzı az, manası çok olan bu manzum “Mesnevi ‘yi efendimin, dayandığım, güvendiğim zatın cesedimde ruh gibi hakim ve mutasarrıf olup bu günümün de, yarınımın da azığı bulunan kişinin dileğiyle uzatmak ve etraflıca yayıp genişletmek için çalıştım, çabaladım. O zat, ariflerin ulusu ve muktedası, hidayet ve yakin ehlinin ima­mıdır.. halkın feryadına erişen, kalblerin ve akılların emini olan, Tanrı ‘nın halk arasında emaneti, mah­lukatı içinde güzidesi, peygamberine olan vasiyet­lerinde ve safisinin indindeki sırlarında seçilmişti. Arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emini bulunan AbıTürkoğlu diye tanınmış faziletler sahibi, Hak ve dinin husâm’ı(kılıcı) Hasan oğlu Muhammed in’ oğlu Hasan’ dır. O, vaktin Bayezid’ idir.Zamanın Cüneyd’i. sıddıyk Oğlu Sıddıyktir. Tanrı ondan da razı olsun, atalarından da.­

Aslen Urumu ‘ludur ve “Kürt olarak yattım, Arap olarak kalktım” diyen kadri yüce Şeyh’ in soyundandır.  Tanrı, onun ruhunu ve soyundan gelenlerin ruhlarını kutlulasın. Ne güzel selef, ne de güzel halef!

Öyle bir soyu var ki güneş bile kaftanını o soyun üstüne salmış;

Öyle bir aslı var ki yıldızlar bile ona karşı ışıklarını yere yaymış!

Eşikleri(Şeyhin soyundan gelenler) daima ikbal kıblesidir; yüce kişilerin evlatları, oraya yönelirler.. daima dilekler Kabe ‘sidir; dileği olanlar, orayı tavaf ederler. Rabb ‘e, ruha, göğe, arşa ve nura mensup, görünüşte sukût ehli, sûreta gaib, mânen hâzır nâzır, hırka altında sultan olanlara.. Halkın ileri gelenleriyle faziletlere ve deliller nurlarına sahip bulunan can gözleri açık kişilere mukteda olması için yıldız doğdukça güneş tulû edip durdukça hep böyle olmadan geri kalınsın, hep böyle eşiği ikbal kıblesi, dilekler Kabe ‘si olup dursun. Amin Ya Rabbel alemin.

Bu bir duadır ki reddedilmez,

Çünkü bütün halk sınıflarına şamildir

Hamd, alemlerin Rabb ‘i Tanrı ‘yadır. Tanrı resûlüne- Allah rahmet etsin, selametler versin ve onun tertemiz soyunun ve sahabesinin hepsine rahmet olsun. (c.1 Birinci Önsöz)


 

ALLAH’TAN VAHİY

(C.4 Beyitler 1850-1855; s. 151 (Beyit 2245; s.178 Ayrıca bkz. s. 326)

1850. O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur…  Neden mahfuzdur o levh? Hatadan! Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir!

Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farzet… Gönül zaten onun nazargâhıdır… Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?

1855. Ey mümin, sen, Tanrı nuruyla bakar, görürsün… Hatadan, yanılmadan eminsin!

 

MESNEVİ’DE KADIN

(C.1 Beyit 2955)

2955. Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur. Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk oldular. Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, heva ve hevestir. Cihanda bu heva ve hevesi, yoldaşların gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

(C.4 Beyit 2210)

2210. Ey yolcu yolcuyla danış, kadınla değil… Çünkü kadının reyi seni topal eder.

 

(C.5 Beyitler 2465, 3240)

2465. Görünüşte dişinin saldırması da kuvvetlidir ama onun ziyanı, o eşek gibi, eşekliğindendir. Kadında hayvan sıfatı üstündür. Çünkü kadının renge, kokuya meyli vardır. O eşek de çayırlığın rengini, kokusunu duyunca elindeki bütün deliller kaçıp gitti. Yağmura muhtaç bir susuz haline geldi, bulut yoktu, öküz açlığına uğradı, sabrı yoktu. Babam, sabır demir kalkandır. Tanrı, kalkana “Zafer geldi çattı” yazısını yazmıştır.

3240. Ululuk ıssı Tanrı’nın güzelliğiyse yüzlerce Yusuf güzelliğinin de aslıdır. Ey kadından aşağı adam, o güzelliğe feda ol.

 

(C.6 Beyit 2795)

Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı. O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm. Ruhu ta arştan bu yurda getirdi. Hasılı kadınların hilesi pek büyük. İnişim, önce de kadın yüzünden, sonra da kadın yüzünden. Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

 

EŞCİNSELLİK

(C.2 Beyitler 3155-3160; s.137-138)

Oğlanın iriyarı adamdan korkması. Adamın ”Korkma çocuğum, ben er değilim” demesi.

3155. Bir iri adam bir oğlanı ele geçirdi. Bu adam bana kast eder diye çocuğun yüzü sarardı. Adam dedi ki“ Güzelim, emin ol.. Sen benim üstüme bineceksin. Ben korkunç görünsem de aldırış etme, bil ki ben bir ibneyim. Deveye biner gibi bin üstüme, sür” İnsanların suretleriyle manaları da işte böyledir. Dışarıdan adam görünürler, içerden melun Şeytan! Ey Âd gibi ipiri adam, sen rüzgârın tesiriyle dalın vurduğu davula benziyorsun.

3160. Tilki, hava ile dolu tulum gibi bir davul yüzünden avını yele verdi. Davulda bir can olmadığını, içinin hava dolu olduğunu görünce dedi ki: “ Domuz bile şu bomboş tulumdan yeğ!” Davul sesinden tilkiler korkar, fakat akıllı kişi onu öyle döver ki deme gitsin!

 

 

OĞLANCI HİKÂYESİ

(C.5 Beyitler 2495-2515; s. 205-207)

Bir adam ve birlikte olduğu oğlanla sohbeti

2495. Adamın biri bir oğlana kötülükte bulunurken oğlanın belindeki hançeri görüp “Bu neden,’ diye sordu. Çocuk, “Birisi benim hakkımda kötü düşünceye saplanırsa onunla karnını deşerim” dedi. Oğlancı adam, hem işi beceriyor, hem de Şükür Tann’ya ki ben sana kötülük düşünmüyo­rum diyordu. “Benim beytim, beyit değil, bir ülkedir. Alayım, alay değil, bir şeY öğretmek­tir.” “Şüphe yok ki Tanrı ne sivirisineği örnek getirmeden utanır, ne ondan üstün olanları.” Ya­ni ondan üstün olanların inkar yüzünden ruh­larının değişmesini, denemiştir. Kafirler “Tanrı bu örnekle neyi murat ediyor yani?” derler. Bu söze cevap olarak da “Bununla birçoklarını azdırıp sapıtmak, birçoklarını da doğru yola götürmek diler” buyurur. Çünkü her sınama, te­raziye benzer. Çoklarının o vasıtayla yüzü kıza­nr, benizlerine kan gelir, çok kişiler de murat­larına eremez, mahrum olurlar. Bu hususta azı­cık düşünsen yüce sonuçlarından çoğunu bulursun.

Bir oğlancı, evine bir oğlan götürdü. Onu baş aşağı edip düzmeye koyuldu. Bu sırada o mel’un çocuğun belinde bir hançer gördü. Dedi ki: Belindeki ne? Oğlan, kötü düşünceli biri hakkımda kötü bir düşünceye kapılırsa bununla karnını deşeceğim diye cevap verdi.

2500. Oğlancı, Tanrı’ya hamdolsun dedi, iyi ki ben sana bir hile yapıp kötü bir düşünceye kapılmadım. Sende adamlık olmadıktan sonra hançerlerin ne faydası var? Yürek olmadıktan sonra bunda ne fayda var ki? Tutalım Aliden Zülfikar’ı miras aldın, Tanrı aslanındaki kol, sende de varsa göster. Mesih’ten bir nefes bellediğini farz edelim, İsa’nın dudağı, dişi nerde ki a çirkin adam? Kazanmak, bir şeyler elde    etmek için diyelim ki bir gemi yaptın, Nuh gibi bir gemi kaptanı hani?

2505. Tutalım ki İbrahim gibi put kırıyorsun, beden putunu onun gibi ateş içine atış nerde? Delilin varsa meydana çıkar da tahta kılıcı bile o delille Zülfikar haline getir.     Bir delil, seni amelden alıkorsa o Tanrının gazabıdır. Yolda korkanları kuvvetli bir hale getirdin ama sen hepsinden fazla korkmada, hepsinden ziyade        tirtir titremedesin. Herkese Tanrı’ya dayanma dersi veriyorsun ama hırsından havadaki sivrisineğin damarını sormada­sın. A oğlan, sakerin önünde gidiyorsun, ama yalancılığına aletin tanıklık vermede. Gönül, namertlikle dolu olduktan sonra, sakalınla, bıyığına, ancak gülünür. Yağmur gibi gözyaşları dökerek tevbe et de bıyık ve sakalını, alay mevzuu olmadan kurtar. Erlik ilacını kullan da hamel burcundaki kızgın güneşe dön. Mideyi bırak, gönül tarafına salın. Salın da Tanrıdan sana perdesiz bir selam gelsin. Kendine çekidüzen verecek bir iki adım at da aşk, kulağını tutup seni çeksin.

 

MÜSTEHCEN FIKRA

(C.4 Beyitler 3545-3550; s. 283)

Bir Kadın’ın kocasının önünde aşığıyla oynaşmak istemesi

Bir kadın oynaşı ile aptal kocasının gözü önünde sevişip buluşmak istiyordu.

3545. Kocasına a iyi talihli kişi, ağaca çıkıp meyve toplamak istiyorum dedi. Ağaca çıkınca kocasına baktı ağlamaya başladı. Dedi ki: A merdut ahlâksız… Üstündeki lûti kim?    Karı gibi onun altına yatmışsın… Meğerse sen ne ibneymişsin! Kocası senin başın döndü galiba… Çünkü burada benden başka kimse yok dedi.

3550. Kadın o üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele diye birkaç kere daha sordu, söylendi. Adama kadın ağaçtan in; başın döndü; adam akıllı bunadın sen dedi. Kadın, ağaçtan indi; kocası ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne çekti. Kocası bağırdı: A orospu maymun gibi üstüne çıkan o adam kim? Kadın burada benden başka kimse yok ki dedi… Kendine gel, senin başın döndü galiba, saçmalama.

3555. Adam, bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, “Bu armut ağacından olacak! Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban! Aşağıya inde bak… Benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut ağacından!  Şaka ve lâtife bir şey belletmeye yarar… Onu ciddi gibi dinle; görünüşte lâtife oluşuna kapılma! Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır… Fakat akıllara göre de lâtifeler, ciddidir.

 

 

 

CUHA’NIN KADIN KILIĞINA GİRMESİ HİKAYESİ

(C.5 Beyitler 3325-3330; s. 272-273)

Mesnevi kahramanı Cuha’nın Kadın kılığına girip Hamamda bir kadına cinsel organını elletmesi…

3325. Sözü kuvvetli, cerbezesi yerinde bir vazeden vardı. Minbere çıkmış vaiz ediyordu. Kadın, erkek herkes   minberin dibine toplanmıştı. Cuha da bir çarşaf giyip yüzünü örttü, kadınlar arasına karıştı. Kimse onu tanımıyordu. Bir kadın, vaiz edene gizlice sordu: Kasıktaki kıllar, namazın bozulmasına sebep olur mu? Vaiz dedi ki: Uzun olursa namaz mekruh olur. Ya hamam otuyla ya ustra ile traş etmen lazım ki namazın tamam olsun, kabul edilsin.

3330. Kadın: Ne kadar uzun olursa namazın kabul olmaz dedi. Vaız eden dedi ki: Bir arpa boyu uzun olursa traş etmek farzdır. Cuha, hemen kız kardeş dedi, bak bakalım, benim kasığımın kılı o kadar olmuş mu? Tanrı rızası  için elini uzat da bir yokla. Bakalım, mekruh olacak kadar uzamış mı?Yanındaki kadın, Cuhanın şalvarına el atar atmaz eline aleti geldi.

3335. Derhal şiddetli bir nara attı. Hoca, sözüm gönlüne tesir etti dedi. Cuha dedi ki: Hayır, gönlüne tesir etmedi, eline tesir etti. A akıllı adam, gönlüne tesir etseydi vay haline!

 

BABA İLE KIZI ARASINDA CİNSEL İLİŞKİ ÜZERİNE BİR SOHBET

(C.5 Beyitler 3716-3736; s.302-304)

Zengin bir adam vardı. Bu adamın da zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı. Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası kızın dengi değildi. Kavun, karpuz oldu, sulandı mı yarmazsan telef olur gider. Babası da kızın baştan çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birisine verdi.

3720. Kızına dedi ki: Kendini kocandan koru, sakın gebe kalma. Ne yapayım? Bu yoksula seni vermek zorunda kaldım. Bu adamı garip say, garipte vefa olmaz. Ansızın her şeyi bırakır, kaçıp gider. Çocuğu, başına dert olur kalır. Kız dedi ki: Babacığım, dediğini tutarım, öğüdün pek doğru, kabulüm.
Babası, her iki üç günde bir kere kızına aman ha sakın diye öğüt veriyordu.

3725. Derken kız, birdenbire gebe kalıverdi; ikisi de gençti. Kız, bunu babasından gizledi. Çocuk, karnında beş, yahut altı aylık oldu. Artık iyiden iyiye belli oldu. Babası dedi ki: Bu ne? Ben sana ondan kendini koru demedim mi? Öğütlerim, yelmiydi ki hiç sana tesir etmedi? Kız, baba dedi, nasıl tahammül edeyim? Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk.

3730. Pamuk, ateşten nasıl çekinebilir? Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz, çekinir? Babası dedi ki: A kızım, ben sana onun yanına gitme demedim. Yalnız menisinden kendini koru dedim. Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin. Kız, peki, beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? Bu, pek gizli bir şey, anlaşılmaz ki dedi. Babası, gözleri süzüldü mü anla ki beli geliyor deyince,

3735.  Kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba! Her bayağı akıl, hırs ve öfke zamanı, yerinde durmaz ki!

 

KABAK HİKAYESİ

(C.5 Beyitler 1335-1420; s. 112-118)
Bir Hanımefendi, Bir Hizmetçi ve Bir Eşek… İhtirasın acı sonuçları…

Bir halayık (hizmetci)  şehvetin çokluğundan, hırsının fazlalığından bir eşeği kendisine alıştırmıştı. O eşek, kendisine yakınlaşmayı adet edinmiş, insana yakın olmayı öğrenmişti.

1335. O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı, eşeğin aletine takardı. Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. Çünkü, eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı, damarları da. Eşek boyuna zayıflayıp durmaktaydı. Eşeğin sahibi olan kadın da neden bu eşek böyle zayıflıyor, neden böyle kıl gibi inceliyor deyip dururdu. Fakat işin ne olduğunu anlamakta acizdi. Nalbantlara illeti nedir, neden zayıflamakta diye gösterdiyse de,

1340. Onda hiçbir illet görünmedi, kimse bunun iç yüzünü haber veremedi. Kadın bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı. Her an eşeğin haline dikkat etmekte, neden böyle zayıfladığını bulmaya çalışmaktaydı. İnsanın adamakıllı çalışmaya kul olması gerekir. Çünkü her şeyi iyice arayan nihayet bulur. Eşeğin haline dikkat edip dururken bir de ne görsün? O halayık eşeğin altına yatmıyor mu? Bunu kapının yarığından gördü bu hale pek şaştı.

1345. Eşek, erkekler kadınlara nasıl yakınlaşırsa aynen onun gibi halayığa yakınlaşmış, işini becermekteydi. Kadın hasede düştü. Dedi ki, bu eşek, benim eşeğim, nasıl olur bu iş? Bu işin bana olması lazım ben işe daha ehlim. Eşek işi öğrenmiş, alışmış. Adeta sofra yayılmış, mum da yanmış. Görmemezlikten gelip ahırın kapısını vurdu. A kız ne vakte dek ahırı süpürüp duracaksın? dedi. Bu sözü işi gizlemek için söylüyor, ben geldim kapıyı aç diyordu.

1350. Sustu, halayığa hiçbir şey söylemedi. Bu işe tamah ettiği için işi gizledi. Halayık bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı. Yüzünü ekşitip gözlerini yaşartarak dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu. Eline sapı yıpranmış bir süpürge aldı, develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü.  Elinde süpürge kapıyı açınca kadın, dudak altından seni usta seni, dedi.

1355. Yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın, iyi. Fakat yemeden içmeden kesilmiş eşeğin hali ne? İşi yarıda kalmış, öfkeli, aleti oynayıp durmada. Gözleri kapıda seni beklemede. Bunu dudağı altından söyledi, halayıktan gizledi. Onu suçsuz gibi ululayıp, Dedi ki: Tez çarşafını başına al. Filan eve git benden selam söyle. Şunu söyle, böyle yap, şöyle et. Neyse ben kadınların masallarını kısa kesiyorum.

1360. Maksat neyse sen onun hülasasını al. O işi görmezlikten gelen kadın onu yola vurunca, Zaten şehvetten sarhoş olmuştu, hemen kapıyı kapadı, oh dedi. Yalnız kaldım, bağıra, bağıra şükredeyim. Artık erkeklerin gah tam, gah yarım yamalak yakınlaşmasından kurtuldum. Kadının keçileri, sanki bini bulmuştu, öyle neşelendi. Eşeğin şehvet ateşiyle kararsız bir hale düştü. Hatta ne keçisi? O yakınlaşma kadını keçi haline getirdi. Ahmağı keçi haline getirmeye, hor hakir bir hale sokmaya şaşılmaz ki!

1365. Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı eşeği bile Yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gösterir. Nice ateşten sarhoş olmuşlar vardır ki ateş ararlar, kendilerini de mutlak nur sanırlar. Yalnız Tanrı kulu böyle değildir. yahut da Tanrı birisini çeker çevirir de yola getirir, yaprağı döndürür bu da başka! Böyle olan o ateş hayali bilir, o hayalin yolda eğreti olduğunu anlar.
Hırs çirkinleri güzel gösterir. Yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur.

1370. Şehvet yüz binlerce iyi adı kötüye çıkarmıştır. Yüz binlerce akıllı, fikirli adamı şaşkın bir hale getirmiştir. Bir eşeği bile Mısır Yusuf’u gibi güzel gösterdikten sonra o çıfıt, bir Yusuf’u nasıl gösterir? Pisliği afsunu ile sana bal göstermede, iş inada bindi mi balı nasıl gösterir? Bir düşün artık. Şehvet yemeden olur, az ye. Yahut bir kadın nikahla da kötülükten kaç. Yedin içtin mi şehvet, seni harama çeker. Ele gireni elbet harcetmek gerektir.

1375. Şu halde nikah Lâhavle okumaya benzer. Oku, yani bir kadın nikahla da şehvet, seni belaya düşürmesin. Madem ki, yemeye içmeye hırsın var, çabuk bir kadın al evlen. Yoksa bil ki kedi gelir yağlı kuyruğu kapar. Sıçrayan eşeğin sırtına taş yükü vur, o kaçmadan, sıçramadan önce sırtına yükü yükle. Ateşin ne yaptığını bilmezsin, savul oradan. Bu çeşit bilginle ateşin çevresinde dönüp dolaşma. Ateşe çömleği koyup çorba pişirmeyi bilmiyorsan bil ki ne çömlek kalır, ne çorba.

1380. Su hazır olmalı, ahçılığı da bilmelisin ki o tenceredeki çorba, dökülmeden, bozulmadan pişsin. Demircilik sanatını bilmiyorsan demirci ocağından geçerken sakalını bıyığını yakarsın. Kadın kapıyı kapadı, sevine, sevine eşeği kendisine çekti, cezasını da tattı ya! Eşeği çeke, çeke ahırın ortasına getirdi. O erkek eşeğin altına yattı. O kahpe de muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı.

1385. Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü. Alışmış eşek kadına abandı, aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi. Eşeğin aletinin hızından ciğeri parçalandı, damarları koptu birbirinden ayrıldı. Soluk bile alamadan derhal can verdi. Seki bir yana düştü o bir yana. Ahırın içi kanla doldu, kadın baş aşağı yıkıldı, öldü. Kötü bir ölüm, kadının canını aldı.

1390. Kötü ölüm, yüzlerce rezillikle gelip çattı babacığım. Sen hiç eşeğin aletinden şehit olmuş insan gördün mü? Kuran’dan rezillikle azap edilmeyi duy da böyle kepazelikle can verme. Bil ki bu hayvan nefis bir erkek eşektir. Onun altına düşmekse ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir. Nefis yolunda benlikle ölürsen bil ki hakikatte sen de o kadın gibisin. Tanrı, nefsimize eşek sureti vermiştir. Çünkü suretler, huylara uygundur.

1395.Kıyamette sırların açığa çıkması budur. Tanrı hakkıyçin eşeğe benzeyen nefisten kaç. Tanrı, kafirleri ateşle korkutmuştur. Onlar da ateşe utançtan hayırlıdır demişlerdir. Tanrı hayır demiştir, o ateş, utançların aslıdır. Bu kadını öldüren şu ateş gibi. Hırsından doyacak kadar yemek yemedi, daha fazla yemek istedi. Kötü ölüm lokması boğazına durdu. A haris adam, doyacak kadar ye, hatta yemeğin helva ve paluze bile olsa.

1400.Tanrı, teraziye dil verdi. Aldını başına devşir de Kur’an’dan Rahman suresini oku. Kendine gel de hırsından teraziyi bırakma. Hırs ve tamah, seni azdıran bir düşmandır. Hırs, hepsini ister, fakat bütün lezzetlerden mah­rum olur. A turp oğlu turp, hırsa tapma! O halayıkçağız hem gidiyor, hem de ah diyordu; a kadın, sen ustayı yola saldın. Ustasız iş yapmak istedin. Bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın.

1405.Benden bir bilgidir çaldın, çaldın ama tuzağın ahvalini sormaya arlandın. Kuş, hem onun harmanından tane toplamalıydı, hem de boynuna ip dolaşmamalıydı. Taneyi az ye, bu kadar pisboğaz olma .”Yeyin” ’emrini okudunsa “ısraf etmeyin” emrini de oku. Bu suretle de tane yemekle beraber tuzağa da düşme. Bilgi ve kanaat, ancak bunu icabettirir. Akıllı kişi, dünyanın gamını yemez, nimetini yer. Bilgisizlerse nedamet içinde mahrum kalırlar.

1410.Boğazlarına tuzağın ipi dolaştı mı tane yemek, hepsine haram olur. Kuş, tuzaktaki taneyi nasıl yer? Yemeyi kalkışırsa tuzaktaki tane zehire döner. Tuzaktaki taneyi gafil kuş yer, ya tuzağındaki nimetleri yemesi gibi. Akıllı ve işten haberi olan kuşlar, kendilerini taneden adamakıllı çekerler. Çünkü tuzağın içindeki taneler zehirlidir. Kör­dür o kuş ki tuzaktan tane diler.

1415.Tuzak sahibi, aptalların başını keser. Güzel ve narin olanlarıysa meclislere çeker, götürür. Çünkü aptalların ancak etleri işe yarar. Güzel ve­ zariflerinse güzel sesleri işe yarar. Hasılı balayıkcağız, kapının yarığından, hanımının eşeğin altında can verdiğini görünce, dedi ki: A ahmak kadın, bu iş nedir? Sana us­tan bir şey gösterdiyse, yalnız görünüşe kapıldın. Halbuki içyüzü sen­den gizliydi. Usta olmadan dükkan açtın.

1420.Bal gibi, paluze gibi olan o aleti gördün, ala. Fa­kat a haris, neden kabağı görmedin? Yoksa eşeğin aşkına o kadar mı dalmıştın ki gö­züne kabak görünmedi? Ustadan sanatın dış yüzünü gönlün, sevine se­vine ustalığa kalkıştın. Nice riyacı ve işten haberi olmıyan ahmak ki­şiler vardır ki erlerin yolundan göre göre ancak sof kumaş görmüştür. Nice boşboğazlar vardır ki azıcık bir hüner el­de etmişler, padişahlardan laftan başka bir şey öğ­renmemişlerdir.

 

BİR SULTANIN BİR CARİYEYE DÜŞKÜNLÜĞÜ CARİYENİN YOLDA KÖLEYLE EVDE SULTANLA MACERALARI…

(C.5 Beyitler 3831-4025; s. 312-326)

Bir kovucu, Mısır halifesine, Musul padişahının: huri gibi bir cariyesi olduğunu söyleyip dedi ki: Onun bir cariyesi var ki âlemde onun gibi güzel yok. Güzelliğinin haddi yok, söze sığmaz, anlatılmaz ki. İşte resmi, şu kâğıtta, bir bak! O ulu halife, kâğıttaki resmi görünce hayran oldu, elindeki kadeh düştü.

3835. Derhal Musul’a büyük bir orduyla bir er gönderdi. Eğer o ay parçasını sana teslim etmezse orasını tamamıyla yak yık. Verirse bir şey yapma, bırak, yalnız o ay parçasını getir de yeryüzündeyken ayı kucaklayayım dedi. Er, binlerce Rüstem’le, davul ve bayraklarla yola düştü, Musul’a yollandı. Sayısız asker, şehri mahvetmek üzere tarlama çevresine üşüşen çekirgeler gibi oraya üşüştüler.

3840. Savaş için her yana Kafdağı gibi mancınıklar kurdurdu. Oklar yağmur gibi yağmada, mancınıklarla atılan taşlar gök gürler gibi gürlemeye, kılıçlar şimşek gibi çakmaya başlamıştı. Savaş, tam bir hafta sürdü, kanlar döküldü. Taştan yapılma kale mum gibi eridi, yerle yeksan oldu. Musul padişahı, bu korkunç savaşı görünce içeriden bir elçi göndererek, Müslümanların kanını dökmekten maksadın ne? Bu şiddetli savaşta ölüp gidiyorlar. Meramın nedir?

3845. Maksadın, Musul şehrini almaksa böyle kan dökmeden de olur bu iş. Ben şehirden çıkayım gel, sen gir. Tek mazlumların kanı, seni tutmasın. Yok, muradın mal, altın ve mücevherse bunu, bu şehirden almak, zaten kolay bir şey dedi. Elçi, o erin huzuruna gelince er, cariyenin resmîni verdi. Bu kâğıda bak dedi, bunu istiyorum. Derhal teslim etsin, yoksa ben üstünüm.

3850. Elçi gelip maksadı söyleyince o erkek padişah dedi ki: Bu suret eksik olsun, tez götür. Ben, iman ahdında puta tapanlardan değilim. Putun, puta tapanda olması daha doğru. Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal âşık oldu. Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf’un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.

3860. O yiğit er de kuyuyu yol sanmış, çorak yerden hoşlanmış, oraya tohum ekmeye kalkışmıştı. O yatıp uyuyan, rüyada bir hayal görür, onunla buluşur, düşü azar. Uyanıp kendine gelince görür ki o oyunbazlık, uyanıkken olmamış. Vah der, beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli hayalin işvesine kapıldım. O yiğit er de beden yiğidiydi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir kuma saçtı gitti.

3865. Aşk bineği, yüzlerce gemi atmış, ölümden bile korkmam diye nara atmaktaydı. Aşk ve sevdada Halifeden pervam bile yok. Varlığımla ölümüm birdir bence diyordu. Fakat böyle ateşli ateşli ekmeye kalkışma. Bir iş eriyle danış. Fakat meşveret nerde, akıl nerde? Hırs seli, adama yıkık yerleri kazdırır, tırnaklarını uzatır. Bir güzele âşık olanın önünde de sed vardır, ardında da. öyle adam, artık önünü, ardını az görür.

3875. O yiğit er de Musul’dan döndü, yola düştü. Yolda bir ormana, bir yeşilliğe geldi. Aşk ateşi, öyle bir parlamıştı ki yerle göğü fark etmiyordu. Çadır içinde o ay parçasına kasdetti. Akıl nerde, Halifeden korkma nerde? Şehvet, bu ovada davul dövdü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turpoğlu turp: Yüzlerce halife, o anda o erin ateşli gözüne bir sinekten aşağı görünür.

3880. O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu. Aleti, dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kıyamettir koptu. Er sıçradı, götü başı açık bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı. Birde ne görsün, ormandan kara bir erkek aslan, kendisini ordunun içine kapmış koyvermiş. Atlar, ürküp köpürmüşler, her çadır ve ahır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş.

3885. Erkek aslan, ormanın gizli bir yerinden fırlamış, havaya deniz dalgası gibi tam yirmi arşın sıçramıştı. Er, pek yiğitti, aldırış bile etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi aslanın önünü kesti. Kılıçla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüzlü dilberin bulunduğu çadıra koştu. O hurinin yanına gelince aleti hâlâ dimdikti. Öyle bir aslanla savaştı da erliği, yine sönmedi, hâlâ ayaktaydı.

3890. O tatlı ve ay yüzlü güzel, onun erliğine şaşıp kaldı. istekle ona kendisini teslim etti. O anda o iki can, birleştiler.. Bu iki canın birbirleriyle birleşmesi yüzünden gayıptan bir başka can gelir erişir. Kadının rahminde meniyi kabule mâni bir şey yoksa bu can, doğuş yoliyle gelir, yüz gösterir. Her nerde iki adam, sevgiyle, yahut kinle birleşseler, bir üçüncü can, mutlaka doğar.

3900. Kadının canı da kıyamet gününü bekler, erkeğin canı da. Bu âlemde emeklemen nedir ki? Daha çabuk adım at. O er, o yalancı sabah yüzünden yolunu kaybetti de sinek gibi ayran kabına. Düştü işte. Birkaç gün murat alıp murat verdiler. Fakat sonra o büyük suçtan pişman oldu. Ey güneş yüzlü, bu işe dair Halifeye bir şey söyleme diye cariyeye yemin verdi. Halife cariyeyi görünce sarhoş oldu, onun tası da damdan düştü.

3905. Onu, övdüklerinin yüz misli güzel buldu. Hiç görme, işitmeye benzer mi? Övme, akıl kulağı için bir tasvirdir. Fakat suret, bil ki gözün harcıdır, kulağın değil. Birisi, bilir bir adama sordu: A sözü güzel er, hak nedir, bâtıl ne? O er, adamın kulağını tutup bu batıldır dedi, gözse haktır onun her şeye yakîni vardır.

3925. O ahmak Halife de bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte. Tut ki bütün doğuyu, batıyı zapt ettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü. Ebedî kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki? Bil ki bu âlemde de bir emniyet bucağı vardır. Yalnız münafıkın sözünü az duy, çünkü o söz, zaten söz değildir. Halife buluşmayı diledi, bu maksatla o cariyenin yanına gitti. Onu andı, aletini kaldırdı. O cana canlar katan, o sevgisini gittikçe artıran güzelle buluşmaya niyetlendi. Kadının ayakları arasına oturdu. Oturdu ama takdir, zevkinin yolunu bağladı.

3945. Farenin catırdısı kulağına değdi. Aleti indi, uyudu, şehveti tamamıyla kaçtı. Bu ıslık, yılan ıslığı olmasın, çünkü hasır kuvvetle oynamakta dedi.

 

Cariyeciğin,  Halifenin şehvetinin  zayıflığını  görüp o beyin kuvvetini hatırına getirerek gülmeye  başlaması   ve   Halifenin   bu   gülüşten  bir  şey anlaması

Cariye, Halifenin gevşekliğini görünce kahkahalarla gülmeğe başladı. O erin, aslanı öldürüp geldiği halde hâlâ aletinin inmediğini hatırladı. Kahkahası arttıkça arttı, uzadıkça uzadı. Kendini tutmaya çalışıyordu ama bir türlü dudaklarını kapatamıyordu ki.

3950. Esrara   alışık   olanlar   gibi   boyuna   gülüyordu. Kahkaha, kârına da üstün gelmişti, ziyanına da. Ne düşündü, aklına ne getirdiyse fayda vermedi; aklına getirdiği şeyler de gülmesini artırıyordu. Sanki bir selin bendi, birden yıkılmıştı. Ağlayış, gülüş gönlün gamı, neşesi.. BU ki her birinin ayn bir madeni vardır. Her birinin bir ayn mahzeni vardır ve o mahzenin anahtarı, kapalı kapılan açan Tanrı’nın elindedir. Bir türlü gülmesi dinmiyordu. Nihayet Halife alındı, huysuzlandı.

3955. Hemencecik kılıcını kınından sıyırdı. Habis dedi, neden gülüyorsun? Söyle. Bu gülüşten gönlüme bir şüphe düştü. Hileye kalkışma, doğru söyle. Yalanla beni kandırmaya kalkışırsan yahut boş bir bahane icat edersen, Ben bunu anlarım, gönlümde bunu anlıyan bir nur vardır. Doğruyu söylemek gerek vesselam.’ Bil ki padişahların gönüllerinde ulu bir ay vardır. Bazı bazı gaflet yüzünden bulut altına girer ama ehemmiyeti yok.

3965. Cariye âciz kalınca ahvali anlattı. O yüz Zâl’e bedel olan Rüstem’in erliğini söyledi. Yoldaki gerdeği, o sırada vukua gelen halleri bîr bir nakletti. Erin kılıcını çekip gidişini, aslanı öldürdükten sonra gelişini, aletinin hâlâ gergedan boynuzu gibi ayakta olduğunu söyledi. Ondan sonra namuslu Halifenin gevşekliğini ve farenin bir çıtırtısından aletinin söndüğünü görünce dayanamayıp güldüğünü bildirdi. Tanrı sırları meydana çıkarır. Mademki sonunda bitecek, kötü tohum ekme.

 

Padişahın, işi anlayınca o hıyaneti örtüp affetmeyi ve kendisinin, Musul padişahına zulmettiği için “Kim kötülük ederse kendine eder” ve  “Şüphe yok, rabbin gözetleme yerindedir, seni görür” âyetleri mucibince bu kötülüğe uğradığını anlayıp intikam almaya kalkışırsa, bu zulüm ve tamahın cezasını çektiği gibi o intikamın cezasına da uğrayacağını kestirerek cariyeyi o beye vermeyi kurması

3995. Padişah,  kendi  kendisine  suçunu,   kabahatini, kızı ele geçirmek için ettiği ısrarı anıp tövbe etti, Tanrı’dan yarlıganmak diledi. Dedi ki: Başkalarına yaptığım şeyler, ceza haline geldi, bana gelip çattı. Mevkiime güvenip başkalarının eşine kasdettim. Bu kasıt, bana döndü, kuyuya düştüm. Başkasının kapısını dövdüm, o da tuttu, benim kapımı dövdü. Kim, başkalarının karısına kötülük ederse bil ki kendi karısına pezevenklik eder.

4010. Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti büyük Tanrı, bize acı! Ben onu affettim, sen de yeni suçumu da affet, eski suçlarımı da. Sonra cariyeye sakın dedi, bu senden duyduğum sözü kimseye söyleme. Seni,   beyinle  evlendireceğim.  Tanrı   hakkı için sakın bu hikâyeyi bir daha anma. Anma da o, benden utanmasın.   Çünkü o, bir kötülükte bulundu ama yüz binlerce de iyilik etti.

4015. Ben, onu defalarca sınadım, ona, senden de güzel kadınları emniyet ettim. Hiç dokunmadı. Bu olan şey, benim yaptığımın cezası. Bundan sonra o beyi huzuruna çağırdı. Âlemi: kahretmeyi düşünen hışmını yendi. Ona kabul edilecek bir bahane buldu. Dedi ki: Ben bu cariyeden soğudum. Sebebi de şu: Çocuğumun anası, bu cariyeyi kıskanmada, âdeta bir tencere gibi kaynayıp durmada, yüzlerce sıkıntılara uğradı.

4020. Oğlumun anasıdır, onun nice hakları vardır. Böylece cevir ve cefalara lâyık değildir o. Kıskançlığa başladı, kanlar yutmada. Bu cariye yüzünden pek şiddetli acılara düştü. Hâsılı bu cariyeyi birine vereceğim. Buna karar verdikten sonra azizim efendim, senden daha iyisini bulacak değilim ya. Sen onun için canınla oynadın. Artık onu senden başkasına vermek doğru değil. Onu, o beye nikahlayıp verdi, öfkesini, hırsını kırdı geçirdi.

 

KADININ EŞEĞE İMRENMESİ HİKAYESİ
Bir kadının eşeklerin çiftleşmelerini izleyip eşeği arzulamasının öyküsü…

(C.5 Beyitler 3390-3395)

3390.Fakat Bayezid’in imanına, onun doğruluğuna karşı gönlümde nice hasret var. Hani şu kadın gibi.. Eşeğin çiftleşmesini gördü de dedi ki:Amanın, şu tek erkeğe bakın! Çiftleşme buysa bizim kocalarımız, bizimle çiftleşmiyorlar, içimize aptes bozuyorlar. Bayezid, imanın bütün şartlarını haiz.. Aferinler olsun bunun gibi tek aslana! Onun imanının bir katrası denize gitse deniz, o katrada gark olur.

3395.Nitekim bir zerrecik ateş, ormanlara düşse o zerre, bütün ormanları yakar, yok eder. Padişahın, yahut ordunun gönlündeki hayal gibi. O hayal de hayaldir ama savaşta düşmanları mahveder. Muhammed’in yüzünde bir yıldızdır parladı, kafirlerin, çıfıtların gevherleri yok oldu. İmana erişen aman buldu, imana gelmeyenlerin şüphesi iki kat oldu. Önce gelenlerin halis küfrü kalmadı da yerini ya Müslümanlık tuttu, ya korku..

 

(C.6 Beyitler 2101 – 2105)

Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadisi yazılı olan zat (MUHAMMED PEYGAMBER KASTEDİLİYOR), bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi.

O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara lâyık inciler meydana gelmezdi. O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı. Rızklar da onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir.

 

(C.6 Beyit 2225)

2225-Her velîyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de tûfan say.

 

(C.6 Beyit 2430)

Ben de, Musa’da, Tur dağı da… Üçümüzde o nurun doğmasıyla kaybolduk. Ondan sonra gördüm, Tanrı nuru, ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.

 

 

(C.2 Beyit 1580)

Onun gözü, Tanrı nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp yakmaktadır. O talebe, eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş gönülleri bir perde yapıp o hâkimin önüne gerer. Hâlbuki o perde bile yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur. Her ağzı hocaya bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.) Hoca, talebeye der ki; “ Ey küfür yokken de aşağı olan, bana hiç mi vefan yok? Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör.

 

 

ALLAH’I NİTELİKSİZ, İSİMSİZ VE SIFATSIZ GÖRMÜŞ!

(C.5 Beyit 420; s.38)

420. Bir derviş, bir dervişe;” Tanrı‘yı nasıl gördün, söyle” dedi. Derviş dedi:” Neliksiz, niteliksiz gördüm.”

AYNAYA BAKINCA TANRI’YI GÖRMEK

(C.5 Beyit 2015;  s.166)

2015-“Kim de yakın aynası varsa, kendini görmüş olsa bile, hakikatte Tanrı ‘yı görmüş olur.”

 

PEYGAMBERLER Mİ ÜSTÜNDÜR EVLİYALAR MI?

(C.4. Beyitler 1847-1854)

Beyit 1847— Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar. Adeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.

Beyit 1848 — Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu… Devlet satrancını oynadı!

Beyit 1849 — Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebu’l Hasan dünyaya geldi.

Beyit 1850 — O, padişah Ebul Hasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait huylar söylediyse aynen zuhur etti.

Beyit 1851— Çünkü onun önünde giden levh-i mahfuzdur… Neden mahfuzdur o levh? Hatadan!

Beyit 1852 — Bu ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Allah, doğrusunu bilir ya, Allah vahyidir!

Beyit 1853 — Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.

Beyit 1854 — Sen istersen onu gönül vahyi farzet… Gönül zaten onun nazargahıdır… Gönül, ona agah olunca nasıl hata eder?

AÇIKLAMA 1851-1854. Beyitlere şerh Abdülbaki Gölpınarlı

Sofiler, kalblerinde doğan ilahi bilgiye, yahut keşfe “varidat- Allah’tan gelenler” derler. Onlarca erenlerin sözleri de vahiyden başka bir şey değildir. Hatta nübüvveti yani peygamberliği iki kısma ayırıp bir kısmını, “Nübüvvet-i Teşriyye- Şeriat kuruculuk peygamberliği”, bir kısmına da “Nübüvvet-i Tarifiyye- Şeriatı anlatan, İlahi sırları anlatan peygamberlik” derler. Her veli ve bilhassa zamanın sahibi olan kutup, nübüvvet-i tarifiyye ile peygamberdir, fakat Hz. Muhammed’e hürmet ve şeriat edebine riayet bakımından peygamberim diye meydana çıkmaz. Bu inanışın ileri gidişinden veli, nebi’den üstündür akidesi çıkmıştır. Nebide bir peygamberlik bir de velilik vardır; peygamberlik Allah ile Kul arasında vasıta oluştur, bu bakımdan peygamber, peygamberliği itibariyle halkla uğraşır. Halbuki velilik Hak’la olan muameledir.

Bu yüzden peygamber’in veliliği, peygamberliğinden üstündür diyenler olduğu gibi Şeyh-i Ekber diye anılan Muhyiddin-i Arabi gibi “Hatem-i velayet” olduğunu iddia ederek veliliğin, bütün peygamberlere feyiz verdiğini ve kendisindeki velayetin, Hz. Muhammed’in velayeti olup ondan ayrı olmadığını söyliyen ve adeta peygamberlik iddiasına girişenler de vardır. Peygamberliğin kisbi, yani süluk ile kaanılır bir mertebe sayanları ve binaenaleyh Hz. Muhammed’in “hatem” yani somn peygamber oluşunu tevil edenleri bile bulunmuştur. Hicri 587’de (1191) Haleb’de öldürülen Şeyh Şihabeddin-i Maktul de bu inanıştaydı. Mevlana da bu beyitlerde Mesnevi’nin vahiy olduğunu söylüyor. Zaten 6 cildin umum dibacesi (açıklaması) sayılan birinci cildin dibacesinde de bunu apaçık söylemektedir. “Menakıb’ül Arifin” de şöyle bir hikaye var:

“Bir gün Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan biri babama şikayette bulundu ve alimler Mesnevi’ye neden Kur’an diyorlar diye benimle bahse girişti; ben de Kur’an’ın tefsiridir deyince babam bir lahza susup sonra A sersem dedi, niçin olmasın? A eşek, niçin olmasın? A ** kardeşi niçin olmasın? Peygamberlere verilen harfi zarflarda Allah sırlarının nurlarından başka bir şey yoktur ki. Allah sözü, onların temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen dillerden akar. İster Süryanice olsun, ister Seb’ul mesani dilince… İster İbranice olsun… İster Arapça!” (Üçüncü Fasıl) Bu kitapta buna benzer bir çok hikayeler vardır ki Mesnevi’nin yazıldığı tarihten itibaren Allah vahyi olarak tanındığını gösterir.

Mesnevi Kariileri (okuyucuları), Mesnevinin sonunda, önce “Ululuk sırlarını keşfeden Mevlana’mız böyle buyurdular” demek olan:

“İnçünin fermud Mevlana-yı ma Kaşif-i esrarha-yı kibriya”

 

ŞEYHİN ETRAFINDA DÖNÜP ŞEYHİNİ TAVAF EDİNCE BAYEZİD’İN HAC VE UMRE YAPMASI

Bir şeyhin Bayezid’e “Kâbe benim; benim çevremde tavaf et” demesi

2210: Ümmetin şeyhi Bayezid Hac ve Umre için Mekke’ye doğru koşuyordu

İlk defa gittiği şehirlerde değerli kişileri soruşturup arardı. (…)

2215: (…)

Bayezid, yolculukta zamanının Hızır’ı olan bir kimseyi bulmak için çok arardı.

 

2220: Boyca hilâl gibi bir şeyh gördü; Onda erlerin gücünü ve sözünü gördü.

Gözü kör ama gönlü güneş gibiydi; rüyasında Hindistan’ı görmüş bir fil gibiydi.

Gözü kapalı uyumuş kişi yüz neşe görür de, gözünü açınca görmezse şaşılacak şey!

Rüyada nice şaşılacak şey aydınlanır; gönül uykuda pencere olur.

Uyanık olan ve hoş rüya gören kişi, âriftir; -ayak- toprağını gözüne sür.

 

2225: Önünde oturdu. Durumunu sordu; onu yoksul ve aile sahibi buldu.

-Şeyh- “Ey Bayezid! Niyetin nereye! Gurbet dengini nereye götüreceksin?” dedi.

-Bayezid- “Erken vakitte Kâbe’ye niyetim var” dedi. -Şeyh- “Peki! Yol azığı olarak neyin var?” dedi.

-Bayezid- “İki yüz gümüş dirhemim var; işte elbisemin köşesine sıkıca bağlı” dedi.

-Şeyh- dedi: “Benim çevremde yedi defa tavaf et; bunu hac tavafından daha iyi say.

 

2230: Ey cömert! O dirhemleri önüme koy; bil ki hac yaptın muradın gerçekleşti.

Umre yaptın, baki ömrü elde ettin; temizlendin, Safa’da koştun

Canının gördüğü Hakk’ın hakkı için; Hak, beni kendi evine üstün tutmuştur.

Kâbe onun lütuf evi ise de tabiatım (vücudum) onun sır evidir.

O evi yaptığından beri, ona gitmedi. Bu eve ise o Hay/diri Hakk’tan başkası girmedi.

 

2235: Madem beni gördün, Hakk’ı gördün; sadakat Kâbe’sinin çevresini döndün.

Bana hizmet, Allah’a itaat ve şükürdür; sanma ki Hakk, benden ayrıdır.

Gözünü iyice aç, bana bak; böylece insanda Hakk’ın nurunu göreceksin.”

Bayezid, bu nükteleri anladı; altın halka gibi kulağına taktı.

Ondan dolayı Bayezid’in derecesi arttı; Sonra ulaşan, son noktaya vardı.

Beytini okuyup sonra 1852. Beyti okumak suretiyle dersi bitirirler. Mesnevi 4. Cild Sf. 326 Açıklama MEB Yay.

Sayfa numaraları için-MEB Baskısı Veled İzbudak-Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi esas alınmıştır. Ancak beyit numaraları Farsça orijinal metinde ve tüm çevirilerde aynıdır…

posted in MITOLOJİ | 12 Comments

26th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Mevlana ve Mevlevilik

 27.04.2002 Tarihli “Ceviz Kabuğu” programına, konuyla ilgisi dolayısıyla, Selçuk Üniversitesi Tarih bölümünden Mevlana üzerine yoğun araştırma yapan Prof. Dr. Mikail Bayram’da katıldı. Telefon bağlantısı ile yayına katılan ve Mevlana ve Mevlevilik üzerine görüşlerini aktaran Bayram, görüşlerini söyleyince “kızılca kıyamet” koptu.

HULKİ CEVİZOĞLU- Profesör Doktor Mikail Bayram hattımızda.
İyi geceler Sayın Bayram.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- İyi geceler efendim.

HULKİ CEVİZOĞLU- Buyurunuz, sizin bir bilim adamı olarak görüşlerinizi rica ediyorum; Konya Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanısınız, buyurun.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, öncelikle oradaki konuşmacı arkadaşları selâmlıyorum ve anladığım kadarıyla da, bana, daha çok Mevlana ve Mevlana etrafındaki oluşumlarla ilgili sorular tevcih ediliyor. Bu münasebetle adımdan söz edildi, onun için ben bu konuya yönelmek durumundayım. Tabiî, bu konuyu işlerken de, elbette tarihçi olmam hasebiyle tarihî olaylarla paralel olarak konuyu izah etmeye çalışacağım. Az önce konuşmacılar da söylediler, 1243 yılında Moğollar Kösedağ zaferini kazandıktan sonra Anadolu’yu istila ettiler. Hatta Erzurum’da, Erzincan’da, Tokat’ta, Sivas’ta, Kayseri’de büyük katliamlar yaptılar, yağma hareketleri yaptılar ve özellikle Tokat’ta, Moğol Ordu Komutanı Baycu Noyan Kayseri’yi muhasara ettiği zaman, Kayseri çevresinde toplanmış olan Moğol askerleri arasında Mevlana’nın hocası Şems-i Tebrizî’nin müritleri de mevcut idi. Bunlara Kalenderiler tabir ederler. Şems-i Tebrizî bir Kalenderi dervişidir, bir Kalenderi şeyhidir. Hatta bu Kalenderiler, Moğollarla birlikte Kayseri surlarından gedik açıp şehre girmeye çalışıyorlardı. Ve şehre girdikten sonra da Moğollar burada çok büyük bir katliam yaptılar. Eğer tarihçiler mübalâğa etmiyorlarsa, onbinlerle ifade edilen Ahi ve Türkmenler burada katliama tâbi tutuldular. Ahiler ve Türkmenler burada katliama tâbi tutulurlarken, Mevlana’nın hocası olan Kayseri’deki Seyyid Burhaneddin’in, eteğine paralar, altınlar saçtılar. Buradan şunu demek istiyorum: Kalenderi dervişler ve Mevlana’nın hocaları olan kişiler çok daha önceden Moğollarla irtibat hâlindeydiler ve Moğollarla teşriki mesai ediyorlardı ve özellikle de Şems-i Tebrizî ve Şems-i Tebrizî gibi olan bazı kişileri de ajan olarak istihdam ediyorlardı. Olay sadece Mevlana’yla sınırlı değil, Şems-i Tebrizî’yi de ajan olarak kullanıyorlardı. Şems-i Tebrizî Moğol ajanı idi ve Moğol ordularının içindeydi.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, siz kocaman bir Üniversitenin Tarih Bölümü Başkanısınız.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet efendim.

HULKİ CEVİZOĞLU- Tarihî bir bilgiyi veriyorsunuz, kaynağınızı da verin lütfen.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Kaynağını da vereyim. Bakın, İbni Bibi, Cavlaki dervişleri Moğollarla birlikte Kayseri surlarından gedik açmaya çalıştıklarını İbni Bibi söyler. Tarihî vesikaları da o zaman yeri geldikçe söyleyeyim. Ve yine Mevlevî kaynaklar, Moğollar Kayseri’de bu kadar büyük bir katliam yaptıktan sonra Seyyid Burhaneddin’e paralar verdiler ve nitekim Seyyid Burhaneddin’in türbesini de, bu olaydan iki sene sonra Seyyid Burhaneddin vefat etti, Seyyid Burhaneddin’in türbesini de Moğollar inşa ettiler.

HULKİ CEVİZOĞLU- Şems-i Tebrizî’nin Moğolların ajanı olduğunu söylediniz, onun kaynağını sormuştum.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Şimdi ona geleceğim. Şimdi mademki kaynağını soruyorsanız hemen söyleyeyim. Bakın, Şems-i Tebrizî’nin “Makalât” diye bir eseri var. Şemsi Tebrizi’nin Makalât’ını okursanız, orada birçok yerlerde Moğollar’la ilgili olarak Şems-i Tebrizî Moğollara muhalif olanlarla mücadele etmektedir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ama, yani bu ajan olmasını mı gerektiriyor?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet, Moğolların aleyhinde bulunanlara şiddetle hakaret ederek onları susturmaya çalışmaktadır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Burada bu mu kaynağınız?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet, budur kaynağım; ama ileride yine kaynaklarımı söyleyeceğim. Mevlana’ya gelince kaynakları daha detaylandıracağım.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ama yapmayın; yani bugün de, işte Avrupa Birliği konusunda bilim adamları, gazeteciler farklı görüş savunuyor, birbirlerini eleştiriyorlar, suçlayanlar var; o zaman birbirlerini eleştiren insanlara hep ajan mı diyeceksiniz? Yani, Tarih Bölümü Başkanı bir profesör olarak Şems-i Tebrizî’nin Makalât eserinde Moğollara övgüler var ve onlara karşı çıkanlara ağır eleştiriler var diye, siz buradan yola çıkarak bir bilim adamı duyarlılığıyla, sorumluluğuyla Şems-i Tebrizî’yi ajan olarak mı değerlendiriyorsunuz? Sayın Bayram…

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Moğolların ajanıdır demektir. Nitekim, bir kaynak da söyleyeyim size… Teşriigulervah adında bir eserimiz var. Bunu yazan Anadolu’lu bir kadıdır. O kadı, bazı şeyhlerin, bazı dervişlerin, özellikle de Kalenderi dervişlerin Moğollara ajanlık görevi yaptıklarını söylüyor. Meselâ Barak Baba’yı söylüyor, adını vererek, “Bu Kalenderi derviş Moğolların ajanıydı” diyor, “Mahmut Han’ın ajanıydı” diyor.

HULKİ CEVİZOĞLU- Mevlana’ya gelelim; Şems-i Tebrizî’yi konuşuyoruz, onu söyleyin.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Şems-i Tebrizî’yi konuşalım. Şems-i Tebrizî, Makalât’ında birçok yerlerde, bir yerde değil birçok yerlerde Moğolların aleyhinde konuşanları susturuyor. Moğollara alt yapı yapmaya çalışıyor, Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye çağırıyor. Mevlana da bunu yapıyor.

HULKİ CEVİZOĞLU- Yani buradan ne sonuç çıkar ki?..

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Dolayısıyla, “Mevlana Moğol ajanı olamaz” çırpınışları, bu çırpınışlar boşa olan çırpınışlardır, hiç kimse bunu inkâr edemez. Bakın,Mevlana “Fihi Mâ Fih” adlı eserinde, eğer önünüzde varsa açıp okuyun, ben tercümesinden söyleyeyim, sayfa 100-103 sayfaları; orada Moğolların Reisi Cengiz Han için diyor ki Mevlana; Cengiz Han, Allah’tan mesaj aldı ve Allah’tan aldığı mesajla Cenabı Allah Cengiz Hana demiş ki, “Halkını, kavmini topla, şu zalim Harzemşahlar ülkesine yürü, onları kahret.” Dolayısıyla, bakın bu olay, bu olayı Mevlana’nın kendisi anlatıyor, başkaları Mevlana hakkında anlatmış değil bunu. Ve az önce siz söylediniz, Mevlana’nın Moğollar hakkında söylediği bir söz söyleyin dediniz, işte ben onu söylüyorum. Bu sadece bir tanesidir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki nasıl oluyor Sayın Bayram, nasıl oluyor, bu dediğinizi belki başka kaynaklarla da destekleyeceksiniz, eğer ikna olmazsa Sayın Zeybek de sorar size, ben de şimdi soruyorum; peki, bunların doğru olduğunu varsaysanız bile, nasıl oluyor da bu kadar tutulabiliyor Mevlana, bu kadar gönüllerde yer edebiliyor? Bunun açıklaması şu mudur… Biz 2002 yılında yaşıyoruz, bu olay 1243 yılında ya da ne bileyim 13’üncüyüzyılda olmuştur, yani “o güne bakarak bugün değerlendirme yapmak yanlıştır” şeklinde mi cevap veriyorsunuz?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Oraya da geleyim, Fakat, öncelikle elimize aldığımız bu konuyu, bu meseleyi bir hâlledelim, çünkü çok itirazlar oldu, bu meseleyi biraz vuzuha kavuşturayım. Şimdi, Şems-i Tebrizî 1244 yılında Konya’ya geldi, Mevlana ile görüşmeleri oldu.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bir şey soracağım, pardon. Bu görüşlerinizi, söylediklerinizi ve şu anda söyleyeceklerinizi bilimsel plâtformlarda daha önce tartıştınız mı?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Tabiî tabiî, yazdım ben bunları, ben bunları defalarca yazdım.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bunları ilk defa söylemiyorsunuz yani.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hayır efendim, ilk defa söylemiyorum, 30 senedir yazdım…

HULKİ CEVİZOĞLU- Nasıl tepkiler aldınız diğer bilim adamlarından?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hulki Bey, 30 senedir bunları yazıyorum, bugüne kadar bir Allah’ın kulu bir satır cümleyle bana itiraz edemedi, itiraz etmeleri de mümkün de değildir. Şimdi bakın, Mevlana’nın eserinden örnekler vereyim, çok önemli bir örnek vereyim. Moğol Hükümdarı, İlhanlı Hükümdarı Hulagu Han Bağdat’ı fethettikten sonra, Bağdat’ta son Halifenin oğlu Ez-Zahir Billah Mısır’a kaçtı ve Baybars ile birlikte Mısır’da halifeliğini ilân etti. Şimdi Mevlana Mesnevî’sinde “Mısır Halifesinin Hikâyesi” diye bir hikâye anlatır ve çok terbiyesizce bir hikâyedir, ben burada ifade etmiyorum. Çünkü, o kabak hikâyesinden daha edep dışı bir hikâyedir. Orada meselâ Mevlana Sultan Baybars’ı ve Mısır’a kaçan Ez-Zahir Billah’ı tahkir ediyor, rezil etmeye çalışıyor ve böylece Hulagu Hanı desteklemeye çalışıyor. Bakın yine Mevlevî eserlerde, Menakıbıl Arif’inde anlatıyor, bunu teyiden başka bir şey de var. Menakıbıl Arif’inde diyor ki, Mevlana etrafındakilere şu mesajı veriyordu: Diyordu ki, “Hulagu Han Bağdat’ı muhasara ettiği zaman askerlerine emir verdi, üç gün üç gece atlarına ve askerlere yemek yedirmediler, atlara su ve ot yedirmediler, yem vermediler. Atların tutmuş olduğu bu oruç hürmetine Cenabı Allah Bağdat’ın fethini Hulagu Hana müyesser kıldı.” Bunu Mevlana anlatıyor, Mevlana’dan naklen veriyor. Başkaları bunları yazıp da Mevlana’ya veya Mevlana’nın çevresine iftira etmiş veya hakaret etmiş değil, bunları kendi eserlerinde yazıyorlar. Sonra Mevlana’nın kişiliği ve şahsiyetiyle ilgili de bir şeyler söylendi. Mevlana, Mansur Hallaç gibi, Bayezdid-i Bestami gibi, Ebul Hasan Garagani gibi, Şakıki Belkı gibi İranlı, İran kültürünün ürünü olan mutasavvıfların yolunda bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar Hulûliye mezhebindendir, Mevlana da Hulûliye mezhebindendir. Bakın, Meslevî’sinde Bayezid-i Bestami hikâyesi var. Orada Mevlana Hulûl felsefesini anlatır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ne demek Hulûl felsefesi?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hulûl felsefesi, yani Allah insanlara hulûl eder. Bu Hristiyanlıktan gelme bir inançtır da. Çünkü, Hristiyanlıkta biliyorsunuz, apoklif Hristiyan mezheplerde diyorlar ki, özellikle Nasurîler diyorlar ki, “Hazreti İsa bir beşer olarak dünyaya geldi, fakat sonra Cenabı Allah Hazreti İsa’ya hulûl etti ve Hazreti İsa’nın şahsiyeti ilâh oldu, Allah oluverdi.” Böyle bir mezhep var. İşte bu anlayışın İslâm dünyasındaki uzantısı da Hulûliyecilerdir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Mevlana’nın bir rubaiyesi var, bakın ne söylüyor, belki bugünleri görerek söylemiş, belki o günler için söyledi. Diyor ki, “Ben hep yaşadım kul olarak Kur’ana, topraktım ömrümce Muhammed yoluna…”

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- “Men deste-i Kur’an’a mekta candarem, men hâk-i pay-i Muhammed’i muhtarım”; bunları bana okumayın, bunları bana okumayın, ben onların Farsçasını okudum Hulki Bey.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, izin verin de Türkçesini okuyayım. Diyor ki Mevlana; “Ben hep yaşadım kul olarak Kur’ana, topraktım ömrümce Muhammed yoluna. Gerçeklerden apayrı anlam çıkaran haksızdır, usanç verir bu sözlerle bana” diyor. Acaba gerçeklerden farklı bir anlam mı çıkarıyorsunuz?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Önce bu rubai, bu dörtlük Mevlana’nın Divan-ı Kebir’indedir. Bakın, bu Divan-ı Kebir denilen eser Mevlana’ya ait bir eser değildir. Ben Divanı Kebir’in, orijinal başlığıyla söyleyeyim; Divan-ı Kebir Ezan-ı Mevlana Mis” başlığıyla. Divanı Kebir Mevlana’nın eseri değildir. İran’da bir tebliğ sundum ve İranlı bilim adamları, bilim çevreleri benim bu tezimi kabullendiler ve sonra kendileri, özellikle İran’da çok tanınan Abdulkerim Suruş Bey, benim bu telkinlerimden sonra Divanı Kebir’de Mevlana’ya ait olan şiirlerin miktarı yüzde 30 veya yüzde 40 miktarındadır. Dolayısıyla, Divan-ı Kebir’den bazı şeyleri okudukları zaman, Divan-ı Kebir’in Mevlana’ya ait olmadığını da bilmeleri gerekir. Birtakım yanlışlıklar yapılıyor…

HULKİ CEVİZOĞLU- Demin okuduğum sözler ona ait değil mi?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hayır, Divan-ı Kebir ona ait değil.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki, şu sözlerde mi ona ait değil? Bakın, diyor ki, sizin eleştirilerinize burada olmadığı için sözleriyle, eseriyle cevap verecek tabiî; diyor ki, “Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte, geldim nicedir kök saldım memlekete. Düşman gibi görseniz de düşman değilim, ben Hintçe konuşsam bile Türküm yine de” diyor.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, hele o hiç, o hiç Mevlana’ya ait değil. Çünkü Mevlana’nın o orijinal Divan-ı Kebir nüshalarında da bu mevcut değil.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ama bakın, bunu da yazan kim, onu da söyleyeyim size. Şimdi bunu yazan, Türkiye’nin, Sayın Zeybek’in de eski meslektaşı, Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı Talat Halman’ın Türkiye İş Bankası’ndan çıkan Candan Cana isimli kitabı, Sayın Halman yazıyor bunu.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, ben onları biliyorum.

HULKİ CEVİZOĞLU- Yani, Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı, şu anda Bilkent’te öğretim üyesi, kocaman İş Bankası yayın yapıyor, bunları bilmiyor da Mevlana’nın eseri diye mi bize yutturuyor.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Onlar, evet maalesef maalesef.

HULKİ CEVİZOĞLU- Yapmayın.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Çok üzülerek söyleyeyim, bugüne kadar hep Mevlana hakkında yalanlar uyduruldu.

NAMIK KEMAL ZEYBEK- Şimdi Hocanın yalan uydurmadığını kim biliyor.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ben de onu soracaktım. Bir dakika, sizin mi doğru söylediğinizi, Talat Halman’ın mı, İş Bankası yayınlarının mı, bugüne kadar okuduğumuz Mevlana kitapları mı, hangisinin yanlış, hangisinin doğru olduğunu nasıl anlayacağız?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, ben diyorum ki, bakın Mevlana’nın Divanının orijinal nüshası Mevlana Dergâhında bulunuyor. Divan-ı Kebir’in iki tane orijinal nüshası orada var. Bu rubai orijinal nüshalarda mevcut değil. Sonradan Mevlana’ya uydurulmuş, izafe edilmiş şiirlerdir. Divan-ı Kebir böyle oluşmuş. Divan-ı Kebir aslında bir antolojidir. Ben Divan-ı Kebir’de 18 ayrı şairin şiirlerinin bulunduğunu tespit ettim. Bu şairler arasında Mevlana’dan sonra yaşamış olan şairler de var. Hatta Divan-ı Kebir’de Mevlana’dan sonraki olaylara, Mevlana’nın ölümünden 7 sene, 10 sene sonraki olaylara değinen şiirler var. O şiirler Mevlana’ya ait değildir. Bunları her bilen konuştuğu için, maalesef ayakları da yere basmadığı için, bu sefer Mevlana hakkında uydurma haberler, uydurma bilgiler yaydılar. Maalesef Türkiye, işte o yalan bilgilerle hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor veya bilim çevreleri o yalanlarla hayatiyetlerini sürdürmeye çalışıyorlar.

HULKİ CEVİZOĞLU- Şimdi diyelim ki bunların hepsi yalan, bir tek siz doğrusunuz, öyle bir varsayımda bulunalım. Bunun neresi kötü? Diyelim ki, Mevlana diye birisi de yok, bunun hepsi mitolojik bir hikâye, öyle olduğunu varsayalım, ama bugün herkes buna inanıyor. Hem Mevlana’ya inanıyor, hem Mevlana’nın bu sözleri söylediğine inanıyor. Diyelim ki, size göre hem Mevlana yok veya var ama, o dönemde, 13’üncü yüzyılda Moğolların ajanıydı, ama bugün bizim toplum olarak inandığımız Mevlana’nın yeri yüce bir yerde. Bunun ne sakıncası var, toplumsal birlik bütünlüğü sağlayıcı bir unsur değil mi? Yabancılar bizim hep değerlerimizi alıp…

İSMAİL NACAR- O zaman böyle bir program yapmayın Hulki Bey, yani gerçek Mevlana’yı halka tanıtmayın.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bir dakika, bir dakika. Değerlerimize hep sahip çıkıp elimizden alıyor. Biz bunun etrafında birleşsek, bu yalan da olsa güzel sözler değil mi, yani bunun ne sakıncası var?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, ben esas onu tebarüz ettirmeye çalışıyorum. Şimdi, Mevlana zamanında Anadolu’da bir grup insanlar, bir grup aydınlar Moğolları destekliyorlardı.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bugünü soruyorum.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Bir kısım insanlar da Moğol emperyalizmine karşı isyan ediyorlar, genellikle Ahiler ve Türkmenler Moğol iktidarına karşı isyan durumundaydılar. Dolayısıyla, Mevlana o dönemde Moğolların yanında yer alarak Türkmenlerle mücadele etmiştir. Hacı Bektaş’a ağır hakaretlerde bulunmuştur, Nasrettin Hoca’ya ağır hakaretlerde bulunmuştur, Sadrettin Konavi’ye ağır ağır hakaretlerde bulunmuştur.

NAMIK KEMAL ZEYBEK- Hacı Bektaş’a nerede hakaret etmiş, öğrenebilir miyiz; evet, sorun onu.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Bütün bunları yaparken hedefi, Moğollara hizmet etmektir. Moğollar da kendisine para veriyorlar. Bakın, bir defasında Moğol Veziri Tacettin bir defasında Mevlana’ya 700 dinar para gönderdi ve bu gönderdiği paralar da, Türkmenlerin mallarını müsadere etmiş, Türkmenlerin mallarından, müsadere ettiği mallardan Mevlana’ya 700 dinar göndermiş. 700 dinar 70 deve parasıdır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, bugünü soruyorum, şimdi 13’üncü yüzyılı bırakın, 800-900 sene geçmiş aradan.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Moğollar Mevlana’yı desteklediler, onu söylemek istedim. Moğollar Mevlana’yı desteklediler, Mevlana’yı Anadolu’nun şeyhi, “Şeyh-i Rum” yaptılar. Mevlana’ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler, özel bir ferman çıkardılar.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, bir daha söylüyorum, olmazsa sözü alacağım sizden. Bir daha soruyorum, bugüne gelin, yani Moğolları bıraktık 800 sene önceden.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Bugüne gelince, ben bugünü de söyleyeyim mademki ısrar ediyorsunuz. Mevlana’yı bugün reklâma eden, Mevlana’yı anlatan bizim yerli ulema değildir. Mevlana’yı Avrupalılar lanse ediyorlar.

HULKİ CEVİZOĞLU- Niye, Avrupalılar Moğol soyundan mı geliyor?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Şundan dolayı: Çünkü, Mevlana’nın felsefesinde emperyalizme yatkın insan yetiştirme Mevlana’nın hedefidir. O dönemde Moğollar Moğol emperyalizmine yatkın insan tipi yetiştiriyordu, yetiştirmeye çalışıyordu, dolayısıyla Mevlana’nın felsefesi bu yönüyle Anadolu insanını Batı emperyalizme yatkın hâle getirme çalışmalarıdır.

İSMAİL NACAR- Misyoner faaliyetleri de onun için giriyor, oradan giriyor.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Dolayısıyla, bunu Nicolson gayet iyi biliyor, bunu Anna Masalla gayet iyi biliyor, Annamary Schimmel gayet iyi biliyor; dolayısıyla Avrupalıların Mevlana’ya sahip çıkmaları Anadolu’yu sömürgeleştirme felsefesinin bir uzantısıdır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Yapmayın, çok şaşırtıcı şeyler söylediniz Sayın Bayram.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet efendim.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bir dakikanızı rica ediyorum. Şimdi Avrupalı olmayan, Türk olan birisi var hattımızda, az önce bağlanmıştı, Sayın Bayraktar Bayraklı.
Bu görüşlere zannediyorum katılmıyor; Sayın Bayraklı, buyurun cevap rica ediyorum sizden.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Şimdi ben, çok insanlar üzerine duruldu bu gece, ben bu açıdan çok üzüldüm. Yani, Mevlana şöyle dedi, dedi de yok, dedisi yok, Mevlana şöyleymiş, Ahmet Yesevî böyleymiş, Muhiddin Arabî böyleymiş. Hiçbir tanesi fikirlerine, sistemlerine, onların ortaya koyduğu düşüncelere gitmediler. Bakın, orada arkadaşımız Esat Bey, “İnsan, konuşan Tanrı’dır” dedi, burada şirk var. İnsan Allah’ı inkâr ettiği zaman yine Allah mı konuşuyor, insanı gıybet ettiği zaman Allah mı konuşuyor? Yapmayın bu işi. Bu adamın görüşlerini tezyif etmeniz lâzım, bunları çürütmeniz lâzım. Orada yanlış konuşuyor, siz hâlâ Mevlana oldu Moğolcu, olmadı Moğolcu; bu mesele midir? Orada felsefe üretmeniz lâzım, düşünce üretmeniz lâzım. Kişiler üzerinde durdunuz, tasavvufun prensiplerini, ilkelerini, insanı olgunlaştırmasından bahsetmediniz, tuttunuz insanlarla kişilerle uğraştınız. Bakınız, Mikail Bayram tarihçi bir adam, Mevlana tezyif etmek için, küçültmek için, Avrupalılar Mevlana’yı bunun için konuşuyor, tutuyormuş, emperyalizmciymiş. Mevlana’nın kitaplarını okudu mu Allah aşkına? Nasıl okudu bunları da, nasıl anladı bunları da bu felsefelerden nasıl emperyalizm felsefesi çıkartıyor; ben bunu anlayamıyorum. Bakınız, ben Divan-ı Kebir hakkında bir doçentlik tezi yaptırdım, Mesnevî hakkında doktora tezi yaptırdım, Fihi Mâ Fih hakkında master tezi yaptırdım, Mecalis-i Saba’sı hakkında master tezi yaptırdım. Baştan aşağıya Mevlana’nın kitaplarını okumuş biriyim ben; yapmayın bu işi, Allah aşkına yapmayın. Kur’an-ı kerimi tamamen konuşturuyor Mevlana, farkında değilsiniz. Tuttunuz efendim, Mevlana Moğol şeyiymiş, emperyalizm yapmış; ne alâkası var Allah aşkına yahu? Böyle bir sistem, bu kadar büyük bir filozofa, bu kadar büyük bir filozofun karşısına, bir düşünür, bir mütefekkirin aleyhine nasıl konuşur bir tarih kürsüsü profesörü, benim aklım almıyor. Tarihçi olduğu için felsefesini anlamıyor adamın. Yani, Mevlana’nın felsefesini anlamadığı için, Fihi Mâ Fih’yi nasıl savunuyor. Fihi Mâ Fih’in özü nedir? Ne diyor Fihi Mâ Fih’te? İnsan eşittir düşünce. “Düşünmeyen adam hayvandır” diyor. Düşünceyi bu kadar öne çıkaran, aklı bu kadar öne çıkaran Mevlana’yı nasıl kalkar emperyalist söylersiniz. Mesnevî’sinde sevgi, insan sevgisini işliyor, Divan-ı Kebir’inde ilâhi aşkı işliyor; siz nasıl böyle konuşuyorsunuz Mevlana hakkında “emperyalist felsefe yapılmıştır”, benim aklım almıyor. Bunlar nasıl ilim adamlarıdır, nasıl düşünürdür bunlar, nasıl kitap yazıyorlar ben anlamıyorum. Bir insanın aleyhine, bir insanı tezyif etmek için, kötülemek için böyle konuşulur mu?..

İSMAİL NACAR- İlmî hareket ettiğin zaman anlayacaksın Hoca; belgeli ve bilimsel konuştuğun anda anlayacaksın.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Esat Bey, orada bir söz söyledi, bak onun üzerine konuşsanıza.

İSMAİL NACAR- Esat Beyin tahribatı devede tüy bile değil, esas tahribat orada.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- “İnsan konuşan bir Tanrı’dır” diyor.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hulki Bey, müsaade edin cevap vereyim.

İSMAİL NACAR- Esas tahribat orada.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Bunun üzerine konuşsanıza, o insanla konuşsanıza. Bırakın şimdi bu fertleri, kişileri.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, Bayraktar Bayraklı arkadaşım kendisini tasavvufçu addediyor, tasavvufu bildiğini söylüyor, fakat konuşmalarından öyle anlıyorum ki tasavvuftan hiç haberi yok.

İSMAİL NACAR- Doğru.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Mevlana İrancıdır, İranlıdır ve İranî tasavvufun mümessilidir. Bakın Ahmet Yesevî’den söz ediyor, Ahmet Yesevî de Türkmendir, Türk mutasavvıfıdır, Türk kültürüne uyumlu olan bir tasavvufî harekettir. Dolayısıyla, Mevlana İranlıdır. Türkçe bilmez. Kendisi Türkçe bilmediği gibi oğulları da, oğlu da Türkçe bilmiyor. Müteaddit yerlerde de söylerler.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ne sakıncası var bunun?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Yani, Türk mutasavvıf değil, İranlıdır, İran tasavvufunun Anadolu’daki temsilcisidir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, işi bu tarafa götürürseniz, Hazreti Muhammed de Türk değildi, o da Arapça konuşurdu.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Onun için söylemiyorum Hulki Bey, yani İran tandanslı, İran kültürünün mahsulü olan bir mutasavvıftır, onu söylemek istiyorum. Dolayısıyla…

HULKİ CEVİZOĞLU- O zaman da Hazreti Muhammed’i Araptır diye eleştirebilirsiniz.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Anadolu’ya geldiği zaman da, Anadolu’da ve çevresinde İranî bir çevre vardı. O İranî çevrelere hitap ediyordu. Daha sonra Moğollara hitap etti, Moğollara hizmet etti, hayatı boyunca Moğollara hizmet etti, sadece kendisi de değil oğulları da. Çok önemli bir şey söyleyeyim. Mevlana, oğlu Alaaddin Çelebi’yi Moğollara karşı isyan ettiği için oğlu Alaaddin Çelebi’yi bir müridine öldürttürdü, oğlunun cenaze namazını dahi kılmadı; bakın, bunu biliyorlar mı? Öyle Mevlana havarisi kesiliyorlar; Mevlana oğlunu öldürtmüş, oğlunun cenaze namazını dahi kılmamıştır. Bunu Mevlevî kaynakların hepsi yazar.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki, ben şimdi sorumu sorayım, bu da önemli bir şey; bugün dünya üzerinde Moğolların devamı olan bir ırk, bir devlet var mı? Yoksa bu mitolojik bir tartışmadan ibaret mi şu anda konuştuğumuz?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Moğolistan var, bugünkü Moğolistan Moğolların devamıdır.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Hulki Bey…

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayraklı, buyurun.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Ben kendimi mutasavvıfçı olarak söylemedim, bir defa ben mutasavvıfçıyım demedim, ben tasavvufun bir İslâm düşüncesi olduğunu söyledim, Mevlana’nın bir İslâm düşünürü olduğunu söyledim, bir mutasavvıf olduğunu söylemedim. Bir İslâm düşünürüdür bu kişi, filozoftur. Bu ister İranlı olsun, nereli olursa olsun, bu arkadaşımız Mevlana’nın satırlarından hangi ayetlere işaret ettiği hakkında bir çalışma yapmış mıdır?

İSMAİL NACAR- Tamamını ezbere bilir.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Alâkası yok, sen hangi ayetlere işaret ettiğini biliyor musunuz?
Bu Mikail kardeşimiz, acaba Mevlana’nın satırlarından hangi ayetlere telmihte bulunduğunu hiç düşündü mü acaba? Mevlana’nın Kur’an bilgisine ne kadar sahip olduğunu biliyor mu acaba?

HULKİ CEVİZOĞLU- Tamam, cevabını alalım.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Biz İranlı olduğu için, İranlı olabilir, biz onu savunmuyoruz, biz Batılı bir düşünürü de savunuyoruz, biz John Duvi’yi de savunuyoruz, biz John Lock’u da savunuyoruz, Descartes’ı da savunuyoruz.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Kardeşim, Mevlana Hulûliye mezhebindendir.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Kaldı ki Mevlana bir İslâm düşünürüdür. Yok oğlunu öldürmüş, yok şunu öldürmüş; kardeşim, Allah aşkına siz bırakın bunları, biz Mevlana’nın felsefesini ortaya koyalım, iyi taraflarını, kötü taraflarını, felsefesinin İslâma uygun olanını, olmayanını, insan doğasına aykırı olanını, olmayanını ortaya çıkaralım, bunu tartışalım. Mevlana Moğolcuymuş, değilmiş, bunlar bize bir şey kazandırmaz, bugünkü insanlığın problemlerinden bir şey çözmez. Eğer biz ilim adamıysak, Mevlana’nın düşüncelerini ortaya yere koyalım. Mevlana şurada haklıdır, şurada haksızdır diyelim, şurada hata yaptı, burada İslâmîdir, burada İslâm dışıdır. Yok İranlıymış, neymiş, ne olursa olsun beni ilgilendirmez. Ben onun Müslümanlığını kabul ediyorum, Müslüman düşünürdür, İslâm düşünürüdür ve büyük bir filozoftur ve metafizik felsefesinde doruk noktasındadır; ben bunu söylüyorum.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki, Sayın Bayram katılıyor mu acaba buna?

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Bu kadar.İyi akşamlar diliyorum efendim.

HULKİ CEVİZOĞLU- İyi akşamlar Sayın Bayraklı.
Sayın Bayraklı’nın bu sözlerine katılıyor musunuz Sayın Bayram?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Mevlana büyük bir filozoftur, Mevlana büyük bir şairdir; ben bunlara hiçbir şey demiyorum. Mevlana, son derece hayal gücü yüksek olan bir şairdir. Ben Mevlana’yı 18 yaşından beri orijinal eserlerinden okuyorum, öyle yamalı bohça gibi de değil, tertipli olarak, düzenli olarak okumuşumdur. Dolayısıyla, Mevlana’nın felsefesine gelince, Mevlana’nın felsefesi, az önce dedim, Hulûliye felsefesine mensuptur; birinci husus bu. Tasavvuf yolunda ise, tasavvufî meslek ve meşrebinde ise, “Seyri Sülûkî Enfüsi” yolunu tutan bir mutasavvıftır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Nedir Türkçesi bunun?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Seyri Sülûkî Enfüsi’nin anlamı şudur: İnsanların, müritlerin kendi benliklerini düşünerek ruhlarındaki derinlikleri teşhis etmeye çalışmak suretiyle onlara o yönde zikirler, vird’ler yaptırmak suretiyle onlara belli bir kıvam vermeye çalışan bir tasavvufî mekteptir, tasavvufî eğitim metodudur.

HULKİ CEVİZOĞLU- Aynı zamanda bir tarikattır diyebilir misiniz?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Tarikat değil, hayır, Mevlana bir tarikat kurmadı. Mevlana bir feylesof olarak Mevlevî tarikatının fikir birikimini yapmış bir adamdır. Sadece kendisi de değil, babası da öyledir, Şems-i Tebrizî de öyledir…

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki, şu anda tarikat mıdır? Şu anda nedir Mevlevîlik?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Mevlevîlik şu anda bir tarikattır, ayini, tertibi, düzeni olan bir tarikattır. Sonra Hulki Bey, bir hususu ihmal etmememiz lâzım. Daha sonraki asırlarda, Osmanlılar çağında Mevlevî tarikatı bir Türk tarikatı hâline dönüştü. Çünkü, Mevlevî tarikatına giren Türk mütefekkirler, Türk fikir adamları Mevlevî tarikatının yolunu, yöntemini değiştirdiler, hatta Nakşibendiliğe yaklaştırdılar; bu ayrı bir şey. Fakat ben Mevlana’nın fikriyatı üzerinde duruyorum, Mevlana’nın düşüncesi üzerinde duruyorum, ben Mevlana’nın Anadolu’ya ne verdiğini, neler sunduğunu belirlemeye çalışıyorum.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ama şu anda Mevlanacılık, Mevlevîlik zararlı bir felsefe mi?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet, zararlı bir felsefedir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bugün?..

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Çünkü, az önce bakın Gazali’yi tenkit ettiler, haklı olarak tenkit ettiler, Mevlana işte o yolun adamıdır. Sezgici bir filozoftur, akla muhaliftir. Mevlana, “Aklı Kur’an kundrahim Mustafa” dediği zaman, “aklı Mustafa’nın yoluna hayran et” dediği zaman akliyeciliği yermektedir. Mesnevî’indeki kel papağan hikâyesinde akliyecileri yermektedir. Bunları okuyanlar anlamıyorlar. Bakın, Bayraklı işte bunu okumalıdır, bunları okumalıdır. Mevlana Mesnevî’sinde, ismini de vererek Fahreddin-i Razi’ye hakaret etmektedir, Fahrettin-i Razi’yi tahkir etmektedir. Neden dolayı? Akliyeci olmasından dolayıdır. Dolayısıyla, Anadolu’nun fikren geri kalmasında, Anadolu’nun ilmen geri kalmasında, Ahiliğin dağılmasında… Mevlana’nın adamları Ahi Evran’ı öldürdüler, oğluyla beraber, oğlu Alaaddin Çelebi’yle birlikte Ahi Evran Nasreddin Mahmut’u Mevlana öldürttürdü. Bakın, bunları bilmiyorlar. Dolayısıyla, “Mevlana Anadolu’ya ne vermiş” dediğimiz zaman bunları göz önünde bulundurmamız lâzım. Felsefe olarak Anadolu’ya ne getirmiştir, bunları bilmemiz lâzım. Ayakları yere basmadan konuşan arkadaşlar, bu meselede önce ayaklarını yere basmalıdırlar. Mevlana’yı Mevlana’nın eserlerinden öğrenmelidirler.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki Sayın Bayram, çok teşekkür ediyorum size. Bunu bir başka zaman, bugün Mevlana’yı savunanlar, Mevlana dernekleriyle ya da vakıflarıyla, bugünkü savunucularıyla birlikte sizi de bir araya getiririz, onu tartışırız, bu boyutunu.
Çok teşekkürler.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Söylemek istediğim çok şeyleri söyleyemedim.

HULKİ CEVİZOĞLU- İnşallah onu başka bir gece yaparız, ama çok ilginç ve yankı uyandıracak sözler söylediniz. Tabiî birçok insan da sizin bu sözlerinizi ilk defa duyuyor zannediyorum, her ne kadar bilimsel plâtformlarda tartıştığınızı söyleseniz de.
İyi geceler, teşekkürler size.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Teşekkür ederim.

http://eski.iktibas.info/dergi/mayis/guncel.htm

http://www.tevhidnesli.de/MEVLANA-CELALEDDIN-RUM&%23304%3B-MOGOL-AJANIMI–f-.htm

 

posted in MITOLOJİ | 1 Comment

10th Ekim 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Cahil, Kibirli, Saldırgan

Cahil sözünü Arapçadan almışız.

Birkaç anlamı içinde (toy, deneyimsiz vb.), dilimizde sıklıkla bilgisiz kişi anlamında kullanıyoruz.

Bilgi, kuşkusuz, tartışmaya açık bir kavramdır. Hiç kimse her şeyi bilemez…

Her alanda bilgi birikiminin ve yanı sıra da yine her alanda uzmanlaşmanın günümüzde ulaştığı boyutlarda, bu gerçekten olanaksızdır.

Böyle olmakla birlikte, yine de, bilgili ve bilgisiz kişiyi birbirinden ayıran temel ölçütler yok mudur?

Ben iki temel ölçüt olduğunu düşünüyorum: Hümanizm ve bilimsel bilgi.

İkisinin toplamına da aydınlanma düşüncesi, insan odaklı dünya anlayışı diyebiliriz…

Aydınlanma kavramının bilgisine (duygusuna, sezgisine) sahip olan kişi, okuryazar bile olmasa, bence cahil sayılamaz…

Buna karşılık, bu kavramın uzağında bulunan kişi, herhangi bir uzmanlık alanında allame bile olsa, insan aklının ulaştığı düzeyin gerisinde, yani cahil demektir…

***

Araştırırken iki ilginç deyimle karşılaştım: “Cahil-i basit” ve “cahil-i mürekkep”…

Yani basit cahil ve karmaşık cahil…

İlki, ilk bakışta, en sıradan, en kara cahil sanılabilir…

Tam tersine, cahil olduğunu bilen, cahilliğinin farkında olan kişi anlamına geliyor…

Cahilliğinin farkında olan kişinin kendini düzeltme şansı vardır çünkü.

Cahil-i mürekkep” deyimi ise, cahil ama cehaletinin farkında olmayan kişi için kullanılıyor…

Dilimize “katmerli cahil” diye çevirebiliriz…

Ve öyle sanıyorum ki kibir kavramı da tam burada karşımıza çıkacak…

***

Kibir (kibr) sözünün sözlükte karşılığı şöyle: Kendisini büyük gösteriş. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı halde üstün görme ve gösterme hastalığı…

Bilgi sahibi kişi kibirli olmaz.

Çünkü bilginin sınırsızlığının farkındadır.

Cahilliğinin bilincinde olan kişinin de kibirli olması pek olası değil.

Buna karşılık, cahilliklerinin farkında olmayan kimselerin (katmerli cahillerin) bu özelliklerine bir de kibirlilik eklendiğine sıklıkla tanık oluruz…

Hem de her toplumsal ortamda ve aşamada…

Kişi ne kadar cahilse ve cahilliğinin farkında olmaktan ne kadar uzaksa, o denli burnu büyük, kibrinden o denli yanına yaklaşılmaz olmaktadır…

Bu iki kişilik eksikliği ya da bozukluğunun (cahilliğinin bilincinde olmamak ve kibir) aynı kişide bulunması, neredeyse yasa gibi bir şeydir…

***

Gelelim saldırganlığa…

Bu güzelim Türkçe sözcüğün içerdiği anlam, bilindiği gibi, sadece insana özgü bir özelliğin adı da değil…

Fakat ne yazık ki insanların dünyasında da yine sıklıkla görülmekte.

Bu bakımdan, bir insanda insanlaşma gelişiminin tamamlanmamış olmasıyla da açıklanabilir…

Hem cahil hem kibirli olan kişinin, yatkınlık taşıyacağı düşünülse bile, aynı zamanda saldırgan olması ille de gerekmiyor…

Fakat şu ya da bu nedenle bu üç özellik, cehalet, kibir ve saldırganlık tek bir kişilikte bir araya gelmişse, ürkütücü, irkiltici, korkutucu bir tablo karşısındayız demektir…

Çünkü şantaj, tehdit, yalan, iftira, bugün söylediğini yarın yadsıma, sıkışınca tavır değiştirme gibi başkaca kötülükler de bu türden bir kişilik bozukluğunun ayrılmaz bileşenleridir…

***

Günlük yaşamda böyleleriyle karşılaştığımızda, uzak durmaya, bulaşmamaya dikkat ederiz…

Buna karşılık bir ülkenin yönetimi bu gibi kimselerce şu ya da bu biçimde ele geçirilmişse, o ülke bir uçurumun eşiğine gelmiş ya da belki o uçuruma yuvarlanmaya başlamıştır bile…

Fakat bu gibi şeyler genellikle demokrasi dışı toplumlarda söz konusudur…

Bizde ise çok şükür demokrasi olduğundan, böyle bir tehlikenin uzağındayız demektir…

(Ataol Behramoğlu. Cumartesi Yazıları. Cumhuriyet. 20.09.2008)

posted in AHLAK | 1 Comment

28th Eylül 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

HZ. AİŞE VALİDEMİZİN EVLİLİK YAŞI

1. Risâletin ilk günlerinde Müslüman olanların isimleri sıralanırken, ablası Esmâ Vâlidemiz’le birlikte Âişe Vâlidemiz’in adı da zikredilmektedir. Dikkat çekici olan bu zikrin, Hz. Osmân, Zübeyr ibn Avvâm, Abdurrahmân ibn Avf, Sa’d ibn Ebî Vakkâs, Talha ibn Ubeydullah, Ebû Ubeyde ibn Cerrâh ve Erkam ibn Ebi’l-Erkam gibi ‘Sâbikûn-u Evvelûn’ tabir edilen en öndekilerin hemen arkasından; Abdullah ibn Mes’ûd, Ca’fer ibn Ebî Tâlib, Abdullah ibn Cahş, Ebû Huzeyfe, Suhayb ibn Sinân, Ammâr ibn Yâsir ve Habbâb ibn Erett gibi isimlerden de önce gerçekleşiyor olmasıdır.7 Demek ki Âişe Vâlidemiz, o gün küçük de olsa ‘irade’ beyanında bulunabilecek bir çağda ve ilk Müslümanlar arasında yer alabilecek bir durumdadır. Söz konusu bilgilerde ondan bahsedilirken, ‘O gün o küçüktü.’ şeklinde bir kaydın konulmuş olması, bu manayı ayrıca teyit etmektedir.8

2. Ablası Esmâ Vâlidemiz’in konumu da bu kanaati güçlendirmektedir; zira onun, on beş yaşında iken Müslüman olduğu bilinmektedir.9 Bilinen bir gerçek de onun, 595 yılında dünyaya gelmiş olduğudur.10 Bütün bunlar, risâletin ilk yılı olan 610 tarihini göstermektedir. Demek ki Âişe Vâlidemiz, yaşı küçük olmasına rağmen 610 yılında Müslüman olmuştur. Bunun için o gün onun, en azından beş, altı veya yedi yaşlarında olması gerekir ki, on üç yıllık Mekke hayatıyla en az yedi aylık11 Medine günleri de bu tarihe ilave edildiğinde onun, Allah Resûlü ile evlendiği gün –risâletten beş yıl önce dünyaya gelmiş olma ihtimalini esas alacak olursak- en azından on sekiz yaşında olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.

3. Mekke günleriyle ilgili olarak Âişe Vâlidemiz, “Ben Mekke’de oyun oynayan bir kız iken Hazreti Muhammed’e, ‘Doğrusu, onların asıl buluşma zamanları, kıyamet saatidir; Kıyamet saatinin dehşeti ise, tarif edilemeyecek kadar müthiş ve ne acıdır!’ (Kamer sûresi, 46) ayeti nâzil oldu.”12 bilgisini vermektedir ki bu bilgi, onun yaşıyla ilgili olarak bize farklı kapılar aralamaktadır. Şöyle ki:

4. Söz konusu ayet, Kamer sûresinin 46. ayetidir ve bütün halinde nâzil olan bu sûrenin, İbn Erkam’ın evinde iken ve bi’setin dördüncü (614),13 sekizinci (618) veya dokuzuncu (619)14 yılında indiğine dair farklı rivayetler vardır. Özellikle ayın ikiye yarılma hadisesini ve o gün buna olan ihtiyacı nazara alan bazı âlimler, söz konusu tarihin 614 olması gerektiği üzerinde durmuşlardır ki bu tarih esas alındığında Hz. Âişe Vâlidemiz, ya henüz dünyaya gelmemiş veya yeni doğmuş demektir. 618 veya 619 tarihi esas alındığında da durum pek değişmemektedir. Zira bu durumda o, henüz dört veya beş yaşında demektir ki her iki yaş da, söz konusu hadiseyi kavrayıp yıllar sonra da aktarabilecek bir olgunluğu ifade etmemektedir. Bu durumda ise o, en yakın ihtimalle risâletin başladığı günlerde dünyaya gelmiş olmalıdır.

Burada dikkat çeken başka bir husus da, o günü anlatırken bizzat Âişe Vâlidemiz’in, “Oyun oynayan bir kız çocuğu idim.” şeklindeki beyanıdır. Kendisini ifade ederken kullandığı ‘kız çocuğu’ kelimesinin karşılığı olan ‘câriye’ lafzı, ergenlik çağına geçişi ifade etmekte ve o dönemler için kullanılmaktadır. Arap şairlerinden İbn Yerâ, bu yaşlardaki birisini kastederek maksadını şu şekilde ifade etmektedir: “Sekiz yaşına geldiğinde artık o, benim için bir câriye değil; Utbe veya Muâviye’ye nikahlayabileceğim gelin adayımdır.” Bazı bilginler bu kelimenin, on bir yaşın üzerindeki kız çocukları için kullanıldığını ifade etmektedir.

Kamer sûresinin indiği tarih olarak 614 yılını esas alacak olursak, Âişe Vâlidemiz’in risâletten en az sekiz yıl önce doğmuş olduğu ortaya çıkar ki bu tarih 606 yılına tekabül etmektedir. Bu ise, evlendiği gün onun on yedi yaşında olduğunu ifade eder. Sûrenin indiği tarih olarak 618 yılını kabul ettiğimizde ise onun, 610 yılında dünyaya gelmiş olma ihtimalini ortaya koyar ki bir yönüyle bu, evlendiği gün Âişe Vâlidemiz’in on dört yaşında olduğu sonucunu doğururken diğer taraftan onun, risâletten dört yıl sonra dünyaya gelmiş olamayacağını ispat eder.

Bu bilgilerle birinci maddede ifade edilenleri yan yana getirdiğimizde, Âişe Vâlidemiz’in 606 yılında dünyaya geldiği ve on yedi veya on yedi buçuk yaşında iken de evlendiği sonucuna ulaşmamız mümkün olmaktadır.

5. Âişe Vâlidemiz’in Mekke yıllarıyla ilgili olarak anlattığı bazı hatıralar da bunu destekler mahiyettedir. Mesela:

a) Risâletten kırk yıl önce gerçekleşen ve tarih belirlemede bir kıstas olarak kabul gören Fil hadisesinden geriye kalan iki kişiyi Mekke’de dilenirken gördüğünü söylemesi;

b) Mekke’nin en sıkıntılı günlerinde Allah Resûlü’nün sabah-akşam kendi evlerine geldiğini ve bu sıkıntılara dayanamayan babası Hz. Ebû Bekir’in de Habeşistan’a hicret teşebbüsünde bulunduğunu detaylarıyla birlikte anlatması;

c) İlk defa namazın ikişer rekat farz kılındığını, mukim olanlar için daha sonraları onun dört rekata çıkarıldığını, ancak sefer durumlarında yine iki rekat olarak bırakıldığını ifade etmesi;

d) “Biz İsâf ve Nâile’yi, Kâbe’de cürüm işlemiş ve bu sebeple Allah’ın kendilerini taş haline getirdiği Cürhümlü bir adamla kadın olarak duyup dururduk.”20 gibi ifadelerle ilk günlerle ilgili nakillerde bulunması gibi daha pek çok hâtırat, daha ilk günlerden itibaren onun, gelişmeleri takip edebilecek bir çağda olduğunu ifade etmektedir.

6. Efendimiz’le izdivacı söz konusu olduğu günlerde Âişe Vâlidemiz’in, Mut’im ibn Adiyy’in oğlu Cübeyr ile sözlü oluşu da bu kanaati güçlendirmektedir. Burada ayrıca dikkat çeken husus, söz konusu teklifin, Havle binti Hakîm gibi aile dışından birisi tarafından gündeme getirilmiş olmasıdır. Açıkça bu onun, o gün evlilik çağına gelmiş ve evlendirilebilecek genç bir kız olduğunu ifade etmektedir.

Söz konusu ‘sözlülük hali’nin, İbn Adiyy ailesi tarafından ve oğullarının anlayışı değişir gerekçesiyle feshedildiği de bilinen bir gerçektir.21 Burada akla, İbn Adiyy ailesinin, oğullarının anlayışını değiştireceklerinden endişe ettikleri Ebû Bekir ailesiyle böyle bir akdi niye ve ne zaman yaptıkları sorusu gelmektedir. Bunun en makul cevabı söz konusu akdin, ya risâletten önce veya İslâm’ın açıktan tebliğinin başlamadığı dönemde gerçekleşmiş olduğu şeklindedir ki her iki durumda da onun, bi’setin dördüncü yılında dünyaya gelmiş olma ihtimali söz konusu olamaz; hatta bu, sanıldığından da erken yıllarda dünyaya gelmiş olabileceğini düşündürmektedir.

Bu kararın, açıktan tebliğin başlandığı dönemde alınmış olma ihtimali nazara alınacak olursa bu tarihin, İbn Erkam’ın evinden çıkış günleri olan 613-614 yıllarını ifade ettiği görülecektir ki bu, sözlendiği dönem itibariyle onun henüz dünyaya gelmediğini kabullenmek demektir. Bu durumda, söz konusu akitten bahsetmenin de imkânı yoktur. Öyleyse bu sözün bozulduğu tarihlerde onun, en azından yedi veya sekiz yaşında olduğunu kabullenmemiz gerekir ki bu da onun, takriben 605 tarihinde dünyaya gelmiş olduğunu göstermektedir.23

7. Mevzuya ışık tutması bakımından Âişe Vâlidemiz’le diğer kardeşlerinin arasındaki yaş farkı da dikkat çekicidir. Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir (radıyallahü anh)’ın altı çocuğu vardır; bunlardan Hz. Esmâ ve Hz. Abdullah, Kuteyle binti Ümeys’ten; Hz. Âişe Vâlidemiz’le Hz. Abdurrahman, Ümmü Rûmân (r.anha)’dan; Muhammed, Esmâ binti Ümeys’ten ve Ümmü Gülsüm de Habîbe binti Hârice’den dünyaya gelmiştir. Bu durumda Esmâ Vâlidemiz’le Hz. Abdullah; Abdurrahmân ile de Âişe Vâlidemiz anabir kardeşlerdir ve bu her iki anabir kardeşlerin arasındaki yaş farkları konumuza ışık tutacak mahiyettedir; şöyle ki:

a) Hz. Ebû Bekir’in ilk kızı olan Esmâ Vâlidemiz, hicretten yirmi yedi yıl önce 595 tarihinde dünyaya gelmiştir.24 Allah Resûlü’nün hicreti esnasında Zübeyr ibn Avvâm ile evli ve o gün altı aylık hamiledir. Bir diğer ifadeyle o gün yirmi yedi yaşındadır.25 Üç ay sonra Medine’ye hicret ederken Kuba’da oğlu Abdullah’ı dünyaya getirecektir. Yetmiş üç yılında ve yüz yaşındayken, hatta dişleri bile dökülmemiş halde vefat etmiştir.

Âişe Annemiz ile ablası Esmâ Vâlidemiz’in arasındaki yaş farkı ondur.26 Buna göre (595+ 10=605) Âişe Vâlidemiz’in doğumunun 605; hicretteki yaşının da (27-10=17) olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Evlilik hicretten yedi ay sonra27 gerçekleştiğine göre demek ki, bu sıralarda Âişe Vâlidemiz’in yaşı, on yedi’yi aşmış, on sekiz yaşına yaklaşmış demektir. Bedir’in hemen akabindeki Şevvâl ayında evlendiği bilgisini esas aldığımızda ise onun, evlendiği gün on sekiz yaşını aşıp on dokuza adım attığını kabullenmemiz gerekmektedir.

b) Burada dikkat çeken bir diğer husus da, Âişe Vâlidemiz’in anabir kardeşi olan Hz. Abdurrahman ile arasındaki yaş farkıdır. Bilindiği gibi Hz. Abdurrahman, Hz. Ebû Bekir’in büyük oğludur ve ancak Hudeybiye’den sonra Müslüman olacaktır. Bedir’de, babasıyla karşılaşmamaya özen gösteren de odur ve o gün Abdurrahman, yirmi yaşındadır.28 Buna göre o, 604 yılında doğmuş olmalıdır. Kardeşler arası yaş farkının genelde bir veya iki olduğu bir toplumda, ağabeyi 604 yılında dünyaya gelen bir kardeşin 614 yılında doğması ve tabii olarak iki kardeşin arasında on yaş gibi bir farkın meydana gelmiş olma ihtimali çok zayıftır ve bunu destekleyen herhangi bir delil de bulunmamaktadır.

8. Âişe Vâlidemiz’in vefat tarihi konusunda gelen rivayetler de bu kanaati güçlendirmektedir. Zira onun vefat ettiği yıl ve o günkü yaşıyla ilgili olarak hicrî 55, 56, 57, 58 veya 59;29 yaşıyla alakalı olarak da altmış beş, altmış altı, altmış yedi veya yetmiş dört30 gibi farklı tarih ve rakamdan bahsedilmektedir. Bu ise, doğum tarihinde olduğu gibi onun vefat tarihiyle ilgili de kesin bir kabulün olmadığını göstermektedir.

Özellikle 58. yılında ve 74 yaşında iken vefat ettiğini ifade eden rivayette, onun vefat ettiği günün çarşamba olduğu, vefat tarihinin, Ramazan ayının on yedinci gecesine denk geldiği, vasiyeti üzerine Vitir namazından sonra Cennetü’l-Bakî’ye geceleyin defnedildiği, yine vasiyeti gereği namazını, Hz. Ebû Hüreyre’nin kıldırdığı, mezarına da, ablası Hz. Esmâ’nın iki oğlu Abdullah ile Urve, kardeşi Muhammed’in iki oğlu Kâsım ve Abdullah ile diğer kardeşi Abdurrahman’ın oğlu Abdullah gibi isimlerin indirdiği gibi detayların bulunması,31 diğerlerine nispetle bu bilginin daha güçlü olduğu izlenimi vermektedir. Öyleyse bu tarihi esas alarak bir hesaplama yapacak olursak onun, Efendimiz’in irtihalinden sonra kırk sekiz yıl daha yaşadığını (48+10=58+13=71+3=74) görmekteyiz ki bu hesaba göre o, risâletten üç yıl önce dünyaya gelmiş demektir.

Bu durumda evlendiği gün onun, (74–48=26–9=17+7 ay) on yedi yılını yedi ay geçtiği anlaşılmaktadır.

Yukarıdaki bilgilere ilave olarak, erkek çocukların bile yoldan geri çevrildiği Uhud günü onun da cephede oluşu,32 ilmî meselelerdeki derinliği, İfk Hadisesi karşısında ortaya koymuş olduğu olgun tavır ve beyanları, Fâtıma Vâlidemiz’le arasındaki yaş farkı, hicret ve sonrasında yaşanan gelişmelere detaylarıyla birlikte vukûfiyeti, Medine’ye intikal ettikten sonra evlilik işinin, bizzat babası Hz. Ebû Bekir’in gündeme getirmesiyle ve mehir takdirinden sonra gerçekleşmiş olması,33 model bir şahsiyet olarak Efendimiz’in toplum önündeki rehberlik konumu, peygamberlik hassasiyeti ve baba şefkati, gelen ayetlerde evlilik yaşıyla ilgili olarak rüşd şartının getirilmiş olması,34 onun yaşı ve evliliğiyle ilgili rivayetlerin farklılık arz etmesi yönüyle kesinlik ifade etmiyor oluşu,35 o günkü yaşını ifade ederken bizzat Âişe Vâlidemiz’in, şüphe ifade eden “altı veya yedi” tabirini kullanması, o günün toplumlarında doğum ve ölüm tarihlerinin bugünkü kadar net tespit edilmiyor oluşu gibi bilgiler üzerinde de durulabilir.

Ancak netice değişmemekte ve bunların hepsi, onun risâletten önce dünyaya geldiği, on dört veya on beş yaşlarındayken nişanlandığı ve on yedi veya on sekiz yaşlarındayken de Allah Resûlü (s.a.s.) ile evlendiği şeklindeki kanaati kuvvetlendirmektedir.

Bu durumda bize, nişanlandığında 6 veya 7, evlendiğinde ise 9 yaşlarında olduğu şeklindeki rivayetleri, ‘O görünümde birisi idim.’ manasına hamledip te’lif etmek düşecektir.36 Hz. Âişe Annemiz’in, fizikî durumu itibariyle zayıf bir bünyeye sahip olduğu bilgisi de bu yorumu güçlendirmektedir. Zira o, fizikî şartlardan çabuk etkilenen ve yaşıtlarına göre kendini daha küçük gösteren bir beden taşıyordu; Medine’ye hicret sırasında hastalanması,37 annesi tarafından özel ilgi gösterilerek iyileştirilmeye çalışılması,38 Benî Mustalık Gazvesi dönüşünde, içinde sanılarak hevdecinin deve üzerine yerleştirilmesi ve bu sırada onun hevdeç içinde olup olmadığının bile anlaşılamamış olması39 gibi hadiseler de bu durumu desteklemektedir.

Özetle Âişe Vâlidemiz, dokuz yaşında iken evlenmiş olsa bile o günkü toplum telakkilerine göre bu çok tabii ve doğal olmakla birlikte hadiseye daha genel bakıldığında onun, 17 veya 18 yaşlarında iken ‘Mü’minlerin Annesi’ hüviyetini kazandığı anlaşılmaktadır.

Burada akla, “Madem öyle; bugüne kadar bu mesele niye bu şekilde gündeme gelmedi?” şeklinde bir soru gelmektedir. Başta da ifade edildiği gibi yakın zamana kadar bu hususta olumsuz hiçbir beyan serdedilmemiş; ne Ebû Cehil gibi her fırsatı aleyhte değerlendiren muannit bir firavundan ne de Abdullah ibn Übeyy ibn Selûl gibi olmadık yerden fitne ve iftira üreten nifakın adresi olmuş birisinden bu evliliğe herhangi bir itiraz söz konusu olmamış, olamamıştır. Çünkü ortada itiraz edilecek herhangi bir durum yoktur. O günkü telakkilere göre her iki durum için de tabii bir kabullenme söz konusudur ve muhtemelen bu durum, konuya farklı yaklaşıp yeni bir bakış açısı getirme ihtiyacını da netice vermemiş, dolayısıyla söz konusu haberlerin doğruluğu veya alternatif bilgilerin varlığı hususunda İslâm âlimlerinin farklı bir mütalaada bulunmaları da mümkün olmamıştır.

Dipnotlar
1.Bkz.: Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20, 44; Müslim, Nikâh 71; Fedâilü’s-Sahâbe 74; Ebû Dâvûd, Edeb 55; İbn Mâce, Nikâh 13; Nesâî, Nikâh 78; Dârimî, Nikâh 56.
2.Bkz.: Azimli, Mehmet, Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı, İslâmî Araştırmalar, Cilt 16, Sayı 1, 2003, s. 28 vd.
3.Bkz.: Doğrul, Ömer Rıza, Asr-ı Saâdet, Eskişehir Kütüphanesi (Eser Kitabevi), İstanbul, 1974, 2/141 vd; Nedvî, Seyyid Süleyman, Hazreti Âişe, Mütercim Ahmet Karataş, Timaş Yayınları, İstanbul, 2004, s. 21 vd. Savaş, Rıza, Hz. Âişe’nin Evlenme Yaşı İle İlgili Farklı Bir Yaklaşım, D. E. Ü. İlâhiyât Fak. Dergisi. 4, İzmir, 1995, s. 139-144; Yüce, Abdülhakim, Efendimiz’in Bir Günü, Işık Yayınları, İstanbul, 2007, s. 82, 83.
4.Efendimiz’in dedesi Abdulmuttalib’in çok erken yaşlarda Hâle binti Üheyb ile evlendiği, Efendimiz’in annesi Âmine ile babası Abdullah’ı da bu yaşlardayken evlendirdiği, hatta her iki evliliğin aynı mecliste gerçekleştiği, bu sebeple Efendimiz ile amcası Hz. Hamza arasında yaş farkının neredeyse aynı olduğu bilinmektedir.
5.Efendimiz’e bir de sıhriyet yönüyle yakın olabilme düşüncesiyle Hz. Ömer, aradaki yaş farkına rağmen Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’le evlenmiş ve o günkü toplum tarafından bu evlilik asla yadırganmamıştır.
6.Bkz.: İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 3/240.
7.Bkz.: İbn Hişâm, Sîre, 1/271; İbn İshâk, Sîre, Konya, 1981, 124.
8.Bkz.: İbn Hişâm, Sîre, 1/271; İbn İshâk, Sîre, 124.
9.Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597; Hakim, Müstedrek 3/635.
10.Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597; Hakim, Müstedrek 3/635.
11.Âişe Vâlidemiz’in, hicretten yedi ay sonraki Şevvâl değil de Bedir sonrasına denk gelen ikinci yılın Şevvâl ayında evlendiği de ifade edilmektedir. Bu durumda onun evlilik yaşı, bir yıl daha gecikmiş demektir. Bkz.: Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/616.
12.Bkz.: Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6, Tefsîru Sûre, (54) 6; Aynî, Bedruddîn Ebû Muhammed Mahmûd ibn Ahmed, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 20/21; Askalânî, Fethu’l-Bârî, 11/291.
13.Suyûtî, İtkân, Beyrut, 1987, 1/29, 50; Doğrul, Asr-ı Saadet, 2/148.
14.Sekizinci veya dokuzuncu yıl ihtilafı, ay farkından kaynaklanmaktadır. Zira konunun anlatıldığı bazı rivayetlerde sekizinci yılın sekizinci ayı gibi bir ayrıntı dikkat çekmektedir.
15.Günümüzde bu bilgileri değerlendirip ihtimal hesabı yapan bazı insanlar, Hz. Âişe Vâlidemiz’in evlendiği günkü yaşının en az on dört olduğu, bunun yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört veya yirmi sekiz olma ihtimalinin de bulunduğu sonucuna gitmektedirler ki, herhangi bir mesnede dayanmadığı için biz bu türlü yorumlara iltifat etmedik.
16.İbn Manzur, Lisanü’l-Arab 13/138.
17 Bu bilgiyi onun dışında sadece ablası Esmâ Vâlidemiz intikal ettirmektedir. Bkz.: İbn Hişâm, Sîre, 1/176; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 3/285; İbn Kesîr, Tefsîr, 4/553; Bidâye, 2/214; Kurtubî, Tefsîr, 20/195.
18.Bkz.: Buhârî, Salât 70, Kefâle 5, Menâkıbü’l-ensar 45, Edeb 64; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 6/198. Bu durumda, Âişe Vâlidemiz’in söz konusu hadiseyi ifade ederken, “Kendimi bildim bileli ben, ebeveynimi hep dindar olarak gördüm.” mealindeki sözü, “Doğduğum zaman bu evde İslâm vardı.” manasından daha ziyade “Etrafımı tanımaya başladığımda hep İslâm’la muhatap oldum.” manasına hamledilmelidir.
19.Bkz.: Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 2/285, 286; Mu’cemü’l-Evsât, 12/145; İbn Hişâm, Sîre, 1/243. Bu bilgiyi ondan başka bize, sadece İbn Abbâs, Selmân-ı Fârisî ve Sâib ibn Yezîd intikal ettirmektedir. Selmân-ı Fârisî Efendimiz’le Medine’de buluşmuş, Sâib ibn Yezîd de hicretten üç yıl sonra Medine’de dünyaya gelmiştir. İbn Abbâs ise, bi’setin onuncu yılında, hicretten üç yıl önce ve Şi’b-i Ebî Tâlib sürgününde dünyaya gelmiştir. Demek ki her üç sahabenin de ne Mekke’nin ilk yıllarında kılınan ikişer rekat namaza şahit olmalarına ne de miraç gecesiyle gelen beş vakit namaz emrini görüp intikal ettirmelerine imkan yoktur. Öyleyse bu husus, bizzat Efendimiz’den duyarak bize anlattığı bir mesele değilse Hz. Âişe Vâlidemiz’in müşahede ederek yaşadığı bir gerçektir. Bu ise onun, daha ilk günlere muttali olduğunu ve yaşının da o gün bütün bunları kavrayacak noktada bulunduğunu ifade etmektedir.
20.İbn Hişâm, Sîre, 1/83.
21.Buhârî, Nikâh 11; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 6/210; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/225; Beyhakî, Sünen, 7/129; Taberî, Târih, 3/161-163.
22.Onun için bazıları bu tarihte onun, on üç veya on dört yaşlarında bir genç kız olduğunu söylemektedir. Bkz.: Savaş, Rıza, D. E. Ü. İlahiyat Fak. Dergisi. 4, İzmir, 1995, s. 139-144.
23.Bkz.: Berki, Ali Hikmet, Osman Eskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 210. Burada zayıf da olsa başka bir ihtimalden söz edilebilir; o da onun, doğumunu takip eden yıllarda, ‘beşik kertmesi’ benzeri ve ebeveynler arası bir sözleşme ile karşı karşıya olma durumudur. Ancak ilgili metinlerin hiçbirinde bunu teyit eden herhangi bir ayrıntı yoktur.
24.Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597.
25.Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597.
26.Beyhakî, Sünen, 6/204; İbn Mende, Ma’rifetü’s-Sahâbe, Köprülü Kütüphanesi, No: 242, Varak: 195 b; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, Terâcimü’n-Nisâ, Dımeşk, 1982, s. 9, 10, 28; Mes’ûdî, Mürûcu’z-Zeheb, 2, 39; İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrût, 1968, 8/58.
27.Bu evliliğin, hicretten altı ay veya sekiz ay sonra yahut yaklaşık bir buçuk yıl sonra ve Bedir’in akabinde gerçekleştiğini ifade eden rivayetler de vardır. Bkz.: İbn Sa’d, Tabakât, 8/58; İbn Abdilberr, İstîâb, 4/1881; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe Ümmi’l-Mü’minîn, Tahkîk: Muhammed Rahmetullah Hâfız en-Nedvî, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 2003, 40, 49.
28.İbn Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 3/467.
29.İbn Abdilberr, İstîâb, 2/108; Tehzîbü’l-Kemâl, 16/560.
30.Bkz.: İbn Sa’d, Tabakât, 8/75; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe, 202.
31.İbn Abdilberr, İstîâb, 2/108; Doğrul, Asr-ı Saadet, 2/142
32.Bkz.: Buhârî, Cihâd, 65.
33.Bkz.: Taberânî, Kebîr, 23/25; İbn Abdilberr, İstîâb, 4/1937; İbn Sa’d, Tabakât, 8/63.
34.Bkz.: Nisâ sûresi, 6.
35.”Hicretten bir buçuk, iki veya üç yıl önce”, “altı veya yedi yaşındayken”, “Hz. Hatîce’nin vefat ettiği yıl veya vefatından üç yıl sonra”, “hicretten yedi, sekiz ay sonra, hicretin ilk senesi” veya “Bedir’in akabinde” gibi farklı rivayetler için Bkz.: Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 20, 44; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 74; Aynî, Umde, 1/45; İbn Abdilberr, İstîâb, 4/1881; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe, 40, 49.
36.Hatta konuyla ilgili değerlendirmelere tepkiyle yaklaşan bazıları, “altı veya yedi yaşlarında idim” ifadesini ravinin bir hatası olarak görüp bu cümlenin, “risâlet geldiğinde altı veya yedi yaşlarında idim” şeklinde olması gerektiğini söylemektedirler.
37.Bkz.: Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 43, 44; Müslim, Nikâh 69; İbn Mâce, Nikâh 13.
38.Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 44; Müslim, Nikâh 69; Ebû Dâvûd, Edeb 55; İbn Mâce, Nikâh 13; Dârimî, Nikâh 56; Taberânî, Kebîr, 23/25; İbn Abdilberr, İstîâb, 4/1938; İbn Sa’d, Tabakât, 8/63; İbn İshâk, Sîre, Konya, 1981, 239
39.Bkz.: Buhârî, Şehâdât 15; Megâzî, 34; Tefsîr, (24) 6; Müslim, Tevbe 56; Tirmizî, Tefsîr, (63) 4; İbn Sa’d, Tabakât, 2/65; İbn Hişâm, Sîre, 3/310.

Dr. Reşit Haylamaz, Yeni Ümit Dergisi

posted in *PEYGAMBER | 0 Comments

21st Ağustos 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MÜSLÜMANIN PEYGAMBER ANLAYIŞI VEYA MÜSLÜMANIN PEYGAMBERE BAKIŞI

[ÖZET: Aşağıdaki yazıda özetle şunlar işlenmiştir. Allah bütün peygamberlere vahyi anlatmak ve buna uygun davranmak sorumluluğunu yüklemiştir. Ancak Allah peygamberlere haram, helal ve farz koyma yetkisini vermemiştir. Bütün kıyamet buradan kopmaktadır. Kendi hezeyanlarını Peygambere mal etmek isteyenler, Arap kültür ve geleneğini din diye lanse etmek isteyenler, hadis-sünnet adı altında kendi kafalarından yeni dini buyruklar ve yasaklar türetmektedirler. Hadis ve sünnetin gerçek anlamının ortaya çıkmasından ciddi biçimde rahatsız olmaktadırlar. Peygamber kendisine vahyedilen Kur’an’dan elbette haramları, helalleri ve farzları anlatacaktır ve anlatmıştır. Bunlara uygun davranacaktır ve davranmıştır. Peygamber, elbette götürdüğü mesajı anlamayan insanlara, konunun ciddiyetini ve durumun vahametini ortaya koyan birtakım örnekler, benzetmeler ve tasvirlerle vahyi destekleyici açıklamalar yapacaktır. Mesajı ilgilendiren konuda ihtilafa(anlaşmazlığa) düşen insanların sorunlarını vahyin ışığında hak ve adaleti gözeterek çözümleyecektir. İhtilafların çözümlenmesine dair örnekler ve yöntemler Kur’an’da verilmiştir. ]

 

16Nahl/64-“Sana kitabı, ancak ihtilafa düştükleri (ayrılığa düştükleri) şeyleri onlara açıkça ortaya koyman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.”

Der ve DER Kİ:

2Bakara/213-“Bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu; (sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki, bununla insanların ihtilaf ettikleri/anlaşmazlığa düştükleri (farklı görüşler edinmeye başladıkları) her konuda karar verebilsin. Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu (vahy)in tevdi edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, insanları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, (ulaşmak) isteyeni doğru yola ulaştırır.”

Ve YİNE DER Kİ:

3Al-i İmran/23-Kendilerine Kitap’tan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabına çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor.

SONUÇ OLARAK ADRES HEP KUR’AN OLMUŞTUR:

Sonuç olarak hadis kitaplarında Kur’an’a ekleme yapılan/uydurulan haram, helal ve farz iddiası geçersizdir. Ancak Kur’an’ı destekleyici hadisler, sözler ve davranışlar Müslümanın hayatında yer alabilir. ŞİMDİ BU AÇIKLAMAYA RAĞMEN, PEYGAMBERİN REDDEDİLDİĞİNİ İDDİA ETMEK, BU hakkı ortaya çıkarmak isteyenleri SUÇLAMAK, ONLARA İFTİRA ATMAK, YA SÖZÜ ANLAMAMAKTAN VEYA DİN İSTİSMARCILIĞINDAN KAYNAKLANABİLİR.

 

SON SÖZ: HADİSLER DİNİN KAYNAĞI DEĞİL, DİNİ ARKA PLANA SAHİP, KÜLTÜREL BİR MİRASTIR. ÇÜNKÜ KESİN BİLGİ DEĞİL, ZAN VE TAHMİNLERE DAYALIDIR.]

 

20Taha/134-Eğer biz onları o Kur’an’dan önce bir azap ile helâk etseydik mutlaka, “Ey Rabbimiz! Keşke bize bir peygamber(RESUL) gönderseydin de alçalıp rezil olmadan önce ayetlerine uysaydık” derlerdi.

28Kasas/47-Kendi yaptıkları sebebiyle başlarına bir musibet gelip de, “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber(RESUL) gönderseydin de ayetlerine uysaydık ve müminlerden olsaydık” diyecek olmasalardı, seni peygamber olarak göndermezdik.

25Furkan/30- Peygamber, “Ey Rabbim! Halkım şu Kur’an’ı rafa kaldırılmış bir duruma getirdi” dedi.

28Kasas/85-Kur’an’ı sana farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir. De ki: “Rabbim hidayetle geleni ve apaçık bir sapıklık içinde olanı daha iyi bilir.”

 

Kutsal günler, geceler, saatler, sayılar, kişiler, yerler, eşyalar gerçekte ilahi mesaj kaynaklı değildir. Zorlama yorumlarla bunlara kapı aralanır. Allah’tan ve O’nun sözünden başka hiç kimse ve hiçbir şey kutsal değildir.

Popüler kültür ve popüler dini anlayışlar, ancak bilimsel kitap araştırmasından yoksun mitoloji düşkünü insanlara anlatılabilir ve ancak onlar, bir süre uyutulabilir. Ancak araştırmaya dayalı, Kur’an’ı ve rasyonel düşünmeyi esas alan kimseye bunları anlatması zordur.

Peygamberi kutsamak adına, sünnete bağlılık adına kandiller yetmedi, bir de 10 yıl önce Kutlu Doğum Haftası çıkardılar. Halkı kitaptan koparacak daha yeni günler icat edeceklerdir.

Unutmayın Allah’a ait din, Allah’ı ve O’nun bildirdiği değerleri öne çıkarır. Bu değerler ahlaktır, erdemdir, haktır, adalettir, sorumluluktur, dürüstlüktür, söze bağlılıktır, emektir, üretimdir, paylaşımdır, yalnızca Allah’a yakarıdır, iyiliktir, yardımlaşmadır, güvenilirliktir. Yalnızca Allah’ın yüceliğini haykırmaktır, O’nu anmaktır, O’na şükranlarını sunmaktır, O’nun verdiği nimetlerin bilincinde olmaktır, elinde olanların kendi emeğin ve O’nun lütfuyla, kaybettiklerinin de kendi hataların sonucu O’nun yoksun bıraktığının bilincinde olmaktır. Yaşadıklarının yaptıklarının sonucunda olduğunun bilincinde olmaktır. Yaratanın, yaşatanın ve hayatına müdahale eden tek egemen gücün O’nun olduğunun bilincinde olmaktır.

Peygamberler de bu değerlere en fazla sahip çıktıkları için değerlidirler. Ancak isterse peygamber olsunlar, evliyaları, pirleri, şeyhleri, kişileri öne çıkaranlar değer merkezli, ahlak merkezli değil kişi merkezli bir yaşamı esas alıp krallar yaratmak ve bu arada kendi güçlerine güç katmak istemektedirler. İstemektedirler ki peygamberleri ilah konumuna getirsinler ve böylece onlar örnek alınamasın ve böylece kendi efendilerine peygamber gibi davranmanın yolu açılsın.

Yoğun hurafe bombardımanın yaşandığı ve efendilerini putlaştırdıkları bir dönemde ve ortamda Peygamberler mücadelelerini Allah’ın sınırlarını zorlayanlara karşı vermişlerdir. Allah’tan rol çalmak isteyenlere karşı vermişlerdir. Önce haramların terki, sonra farzlara güç ölçüsünce uymak gibi.

Ne yazık ki PEYGAMBERİ ÖRNEK ALMAK, Peygamberin farz namaz ve oruç dışında bazen (ama düzenli değil) kıldığı-tuttuğu rivayet edilen (YÜZDE YÜZ DEĞİL, ZANNA DAYALI BİR BİLGİ) nafile namazları-oruçları tutmaya endekslenmiştir… Yaşadığı iklimin, coğrafyanın, bölgenin ve dönemin gereği olarak yediği, içtiği, giydiği şeylere ve benzeri tutumlara bağlanmıştır…

Her türlü sahteliğin, yalanın, ikiyüzlülüğün, din istismarının, şirkin yoğun yaşandığı bir ortamda ne gariptir ki insanlar nafile ibadetlerin faziletlerinden söz etmektedirler. Oysa fıkıh kaynaklarında da ifade edildiği gibi nafile (ekstra) ibadetler gizli yapılır. Dindarlık nafile ibadetlere bağlanmaz. Uluorta her yerde, yapılan nafilelerden söz edilmez, hele bunun yapılması gerektiği gibi yeni farzlar türetilmez. Çünkü farzları belirlemek, Allah’ın yetkisindedir.

Rivayet(hadis) kültüründe de nafilelerin Peygamber tarafından gizlice yapıldığı, düzenli yapılmadığı, kimseden istenmediği aktarılır. Peygamberi sevmenin ve hele ona itaat etmenin nafilelerle kesinlikle hiçbir ilgisi yoktur. Namazlar ve oruçlar peygamberler için tutulmaz, yalnızca Allah için tutulur.

Nafile ibadetlerin propagandasını yapmak, hem İslam’ın önceliklerini değiştirerek onun temellerini oymaktır hem de riyakarlıktır. Bir işyerinde tuttuğu nafile oruçları açığa vurarak kendisini bununla tanıtmak isteyen ve bu yolla nafile propagandasını yapan ve bununla kendisini tam, diğerlerini eksik Müslüman gören bir kafa riyakar bir kafadır.

Yahudi din adamları Hz. İsa’yı nafile oruç tutmamakla kınayınca, “Ne günah işledim ki oruç tutayım” cevabını vermiştir. Vücudundaki yoğun potansiyel enerjiyi kontrol edemeyen ve bunun sonucu kontrolsüz davranan biri ekstradan oruç tutabilir, ama kimseyi buna zorlayamaz. Farz oruç dışında Kur’an’da, kişi bazı günahları (hacdaki bazı görevleri eksik yapma veya eşini küçük düşürme gibi bazı durumlarda) işleyince farz oruç dışında da oruç tutması istenmiştir.

Nafile ibadetlere yoğunlaşanlar kendilerini sünnete bağlı olanlar diye tanımlamaktadırlar. Nafile ibadetleri farzlaştıranları eleştirenleri de sünneti reddetmekle suçlamaktadırlar. Şurası açıktır ki “Sünnete uymak” terimi, Peygamber’den en az bir asır sonra ortaya atılmıştır. Merak edenler hadis profesörü. Hayri Kırbaşoğlu’nun “Sünnet’le ilgili çalışmalarına bakabilirler.

Demek ki Peygamber döneminde Allah’ın Elçisi kendisini, Kur’an’a uyunca “Şimdi Kur’an’a uydum”, kendi sözlerine(hadislerine) uyunca veya ekstradan(nafile) namaz ve oruç tutunca, “Şimdi ben sünnete uydum” diye tanımlamıyordu.

Hadis ekolü “sünnet” kavramını Peygamberin dini uygulamalarıyla ilişkilendirerek bağlayıcı bir nass olarak görmüşlerdir. Mezheplerin öncüleri olan fakihler ise sünnet kavramını genellikle nafile veya mendub kavramları içinde değerlendirmişlerdir.

Hadisler, sözlü ve rivayet kaynaklı yazılı metinleri içerirken toplumsal uygulamalarla aktarılan dini uygulamalar sünnet kategorisine sokulmuştur. Böylelikle bir kesim, geleneksel kesimlerle bağlarını koruma yoluna gitmiştir. Hadis ekolü, hiçbir ayrım yapmadan hadis kitaplarında yazan her şeyi din olarak görürken buna alternatif gelişen sünnet bağlıları Kur’an’ı dikkate almanın gereğinden söz etmiştir. Sünnete taraf olan bu kesim, “dinin kaynağı Kur’an olmalıdır” tezini sözde savunsa da pratikte gelenek içinde kalmış, “ya ataları akledemediyse veya doğruyu bulamadılarsa” (2Bakara, 170) ayetini yeterince işletememiş, gelenek ile din arasına olması gereken belirgin çizgiyi koyamamıştır.

Hadis-sünnet taraftarları ‘mütevatir’ kavramına fena tutulmuşlardır. Mütevatir haber, büyük bir kalabalığın başka bir kalabalığa aktardığı haberdir. Kitlesel aktarım(rivayet) diye tanımlanabilecek mütevatir hadisler nedense tartışma dışı tutulmuştur. Hadis taraftarları mütevatir hadisleri %100 doğru kabul edilmiştir. Sünnet taraftarları da fiili uygulamaların mütevatir yolla geldiğini savunarak son noktayı koymuş, adeta geleneği bütünüyle korumaya almıştır. Demek ki Ehl-i Hadis ve Ehl-i Sünnet diye farklı iki anlayış belirmiştir.

Biraz rasyonel düşünen bilir ki mütevatir(kitlesel rivayet) haber, kesinlik ifade etmez. %80-99 arasında doğru kabul edilir. Kitlesel aktarım yoluyla gelen haberlerin yüksek olasılıkla doğru olması mümkündür. Ancak mütevatir haber, zayıf bir olasılık da olsa yanlışlanabilir. Bazen büyük kalabalıkların doğru olmayan, yanlış ve yalan haberler aktardığı da görülmüştür. Bir ülkenin halkı bazı konularda yanlış bilgilendirilebilir ve onlar da pekala bunu yanlış aktarım yapabilirler. Bir kral halkını bazı konularda ikna edebilir. Balık hafızasına sahip toplum, eğer bunu kayıt altına almazsa, 20-30 yıl sonra bunları hatırlamayabilir. Emeviler döneminde yaşanan pek çok şey baskı, zulüm ve şiddetten dolayı yeterince kayıt altına alınamamıştır. Bazı yıllar kayıp yıllar gibi durmaktadır. Örneğin o dönemlerde Peygamberin arkadaşları (sahabe) bu olup bitenlere nasıl tepki vermişlerdir, bunları net olarak bilememekteyiz.

Nitekim dünya dinlerindeki yanlış ve batıl inançların büyük kalabalıklar tarafından aktarıldığı yadsınamaz bir gerçektir. Hristiyan kültürde, 10-100 kişi değil binlerce insan kitlesel aktarım yoluyla İsa peygamberin ilah olduğunu, domuz etinin helal olduğunu ve daha pek çok hurafeyi aktarabilmişlerdir. Hinduizme inananların sığır konusundaki geçmişten aldıkları haberler de büyük kalabalıklar tarafından aktarılmıştır. Bu haberlerin tamamı mütevatir haberdir.

Dini çevrelerde Kur’an-ı Kerîm’in de mushaf haline gelene kadar sahabe tarafından mütevatir (tevatür) yolla muhafaza edildiği kabul edilir. Oysa Kur’an-ı Kerîm tevatür yoluyla değil, yazılı belge olarak korunmuş ve günümüze kadar gelmiştir. Bizzat Muhammed peygamber hayatta iken vahiy geldiği anda yazıya geçirilmiştir. Bir veya birkaç asır boyunca söylentiler yoluyla ağızdan ağza yayılıp sonrasında parça parça binlerce insandan toplanmamıştır. Kısaca Kur’an, dilden dile büyük kalabalıklar tarafından aktarılan bir kitap değildir. Bilimsel ifadeyle yazıyla ulaşan haberler mütevatir haber olarak nitelendirilmez. Yazının doğruluğundan emin olunduğu zaman metin kesin bilgi içerir.

Hadisler konusunda ahad (tek kanallı) hadisler zan ifade ederken, mütevatir (çok kanallı) hadisler ise zann-ı galib ifade eder, kısaca doğru olma olasılığı yüksek olan hadis demektir. Evet, mütevatir kitlesel rivayet olduğuna göre, sonuçta o, BİR RİVAYETTİR.

Kur’an-ı Kerîm bilginin doğruluğu konusunda kalabalıkların getirdiği haberlere itibar etmekle beraber onların getirdiği haberi yüzde yüz doğru kabul etmez. Bu konuda sorgulayıcı yaklaşmayı ve akıl yürütmeyi gerekli görür. “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde bazıları: “Hayır, biz (yalnız) atalarımızdan gördüğümüz (inanç ve eylemler)e uyarız!” diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış iseler?” Bakara suresi, 170

Öyleyse şurası bilinmelidir ki ilahi kitap Kur’an, mütevatir yolla değil yazılı metin olarak gelmiştir. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ı, Elmalılı’nın tefsiri bizlere mütevatir yolla mı ulaştı? Elbette hayır. Yazılı metin olarak ulaştı. Muhammed peygamber tarafından, daha kendisi hayatta iken kesin olarak kayda geçirilmiştir. O kendisine gelen vahyi kitlelerin inisiyatifine bırakmamıştır. Allah da buna izin vermemiştir. Böylelikle Allah tarafından korumaya alınmıştır. Dolayısıyla hadis veya sünnet korunmadıysa Kur’an da korunmamıştır. Çünkü, “Kur’an’ı koruyan kişiler, hadis ve sünneti de koruyan kişilerdir” sözü, düşünmeyen, sorgulamayan ve aklını kullanmayanın ya da din istismarcısının sözüdür.

15Hicr, 9-Hiç şüphesiz, mesajı (Kur’an’ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz.

Sözde sünnet savunucuları, önemli gerçekleri göz ardı etmektedirler: Kur’an’da “ilahi adalet” anlamında Allah’ın sünnetinden söz edilir. Peygambere özgü bir sünnetten söz edilecekse bilinmelidir ki Peygamberi sünnet vahyin takip ettiği değişmez çizgidir. Tüm peygamberler aynı çizgiyi izlemişlerdir. Peygamberler yapay kutsallara karşı mücadeleye hayatlarını adamışlardır. Hz. Muhammed hayatında bir kez bile kandil diye bir şeyi kutlamadığını yine aynı kaynaklar yazmaktadırlar. Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Kandil maddesine göz atarsanız bu geleneğin Peygamberin vefatından 700 yıl sonra ortaya çıktığı referanslarıyla ortaya konmaktadır.

 

PEYGAMBERE(ELÇİYE) İTAAT

Peygambere itaat edilmesi konusundaki ayetleri getirenler de Kur’an’ı doğru bir okuyuşla okumak yerine popüler kültürle hareket etmektedirler. Oysa bilinmelidir ki inanç konularında itaat edilmesi değil iman edilmesi istenir. Nitekim başkana, komutana itaat edilir. Ancak sosyal alanda uygulama gerektiren konularda itaattan söz edilmiştir. 4Nisa, 80-“Elçiye itaat edin…” 4Nisa, 81-“Senin söylediğinden (dediğinden) başkasını kuruyorlar…” Elçiye itaat onun dediklerine olmaktadır.

Peki, elçi ne dedi? Allah Elçisi, Kur’an’da, “De ki:” diye başlayan ayetlerin tamamını, açıklaya açıklaya, örnekler vererek, ta ki muhataplarını anlayıncaya kadar söyledi. İtaat konusu kandil gecelerinin mübarekliği veya mehdi, mesih ya da hızır konusu, büyü konusuyla asla ilgili değildir. İtaat, inananlardan sosyal yaşamdaki işlerle ilgili uygulamalarda istenen bir eylemdir.

Peygambere itaat, inanç ve ibadet konusunda değil sosyal alandaki işlerle ilgilidir.

Kitapta açık hükmü bulunan bir konuda Peygamberi hakem kılmaktan (Peygambere itaattan) söz edilemez. (5Maide, 43) Adamın elinde Kur’an var, orada ‘hırsızlık yapmayın’ diyor. Gidip peygambere, “Hırsızlık hakkında ne yapmamızı önerirsiniz?” diye sorması ilahi mesaja uygun değildir. Çünkü bu çaba, mesajı sulandırma arayışıdır. Ne yazık ki Kur’an’ın kavramları incelenmeyince ayetler çarpıtılmaktır. Yine dinle ilgili sorunlarının cevabını Kur’an’dan kendi bulamadığı halde Peygamberin getirdiği çözüme teslim olmayan da ilahi mesaja aykırı davranmaktadır. Bunun için 4Nisa, 60-65 ve 5Maide, 43′a bakabilirsiniz.

5Maide/43-“Yanlarında, içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat varken nasıl oluyor da seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar (kendi kitaplarına da, sana da) inanmış değillerdir.”

Peygambere itaat konusu, sorunlar ve ihtilaflarla ilgilidir. 4Nisa, 60. ayete göre insanlar ihtilaf etmişler ve davalarını Kur’an’a ve Peygambere götürmeleri gerekirken bunlara karşıt güçlere götürmüşlerdir. Peygamberin görevlendirilme amacı olarak tebliğ, İslam’a davet ve ihtilafları çözümlemektir.

16Nahl/64-“Sana kitabı, ancak ihtilafa düştükleri (ayrılığa düştükleri) şeyleri onlara açıkça ortaya koyman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.”

Bizlerden Resulü örnek almamız, onu izlememiz istenmektedir. Resulü itaat etmenin hadis kitaplarına sarılmakla bir ilgisi yoktur. Çünkü hadis kitapları kesin bilgi değil zan içermektedir. Zan, her zaman palavra olmayabilir, ama dinin kaynağı da olamaz. Resulü örnek almak, Resullük iddiasına girmeden Resul gibi davranmak demektir. Resul ihtilafları nasıl çözümlüyordu?

1. Öncelikle davalıları dikkatli dinliyordu. Diyordu ki: “Siz bana davalarınızla geliyorsunuz. Olur ki birinizin ağzı iyi laf yapar, ben de zahire göre hükmederim (Çünkü gaybı bilemem) de haksızın lehine karar vermiş olabilirim.”

2. Ne ve kim olursa olsun hak ve adaleti gözetiyordu.. O sorunla ilgili ayeti ciddiyetle tedkik ediyor.

3. İhtilafların çözümüyle ilgili en sağlam deliller, örnekler ve metodlar en başta Kur’an’da vardır. Bu tedkik sürecinde yararlanmak isteyen için siyer, fıkıh, kelam, hadis ve günümüzün bilimsel çalışmalarının hepsi malzeme olarak gözden geçirilebilir. Ancak bu karar, uzmanlarınca vahye uygun olmak zorundadır. Çünkü ihtilaf çözmek uzmanlık işidir.

4. O sorunla ilgili ayeti ciddiyetle tedkik ediyordu. İhtilafların çözümüyle ilgili en sağlam deliller, örnekler ve metodlar en başta Kur’an’da vardır. Bu tedkik sürecinde yararlanmak isteyen için siyer, fıkıh, kelam, hadis ve günümüzün bilimsel çalışmalarının hepsi malzeme olarak gözden geçirilebilir. Ancak bu karar uzmanlarınca vahye uygun olmak zorunda. Çünkü ihtilaf çözmek uzmanlık işidir.

5. Bizler de Peygamberin tebliğ ettiği vahye uyacağız. İhtilafları adil bir biçimde Kur’an’da Allah’ın peygamberlerine öğrettiği yöntemi örnek alarak Rabbimizden yardım isteyerek uzmanlarla çözmeye çalışacağız. Neden böyledir? Allah peygamberleri ihtilafları çözsün diye gönderdi, ancak en başta Kur’an’ı da ihtilafları çözmek için gönderdi.

Oysa bugün tartışılan konu, halk yığınlarının sünneti hadis kitaplarından öğrenip öğrenmeme konusudur. Hatta hadis kitaplarından değil, hadis kitaplarından sonuç çıkaran din adamlarının eserlerinden… Hadis kitaplarını kaynak olarak görüyorlar, ama kaynak olarak gördükleri kitaplardan bile halkın yararlanmasına izin vermiyorlar. NEDEN? Çünkü hem bu hadis kitaplarına güvenmiyorlar, hem de halka güvenmiyorlar.

2Bakara/213-“Başlangıçta bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu; (sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki, bununla insanların ihtilaf ettikleri/anlaşmazlığa düştükleri (farklı görüşler edinmeye başladıkları) her konuda karar verebilsin. Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu (vahy)in tevdi edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, insanları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, (ulaşmak) isteyeni doğru yola ulaştırır.”

3Al-i İmran/23-Kendilerine Kitap’tan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabına çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor.

 

 

Araştırmacılar için konusal fihrist:

Elçiye itaat etmek-4/80 24/54,56 (4/50,64) Diğer elçilere itaat-3/50 26/108,110,126,131,144,150,163,179 43/63 71/3;

SORULAR

SORU1: Aşağıdaki ayete göre Peygamber İsa ve Nuh, “Allah’a kulluk(ibadet) edin. O’na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun(takva) ve bana itaat edin” dedikleri zaman “Allah’ın kitabından size anlattıklarıma uyun” mu demek istemişlerdir, yoksa kendi hadislerine itaat edilmesini istemişlerdir? Elbette ki Allah’ın vahyettiği ilahi kitaba uymalarını istemişlerdir. Çünkü hiçbir peygamber hem Allah’ın sözlerine hem de kendi sözlerine çağırmaz. İnsanlar ayetleri anlamadılarsa veya anlaşmazlığa düştülerse peygamberler devreye girer ve sorunu vahiy ışığında çözümlerler.

3Al-i İmran/50-“Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim ve Rabbiniz tarafından size bir mucize de getirdim. Artık Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun(takva) ve bana itaat edin.” 51-“Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk(ibadet) edin. İşte bu, doğru yoldur.”

71Nuh/3-“Allah’a kulluk(ibadet) edin. O’na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun(takva) ve bana itaat edin.”

Soru2: Allah aşağıdaki ayette, “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Resûle itaat edin” buyrulmuştur. O halde namaz kılmanın ve zekat vermenin Resule itaat etmenin kapsamında olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır. Çünkü namaz ve zekat, peygambere itaattan ayrıca ve ondan önce zikredilmiştir.

24Nur/55-“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir. 56-Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Resûle itaat edin ki size merhamet edilsin.

Allah’ın Elçisi, mü’minler ihtilafa düştükleri zaman ve kendi başlarına sorunu çözemedikleri zaman devreye girer. Bu durumda onun getirdiği çözüme uymak ilahi bir buyruktur. (4Nisa, 60-65) Kendi başlarına çözüme kavuştukları konularda Elçi müdahale etmez, tam tersine bu davranışı destekler ve teşvik eder. Çünkü o kendi ayakları üzerinde duran toplum oluşturmak ister.

 

Allah’ın Elçisi yöneticidir; yol, çeşme, okul, hastane yapılacaktır, emreder ve Müslümanlar da ona itaat ederler.

Allah’ın Elçisi komutandır; savaşa gidilecekse emreder, Müslümanlar da ona itaat ederler.

Allah’ın Elçisi uzmandır; eğer şeker ve kolesterolden anlıyorsa, tatlı ve hamurlu yiyecekleri yasaklar, Müslümanlar da ona itaat ederler.

Allah’ın Elçisi yargıçtır; onun yargıçlığını kabul edenlerin dünya işleriyle ilgili uyuşmazlıklarında Kur’an ve aklı ışığında yargılama yapar, bu yargılamayı kabul edenler itaat ederler. Çünkü yargılama yapılanlar arasında Yahudiler de olmuştur.

Allah’ın Elçisi toplumsal liderdir; mü’minlerin dostudur, onun dostu da mü’minlerdir. İyi, doğru, güzel, ahlaki ve rasyonel olanı öğütler, mü’minler de ona itaat eder. Bu itaat konusunda hayır ve hasenat, sosyal yardım, dürüstlük ve adalet gibi ahlaki konular egemendir.

Allah’ın Elçisi dini anlama konusunda uzmandır; Müslümanlar bazı konularda anlaşmazlığa düştüler ve sorunlarını kendi başlarına çözemedilerse o, devreye girer, vahiy ışığında konuyu çözer, Müslümanlar da ona itaat ederler.

Allah’ın elçisi bir insandır; gaybı bilmez, doğaüstü bir gücü yoktur, kutsal (ilah) değildir. Din (haram) ve yeni kutsallar ortaya koyamaz, inanç konularını belirleyemez. Çünkü o sadece bir insan elçidir. (17İsra, 93,94,95) O, Allah’a ait özelliklere de sahip değildir. Günlerin, gecelerin, eşyaların, yerlerin, sayıların, insanların kutsallığını ilan etmek onun görevi, işi ve yetkisi dahilinde değildir. Çünkü elçi, kendisini görevlendirene tabidir. Kendisine görevlendirenle eşdeğer olmadığı gibi ona yakın özelliklere de sahip değildir. Görevlendiren sorumluluğun yerine getirilmediğini görürse elçiyi görevden alma ve yerine başkasını atama yetkisine sahiptir. Böyleyken elçinin görevlendirenle yetki paylaşımına girme iddiası, eğer peygamberler böyle yapmadılarsa ki yapmadılar, hem onları İslamdışı ilan etmedir hem de onlara iftiradır.

Kutsal (insanüstü, doğaüstü güce sahip, erişilmez, ulaşılmaz, gaybı bilme, sorgulanamaz, eşsiz-benzersiz, yanılmaz-unutmaz gibi üstün niteliklere sahip) olan yalnızca Allah’tır. Vahyin taşıyıcısı da taşıdığı sürece geçici olarak kutsallık kazandırılmıştır. Ama asla kutsal değildir. Mutlak kutsal (el-kuddûs) olan yalnızca Allah’tır. (59Haşr, 23)

 

PEYGAMBERLER, İLAHİ KİTAPTA HAKKINDA NET BİR HÜKÜM BULUNAN BİR KONUDA VEYA İHTİLAFLARI İNSANLAR KENDİ BAŞLARINA VAHYE UYGUN BİR BİÇİMDE ÇÖZEBİLİYORLARSA HAKEMLİK YAPAMAZLAR; PEYGAMBERLER İNSANLARIN İHTİLAF ETTİKLERİ, ANCAK SORUNU KENDİ BAŞLARINA ÇÖZEMEDİKLERİ KONULARDA VAHYE DAYANARAK OLAYA MÜDAHİL OLURLAR. BÖYLE BİR DURUMDA ELÇİLERE İTAAT ETMEMEK OLAMAZ. ÇÜNKÜ HEM SORUNU ÇÖZEMİYORSUN HEM DE VAHYE UYGUN GETİRİLEN ÇÖZÜME AYAK DİRİYORSUN.

42Şura/10-“Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir. İşte bu, Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.”

6En’am/114-“Allah size Kitab’ı (Kur’an’ı) bölüm bölüm (yeterince) açıklanmış biçimde indirmiş iken ben Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım?” (de). Kendilerine kitap verdiklerimiz de onun, Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphecilerden olma.”

5Maide/43-“Yanlarında, içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat varken nasıl oluyor da seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar (kendi kitaplarına da, sana da) inanmış değillerdir.”

(AŞAĞIDAKİ AYETLERE GÖRE BİR GRUP MÜSLÜMAN İHTİLAF ETMİŞ, SORUNU VAHYE UYGUN BİR BİÇİMDE ÇÖZEMEMİŞ, ÜSTELİK ALLAH’IN BUYRUĞUNA(KUR’AN’A) AYKIRI ÇÖZÜMLEYECEK BAŞKA KİŞİLERE (TAĞUTA) BAŞVURMUŞLARDIR. OYSA BÖYLE BİR DURUMDA BAŞVURULACAK KİŞİ VAHYE UYGUN SORUNU ÇÖZÜMLEYECEK ALLAH’IN ELÇİSİ OLMALIYDI. BÖYLE BİR DURUMDA ONA İTAAT EDİLMELİYDİ.)

4Nisa/60-Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğût’u tanımamaları kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.

4Nisa/61-Münafıklara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Peygambere gelin” dendiği zaman, onların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.

4Nisa/62-Kendi işledikleri yüzünden başlarına bir musibet geldiği, sonra da “Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka bir şey istememiştik” diye Allah’a yemin ederek sana geldikleri zaman hâlleri nasıl olur?

4Nisa/63-Onlar, Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Öyleyse onlara aldırma. Onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında etkili ve güzel söz söyle.

4Nisa/64-Biz her peygamberi sırf, Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.

4Nisa/65-Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.

16Nahl/64-“Sana kitabı, ancak ihtilafa düştükleri şeyleri onlara açıkça ortaya koyman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.”

 

 

AŞAĞIDAKİ HADİS KİTAPLARINDAKİ HADİS SAYISI YAKLAŞIK 2 MİLYONU BULMAKTADIR VE BİR HADİS BİLGİNİNİN (ALİMİNİN) SAHİH HADİS DEDİĞİNE DİĞER HADİS BİLGİNİ ZAYIF VEYA UYDURMA DİYEBİLMEKTEDİR. BİRİNİN HARAM DEDİĞİNE DİĞERİ HELAL DİYEBİLMEKTEDİR. “PEYGAMBERE İTAAT“İ VEYA “PEYGAMBERİ ÖRNEK“ ALMAYI BU SÖZLERE BAĞLARSAK DİN KONUSUNDA SAĞLAM KULPA(2BAKARA, 256) YAPIŞMIŞ OLABİLİR MİYİZ?

EN SAĞLAM(SAHİH) HADİS KİTABI DİYE BİLİNEN İLK 7 HADİS KİTABININ HEPSİNİN ORTAKLAŞA, “BU HADİS SAHİHTİR“ DİYE İTTİFAK ETTİKLERİ HADİS SAYISI 295‘TİR

1-Buhari 2-Müslim 3-Ebu Davud 4-İbn Mace 5-Tirmizi 6-Nesai 7-Ahmed 8- Abdullah İbn Ahmed 9-Abdurrezzaq 10-Tayalisi 11-Sa’d İbn Mansur 12-İbn Ebi Şeybe 13-Ebu Ya’la 14-Taberani Kebir 15- Taberani Evsat 16-Darequtni 17-Ebu Nua’ym 18-Muvatta 19-Beyhaki 20-Uqayli 21-İbn Adiyy 22-Hatib 23-İbn Asakir 24-İbn Cerir 25-İbn Hibban(Sahih) 26-Hakim 27-Ziya(Muhtare) 28-Darimi 29-İbn Huzeyme 30-İsfehani 31-İbn Abdilberr 32-Quşeyri 33-Beğavi 34-Tahavi 35-Ebu’ş-Şeyh 36-İbnu’n-Neccar 37-İbnu’s-Sunni 38-Hammad 39-Baverdi 40-Şirazi 41-Rafii 42-Ruyani 43-İbn Lal 44-İbn Nasr 45-İbn Şahin 46-İbn Merdeveyh 47-Ebu Nasr 48-Nu’aym İbn Hammad 49-Haris İbn Ebi Usame 50-Ez-Zehebi

(DİNİ VE ÖZELLİKLE TASAVVUFİ ÇEVRELERDE YUKARIDAKİ HADİS KİTAPLARI KADAR HATTA DAHA YOĞUN BİÇİMDE YUKARIDA ADI GEÇMEYEN RAMUZU’L-HADİS VE ACLUNİ GİBİ DAHA BAŞKA PEK ÇOK HADİS KİTABI DİNİ ÖĞRENMEK VE YAŞAMAK AMACIYLA KULLANILMAKTADIR. BUNLARIN DIŞINDA İRAN VE IRAK’TAKİ ŞİA’NIN KULLANDIĞI BELKİ YUKARIDA ZİKREDİLEN HADİS KİTABI HACMİNCE HADİS LİTERATÜRÜ VARDIR Kİ ONLAR DA KENDİ KİTAPLARININ SAHİH OLDUKLARINI SAVUNMAKTADIRLAR.

PEKİ, MÜSLÜMAN ALLAH’IN YANINDA KENDİSİNİ NE İLE SAVUNACAK?)

43Zuhruf/44-“Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan sorumlu tutulacaksınız(hesaba çekileceksiniz).”

 

Konuyla ilgili daha fazla ayrıntı için lütfen aşağıdaki yazıyı inceleyiniz:
RİVAYETLERİN (HADİSLERİN) İSLAMİ AÇIDAN DEĞER(LENDİRİLMES)İ

posted in *PEYGAMBER | 2 Comments

29th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir kürsüsü öğretim üyelerinden Prof. Mehmet Okuyan “Kabir Azabı Var mı?” konusunda kapsamlı bir kitap hazırlamıştır. 485 sayfa ve büyük boy olarak hazırlanan bu eserde konu geniş bir biçimde ele alınmıştır.

Prof. Mehmet Okuyan, kabir azabının olacağını iddia edenlerin görüşlerini tek tek zikrettikten sonra delil olarak getirdikleri ayetlerin konuyla alakalı olmadığını, hadislerin ise ya senet (ravi zinciri) açısından veya metin açısından güvenilir olmadığını, kabir azabına delil olarak getirilen rüya ve keşif gibi örneklerin ise istismara açık olduğunu ve delil niteliğini taşımadığını bu konuyla ilgili yazdığı çalışmasında açıkça ortaya koymuştur.

Mehmet Okuyan, İbnü’l-Cevzi’yi referans göstererek kabir azabıyla ilgili hadislerin sahih olmadığını belirtmiştir. Yine o, ölünün kabirde ezanı duyacağını bildiren hadislerin, ölen peygamberlerin 40 gün ruhlarının kendilerine iade edildiği veya ana babasının veya birisinin kabrini Cuma günü ziyaret edip Yasin okuyanın günahlarının bağışlanacağını veya kabirde birbiriyle konuşmalar olacağını bildiren rivayetlerin uydurma olduğunu belirtmiştir. (İbnü’l-Cevzi, Kitabul’l-Mevdû’ât, s.237-238-239) (Prof. Mehmet Okuyan, s.160-161)

MEHMET OKUYAN’IN KONUYLA İLGİLİ DEĞERLENDİRMESİ

3.4. RİVAYETLERİN VE KONUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ

Bundan önceki başlıklarda ele aldığımız rivayetleri ve rüyaları kabir azabına delil sayanlara yönelttiğimiz eleştirilere ilave olarak şu genel değerlendirmeleri de hatırlatmak durumundayız:

Herhangi bir hadisi (rivayeti) bir yerde okuduğumuz veya işitti­riniz zaman, yapılacak ilk iş, onun kaynaklarda, isnadıyla birlikte bulunup bulunmadığını araştırmaktır. Kaynağı zikredilmeyen veya kaynaklarda bulunmayan bir hadis, kaynaklarda bulunup isnadı incelenerek sağlam olup olmadığı tespit edilmedikçe yok hükmündedir ve onun hadis olarak kabul edilmesi asla mümkün değildir. Bu tür kaynaksız ve isnadsız bir hadis, hangi eserde bulunursa bulunsun, eserin yazarı kim ve ne kadar ünlü olursa olsun sonuç fark etmez. Hele hele rüya, keşf, ilham gibi sübjektif ve istismara tamamen açık yollardan alındığı iddia edilen hadislere asla ve katiyen itibar edilmemesi gerekir.(Kırbaşoğlu, Hadis Metodolojisi, s.182)

a) Kabir azabı konusu gaybî bir konudur; yani bilinemezler arasında yer almaktadır. Dolayısıyla bilinemez diye belirlenen bir konuda normal konular gibi haber verildiğinin iddia edilmesi ihtiyatla karşılanmalıdır.

b) Kabir azabı, yukarıda ele aldığımız çeşitli rivayetlerden de anlaşıldığına göre büyük günahlar nedeniyle uygulanmamakta, küçük günahlarla ilişkilendirilmektedir. Kabir azabına uğratılan kişi eğer büyük günahları da olan biri idiyse bu defa kabir azabı hafife alınmış olacak, caydırıcılık özelliğini kaybedecektir. Çünkü yakın tehditten kaçınmaya çalışmanın gerekçesi basit hatalarla sınırlı tutulamaz; yakın tehdit daima daha büyük hatalardan kaçınmayı amaçlamalıdır. Zaten Yüce Allah da küçük günahları silmeyi, örtmeyi veya affetmeyi büyüklerinden kaçınmaya bağlamıştır. İlgili âyetlerde şu bilgileri görmekteyiz:

“Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” (Nisa, 4/31) İşte bu âyette Yüce Allah, insanların seyyiât denen hatalarını örtmesini ve sahiplerini değerli bir yere, yani Cennete koymasını tartışılmaz bir şekilde -insanların, yasaklanan hataların büyüklerinden kaçınmaları şartınına bağlamaktadır.

“Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah’ındır. Bu, Allah’ın, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir. Ufak tefek kusurları dışında; büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır.” (Necm 53/31-32) İşte burada da durum benzer bir şekil arzetmektedir. Yani Yüce Allah, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınıp el-lemem denen ufak tefek hataları işleyenleri engin mağfireti gereği bağışlayacağını bildirmektedir. Demek ki büyük günahtan kaçınanların küçük günahları Yüce Allah tarafından örtülecektir. Dolayısıyla kabir azabıyla ilgili bu ve benzeri rivayetler ilgili ayetler çerçevesinde yeniden değerlendirilmek zorundadır; çünkü bu âyetlerin mesajı karşılığında söz konusu rivayetler sorunlu bir hal almaktadır.

Diğer taraftan genelde bilindiği ve bazı rivayetlerde de ifade edildiği üzere idrarını üzerine sıçratmak gibi diğerlerine göre daha küçük görülen günahlardan bu şekilde azap görülürse daha büyük günah işleyenlerin, inançsızların veya münafıkların durumu hakkında neden bilgi verilmediği ya da hiç olmazsa diğerleri kadar yaygın bilgi verilmediği de merak konusudur. Bazı nakillerde Hz. Peygamberin kabir hayatını en önemli durak olarak tanımladığı iddia edilmektedir. Eğer bu iddia doğru ise o zaman en önemli durağın en hassas inanç aykırılıklarını ihmal edeceği sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaz mı?

Rivayetlerde yer alan iddialara göre Hz. Peygamberin ağaç dalı dikmesiyle azap durduruluyorsa bütün ağaçları kesip mezarlara dikmek ya da mezarları ormanlarda kazmak, pratik bir çözüm olacaktır. Burada eğer “fidanı diken kişi azaptan kurtarmada veya azabın hafifletilmesinde etkilidir” denirse “Hz. Peygamber’den sonra ölenlerin suçu nedir ki onların mezarına fidan dikilemiyor?” sorusu akla gelir. Kaldı ki o dönemde küçük günah sahibi olarak ölen herkesin mezarına fidan dikilip dikilmediği de mevcut rivayetlerden anlaşılamamaktadır. Eğer, “o dönemde ölenlerin küçük günahları da yoktu” denirse bu ifadeye söyleyecek bir sözümüz yoktur.

Kabirdeki sorulara verilecek cevaplara göre âhiretteki mekanın değişeceğini söylemek de dünya hayatının bir imtihan alanı olduğu şeklindeki Kur’ânî gerçeğe aykırıdır. Kur’ân’da kabirlerden na­sıl kalkılacağı söylenirken oradaki, yani varsa kabirdeki azaptan söz edilmez mi? Bu kadar ciddî bir konuda Yüce Allah’ın söylemediğini Hz. Peygamber söyler mi? Eğer kabir azabı varsa bunu gerçekleştirecek olan Yüce Allah’tır. O zaman bu konudaki bilgileri de Yüce Allah’ın kitabında aramak zorundayız.

Kabirde yaşananların insanlar tarafından duyulduğundan söz eden rivayetler hakkında şu kadarını söylemekle yetinmek istiyoruz. İlk muhatap Hz. Peygamber de dahil olmak üzere kabirlerdeki insanların hiçbirisinden herhangi bir şeyin hissedilemeyeceği Kur’an’da şöyle beyan edilmektedir: “Biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Sen, onlardan herhangi birinden (bir varlık işareti) hissediyor veya onlara ait cılız birses işitiyor musun?” (Meryem 19/98) Şüphesiz bu âyetteki asıl anlam, eski kavimlerin helak olduğunu, artık ses anlamında onlara ait herhangi birvarlık işaretinin bulunmadığını beyandır; ancak özellikle son cümledeki, “onlara ait cılız bir ses işitiyor musun?” ifadesi, bizim işlediğimiz konuya da delil olabilir. Hz. Peygamber’in, geçmiş din mensuplarına meselâ Yahudilere ait kabirlerden ölülerinin sesini duyduğu ifade edilen rivâyetlerdeki bilgiler, işte bu âyetin son cümlesivle açıkça çelişmektedir. Çünkü buradaki, mutlak anlamda “herhangi bir kimse” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla buradaki anlamıyla geçmiş nesillerden hiç kimsenin sesinin duyulamayacağı bu şekilde ifade edilmiş olmaktadır.

g) “İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler”(Enbiya 21/1) âyeti, hesabın herkesi içerdiğini ve bunun kıyamet sonrası dönemde gerçekleşeceğini açıkça belirtmesine rağmen ilgili kabuller bu ve benzeri âyetlerle çelişmektedir. Bu arada hesabın kabirde başladığım gösteren bunca rivayet, senet bakımından veya metin açısından eleştiriye tabi tutulmadan bazılarınca kabul edildiği için hesabın başlama zamanını bildiren âyetlerin anlamı da kapalı kalmaktadır. Bu âyetten de anlaşıldığına göre tekrar vurgulamak gerekirse “hesabın görülme yeri âhirettir; kabir değildir.” Eğer iddia edildiği gibi kabirde de hesap olsaydı bu âyette yaklaştığı bildirilen “hesab”ın tekil değil çoğul olması gerekirdi.

Yukarıdaki bilgiler ışığında kıyamet öncesi dönemde kabirde, sorgulanma ve azap olmayacağı açıktır. Bununla birlikte insanların dünyada yaptıklarının hesabının sorulmayacağı da zannedilmemelidir. Peki sorgulama, azap veya ödül ne zaman ve nerede gerçekleştirilecektir? İşte bundan sonraki bölümde, bu soruların cevaplarını ortaya koymak üzere, ölüm sonrası kıyamet-âhiret süreci Kur’ân’dan delillerle açıklanmaya çalışılacaktır. (Okuyan, s.305-308)

(Prof. Mehmet Okuyan, Kur’an- Kerim’e Göre Kabir Azabı Var Mı?, Etüt Yayınları, Samsun, 2007)

posted in KABİR AZABI | 87 Comments

29th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Şeytanın itirazı

Bayram yazısına, Kur’an-ı Kerim’in Sad suresiyle başlayalım… (71-78) Allah’ın, Ademoğlunu yaratmak kararını meleklere açıkladıktan sonra şeytanın itirazı şöyle anlatılıyor…

“Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman derhal ona secdeye kapanın!

Bütün melekler toptan secde ettiler. Yalnız İblis (şeytan) secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah… Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin dedi. İblis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın dedi.”(*)

………………………

Bu sureyi “ırkçılığın, bütün kötülüklerin simgesi şeytanla örtüşmesi” gibi algılamak önemlidir. Kitlelere ırkçılık karşıtı düşüncenin ulaşmasında ve algılanmasında inanç yoluyla iletişim elbette etkili olur.

Bir başka mesaj, “renk, dil, din, statü, coğrafya, kültür farklarımız olsa da hepimizin aynı çamurdan yaratıldığımız…”

Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Öte yandan… “Ate”ler (Allah’ı tanımayanlar) ve “agnostik”lerin de (bir büyük gücün var olduğuna inanmakla beraber din, peygamber, kutsal kitap tanımayanlar) çoğunlukla “ırkçı sapmalara” girmedikleri ve insani değerlere saygıları bir gerçektir.
O boyut, bir bayram sohbeti olan satırlarımın bugünlük dışında.

………………………

Ayrıca…

İslam dininin dışında tek Tanrılı dinlerin İslam kadar “insanların eşit yaratıldıkları” mesajını verdiklerini söyleyemem. “Tanrı’nın seçtiği kavim” olmak ya da “Peygamberini Tanrılaştırmak” yani bir “Ademoğlunu, Allah’ın oğlu” mertebesinde ayrıştırmak örneklerinin ayrıntısına da girmiyorum.

………………………

Ancak…

“Aynı çamurdan yaratılmış eşit insanları, tek bir ümmet haline getirmek ve ulusal değerleri aşındırarak millet kavramını yok etmek” tehlikesine de işaret etmeliyim. Bu, abartılmış bir yorum olur.
Gene İslamın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’den bir sure: “Ey insanlar, sizi bir erkek ve bir kadından yarattık; birbirini tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan en uzak olanınızdır. Allah, bilendir ve haberdar olandır” deniliyor. (Hucurat, 13)

Yani…

Allah, “milletleri” öngörmüştür. Onaylamıştır. “Milletleri, devlet hudutlarını, milli değerleri” yok etmeyi amaçlayan “ümmet” zihniyeti, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ölümünden yüzyıllar sonrasının siyasi oluşumudur.

Dinin siyaset için kullanılış örneklerinden biridir.
Farklılıklar… Yani… Dil, renk, ırk, coğrafya ve kültür hatta din farklılıkları husumet değil, birbirini anlamak, sevmek, barış içinde bir arada yaşamak gereğidir.

Ulusumuza ve tüm insanlığa bir arada “eşitlik, sevgi, barış, özgürlük, demokrasi, mutluluk” diliyor, okurlarımın Ramazan Bayramı’nı kutluyorum.

………………………

http://www.milliyet.com.tr/2006/10/24/yazar/civaoglu.html

posted in GÜNCEL | 0 Comments

29th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Futbol Denen Oyun İçinde Oyuna Tevhid Penceresinden Bakış

İçi boş şeyleri yüceltmenin, boş şeyler peşinde koşmanın tipik bir örneğidir futbol. Hani kimi yörelerde atasözü gibi tekrarlanan bir tekerleme vardır: “İçi hava, dışı deri; arkasından koşar yirmi iki serseri” diye. Arkasından koşanların kimi, spor yapıyordur veya iş icabı koşuyordur; o yüzden bu tekerlemeyi şöyle değiştirmek daha uygun olur: “İçi hava, dışı deri; arkasından bakar yirmi iki milyon serseri” ya da dünya çapında olayı değerlendirirsek; “… iki milyar serseri.” Evet, insanımızı, boş şeylerle avutup uyutmak, tâğutların klasik yöntemi. Toplumları serserileştirme rolünü futbol üstleniyor; çağdaş toplumların afyonu, uyuşturucusu. Her biri usta birer illüzyonist olan egemen güçler, futbol ve benzeri eğlencelerle halkı hipnoz ediyorlar. Gözleri bağlanmış, başka bir şeyi görüp düşünemeyen halk sürüleşecek, çoban rolündeki kurtları fark edemeyecektir.

Meşhurdur: İspanya’yı 1935-1975 yıllarında tam 40 yıl yönetmiş olan General Franco; “bu kadar uzun yıllar iktidarda nasıl kaldın?” diyenlere bu işin sırrını şöyle açıklamıştı: “Üç F sayesinde; halkı üç F ile meşgul ettim…” Üç F dediği şeyler: Futbol, Fiesta (eğlence), Femenino (kadın). Evet, çağdaş yönetimler iktidarlarını halkı müzikle, sinema ile, TV., internet, atari, playstation türü eğlencelerle gütmenin dayanılmaz hafifliğini sergiliyor. Bunlara, at yarışları ve başına milli kelimesini bile eklemekten çekinmedikleri piyango diye adlandırdıkları her çeşit kumarı da eklemek gerekiyor. Ama bütün bu problemlerden daha fecisinin, anaç ve doğurgan olanının top olduğunu kabul etmek gerekiyor. Halkı top kafalı yapmaya çalışıyorlar. Köşeli düşünemeyen, her şeyi göbekleri gibi yuvarlak olan, içi boş olan anlamında mecâzî anlamda top kafalı olduğu kadar, gerçek anlamda da top kafalı; yani kafa görüntüsünde omuzlarının üstünde bir top taşıyan varlıklar, toptan başka bir şey düşünemeyen toplaşmış kafalar…

Dünyanın öküzün üzerinde durduğunu söyleyenler hâlâ var mı bilmiyorum; eğer bir zamanlar böyle söyleniyor idiyse, bu söz, mecâzî anlamda kullanılıyor, öküzün temsil ettiği çiftçiliğin önemi vurgulanıyordu. Şimdi, bu anlamda dünya paranın, kadının üzerinde duruyor dense yanlış olmaz; ama daha da vahim gerçek o ki, dünya artık topun üzerinde duruyor. O yüzden iki yuvarlağın üst üste durmasındaki hassas dengelerin zorluğundan ötürü her alanda sarsılmalar ha bire sürüyor. Hatta, devamlı artan futbol sevdasına bakıp bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki: Dünya top haline geldi, ya da top dünya haline. “Top”tan oluşmuş bir dünya içinde yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Ve böyle bir dünya bizim fıtratımıza ve inancımıza tümüyle ters geldiği için yabancılaşıyoruz, dünya bize yabancılaşıyor. Büyük toplulukları bir araya sadece top toplayabiliyor artık. Sabah-akşam “top” tan başka bir şey konuşmayan top kafalı insanlara neyi nasıl anlatacaksınız? Dünyaya top gözlüklerinin arkasından bakan insan, top oyunundan başka ülkesinde ve dünyada yıkıcı güçlerin hangi oyununu görecek, şeytanın hangi oyun ve hilesini sezecek? Hani S. Kuper’in meşhur sözüdür: “Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir.” Bu oyunun içinde ve çevresinde öyle oyunlar var ki…

Bir namaz vaktinde bir büyük câmide kaç kişi Allah’a ibâdet için toplanabiliyor, bir de maç zamanında stadyum denilen bir tapınakta kaç kişi bir araya geliyor? Maça gidemeyen yüz binlerin (hayır, milyonların) TV.lerin içine girecekmiş gibi kendini kaptırarak izlemeleri… ” Bu nasıl sevgidir, nasıl huşûdur, nasıl gönül verip bağlılık sergilemedir?” gibi soruları “ibâdet /tapınma” kelimeleriyle ancak açıklayabilirsiniz. Maçta trans hali diyebileceğimiz şekilde kendinden geçme, başka bir kimliğe soyunma, takımında ve takım taraftarlığında fenâ bulup yok olma, fenâ fi’l-futbol olma halidir. Hırsızlar, önemli maçları büyük bir fırsat biliyormuş, en kolay hırsızlık derbi denilen maçlarda oluyormuş. TV.lerde naklen yayınlanan maç saatlerinde, ev halkı kendilerini öyle kaptırıyorlar ki, oturdukları odaya hırsız girip ceplerine elini uzatsa farkında olmayacaklar. Yanındaki karısını, çocuğunu maç ânında göremeyen adam, hırsızı nasıl görecek ki… Ve Allah duygusu, hayatın anlamı, yaratılış gâyesi, cennet-cehennem… kimsenin umurunda olmuyor; yani şeytan adlı hırsız, böyle bir gafletteki insanın gönlünden öyle önemli şeyleri çaktırmadan çalıyor ki… Milli pilli maçlar da ayrı bir problem. Milsiz maçlara ilgi duymayan nice abdestli-namazlı insan bile milli (aslında ulusal demek gerek, millî “dinî” demektir) maç olunca “yıkılası düzen” dediği devletin kutsallarına putperest insanların mantıksızlığıyla sarılabiliyor, namazında ve varsa cihadında tadamadığı heyecanı yaşıyor. İnsanların millî hisleri nasıl galeyana getiriliyor millî maçlarda. Son İsviçre maçı bunun küçük bir örneği. Sanki savaş, sanki Allah için cihad var ve kendi takımı hakkı, karşı takım da bâtılı temsil ediyor. Çocuklar bile oyun oynarken bu kadar kavga etmezler, ne de olsa oyundur deyip geçerler. Sahi, futbol bir oyundan ibârettir değil mi? Oyundan zevk alanlar da çocuklar ve çocuk akıllılar. Ama, oyunu hayatın merkezine almak, kulluk görevlerini unutup oyunu ibâdet/tapınma haline getirmek gibi feci durumları çocuklukla filan izah etmek mümkün değil; bunlar şeytan işi pisliklerdir.

Ahlâka verdiği zararlar, sporcu ahlâkının ne seviyede olduğunu sporla içeriden ilgilenenler iyi bilir. Bundan daha yaygını bir futbol klübü taraftarlığının, özellikle de fanatikliğin ahlâka olumsuz etkileridir. Televole türü programlar bunun TV.lerden yansıması ve yaygınlaştırılması demek oluyor. En uysal bir vatandaş tipinin bile maçlarda, ağza alınmayacak küfürler ettiğini, karşı takıma ve onun taraftarına, bazen de hakeme karşı ne kadar agresif tutumlar aldığını bilmeyen mi var?

Bağnazlık da böyle başlıyor: Takımı her ne pahasına olursa olsun tutmak, suçu hakeme veya başka şeylere yüklemek… Üç-beş yaşındaki çocuklar bile fanatik bir taraftar yapılıyor. Artık bayanlar da takım tutuyor. Duyuyoruz kendisine dünürcü gelen bazı kızlar, dâmat adayı rakip takımı tuttuğu için, sırf bu gerekçe ile evlenmek istemiyor. Evlerde baba-oğul arasında olduğu gibi, anne-kız arasında da taraftar tartışmaları yaşanıyor.

 

 

 

Olayın Müslümanın Akaidine Verdiği Zarar

Bütün bu problemlerin en büyüğü olayın akaid yönüdür, İslâm inancına verdiği zarardır. Dâvâsı olmayan insanların dâvâsı, dini olmayan insanların dini olmuş futbol. Allah’ı tek ilâh kabul etmeyenlerin ilâhı, gerçek dinden uzak olanların sanal ve sahte dini halini almıştır futbol. Açlık hisseden bir bebeği yalancı meme ile ve oyuncakla oyalayan bakıcı gibi, gerçek dinden uzaklaştırdıkları ve çocuklaştırıp oyun ve oyuncaklarla meşgul ettikleri vatandaşları yapay dinlerle oyalamak tâğut adlı bakıcıların klasik tavırlarıdır. Futbolun bu konuda çok büyük rolü olduğu değerlendirilmelidir.

Kimlik haline geldi, taraftarlık şeklindeki âidiyet anlayışı. “Elhamdü lillâh müslümanım” der gibi, bir takımın taraftarlığıyla övünüyor artık yeni nesiller. Kişiler, tuttuğu takımın boyasına, rengine girip takımıyla kişiliğini bulmakta. Anket yapılsa, kendinizi hangi kimlikle tanımlarsınız diye, “filan takım taraftarı” sözü herhalde birinci sırada yer alır.

Allahu ekber’in futbol diline kâfirce tercümesi şeklindeki “En büyük filan takım, başka büyük yok!”sloganı ağızlarda cıvık sakız gibi dolaşmaya devam ediyor. “Filan takım sana tapıyoruz”; “Haftada bir sana tapmaya geliyoruz.”; “Yenmeye, yenmeye, yenmeye geldik. / Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik.”; “Mutluluk iki kale ve bir toptur. / Bundan başka cennet yoktur.”; “Sen bizim ilâhımızsın”; “Sen bizim için her şeysin.”; “Biz bu klübün iyileşmez hastasıyız.” “Bu maçı alacağız, başka yolu yok. Burası Sami Yen (Kadıköy, İnönü), buradan çıkış yok.”; “Bu stad filan takım için cehennem” gibi sloganlar/sözler. Yani elfâz-ı küfür ve ef’âl-i küfürler. Elfâz-ı küfürle ilgili kitap yazan yazarlar, futbol tapınaklarında ya da gazetelerin her yıl arttırdığı futbolla ilgili sayfalarında öylesine bol malzeme toplarlar ki…

Günümüzde futbol evrensel bir dünya dini halini almıştır. Alınıp satılan cinsten baldırı çıplak râhiplerin icrâ ettikleri âyinler, geleneksel dinî törenlerin yerini almıştır artık. Toplumların en saygın ve en kutsal kişileri kabul edilmektedir klüplerde top oynayanlar. Farklı ülkelerdeki top cambazları, bir futbol azizi, bir evliyâ, bir yarı tanrı kabul edilmektedir. Başarıya ve güce tapmanın, sevdiği takımın meşhur oyuncusunu bir ilâh gibi görmenin en tipik göstergesi olmuştur futbol. Yüceltip dünyalara sığdıramadığı futbol “yıldız”ını rüyasında, hayalinde, düşünce ve konuşmasında en kutsal yere koymak; hele bir bayansa onunla neleri düşünüp hayal etmek… Bunlar, futbolu günümüzdeki şekliyle bir din olarak değerlendirmeye yeterlidir. Mânevî boşluğu gerçek dinle doldurup aç gönüllerini ibâdetle beslemeyen insanlara uyutucu, uyuşturucu, teskin edici bir din sunulmaktadır. Kutsal olan şeylerle bağlarını kesmiş insanlara müteâl/aşkın duygu verecek modern kutsallar gerekmektedir. İşte bu ihtiyaca cevabı düzenler ve egemen çevreler, futbolda görüp göstermektedir. Futbol esiri haline gelmiş top kafalı gençlerin, kendi taktıkları isim ile adına “futbol ilahları” dediği yüce insanları bir-iki saat yakından görmek için maddî ve mânevî nice fedâkârlıklara katlanarak kavurucu sıcak, dondurucu soğuk, yağmur, fırtına demeden saatler öncesinden, hatta bazen gece yarılarında statların kapılarına sığınmaları “din”den başka nasıl izah edilebilir? Düzenler ve tâğutlar için, kendi koltukları ve zulüm icraatları yönüyle tehlikesiz bir din lâzım; seküler bir din. “Hangi din mensupları günümüz dünyasında en çoktur?” cinsinden bir soru, “futbolseverler” kavramı olmadan doğru cevaplanamaz. Dünyanın en fazla taraftarı olan ideolojisidir futbol. Bugün Birleşmiş Milletler’in 186 üyesi var; Paris’te 1904 yılında kurulan Uluslar arası Futbol Federasyonu demek olan FİFA’nın ise 198. “Dinin ne?” sorusuna cevap veremeyecek yaşta ve kültürde bir çocuğa sorun bakalım: “Hangi takımı tutuyorsun?” diye, nasıl bülbül gibi şakıyacak, hemen nasıl bir heyecanla neler anlatacak?! Goool sesi, ezan sesinden, Kur’an kıraatinden daha tatlı geliyor yeni nesle. Futbolseverliğin ahlâkî, sosyal, felsefî, kültürel sonuçları var, ama esas sorun inanca etkileri. Futbolseverlerin, yaşadıkları gibi, sevdikleri gibi inanmaya başladığını görüyor, giderek futbolperest olduklarını ve bazı putları devirmenin çok daha zor olduğunu anlıyoruz. Çokça para olsaydı günümüz gençlerinin cebinde, kendi gönüllerine sorsunlar, Mekke’ye Kâbe’yi seyretmeyi mi, yoksa Dünya kupasının oynandığı Almanya’ya maç seyretmeyi mi tercih ederlerdi? Günümüz gençliğinin kaçta kaçı hangi tercihi yapardı dersiniz?

Put; kişinin Allah dışında hayatının amacı kıldığı maddî, mânevî, somut veya soyut her şeydir. Putçuluk herhangi bir şeyi dünyanın merkezine almak, bir şeye aşırı önem vermektir. Bir şeyi endâd edinip Allah’a benzetir şekilde onu yüceltmek, sevgide aşırı gitmektir. Allah’ı bırakıp birtakım armaları, sloganları, bayrakları, heykelleri, önemli görünen bazı insanları, meselâ futbolcuları, futbolu yüceltip bu değerler uğruna çokça fedâkârlıklar yapıp malını, zaman veya enerjisini seve seve harcamak o şeyi putlaştırmak demektir. Futbol fanatikliğinde bunların eksiksiz bulunduğunu görmek zorundayız. Öyle huşû ile sahadaki âyine kaptırıyor kendini izleyici ki, namaz kılan bir mü’minin o kadar kendinden geçmesi çok zor. Öyle konsantre oluyor ve yapılan âyin, ruhunu öyle etkiliyor ki, âyin sırasında değişik bir insan oluyor. Sloganlarla, marşlarla kendinden geçiyor. Gol olunca ona cennet müjdesi gibi geliyor. Karşı takım goller atmışsa, küfürler savuruyor, hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyor, canavarlaşıyor. Top denilen bir yuvarlak meşin parçasının büyüsüne bakın siz! Ey top sen nelere kadirmişsin! Hayır, top değil kadir olan, top karşısında bu kadar küçülen, âcizleşen, edilgen hale gelenler top kölesi zavallılar, kendi alçaldıkları en alt seviyedeki pencerelerinden bakınca topu yüce bir mâbud gibi görüyorlar. Kıymetli saatlerini, hatta günlerini onun yolunda feda etmekten çekinmiyor, uğrunda mallarını infak ediyor, takımlarının gönüllü askeri olmayı Allah’ın askeri olmaya tercih ediyorlar. Totemleri çağrıştıran aslan, kartal, kanarya gibi simge ve maskotları yüceltip çağdaş ikonları gönlüne yerleştirerek bunlarla rûhî tatmine ulaşıyorlar. Özel makamlarıyla ilâhî okur gibi bir coşkunluk ve içtenlikle amigo denilen müezzinler organizatörlüğünde icrâ edilen slogan ve marş şeklinde toplu zikirler, toplu top âyinleri…

Fanatizm/fanatiklik, bir inanca, partiye veya kuruluşa çok aşırı bir coşku ve ölçüsüz bir tutkuyla bağlanmanın adıdır; fanatik de buna âlet olan insanlara verilen isim. Futbol maçlarına baktığımızda maçla ilgilenenlerin belki yarısından çoğunun fanatikleştiğini, takım tutma dalgasının kişiyi farkında olmasa da kısa bir zaman içinde fanatiklik sahillerine sürüklediğini görüyoruz. Artık bu bağnaz futbolperestler, takımları yense de yenilse de kendini gerilmiş bir ok gibi hissetmekte, maç sonunda yaydan boşalarak statta ve sokakta her türlü taşkınlığı yapabilmektedir. Fanatikliğin, endâd edinmek ve putperestlik gibi kavramlarla ilişkisini söylemeye gerek var mı, bilmiyorum.

Futbol, fanatizmi ve şiddeti besler, insandaki canavarlığa meyilli rûhu (nefsin bu yöndeki hevâsını) açığa çıkarır. Niye demir parmaklıklarla ayrılır stad denilen arenalarda seyircilerle oyuncular? Bir oyun, eğlence ve spor için böyle bir tedbire niye gerek duyulur? Cevabı basit: Her futbol maçı, bir oyun ve eğlence olmaktan çok bir savaştır; maç adlı karşılaşmalar, fî sebîli’l-futbol bir cihaddır. Eskiden savaşlarda toplar atılırdı, düşmanlar topla mahvedilirdi. Şimdi de düşman kabul edilen rakibi yenmek için top tepiliyor. Eskiden toplar düşmanların kalesine düşünce bu zafer alâmeti sayılırdı, şimdi de karşı tarafın kalesine topu ulaştırıp gol atılarak zafer elde edilmiş sayılıyor. Hele ulusal maçlarda sözgelimi Yunanlılarla maç yapıyorsa Türk takımı, olay her vatandaşın gönlünde nasıl bir anlam kazanıyor! Futbol denilen bu savaş, başka uluslar için olduğu gibi, özellikle “cengâver” bir toplum olan Türk halkı için daha büyük bir cihaddır. Maç denilen modern savaş, doğuştan asker doğduğuna şeksiz şüphesiz iman edilen Türk gençliğinin askerî duygularının ortaya konulma sahnesidir. Savaş sahasında 11 kişilik ordu, teknik direktör denilen komutanlarının verdiği plan doğrultusunda kıran kırana çarpışır. Onlara destek veren tribünlerdeki çarpışmalar da buna eklenir: “Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik…” diye tempo tutularak savaşa yardımcı olunur. Karşı ordunun mânevî gücünü zayıflatmak için “bir baba hindi” diye başlayan nâralarla hücuma destek verilir ki, düşman askerin savaşacak morali kalmasın. Savaş, hep dış güçlere karşı olmaz; içeride de düşmanlar/rakipler vardır. Onlara karşı da iç cihad aynı ruh ve heyecanla, ibâdet ve âyin coşkusuyla ortaya konulur. Eskiden ecdât, kılıçlarla savaşırmış, o ecdâdın asil torunları da sırf atalarının yolunu sürdürmek için (diğer silahlardan önce) döner bıçaklarıyla savaşa katılır. Savaş olur da yaralananlar, ölenler olmaz mı? Futbol adlı bu evrensel savaşta da yaralananlar, futbol şehidleri(!) olur. 17 Eylül 1967’de Kayseri-Sivas maçında 40 kişi öldü, 600 kişi yaralandı. 20 Ekim 1982’de Moskova’da oynanan bir maçta 340 kişi öldü. Brüksel’deki maçta İngiliz holiganları 39 kişiyi öldürdü. 15 Nisan 1989’da İngiltere’deki bir maçtaki olayların bilânçosu 95 ölü, 200 yaralı. 13 Ocak 1991’de Güney Afrika’nın Okney şehrindeki maçta 40 kişi öldü, 50 kişi yaralandı. 16 Haziran 1996’da Zambia’da Sudan’a karşı alınan galibiyeti kutlarken 15 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. 16 Ekim 1996’da Guatemala ile Kosta Riko arasında oynanan ulusal maçtaki izdihamda 83 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bu listeyi uzatmak mümkün; 1995 yılındaki son Türkiye-İsviçre maçındaki olaylar gibi onlarca savaş sahnesi hatırlanabilir.

Senelerdir hep bir maça gitmek istemişimdir. Biraz da, tümüyle ağarmış sakalımdan çekinmiş olmalıyım ki, bir türlü gerçekleştiremedim bu arzumu. Yok, yanlış bir şey yapmış olmayacağım için sakalımdan utanmak değil bu; başkaları benim niye maça gittiğimi anlayamayacağı için, onlara kötü örnek olmak korkutmuştur beni. Siz de mi futbol büyüsüne kapıldığımı, maç heyecanını yakından tatmak istediğimi düşündünüz yoksa? Evet, maça gitmek istiyorum; futbolu değil, futbol seyredenleri seyretmek için. On binlerce insanın ibâdet coşkusuyla doldurduğu bu çılgın âyin esnâsındaki değişimleri görmek, huşû ile kendinden geçenleri, sevinenleri, üzülenleri, ama bütün bunları cân u gönülden yapan kalabalıkları gözlemlemek için. O toplum topu seyretsin, ben de onların topunun top için nasıl toplandığını, top karşısında topluca nasıl hopladığını, topyekûn bir cemaat haline gelip toptan topu nasıl yücelttiklerini seyredeyim ve dersler çıkartayım. Onlardaki coşku kadar coşkunun müslüman topluluklarda niye olmadığını anlamaya çalışayım. Öyle gönülden “gooool” sesi çıkıyor ki, en radikal kabul edilen cemaat mensuplarından çok heyecan verici bir durumda bile “Allahu ekber” sesi bu denli yürekten çıkmıyor. Onlar heyecanlarını, taşkınlıklarını sokaklara kadar nasıl taşıyabiliyorlar da müslüman gençler onlar kadar sevgilerini, diriltici mesajlarını böyle dışa yansıtıp haykıramıyorlar. Bu nasıl bir inanç, nasıl bir teslimiyet, nasıl bir bağlılıktır ki, tevhid eri cemaatlerde bile yoktur? Bütün bunları daha iyi anlayıp karşılaştırabilmek için maç denen âyindeki atmosferle fenâya ulaşmış kimselerden ibret almak için maç atmosferini gözlerimle görmek istiyordum. Çünkü ibâdet psikolojisinin câmilerden daha çok, stad adlı tapınaklarda ortaya çıktığını düşünüyorum. Sevgi, bağlılık, kendinden geçme, konsantre denen huşû, fedâkârlık, cemaat/takım ruhu, rakiplere/düşmanlara karşı birlik ve ortak tavır gibi birçok yönden, câmi cemaatinin futbol cemaatinden öğreneceği, örnek alacağı çok şey olmalı.

Evde oturuyor veya bir yerde derse katılmışsınız, ya da ne bileyim cemaatle namaz kılıyorsunuz. Birden bir gürültü, sanki yer yerinden oynuyor… “Deprem mi oluyor, yine ihtilâl mi oldu?” gibi soruların cevabını ararken, az sonra durum açığa çıkıyor: Gol olmuş, gol; falan takım filan takımın kalesine gol atmış. Anlamayan kaldı mı şu iletişim denilen fitne çağında bilinmez ama, anlamayan bir ihtiyar sorar: Ne demek oğlum gol? Daha konuşmasını yeni öğrenmiş 5 yaşındaki torun dedesine öğretmenlik yapar; “dede, sen de ne kadar câhilmişsin! Hem gol deyip geçme…” diye anlatmaya başlar. Bunun ne kadar hayatî öneme sahip olduğunu; hele gol atanların filan takım olduğunu, ha bire izlediği TV.lerdeki maç profesörlerinden, gazetelerin yarısını kaplayan spor sayfalarından veya futbol için özel olarak hazırlanan gazetelerden, arkadaşlarından edindiği o kadar bilgi vardır ki… Dede nihayet anlamıştır: Üç tane direğin arasından içi hava dolu yuvarlak bir meşin parçasını bir delikanlı teperek geçirmiştir. Anlamıştır ama, bütün bu olanlara, sokaktaki gürültülere, atılan tabanca kurşunlarına bir anlam verememiştir: “Evlâdım biz yirmi yaşlarımızda tüfeklerimizi düşmana karşı…” diye anlatmaya başlar. Bu sefer de “barış, Avrupa’daki dostlarımız, Dost ve müttefik Amerika, Avrupa Birliği” gibi masallarla büyüyen çocuk dedesini anlayamamaktadır.

Hindistan’da, kendisine tapınılan inek, caddeye yatmışsa, kimse bu tanrıyı rahatsız edemeyeceği için, ineğin keyfi gelip kendiliğinden kalkıncaya kadar trafik duracak, felç olacaktır. İneğin yerini Batı dünyasında ve bu konuda çoktan Batılılaşmış yaşadığımız bu ülkede top almıştır. Heykelden putlara, ineklere tapanları kınayan nice insan, kendisinin parayı, devleti, vatanı, artisti, şarkıcıyı ya da topu ve topçuyu putlaştırdığını düşünmemektedir bile. Gol mü oldu, maç mı kazanıldı, (sanki İslâm devrimi oldu, ona seviniyor bu müslümanlar diyeceğiniz şekilde) İstanbul’un önemli semtlerinde trafik saatlerce aksayacak, caddelerde hayat felç olacaktır. Bir iftar saatinde veya bayram namazı vaktinde bile caddeler o kadar sakin değildir; önemli bir maç olduğunu caddelerin ıssızlığından hemen kestirmek mümkündür (Hacı amca, sen hâlâ “en iyi müslümanlık bizim memlekette” ninnilerini söyleye dur!). Günümüzde hiçbir güç, insanları top kadar kendine çektirememekte, kendine baktıramamaktadır artık. Bir eğlence, boş zaman faâliyeti olmaktan çoktan çıkmış, küresel bir tapınmaya dönüşmüştür bu çılgınlık.

Yeni yetişen nesil ciddi konulara karşı “boş vermiş” görüntü çizebilir; ama onun da kutsalları vardır; söz popa ve topa geldiğinde görün siz delikanlıyı, tutabilene aşk olsun! Meselâ on tane ashâbın ismini sayan genç bulamazsınız ama, İtalya’daki falan takımın futbolcularının isimlerini forma numaralarıyla birlikte ezbere sayar. Dedesinin hayatını, hangi yılda öldüğünü bilmez, ama tuttuğu takımın oyuncularının hangi gün hangi kızla nerede kaç saat ne halt ettiğini, yani onun siyerini hayranlıkla anlatır. Örnekleri artistler, şarkıcılar ve futbolculardır gençlerin. Onlarla bütünleşir, konuşma ve hayal dünyasında hep onlarla yatıp kalkar. Popüler kültür budur. Gençlerin derslerde başarılı olmasını istiyorsanız, matematik, fen ve benzeri lüzumsuz dersleri kaldırın; zaten İnternetkafelerde, kahve sohbetlerinde gençlerin hiçbir işine yaramıyor bu dersler. Bunların yerine Fener oyuncularını, Galatasaray’ın Avrupa zaferlerini, Beşiktaş’ın kupalarını, Barcelano’yu, Juventus’u, Chelsea’yi, Bayern’i, Milan’ı, Anadolu kaplanlarını, futbol felsefesini, maç psikolojisini anlatan dersler koyun; bakın başarısız öğrenci kalıyor mu?

Modern gençlik, hayatı bir futbol topunun içine sığdırmaya çalışmaktadır. Oyun ve eğlenceyi en önemli, en hayatî şeyleri de oyun saymaktadır. Bu tabloda, haklarını yemeyelim; düzenin ve medyanın büyük katkısı var, övünebilirler istedikleri kadar. İnsanların acılarını geçici olarak dindirir afyon; ama kalıcı hasarları varmış, insanın geleceğini harap edermiş kimin umurunda? “Din afyondur” diyen Marx, muharref Hıristiyanlığa bakarak böyle demiş olmalı; ama futbolun şu aşamalarını görseydi, sözünü “futbol afyondur” diye değiştirmez miydi acaba? Bundan daha büyük sosyal hipnoz, uyutma operasyonu olabilir mi? On binlik beşiklerde kitleler futbol ninnisiyle nasıl uyutulmaktadır, uyumayan insan bunu rahatlıkla görür. Bütün zamanını alıp insanın enerjisini israf ettiren ve boş şeyler uğruna bu kadar paralar harcatan başka bir şey var mıdır, merak ediyorum. Kim demiş futbol 90 dakikadır diye? Günde 24 saat, haftada yedi gündür futbol. Hep onunla oturulup onunla kalkılır. Cuma, Cumartesi, Pazar maç vardır; son yorumlar yapılır, kadrolar konuşulur, hazırlıklar tamamlanır, maç heyecanla beklenir ve görev başına koşulur. Pazartesi, Salı maçlar dakika dakika tahlil edilir, oyuncular, hakem ve teknik heyetler değerlendirilir. Bu konularda gazete ve TV. nasslarından kaynaklar, deliller getirilir. Sevinçler paylaşılır, rakip takımlar ve onlarla birlikte onların taraftarı arkadaş ve akrabalar alaya alınır, hakaretler edilir veya savunmaya geçilir, üzüntüler ve stresler, suçu birilerine yıkma telâşları içinde teselliler aranır. Çarşamba kupa maçları, ya da Avrupa takımlarının maçları varsa onlar gündeme gelir. Yoksa, totolar oynanmaya başlanır, hafta sonu maçları konuşulur. Perşembe yorumlar kızışır, gazetelerdeki açıklamalar değerlendirilir, heyecanla maç beklenir. Totolar, sayısallar, iddaalar ve arkadaşlar arası iddialar kazaya bırakılmadan son anda kuyruklara girerek bu haz ve lezzetler tadılır

Futbol sevgisi, fanatiklik böyle tedavisi bulunmayan bir hastalıktır. Hayatta hiç güçlü olma fırsat ve şansına erişememiş olanlar güce ve başarıya saygı duyar, hatta taparlar ve güçlüler liginden bir takım tutarak gölge oyununa katılırlar, takımları yendiyse “biz yendik” derler, âidiyet hissiyle taraftar olma bilinci bir kimliğe dönüşür.

 

 

Kur’an ve Sünnet’ten konuyla ilgili bazı ilkeleri görelim:

İçki, kumar, put, fal ve şans oyunlarının şeytan işi birer pislik olduğunu belirttikten sonra, Kur’an, içki ve kumarın yasaklanma hikmetlerini şöyle belirtir: “Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister.” (5/Mâide, 90, 91). Bu illetler, yani düşmanlık, kin, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyma özellikleri futbol tutkunluğunda tümüyle var olduğuna göre, bu tutkunluğun hükmü de içki ve kumarın hükmü gibi olacaktır.

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak Hâkim ve Hak olan Allah, çok yücedir. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, kerîm arşın rabbi, sahibidir. Kim Allah ile birlikte başka bir tanrıya taparsa -ki bu hususla ilgili hiçbir delil yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin yanındadır (cezasını O verecektir). Şurası muhakkak ki kâfirler iflâh olmaz, kurtuluşa ermez. De ki: Rabbim, bağışla ve merhamet et. Sen, merhametlilerin en hayırlısısın.” (23/ Mü’minûn, 115-118)

Üçü hâriç, müslümanın her türlü eğlencesi haramdır: Hanımıyla oynaşması, atını eğitmesi ve atış yapması.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad 11; İbn Mâce, Cihad) (HADİS DİNE KAYNAKLIK EDİNCE YAZININ BÜTÜNLÜĞÜNE TERS BİR DURUM ORTAYA ÇIKTI. NE YANİ? TUTKUNLUK DÜZEYİNDE DEĞİLSE BUNLARIN DIŞINDA İNSANLAR EĞLENEMEZ Mİ? ÖRNEĞİN, SATRANÇ, TOPLA OYNANAN HER ŞEY, MÜZİK, YÜZMEK, GEZMEK GİBİ)

 

“Allah’a tâatten alıkoyan her eğlence bâtıldır.” (Buhârî, İsti’zân 52).

 

Futbol, vücudun ihtiyacı olan spor gâyesi ile yapılır ve din açısından başka sakıncalar içermezse mubah bir eğlence sayılabilir. (ŞİMDİ HATA DÜZELTİLDİ) Bu sakıncalar; futbolu spor ihtiyacından fazla oynayarak zaman nimetini ve enerji, güç ve kuvvet nimetini israf etmek şeklinde olabilir. Bilindiği gibi her çeşit israf haramdır. Yine oyun sebebiyle ibâdetleri aksatmak, dünyevî görevleri ihmal etmek, oynarken avret yerlerini tümüyle örtmemek, örtmeyen kimselere bakmak, başkasına (rakibe) zarar verecek davranışta bulunmak, çirkin sözler söylemek, futbolu bir kazanç aracı görmek gibi mahzurları varsa futbol oynamak câiz olmaz. Bugünkü şekliyle futbol, ne kadar salt spor olarak yapılabilmektedir, bunu değerlendirmek gerekir. Ayrıca, seyredenler açısından futbolun herhangi bir faydasından bahsetmek mümkün değildir. Seyreden için futbol kesinlikle bir spor değildir; insanı hareketsiz bırakan ve vücudu faydalı spordan alıkoyan bir tembelliktir. Seyredenler hele takımların yenmesinden ya da yenilmesinden fazlaca etkileniyorsa, yukarıdaki mahzurlardan biri veya birkaçı varsa, seyircinin vebali daha yüksek olur. Hele seyirciler, takım tutuyor, takımının maçlarından müteâl/aşkın bir heyecan duyuyor, ibâdettekine benzer bir zevk alıyorsa; bu, haram olmaktan çıkar, şirk kapsamına doğru yol alır. Dinin esası, bir ilah edinmeye dayanır. İlah edinme, bir şeyi aşırı sevme, bir güce gönüllü olarak ve kayıtsız şartsız şekilde boyun eğme demektir. Tuttuğu futbol takımını her şeyden önde görmenin, onun başarısını insanların İslâmlaşmasından bile önemli gibi görüp aşırı sevinmenin ve müslümanlara yapılan zulümlerden daha fazla takımının mağlûbiyetine üzülenlerin durumu, fıkhı değil; akaidi ilgilendirir.

Simon Kuper’in dediği gibi, futbol asla futbol olarak kalmamaktadır. Bugünkü haliyle bir spor olmaktan bile çoktan çıkmış, oyun içinde oyunların oynandığı nice olumsuzluklara âlet edilen ve insanın onunla değil, onun insanla oynadığı bir bumeranga dönüşmüştür. Kapitalizmin insanları tüketime yönlendirmede futbolu çok yönlü bir araç olarak kullandığını da görmemek mümkün değildir.

2001 yılında Veri Araştırma’nın verilerine göre 15 yaş ve üzerindeki yetişkinlerin yüzde 74’ü bir futbol takımının taraftarı; hiç takım tutmayanların oranı yüzde 26. Bu demektir ki, her dört Türk vatandaşından üçü, bir takım tutmakta. (Ahmed Kalkan- http://www.vuslatdergisi.com/?vuslat=yazi&id=1599&k=60 )

posted in MITOLOJİ | 1 Comment

28th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Doğumdan sonra yaşam var, ya sonrası?

Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları,iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

“Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi?
Hayat ne güzel şey be kardeşim!”

Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler.

“Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan herşeyi gönderiyor.”

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terkedeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.

Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: “Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?” Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir alemi arzuluyormuş. O cevap vermiş:

“Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor”.

Ve eklemiş: “Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.”

“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi. “Hep burada kalmak istiyorum.”

“Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.”

“Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış öteki.

“Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden once başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemis ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu herşeyin sonu olacak.”

Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş: “Hem, belki de anne diye birşey de yok!”

“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi. “Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”

“Sen hiç anneni gördün mü?” diye üstelemiş öteki. “O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.”

Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış.

İkizler dünyalarını terkettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş…

(Anthony de Mello’dan) http://www.gebelik.org/dosyalar/hikaye.html

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

27th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tasavvuf konusunda yazdığı en meşhur kritik.

Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Soffaya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa Müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayıla gelmiştir. Araştırmacılar tasavvufun en erken hicri ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.

Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Peygamber’in şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Ebu Bekir ve Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kuran’ı ahlak edinen Peygamber’de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur’an’da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir. Her ne kadar peygamberin bazı arkadaşlarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sufiliğin İslamla alakası bulunmamaktadır. Hatırlayacağınız gibi Peygamber’in arkadaşlarından bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemadiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber’in: “Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah’ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum” dediğini kaynaklar aktarıyor. Bize gelen rivayetlerde böyle davranan sahabeden bazılarının, bu ibadetleri süresince hanımlarıyla da temasta bulunmadıklarından Peygamber, bu hanımların şikayetleri vesilesi ile haberdar olmuştur. Cevabı sözlerinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır durumun böyle olduğu.

İslam “Lailahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan “La mevcude illallah” (Allah’tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı “VAHDETİ VÜCUD” (Vücud Birliğidir)

Allah Kur’an’da: “Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez.” (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf, yaratılanların tümünün Allah’ın benzeri olduğu inancındadır. Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddini Arabı Füsüsul Hikeminde: “Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır” (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla kitabında: “Şu halde Firavnun iddia ettiği “Ben sizin yüce Rabbınızım sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk’ın aynı ise de Firavnun suretinde tecelli etmiştir.” diye sürdürmektedir inançlarını açıklamayı.

Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür. Yalnızca akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din, tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından ortaya koymaktadır.

Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler.

Birinci olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte, biri diğerinin aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir. İslam akidesinde Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan Yaratıcıdır. Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok idi: Ve Allah, yarattıklarından hiçbirine benzememektedir. Tasavvufta ise Allah ve yarattıklarının tümü bir varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, saliklerini İslam’dan uzaklaştırmıştır. Esas sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır. İslam dininde kainat yoktan yaratılmıştır; gelip geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan var eden Allah kalıcıdır. Kainat ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır. Tasavvuf bu görüşü benimsemez. Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü yaratılan, yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın görüş alanına çıkmasından başka bir şey olmadığı için, ikisi arasında öz ayrılığı yoktur. Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir, birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah’ta vardır (vahdeti vücud). Yaratılma olayı Allah’ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır; yoktan var ediş değildir.

Vahdeti Vücud anlayışı, Anadolu’da gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides’tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun’un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) j üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.

Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran’dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur’an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.

Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran’da tutunmakla kalmadığını, bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir.

Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din salikleriyle karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf zamanla dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır. Kaynakların belirttiğine göre müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı şöyle olmuştur: Suriye’nin Ürdün’e yakın bölgelerinde daha yoğun bir hıristiyan kitle ile birarada yaşayan müslümanların bazılarının komşusu hıristiyanlardan: “Sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır” sorusuna aldıkları “Kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah’a adar” cevabı, soru sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol gösterici olmuştur.

Peygamber “Kitab nedir, iman nedir bilmezken” (42/52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu. Lakin kendisine Rabbi Allah tarafından “Ne yapacağını bilmez iken bulunup doğru yol gösterildikten” (93/7) sonra ömründe (hicreti sırasında yalnızca düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya yani inzivaya, yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında yaşayarak, hayatının vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli bunun tam tersini ahlak edinmişlerdir.

İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İs1am’da ise insan için en olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından bir müslümanın hiç bir sebeble kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak müslümanın böylesi bir dünyadan el etek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiç bir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir müslüman olarak. İslam’da sevap böyle dünyadan eletek çekerek değil, insanların içinde, toplum halinde yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek Allah’ı razı etmekle kazanılır. İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni almış gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah’ın emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledirki Peygamberin gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de uydurmadır.

Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma, kanaatla yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir davranıştır. Zira Allah Kur’an’da bir çok kere “Yiyiniz, içiniz!…” buyurmaktadır. Olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir ki İslam’da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır. Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır. Mesela oruç bir ay boyunca müslümanlara, daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış, lakin güneş battıktan sonra da yiyip, içmek de (yani dünya nimetlerinden yararlanmak da) gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte, işi kişinin kendine bırakmamaktadır.

Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin nefsini terbiye edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna vücudlar halsiz ve takatsız bırakılmakta, hatta kendilerinin hanımları üzerindeki haklarına riayetten onları alıkoyduğu gibi, hanımlarının de kendileri üzerindeki haklarını onlara vermelerinden bunları alıkoymaktadır. Yani haksızlık etmeyi takva yolu kabul etmektedirler. Kimisi takvasından ve hayası nedeni ile yıllardır hanımı ile ünsiyet etmemesiyle övünebilmektedir. Kişiyi tamamen bir rahib hayatına sevkeden (budist rahibi veya hırıstiyan keşişi olsun) bu tür davranışların bir benzerini Peygamber’in hayatında görmek mümkün olmadığı gibi Kur’an’dan da buna yol bulabilmek kabil değildir. Kişiyi ruhbanlığa götürecek bu yollar İslam ile kapatılmıştır. Zira ruhbanlık yasaklanmış ve Peygamber dahil kimseden böylesi davranışlar istenmemiş, aksine var olan dünya nimetlerinden onlara esir olmadan kabil olduğunca yararlanılması ve bunun için Allaha çokça şükredilmesi istenilmiştir.

Allah’a teslim olmamış insan elbetteki yürümesi gereken doğru yolu bulamamakta, yolun dışına çıkmaktadır. Allah buna “Fahşa-aşırılık” diyor. Ve insanları aşırılıktan sakınmaya çağırıyor. Doğruyu tesbit insanın kendine kalınca her önüne gelene doğru demesinin önüne geçilememektedir. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımız da yani inziva ve riyazet de kişinin hevasına uyarak kurduklarını doğru kabul etmesi sonucu ortaya çıkarılmış şeylerdir. Rabbi olan Allah’a teslim olanın ise bu gibi kulluk yollarından uzak durmaları gerekir. Zira insanlara doğru yolu bildiren gerçekten Allah’tır.

Tasavvufun bir yandan İran eski dini ile Hind dinlerinden etkilenerek ortaya çıktığı, diğer yandan hıristiyanlarla temas neticesi onlarda bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini yukarıda anlatmaya çalıştık.

Şimdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara devam edelim. Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden ne denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka hususlarda karşılaştırmalar yapalım.

İslam’da zahire göre hüküm verilir. Zahir, insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir. Örneğin İslamın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir. Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir.

Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın; gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda “Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir” demektedirler. Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen hatırlayıvereceği gibi mesela “mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kimbilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatında hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır.” Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması, zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla doğrulaşmaktadır.

Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri çekecektir. İslamda insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır. Akidevi bakımdan mübtedi bir mutasavvıf “Ben Hakk’ım” diyemezken, seyri sülukta ilerledikçe “Ben Allahım” diyebilmektedir. Bayezidi Bistami “Kendimi tesbih ederim. Benim şanım ne yücedir.” derken, İbni Arabi “Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim” diyebilmekte, buna paralel olarak da, Yunus “Bir ben vardır, bende, benden içeru…” diye sürdürmektedir. Ve giderek namazı, niyazı küçük gören, cenneti istiskal edip istemediğini söyleyen ve isteyenlere verilmesini söyleyerek “Bana seni, gerek Seni…” diyenler de bunlardır. Ve yukarıdaki sözlerimizi doğrulayan tasavvufi tezahhürlerdir. Akidevi açıdan işi o denli ileri götürürler ki “Hatta ‘Füsüs ve Fütühatı Mekkiyye’ isimli eserlerin sahibi Muhyiddini Arabi “hırıstiyanlar tanrılığı sadece İsa ve annesine hasretmelerinde yanıldılar”‘1′ demektedir. Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami’de “Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar… Fakat abdal tabakasına girdikten sonra o işi terketmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin”‘2’.

Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise bunların tümünde yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce örnek bulmamız mümkündür’3′. Akidesi, kabul ettiği ana ölçüleri, ana kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din; İslam ve tasavvufun görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin dışında tutanlar için aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır. Biri, diğerinin yerine ikame edilmek istenilen şeylerin herşeyden çok birbirine benzemeye ihtiyaçları vardır. Hiç değilse görünürde sağlanacak bu benzerlikler, düşünce seviyesi düşük olanları kolay kandırabilmektedir. Allah katında kabul görmeyecek nice sapık dinde de bazı doğruların bulunduğu bilinen bir husustur. Zira her şeyiyle sapık olanların tefriki kolay olması, tefriki güçleştiren unsurlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Mesela bugün demokrasinin ve hatta laikliğin islamlaştırılması, İslamın tümüyle reddedilmediğindendir. Mademki bu başarılamamaktadır o takdirde demokratik İslamdan ya da laik islamdan bahsetmek gündeme getirilmekte, demokratik ve laik kavramlar İslam’da yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki ne demokrasi, ne de laiklik uzaktan yakından İslam’la ilgilidir. Hiç bir surette birbirine yakınlığı bulunmayan bu kavramlar tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve kalplerinden çıkarılmayan İslama sokulmaya, orada yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kadir olsa idiler mutlaka İslam’ı tümüyle, ismi dahil ortadan kaldırmayı ve yerine kendi dinlerini ikame etmeyi isterlerdi. İstemişlerdir de. İktibas Dergisi/Sayı: 141

(1) Bkz. iktibas Dergisi, 104. sayı, 26. Sayfa, 1. sütunda Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin Vahdeti Vücud isimli makalesi.

(2) Bkz. Nefahafül Üns; Molla Cami, Osmanlıcaya çeviren: Bedir Yayınevi, Yayıncısı: Mehmed Şevket Eygi, 1. baskı, 1971, İstanbul, Sayfa: 42.

(3) 1. Nefahat’ül Üns: Molla Cami, Bedir Yayınevi, 1. baskı, 1971, İstanbul.

posted in MITOLOJİ | 1 Comment