-
4th Ağustos 2008

Big Bang ve Evrim

posted in KADER |

BİNG BANG(BÜYÜK PATLAMA)

1922 yılında Alexander Friedmann, Einstein’ın formüllerinin evrenin genişlemesini gerektirdiğini ortaya koydu. Edwin Hubble, 1929 yılında, Mount Wilson Gözlemevi’nde, devrin en gelişmiş teleskopuyla tüm galaksilerin birbirinden uzaklaştıklarını gözlemledi. Hubble, evrenin genişlemesini trafik radarına yakalanmaya neden Doppler etkisini kullanarak keşfetti. Buna göre, ses veya ışık kaynağı gözlemciye yaklaşıyorsa dalga boyu küçülür ve biz ışık maviye kaymıştır deriz, uzaklaşıyorsa dalga boyu büyür ve bu kez de kırmızıya kaydığından söz ederiz. Hublle tüm galaksilerin kırmızıya kaydığını gözleyerek, bütün galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığını; kısaca evrenin genişlediğini, gözlemsel temelde ortaya koydu. 1948 yılında Gamow ve arkadaşları, Big Bang’ın başlangıcındaki yüksek ışımalaı çok sıcak ortamın kalıntısının (fosilinin) bugün bile evrende olması gerektiğini iddia ettiler.  1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson bu öngörüyü, “kozmik fon radyasyonu(aranan fosil)”nu bulup Nobel Ödülü’nü kazandılar. Bu durum, ‘modern kozmolojinin doğumu’ olarak kabul edilir. 1989’de uzaya fırlatılan COBE uydusundan 1992’de kozmik fon radyasyonu ve bu radyasyonda gezegenlerin oluşması için gerekli dalgalanmalar tespit edildi. Stephen Hawking, bunu yüzyılın en büyük buluşu olarak görür. Bu teoriyle, evrenin %25’inin helyum, %73’ünün hidrojen olduğu anlaşılmıştır.

 

EVRİM TEORİSİ

 Uzun bir zaman içerisinde canlıların mutasyonlar ve doğal seleksiyonlar sonucu değişerek yerlerini yeni canlılara bırakmasına evrim denir. Bu konuda çalışan ilk bilim adamları Lamarck ve Darwin’dir. Lamarck’a Göre: Kullanılan yapı ve organlar gelişir. Kullanılmayan ise körelir ve yok olurlar. Lamarck, zürafaların kısa boylu olduğunu ancak sürekli ağaç dallarına uzamaları nedeniyle boylarının zamanla uzadığını savunmuştur. Darwin’e Göre: Ortama uyum sağlayan canlılar doğal seleksiyonu kazanırlar. Darwin, hem kısa hem de uzun boylu zürafaların olduğunu ancak uzun boyluların daha iyi beslendikleri için hayatta kaldıklarını savunmuştur.

Canlı türlerinden uzun bir zaman süreci içerisinde kalıtsal yönden farklılaşarak ortam koşullarına uyum sağlayan yeni türlerin oluştuğunu savunur. Şimdi bu teze göre kendi kendinizle çelişiyorsunuz. Zira hem canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia edeceksiniz, hem de yaşayan türler arasından ortama ayak uyduranların kalacağını savunacaksınız. Yani mevcut türlerden elemeye yol açar, yeni bir tür yaratmaz. Mutasyon kromozom sayısındaki artma, azalma ya da bozulmalardır. Yani zararlıdır. Bu nedenle yeni ve sağlıklı türler ortaya çıkarması mümkün değildir. Doğal seleksiyon ya da mutasyonla yeni canlıların oluşması imkânsızdır.

Evrim teorisini zora sokan en önemli göstergeler şunlardır:

1. Biyologlar, canlılığın son derece kompleks yapılardan oluştuğunu keşfettiler. Proteinlerin, DNA ve hücrenin indirgenemez kompleksliğe sahip olduğu, iddia edildiği gibi tesadüfen oluşmalarının imkânsız olduğu anlaşıldı. Bu imkânsızlıklar matematiksel olarak da hesaplandı.

2. Evrimin mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon ve mutasyonların canlıları evrimleştirici güçleri olmadığı anlaşıldı. Doğal seleksiyon canlılara yeni bir genetik bilgi katmıyor, mutasyonlar ise genetik bilgiyi sadece tahrip ediyorlardı.

3. Fosil kayıtlarında türlerin birbirlerinden evrimleştiklerinin delili sayılacak olan “ara geçiş formlarına” rastlanmadı. Canlı türleri fosil kayıtlarında aniden ve kendilerine özgün eksiksiz yapılarıyla ortaya çıkıyorlar ve fosil kayıtlarından kaybolana kadar hiçbir değişikliğe uğramıyorlardı.

 

MUTASYON

Gen, DNA ve kromozomların yapısında meydana gelen kalıtsal değişmelere denir. (Kromozom sayısındaki artma, azalma ya da yapısındaki bozulmalar). Mutasyona neden olan her türlü etkene ‘’mutajen’’ denir. Mutajenler: Radyasyon, x ışınları, kimyasal maddeler, sıcaklık ve ortamın asit-bazlığı olabilir. Örnek: Kanser, gelişme bozuklukları, altıparmaklılık, yapışık ikizlilik, eksik organlı çocuklar, vb…

 

DOĞAL SELEKSİYON(Ayıklanma)

Canlıları yaşama şansını çevre belirler. İçinde yaşanılan çevreye uyum sağlayabilen canlılar o ortamda yaşayabilir. Uyum sağlayamayanlar ise yok olurlar. Böylece canlı sayısı dengelenmiş olur. Canlı sayısını sabitlemek için işleyen bu doğal mekanizmaya doğal seleksiyon yani ayıklanma denir. Örnek: Buna en güzel örnek 19. yüzyılda İngiltere’de yaşayan güve kelebekleridir. Açık renkli kanatlara sahipti bunlar. Sanayileşme sonucunda ağaç kabuklarının koyu renk almasıyla kuşlar tarafından daha kolay avlanır oldular. Böylece kanatları koyu renk olan güve kelebekleri yaşamlarını sürdürürken, açık renkli kanatları olan güve kelebekleri ise yok olup gittiler.

 

ARA GEÇİŞ FORMU EKSİKLİĞİ

ARA TÜR EKSİKLİĞİ: Eğer dünyamızda gerçekten bir evrim süreci yaşanmış, yani canlı türleri tek bir ortak atadan kademeli olarak türemiş olsalardı, bunun kanıtlarını en açık olarak fosil kayıtlarında görebilirdik. Ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler:

Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar… Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.

Bunun nedenini anlamak için, evrim teorisinin temel iddiasını kısaca gözden geçirmek gerekecektir:

Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir; önceden tesadüfen var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Bu bilimdışı iddiaya göre, bitkiler, havyanlar, mantarlar, bakteriler hep aynı kaynaktan gelmişlerdir. Hayvanların 100’e yakın farklı filumu (yani yumuşakçalar, eklembacaklılar, solucanlar, süngerler gibi temel kategorileri) hep tek bir ortak atadan türemiştir. Teoriye göre bu gibi omurgasız canlılar zamanla (ve tesadüfen) omurga kazanarak balıklara, balıklar amfibiyenlere, onlar sürüngenlere, sürüngenlerin bir kısmı kuşlara, bir kısmı ise memelilere dönüşmüştür. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız “ara tür”ün oluşmuş ve yaşamış olması gerekir.

Sözgelimi, geçmişte balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı amfibiyen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı amfibiyen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Örneğin bir sürüngenin ön ayakları her jenerasyonda bir parça daha kuşkanadına benzemelidir. Yüzlerce jenerasyon boyunca bu türün ne tam ön ayakları ne de tam kanatları olacak, yani bu canlı sakat ve kusurlu olarak yaşayacaktır. Evrimcilerin geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik canlılara “ara geçiş formu” adı verilir.

Yaşayan veya soyu tükenmiş tüm türler arasındaki ara ve geçiş bağlantılarının sayısı inanılmaz derecede büyük olmalıdır. Darwin kitabının başka bölümlerinde de aynı gerçeği dile getirmiştir: Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır. . . Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.

Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:

“Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz. . . Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. ”

Fosil kayıtlarında milyarlarca yıl önce yaşamış olan bakterilerin dahi fosilleri korunmuştur. Buna rağmen, hayali ara geçiş formlarına ait tek bir tane bile fosilin bulunamamış olması dikkat çekicidir. Karıncalardan bakterilere, kuşlardan çiçekli bitkilere kadar birçok canlı türünün fosilleri mevcuttur. Soyu tükenmiş canlıların dahi fosilleri o kadar kusursuzca korunmuştur ki, günümüzde görmediğimiz bu canlıların nasıl bir yapıya sahip olduklarını anlamamız mümkün olabilmektedir. Bu kadar zengin fosil kaynaklarının içinde, bir tane dahi ara geçiş formu bulunmamaktadır.

 

KAMBRİYEN PATLAMASI

Dünyanın yaşı 4,5 milyar yıldır. Darwinci Evrim Teorisi’nin en genel anlatımına göre başta tek hücreli bir canlı oluşmuş, canlılar önce türlere, sonra cinslere, sonra familyalara, sonra takımlara, sonra sınıflara, sonra filumlara ayrılmışlardır. Yüz milyonlarca yıl süren bu ayrışmadaki safhalar hep yavaş yavaş aşılmıştır. Oysa Kambriyen patlaması ve Ediacara Faunası evrimci beklentilerle en zıt olguları oluşturmaktadır. Fosil kayıtları, Kambriyen öncesi dönemde(Prekambriyen 3 milyar yıl) sadece bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin hüküm sürdüğünü söylemektedir. Oysa Kambriyen dönemine gelindiğinde (bundan 530 milyon yıl kadar önce), bir sürü birbirinden farklı çok hücreli canlı, aniden, fosil kayıtlarında kendini gösterir. İçinde sınıf, takım, familya, cins ve türü barındıran filumların yarısından fazlası bu dönemde ortaya çıkmıştır. 20 bin gözlü ‘trilobit’ de 5 gözlü ‘opabinia’ da hep bu dönemde, aniden fosil kayıtlarında gözükmüşlerdir. Darwincilerin fosillerden bekledikleri, fosillerin ‘aşağıdan-yukarıya’ bir evrimi göstermesiydi. Buna göre, türler ancak yüz milyonlarca yıl içerisinde sınıflara ve filumlara ayrılmalıydı. Oysa fosil bulgular, Kambriyen’de, bir anda, filumların ortaya çıktığını göstermiştir. Bu da ‘aşağısı’ olmadan ‘yukarı’nın ortaya çıkmış olmasıdır ki evrimci beklentilere tamamen zıttır. Kambriyen Patlaması’nın 10 milyon yıl kadar sürdüğü tespit edilmiştir. Bu 10 milyon yıldan önce 40 milyon yıl Ediacara Faunası ortaya çıkmıştır. Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası Evrimci Teorinin başına şu sorunları açmıştır. 1)Çok hücreli canlılık aniden ortaya çıkmıştır. 2)Çok büyük bir çeşitlilik aniden ortaya çıkmıştır. 3)Evrimci ‘aşağıdan-yukarı’ beklentinin aksine birçok filumum aniden ortaya çıkmıştır.

EVRİM TEORİSİ OLMADAN BİLİM OLMAZ MI? Bir veterinerin kuşun kanadı kırılırsa uygulayacağı tedavinin veya bir doktorun, insanın kalp bölgesinde yapacağı ameliyatın, bu teoriye inanmasından veya inanmamasından kaynaklanan bir farklılığı olmayacaktır.

 

EVRİM TEORİSİ VE SAHTEKÂRLIKLAR

a)Piltdown adamı: 1912 yılında Londra Tabiat Tarihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş aletler bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, 500 bin yıl önceki bir canlıya ait olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot çene kemiğinin toprakta ancak birkaç yıl kaldığı, kafatasının ise birkaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Kemiklere eski görüntüsü verebilmesi için boyayıcı maddelerle işleme tabi tutulmuştur. ayrıca dişler çene kemiğine uysun diye zımparalanmıştır. Maymun çenesi ise insan kafatası bir araya getirilerek bu sahtekârlık yapılmıştır. Bu sahtekârlık 40 yıl boyunca bilim çevrelerince evrim teorisi için en önemli kanıtlardan biri olarak anlatılmış ve ders kitaplarında okutulmuştur. b)Haeckel’in embriyo çizimleri: Darwin’in çağdaşı ve arkadaşı Alman biyolog Ernst Haeckel’in embriyonun geçirdiği aşamalarla ilgili yanıltıcı bilgiler içeren çizimlerinde bu sahtekârlık hâlâ ders kitaplarında okutulmaktadır. Haeckel’in sahte çizimlerinde çeşitli canlılara ait embriyo resimleri yanyana konulmuş ve bunlar arasında benzerlikler varmış havası verilmeye çalışılmıştır. ayrıca Haeckel, balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için, bu embriyoların resimlerine bazı eklemeler yapmış, bazı kısımları ise çıkarmıştır. Stephen Jay Gould, Michael Richardson ve Thomas Kuhn gibi ünlü embriyologlar ve evrimciler de bunu kınamışlardır. Bu, paradigmaların bilime yön vermesine en canlı örnektir. c)Nebraska adamı: 1922 yılında ünlü fosilbilimci Henry Fairfield Osborn Nebraska’da bir diş fosili buldu. Konunun uzmanları, bu dişin insan ve şempanze arasında ara bir türün dişi olduğunu söylediler. Ardından Nebraska adamının özellikleriyle ilgili detaylı anlatımlar yayımladılar. Daha sonra bu dişin bir domuz dişi olduğu anlaşıldı. Bundan önce ise birçok antropolog, Nebraska adamının nasıl yaşadığı ile ilgili hikâyeler türetmişlerdi. Tüm bunlar din adına veya ideoloji adına, nasıl dogmatik önyargılı yaklaşımlar veya sahtekârlıklar yapılabiliyorsa, aynı şeyin ‘bilim’ adına da yapıldığını, ‘bilim’in bazılarının zannettiği gibi her zaman objektif olan, önyargılardan uzak bir faaliyet olamadığını, söz konusu örnekler göstermektedir. Dinde, Tanrı’nın ödülü olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin maaş veya takdir gibi ödülleri vardır; dinde, dini cemaatin dışlaması veya kabulü önemli olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin dışlaması ve kabulü önemlidir; dinin tartışmasız önkabulleri olduğu gibi, bilimin de tartışmasız önkabulleri vardır. Nitekim Kuhn, abartılı da olsa, bütün bilimsel çalışmalar paradigmaya bağlı olduklarından objektif olmayan ve olamayacak olan uğraşalr olarak tarif etmektedir. Örneğin canlıların ‘soy ağacı’ gibi gözlemsel ve deneysel verilere dayanmayan hayali şemalar, alternatif görüşler göz önüne alınmadan yapılmıştır. Bu ise, ‘apriori inanç’la değerlendirildiğini ortaya koymaktadır. Ders kitaplarında tek taraflı bilgi yerine alternatif görüşler de verilmelidir.

“Canlıların kökenine dair elimizdeki bilimsel bilgiler yetersizdir. ” “Gelişmiş mikroskoplar kendiliğinden türemenin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. ” “Big Bang Teorisi ortaya konmadan önce Demokritos, Epikuros, Lucretius gibi ateist atomculardan, Aristoteles gibi kendisinden sonraki dönemin en etkin bir filozofuna ve moderne dönemin materyalist filozoflarına kadar birçok kişi evrenin bu haliyle sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza dek de var olacağını savunuyorlardı. Oysa tek tanrılı dinlerin mensupları evrenin sonradan yaratıldığını, bir başlangıcı olduğunu savunuyorlardı. ”

“20. yüzyıla hâkim olan Newton fiziğiyle birlikte 1916 yılında Einstein bile “sonsuz ve durağan(sabit) evren modeli”ni savunuyordu. Daha sonra bu görüşünü Einstein, hayatının en büyük hatası olarak görür.

 “Bilim pek çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır. ” Paul Feyerabend (Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kur’an, DİB, s. 214-216)

This entry was posted on Pazartesi, Ağustos 4th, 2008 at 02:51 and is filed under KADER. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There are currently 3 responses to “Big Bang ve Evrim”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Ağustos 30th, 2010, Hüdai ÇAKMAK said:

    Bir Deli Bir kuyuya Bir taş Atar, Kırk Akıllı Çıkaramaz (atasö-zü)

    EVRİM KONUSUNDA CHARLES DARWİN’İN ŞÜPHELERİ
    Evrim teorisi genelde akıl, mantık ve bilim dışı bir teori-dir ve pek çok bilimsel bulgularla (kendi temel ve mekaniz-malarıyla da) çelişir ve teorinin kurucusu Charles Darwin’de bunun farkındadır.
    Darwin kalan ömrü boyunca ortaya koyduğu evrim teorisinin gerçekliği yönünden şüpheler içinde bocalayıp durmuştur. Bu bocalama evrim teorisi müsveddelerinin uzun zaman (yaklaşık on dört yıl) bir sandıkta saklı durmasına neden ol-muştur.
    1858 yılına gelindiğinde Darwin, Alfred Russel Wallace’in ufak farklılıklarla evrim teorisine benzeyen bir teori yayımlamak üzere olduğu duyumunu almasaydı muh-temel ki daha uzun yıllar sandıkta duracaktı. Bir bakıma ev-rim teorisinin ortaya çıkma nedeni bir başkasına kaptırılma korkusu olmalıdır.
    Darwin korkularını ve endişelerini bir kenara koyarak on dört yıl sonrada olsa teorisini yayınlamaya cesaret edebil-miştir ama şüpheli bocalayışları devam edip gitmiştir. Türle-rin Kökeni kitabındaki ifadeleri bu bocalayışın boyutunu ko-layca ifade eder. Aynı zamanda bu ifadeler Darwin’in uzun yıllar gözlemlediği yaşamdaki yaratılış harikalıklarından na-sıl etkilendiğinin açık kanıtlarıdır.
    Darwin Türlerin Kökeni isimli yapıtında kendine şu soru-ları sormaktan alamamıştır.
    -…Birincisi türler başka türlerden belli belirsiz aşama-lardan geçerek türediyse neden her yerde sayısız geçişsel biçimlere (ara formatlara) rastlamıyoruz?
    Bu gün gördüğümüz türler yerine doğada neden biçimlerin karmaşıklığı ile karşılaşmıyoruz?
    İkincisi; örneğin yapısı ve alışkanlıkları bakımından ya-rasa olan bir hayvan, çok farklı yapısı ve alışkanlıkları olan başka bir hayvanın değişiklik geçirmesiyle oluşabilir mi?
    Doğal seçmenin bir yandan zürafanın kuyruğu gibi sinek kovmaya yarayan pek az önemli bir organ ve öte yandan göz gibi şaşılası bir organ türetebileceğine inanabilir miyiz?
    Üçüncüsü içgüdüler doğal seçmeyle kazanılabilir ve değişik-liğe uğratılabilir mi?
    Arıyı büyük matematikçilerin buluşlarını çok önceden uy-guladığı petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?
    Dördüncüsü, birbirleriyle çaprazlanan türlerin kısırlığını ve kısır döller vermelerini oysa birbirleriyle çaprazlanan çeşitle-rin döl verimlerinin bozulmadan kalmasını nasıl açıklayaca-ğız?
    …………………….
    Bununla birlikte bu gün doğada sayısız geçişsel biçimin hiç bir yerde ortaya çıkmamasının ana nedeni yeni çeşitlerin hiç durmadan ata biçimlerinin yerini almasına yol açan do-ğal seçim sürecinin kendisidir. Ama özellikle bu yok etme süreci olağanüstü etkili olduğu için eskiden var olmuş ara çeşitlerin sayısı da gerçekten pek büyük olmak gerekir.
    Öyleyse yerbilimsel oluşumlar ve bütün tabakalar geçiş-sel biçimlerle neden tıka basa dolu değildir?
    Yerbilim organik yaratıkların böylesine kopuksuz zinciri-ni asla gün yüzüne çıkarmamıştır. Ve bu belki doğal seçme teorisine karşı çıkarılabilecek en açık ve en zorlu aykırılıktır. Bence bunun yanıtı yerbilimsel belgelerin aşırı eksikliğinde saklıdır.
    ……………….
    …..Ama bu teoriye göre sayısız geçişsel biçimler (ara formatlar) olmak gerektiğine göre onlara yer kabuğuna gö-mülmüş olarak neden çok sayıda rastlamıyoruz?
    …………………..
    ……Peki ama geçit bölgelerinde yaşam koşullarının ge-çiştiği yerlerde neden birbirine yakın geçişsel çeşitlere (ara formlara) rastlamıyoruz?
    …………………..
    …Ama doğadaki türlü organik varlıklarda gördüğümüz sayısız karmaşık yapı uyarlamalarının düpedüz böyle bir et-kiye (doğal seleksiyona) yorulamayacağına güvenle karar verebiliriz.
    …………….
    Bundan başka en farklı iklimlerde yaşasalar bile türlerin arı kalmasının ya da hiç değişmemesinin pek çok örmeğini her doğa bilgini bilir.
    ……………..
    …Bu bölümde verilmiş olguların teorimi büyük ölçüde desteklediğini öne sürmüyorum ama anılan güçlüklerden hiç birinin teorimi geçersiz kılmadığı kanısında olduğumu söy-lüyorum.
    Darwin yaşamın basite indirgenemez kompleks sistem-lerinin en belirgin ve harika yapılarından olan göz ve tavus kuşunun tüyleri ile ilgili şunları söylemektedir.
    -Gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım. Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavus kuşunun tüylerini görmek beni neredeyse hasta ediyor.
    Darwin’in canlılardaki kusursuz tasarımları gördüğünde his-settiklerini anlatan sözlerinden bazıları şöyledir:
    -Bu mükemmel evreni, özellikle de insanın doğasını iz-lemekten mutlu olamıyorum. Her şeye dizayn edilmiş kanun-ların bir sonucu olarak bakmaya eğilimliyim. Ve bütün bu kanunlar açıkça her şeyi bilen, gelecekteki tüm olayları ve sonuçları gören bir Yaratıcı tarafından dizayn edilmiştir. Ama daha fazla düşündükçe daha fazla kafam karışıyor.
    Tamamen ümitsiz bir karmaşanın içinde olduğumun bi-lincindeyim. Gördüğümüz dünyanın bir şans eseri olduğunu düşünemiyorum. Ama aynı zamanda her ayrı parçaya da bir dizaynın (planlamanın) sonucu olarak bakamıyorum.
    Her sınıftaki hayvanla ilgili birçok şaşırtıcı ve ilginç ör-nekler verebilirim. Bunların sayısı o kadar çok ki şans eseri olmaları mümkün değil.
    Ayrıca Darwin, ortaya attığı teorinin yanlışlığını ve temel-sizliğini de fark etmiş ve şöyle yazmıştı:
    -Okur Türlerin Kökeni isimli yapıtımın bu bölümüne var-madan önce bir yığın güçlükle karşılaşmış olacaktır. Bunla-rın bazıları bugüne dek üzerlerinde belirli bir ölçüde durak-samadan düşünemediğim kadar çetindir.
    …………..
    …..Böyle ani değişimler her şeyden önce embriyoloji ile uyuşmamaktadır.
    Yine Darwin yakın dostu Asa Gray’a yazdığı bir mektup-ta:
    -Oldukça iyi biliyorum ki spekülasyonlarım meşru bilimin sınırlarının oldukça ilerisine uzanmıştır diyerek teorisini bi-lim dışı bir spekülâsyon olarak değerlendirmişti.
    Evrim teorisinin en büyük iddialarından birisi ve yanılgısı tamamen maddeye indirgeyerek canlı cansız tüm var oluşu doğa mekanizmalarının zaman içindeki rastlantısal ürünü saymasıdır. Saymasıdır ama Darwin bu konuda da şüpheler, tereddütler içinde bocalamakta, ümitsizliğin içinden ümit kırıntıları aramakta, Türlerin Kökeni kitabında şunları yaz-maktadır.
    -….Öyleyse hayvan ve bitkiler pek az ve pek yavaş da olsa değişiyorsa herhangi bir yararı olan değişimler ya da birey-sel farklar doğal seçmeyle ya da en uygunların kalımıyla ne-den saklanıp biriktirilmesin?
    İnsan kendine yararlı değişimleri (hayvanların evcilleşti-rilmesi kastediliyor) sabırla seçebiliyorsa değişen ve karma-şık yaşam koşullarında canlı varlıkların kendilerine yararlı değişimler neden sık sık ortaya çıkmasın ve saklanmasın ya da seçilmesin?
    Her yaratığın yapısını, kuruluşunu ve alışkanlıklarını çağlar-dır şaşmadan sınayan, iyiyi kayıran ve kötüyü geri çeviren bu güç sınırlanabilir mi?
    Her canlı biçimi en karmaşık yaşam ilişkilerine yavaş ya-vaş ve çok güzel uyarlayan bu güç için bir sınır göremiyo-rum.
    İddia teorinin temelini oluşturduğundan bundan sonraki varsayımlarda bu büyük iddianın uzantılarını oluşturmakta-dır. Oluşturmaktadır ama çözüm için ortaya atılan her öneri teoriyi daha da karmaşıklaştırmış, içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Bu konuda söylenecek son söz bilimsel gelişim-lerin kuşkuları konusunda Darwin’i haklı çıkardığıdır.

  2. 2 On Ağustos 30th, 2010, Hüdai ÇAKMAK said:

    Bir Deli Bir kuyuya Bir taş Atar, Kırk Akıllı Çıkaramaz (atasözü)

    BİLİM Mİ, EVRİM Mİ?

    Evrim teorisinin kanıtlanması -her ne kadar evrim teorisi ta-raftarları evrimin kanıt gösterilmesine gerek olmayan açık bir gerçek olduğunu kabul etseler ve buna inansalar da- evrim teori-si taraftarlarının en büyük idealleridir. Gerçekte onları evrim teo-risinin kanıt gösterilmesine gerek olmayan açık bir gerçek olduğu inancına iten neden bu konudaki başarısızlıkları, teoriyi destek-leyen bilimsel hiçbir kanıtın bulunamamasıdır.
    Fakat taraftarlarına göre evrim teorisi öylesine açık bir ger-çektir ki bu gün bilimsel kanıtlarının bulunamaması ilerde bulun-mayacağı anlamına gelmez. Evrimin kanıtları ilerde nasıl olsa bulunacaktır. Bu nedenle kanıtsızlığa rağmen evrimi bir gerçek kabul ederek varsayımları bunun üzerine kurmanın herhangi sa-kıncası yoktur.
    Görüleceği gibi evrimci çalışmalar kanıtlardan çok kanıtsızlı-ğa dayanan bu sakat mantık üzerindedir. Bir bakıma evrim teorisi taraftarları binanın temelini atmadan çatısını kurmaya çabala-maktadırlar.
    Tanınmış bir gazetemizde 3 Eylül 1999 tarihinde yayınlanan Evrimin Formülü Bulundu başlıklı haberde üç Fransız araştırma-cının çalışmalarından bahsediliyor, evrim nasıl gerçekleşiyor so-rusuna cevap arayarak ortaya matematiksel bir formül koydukları bildiriliyordu.
    Haberde yapılan çalışmalarda hâkim olan görüş ise yukarda bahsettiğimiz mantığa uygun olarak-bilimsel kanıtsızlıklara rağ-men- evrimin bilimsel bulgular tarafından ispatlanmış kesin bir gerçek olduğu, geriye sadece formülünün keşfedilmesinin kaldığı yönündeydi.
    Bir bakıma-nasıl olmuşsa- çatı kurulmuştu, bu çatıya bir te-mel aranmaktaydı.
    Bu formül ya da buna benzer tüm evrimci spekülasyonlar, önce evrimi mutlak bir gerçek olarak kabul eden, sonra da bu kabul üzerine senaryolar yazan araştırmacıların ürünüdür.
    Örneğin bu kişiler insanın maymunlarla ortak bir atadan gel-diğini bu varsayımı destekleyen hiçbir bilimsel kanıt olmadığı halde- kanıtların daha sonra bulunacağını varsayarak- gerçek olduğunu peşinen kabul etmekte, sonra insan ile maymunlar arasındaki farklılık ve benzerlikleri hesaplayıp kıyaslamakta, son olarak da bu bilgileri evrim kanunlarına uygun olarak yorumla-makta, çıkan sonuca göre yeni formüller, varsayımlar üretmekte-dirler.
    Fakat bir gerçeği-her ne kadar evrim teorisi taraftarları unut-salar bile-unutmamak gerekir. Bu gerçekte evrimin yaşandığı konusunda hiçbir bilimsel kanıt olmamasına rağmen yaşanmadı-ğı konusunda sayısız kanıt vardır.
    Hayal ürünü, bilimsel kanıtlara dayanmayan varsayımlar üretmek gerçekte çok kolaydır.
    Her insan böyle varsayımlar üreterek tıpkı Charles Darwin gibi; bu varsayımlarım her ne kadar pek çok çelişkiler içerse de; bilime, akla, mantığa ters düşse de gerçek olduklarına gönülden inanıyorum ama henüz bilimsel kanıtlarını bulamadım. Zaman içinde bulunacağını umuyorum. Nasıl olsa günün birinde kanıtları bulunacağından siz bu varsayımlarımı gerçek olarak kabul ediniz diyebilir.
    Bir insan ortaya çıkıp, yer sarsıntıları dünyayı karıştırmak isteyen çok gelişkin uzaylı canlıların uzaktan kumandayla oluş-turdukları provokatif olaylardır diye bir varsayım ortaya atabilir. Sonra elinde her hangi bir bilimsel delil olmadan ya da Drake denklemi gibi şüpheli varsayımları kesin delillermiş gibi kullana-rak uzaylıların var ve akıllı olduklarından, akıl almaz teknolojile-rinden, ne kadar güçlü olduklarından, yakında dünyayı işgal ede-ceklerinden, insanları kendi türlerine evrimleştireceklerinden, gezegenlerine götüreceklerinden….. Bahsedebilir. Bu konuda daha başka deliller istendiğinde bu tür deliller elimde henüz yok ama çok yakında ortaya konulacaktır denilebilir.
    İnsanın hayal gücü sınırsız olduğundan bu varsayımını yine hayal gücüyle ürettiği başka varsayımlarla destekler ve bu var-sayımları gerçeklerinin yerine kanıt olarak ortaya koyabilir.
    Tarih boyunca bu tür hiçbir bilimsel kanıtlara dayanmayan sonunda birer safsata oldukları anlaşılan varsayımlara inanan, bu yolda servetlerini ve hatta hayatlarını harcayan nice insanlar görülmüştür. Bu gerçekte insanların ne kadar kolay aldanıp yanı-labildiklerinin bir başka boyutudur.
    Görüleceği gibi gerçekte bir safsata olan hayali bir varsayımı (Evrenin Dünyamızdan başka bir yerinde yaşamın olup olmadığı kanıtlanamamıştır) Drake denklemi gibi bilimsel olduğu iddia edi-len bir varsayıma getirip dayandırdık. Bu varsayımımızı pek çok insanın bir gerçekmiş gibi kabul edeceğinden emin olabilirsiniz. Evrim teorisinin bu günkü bilimsellikteki konumu-gerçek bilimsel kanıtlarla desteklenmedikçe- yukarıdaki hayali varsayımımızla aynıdır.

    Yukarıdaki hayal kurgusuna benzeyen bir iddiayı Jean Chalin isminde bir bilim insanı ortaya atmıştır.
    Bu bilim insanı daha da ileri giderek uzaydan gelen bu akıllı yaratıkların mevsimleri oluşturan değişimleri, yer sarsıntılarını kontrol ettiklerini, bu oluşumların etkenlerini istedikleri gibi değiş-tirdiklerini ve hatta Dünya ekonomisini ele geçirdiklerini borsaları indirip çıkardıklarını…. İddia etmekteydi.
    Yine saygın bir bilim! insanımız Evrim teorisi taraftarlarının hiç dinmeyen baş ağrılarından biri olan ilk canlıların oluşumu konusunda:
    -Örneğin ilk meydana gelen aminoasitlerdir. İkinci basamak-ta, thermal proteinler ve mikro kürecik proteinoidleri oluşmuştur. Daha sonraki basamakta, ATP aminoasitleri devreye girip evrim-leşmiştir. Daha sonra da daha kompleks proteinler ve protein sentezleri gelişmiştir. Daha sonra prototip hücreler oluşmuş ve milyonlarca yılda doğa deneye yanıla stabil hücreleri oluşturmuş-tur diye yazabilmektedir.
    Yukarıdaki cümlelerde ilk canlı hücre oluşumun evrim teo-risi öngörülerine uygun aşamaları sıralanmış ancak bu aşamala-rın nasıl ve hangi mekanizmalar aracılığı ile gerçekleştirildiği ko-nusunda bilimsel herhangi bir kanıt gösterilmesi unutulmuştur!.
    Bir evrimci yazar hiçbir kanıt göstermeye gerek duymadan fakat bilimsel deyimleri, isimleri bol, bol kullanarak rastlantılarla ilk canlının nasıl oluştuğundan nasıl evrimleştiğinden bahsederek şempanzelere ondan da insana kadar rahatlıkla getirebilir.
    Yazar evrimi-eğer gerçekse-kolaylıkla tırmanılan alçak ba-samaklı bir merdiven gibi basitleştirmiştir. Görüldüğü gibi her şey kolaylıkla olu oluvermektedir. Fakat gerçek böyle değildir.
    İlk meydana geldiği iddia edilen aminoasitlerin rastlantılarla oluşmalarının mümkün olmadığı bilimsel kanıtlarla gösterilmiş bir gerçektir.
    Yukarıda yazıda iddia edilen evrim merdivenin ilk basama-ğında bulunan aminoasitlerin rastlantılarla oluşamayacağı oluşsa bile mevcut şartlarda varlıklarını koruyamayacakları dolaysıyla proteinleri oluşturamayacakları bizzat evrim teorisi taraftarları tarafından itiraf edilmiş bir gerçektir. (Aminoasitler ve proteinler bölümlerine bakınız)
    Dünyaca ünlü Science News dergisinin Ocak 1999 sayısın-daki bir makalede şunlar yazılıdır.
    Hiç kimse şimdiye kadar nasıl olup da geniş çapta dağılmış yapıtaşlarının proteinlere dönüştüğünü tatmin edici bir şekilde açıklayamamıştır. İlkel dünyanın varsayılan koşulları aminoasitle-ri yalıtılmış bir yalnızlığa doğru sürükleyecek şekildedir.
    Canlılık konusundaki yazının diğer bölümlerindeki iddialar ise ilk bölümün imkânsız olarak belirttiğimiz oluşum zorluklarını kat, kat aşar.
    Sayın bilim! insanının oldu, oluverdi gibi iki-üç cümlede ak-tardığı iyice basite indirgenmiş bu senaryoda söz edilen yapıların her biri son derece özel ve komplekstirler ve rastlantılarla mey-dana gelmeleri kesinlikle imkânsızdır. Eğer imkânlı ise bunu id-dia sahibinin kanıtlaması gerekir.
    Bir canlı hücresinin en basit yapı taşları olan aminoasitlerin rastlantılarla oluşması ve doğal şartlarda mevcudiyetlerini koru-maları mümkün değildir.
    Tek bir protein molekülünün sahip olduğu özellikler kesinlikle rastlantılara yer vermeyecek kadar karmaşıktır.
    Kaldı ki basit bir canlı hücresi birbirinden değişik yapılarda ve her biri özel görevler üstlenmiş iki bine yakın protein ve diğer hücre içi elemanların inanılmaz derecede karmaşık fakat o ka-darda düzenli ve kompleks bir planlama ile yerli yerlerinde sen-tezlenmesi sonucunda oluşur.
    Canlıların moleküler planı her canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan DNA dediğimiz dev biyomoleküllerdeki şifrelerde gizlidir. DNA molekülünün yapısı yaşam mucizelerinin başında gelir.
    Yazının diğer bölümlerinde bahsedilen sözde oluşumlardan ise bahsetmeye bile değer bulmuyoruz. Eğer kanıt yoksa ya da gösterilemiyorsa bu tür varsayımların bir varsayım olmaktan öte değerleri yoktur. Bu tür yazılar genelde koyu bir taassup ürünü olup propaganda amaçlıdır.
    Kanıtsızlığı kanıt olarak kullanmak evrim ve uzantısı teorile-rin sıkça kullandıkları bir yöntemdir. Bilimsel kanıtlara dayanma-yan bu tür yöntemlerin propaganda ve beyin yıkama dışında bir değeri bulunmamaktadır.

  3. 3 On Ağustos 30th, 2010, Hüdai ÇAKMAK said:

    DOĞADA SAVURGANLIK VE ANARŞİ Mİ
    YOKSA
    DÜZEN VE DAYANIŞMA MI VAR?

    Evrim teorisi taraftarlarının yaratılış gibi karşıt teoriler aleyhine bul-dukları kanıtlardan birisi canlıların gerektiğinden fazla çoğalma eğilimde oldukları iddiasıdır. Charles Darwin’de bu konuyu işleyen Malthus’un Nü-fus isimli kitabından oldukça etkilenmiş, canlıların anormal çoğaldıkları iddiasını doğal seleksiyonun dolaysıyla evrim teorisine kanıtı olarak gös-termiştir. Gerçektende canlıların hesapsız çoğalmaları Dünyanın canlıları besleme kapasitesinin sabitliği nedeniyle canlılar arasında bir yer kapma telaşına, ardından müthiş bir yaşam savaşına neden olmakta mıdır?
    Bir balık milyonlarca yumurta bırakır. Bir meyve ağacı binlerce meyve verir. Bir balığın milyonlarca yumurta bırakması ya da bir ağacın binlerce meyve vermesi şüphesiz üremeye yöneliktir. Hiç bir balık bıraktığı yumur-talardan çıkacak milyonlarca yavrudan büyük bölümünün diğer balıklar tarafından yenilerek besine dönüşeceğini, çok az kısmının büyüyerek erginleşeceğini bilmez. Bitkiler içinde, diğer canlılar içinde bu böyledir. Her canlı üremek için elinden geleni yapar. Ne kadar çok yavru verirse üreme (neslini devam ettirme) garantisinin o kadar çok olacağını çok iyi bilir. Bir bakıma canlıların nesillerini devam ettirme çabaları doğa kanun-ların en önemlilerinden biridir.
    Evrim teorisi taraftarlarına göre canlıların gerektiğinden fazla çoğalma eğilimleri bir savurganlık örneğidir. Yaratılış felsefesiyle bağdaşmamak-tadır.
    Darwin’e göre canlıların gerektiğinden fazla üremesi dünyanın belirli bir kapasiteye sahip olması nedeniyle mantıklı değildir. Gerektiğinden fazla üreyen canlılar arasında amansız bir yaşam savaşı verilmesinin ana nedeni budur.
    Doğayı ve doğa içindeki canlıları gerektiği gibi ve tarafsızlıkla incele-yen bilim insanlarının canlılar hesapsız mı ürüyor sorusuna verdikleri yanıt kesin bir hayırdır.
    Doğada çok ince bir düzen vardır. Her canlı bir başka canlının ya da canlıların besinidir. Bu bir besin zinciri oluşturur. Ölüp, ceset haline gel-miş her organizma börtü böceğin, kurdun kuşun sonunda mikropların bakterilerin besini haline gelir. Her şey yerli yerini bulur. Hiç bir şey israf olmaz. Hiç bir şeyin israf olmaması var olan düzenin ne kadar ince ve hassas olduğunun bir başka kanıtıdır.

    Canlılardaki ekolojik denge: Doğada en çok üreyen canlılar bu besin zincirinde en çok kıyıma uğrayan canlılardır. Doğa canlıların nüfuslarını birbirleriyle kontrol ettirerek tam bir denge ve uyuşum sağlamıştır. Canlı-lar arasında amansız bir yaşam savaşı var gibi görünürse de bu gerçekte tam bir dayanışmadır. Her canlı bu düzenin ve bu düzendeki görevlerinin farkındadır. Yaşamının diğer canlıların varlığıyla yakından ilgili olduğunu çok iyi bilir. Bir geyik sürüsü karnı doymuş bir aslan ailesinin yakınlarına kadar gelir ve orada otlamaya devam eder. Hiçbir canlı –insan dışında- gereksiz yere bir başka canlıyı öldürmez, katliam yapmaz.
    Dünyada milyonlarca farklı canlı türü yaşamaktadır. Bu canlılar içinde sadece bitkiler topraktan doğrudan besin alabilme mekanizmalarına sahip olduklarından kendi besinlerini üretebilirler. Bu nedenle bitkiler besin zincirinin birincisidir, temelidir ve en önemli halkasıdır.
    Hayvanlar ise ya bitkileri veya diğer hayvanları besin olarak kullanır-lar. Bu besin dengesi o kadar iyi kurulmuştur ki, hiçbir canlı türü aşırı derecede çoğalıp yeryüzünü istila etmez, edemez. Ekolojik denge denen bu sistem yapay müdahaleler olmadıkça bozulmaz.
    Ekolojik denge o kadar hassas bir düzene sahiptir ki, insanlar tarafın-dan tüm modern gelişkin teknolojiye rağmen taklit edilememektedir. Ya-pay ekolojik denge kurma çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
    ABD Columbia Üniversitesinde bilim adamları tarafından Biosphere 2 adı verilen deney buna en güzel örnektir.
    Sözü edilen deneyde dev bir sera kurulmuş, bu sera dış dünyadan tamamen izole edilmiş, dışarıdan sadece güneş ışığı alan bu dev seranın içinde, sayı ve türleri daha önceden tespit edilmiş bitki ve havyanlar yer-leştirilmiş ve bu yapay dengenin korunmasına çalışılmıştır. Ancak ilerle-yen aylarda dengenin giderek bozulduğu görülmüş, türler ölmeye başla-mış ve çalışma başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu başarısızlığın nedeni de bu konuda yeterli bilginin olmaması, ekolojik denge de rol sahibi mikro-organizmalar gibi bazı canlıların ortamda bulunmamasıdır.
    Ekolojik denge öylesine ince, geniş ve çok dengeler içerir ki yapay olarak bu dengeyi kurabilmek mümkün değildir. Kaldı ki bir zamanlar hiç-bir canlının bulunmadığı bir dünyada böylesine bir düzenin kurulabilmesi ilginç, ilginç olduğu kadarda ibret vericidir.

    Canlılarda dayanışma: Canlılardaki dayanışma ekolojik sistemin teme-lidir. Ekolojik sistemin madde boyutundan daha önce bahsetmiştik. Ya-şam boyutu da madde boyutu kadar önemlidir. Öylesi önemlidir ki ekolo-jik düzenin yaşam boyutunu ayrı bir bölümde ele almayı uygun bulduk.
    Charles Darwin ekolojik düzenin farkındadır. Türlerin Kökeninde şun-ları yazmaktadır.
    -Yukarı hayvanlarda en yaygın karşılıklı hizmet hepsinin duygu birliği ile birbirlerini yaklaşan tehlikeye karşı uyarmalarıdır. Dr Jaegerin belirttiği gibi bir sürüdeki ya da kümedeki hayvanlara yaklaşmanın ne kadar güç olduğunu bütün avcılar bilir.
    Öyle sanıyorum ki yaban atları ve sığırları herhangi bir tehlike işareti vermemektedir ama düşmanı ilk sezenin hali öbürlerini uyarmaktadır.
    Yaban tavşanlarının tehlike işareti art ayaklarını pat, pat yere vurmak-tır.
    Koyunlar ve dağ keçileri aynı işi ön ayakları ile yapar ve o sırada ıslı-ğımsı bir ses çıkarır.
    Kuşların birçoğu ve memelilerin bazıları gözcüler çıkarmaktadır. Söy-lendiğine göre foklarda gözcülüğü genellikle dişiler yapmaktadır.
    Bir maymun kümesinin önderi gözcülük de yapmakta, tehlikede ya da güvenlikte olduklarını bildiren çığlıklar atmaktadır.
    Toplumsal hayvanlar birbirleri için ufak tefek işler görürler. Atlar bir-birlerinin kaşınan yerlerinin hafifçe ısırır, sığırlarsa yalar. Maymunlar bir-birlerinin dış asalaklarını ayıklar.
    Brehm bir küme saba maymunu dikenli bir alandan geçtikten sonra her maymunun bir dala uzandığını ve başka bir maymunun onun yanına oturup kürkünü özenle incelediğini ve dikenleri birer, birer çıkardığını anlatmaktadır.
    …………..
    Toplumsal hayvanların birbirlerine karşı toplumsal olmayan hayvanla-rın duymadığı bir sevgi duyduğu kesindir.
    …………….
    Bununla birlikte hayvanların birçoğu birbirinin acılarını ve sıkıntılarını elbette paylaşmaktadır.
    ………………
    Habeşistan’da babuinler bir bahçeyi yağma ederken önderlerini ses-sizce izlerler. Tedbirsiz bir yavru gürültü ederse sessiz ve eslek olmayı öğrenmesi için tokatlanır.
    …………….
    Belirli hayvanların bir arada yaşamalarına ve birbirlerine türlü yollar-dan yardım etmelerine yol açan içtepiye gelince pek çok halde öbür içgü-düsel davranışlarda bulunurken tattıkları kıvanç ya da hoşlanma duygu-sunun ya da öbür içgüdüsel davranışlarını engellenmesi sırasındaki aynı kıvançsızlık duygusunun onları hareket geçirdiği sonucunu çıkarabiliriz.
    …………
    Duygudaş üyelerinin sayısı en çok olan topluluklar en iyi serpilip geli-şir ve en çok sayıda döl yetiştirir. Bununla birlikte örneklerin birçoğunda belirli toplumsal içgüdülerin doğal seçme ile kazanılıp kazanılmadığına ya da duygudaşlık, sağduyu yaşantı ve benzenme yönsemesi gibi başka içgüdülerin yetilerin dolaylı sonuçları olup olmadığına ya da yalnızca uzun sürmüş alışkanlığın sonucu olup olmadığına karar vermek olanak-sızdır.
    ……………
    İnsan toplumsal bir hayvan olduğuna göre arkadaşına bağlı olma ve boyunun önderine boyun eğme yönsemesini soyaçekimle kazandığı aşağı yukarı kesindir. Nitekim bu nitelikler toplumsal hayvanların birçoğunda ortaktır.
    ………………………
    Eyleme geçmeden önce korkusunu ya da duygudaşlık konusundaki eksikliğini yenmeye zorlanan kimse bir bakıma doğuştan yetenekli olduğu için iyi bir işi hiç çaba göstermeksizin yapan birinden yinede daha çok güvenilmeye değerdir.
    * * * *

    Evrim teorisi taraftarları doğada pek çok canlının ergenlik çağına gel-meden öldüğünü, örneğin pek çok yumurtadan çıkan yavrulardan çok az bir kısmının hayatta kaldığını dolaysıyla canlılık yönünden doğada bir savurganlığın söz konusu olduğunu belirtmekte sonra da bunun bilinçli tasarımla (yaratılış teorisiyle) çeliştiğini iddia etmektedirler.
    Bilinçli tasarım evrim teorisi gibi canlıların nasıl ortaya çıktığı konu-suna cevap veren bir varsayımdır. Ekolojik denge ve sonuçları evrim teo-risini ilgilendirdiği kadar bilinçli tasarım teorisini de çok daha yakından ilgilendirir.
    Bilinçli tasarım teorisi evrim teorisinin öne sürdüğü doğadaki savur-ganlık iddiasını ekolojik düzeni kanıt göstererek ret ve inkâr eder.
    Doğada savurganlık olduğunu iddia etmek var olduğu kesin bilimsel kanıtlarla gösterilmiş olan ekolojik dengeyi ret etmekle aynı şeydir.
    Yukarıdaki bölümlerde açıklamaya çalıştığımız gibi canlılardaki nüfus kontrolünün ekolojik düzenle mükemmel olarak yapıldığı bilimsel bir ger-çekse; bir bilimsel gerçeği en az evrim teorisi kadar bilimsel olduğunu iddia eden bir varsayımının da sahip çıkarak, öngörüleriyle aynı paralellik-te olduğunu iddia etmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Doğada sa-vurganlık olduğunu iddia eden evrim teorisi her şeyden önce ekolojik dengenin var olmadığını kanıtlamak zorundadır.
    Evrim teorisi taraftarlarının yaptıkları gibi ekolojik dengeyi bir canlı kıyımı (savurganlığı) olarak göstermeye çalışmak ret ve inkâr edilmeyen ekolojik dengenin ruhunu anlamamakla eşdeğerdir.
    Dünyada milyonlarca farklı canlı türü yaşamaktadır. Bu canlılar için-de sadece bitkiler besinlerini ya topraktan doğrudan alabilir ya da foto-sentez dediğimiz harika sistemlerle üretebilirler.
    Hayvanlar ise besinlerini doğrudan üretme mekanizmalarına sahip değillerdir. Bitkileri veya diğer hayvanları besin olarak kullanmak zorun-dadırlar. Bu besin zinciri o kadar iyi kurulmuştur ki oldukça karmaşık bir sistemin sonucu olan bu denge dış müdahalelerle bozulmadığı müddetçe hiçbir tür aşırı derecede çoğalıp yeryüzünü istila edemediği gibi hiç bir canlı türünün nesli de tükenmez. Bunun nedeni de her canlı türünün bu sitemde bir görevinin olması, sistemin kendini kendi mekanizmalarla ko-ruyabilmesidir. Hiç bir canlı boşuna var edilmemiştir. Her türün kendine mahsus özellikleri bu mekanizmanın vazgeçilmez bir parçasıdır.

Yorum Yaz