Ye’cuc-Me’cuc_Hakkı Yılmaz
YE’CÛC VE ME’CÛC:
[ÖZET SONUÇ: 18Kehf/93-94-Nihayet iki sedd arasına ulaştığında iki kavmin astlarından, hemen hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. 94-Onlar [söz anlamaz kavim] dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu?” 21Enbiya/92–97-“… Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. Hatta Ye’cûc ve Me’cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik.” Kitab-ı Mukaddes, İncil ve Kur’ân’daki anlatıma göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortak özelliği akıncılık, istilacılıktır. Dolayısıyla, bu iki sözcüğün çağrıştırdığı güç bir ordunun gücüdür. Bu durumda Ye’cûc ordu komutanı, Me’cûc de onun askerleri anlamındadır. Ye’cûc ve Me’cûc’ü belli bir tarihe ve coğrafyaya sıkıştırmak yanlıştır. Her devirde ve her bölgede Ye’cûc Me’cûc olabilir. Geçmiş devirde Büyük İskender ve ordusu Ye’cûc Me’cûc idi. Anadolu’yu istila/feth eden Alpaslan ve ordusu da Anadolu halkı için Ye’cûc ve Me’cûc idi. Bizansı istila/feth eden Fatih ve ordusu Bizans için, bugün Irak’ı işgal/istila eden Amerika ve müttefikleri de İslâm dünyası için Ye’cûc ve Me’cûc dür. Afganistan’ı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Vietnam’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Fas’ı, Tunus’u istila edenler de hep Ye’cûc ve Me’cûc’dür. 94. Âyette, sözcüklerin hakikat anlamlarına göre, laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum’ un sanki üçüncü şahıslardan bahseder gibi Zülkarneyn’e Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cüc ve Me’cüc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde hitap ettikleri görülmektedir. Üzerinde yeterince tefekkür edilmediği için ayette nakledilen bu konuşma yanlış değerlendirilmektedir. Hâlbuki sözü edilen laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum Zülkarneyn’e doğrudan Sen ve ordun, bu topraklarda bozguncularsınız demeyip nazik ve diplomatik bir üslupla Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde kinayeli bir lisanla seslenmektedirler. Bütün bu açıklamalardan varacağımız sonuç şudur: Hayber’i istila eden komutan [Muhammed] ve askerleri [Sahabe] de Hayberliler için Ye’cûc ve Me’cûc’dür.”
Bu sözcüklerle ilgili birçok abartılı nakiller ortaya atılmıştır. Bunların en sadesini naklediyoruz:
Ye’cûc ve Me’cûc hakkında yaptığı nakilde ise şunlar bulunmaktadır: Bazıları Ye’cûc ve Me’cuc kelimelerinin Arapça asıldan geldiğini, ateşin tutuşup alevlenmesi anlamında olduğunu söylemiştir. Veya bunlar, yabancı kelimeler olup Arapçalaştırılmıştır. Bu iki kavim Yafes b. Nuh’un çocuklarından olup Türklerden bir nesildir. Yahut Türkler onlardan bir grup olup, Zülkarneyn seddi inşa etmeden oradan çıkmışlar ve dışarıda kalmışlardır. Sonra da Türk diye adlandırılmışlardır. 22 kabile olup Âdemoğullarının onda dokuzunu oluşturmaktadırlar. Onlar iki millet olup her millet de dört bin millettir. Erkeklerinin her biri, neslinden bin kişinin yetişip silah kullanabilecek duruma geldiğini görmeden ölmez. Bunlar Âdem Peygamberin çocuklarından olup dünyayı tahrip etmek için dolaşırlar. Onlar hakkında anlatılanlara göre, bunlar üç sınıftır: Bir sınıf Şam’daki çamlar gibidir; boyları göğe doğru 120 zira’dır [Bir zira’ yaklaşık 70 cm uzunluğundadır]. Diğer bir sınıf, genişliği ve uzunluğu eşit olarak 120 zira’dır, bunların karşısında ne dağ ne de demir duramaz. Üçüncü sınıf ise, bir kulağını yere yayıp üzerine yatar, öbür kulağıyla da sarınıp örtünür. Bunlar, karşılaştıkları her türlü vahşi hayvanı, fili, domuzu, köpeği hatta kendilerinden öleni bile yerler. Önleri Şam’da arkaları Horasan’dadır, doğu nehirlerinin hepsini içerler. Bununla beraber bunlardan bir karış uzunluğunda olanlar da vardır. Zülkarneyn onlardan, boyu orta boylu adamın yarısı kadar olanlar da buldu, onların ellerinde pençeler vardı. Dişleri vahşi hayvanların dişleri gibiydi, kendilerini sıcak ve soğuktan koruyan cesetlerinde kıllar vardı ve hayvanlar gibi çiftleşirlerdi. Âdem Peygamber bir gece ihtilam olmuş, menisi toprakla karışmış, Allah da bu sudan Ye’cûc ve Me’cûc’u yaratmıştır. Onlar Âdemoğulları ile baba cihetinden birleşmektedirler. Onlar yırtıcılara benzeyip hayvanları, yırtıcıları parçalarlar; yılan, akrep ve her türlü canlıyı yerler. İlkbaharda ülkelerinden çıkıyorlar ve yaş, yeşil olan her şeyi yiyor; kuru olanları ise beraberlerinde götürüyorlardı. [69–46](Derveze; et Tefsirü’l Hadis)
Bizim bu konuyla ilgili tahlilimiz ise şöyledir:
Ye’cûc ve Me’cûc sözcüklerinin Arapça olmadığı hakkında görüşler ortaya atılmıştır. Hatta Kur’ân’daki Arapça olmayan kelimelerin tespit ve açıklaması konusunda yapılan çalışmalarda, bu sözcüklerin “Harut ve Marut” sözcükleri gibi yabancı [Yunanca] olduğu, sonradan Arapçalaştırıldıkları nakledilmiştir. [69–47](el Cevaliki ; el Muarreb, Dr. Semih Ebu Muğuli; Fi’l Kur’âni min Külli Lisan)
Bu sözcüklerin yapılarına ekleme çıkarma yapılmak suretiyle Arapça olduğu da kabul edilmiştir. Bu konuda bizim de bir hayli gayretimiz olmuş, ancak bu gayretler de boşuna olmuştur.
Şöyle ki: Bu sözcükleri Arapça kabul edebilmek için, bu sözcüklerden يأجوج – Ye’cûc sözcüğünün “ateşi alevlendirmek, ateş sesi, acı vermek [tuz acısı] anlamındaki ا ج ج – ecc kökünden; مأجوج – me’cûc sözcüğünün de “atmak, saçmak” anlamındaki م ج ج – mcc kökünden türediği düşünülebilir.“ [69–48](Lisanü’l Arab, c. 8, s. 204)
Ne var ki, bu kökten her ne kadar يأجج – yecûcü veya يؤجج – yücicü, يمجج – yemcicü kalıbında geniş zaman fiili oluşturulabilse de, hiçbir zaman “Ye’cûc” veya “Yâcûc”; “Me’cûc” veya “Mâcûc” kalıbında isim oluşturulması mümkün değildir. Bu durumda, isim olan bu sözcüklerin Arap diline başka dillerden geldiğini kabul etmek zorunluluğu doğmaktadır. Tüm dillerde bu tarz yapılandırmalar vardır. Buna “Hercü Merc, Harut Marut, herrü merrü” gibi sözcükleri örnek verebiliriz.
Ye’cûc ve Me’cûc sözcükleri, bizim kanaatimize göre de, genel kabule uygun olarak Arapça kökenli değildir. “Teogog ve Demogog” sözcüklerinin kısaltılmışları olan “Gog ve Magog” sözcüklerinin Arapçalaşmış halleridir.
Bu sözcükler ile ilgili olarak Ehl-i Kitab’ın [Yahûdi ve Hıristiyanların] kutsal kitaplarında metinler vardır:
“Bin yıl dolunca, şeytan zindanından çözülecektir ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Gog ve Magog’u, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır. Onların sayısı denizin kumu gibidir.” [69–49](İncîl /Vahiy 20. Bab 7–8)
“Yâfes’in oğulları: Gomer, ve Me’cûc, ve Maday, ve Yavan, ve Tubal, ve Meşek, ve Tiras…” [69–50](Tekvin 10/2)
“Rab uzaktan, dünyanın ucundan bir milleti, dilini anlamayacağın bir milleti kartal uçar gibi senin üzerine getirecek; kocamış olanın şahsına itibar etmeyen ve çocuklara acımayan, sert yüzlü bir millet ve o seni helak edinceye kadar, hayvanlarının semeresini ve toprağının semeresini yiyecek ve seni bitirinceye kadar sana buğday, yeni şarap ve yağ, hayvanlarının yavrularını ve koyunlarının yavrularını bırakmayacaktır. Ve bütün memleketinde güvenmiş olduğun yüksek ve dayanıklı duvarların düşünceye kadar seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler ve Allah’ın Rabbin sana verdiği memleketinde, seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler. [69–51](Tesniye 28/49–51)
“Âdemoğlu, Magog diyarından olan, Roşun, Meşekin ve Tubal’ın beyi Gog’a yönel ve ona karşı peygamberlik et ve de: Yehova şöyle diyor: “Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım.” [69–52](Hezekiel 38/2–3)
“Bundan dolayı, Âdemoğlu peygamberlik et ve Gog’a de: ‘Rab Yahova şöyle diyor: ‘Kavmim İsrâil emniyette oturunca, sen o gün öğrenmeyeceksin. Ve sen ve seninle beraber birçok kavimler, hepsi atlara binmiş, büyük bir cumhur ve kuvvetli bir ordu olarak, şimalin sonlarından, kendi yerinden geleceksin ve diyarı örtmek için bir bulut gibi kavmim İsrail’e karşı çıkacaksın, son günlerde vaki olacak ki, milletlerin gözü önünde sende takdis olunacağım zaman, ey Gog, onlar beni tanısınlar diye, seni kendi diyarıma karşı getireceğim.” [69–53](Hezekiel 38/14–16)
“Ve Gog İsrâil diyarına karşı geldiği zaman, Rab Yehova’nın sözü, o günde vaki olacak ki, ateş püsküreceğim. Ve sen Ademoğlu, Gog’a karşı peygamberlik et, ve de: ‘Rab Yehova şöyle diyor’: ‘Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım; Ve seni geri çevireceğim, ve seni ileri götüreceğim, ve şimalin sonlarından seni çıkaracağım; ve seni İsrâîl dağları üzerine getireceğim; ve sol elinden yayını ve sağ elinden oklarını vurup düşüreceğim. Sen, bütün ordularınla ve yanında olan kavimlerle, İsrâil dağları üzerinde düşeceksin; yesinler diye her çeşit yırtıcı kuşa ve kırın canavarına seni vereceğim. Açık kırda düşeceksin; çünkü ben söyledim, Rab Yehovanın sözü. Ve Magog üzerine ve adalarda emniyette oturanlar üzerine ateş göndereceğim ve bilecekler ki; ben Rabbim.” [69–54](Hezekiel 39/1–6)
“Ve o gün vaki olacak ki, İsrâil’de, denizin şarkında Geçiciler deresinde [Abarim deresinde] Gog’a kabir yeri vereceğim ve oradan geçenleri o durduracak ve orada Gog’u ve bütün cumhurunu gömecekler ve oraya Hamon-Gog [Gog cumhuru] deresi denilecek. Ve memleketi temizlesinler diye İsrail evleri yedi ay onları gömmekte devam edecekler. Ve onları memleketin bütün kavmi gömecek ve onlara izzet bulduğum günde nam olacak, Rab Yehova’nın sözü. Ve devam üzere memleket içinden geçecek adamlar ve o geçenlerle beraber memleketi temizlemek için yerin üzerinde kalanları gömecek adamlar ayıracaklar; onlar yedi ayın sonunu da araştıracaklar. Ve memleket içinden geçecek olanlar geçecekler ve biri insan kemiği görünce gömecek olanlar onu Hamon-gog deresine gömünceye kadar yanına bir nişan koyacak. Ve Hamona da bir şehrin adı olacak. Memleketi temizleyecekler.” [69–55](Hezekiel 39/ 11–12)
“Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Ye’cûc ve Me’cûc’ü, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır; Onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri kuşattılar ve gökten ateş inip onları yedi.” [69–56](Yuhannâ’nın Vahyi 20/7–8)
“İşte, ey İsrâîl evi, uzaktan evinize bir millet getireceğim, Rab diyor; o zorlu bir millet, eski bir millettir, bir millet ki, sen onun dilini bilmez ve ne dediklerini anlamazsın. Onların ok kılıfı açık bir kabirdir, hepsi yiğitlerdir. Oğullarının ve kızlarının yiyecekleri harman mahsulünü ve ekmeğini onlar yiyecekler; asmalarını ve incir ağaçlarını yiyecekler; güvenmekte olduğun duvarlı şehirlerini kılıçla vurup yıkacaklar. Fakat o günlerde bile sizi bütün bütün bitirmeyeceğim, Rab diyor. [69–57](Yeremya 5/15)
Bu anlamları Ye’cûc ve Me’cûc’ün ikinci kez yer aldığı Enbiyâ Sûresindeki paragrafta tetkik edelim:
(Enbiya: 92–97) Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin. Hâlbuki onlar [müşrikler], işlerini aralarında paramparça ettiler. Hepsi yalnızca Bize dönücülerdir. Öyleyse kim inanmış olarak sâlihâtı işlerse onun emeği için nankörlük edilmeyecektir. Biz, hiç şüphesiz onu yazanlarız da. Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. Hatta Ye’cûc ve Me’cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik.”
Gerek Kitab-ı Mukaddes ve İncil’deki, gerekse Kur’ân’daki anlatıma göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortak özelliği akıncılık, istilacılıktır.
Dolayısıyla, bu iki sözcüğün çağrıştırdığı güç bir ordunun gücüdür. Bu durumda Ye’cûc ordu komutanı, Me’cûc de onun askerleri anlamındadır.
Dikkat çeken bir diğer nokta da, bu sözcüklerin “yakıp yıkma, atıp saçma” sözcüklerini çağrıştıran kelimelerle Arapçalaşmış olmalarıdır.
Ye’cûc ve Me’cûc’ü belli bir tarihe ve coğrafyaya sıkıştırmak yanlıştır. Her devirde ve her bölgede Ye’cûc Me’cûc olabilir. Geçmiş devirde Büyük İskender ve ordusu Ye’cûc Me’cûc idi. Anadolu’yu istila/feth eden Alpaslan ve ordusu da Anadolu halkı için Ye’cûc ve Me’cûc idi. Bizansı istila/feth eden Fatih ve ordusu Bizans için, bugün Irak’ı işgal/istila eden Amerika ve müttefikleri de İslâm dünyası için Ye’cûc ve Me’cûc dür. Afganistan’ı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Vietnam’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Fas’ı, Tunus’u istila edenler de hep Ye’cûc ve Me’cûc’dür.
Bütün bu açıklamalardan varacağımız sonuç şudur: Hayber’i istila eden komutan [Muhammed] ve askerleri [Sahabe] de Hayberliler için Ye’cûc ve Me’cûc’dür.
94. Âyette, sözcüklerin hakikat anlamlarına göre, laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum’ un sanki üçüncü şahıslardan bahseder gibi Zülkarneyn’e Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cüc ve Me’cüc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde hitap ettikleri görülmektedir. Üzerinde yeterince tefekkür edilmediği için ayette nakledilen bu konuşma yanlış değerlendirilmektedir. Hâlbuki sözü edilen laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum Zülkarneyn’e doğrudan Sen ve ordun, bu topraklarda bozguncularsınız demeyip nazik ve diplomatik bir üslupla Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır şeklinde kinayeli bir lisanla seslenmektedirler.
“Kinaye sanatı” Kur’ân’da ve Arap edebiyatında sıkça başvurulan bir yoldur. Hatırlanacağı üzere, Alak Sûresinde “Salât ettiğin [eğitim öğretim verdiğin, sosyal destek sağladığın] zaman seni engelleyen kişiyi gördün mü?” yerine, Salât ettiği [eğitim öğretim verdiği, sosyal destek sağladığı] zaman bir kulu engelleyen kişiyi gördün mü? (Alak Sûresinin 9–10. Âyetleri. denmiştir. Yine aynı şekilde, Abese Sûresinde de “Yüzünü ekşittin ve sırt çevirdin; sana o kör geldi diye” yerine, Yüzünü ekşitti ve sırt çevirdi; kendisine o kör geldi diye … (Abese Sûresinin 1–2. Âyetleri. denmiştir. Her iki ayette de muhataba doğrudan değil, kinayeli bir anlatımla üçüncü şahıs olarak hitap edilmiştir.
TOPRAKLARDA BOZGUNCULUK:
Âyette, kanun-nizam tanımaz toplumun [Hayberli Yahudilerin] Zülkarneyn’e: Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye’cûc ve Me’cûc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu? diye teklifte bulundukları nakledilmektedir.
Âyetin orijinalindeki الآرض – el-arz sözcüğünün başındaki ال – el takısı “ahd” anlamına alındığı zaman, anlam da “yeryüzünde” değil, “bu yerde, bu topraklarda” şeklinde olur. Sözcük bu anlamıyla ele alındığında ise, Hayberlilerin Zülkarneyn’e [Rasûlullah’a] “İstilacılar [sen ve askerlerin] çiftçilikten anlamazsınız, bu toprakları ekip biçmesini bilmezsiniz, bu topraklara yazık edersiniz, tarlaları bozup dağıtırsınız. O nedenle, bu toprakları elimizden almayın. Bu toprakları yine biz ekelim, dikelim. Karşılığında da size vergi verelim” diye teklifte bulundukları anlaşılır.
95. O [Zülkarneyn] dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu imkânlar daha hayırlıdır. Haydin siz bana kuvvetle yardım edin de sizinle onların arasında çok sağlam bir sedd kılayım.
96. Bana, demir kütleleri getirin/ince zekânızla hazırladığınız teklif metinlerini bana getirin.” Nihayet iki tepe/hedef eşitleştiği zaman: “Üfürün! ” dedi. Nihayet onu [demiri] bir ateş haline getirince, ‘getirin bana üzerine su boşaltayım’ dedi.
Bu Âyetlerde, Zülkarneyn’in vergi karşılığı sedd yapmasını teklif eden laf anlamaz kavme verdiği cevap ve yaptığı işler konu edilmiştir. Zülkarneyn [Rasûlullah], verdiği bu cevapta, Allah’ın kendisine lütfettiği zaferin oradan alınacak ganimetten daha değerli ve yararlı olduğunu dile getirmiş, sonra da “gelin, çok sağlam bir anlaşma yapalım” demiştir. “Çok sağlam bir sedd” anlamı verdiğimiz redm sözcüğü, “sedd” sözcüğünden daha şümullü bir anlam ifade etmektedir. [69–58](Lisanü’l Arab, c. 4, s. 121, “rdm” mad.)
Hak-hukuk bilmez kavim Zülkarneyn’e “bize bir sedd yapıver” demişken, Zülkarneyn onlara çok daha sağlam bir sedd [redm] yapmaktan bahsetmektedir. Buradan anlaşılan o ki, Hayberlilerle yapılacak sözleşme, Medinelilerle yapılan sözleşmeden de, Mekkelilerle Hudeybiye’de yapılan sözleşmeden de daha sağlam olacaktır. Zaten de öyle olmuştur.
زبر الحديد – ZÜBERE’L-HADİD
الزّبر – Züber sözcüğü “parça, kütle” anlamında kullanıldığı gibi, “kitap, küçük kitap, broşür, yazılı notlar” anlamında da kullanılır. Dâvûd peygambere verilen kitabın adı olan Zebur da bu sözcükle aynı kökten gelmektedir. [69–59](Lisanü’l Arab, c.4, s. 332–335]
الحديد – Hadîd sözcüğü demir anlamında olduğu gibi, “keskin zeka, keskin görüş, göz keskinliği” anlamında da kullanılmaktadır. Sözcükle ilgili olarak daha evvel Sebe’ Sûresinin 10 , 11. Âyetlerinin tahlilinde açıklama yapıldığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz. [69–60](Tebyinü’l Kur’ân; c.6, s. 79–82)
Hadîd sözcüğü, Kaf Sûresinin 22. Âyetinde Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir şeklinde “keskin görüş, ince zekâ” anlamında kullanılmıştı. Sözcük konumuz olan Âyette de yine “keskin görüş, ince zekâ” anlamındadır.
Zübere’l-hadid tamlamasını, bu anlam doğrultusunda değerlendirdiğimizde, cümlenin anlamı da “keskin zekânızın notlarını bana getirin” demek olur. Diğer bir ifadeyle “ince zekânızla hazırladığınız teklif metinlerini bana getirin” demektir. Böylece yapılacak anlaşma için Zülkarneyn ilk teklifi onlardan beklemektedir.
Âyetteki Nihayet iki tepe /hedef eşitleştiği zaman ifadesi ise “her iki tarafın kabul edeceği şartlar oluşunca” demektir. Bu gerçekleşince onlara “üfürün” denmiştir. Üfürün ifadesi, “siz hazırlayınca biz de imzalayalım, anlaşma sapasağlam olsun” demektir. Zira sözcüklerin lafzî manalarına göre, demiri ateş haline getirip üzerine su boşaltmak, demire, çeliğe su vermektir. Demire, çeliğe su vermek, onu daha sağlam, eğilmez, bükülmez, bozulmaz kılmaktır.
Zülkarneyn Nihayet onu bir ateş haline getirince yani, her iki tarafın şartları ortaya konup anlaşma sağlanınca, getirin bana, üzerine su boşaltayım demiştir. Burada da yine çok anlamlı sözcüklerle sanatsal bir anlatım icra edilmektedir. Bu nedenle, ifadelerin mecazî anlamlarına dikkat edilmelidir. Klasik kabullerdeki gibi, iki dağ arasına demir kütükleri yığdırıp sonra üzerine erimiş bakır dökmek, aklın alacağı şey değildir. Halkın o kadar demiri ve onu eritecek körüğü olsaydı Zülkarneyn’den yardım da istemezlerdi. Ayrıca iki dağ arasına yığılmış binlerce ton demirin körükle ısıtılıp eritilmesi de imkân dışı bir şeydir.
Âyette genellikle “erimiş bakır” anlamı verilen قطر – k-t-r sözcüğü bu anlamı ifade etmekle birlikte, esas anlamı “su, yağmur ve gözyaşı” gibi sıvılardır. [69–61](Lisanü’l Arab, c. 7, s. 410, 411)
Biz burada su anlamını tercih etmiş bulunuyoruz.
97. Artık onlar [o söz anlamaz kavim], onu [sağlamca yapılan sözleşmeyi] aşmaya güç yetiremediler, onu delmeye de güç yetiremediler.
98. O [Zülkarneyn] dedi ki: “Bu [Sağlamca yapılan sözleşme] Rabbimden bir rahmettir. Artık Rabbimin vaadi geldiği vakit de onu dümdüz yapacaktır. Rabbimin vaadi de haktır.”
Bu ayetlerde sözleşmenin hayırla, rahmetle sonuçlandığı ve bu sözleşmenin bozulmadığı açıklanmıştır.
Bu ayetler indiği zaman bunların hiç birisi olmamıştı. Dolayısıyla, Rasûlullah’ın bu olayları yaşayıncaya kadar Kur’ân’da konu edilen Zülkarneyn’in bizzat kendisi olduğunu anlayıp anlamadığını bilemiyoruz.
Son olarak şunu da ifade edelim: Rasûlullah’ın “Zülkarneyn [İki Çağ Sahibi]” oluşu, peygamberlikteki hayatının iki aşamalı oluşundan dolayıdır. Müslümanlar daha sonraki yıllarda Hicret’i takvimlerinin başlangıç yılı olarak kabul ettiler. Böylece olaylar “HÖ [Hicretten Önce]” ve “HS [Hicretten sonra]” diye ayrımlanarak tarihe girdi. Tıpkı “MÖ [Milattan önce] ve “MS [Milattan sonra]” ifadelerindeki “Milat” gibi, “Hicret” olayı da tarih düzleminde iki ayrı çağa işaret eden bir referans noktası olarak kabul edildi.
HAYBERLİLERLE YAPILAN ANTLAŞMA:
Konumuzla alakası bakımından Hayberlilerle yapılan sözleşmenin özellikle bilinmesi gerektiğine inanıyoruz. Hayber Yahudilerinin ellerindeki toprakları yarıcı olarak işletmelerinin öngörüldüğü bu antlaşmanın şartları şöyleydi:
Hayber Yahudileri, hususan Vatîh ve Sülalim Yahûdileri, kendilerine Peygamberimiz Aleyhisselam tarafından verilen eman ve söz üzerine, bütün mallarını, mülklerini bırakarak Hayber’den çıkıp gideceklerdi. Peygamberimiz Aleyhisselamın onları Hayber’den sürüp çıkarmak istediği sırada, Yahûdiler şöyle dediler:
—Bizi Hayber’de bırak da, şu Hayber toprağında bulunalım, onları imar edelim, görüp gözetelim. Yâ Muhammed! Biz mal mülk sahipleriyiz. Biz mülk bakımını, işletmesini sizden daha iyi bilir ve başarırız. Sen bu mülkleri bize işlettir! “.
Böylece Hayber mülkleri üzerinde yarıcı olarak çalışmak istediklerini belirttiler.
Gerçekten de ne Peygamberimiz, ne de ashabının Hayber mülklerine bakabilecek işçileri bulunmadığı gibi, orayı bizzat görüp gözetmeye de vakitleri yoktu.
Peygamberimiz şöyle buyurdu:
—İstiyorsanız, şu malları işlemek üzere size vereyim, mahsul ve meyveler aramızda bölüşülsün! Sizi bu mallar üzerinde Allah’ın durdurduğu müddetçe durdurayım! ” buyurdu.
Hayber Yahûdileri kabul ettiler. Bunun üzerine, Peygamberimiz dediki:
—Sizi çıkarmak istediğimiz zaman, çıkarmamız şartıyla! ” diyerek ve mahsulü yarı yarıya bölüşmek üzere, onlarla anlaşma yaptı. Hayber arazisini böylece onlara işletti. Buna göre; Yahudiler çalışacaklar, ekecekler, dikecekler, elde edilecek ekin ve hurma mahsullerinin yarısını hizmetlerinin karşılığı olarak alacaklardı
Abdurrezzak’ın İmam Zührî’den rivayetine göre:
Peygamberimiz, Hayber Yahûdilerini, Hayber’den çıkıp gidecekleri sırada yanına çağırdı. Mahsulünü yarı yarıya bölüşmek üzere Hayber hurmalık ve ekinliklerini onlara teslim etti ve kendilerine şöyle dedi:
–”Allah sizi durdurdukça, bu iş üzerinde duracaksınız”.
Hayber’de ne Peygamberimiz, ne de ashabı hesabına Yahudilerden başka işçi çalıştırılmamıştır.
Ketibe’de yetişmiş 400.000 hurma ağacı vardı. Peygamberimiz, mahsul zamanında Abdullah b. Revâha’yı, sonra da Cebbar b. Sahr’ı Hayber’e gönderir, mahsul ve meyveleri adalet ve hakkaniyet üzere tahminlettirip yarı yarıya bölüştürürdü.
Abdullah b. Revâha, mahsulü tahminleyip ikiye böldükten sonra, istedikleri bölüğü almakta Yahûdileri serbest bırakır yahut onlara şöyle dedi:
–”Siz tahminleyip bölünüz, birisini almakta beni serbest bırakınız”.
Buna rağmen, Yahûdilerin Abdullah b. Revâha’ya:
–”Bize haksızlık ettin! ” diyecek kadar ileri gittikleri olur, Abdullah b. Revâha:
Size düşen de bizim olsun! ” diyerek olgunluk gösterirdi.
–”İsterseniz, bize düşen sizin olsun!
Yahudiler, kadınlarının zinet takıntılarını toplayıp Abdullah b. Revâha’ya:
“Bunlar senin olsun da, bize bölüştürmede iyilik et! Göz yum! ” dediler.
Abdullah b. Revâha şöyle karşılık verdi:
–”Ey Yahûdi cemaati! Vallahi, siz bana Allah’ın yaratıklarının en sevimsizi ve iğrencisinizdir! Sizin bana teklif ettiğiniz ücret, bir rüşvettir. Rüşvet ise haramdır! Biz onu ağzımıza koymayız, yemeyiz! ” dedi
Bunun üzerine Yahûdiler, rüşvetin kendilerince de haram olduğunu söyleyerek itiraf ettiler:
–”Gökler ve yer durdukça, hak ve gerçek olan da budur! “
Abdullah b. Revâha, mahsulü 40.000 vesk olarak tahminlemiş, her iki tarafa yirmişer bin vesk düşmüştü
Hayber Yahudileri, Abdullah b. Süheyl’i öldürünceye kadar, Müslümanlardan hiçbir sert muamele görmediler. Peygamberimiz Aleyhisselam’ın vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir de, Hayber Yahudileri hakkında aynı şekilde hareket etti. Hz. Ebu Bekir’in vefatından sonra Hz. Ömer de Hayber Yahudileri hakkında onlar işi azıtıncaya kadar böyle hareket etti. Hz. Ömer’in devrinde Müslümanların elinde işçiler çoğalmış, toprağı işlemek kolaylaşmış, Yahûdilere pek ihtiyaç kalmamıştı.
Ketibe’nin yıllık hurma mahsulü tahminen 8.000 vesk idi. Bunun yarısı olan 4.000 vesk hurma yarıcı olan Yahûdilere bırakılıyordu.
Ketibe’de ekilen arpanın yıllık hâsılatı 3.000 sa’ idi. Bunun yarısı olan 1.500 sa’ arpayı Peygamberimiz alıyor, 1.500 sa’ını da Yahûdilere bırakıyordu.
1.000 sa’ tutan hurma çekirdeğinin de yarısı Peygamberimiz Aleyhisselama aitti.
Peygamberimiz, bütün bu arpa ve hurma mahsulleriyle hurma çekirdeğinden Müslümanlara vermekte idi. [69–62](Tüm İslam Tarihi Belgeleri)
99. Ve Biz, o gün [kıyamet günü] onları [şirk koşan kimseleri]dalgalar halinde birbirlerine girer halde bırakıvermişizdir. Sûr’a da üfürülmüştür. Böylece onların [şirk koşan kimselerin] hepsini bir araya toplayıvermişizdir.
100–101. Ve Biz, cehennemi o gün, Beni hatırlatan ayetlerimden gözleri bir örtü içinde olan ve dinlemeye [vahye kulak vermeye] güçleri olmayan kâfirler için genişlettikçe genişlettik.
Zülkarneyn tanıtıldıktan sonra, bu ayet grubunda Rabbimiz insanları uyarmak için konuyu yine Kıyamet’e getirmiştir. Pasajda konu edilen kimseler, Sûrenin giriş kısmında konu edilen müşriklerdir.
Kıyamet gününde müşrikler mutlak bir hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Öyle ki, inanmadıkları, olmaz dedikleri kıyamet ile artık yüz yüze kalmışlardır. İster istemez mahşerde toplanmışlar, hesaplarının görülmesini beklemektedirler. Karşılarında tüm inançsızları içine alacak kadar genişletilmiş bir cehennem vardır.
(Kamer: 6–8) O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde Çağırıcı’nın, nüküre [bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler.
(Tâ–Hâ: 100–102) Kim ondan [Bizim verdiğimiz zikirden; Kur’ân’dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet günü; Sûr’a üfürüldüğü gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyamet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş olarak toplayacağız.
(Nebe’: 18) O gün Sûr’a üflenir: Siz de hemen bölükler halinde gelirsiniz.
102. Peki o kâfirler, Benim astlarımdan bir takım veliler edineceklerini mi sandılar? Şüphesiz Biz cehennemi o kâfirlere bir konukluk olarak hazırladık.
http://www.istekuran.com/index.php?page=kehf