-
16th Ağustos 2008

Ebu Yezid el-Bistami’nin Tanrı Anlayışı

posted in MITOLOJİ |

Kendini Tanrı İlan Eden Ebu Yezid el-Bistami ve Şatahatı[556]

Ebu Yezid el-Bistami’nin felsefesinin kaynağını ve kendini nasıl tanrı ilan ettiğini Macit Fahri’den dinleyelim:

Fena fi’t-Tevhid doktrinini öğreten İslam’a girmiş bir Hindli olan Ebu Ali es-Sindi tarafından tasavvufa sokuldu. Bestami (Bistami), şimdiye kadar bahsedilen başka herhangi bir sufiden daha çok kendisini son derece şiddetli zorluklara tabi tuttu ki, böylece bizzat kendisinin ifade ettiği gibi, insanlık halinden tamamen soyunabilsin ve Allah’la yüzyüze gelsin. Onlar hakkında sonraki alimlerin yorumları ne olursa ol­sun, Bestami’nin taşkın ifadeleri (şatahat), umumi olarak tasavvufi vecd konuları ve Allah’la ittihad (bütünleşme) fikri üzerinde dönüp dolaşır ve açık bir ilahlaştırma (self-deification) telakkisini ifade eder. Daha sonraki bir sufi müellifin rivayet ettiği şatahatından birinde Bestami şöyle der:

Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: Ey Ebu Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar. Bunun üzerine ben dedim: Beni vahdaniyetin­le donat ve senin benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine yükselt, ta ki yara­tıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: Sen’i (Allah’ı) gördük ve sen O’sun. Fakat ben(Ebu Yezid) orada olmam.”

Herhalde en meşhur olan başka bir şathiyesinde şöyle der: “Subhani ma a’zame şani”(Kendimi teşbih ederim, şanim ne yücedir!).

Fakat bu ifadelerdeki tartışma götürmez vahdeti vücut imalarına rağmen, ona gö­re, tasavvufi tecrübenin en yüksek noktası bir dereceye kadar olumsuz ve boş ka­lır. Çünkü Hint tasavvufunun bazı şekillerinde (Patanjali) olduğu gibi, nefs, her ikisi de fani olmuş olan Ben ve Sen, Zat ve Mutlak arasında muallak olarak kalır. Ona nisbet edilen bir sözde de kendisinin ulaştığı ve on yıl çevresinde dolaştığı yokluk (leysiyye) makamından bahsedilir ki şöyle demiştir: “Yok (leys)tan yok’a, yokla ge­çebildim.”

Tasavvufun bu şekli üzerinde Hint tesirinin kesin olduğu Zaehner tarafından gösterilmiştir. Yalnızca Bestami’nin Hintli üstadı el-Sindi’nin ona öğrettiği (Nihai Hakikatlar) meselesine değil, fakat, ayrıca onun düşüncesinin terkibinde ve onun “Nihilistic” içeriklerinde (implicalions)da Vedantik metafiziğe götüren açık bir halka var­dır.

Bestami Vedantik düşüncesinin Şankara (öl. 820) ve okulu tarafından aktif olarak canlandırılmaya ve sistemleştirilmeye çalışıldığı bir zamanda yaşadı. Onun “Kendi­mi tesbih ederim” (Subhani), yahut “Ben sen’im” yahut ta “Sen Ben’im” gibi bütün şatahatı onun Allah’la tam bir zat ayniliği iddia ettiğini gösterir ve onların Upanişadlar ve Vedanta’da birçok benzerleri vardır. Belki de onun şatahatından en yayqın olanlarından biri, onun Allah’ı aramasını anlatanıdır. Bestami Allah’ı Arş üzerinde bulamamış ve bu yüzden O’nun Arş’taki yerine oturmuştur: “Melekut ummanına (alemi müsül= The realm of ideas) ve lahut hicablarına daldım, hatta arş’a ulaştım. (Bir de ne göreyim) O boştu. Böylece kendimi onun üzeri­ne attım ve dedim: Rabbim, seni nerede bulayım? Ve perdeler kaldırıldı da gördüm ki ben benim, evet Ben Benim. Aradığım şeye geri döndüm ve O Ben idim ve Benden başkası değildi.”

Dokuzuncu yüzyılda bir müslümanın böyle kendisini neredeyse Allah’ın üstünde bir yere koyan şatahatı söyleyebilmesi ve buna rağmen ceza görmemesi gerçekten şa­şırtıcıdır![557]

Tayfur Ebu Yezid el-Bistami’nin tanrı anlayışını dile getiren bir de şu sözlerine bakalım:

“Çadırımı Arş’ın yanına kurdum. [558]“Öyle bir denize daldım ki, peygamberler kıyı­sında kalmışlardır. [559] “Sübhani (Kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzehim), mâ a’zama şanî (şanım ne yücedir) [560]

Ancak bazılarının görüşlerini sunabildiğimiz tasavvufçuların birbirleri­nin anlayışlarım nasıl paylaştığı ve tevhidin canına okumak için aynı çizgiyi nasıl izledikleri açıkça görülmektedir.

Ebu Yezid el-Bistami ve benzerlerinin İslam inançlarıyla bağdaşmayan sözlerini, dinin özüne ve ruhuna sahip olduklarını iddia eden tasavvufçular reddedip karşı çıkacaklarına, onları temize çıkarma, haklı gösterme ve sa­vunma yoluna gitmişlerdir. Hatta uydurdukları sekr, mahv, fena ve şatahat gibi paravanlarla açıkça küfür ve dinsizlik olan birtakım sözlerini dine uy­gun göstermek veya sorumluluktan kurtarmak için her yola başvurmuşlar­dır.

Bu konuda Macit Fahri şöyle demektedir:

“Ancak, sonraki müelliflerce yapılan bir açıklama bize bu meseleye dair bir ipucu verir. Şöyleki, Bistami’nin dini vecibelerini ihmalle itham edildiğinde diğer sufilerin de sığındığı “Cunun=Delilik” hilesine başvurduğu anlatılır. Her halde bu vasıta bir­çok sufinin hayatını kurtardığı gibi onun hayatını da kurtarmıştır. [561]

Hatta onları temize çıkarmak veya mazur göstermek için dinin naslarını te’vil etmiş ve çığırından çıkarmışlardır. Halbuki, onların ifadeleriyle ken­dinden geçtiği veya sarhoş olduğu zaman söyledikleri bu sözlerinden uyanık ve ayık oldukları zaman vazgeçtikleri yahut tevbe ve istiğfar ettiklerine dair hiçbir delil mevcut değildir. Çünkü bu insanların sekr (sarhoşluk) ve ayık bütün hallerde inançları ve anlayışları aynıdır. Yoksa bu inanç ve anlayışları sonbahar güneşi gibi bir görünen, bir kaybolan bir inanç ve anlayış değil­dir.

Kaldı ki İslam sarhoşluk verdiği ve aklı giderdiği için bütün uyuşturucu çeşitlerini yasaklamış ve ancak aklı olan insanları mükellef kabul etmiştir. Bilindiği gibi aklı olmayan deli ve henüz akil baliğ olmamış çocuk İslamın hükümleriyle mükellef değildir. Nitekim ne konuştuğunu anlamayacak ka­dar sarhoş olan insanların namaz kılmalarını yasaklamış ve sarhoşlukları gidip akılları başlarına gelinceye, yani konuştuklarını anlayıncaya kadar beklemelerini emretmiştir. “Ey inananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, namaza yaklaşmayın[562]

el-Bistami ve benzerlerinin İslam dışı sözlerini temize çıkarmak ve savunmak için tasavvufçuların nasıl çaba gösterdiklerine örnek olması için bir misal vermek istiyoruz. Abdulkadir el-Geylani’ye sorulmuş: “Ebu Yezid’in “Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardır” sözü hakkında ne dersiniz? Şu cevabı vermiştir:

“Söylediği doğru ise, anlamı şudur: Geçme ehliyetine sahip olduğunu gör­dükleri kişileri karşıya geçirmek, bu ehliyete sahip olmadığını gördüklerini de geçmekten alıkoymak, boğulmak üzere olanların imdadına koşmak için orada kaldılar. Tıpkı üstün olan kişinin cennete girmesi için şefaat maksa­dıyla daha üstün olan kişinin geride kalması gibi. [563] Celaleddin er-Rumî’nin de böyle bir tevili yukarıda kaydedilmişti. [564]

İşin en tuhaf yanı da, tasavvufun en temiz ve ayıklanmış kitabı olduğu, hatta bundan dolayı Hallaç ve benzerlerine yer vermediği söylenen er-Risale’de Kuşeyri’nin el-Bistami’den övgü ile sözetmesidir. [565]

Aynı şekilde tasavvufun bidatlarını eleştirmek ve ayıklamak amacıyla yazıldığı iddia edilen Nasır et-Tusi’nin “el-Luma” kitabı daha ileri giderek el-Bistami ve benzerlerinin dindışı şatahatlarını tevil yoluna gitmekte, üstadlarından teviller naklederek sütten çıkmış ak kaşık olduklarını göstermeğe çalışmaktadır.[566]

Bu şekilde, İslam’la bağdaşmayan birtakım sözleri ve anlayışları tasavvufçuların savunup temize çıkarmaya çalıştıklarının Örnekleri pek çoktur.

Allah aşkıyla kendilerinden geçerek sarhoş olduklarını veya delirdiklerinden sufiler, aslında Allah’ı sevmiyor, aksine onun yasağını çiğneyerek isyan ediyorlar. Çünkü sarhoşluk veren bütün şeyler dinin yasakladığı şeylerdir. Bu ister alkol ve uyuşturucu almakla meydana gelsin, ister veya güneşte beklemek gibi bir sebeple meydana gelsin, fark etmez. Çünkü insanın aklını başından alan ve uyuşturan her şey haramdır, Şeriata haram olan bir yolla helal olan bir şeye gidilmez. Yani gaye vasıtayı meşru yapmaz. Tıpkı zengin olmak için başkasının malını çalmak veya faiz vermek yahut şehvetini tatmin etmek için zina etmek gibi.

Diğer taraftan, Allah sevgisinden veya aşkından dolayı sarhoş ve deli olduklarını iddia eden bu insanlar acaba Yüce Allah’ı Hz. Muhammed, Ebu Bekir, Ömer ve diğer ashabından daha mı çok seviyordu? Acaba bu insanlar bütün peygamberler ve onların ashabından daha mı çok Allah’ı biliyor ve ona yakın bulunuyordu? Başta Hz. Muhammed olmak üzere peygamberle­rin Allah sevgisi veya aşkıyla kendinden geçtiği, sarhoş veya deli olduğu ve sufilerin saçmaladığı gibi saçmaladığı (haşa) var mıdır?! Ya Peygamberler ve ashabı sufiler kadar Allah’ı bilmiyor, sevmiyor ve ona yakın bulunmuyor­du, yahut sufilerin Allah aşkı ve yakınlığı yanlış ve batıldır. Yahut sufiler Allah aşkı ve sevgisinin maskesi altında İslam’ın belkemiği olan tevhid prensibini yıkmak ve dini bozmak için bu yollara başvuruyordu. Allah sev­gisi olmak üzere her alanda insanlar için ölçü ve örnek Peygamberler oldu­ğuna göre, bütün Müslümanların onlara uyması ve sufilerin bu anlayış ve metodlarına karşı çıkması gerekir. Dinin ölçüleri ve hükümleri kesin ve açıktır. Hangi meslek ve meşrep mensubu olursa olsun, aşk, sarhoşluk, iba­det, ermişlik ve başka adlar altında bu hükümleri bozmağa, sulandırmağa veya üstüne çıkmağa kimsenin hakkı yoktur. İslam şu veya bu sınıfa hiçbir şekilde ayrıcalık tanımamaktadır. [567]

(Prof. İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam, s.236-241, Ekin Yayınları, 5. Baskı)

[556] Horasan’ın Bistam köyünde Zerdüşt bir aileden doğmuş ve 874/1469 yılında orada ölmüştür. Kendi­sine Fena fi’t-Tevhid doktrinini öğreten ve müslüman olan Hintli hocası Ebu Ali es-Sindi tarafından tasavvufa sokulmuştur. Dinin hiçbir ölçüsüyle bağdaşmayan şatahatıyla meşhurdur.

[557] Macit Fahri, İslam Feelsefesi Tarihi, 193, Ter. Kasım Turhan, İklim yayınları, İstanbul, 1987

[558] Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu’s-Sufiyye, 29.

[559] Dr. Ahdurrahman Bedevi, a. g. e., 31.

[560] Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e. , 30. Tasavvufçular hem şatahatın coşku, sarhoşluk ve delilik hal­lerinde söylendiğini söylemekte, hem de dine uygun bulunduklarını söyleyerek savurmağa çalışmaktadır­lar. Ne olursa olsun, şatahat sahiplerinin bu saçmalıklarından dolayı özür diledikleri veya yanlışlık yaptık­larını söyledikleri sözkonusu değildir.

[561] Macit Fahri, a. g. e. 193-194

[562] Nisa, 43

[563] Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e., 31-32.

[564] Celaleddin er-Rumi’nin bu nevi savunmaları için bakınız. Ahmed Eflaki, Menakibu’l-Aritin, 2/39-40. M. E. Basınevi, İst. 1966.

[565] Bkz. er-Risaletu’i-Kuşeyriyye, 1/80-82.

[566] Nasr Serrac el-Tusi, şalahatı, sufilerin makamlarda yükselerek bulundukları halden daha üstün bir hale geçişleri sırasında coşup söyledikleri ve ehli olmayanların anlamını kavrayamadıkları şeyler olarak tanımlamaktadır. Delil olarak da “Bazıların üstünde bazılarını derecelerle yükselttik” Bak, bazılarını diğer bazılarından nasıl üstün yaptık “(İsra, 21), “Her bilgi sahibinin üstünde alim olan vardır”(Yusuf, 76) ayetlerini göstermekle ve sufilerin başkalarından üstün olduğu gibi, kendi aralarında da derecelerinin farklı olduğunu söylemektedir.

Sufilerin şatahatına itiraz edenlere de şöyle seslenmekledir: “Allah’ın velilerini hiçbir kimsenin tenkit etmeye, duyduğu sözlerini ve manasını anlamadığı kelamını görüş ve anlayışıyla karşılaştırmağa hakkı yoktur. Çünkü evliyaların durumu her an farklıdır. Ahvalleri de bazan birbirine benzer, bazan da birbirinden üstündür. Bilinen şekil ve benzerleri vardır. Şeref ve faziletini benzerleri gibi ortaya koyanların durumunu, benzerleri anlar, Ancak böyleleri onların illet ve isabetleri, noksanlık ve ziyadelikleri hakkında koruna­bilir. Ama onların yollarından gitmeyen, metodlarını izlemeyen ve maksatlarını gütmeyenler için en iyi yol karşı çıkmamak, eleştirmemek, işlerini Allaha bırakmak ve onlara nisbet ettiği yanlışlar konusunda kendini suçlamaktır, ” (et-Tusi, el-Luma, 454),

et-Tusi, söylediklerini haklı çıkarmak için Hz. Peygamberin üç türlü ilme sahip olduğunu söyler; Birin­cisi, halka açıkladığı dinin hükümleri gibi ilimdir.

İkincisi, ashaptan bazılarına açıkladığı ilimdir. Münafıkları ashaptan sadece Hz. Huzeyfe’ye bildirmesi ve sadece Hz. Alî’ye bazı bilgileri vermesi gibi. (Hz. Huzeyfe’ye münafıklarla ilgili olarak verdiği bilgi, tebliğ edilmesi farz olan dinden bir bilgi değildir. Hz. Ali’ye de, sorması üzerine, mirasla ilgili verdiği bir bilgi dışında özel ve gizli olarak Rasulullahın verdiği hiçbir bilgi yoktur. Zaten böyle bir şeyin olması, indirilen vahyi insanlardan gizlemesi anlamına gelir. Bu ise, Allah tarafından kesin olarak yasaklanmıştır. Nitekim kendisine dinden özel bir bilginin verildiğini Hz. Ali kendisi red etmektedir, tasavvufçulann kutupların­dan Abdulkerim el-Cili bile Hz. Peygamberin bize her şeyi tebliğ ettiğini itiraf etmekledir. Bkz. el-İnsanu’l-Kamil, 1/68).

Üçüncüsü de, sadece şahsının bildiği ve başkalarına bildirmediği bilgilerdir. “Benim bildiğimi bilseydiniz. …..”diyerek sözünü ettiği bilgi gibi.

Üçüncü çeşit bilgi nasıl ki Rasulullahın şahsına mahsus ise, sufilerin de kalp ilmi, maarif ilmi, esrar ilmi, batın ilmi, tasavvuf ilmi, ahval ilmi, muamelat ilmi gibi isimlerle anılan ve başka ilim sahiplerine ver­ilmeyen bir ilmi vardır. Diğer alimlerin sahip olduğu ilimlere sufiler de sahip olduğu halde, onlar sufilerin sahip olduğu bu ilme sahip değildirler. (Biz Allah’ın dost ve yakınlarıyız, diye iddia eden yahudiler gibi, sufilere mahsus Allah’ın verdiği özel bir ilim mi varmış?!) Bundan dolayı sufiler diğer alimlerden üstündür ve bu batın ilmi gereği gösterecekleri şatahat sebebiyle onları eleştirmeye hakları yoktur, demektedir. (el-Luma’, 455-458).

et-Tusi, muarızlarını bu şekilde devredışı bıraktıktan sonra şatahat sahiplerinin aslında seyrin başlangıcın­da olduklarını ve nihayete gelmeden bu şeyleri yaptıklarını, yani erken öttüklerini söyledikten sonra, şatahat sahiplerini temize çıkarmak için Cuneyd’in şatahat tevillerini vermektedir.

Cııneyd’in, Ebu Yezid el-Bistami için şöyle dediğini nakletmekledir: “Ebu Yezid kuvveti, derinliği ve man­alarının çokluğu sebebiyle şahsına mahsus bir denizden avuçluyordu. O deniz sadece kendisine tahsis edilmiştir.

Ben onun halinin nihai şeklini gördüm. Onu kendisinden duyanlar veya dinleyenlerin anlaması çok nadirdir. Çünkü ancak onun anlamını bilen ve kaynağını anlayan kişi onu anlar. İşittiği zaman bu durum­da olmayanlar onun bütün bu şeylerini red ederler. … Bu söyleyeceğim şeyler kitaplarda yazılı olan şeyler değildir. (Yani sübjektif şeylerdir), Çünkü alimler arasında yayılmış ve bilinen şeyler değildir. Ancak insanların bunların manalarına fazla daldıklarını gördüm. Kimileri batıl şeylerine bunları delil gösterirken, kimileri de onlardan dolayı tekfir etmektedir. Halbuki hepsi de söylediklerinde halt etmişlerdir. Bunları söyledikten sonra şatahatları rivayet edilen el-Bistami, eş-Şibli, en-Nııri, Ebu Hamza es-Sufi, Sum-nun, Amr ibn Osman el-Mekki, Sehl et-Tusteri, Ebu’l-Abbas Ahmed İbn Ata, İbtı Yazdaniyar, Muhammed’ İbn Musa el-Ferğani, el-Vasıti gibi kişilerin bazı şatahatlarını sübjektif olarak tevil etmeye çalışmakla, “Hırsızın hiç mi suçu yok?” misalinde olduğu gibi, saçmalıklarını tenkit edenleri de haksız ilan etmekle­dir. el-Luma kitabına bakılabilir. el-Luma’, 459-516, Tali. Abdulhalim Mahmud-Taha Abdulbaki Surur, Daru’i-Kütübi’l-Hadise, Kahire, 1960.

[567] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 197-201.

[568] Ömer ibn el-Farıd, soyca Hama’lıdır. 576/1180 yılında Mısır’da doğmuştur. Tasavvufçular arasında ilahi aşkın şairi olarak bilinir. 632/1234 yılında yine Mısır’da ölmüştür. Nazmu’s-Suluk adım taşıyan ve et-Taiyyetu’l-Kubra olarak da bilinen kasidesi meşhur olup 67 sayfa tutmaktadır.

[569] Emin Hori, Celau’l-Camid fi Şerhi Divani İbni’l-Fand, 82, (Taiyye Kasidesi’nden), MektebetLi’l-Adıi” Beyrut, 1910,

[570] Emin Hori, Celau’l-Ğamid fi Şerhi Divani İbni’l-Farıd, 82

[571] Emin Hori, a. g. e. 83

[572] EminHori, a. g. e. 104-105,

[573] Emin Hori, a. fi- 104,

[574] Emin Hori, a. g. e. 77,

[575] Emin Hori, a. g. e. 120-121

[576] Emin Hori, a. g. e.122-123

[577] Emin Hori, a. g. e.77

[578] Emin Hori, a. g. e. 89, İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 201-206.

[579] Amir ibn Ebi Amir ebu’l-Fadl İzzeddin olup yaklaşık olarak hicri sekizinci asrın sonlarında ölmüştür.

[580] Müslüman “Allah ortaktan münezzehlir” derken, tasavvufçular “Allah ağyardan münezzehtir” derler. Yani ondan başkası (gayrı) yoktur. Çünkü o herşeyin aynı (kendisi)’dir. Bunun başka bir örneği olarak en-Nablusi’nin görüşüne bakınız. Dr, Abdurrahman Bedevi, Şatafıatıi’s-Sufiyye, 196

[581] Rabbine ‘Sen benim ve ben sensin” deyişine baktnız. Halbuki bülün küfür ve inkarına rağmen iblis “Onların dirileceği güne kadar bana mühlet ver” (Hicr, 36) diyordu. Kafir ve mel’un iblis, bu anlayış sahipleri kadar ileri gitmemiştir. Çünkü, Allah’ın rabbhğtna ve Allahlıgını itiraf etmiştir. Bunlar ise, Al­lah’ın rabblığını horlayarak çirkin bir kulluk (ubudiyet) olduğunu söylerler.

[582] Taiyyetu İbn Amir, Tah. eş-Şeyh el-Mağribi, Dımaşk, 1948 baskı’dan naklen Abdurrahman el-Vekü, a.g.e. , 57-58. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 206.

This entry was posted on Cumartesi, Ağustos 16th, 2008 at 06:07 and is filed under MITOLOJİ. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There is currently one response to “Ebu Yezid el-Bistami’nin Tanrı Anlayışı”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Mayıs 30th, 2016, Aydın Vatansever said:

    Merhaba,

    Yazının belli bir kısmına kadar okuyabildim. Bana Tur Suresi 21-22-23 ayetlerini açıklayabilir misiniz ?

Yorum Yaz