-
15th Ocak 2010

Tefsirlerde Salavat

posted in SALAVAT |

PEYGAMBER’E SALAVAT’I İBADETE DÖNÜŞTÜRMEK

Diyanet Tefsiri

33/56. Türkçe’de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan Salât kelimesinin kök mânası “ateşe tutmak, kızartmak”tır. İnsan kendini ya Allah’a yöneltir, O’na arzeder, O’nun şuurunda olarak yaşar veya O’ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların “salât”ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah’a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah’a vermenin, O’nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir. Müminlerin Peygamber’e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, “Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?” diye sorulduğunda, Resûlullah namazların oturuşlarında okuduğumuz “salavât-ı şerife”yi öğretmiş, “Bana böyle salât edersiniz” demiştir. Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır. Allah’ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lütuf ve rahmetti. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, “rahmet ve övgü” şeklinde tanımlanmıştır.

Ahzab 43. âyette Allah’ın müminlere rahmetiyle lütuflarda bulunduğu, meleklerin de onlara dua ettikleri salât kelimesiyle zikredilmiş, hemen arkasından da bu salâtın doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu halde Allah’ın salâtı yalnızca övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir.

“Siz de ona salât ve selâm okuyunuz” emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bîr defa Peygamber’e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın nıüstehab (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir. İbn Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahabenin, Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını kaydetmektedir. Onun tespitine göre sahabe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürreşîd zamanında hicrî 181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline getirilmiştir (s.100-101). (İbn Âşûr, İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXII, 98 vd; Cessâs, IH, 370; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, 111,1584) Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber’e, kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını, yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir. (Diyanet Tefsiri, Ahzab suresi, 56 tefsiri)

 

HAYRETTİN KARAMAN 

4444 Tefrîciyye veya 41 Yâsîn gibi belli saylarda okunan dualar, zikirler, salavât, âyetler ve sureler hakkında (namazlardan sonra 33 adet olarak söylenen tesbîh, tahmîd ve tekbîr gibi pek az müstesna tutulursa) emreden, tavsiye eden bir nas yoktur“Bunu şu kadar okumak sünnettir, farzdır, dinin emridir…” derse veya böyle inanırsa bid’at gerçekleşir… ( http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00160.htm)

This entry was posted on Cuma, Ocak 15th, 2010 at 16:41 and is filed under SALAVAT. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz