Mezhepler ve Ayrilik Rahmet midir?
MEZHEPLER VE AYRILIK RAHMET MİDİR?
Hz. Muhammed(s.a.v)’in vefatından kısa bir süre sonra Müslümanlar arasında ihtilaflar baş göstermiştir. Bu ihtilafların büyümesi ile birlikte, Müslümanlar da Ehli Kitabın düştüğü duruma düşerek dinde parçalanıp fırkalara ayrılmışlardır. Fırkalar arasındaki görüş ayrılıkları nedeni ile çıkan tartışmalar kanlı kavgalara dönüşmüştür. Çıkan bu kavgalar sonucunda on binlerce Müslüman hayatını kaybetmiş, malları ve mülkleri talan edilmiş ve birçoğu da yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmışlardır.
Müslümanların ihtilafa düşme nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
– İktidar çekişmeleri,
– Siyasi çıkar ve hesaplar,
– Kabilecilik taassubunun canlanması,
– İslâm’ın yayılma sürecinde fetihlerle büyüyen coğrafyada karşılaşılan mistik ve felsefi düşüncelerin etkisi,
– Farklı dinlere mensup olan insanların büyük topluluklar halinde İslam’a girmeleri ile birlikte eski kültür ve inançlarından birçok unsuru İslam’a taşımaları,
– İslâm karşıtları tarafından kurulan gizli cemiyetlerin yıkıcı ve bölücü faaliyetleri,
– İslam dışı inançların ve uydurmaların gerçek İslami ilkeler olarak benimsenerek zamanla dini hayata yerleşmesi.
Yukarıda belirtilen nedenlerin etkisiyle yaşanan sosyal değişimler sonucunda, Müslümanların siyasi ve itikadi konulardaki anlayışlarında farklılaşmalar oluşmuştur.
Başlangıçta Müslümanlar arasında baş gösteren ihtilaflar siyasi nedenlerden dolayıdır. İlk ihtilâf, Hz. Peygamber’in vefatını müteakiben kimin halife seçileceği konusunda ortaya çıkmıştır. Daha sonra, Hz. Osman’ın öldürülmesi ile birlikte İslam’da fitne dönemi başlamıştır. M. 656’da Hz. Ali ile Hz. Aişe taraftarları arasında (Cemel Vakası) ve M. 657’de Hz. Ali ile Muaviye taraftarları arasında (Sıffin Savaşı) şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Yaşanan bu çatışmaların ardından Müslümanlar, Ali Şiası, Muaviye Şiası ve Hariciler olmak üzere üç ayrı siyasi fırkaya ayrılmışlardır. İslam tarihi kaynaklarına göre, Cemel vakasında 10 bin, Sıffin savaşında da 90 bin Müslüman hayatını kaybetmiştir. Hayatını kaybedenler arasında Talha ve Zübeyr gibi sahabelerde bulunmaktaydı.
Hicri dördüncü yüzyıla kadar mezhepler var olmasına rağmen Müslümanlar mezheplere ayrılmamışlardı. Bu döneme kadar her Müslüman istediği bir müctehidden yararlanma özgürlüğüne sahipti, mezhep taassubu yoktu. Bilgiden nasipli olanlar için ictihad kapıları açıktı.
“Dördüncü hicrî asırdan önce halk malûm dört mezhebe ayrılmadığı gibi fıkıh mezhepleri de dörtten ibaret değildi. Daha birçoğu arasında el-Hasenü’l-Basrî, Ebû-Hanife, el-Evzâ’î, Süfyân es-Sevrî, el-Leys b. Sa’d, Mâlik, Süfyân b. Uyeyne, Şâfi’î ve daha sonra İshak b. Râheveyh, Ebû-Sevr, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî’nin mezhepleri meşhurdur. Bunların yaşadığı o devirde de âlimler kendilerini, muayyen bir mezhebe bağlamaya mecbur telakki etmiyorlar, bağlananlar da başkalarından istifade edebiliyorlardı.
Bu devre de, bundan önceki gibi ictihad hürriyetinin hâkim olduğu devredir. İlmî kudreti olan her Müslümanın önünde ictihadın kapıları ardına kadar açıktır. İlmî kudreti ictihad için kâfi gelmeyenler de istediği müctehidden faydalanma, sorma ve ona tâbi olma hürriyetine sahiptir. Gerek kadı ve gerekse müftü, muayyen bir kanun ve mezhebe bağlı değildir.
Dâvâ ve sualleri ictihadlarına göre çözmekte idiler. Abbâsîler devrine kadar her merkezde birçok âlim ve müctehid vardı; soruları cevaplandırıyor, dâvâları hallediyorlardı. Fakat bunlara izafe edilen mezhepler yoktu.” (Bkz:H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, s. 159, 160, İst., 2001)
Bilinen Sünni mezhepler, Abbasiler döneminin ortalarına doğru fıkıh ekollerinin kurulmasından sonra oluşmuştur. Fıkıh ekolü mensupları arasındaki yazılı ve sözlü tartışmalar fıkıh usullerinin doğmasına neden olmuş, müteakiben fıkıh kitapları yazılmıştır. Zaman içerisinde fıkıh ekolleri arasında baş gösteren gruplaşmalar mezheplerin oluşumuna zemin hazırlamışlardır.
Mezhepler din değil, dinin farklı yorumlanması sonucunda ortaya çıkan beşeri oluşumlardır. Beşeri oluşumların bütün zamanlara ve mekânlara hitap etmesi söz konusu değildir. Bu oluşumlar, görüş sahiplerinin içinde yetişmiş oldukları kültürün ve yaşadığı dönemin şartlarına göre şekillenmiş bir düşüncenin ürünüdür. Mezhep âlimlerinin ve görüşlerinin hatasızlığı söz konusu olamaz. Onlar çarşıda pazarda dolaşan, yemek yiyen beşeri varlıklardır. Her insan gibi onlarında hata yapmaları doğal bir olgudur.
Hiç bir mezhep alimi mezhep kurmak için yola çıkmamış ve kendi görüşlerinin hatasız olduğu iddiasında da olmamışlardır. Bilakis, ictihadı teşvik ve taklidi önlemeğe yönelik görüşler beyan etmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde mezhep bağlıları tamamen alimlerin bu mesajlarının aksine, taklitçi bir davranış içerisinde olmuşlardır.
Bu konu ile ilgili görüşlerinden alıntılar:
Ebû Hanife: “Nereden söylediğimizi (hükmümüzün delil ve kaynağını) tetkîk edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl değildir.”
“Bu benim reyimdir ve elde edebildiğim reylerin en iyisidir. Bundan daha iyisini bulan olursa onu kabul ederiz.”
Mâlik: “Ben bir beşerim; hata da ederim isabet de. Re’y ve ictihadımı inceleyin; kitâb ve sünnete uyan her sözümü alın, onlara uymayan bütün sözlerimi de terk edin.”
Şâfi‘î: “Sahîh hadîs bulununca benim mezhebim odur.” Onun yetiştirdiği müctehidlerden Müzenî (v. 264/877), “Muhtasar”ına şu satırlarla başlamaktadır: “Bu kitabı Şâfiî’nin ilminden özetledim. Maksadım öğrenmek isteyenlere kolaylık temin etmektir. Ancak şunu haber vereyim ki Şâfiî, herkesin kendi din hayâtının bizzat şûuruna varması ve tehlikeden korunması için, gerek kendini ve gerekse diğer müctehidleri taklîd etmeyi yasaklamıştır.”
Ahmed bin Hanbel: “Evzâî’nin re’yi, Mâlik’in re’yi, Ebû-Hanîfe’nin re’yi… bunların hepsi re’ydir ve bana göre farksızdır. Hüccet ve delîl olma sıfatı yalnız “âsâr”a aittir.” ifadesinin sahibi olan bu müctehide göre, delîlini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve re’yine uyulmaz. Eğer delîli sahih ve sağlam ise buna müstenid fetvâ ve hükmü kabul edilir ki buna taklîd değil, “ittibâ” denir. O, bu sözlerini, bir başka ifadesiyle şöyle takviye etmektedir: “Ne beni, ne Mâlik’i, ne Sevrî’yi ve ne de Evzâî’yi taklit et; hüküm ve bilgiyi onların aldığı kaynaklardan al.”
“Dinini hiçbir müçtehide ısmarlama, Hz. Peygamber ve ashâbından geleni al, sonra tâbiûn gelir ki kişi bunlarda muhayyerdir.” (Bkz:H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İst., 2001, s. 198-200.) Mezheplerin oluşumuyla birlikte mezhepler arasında çekişmeler baş göstermiş ve her mezhebin mensupları kendi mezheplerinin hak ve doğru yol üzerinde olduğunu ispat edebilmek için çeşitli arayışlar içine girmişlerdir. Hiç korkmadan Allah ve Elçisi hakkında yalan uydurmaktan bile çekinmemişlerdir. Kendi mezheplerini ön plana çıkartabilmek için, kendi mezhep âlimlerini öven, diğer mezhep alimlerini yeren hadisler uydurmuşlar ve görüşler beyan etmişlerdir.
Bu konuda uydurulmuş olan hadislerden ve görüşlerden birkaç örnek verebiliriz:
* “Ümmetim arasında yakında, Ebû Hanife en-Numan adı verilen bir adam gelecek ki, o ümmetimin kandilidir.” * “Ümmetim arasında Muhammed İdris (Şafii) diye anılan bir adam yakında gelecek ki, o, ümmetim arasında iblisten daha çok zararlı olacaktır.”
(Bkz. «el-Tenkîl fî tenibi Zahidi’l Kevserî Mine’l-Ebatîl» 1/19-21-446-443, Telif: Allame Abdurrahman el Muallimi el Yemânı. Tahkik: el-Elbanî; Aliyyulkari, Mevzuattı’I-Kübrâ H.4. s.76. Dpn.l, Beyrut.1971; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ:H.53. s.33-34. C11351, Beyrut; Ayrıca bkz: Harun Ünal, Uydurma Hadisler, Mirac Yayınları, Hadis no: 20 ve 21)
* İmam Ahmed’in: “Allah bu zatı hadis için yaratmıştır.” diyerek hadis ilmindeki ehliyetini takdir ettiği meşhur muhaddislerden Ahmet b. Mehdi: “Ebu Hanife, ilim nedir bilmezdi. Dalalete düşürdüğü insanların vebali yarın kıyamet günü sırtına sarılacaktır. Hak bile olsa Müslümanların tutundukları dini bağları, teker teker söküp atan Ebu Hanife’nin re’yini ve görüşlerini kabul etmeyiniz. (Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Özellikleri, s. 57, Dergah Yay., İst./1979.)
* Hadis ve Hicaz fıkıh hareketinin başında bulunan İmam Malik şöyle demiştir: “Ebu Hanife fitnesi, iblis fitnesinden daha zararlıdır.”
* Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife’nin vefat haberini alınca, derin bir memnuniyet duymuş ve: “ Allah’a şükürler olsun. Birçok insanın belaya düşmesine sebep olan kişiden bizi afiyette kıldı.” (Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Özellikleri, s. 99, Dergah Yay., İst./1979.) Kaynak: Haksöz Dergisi – Sayı: 26 – Mayıs 1993
Beşeri görüş ve düşüncelerin bir ürünü olan mezhep hükümleri Kur’ân’a göre şekillendirilmesi gerekirken, Kur’ân, tevil ve tefsir edilerek mezhep hükümlerine göre şekillendirilmiştir. Bunun yanı sıra hadisler uydurularak, mezhepler Hz. Peygambere de onaylattırılmıştır. Farklı görüş ve düşüncelere sahip olmalarına rağmen Kur’ân’ı kendi görüşleri için delil olarak kullanmışlardır.
Mezhep hükümlerinin kutsal ve dokunulmaz kılınmasıyla birlikte ictihad kapıları kapatılmıştır. İctihad kapılarının kapatılması yeni düşüncelerin ve fikirlerin üretilmesini engellemiş, akletmekten ve sorgulamaktan uzak bir anlayışın ürünü olan kör taklidin benimsenmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda, ilkeleri bütün zamanlara ve mekanlara hitap eden İslam dini, akıllarda, geçmiş dönemlere ait dondurulmuş beşeri hükümlere göre şekillenen bir din haline gelmiştir.
İnanç hayatında bu hükümlerin ölçü alınmasıyla birlikte Müslümanlar tevhid inancından uzaklaşmışlardır. Allah’ın yerine mezhep imamları, Kur’an’ın yerine de mezhep hükümleri konulmuş ve mezhepler olması gereken boyuttan çıkarılarak dinleştirilmiştir. İnançta ki bu sapmalar, geçmiş toplumlarda olduğu gibi hem Kur’an’la hem de kendi içlerinde ihtilafa düşmelerine ve dinde bölünerek parçalanmalarına yol açmıştır. Zamanla mezhepler arasındaki ihtilafların büyümesiyle meydana gelen kavgalar ve çatışmalar birçok Müslümanın hayatına mal olmuştur. Sonuçta, Hz. Peygamber‘in tebliğ ettiği İslâm’ın özüyle uyuşmayan farklı bir din anlayışı ortaya çıkmıştır.
Ortaya çıkan bu dinin kendisine özgü değişmez ve tartışılmaz hükümleri vardır. Rableştirmiş oldukları din adamlarına ait olan görüşlerin kaynağını teşkil hadisler, kendi içerisinde çelişkili olduğu gibi Kur‘an ayetleri ile de çelişkilidir. Aynı konu ile ilgili birbirinden farklı birden fazla hadis mevcuttur. Her mezhep, bu hadislerden birini delil alarak kendi hükümlerinin temellerini oluşturmuştur.
Dolayısıyla mezhep hükümleri hem diğer hadisler ile hem de Kur’an ayetleri ile çelişmektedir. Mezhep hükümlerinden biri reddolunduğunda hepsi reddolunmuş sayılacağından bu hükümlere uymayan Kur’an ayetleri ve hadisler ya tevil edilmekte ya da mensuh (yürürlükten kalkmış) sayılmaktadır. Onlara göre, mezhep hükümleri Kur’an’a ve hadislere uymuyor gibi görünse de yanlış değildir. Mezhep hükümleri, Kur’an ve hadislerle çatıştığında mezhep hükümlerine uyulmasını, Kur’an’ın ve hadislerin mezhep hükümlerini reddetmek için delil olamayacağını beyan etmektedirler.
Bu konu ile ilgili görüşlerinden örnekler:
* “Dininin hükümlerini bizim gibi cahillere derin âlimler ve olgun salihler bildirdi. Bunlar, Muhaddisler ve Müctehidlerdir. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri inceleyip, sahih olanlarını ayırmışlardır. Müctehidler de, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden ahkam çıkarmışlardır. Biz, ibadetlerimizi ve bütün işlerimizi bu ahkama uygun olarak yapıyoruz.” [Üsul-ül-erbea fi-terdidil-vehhabiyye]
* İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: “Hadis-i şeriflerle amel etmek, bize caiz olmaz. Mezhebimizin hükmüne aykırı gibi görülen hadis-i şerifler, âlimlerin sözlerini reddetmek için delil ve senet olamaz.” [Mektubat 1/312, Mebde ve Mead 31]
* Muhammed Hadimi hazretleri de buyuruyor ki: Dindeki dört delil, müctehidler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü bizler, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Mezhebin bir hükmü, âyete, hadise uymuyor gibi görünse de yanlış değildir. [Berika s. 94]
* Bir kimse, yapacağı şeyi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde arayamaz. Mezhep âlimlerinin kitaplarından okuyup öğrenmesi lazım olur. Müslüman’a yapılacak en büyük kötülük, “Kütüb-i Sitte’yi al hadisleri oku ve buradan dinini öğren veya Kur’an meali oku, dinini asıl kaynaktan öğren” demektir.
* Bir hadis, bir âyete zıt gibi görünürse, hadis-i şerife uyulur. Bir hadis, mezhebin hükmüne zıt gibi görünürse, mezhebin hükmüne uyulur. [www.dinimizislam.com – Mezhep ve Mezhebsizlik)
* Ubeydullah el-Kerhî’ (v. 340/951): “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te’vil edilmiştir yahut da mensûhtur (gerçersiz yürürlükten kalkmış); her hadîs de böyledir: ya te’vîl edilmiştir yahut da mensûhtur; başka bir hadis ile yürürlükten kaldırılmıştır.” [el-Kerhî, er-Risâle, İst. ts, s. 84.] Kerhî’nin demek istediği şudur: Nas ile mezhep çatıştığı zaman biz mezhep hükmünü alır, onu uygularız. [Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İst., 2001, İz yayıncılık, s. 236]
Yukarıda geçen söylemlerinden anlaşılacağı üzere; ortaya sunulan din, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din olmayıp hükümleri beşeri görüş ve düşüncelere göre oluşturulmuş bir dindir. Bu dinin kaynağını Allah’ın kitabı değil, bağlıları tarafından rableştirilmiş olan din adamlarının kitapları teşkil etmektedir. Kur’an’ı görmezlikten gelerek ondan uzaklaşmaları neticesinde dost edinmiş oldukları şeytanların vahiylerine uyarlarken, kendilerini hala hidayet üzere olduklarını sanmaktadırlar.
– Kim Rahman’ın Zikri’ni(Kur’an’ı) görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur. (43/Zuhruf, 36)
– Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlarsa kendilerinin hâlâ hidayet üzere olduklarını sanırlar. (43/Zuhruf, 37)
Mezhep hükümlerini Allah’ın hükümlerinden üstün görmekte ve Allah’ın hükümlerini geçersiz kılmak için çaba sarf etmektedirler. Allah’ın kitabına sarılmaları gerekirken, yanlarında bulunmasından dolayı sevindikleri kitaplara sarılmaktadırlar. Dolayısıyla bu beşeri hükümleri, İlahi hükümlere tercih etmektedirler.
— Ayetlerimizi geçersiz kılmak için yarışırcasına çaba harcayanlar var ya; işte onlar için elem dolu, çok kötü bir azap vardır.(34/Sebe, 5, 38; 22/Hac, 51)
— Fakat işlerini aralarında parçalayıp, çeşitli Kitaplara ayırdılar. Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir. (23/Müminûn, 53; 30/Rûm, 32)
Bunun yanı sıra, günümüze kadar yaşayan Sünni mezheplerden dördünün “hak mezhep” olduğunu söyleyerek Allah katından geldiğini iddia etmiş olmaktadırlar. “Hak, yalnız Allah katından geldiğine göre, mezhepler nasıl hak olabilir?” Sorusuna, “Bunlar hâşâ sözde değil, fiiliyatta haktır” diye cevap vererek, klasik sofist taktiği ile insanları ikna etmeye çalışmaktadırlar.
Hak yalnız Allah katından gelendir(2Bakara/147, 3/60, 18/29). Mezhepler “Hak” ise, muhakkak Allah katından gelmiş olması gerekmektedir. Yoksa, Allah’ın göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber vermektedirler!? Eğer, Allah katından gelmedi ise, -ki şüphesiz Allah katından gelmemiştir- o halde, sözde veya fiiliyatta ne şekilde olursa olsun, Allah katından olmadığı halde “Bu, Allah katındandır” demekle, Allah hakkında yalan söylemektedirler.
– Onlardan bir zümre vardır, aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip bükerler. O, Allah katında olmadığı halde, “Bu, Allah katındandır.” derler. Bilip durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler.(3/Âli İmrân, 78)
– De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” (10/Yûnus, 69) (Ayrıca bkz: 3/94; 6/21; 10/17)
Allah(c.c) dini kemale erdirmiş ve nimetini tamamlamıştır. Hz. Muhammed(s.a.v), Allah katından vahiy alan peygamberlerin sonuncusudur. Hz. Muhammed(s.a.v)’in vefatından sonra vahiy kapısı kapanmış olduğu için hiç kimse Allah katından özel bir bilgiye sahip olamaz. Dört mezhebin Allah katından geldiği Hz. Muhammed(s.a.v)’e vahyedilmediğine göre, dört mezhebin hak olduğunu beyan etmekle de Allah’tan vahiy aldıklarını da iddia etmiş olmaktadırlar.
– Allah’a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken “Bana vahyolundu” diyenden ve “Ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim!” diyenden daha zalim kim olabilir? …… (6/En’âm, 93)
Allah(c.c), Kur’an’da da Kur’an’dan önceki kitaplarda da inanan kullarını; Ferisiler, Sadukiler, Esseniler, Arianlar, Katolikler, Anglikanlar, Protestanlar, Ortodokslar, Hanefiler, Hanbeliler, Malikiler, Şafiler, Caferiler, Zeydiler ve İbâziler vs. gibi mensubu oldukları fırkaların adları ile değil, yalnız “Müslümanlar” olarak adlandırmıştır.
– Allah uğrunda, O’na yaraşır biçimde cihad edin. O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi; babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah Kur’an’dan önceki kitaplarda da, Kur’an’da da size “Müslümanlar” adını verdi ki, Elçi size tanık olsun, siz de insanlara tanık olasınız. Haydi namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın; sahibiniz O’dur. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır (O)! (22/Hac, 78)
Allah’ın yasalarında hiçbir değişiklik yoktur. Allah(c.c), Kur’an’dan önceki kitaplarda da, Kur’an’da da “Dini dosdoğru tutun ve onda parçalanıp ayrılığa düşmeyin!” buyruğunu tüm peygamberlerine vahyettiği gibi, Hz. Muhammed(s.a.v)’e vahyetmiştir. Önceki toplumların içine düşmüş olduğu yanlışlıklar ve hatalar çeşitli misallerle anlatmış, sonraki toplumlarda da aynı yanlışlıkların ve hataların tekerrür etmemesi için uyarıda bulunmuştur.
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra dinde parçalanıp ayrılığa düşen Ehli Kitap gibi, Hz. Peygamber’in ümmeti de -Allah(c.c)’ın müteaddit emirlerine rağmen- O’nun dosdoğru yolundan ayrılarak şeytanın yoluna uymuşlardır. Bunun sonucunda da parçalanmışlar, parçalanıp ayrılığa düşmekle de Allah’ın emirlerine karşı gelmişlerdir.
– Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz (3/Âli İmrân, 103)
— Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.(3/Âli İmrân, 105)
– İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.(6/En’âm, 153)
— Dinlerini parça parça edip, fırka fırka olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.(6/En’âm, 159)
– Fakat işlerini aralarında parçalayıp, çeşitli Kitaplara ayırdılar. Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir. (23/Müminûn, 53)
– Dinlerini parçaladılar ve fırka fırka oldular. Her fırka kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. (30/Rûm, 32)
– “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır. (42/Şura, 13)
Müslümanlar kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, dinde parçalanıp fırkalara ayrılmışlardır. Mensubu oldukları fırkaların doğru yol üzerinde ve cennet ehli olduğunu uydurmuş oldukları hadislerle Hz. Peygamber’e onaylatmışlardır. Aşağıdaki hadislerde görüldüğü gibi Şia ve Ehli Sünnet fırkalarından her biri kendilerinin “fırkayı naciye” (kurtuluşa eren fırka) olduğunu iddia etmektedirler. Kendilerinin “fırkayı naciye” olduğunu ispat edebilmek için bir çok deliller ileri sürmüşlerdir. Bu fırkalardan hiç birisi de “fırkayı nâriye” olmayı kendilerine yakıştıramamışlardır.
Peki, fırkayı naciye hangisidir? Gerçek sünnet ehli kimdir?
KÜTÜB-İ SİTTE HADİSLERİ:
(4776)- Hz. Muâviye anlatıyor: “Resulullah (bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki: “Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir.” [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/420.
(4777)- İbnu Amr İbni’l-As anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan alenî olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir.” “Bu fırka hangisidir?” diye soruldu. “Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!” buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, (2643).] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/422-423.
1001 HADİS, İMÂM ALİ, IV. BÖLÜM:
İMÂM ALİ (A.S) VE ŞÎALARI
176- İMÂM ALİ (A.S) VE ŞÎALARININ FAZİLETİ
926- Ebû Akîl, diyor ki: Biz, Emirü’l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib’in (a.s) yanında olduğumuz bir sırada, şöyle buyurdu: “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Canımı elinde tutana andolsun ki, fırkaların hepsi yollarını şaşmışlardır; bana uyan ve benim Şîalarımdan olanlar hariç.”
927- Yine Emirü’l-Müminin’den (a.s) şöyle nakledilmiştir: “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte ve bir tanesi cennette olacaktır. Allah-u Teâlâ onların hakkında şöyle buyurmaktadır: ‘Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir topluluk bulunur.’ (A’râf, 181) Onlar ise ben ve Şîalarımdır.”
928- Hz. Ali (a.s), Resulullah’a (s.a) şöyle arz etti: “Ya Resulallah, ‘Fırkay-ı Nâciye’ (kurtuluş ehli olan fırka) kimlerdir?” Allah Resulü (s.a.a) şöyle cevap verdiler: “Senin ve arkadaşlarının üzerinde oldukları şeye sarılanlardır.”
Dikkat edilirse hadislerde geçen; “ümmetimden fırkalara bölünmeyenler sünnet ehli olanlardır ve bunlar cennettedir” değil de, “ümmetimden fırkalara bölünenlerden sadece sünnet ehli olan bir fırka cennettedir” ve “bu ümmetten fırkalara bölünmeyenler bana uyan ve benim şia’larımdır ve bunlar cennettedir ” değil de, ” bu ümmetten fırkalara bölünenlerden bana uyan ve benim şia’larımdan olan bir fırka cennettedir” ifadelerinden, Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin, Müslümanların fırkalara bölünmelerini her hâlükârda onayladıkları, Sünnilere göre; bu fırkalardan sadece bir fırkanın sünnet ehli olması nedeni ile, Şia’ya göre de; bu fırkalardan sadece bir fırkanın Hz. Ali’nin şia’larından olması nedeni ile cennet ehli olacağı anlaşılmaktadır. Müslümanlar, Allah’ın sınırlarına uymayarak fırkalara ayrılmış olmalarına rağmen, içlerinden sadece bir fırkanın cennet ehli olmasındaki ölçüt sünnet ehli olmak veya Hz. Ali’nin şia’sı olmaktır.
Bu durumda ateşte oldukları beyan edilen diğer fırkalardan dileyenler sünnet ehli veya Hz. Ali’nin şia’sı olduklarında cennet ehli olacaklardır. Diğer fırkaların ateşte olmalarının nedeni, Allah’ın “dinde parçalanıp fırkalara ayrılmayın” buyruğuna karşı gelmelerinden dolayı değil, sünnet ehli veya Hz. Ali’nin şia’sı olmamalarından ötürüdür.
Allah(c.c), iman edenlerin ‘dinde parçalanıp fırkalara ayrılmalarını’ kesin olarak yasaklamıştır. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Fırkalara ayrılmış olanlar, kendilerini nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar, Allah’ın buyruklarına itaat etmeyerek Allah’ın yolundan ayrılan ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmış olanlardır. Her kim Allah’ın buyruklarına itaat etmeyerek O’nun koyduğu sınırları aşarsa, ebedi olarak cehennem ehlidir. Allah’ın buyruklarına itaat etmeyenler ve O’nun koyduğu sınırları aşanlar cennet ehli olamazlar. Allah(c.c)’nın yol ve yöntemi budur. Allah’ın yol ve yönteminde hiç bir değişiklik yoktur.
– Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.(3/Âli İmrân, 105)
– Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.(4/Nisâ, 14)
Öyle bir ümmet düşünün ki; hem Allah’ın buyruğuna itaat etmeyerek fırkalara ayrılmış olsunlar, hem de sünnet ehli olsunlar! Hz. Peygamber’in, dinlerini parçalayıp fırkalara ayrılanlarla hiçbir ilişkisi yoktur(6/159).
Dolayısıyla dinlerini parçalayıp fırkalara ayrılanların da Hz. Peygamberle hiçbir ilişkileri olamaz.
Allah’ın ayetlerinden yüz çevirerek Hz. Peygamberin sünnetine uymak mümkün değildir. Hz. Peygamberin sünneti Kur’an’a sımsıkı sarılmak(43/43) ve Kur’an’a uymaktır (10/109; 33/2). Kur’an’a uymuş olanlar, Hz. Peygamberin sünnetine uymuş olurlar(33/21; 60/4; 68/4). Dinlerini parça parça edip fırka fırka olanlar sünnet ehli de ve Hz. Ali’nin taraftarı da olamazlar.
Görüldüğü gibi, Müslümanları fırkalara ayırarak birbirine düşürmek için Allah’a ve Elçisine hiç korkmadan iftira edebilmişlerdir.
İnsanoğlu, Allah’ın kendisine lütfettiği akıl sayesinde düşünen bir varlıktır. Aklını işlettiği ve düşündüğü sürece yeryüzündeki canlıların en üstünüdür. İnsanoğlunun kendisine lütfedilmiş olan bu nimeti en iyi bir şekilde kullanması Allah’ın bir emridir. Kur’an’da insanların düşünmesi ve akıllarını işletmesi ile ilgili olarak bir çok ayetler mevcuttur. Düşünce üretimi ile birlikte düşünce farklılıklarının oluşması insanın doğası gereğidir. Düşünce farklılıkları inanç farklılıklarına dönüşmediği sürece bir zenginliktir. Kur’ân, inananların düşünmelerini emrederken, düşünce ve görüş farklılıklarını inanç farklılıklarına dönüştürmelerini yasaklamaktadır.
Düşünen toplum akleden, sorgulayan, araştıran ve bilinçli bireylerden oluşan bir toplumdur. Her insan duyu ve algı alanı ölçüsünde düşünebilir ve bilgi sahibi olabilir. Bir insanın her şeyi bilmesi ve görüşlerinin muhakkak doğru olması söz konusu değildir. Bilginin doğruluğunun ölçütü bilginin kaynağıdır. Bu kaynak iyi bilindiğinde sunulan bilginin yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu seçimi güvenli bir şekilde yapılabilir. Bu seçim yapılamadığında; akletmekten, sorgulamaktan ve araştırmaktan uzak bir anlayışın ürünü olan kör taklidin oluşumu ve güdülen sürülere dönüşülmesi o toplum için kaçınılmaz bir sonuçtur.
Müslümanlar Kur’an’ın uyarılarına rağmen, düşünce farklılıklarını inanç farklılıklarına dönüştürmüşler ve bunun sonucunda dinde ayrılığa düşmüşlerdir.
Müslümanların mezheplere ayrılmalarını teşvik etmek ve mezhep ayrılıklarını da Hz. Peygamber’e onaylatmak amacıyla birçok hadisler uydurulmuştur. Bunlardan birisi de;
“Ümmetimin âlimlerinin farklı ictihadları, mezheplere ayrılması rahmettir” (Nasr El-Makdısi, Beyheki) hadisidir.
İslam tarihi incelendiğinde mezhep ayrılıklarının Müslümanlara çok pahalıya mal olduğu, bu ayrılığın Müslümanlar açısından bir rahmet olmadığı, ancak Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği bozmak isteyen İslam düşmanları açısından bir rahmet olduğu görülecektedir. İslâm tarihi, rahmet olduğu beyan edilen mezhep ayrılıkları yüzünden çıkan kavgalar nitecesine akıtılan Müslüman kanlarının, talan edilen malların ve mülklerin, yurtlarını terk etmek zorunda kalan insanların ve yok edilen kültür eserlerinin bir belgesi olarak karşımızda durmaktadır.
Geçmiş dönemlerde olduğu gibi bugünde mezheb ayrılıkları yüzünden Müslümanlar birbirlerinin kanlarını akıtmaya devam etmektedirler. Yemen, Cezayir, Çad, Endonezya, Pakistan, Afganistan, Irak ve Filistin’de yaşanan mezhep kavgaları yakın tarihimizin en acı ve üzücü örneklerindendir.
Dini doğru anlayamamanın, ya da işine geldiği şekilde çarpıtarak anlamanın sonucunda; barış, huzur, kardeşlik, birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışma dini olan İslam, düşmanlık, tefrika, kan, zulüm ve fitne dini haline dönüştürülmüştür. İşin ilginç yanı da her fırka Hak yolunda savaştığını ve kendisinin dosdoğru yol üzerinde olduğunu iddia etmişlerdir. Üstelik “bir Müslüman’ın Müslümanlara karşı canı, malı ve ırzı haramdır” ve “müslümanlar kardeştir” inancına sahip olmalarına rağmen!
Mezhep kavgaları, Ehli Sünnet ile Şiî fırkaları arasında yaşandığı gibi aynı zamanda Ehli Sünnet fırkaları arasında da yaşanmıştır.
Geçmiş dönemlerde yaşanmış olan mezhep kavgaları:
1. Tuğrul Beğ’in veziri Amîdu’l-Mülk Kundürî’nin tesiriyle câmilerde, minberlerde Eş’arîler lânetlenmiş, Hanefîler ile Şâfiîler birbirine düşmüş, kavgalar olmuş, kargaşa ve fitne Horasan, Şam Hicaz ve Irak’a yayılmış, Kuşeyrî, İmâmû’l-Harameyn, İbn Muvaffak gibi zevâta eziyet edilmiş, hapis ve nefyedilmişler, memleketi terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Eş’arîlerin lânetlenmesi âdeti Sultan Alparslan ve vezir Nizâmü’l-Mülk zamanına kadar devam etmiş, ancak onların zamanında önü alınmış ve ülkelerini terk eden ulemânın geri dönüşü sağlanmıştır.(İbn Sübkî, Tabakâtü’ş-şâfiiyyeti’l-kübrâ, Kahire, 1965, c. III, s. 389-405; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târih, Beyrut, 1966, c. X, s. 33; Prof. Dr. O. Turan, Selçuklular Tarihi, İst. 1969, s. 241.)
2. Ebû’l-Kâsım Kuşeyrî’nin oğlu Ebû Nasr 469/1077 tarihinde hacdan dönerken Bağdat’a uğramış ve Nizâmiye’de vaazlar vermişti. Vaazlarında Hanbelîlerin aleyhinde bulunduğu, onları mücessime olmakla itham ettiği için taraflar birbirine girdi. Hanbelîler Eş’arilere saldırıp adam öldürüyorlardı. Bağdat’ta bulunan Ebû İshâk Şirâzî ile Nizâmü’l-Mülk arasında yazışmalar oldu, vezir devletin mezhepler karşısında tarafsız olduğunu, mezheplerin ve bu arada Ahmed b. Hanbel’in muhterem olduğunu ifade etti; alınan tedbirlerle fitne yatıştı; bu arada vaazlarda mezheplerden bahsetmek yasaklandı ve vezir Fahruddevle azledildi. (İbn Sübkî, age., c. IV, s. 234 vd.; Suyûtî, Târihu’l-hulefâ, Kahire, 1952, s. 424; Prof. Turan age., s. 241.) 3. Hicrî 317 tarihinde, Halîfe Muktedir zamanında Bağdat’ta, “Makam-ı Mahmud”un tefsîri sebebiyle mezhepler arasındaki ihtilâf büyümüş, Hanbelîler ile diğer mezhep sâlikleri arasında kavgalar, çarpışmalar olmuş, birçok Müslüman ölmüştür. (Suyûtî, age., s. 384.)
4. 475/1082 yılında Mağrib’den gelen, mezhep itibarıyla da Şâfiî ve Eş’ârî olan, Ebu’l-Kâsım el-Bekrî, Nizâmü’l-Mülk tarafından kendisine maaş bağlanarak Bağdat’a gönderildi. O, vaazlarında Ahmed b. Hanbel’i medh, fakat Hanbelîleri zemmediyordu. Bu da Hanbelîleri kışkırtmış ve kadı Abdullah Damganî’nin evi bir ilmî münakaşa esnasında basılmış ve kitapları yağma edilmiştir. Bu gerginliğin devamı dolayısıyla halîfe, Ebû İshâk Şirâzî ile Ebû Bekir Şâşî’yi Melikşah’a gönderdi. Bu büyük şahsiyetler her geçtikleri beldede ta’zimle karşılanıyor ve teberrüken rikâblarına el sürülüyordu. Sultan Melikşâh ve vezîri Nizâmü’l-Mülk huzurunda onlarla İmâmü’l-Harameyn Ebû’l-Ma’âlî el-Cuveynî arasında cereyan eden müzakere ve münazaralardan sonra bütün fikir ve istekleri kabul edildi. Nizâmiye’de Eş’arîlik hakkında vaazlarına müsâade edildi ve bir hâdisenin önlenmesi için de medresenin kapılarına Türk muhafızları kondu.(İbnü’l-Esîr, age., c. V, s. 340-344.) Böylece devlet, ictimâî nizam ile birlikte fikir ve din hürriyetini temine çalışıyordu. (Murtezâ Zebidî, age., c. I, s. 282.)
5. Ebu’l-Muzaffer İbnu’s-Sem’ânî (H. 426-489/1034-1096) hac dönüşü gördüğü rüyâlara dayanarak, gürültülü bir şekilde Hanefîliği terk edip Şâfiî mezhebine geçince (H. 468) iki mezhebin mensupları arasında münakaşalar çıkmış, bunlar büyüyerek fitne ve mukatele (savaş) halini almış, Horasan’dan Irak’a kadar yayılmıştır. Bu arada Merv’de büyük câmi kapanmış ve Şâfiîler bir müddet cuma namazı kılamamışlardır.
6. Hicrî VII. asırda, İsfehan şehrini ziyâret eden meşhur coğrafyacı Yakût, Mu’cem’de şu satırlara yer vermiştir: “Zamanımızda ve daha önce bu şehir ile civarı defalarca harap edilmiştir? Bunun sebebi Şâfiîlerle Hanefîler arasındaki daimî geçimsizlik, taassup ve savaştır. Hangi grup galip gelirse diğerinin bölge ve mahallesini yağmalamış, yıkmış ve yakmıştır…” (Mu’cemu’l-buldân, Beyrut, 1957, c. I, s. 209)
7. Hicrî 617 târihinde Rey şehrini ziyâret eden Yakût burasının da harap olduğunu görünce sebebini soruşturuyor ve şu cevabı alıyor: “Sebep basit; fakat Allah bir şeyi murad edince oluyor: Bu şehrin ahâlisi üç grup idi: Şâfiî, az idi; Hanefîler, daha çok idiler ve Şiîler, bunlar ekseriyeti teşkil ediyorlardı. Civar ahâlisi ise çoğunlukla Şiî idi ve biraz da Hanefîler vardı. Önce Şiâ ile Sünnîler arasında taassup savaşı başladı, uzun müddet vuruştular; Hanefî ve Şâfiîler arasında taassup baş gösterdi, harp başladı ve sayıları az olmasına rağmen Şâfiîler galip geldiler. Civardaki Hanefîlerin silâhlı olarak gelip mezhepdaşlarına yardım etmeleri de fayda vermedi. İşte bu gördüğün harap yerler Şiîler ile Hanefîlere ait olan yerlerdir. Onlardan ancak mezhebini gizleyen kalmıştır.” (Yâkût, age., c. III, s. 117.) (Kaynak: Hayrettin Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri/İslam Tarihinde Mezhep Kavgaları)
* Mutaassıp ve mukallid bazı mezhep sâlikleri, “başka mezhebe müntesip bir imama uyarak namaz kılmanın sahih olmayacağına, çeşitli mezheplere sâlik bir erkekle bir kadının nikâhlarının sıhhatinde şüphe bulunduğuna” hükmederek İslâm camiasının birliğini zedelemişlerdir. İş bununla da kalmamış, Bağdat’ta Şâfiîlerle Hanbelîler, Merv, Isfahan ve Rey bölgelerinde Şâfiîlerle Hanefîler defalarca vuruşmuş, yekdiğerlerinin mahalle ve meskenlerini tahrip etmiş, galip gelenler mağlup olanları günlerce sokağa çıkarmamışlardır. İmam Taberî, Ahmed b. Hanbel’in farklı görüşlerini, bu mevzûdaki eserine almadığı için Hanbelîler tarafından evi taşlanmış, vefat ettiği zaman da ancak gece evine defnedilebilmiştir. (Kaynak: H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İst., 2001, s. 240.)
Bilinen sebepler beklenen sonuçları doğurur. Sebepler ortadan kalmadıkça sonuçlar değişmeyecektir. Geçmişte olduğu gibi bugünde ve gelecekte de Müslümanlar birbirlerinin kanlarını akıtmaya devam edeceklerdir.
Sebepleri ortadan kaldırmanın tek yolu Kur’an’ın çağrısına uyarak “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak”, inançta ayrılıklara neden olan her türden beşeri oluşumlardan kurtulmaktır.
Mezhep hükümlerinin kaynağını oluşturan hadisler kendi içerisinde çelişkili olduğu gibi Kur‘an ayetleri ile de çelişkilidir. Aynı konu ile ilgili olarak birbirinden farklı birden fazla hadis mevcuttur. Her mezhep bu hadislerden birini delil alarak kendi hükümlerinin temellerini oluşturmuştur.
Dolayısıyla bir mezhebin hükümleri ile diğer mezhebin hükümleri arasında doğal olarak çelişki ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda mezhep hükümleri de hem Kur’an ayetleri ile hem de delil olarak alınmayan diğer hadislerle çelişmektedir. Bunun sonucunda bir mezhebin hükümlerine göre helal veya sevap olan, diğer mezhebin hükümlerine göre haram veya günahtır. Mezhepler arasındaki ihtilafın ve çatışmanın asıl nedeni de budur.
Bu tutarsızlıklar sonucunda, mezhepler arasında oluşan sürtüşme ve kavgaları giderme adına ılımlı bir yol bulunarak, mezhep taklitçiliği icat edilmiştir.
Örneğin; bir mezhep sâliki, kendi mezhebinin hükümlerine göre haram olan bir yiyeceği diğer mezhepler arasında helal kabul eden bir mezhebi taklit ederek o yiyeceği yeme özgürlüğüne kavuşabilmektedir. Yalnız, taklit edilecek mezhebin dört hak mezhepten biri olması şartı vardır.
Bu konu ile ilgili örnek verecek olursam;
KUR’AN AYETLERİ:
– Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (2/Bakara; 173) (Ayrıca Bkz: 5/3, 6/145, 16/115.)
HADİSLER:
3887 – Esma Bintu Ebi bekr anlatıyor: “biz, Resûlullah zamanında bir at kestik. O zaman Medine’de idik. Hepimiz onu yedik.” Buhari, Sayd 24, 27; Müslim, Sayd 36, (1942); Nesai, Dahaya 33, (7, 231).
3910 – Halid İbnu’l-Velid radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah vesselâm, at, katır ve eşek etini yemeyi yasakladı.”
3911 – Ebu Davud’un bir diğer rivayetinde şöyle denir: “Hayber fethi sırasında gazvede, Resûlullah ile birlikte ben de vardım. Bir grup Yahudi, Aleyhissalatu vesselam’a gelerek, askerlerin ahırlarına hücum ederek (mallarını yağmalamalarından) şikayet ettiler. Resûlullah, bunun üzerine (Müslümanlara yönelerek): “(Olamaz!) anlaşma yapılan kimselerin malı onların izni olmadan helal değildir. Ayrıca size ehli eşekler, onların atları, katırları, vahşi hayvanlardan her bir kesici dişi olan, kuşlardan da her bir pençeleri olan haramdır!” buyurdular.” Ebu Davud, Et’ime 26, (3790), 33, Nesai, Sayd 30, (7, 202).
MEZHEB HÜKÜMLERİ:
At eti; Hanefi mezhebinde tenzihen mekruhtur. Şafii ve Hanbeli mezhebinde helâldir. Maliki mezhebinde haramdır.
Martı eti; Şafii ve Maliki mezhebinde helâldir. Hanefi ve Hanbeli mezhebinde haramdır.
Kirpi eti; Şafii ve Maliki mezhebinde helâldir. Hanefi ve Hanbeli mezhebinde haramdır.
Deniz ürünleri; Hanefi mezhebinde, balık ve balık şeklinde olan hayvanlar helâldir. Yengeç, midye, istiridye, ıstakoz, kerevit, karides gibi deniz haşaratı ile deniz aygırı, deniz hınzırı gibi balık suretinde bulunmayan diğer deniz hayvanları haramdır.
Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinde deniz ürünlerinin hepsi helâldir. Bunun gibi daha birçok örnekler vermek mümkündür.
Beşeri görüş ve düşüncelerin kurumsallaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan mezhepler Müslümanların düşünce ve inanç hayatında çok önemli bir yere sahip olmuşlardır.
Mezhep alimleri, dini açıklamak ve anlaşılır kılmak adına kendi görüşleri doğrultusunda hükümler koymuşlar, mezheplerin vahiyle ihtilafa düşmesine ve vahiy karşıtı inanca dönüşmesine neden olmuşlardır. Allah’ın kulları için ruhsat tanıdığı alanlarda helal ve haram, sevap ve günah gibi konularında kurallar koyarak vahyin alanı içerisine müdahil olmuşlardır. Mezhep alimlerinin görüşlerinin yanlış olamayacağı düşüncesi ile mezhep hükümleri dinin ilkeleri gibi kabul görmüş ve inanç hayatı bu hükümlere göre şekillenmiştir.
“Mezhepler arasında esasta hiçbir ayrılık yoktur. Ayrılık, teferruatta, dînin özüne dokunmayan fer’î meselelerdendir.” denmektedir. Fıkhi konular özünde itikadi konularla doğrudan bağlantılıdır.
Peki, “Helâl ve haram kılarak hüküm konusunda Allah’a ortak olmak, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı -Allah’a iftira ederek- haram saymak” dinin özüne dokunmayan fer‘i hükümlerden midir?
Fer’i hükümlerden değil, aslî hükümlerden ise; bir mezhepte helâl olan bir rızık diğer mezhepte haram olduğuna göre, bu durum mezhepler arasında esasta bir ayrılık söz konusu değil midir?
Dinin sahibi yalnız Allah(c.c)‘tır. Hüküm yalnız Allah’a aittir(12/40,67; 28/88) ve O hükmüne hiç kimseyi ortak etmez(18/26). Allah’tan başka hiç kimsenin helal ve haram kılma yetkisi yoktur. Her kim, Allah’ın haram kıldığını rızıkları helal, helal kıldığını rızıkları da haram kılarsa kendisini Allah’ın ortağı konumuna getirmiş olur(16/35). Ve her kimde Allah’tan başkasını hüküm koyucu olarak kabul edip onların hükümlerine tabi olursa, onları, Allah’ın berisinden rabler edinmiş olur(9/31). Allah’tan başka rabler edinmek, Allah’ın birliğine inanmamaktır. Allah’la beraber bir başka varlığı mutlak otorite olarak görmek tevhidin özüne aykırı bir anlayıştır. Böyle bir kabulde Kur’an’a göre şirk’tir. Allah’ın birliğine inanmak imanın esaslarına dair hükümlerdendir.
İtikatta, Kur’an‘ın ilkelerini baz almayan oluşumlar arasındaki farklılıklar görüş farklılığı değil, inanç farklılığıdır. Günümüz Müslümanları kendilerini İslam‘la özdeşleştirmiş olsalar da; Allah’ın hükümlerine karşı, beşeri hükümlerine tabi olduklarından, Kur’an tarafından “ihtilaf ehli” olarak tanımlanmaktadır.
– Beyinsizlikleri yüzünden bilgisizce çocuklarını öldürenler, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı – Allah’a iftira ederek- haram sayanlar, mutlaka ziyan etmişlerdir. Gerçekten onlar sapmışlardır. Doğru yolu bulmuş da değillerdir.(6/Enam,140)
– Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem’in oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah’tan başkasına kulluk etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah’tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır O.(9/Tevbe, 31)
– De ki: “Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (10/Yunus, 59)
– Allah’a ortak koşanlar, dediler ki: “Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye kulluk etmez, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen sadece apaçık bir tebliğdir. (16/Nahl, 35)
– Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü “Şu helaldir, şu haramdır,” demeyin, sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar. (16/Nahl, 116)
Müslümanlar için edinilmesi gereken dini bilgilerin tek ve temel kaynağı Kur‘an‘dır. Her Müslüman Kur’an’ın mesajını çok iyi şekilde öğrenmekten ve dünyevi yaşantısını ona göre düzenlemekten Allah’a karşı sorumludur. Çünkü Allah(c.c), kullarını sadece Kur’an’dan hesaba çekeceğini buyurmaktadır.(43/44)
Hz. Peygamber’in yolundan gitmek, ancak onun misyonunu devam ettirmekle mümkün olabilir. Hz. Peygamberi örnek almak, Kur’an merkezli bir düşünce ve yaşam biçime sahip olmakla mümkün olabilir. Hz. Peygamber’in “Ey Rabbim! Benim kavmim Kur’an’ı büsbütün terk ettiler” şikayetine maruz kalanlardan olmamak için yalnız Kur’an’a sarılmaktan başka bir seçenek yoktur.
Müslümanların barış, huzur, kardeşlik, birlik ve beraberlik içerisinde yaşayabilmeleri ancak Allah’ın kitabına sarılmaları ile mümkündür. Kur’an’ın çağrılarına uymadıkça, dinde farklılaşmalarına neden olan her türlü beşeri hükümlerden ve beşeri oluşumlarından uzaklaşmadıkça müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanması mümkün olamayacaktır.
Geçmiş dönemlerde olduğu gibi bu günde, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanamaması Kur’an’dan uzak yaşam tarzına sahip olduklarının bir göstergesidir.
Allah’ın selamı iman edenlerin üzerine olsun.
( Oğuz BAŞGÖZE http://www.kuranmuslumani.com/2008/05/22/ayrilik-rahmet-midir-1/ )
posted on Nisan 15th, 2012 at 15:29
posted on Mayıs 2nd, 2012 at 08:14