Big Bang ve Evrim
BİNG BANG(BÜYÜK PATLAMA)
1922 yılında Alexander Friedmann, Einstein’ın formüllerinin evrenin genişlemesini gerektirdiğini ortaya koydu. Edwin Hubble, 1929 yılında, Mount Wilson Gözlemevi’nde, devrin en gelişmiş teleskopuyla tüm galaksilerin birbirinden uzaklaştıklarını gözlemledi. Hubble, evrenin genişlemesini trafik radarına yakalanmaya neden Doppler etkisini kullanarak keşfetti. Buna göre, ses veya ışık kaynağı gözlemciye yaklaşıyorsa dalga boyu küçülür ve biz ışık maviye kaymıştır deriz, uzaklaşıyorsa dalga boyu büyür ve bu kez de kırmızıya kaydığından söz ederiz. Hublle tüm galaksilerin kırmızıya kaydığını gözleyerek, bütün galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığını; kısaca evrenin genişlediğini, gözlemsel temelde ortaya koydu. 1948 yılında Gamow ve arkadaşları, Big Bang’ın başlangıcındaki yüksek ışımalaı çok sıcak ortamın kalıntısının (fosilinin) bugün bile evrende olması gerektiğini iddia ettiler. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson bu öngörüyü, “kozmik fon radyasyonu(aranan fosil)”nu bulup Nobel Ödülü’nü kazandılar. Bu durum, ‘modern kozmolojinin doğumu’ olarak kabul edilir. 1989’de uzaya fırlatılan COBE uydusundan 1992’de kozmik fon radyasyonu ve bu radyasyonda gezegenlerin oluşması için gerekli dalgalanmalar tespit edildi. Stephen Hawking, bunu yüzyılın en büyük buluşu olarak görür. Bu teoriyle, evrenin %25’inin helyum, %73’ünün hidrojen olduğu anlaşılmıştır.
EVRİM TEORİSİ
Uzun bir zaman içerisinde canlıların mutasyonlar ve doğal seleksiyonlar sonucu değişerek yerlerini yeni canlılara bırakmasına evrim denir. Bu konuda çalışan ilk bilim adamları Lamarck ve Darwin’dir. Lamarck’a Göre: Kullanılan yapı ve organlar gelişir. Kullanılmayan ise körelir ve yok olurlar. Lamarck, zürafaların kısa boylu olduğunu ancak sürekli ağaç dallarına uzamaları nedeniyle boylarının zamanla uzadığını savunmuştur. Darwin’e Göre: Ortama uyum sağlayan canlılar doğal seleksiyonu kazanırlar. Darwin, hem kısa hem de uzun boylu zürafaların olduğunu ancak uzun boyluların daha iyi beslendikleri için hayatta kaldıklarını savunmuştur.
Canlı türlerinden uzun bir zaman süreci içerisinde kalıtsal yönden farklılaşarak ortam koşullarına uyum sağlayan yeni türlerin oluştuğunu savunur. Şimdi bu teze göre kendi kendinizle çelişiyorsunuz. Zira hem canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia edeceksiniz, hem de yaşayan türler arasından ortama ayak uyduranların kalacağını savunacaksınız. Yani mevcut türlerden elemeye yol açar, yeni bir tür yaratmaz. Mutasyon kromozom sayısındaki artma, azalma ya da bozulmalardır. Yani zararlıdır. Bu nedenle yeni ve sağlıklı türler ortaya çıkarması mümkün değildir. Doğal seleksiyon ya da mutasyonla yeni canlıların oluşması imkânsızdır.
Evrim teorisini zora sokan en önemli göstergeler şunlardır:
1. Biyologlar, canlılığın son derece kompleks yapılardan oluştuğunu keşfettiler. Proteinlerin, DNA ve hücrenin indirgenemez kompleksliğe sahip olduğu, iddia edildiği gibi tesadüfen oluşmalarının imkânsız olduğu anlaşıldı. Bu imkânsızlıklar matematiksel olarak da hesaplandı.
2. Evrimin mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon ve mutasyonların canlıları evrimleştirici güçleri olmadığı anlaşıldı. Doğal seleksiyon canlılara yeni bir genetik bilgi katmıyor, mutasyonlar ise genetik bilgiyi sadece tahrip ediyorlardı.
3. Fosil kayıtlarında türlerin birbirlerinden evrimleştiklerinin delili sayılacak olan “ara geçiş formlarına” rastlanmadı. Canlı türleri fosil kayıtlarında aniden ve kendilerine özgün eksiksiz yapılarıyla ortaya çıkıyorlar ve fosil kayıtlarından kaybolana kadar hiçbir değişikliğe uğramıyorlardı.
MUTASYON
Gen, DNA ve kromozomların yapısında meydana gelen kalıtsal değişmelere denir. (Kromozom sayısındaki artma, azalma ya da yapısındaki bozulmalar). Mutasyona neden olan her türlü etkene ‘’mutajen’’ denir. Mutajenler: Radyasyon, x ışınları, kimyasal maddeler, sıcaklık ve ortamın asit-bazlığı olabilir. Örnek: Kanser, gelişme bozuklukları, altıparmaklılık, yapışık ikizlilik, eksik organlı çocuklar, vb…
DOĞAL SELEKSİYON(Ayıklanma)
Canlıları yaşama şansını çevre belirler. İçinde yaşanılan çevreye uyum sağlayabilen canlılar o ortamda yaşayabilir. Uyum sağlayamayanlar ise yok olurlar. Böylece canlı sayısı dengelenmiş olur. Canlı sayısını sabitlemek için işleyen bu doğal mekanizmaya doğal seleksiyon yani ayıklanma denir. Örnek: Buna en güzel örnek 19. yüzyılda İngiltere’de yaşayan güve kelebekleridir. Açık renkli kanatlara sahipti bunlar. Sanayileşme sonucunda ağaç kabuklarının koyu renk almasıyla kuşlar tarafından daha kolay avlanır oldular. Böylece kanatları koyu renk olan güve kelebekleri yaşamlarını sürdürürken, açık renkli kanatları olan güve kelebekleri ise yok olup gittiler.
ARA GEÇİŞ FORMU EKSİKLİĞİ
ARA TÜR EKSİKLİĞİ: Eğer dünyamızda gerçekten bir evrim süreci yaşanmış, yani canlı türleri tek bir ortak atadan kademeli olarak türemiş olsalardı, bunun kanıtlarını en açık olarak fosil kayıtlarında görebilirdik. Ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler:
Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar… Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.
Bunun nedenini anlamak için, evrim teorisinin temel iddiasını kısaca gözden geçirmek gerekecektir:
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir; önceden tesadüfen var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Bu bilimdışı iddiaya göre, bitkiler, havyanlar, mantarlar, bakteriler hep aynı kaynaktan gelmişlerdir. Hayvanların 100’e yakın farklı filumu (yani yumuşakçalar, eklembacaklılar, solucanlar, süngerler gibi temel kategorileri) hep tek bir ortak atadan türemiştir. Teoriye göre bu gibi omurgasız canlılar zamanla (ve tesadüfen) omurga kazanarak balıklara, balıklar amfibiyenlere, onlar sürüngenlere, sürüngenlerin bir kısmı kuşlara, bir kısmı ise memelilere dönüşmüştür. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız “ara tür”ün oluşmuş ve yaşamış olması gerekir.
Sözgelimi, geçmişte balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı amfibiyen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı amfibiyen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Örneğin bir sürüngenin ön ayakları her jenerasyonda bir parça daha kuşkanadına benzemelidir. Yüzlerce jenerasyon boyunca bu türün ne tam ön ayakları ne de tam kanatları olacak, yani bu canlı sakat ve kusurlu olarak yaşayacaktır. Evrimcilerin geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik canlılara “ara geçiş formu” adı verilir.
Yaşayan veya soyu tükenmiş tüm türler arasındaki ara ve geçiş bağlantılarının sayısı inanılmaz derecede büyük olmalıdır. Darwin kitabının başka bölümlerinde de aynı gerçeği dile getirmiştir: Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır. . . Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
“Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz. . . Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. ”
Fosil kayıtlarında milyarlarca yıl önce yaşamış olan bakterilerin dahi fosilleri korunmuştur. Buna rağmen, hayali ara geçiş formlarına ait tek bir tane bile fosilin bulunamamış olması dikkat çekicidir. Karıncalardan bakterilere, kuşlardan çiçekli bitkilere kadar birçok canlı türünün fosilleri mevcuttur. Soyu tükenmiş canlıların dahi fosilleri o kadar kusursuzca korunmuştur ki, günümüzde görmediğimiz bu canlıların nasıl bir yapıya sahip olduklarını anlamamız mümkün olabilmektedir. Bu kadar zengin fosil kaynaklarının içinde, bir tane dahi ara geçiş formu bulunmamaktadır.
KAMBRİYEN PATLAMASI
Dünyanın yaşı 4,5 milyar yıldır. Darwinci Evrim Teorisi’nin en genel anlatımına göre başta tek hücreli bir canlı oluşmuş, canlılar önce türlere, sonra cinslere, sonra familyalara, sonra takımlara, sonra sınıflara, sonra filumlara ayrılmışlardır. Yüz milyonlarca yıl süren bu ayrışmadaki safhalar hep yavaş yavaş aşılmıştır. Oysa Kambriyen patlaması ve Ediacara Faunası evrimci beklentilerle en zıt olguları oluşturmaktadır. Fosil kayıtları, Kambriyen öncesi dönemde(Prekambriyen 3 milyar yıl) sadece bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin hüküm sürdüğünü söylemektedir. Oysa Kambriyen dönemine gelindiğinde (bundan 530 milyon yıl kadar önce), bir sürü birbirinden farklı çok hücreli canlı, aniden, fosil kayıtlarında kendini gösterir. İçinde sınıf, takım, familya, cins ve türü barındıran filumların yarısından fazlası bu dönemde ortaya çıkmıştır. 20 bin gözlü ‘trilobit’ de 5 gözlü ‘opabinia’ da hep bu dönemde, aniden fosil kayıtlarında gözükmüşlerdir. Darwincilerin fosillerden bekledikleri, fosillerin ‘aşağıdan-yukarıya’ bir evrimi göstermesiydi. Buna göre, türler ancak yüz milyonlarca yıl içerisinde sınıflara ve filumlara ayrılmalıydı. Oysa fosil bulgular, Kambriyen’de, bir anda, filumların ortaya çıktığını göstermiştir. Bu da ‘aşağısı’ olmadan ‘yukarı’nın ortaya çıkmış olmasıdır ki evrimci beklentilere tamamen zıttır. Kambriyen Patlaması’nın 10 milyon yıl kadar sürdüğü tespit edilmiştir. Bu 10 milyon yıldan önce 40 milyon yıl Ediacara Faunası ortaya çıkmıştır. Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası Evrimci Teorinin başına şu sorunları açmıştır. 1)Çok hücreli canlılık aniden ortaya çıkmıştır. 2)Çok büyük bir çeşitlilik aniden ortaya çıkmıştır. 3)Evrimci ‘aşağıdan-yukarı’ beklentinin aksine birçok filumum aniden ortaya çıkmıştır.
EVRİM TEORİSİ OLMADAN BİLİM OLMAZ MI? Bir veterinerin kuşun kanadı kırılırsa uygulayacağı tedavinin veya bir doktorun, insanın kalp bölgesinde yapacağı ameliyatın, bu teoriye inanmasından veya inanmamasından kaynaklanan bir farklılığı olmayacaktır.
EVRİM TEORİSİ VE SAHTEKÂRLIKLAR
a)Piltdown adamı: 1912 yılında Londra Tabiat Tarihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş aletler bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, 500 bin yıl önceki bir canlıya ait olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot çene kemiğinin toprakta ancak birkaç yıl kaldığı, kafatasının ise birkaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Kemiklere eski görüntüsü verebilmesi için boyayıcı maddelerle işleme tabi tutulmuştur. ayrıca dişler çene kemiğine uysun diye zımparalanmıştır. Maymun çenesi ise insan kafatası bir araya getirilerek bu sahtekârlık yapılmıştır. Bu sahtekârlık 40 yıl boyunca bilim çevrelerince evrim teorisi için en önemli kanıtlardan biri olarak anlatılmış ve ders kitaplarında okutulmuştur. b)Haeckel’in embriyo çizimleri: Darwin’in çağdaşı ve arkadaşı Alman biyolog Ernst Haeckel’in embriyonun geçirdiği aşamalarla ilgili yanıltıcı bilgiler içeren çizimlerinde bu sahtekârlık hâlâ ders kitaplarında okutulmaktadır. Haeckel’in sahte çizimlerinde çeşitli canlılara ait embriyo resimleri yanyana konulmuş ve bunlar arasında benzerlikler varmış havası verilmeye çalışılmıştır. ayrıca Haeckel, balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için, bu embriyoların resimlerine bazı eklemeler yapmış, bazı kısımları ise çıkarmıştır. Stephen Jay Gould, Michael Richardson ve Thomas Kuhn gibi ünlü embriyologlar ve evrimciler de bunu kınamışlardır. Bu, paradigmaların bilime yön vermesine en canlı örnektir. c)Nebraska adamı: 1922 yılında ünlü fosilbilimci Henry Fairfield Osborn Nebraska’da bir diş fosili buldu. Konunun uzmanları, bu dişin insan ve şempanze arasında ara bir türün dişi olduğunu söylediler. Ardından Nebraska adamının özellikleriyle ilgili detaylı anlatımlar yayımladılar. Daha sonra bu dişin bir domuz dişi olduğu anlaşıldı. Bundan önce ise birçok antropolog, Nebraska adamının nasıl yaşadığı ile ilgili hikâyeler türetmişlerdi. Tüm bunlar din adına veya ideoloji adına, nasıl dogmatik önyargılı yaklaşımlar veya sahtekârlıklar yapılabiliyorsa, aynı şeyin ‘bilim’ adına da yapıldığını, ‘bilim’in bazılarının zannettiği gibi her zaman objektif olan, önyargılardan uzak bir faaliyet olamadığını, söz konusu örnekler göstermektedir. Dinde, Tanrı’nın ödülü olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin maaş veya takdir gibi ödülleri vardır; dinde, dini cemaatin dışlaması veya kabulü önemli olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin dışlaması ve kabulü önemlidir; dinin tartışmasız önkabulleri olduğu gibi, bilimin de tartışmasız önkabulleri vardır. Nitekim Kuhn, abartılı da olsa, bütün bilimsel çalışmalar paradigmaya bağlı olduklarından objektif olmayan ve olamayacak olan uğraşalr olarak tarif etmektedir. Örneğin canlıların ‘soy ağacı’ gibi gözlemsel ve deneysel verilere dayanmayan hayali şemalar, alternatif görüşler göz önüne alınmadan yapılmıştır. Bu ise, ‘apriori inanç’la değerlendirildiğini ortaya koymaktadır. Ders kitaplarında tek taraflı bilgi yerine alternatif görüşler de verilmelidir.
“Canlıların kökenine dair elimizdeki bilimsel bilgiler yetersizdir. ” “Gelişmiş mikroskoplar kendiliğinden türemenin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. ” “Big Bang Teorisi ortaya konmadan önce Demokritos, Epikuros, Lucretius gibi ateist atomculardan, Aristoteles gibi kendisinden sonraki dönemin en etkin bir filozofuna ve moderne dönemin materyalist filozoflarına kadar birçok kişi evrenin bu haliyle sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza dek de var olacağını savunuyorlardı. Oysa tek tanrılı dinlerin mensupları evrenin sonradan yaratıldığını, bir başlangıcı olduğunu savunuyorlardı. ”
“20. yüzyıla hâkim olan Newton fiziğiyle birlikte 1916 yılında Einstein bile “sonsuz ve durağan(sabit) evren modeli”ni savunuyordu. Daha sonra bu görüşünü Einstein, hayatının en büyük hatası olarak görür.
“Bilim pek çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır. ” Paul Feyerabend (Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kur’an, DİB, s. 214-216)
posted on Ağustos 30th, 2010 at 02:06
posted on Ağustos 30th, 2010 at 02:07
posted on Ağustos 30th, 2010 at 02:08