İlmihâl Dindarlığı
İlmihâl Dindarlığının İmkânı Üzerine- Prof. M. Hayri KIRBAŞOĞLU
_Klasik fıkıh literatürünün bir bölümünü oluşturan taharet, namaz, oruç ve hac gibi konuların, başına akaid konularının da eklenmesiyle, bağımsız eserler hâlinde ortaya çıkışının tarihi bizde 15. yüzyıla kadar geri götürülmektedir.(1) Halk arasında ‘Namaz Hocası’ veya ‘İlmihal’ olarak bilinen bu tür eserler, sözlü kültür yanında, halkımızın temel dini bilgilerinin başlıca kaynağını teşkil etmektedir. Bu bakımdan ülkemiz insanının din konusundaki bilgilerinin büyük ölçüde namaz hocaları veya ilmihaller tarafından şekillendirildiğini söylemek mümkündür. Bu kadar etkili olmalarına rağmen, bu tür eserlerin bilimsel değeri üzerinde yeterince durulduğu söylenemez. Bunların sunduğu bilgilerin ne derece sağlıklı ve yeterli olduğu meselesi bir yana, bu bilgilerin ne tür bir dindarlığa yol açtığı üzerinde ise, neredeyse hiç durulmamıştır. Halbuki milyonlarca insanın dine dair bilgilenme sürecinde muhtemelen okuyup okuyacağı yegane kaynak konumundaki bu tür eserlerin, devamlı surette gözden geçirilmesi ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gerekli değişikliklerin yapılması, ihmale gelmeyecek kadar önemi haiz bir meseledir. Konunun böylesine kapsamlı bir biçimde ele alınmasının çok yönlü bir incelemeyi gerektireceği aşikardır. Dolayısıyla, bu sınırlı incelemede cevabı aranması gereken en önemli soru, kanaatimizce, ilmihallerin bir dindarlık tasavvuruna sahip olup olmadığı, sahip ise, bunun ne tür bir dindarlık tasavvuru olduğudur. Aşağıda işte bu sorunun cevabı aranacaktır.(2)
_İlmihallerin konumuz açısından dikkat çeken ortak özelliklerine işaret ederek incelememize başlayabiliriz. Bu özelliklerin başında “İslam’ın şartı beştir” anlayışının belirleyiciliği gelmektedir. Zira ilmihallerin neredeyse tamamı, “İslam’ın şartı beştir” anlayışını merkeze almış durumdadır. Bu i1mihaller, iman, namaz, oruç, hac ve zekattan oluşan İslam’ın beş şartı (?) dışında bazı konulara da yer vermiş olsalar da, bunların, ilmihallerin temel ilgi alanını oluşturduklarını söylemek mümkün değildir. Bu durum karşısında, İslam’ın kuşattığı alanlarla mukayese edildiğinde “İslamın şartı beştir” anlayışının, İslam’ı son derece dar bir alana hapsettiği açıkça görülmektedir. Bu ise, ilmihallerin dindarlığı dar bir alana sıkıştırarak ‘daraltılmış’ bir dindarlık önerdiği şeklinde yorumlanabilecek bir durumdur.
Daraltılmış Dindarlık
_Tekrar hatırlatalım ki, Müslümanın bilmesi, inanması ve yapması-yapmaması gereken hususları, yani İslam’ı bu beş hususa hasretmek, son derece yanlış ve yanlış olduğu kadar, vahim sonuçlar doğurabilecek bir anlayıştır. Zira İslam, kesinlikle bu beş husustan ibaret değildir.(3) Yusuf Ziya Yörükan’ın da dediği gibi, İslam binasının ilkeleri yalnız bunlar değildir.
_Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın birçok buyrukları vardır. ( … ) Bu hadiste gösterilen dört ibadet [namaz, oruç, zekat, hac] emrinden yalnız namaz emri ilk emirlerdendir. Oruç emri Medine’de gelmiştir. Milleti savunma [cihad] emri dahi zekat ve hac emirlerinden önce gelmiştir. Batıl adetleri terk etmek, hurafelerle mücadele etmek, taassubu kaldırmak emirleri de Mekke’de ilk zamanlarda gelen emirlerdendir. Şüphe yok ki bunların Kur’an’da ötekilerden önce gelmesinin bir sebebi ve manası vardır. Kaldı ki Müslümanlık bir bütündür, yalnız ibadetlere dair olanları alıp, diğerlerini bırakmak olmaz [vurgu bize ait, M.H.K.]. Şu halde, Peygamber’in bu dördünü diğerlerinden ayırması, ibadetlerin imanı kuvvetlendirmekte ve ahlakı yükseltmekteki tesirini göstermek maksadını güder. Nitekim ötekilerini de diğer hadislerde aynı suretle bildirmiş bulunuyor. Peygamber diyor ki: ‘İslam, insanların senin dilinden ve elinden emin olmalarıdır.’ Diğer bir hadiste de, ‘İslam kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmenizdir.’ deniliyor.(4)
_Kaldı ki, İslam’ın, kendisine gönül veren müminlerine yönelik taleplerinin, sadece İslam’ın şartının beş olduğu anlayışında ifadesini bulan hususlardan ibaret olduğunu ileri sürmenin, tabir caizse, İslam’ı adeta kuşa çevirmek anlamına gelebileceği de sağduyu sahiplerinin dikkatlerinden kaçmayacaktır.
_İlmihallerin öngördüğü din(darlık) anlayışının dinin alanını nasıl daralttığını daha net görebilmek için, İslami öğretiler manzumesinin bir şema halinde gösterilmesi oldukça aydınlatıcı olacaktır.
1: Metafizik ilkeler alanı (Allah, ahiret, nübüvvet, evrenin, hayatın, insanın anlamı)
2: Ahlâki ilkeler alanı (adalet, eşitlik, kardeşlik, yardımlaşma, iyiliği emretmek, kötülükle mücadele etmek)
3: Ritüeller alanı (namaz, oruç, hac, kurban)
4: Normatif düzenlemeler alanı (cemiyet, hukuk, siyaset ve ekonomi alanı)
_Şemada konuların sıralanışı, aynı zamanda önem sırasını da göstermektedir. Buna göre, ilmihallerin III. sırada yer alan konuları ön plana çıkaran, II. ve IV. sıradaki konuları ikinci planda gören bir yaklaşım içerisinde oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bu hususu, ilmihallerin ele aldıkları konulara ne kadar yer ayırdıklarına baktığımızda da kolayca görmek mümkündür. Burada bir örnek olarak Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’ndeki konuların yoğunluk oranlarına bakmak yeterli olacaktır. Bu ilmihalde belli başlı konulara ayrılan sayfa sayısını şöyle gösterebiliriz (Timaş Yayınları, İstanbul 1995):
Namaz 250 sayfa
Oruç 50
Zekat 50
Hacc 35
Kurban 15
Kerahet-İstihsan 30
Ahlak 30
Siyer 60
Toplam 520
_Doğrudan İslami öğretiyle ilgili görünmeyen siyer kısmı dışta bırakılacak olursa, toplam 460 sayfanın 400 sayfasının namaz, oruç, zekat, hac ve kurbana ayrıldığı halde, ahlaka ve davranışlarla ilgili kurallara sadece 60 sayfa ayrılmış olması, tespitimizin doğruluğunu gözler önüne sermektedir. Bu tespitin, hemen bütün ilmihaller için geçerli bir tespit olduğunu burada hatırlatmakta yarar vardır. Ortadaki bu durum, söz konusu daraltılmış din anlayışının, aynı zamanda, İslami öğretinin önemli yönlerinin cılız kaldığı, “zayıflatılmış bir din anlayışı” şeklinde de nitelendirilebileceğini göstermektedir.
Daraltılmış Kulluk
_Allah’a teslim olmak anlamına da gelen İslam’ın, Allah’ın isteklerine boyun eğip, O’na itaat etmek şeklinde özetlenmesi mümkündür. Kur’an-ı Kerim, insan ile Allah arasındaki bu ilişkiyi, ilk muhataplarının anlayacağı bir dille ‘ubudiyye-‘ibade(t) (kulluk) benzetmesiyle ifade etmiş olup, Allah’ın Müslümanlara yönelik talepleri ise, bireysel, toplumsal ve evrensel boyutları olan taleplerdir. Böyle olunca da, ‘ibadet’in, her konuda Allah’a itaat etmek anlamına geleceği de açıktır.(5) Mantıken de, Allah’a kulluk etmek ve O’nun isteklerini yerine getirmek anlamına gelen ‘ibadet’in, İslami öğretinin bütün alanlarını kapsaması gerektiğini anlamak zor olmasa gerektir. Ama buna mukabil, bütün ilmihallerin, İslam düşüncesinin hemen her alanında da görüldüğü üzere, ibadet kavramını da bir tür anlam daralmasına maruz bıraktıklarını görmekteyiz. Zira ilmihaller, neredeyse ittifakla, ibadeti; namaz, oruç, zekat, hac, kurban, Kur’an okuma vb. birtakım ritüellerle sınırlandırmış durumdadır. Halbuki bunlar, zekat hariç yukarıdaki şemada III no’lu alanda yer alan hususlardan ibarettir ki, sadece bunların ifasına ‘ibadet’ adını verip de, diğer üç alanı dışarıda bırakmak, hem kelimenin Arap dilindeki anlamına, hem de Kur’an’ın bu kavramı kullanışındaki kapsayıcılığa aykırı bir tasarruftur. Bu yanlış anlayış yüzündendir ki, aslında fenomenolojik olarak insanın iman ve salih amele yönelmesini sağlamak amacıyla vazedilmiş olan bu ritüeller, ibadet kapsamında değerlendirildiği halde, asıl amaç olan, her türüyle ‘salih amel’i ibadet kapsamı dışında mütalaa etmenin izahı mümkün değildir. İslam geleneğinde egemen olan bu yanlış ve eksik ibadet anlayışının, İslami öğretinin sınırlı bir alanını ibadet olarak telakki edip, geniş ve son derece önemli pek çok alanı ibadet kapsamı dışında bırakmakla sonuçlanacağı açık; bunun Allah’ın istediği ibadet (kulluk) olamayacağı ise ortadadır. Sanırız bugün ülkemizde de İslam dünyasının diğer bölgelerinde de, Müslümanların içinde bulundukları durumun bir bütün olarak İslami öğretiyi içeren ‘ibadet’ kavramının bazı ritüellere indirgenmesiyle ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Böylesi daraltılmış bir kulluk/ibadet anlayışına dayalı bir dindarlığın, İslam’ın hedeflediği bir dindarlık olamayacağını söylemeye bile gerek yoktur.
Derinliksiz Dindarlık
_Dinin, özünde Allah ile insan arasında gerçekleşen derinlikli bir iç tecrübe olarak nitelendirilmesi de mümkündür. Ne var ki, ilmihallerin böylesi derin bir dindarlık vurgusuna sahip olmadıkları da gözden kaçmamaktadır. Aslında, zaten alanı daraltılmış bir ibadet/kulluk anlayışının, derinlik (deruni) boyutunun da ihmal edilmesiyle, artık bir ‘dindarlık’tan bahsedilip bahsedilemeyeceği bile tartışmalı bir hal almaktadır. Hele Kur’an’ın, kulluk bilincinin tezahürleri olan namaz, oruç, zekat, hac vb.den ziyade, bizatihi bu bilince ve onun’ derinleştirilmesine yönelik sık ve ısrarlı vurgularıyla mukayese edildiğinde, ilmihallerin ‘öz’ün önemini yeterince kavrayamadıkları sonucuna varmak kaçınılmaz olmaktadır.(6) Bu açıdan, ilmihallerin arz ettiği eksiklikleri daha yakından görebilmek için, en azından namaz, abdest, oruç, hac vb. ritüellerin klasik tasavvuf literatüründeki ve bazı çağdaş eserlerdeki ele alınış biçimlerine bakmak ve ilmihallerle bir mukayese yapmak yeterli olacaktır.(7)
Şekilci-Mekanik Dindarlık
_Dinin bu ‘derin bilinç’ boyutunun ihmalinin, şekilci ve mekanik bir dindarlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır. Aslında bu açıdan bakıldığında, önceki dinlerin başına gelenler İslami öğretinin de başına gelmiş ve tasavvuf ehlinin, fukaha/ulemaya yönelik ‘zahir ehli’ eleştirisini haklı çıkarırcasına, formalite ve şekilcilik, oldukça erken dönemlerde zuhur edip yayılmış ve varlığını bugüne kadar etkili bir biçimde sürdürmeye devam etmiştir. İlmihaller de işte bu olumsuz gelişmenin pek çok ürünlerinden birisi olarak önümüzde durmaktadır. Zira mevcut ilmihallerin hemen hepsi, aslında ortaçağda yazılmış fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinin çevirisine dayalı derlemeler olduğundan, aynı zamanda ortaçağ düşünce ve yaklaşımlarını da temsil ettiklerini söylemek yanlış olmasa gerektir.
_Burada ilmihallerin sergilediği şekilcilik örneklerini tek tek saymak mümkün değildir; zira bu takdirde neredeyse ilmihallerin büyük bir kısmını aktarmak gerekecektir.(8) Bunu yapmak yerine, ilmihallerde namaz, abdest, sular, oruç, hac, zekat, hac vb. konular şekle ilişkin detayların, çok büyük bir kısmına, ne Kuran’da ne de zayıf ve uydurmaları dahil hadis rivayetlerinde rastlandığını dikkatlere sunmak yeterli olacaktır. Bunun anlamı ise, ilmihallerin verdikleri bu muazzam detayların büyük bir kısmının Hz. Peygamber ve ashabınca bilinen şeyler olmadığıdır. Bu noktada sorulması gereken soru ise şudur: Bu kılı kırk yaran detayları bilmeden de, Hz. Peygamber ve ashabı birtakım kulluk görevlerini rahatlıkla yerine getirebildiklerine göre, bugün Müslümanları bunlarla mükellef tutmanın gereği ve yararı nedir? Bizce bu sorunun cevabı da, üzerinde uzun uzun durmayı gerektiren çok önemli bir meseleyle karşı karşıya bulunduğumuzu gözler önüne serecektir.
Anakronik Dindarlık
_İlmihallerin, kullanılan dil, kavramsal çerçeve ve verilen örnekler açısından, keza zihniyet ve bakış açıları bakımından bugüne ait olmadıkları hemen ilk bakışta göze çarpmaktadır. Mesela bugün için hiçbir anlamı olmayan ‘köleler’le ilgili pek çok hükme ilmihallerde yer verilmesi, buna iyi bir örnek teşkil etmektedir.(9) Keza savaşlarla alınmış bir beldede hatibin sol elinde tutacağı bir kılıca dayanarak hutbe okuması gerektiği (Bilmen, s. 158) seferilikten söz ederken, yelkenli gemilerle seyahatten, kafile halinde develerle yolculuktan dem vurulması (s. 166), ancak ana dili Arapça olanlar için anlamlı olan ‘zelletu’l-kari’ konuları (s. 206, vd. 209, vd.), mescit lambalarında kirli yağ kullanmaktan (s. 233) yeni fethedilen bir yerdeki gayr-i müslim kabirlerini açmaktan (s. 255), kadının evinde oturup dışarı çıkmamakla yükümlü olduğundan (s. 268) rü’yet-i hilal konusunda iki kadının şahitliğinin ancak bir erkeğinkine denk olduğundan (s. 269), fakire kefaret olarak “boylu bir entari, kısa bir gömlek veya yalnız bir don” verilebileceğinden (s. 292), devletin amil, aşir, sai denilen zekat toplama memurlarının bulunduğundan (?) (s. 319), zekat ve sadaka-i fıtır vb. konuları ilgilendiren ölçülerle ilgili olarak, ortaçağa ait uzunluk, ağırlık, hacim ölçülerinden -mesela, arşın, fersah, mil, dirhem, sa’, vesk, rıtl, ok atımı mesafesi, yaya yürüyüşü- bahsedilmesi, burada örnek verilebilir. Benzer şekilde, fitre sadakasında, buğday, arpa, hurma ve kuru üzümün değişmez ölçüler olduğu (10) iddiasına da bu çerçevede yer verilebilir. Yine bugünkü Irak topraklarının ‘haraç arazisi’ olduğundan dem vurulması (s. 334), Hz. Peygamber soyundan gelenlere ‘hazinedeki’ (?) ‘ganimet’ (?) paylarından verileceği (s. 341), hacı adayının beraberinde Mekke’ye kurbanlık götürmesi (s. 368, 369), en faziletli kazanç yolunun önce cihad, sonra sırayla, ticaret, ziraat ve sanat şeklinde belirlenmesi (s. 417, 418), ihtikardan [karaborsacılık] söz edilebilmesi için malların asgari kırk gün depolanması gerektiği (s. 420), borçlanma konusuna örnek olarak buğday, arpa, yumurta ve ceviz borçlanılmasından dem vurulması (s. 422), ameliyat amacıyla hastaya, onun aklını giderecek (?) temiz bir ilaç içirilmesinde [narkoz] bir ‘sakınca görülmemesi’ (?) (s. 426), erkeklerin etekli elbise giymesi ve elbiselerinin eteklerinin, bacaklarının yarısına kadar uzatılabileceği (s. 428), pek yüksek binalar yaptırmanın ‘mekruh’ olduğu (s. 429), oyun ve eğlence denilen birtakım zararlı ve ‘faydasız’ eğlencelerin caiz olmadığı, yararlı eğlencelerin ise kişinin ailesiyle eğlenmesi, atını eğitmesi ve ok yarışı olduğu ve at terbiye edip, silah eğitimi görmenin fazileti (s. 433), tavla, satranç gibi oyunların harama yakın mekruh olduğu, zira bunların zaman kaybına sebep ve kumara itici olduğu (s. 433-434), ameliyatların bazı zaruretlere binaen ‘caiz’ olduğu (?) (s. 435), on üç yaşına giren çocukları namaz kılmazlarsa dövmek, on altı yaşına giren çocukları da evlendirmek gerektiği (s. 444), kadının kocasının dine uygun ’emirlerini’ tutması gerektiği (s. 444) gibi hususlar da burada zikredilebilir.
_Bu ve benzeri örnekler, ilmihallerin bize bir gelecek perspektifi sunmak şöyle dursun, bugünün ihtiyaçlarına bile cevap vermekten uzak olduğunu, hatta daha da vahimi, adeta bizi asırlar öncesine sürüklediğini açıkça gözler önüne sermektedir. Okuyucusunun zihnini ve bakışlarını geçmişe, asırlar öncesine çeviren ilmihallerin sunacağı dindarlık anlayışının bugüne ait bir dindarlık olamayacağı aşikardır.
_Çağın gerçeklikleriyle ilgisi olmayan bu gibi hususlara ilmihallerde bol bol yer verilmiş olması, tekrar ifade edelim ki, bu ilmihallerin aslında ortaçağ toplumsal şart ve ihtiyaçlarına göre yazılmış olan Arapça fıkıh kitaplarının, bugünün şartlarına uyarlanmaksızın, aynen Türkçe’ye tercüme edilmesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa aklı başında hiçbir kimsenin, yukarıdaki örnekleri, ciddiye alarak ve hiçbir rahatsızlık duymadan 21. yüzyıl insanına sunması mümkün değildir. Bu bakımdan çağdaş insana, çağdaş bir dille ve çağdaş duruma ait örneklerle Müslümanları geçmişten bu çağa getirecek, hatta gelecekteki muhtemel gelişmeler konusunda da onları techiz edecek ilmihallere ihtiyaç olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.
Eksik ve Yanlış Bilgi, Eksik ve Yanlış Bir Dindarlık Doğurur
_Eksik ve yanlış bilgiler üzerine sağlıklı bir dindarlık bina etmek mümkün değildir. Ne yazık ki, mevcut ilmihallerin yapmaya çalıştığı şey, bundan pek de farklı değildir. Bunu da fazla garipsememek gerekir, zira biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu ilmihaller çağdaş durumların esas alındığı ve bilimsel araştırmalardan beslenen eserler olmayıp, ortaçağa ait fıkıh kitaplarının aynen tercümesinden, yani bir başka ifadeyle, geçmişte üretilmiş olan yorum ve bilgilerin, hiçbir tenkit süzgecinden geçirilmeksizin bugünün insanına sunulmasından başka bir şey değildir. Nitekim yine Bilmen’in ilmihalinden seçtiğimiz aşağıdaki örnekler, durumu yeterince açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak, detaylara geçmeden önce, bu ilmihalde zikredilen hadis rivayetlerin hiçbirinin, ne kaynağının, ne de isnadının bulunduğuna, birçoğunun araştırıldığında hiçbir hadis kaynağında yerinin tespit edilemediğine dikkat çekmek yerinde olacaktır.(11) Keza müellifin Miraç konusundaki rivayetlerin arzettiği muazzam problemler yumağından(12) habersiz olduğunu gösteren ifadelere de rastlanmaktadır (s. 103). Yine mesela, on yaşına geldiğinde namaz kılmayan veya Ramazanda oruç tutmayan çocuğa, üç tokattan ziyade olmamak üzere, velisi tarafından hafifçe elle vurulması veya dövülmesi gerektiğine dair iddianın (s. 104, 282, 444) dayanağı olan hadis rivayetlerinin sıhhati araştırılmamış ve tabiatıyla problemli bir rivayet olduğu(13) gözden kaçmıştır.
_Gelelim detaylı örneklere: Kadınların imama uymasının sahih olabilmesi için, imamın kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesinin zorunlu olduğu ifade edilmiştir ki (s. 118), bunun şer’i bir delili mevcut değildir. Namazların sünnetlerinin -doğrusu nafılelerin- hak görülmemesinin, boş ve hikmetten uzak sayılarak küçümsenmesinin ‘küfür’ olduğu iddiası da (s. 129) ağır bir hüküm olup, bu konuda yeterli inceleme yapılmadan, eski kitaplara uyularak olduğu gibi aktarılmıştır. Kadınların cemaatle kılınan namazlara katılmalarının “kerahatten sayıldığı” iddiası (s. 147) birtakım rivayetlerle desteklenmeye çalışılırken, asr-ı saadetteki uygulamaların bu iddiayı nakzettiği ise, nasılsa dikkatlerden kaçmıştır. Buna bağlı olarak, sabah namazının iki rekat farzı için kametin sadece erkeklere mahsus olmak üzere getirileceği iddiasının da (s. 148) neye dayandığı meçhuldür. Namazların cemaatle kılınışına dair verilen bilgilerin bir kısmının doğruluğu şüpheli, bir kısmı ise, o konudaki farklı uygulamalar içerisinden sadece belli tercihleri yansıttığı halde -mesela cemaatle kılınan namazda Fatiha suresinin sonunda amin’in gizlice söylenmesi gerektiği (s. 153) gibi- bunların toptan “Peygamber efendimizden şüphe götürmeyen bir rivayetle sabit olmuş ve zamanımıza kadar geçen yıllarda bütün ümmetin ittifakı ile kararlaştırılmıştır.” şeklinde mutlaklaştırılması (s. 154) da, rivayetler konusunda yeterli araştırmanın yapılmadığının açık bir göstergesidir. Hele Hz. Peygamber’in teravih namazını yirmi rekat olarak kıldıkları iddiası (s. 164) hiçbir delile dayanmayan, dolayısıyla, tarihi gerçeklere aykırı bir iddiadır. Arafat ve Müzdelife dışında, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarının birleştirilerek kılınmasının caiz olmadığı iddiası da, Hanefi fıkıh kitaplarındaki bir hükmün, doğru olup olmadığı araştırılmaksızın, aynen tekrarlanmasından kaynaklanmaktadır (s. 170). Halbuki araştırıldığında, diğer mezheplerde olduğu gibi, Hanefilerin de gerektiğinde namazları bu şekilde birleştirerek kılmanın mümkün olduğu kolayca görülmektedir.(14) Kişinin uyuyakalmak, unutmak veya dalgınlık dolayısıyla kılamadığı sayılı namazlar dışında, aylar, hatta yıllar boyunca kılmadığı geçmiş namazların kaza edilmesi gerektiği iddiası da (s. 172, vd.) sağlam bir delile dayanmayan, üstelik Hz. Peygamber dönemindeki uygulamaya da ters bir iddiadır. Bilhassa, on dört secde ayetini bir mecliste okuyup, her biri için ayrı ayrı secde yapan, ardından da hepsine birden on dört secde yapan kimsenin, dünya ve ahiret işlerinde, Allah’ın kendisini üzüntü ve kederden koruyacağına dair, kaynağı meçhul bir rivayetten bahsedilmesi ve bu rivayetin güvenilirliğinde hiçbir kuşku yokmuşçasına, herhangi bir araştırma ve incelemeye gerek görülmeksizin okuyucuya sunulması da (s. 193) kanaatimizce son derece yanlıştır. Aynı şekilde, sağlam hiçbir rivayete dayanmayan, “Kandil gecelerinin ve bu gecelerde yapılacak ibadetlerin faziletine” dair görüş ve kanaatler de (s. 196-197) yanlış bir dindarlık anlayışının doğmasına yol açmaktadır. Halbuki klasik dönem ulemasının, bu konudaki rivayetlerin son derece güvenilmez olduğunu ortaya koyan eserlerine(15) vakıf olunsaydı, bu gibi bir yanlışın ortaya çıkmasına fırsat verilmezdi. Benzer şekilde, istihareden sonra rüyada beyaz ve yeşil görülmesinin hayra, siyah ve kırmızı görülmesinin ise şerre işaret olduğu iddiası da (s. 199), ‘mushafa bakma’nın bir ibadet olduğu iddiası da (s. 215) dini bir temelden yoksundur. Kaldı ki, Hz. Peygamber’in, kendi döneminde olmayan bir mushafın faziletinden söz etmesi de mümkün olmasa gerektir. Iskat-ı salât denilen uygulamanın da dinde hiçbir temeli olmadığı halde, uzun uzun nasıl yapılacağı anlatılmıştır (s. 227-230). Bir mescidin içi ve arsası mescid olduğu gibi, semaya kadar olan üst tarafının da mescid hükmünde olduğu, onun için mescidlerde yapılması mekruh ve yasak olan şeylerin, bunların üstlerinde de mekruh olduğu iddiası (s. 230), hem temelsiz, hem de mantıksızdır. Aynı şekilde, en faziletli mescid sıralamasında Kabe, Mescid-i Nebevi ve Beytu’I-Makdis’den sonra, sırasıyla en eski mescidlerin, daha sonra da en büyük mescidlerin geldiğine dair ifade de (s. 231) dini temellerden yoksundur. Hele hele recm ve irtidaddan dolayı verilen ölüm cezasının kesin dini temelleri varmışçasına,(16) taşlanarak öldürülenin cenaze namazının kılınıp kılınılmayacağının tartışılması (s. 245) ve mürtedin cenaze namazının kılınmayıp, cesedinin boş bir arazideki çukura gömüleceği iddiası (s. 246) da öncekilerden farksızdır. Bugün de uygulanmakta olan şekliyle “ölülere telkin verme”nin (s. 249) de hiçbir sağlam dini dayanağı yoktur.(17) Ölünün yakınlarının ilk hafta içinde fakirlere sadaka verip, sevabını ölüye bağışlamalarının Sünnet olduğu iddiası da (s. 253) asılsızdır. Ölülere Yasin suresi okunmasının sevap olduğu iddiası da (s. 254) temelsizdir.(18) Suda boğulan, ateşte yanan, enkaz altında kalan, veba, taun, ishal, sıtma ve zatülcenb hastalıklarından birisiyle veya akrep sokması ile ölen, nifas halinde veya gurbet elinde veya ilim yolunda veya Cuma gecesinde ölen kimselerle; sevabını Allah’tan bekleyen müezzinin ve doğru alışveriş yapan Müslüman bir tüccarın, ailesinin geçimini kazanmak için, hak üzere bir çalışma sonunda ölenin ‘şehid’ sayılacağı iddiası da (s. 257) son derece çürük rivayetlere ve zorlama te’villere dayalı bir iddiadan başka bir şey değildir. Uyku halinde bir şey yiyip içme’nin orucu bozacağı görüşü ise (s. 276) İslam’ın mükellefiyet anlayışıyla uyuşmayan bir görüştür.(19) Benzer bir durum, oruçlunun vücuduna saplanıp kaybolan odun ve demir benzeri bir şeyin, orucu bozacağı iddiası (s. 279) için de söz konusudur. Ramazan orucunu bozanın peşpeşe iki ay (altmış gün) oruç tutması gerektiği görüşü de (s. 282, 290-291) doğruluğu yeterince araştırılmadan verilmiş acele bir hükümdür.(20) “Allah için bir gün oruç tutayım” diyeceği yerde yanılarak “Bir ay oruç tutayım” diyen bir kimsenin, bir ay oruç tutması gerektiği şeklindeki görüşün (s. 306) de, İslam’ın mükellefiyet anlayışıyla bağdaşıp bağdaşmadığı oldukça tartışmalıdır. Kurban sahibinin elinin hayvanı kesenin eli üzerinde olduğu bir durumda, her ikisinin de besmele çekmesi gerektiği, birisinin bile besmeleyi terk etmesi durumunda, hayvanın etinin yenmeyeceği hükmü (s. 392) incelemeden verilmiş acele bir hükümdür; zira yenmesi yasak olan, Allah’tan başkası -mesela putlar- adına kesilen kurbanlardır. Besmele çekilmemesi ise, onun Allah’tan başkası adına kesildiğini göstermez. Kaldı ki, bir başka yerde, besmele çekip çekmediği belli olmayan Ehl-i Kitaptan birinin kestiğini yemenin caiz olduğunu söyleyip de (s. 399), yine besmele çekmeyi terk eden bir Müslümanın kestiğinin yenmeyeceğini söylemenin açık bir çelişki olduğuna da bu vesileyle işaret etmek gerekir. Aynı çelişki, besmelenin kasden terk edilmesi durumunda avın etinin yenmeyeceği, hatta haram olduğu yönündeki hükümde de (s. 401) söz konusudur. Halbuki müellifin de işaret ettiği, besmeleyi şart görmeyen İmam Şafi’i’nin, bugünün şart ve ihtiyaçları bakımından rahatlatıcı olan görüşünün esas alınması daha isabetli olurdu. Yüce Allah’ın kitapları ve peygamberleri yanında, ‘velilerinin’ de kudsiyet kazandığını söylemenin (s. 410) dini bir temele dayanması şöyle dursun, bu, İslam’a taban tabana zıt inanç ve uygulamalara davetiye çıkarmak anlamına gelecektir. Öte yandan, abdestsiz Kur’an okuyabilmek ve mushafı abdestsiz ele almakla ilgili olarak, bunun caiz olabileceği yönünde de görüşler varken, aksi yöndeki görüşleri esas almak da (s. 411) bugünün şart ve ihtiyaçları yönünden insanların Kur’an ile olan bağlarını zayıflatıcı bir işlev görmektedir. Keza bir suyun temiz olmadığını, fasık veya gayri müslimin haber vermesi halinde, bu bilgiye itibar edilmeyeceğini söyleyip (s. 413), birkaç paragraf sonra, aynı fasık ve gayri müslimin sözlerinin alım-satım ve benzeri muamelelerde geçerli sayılması da (s. 413) açık bir çelişkidir. Kur’an’ın belli bir bağlamda ve belli tarihsel şartları gözeterek, vadeli borçlanmalara ilişkin muamelelerde iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olduğu yolundaki hükmü, herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin, nikah şahitliğine de teşmil edilmiştir (s. 413) ki, bu hükmün bugünün şartlarında geçerli olup olamayacağı hiç düşünülmemiş,(21) muhtemelen bu konuda klasik fıkıh kitaplarının körü körüne taklidiyle yetinilmiştir. Bir doktorun tedavi edeceği bir hanımın herhangi bir organına zaruret miktarı bakabileceği, fakat onun tedavisini bir kadına öğreterek ona yaptırmasının daha uygun olacağı hükmü de (s. 417) bugünün şartlarında pek pratik görünmemektedir. Yeme-içme konusunda, insanın kuvvetlenmek için doyuncaya kadar yiyip içebileceği, bundan fazla yemenin ise haram olduğu hükmü (s. 427) şer’i dayanaktan yoksun, çok da sert bir hükümdür. Yemeğe tuzla başlayıp, tuzla bitirmenin ‘Sünnet’ olduğu iddiası da (s. 428) tamamen temelsiz bir iddiadır.(22) Aile planlaması ve gebeliği önleyici tedbirler alma konusunda takınılan olumsuz tavır da, konunun iyice incelenmemiş olmasından ve bu uygulamaların mutlaka Müslümanların nüfusunu azaltma gibi olumsuz bir amaca hizmet edeceği varsayımından kaynaklanmaktadır (s. 434). Ölen bir kadının rahminde canlı bir bebek bulunduğu takdirde, bu bebeği kurtarmak için kadının karnını sol taraftan yarmak gerektiği hususu ise (s. 435) ilmihalden ziyade tıbbın karar vereceği bir konu olsa gerektir.
_Aileyle ilgili görevlerden bahsedilirken, kocanın başlıca görevleri arasında, eşiyle güzel geçinmek, onu korumak ve geçimini sağlamaktan dem vurulduğu halde (s. 443) ‘eşini sevmek’ten söz edilmemesi, aynı şekilde kadının kocasını sevmesinden bahsedilmemesi, Hz. Peygamber’in Sünnet’inin yeterince incelenememiş olmasından kaynaklanmış olmalıdır. Keza on altı yaşına giren çocuğun, bir manisi olmadığı takdirde evlendirilmeye çalışılması gerektiği görüşü (s. 444), dinle doğrudan ilgisi olmayan, bugün için ise pek de anlamlı olmayan bir açıklama olarak nitelendirilebilir. İtaat başlığı altında, üst amirin dince yasak olmayan emirlerini dinleyip ona itaatten bahsedildiği halde, onların İslam’a aykırı uygulama ve emirleri karşısında gösterilmesi gereken tepkiden söz edilmemesi (s. 453), bugün İslam dünyasında sivil muhalefetin ve eleştirel düşüncenin niçin gelişmediği konusunda bizlere ipucu vermektedir.
_Öte yandan, peygamberler tarihine tahsis edilen bölümde yer alan birtakım bilgilerin de, araştırma mahsulü olmayıp, geçmiş kaynaklardan aynen derlenmiş bilgiler oldukları görülmektedir (Mesela, s. 476, 477, 478, 479, 480, 485, 486, 492, 496, 497, 498, 506). Bu konuda yeterli araştırma yapılmadan, önceki ulemanın kanaatlerinin aynen sürdürüldüğüne dair tipik bir örnek olması bakımından, Hz. İsa’nın (a.s.) göğe yükseltildiği iddiasını burada zikretmek yerinde olur.(23) Yine sahabe tanımı ve sahabenin tamamının mübarek, mukaddes ve her yönden saygıya değer oldukları yönündeki ifadeler (s. 500) de araştırmaya dayalı olmaktan ziyade, geçmişi toptan tezkiye ve takdis eden bir zihniyetin ürünü olarak görülmelidir. Aynı şekilde ay’ın bölünmesi ve Miraç mucizelerine tahsis edilen bölümde verilen bilgiler, konuyla ilgili rivayetlerin çelişki, problem ve zaafları görmezlikten gelinerek, muhtemelen de böyle bir durumun varlığından habersiz bir şekilde sunulmuştur (s. 504-505) ki, konuyla ilgili araştırmaların sonuçları, burada verilen bilgileri doğrulamak şöyle dursun, sıhhatleri konusunda ortada son derece ciddi kuşkuların bulunduğunu göstermektedir.(24)
Erkek Egemen ve Yetişkin Merkezli Dindarlık
_İlmihallerin bilgi kaynaklarının ortaçağ fıkıh literatürü olduğu(25) tekrar hatırlanacak olursa, geçmişte ve günümüzde hakim anlayış olan erkek egemen bakış açısının, fıkha, oradan da ilmihallere yansımasını garipsememek gerekir. Halbuki Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in kadın konusundaki bakış açısını yansıtan bazı rivayetlerden yola çıkılarak, tam tersine, kadın-erkek eşitliğini esas alan bir yaklaşımı da savunmanın mümkün, hatta daha isabetli olacağına dair yapılmış pek çok çağdaş araştırma karşısında, ilmihallerin bu açıdan da gözden geçirilmesi cihetine gidileceği yerde, maalesef bu yönde ciddi bir adım henüz atılmış değildir. Cuma namazının ve teşrik tekbirlerinin kadınlar için gerekli görülmemesi (s. 163), asr-ı saadetteki uygulamalar görmezlikten gelinerek, kadın ve çocukların bayram namazlarına katılmalarının teşvik edilmesi şöyle dursun, bunun tamamen sükutla geçiştirilmesi (s. 164), kadının kocasının niyetine göre mukim ve misafir olacağı (s. 169), kocasının izni olmadan, kadının nafile oruç bile tutamayacağından dem vurulurken, aksi durumda kadının izninin gerekli görülmemesi (s. 261), ancak erkeğin, hasta, oruçlu veya hac ve umre için ihramlı olma durumunda karısını nafile oruç tutmaktan menedemeyeceği (s. 262), Şevval ve Zilhicce hilalleri konusunda iki kadının şahitliğinin bir erkeğinkine denk olabileceği (s. 269-270), asr-ı saadetteki uygulama tam ters yönde olduğu halde, kadınların kendi evlerinde namaz kılmalarının mescidlerde namaz kılmalarından daha hayırlı olduğu (s. 308) kadının itikafının kocasının iznine bağlı olduğu -ki kocasının da itikaf için karısından izin alması gerektiği akla bile getirilmemektedir- (s. 308), Kur’an’da hacca gitmek için, kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın, sadece maddi imkan ve yol güvenliği şart koşulduğu halde, kadının -güvenlik tehlikesinin bulunmadığı durumları da kapsayacak şekilde- mutlak olarak mahremsiz yolculuğa çıkamayacağı (s. 353), telbiye getirirken seslerini yükseltmemeleri, remel ve hervele gibi bazı uygulamaları yerine getirememeleri sebebiyle kadınların haclarının -akıl ve dinlerinin eksik olduğu iddiasının bir uzantısı olarak- erkeklere kıyasla ‘noksan’ olduğu (s. 378), hac yolunda kocası veya mahremi ölen kadının ‘muhsar’ sayılacağı ve hac yapmayarak ihramdan çıkması gerektiği (s. 381), Müslüman ve Ehl-i Kitaptan olanların “kadın dahi olsalar” (?) kestiklerinin yenebileceği (s. 399), -yine asr-ı saadetteki uygulamaların hilafına olarak- İslam kadınlarının abdest, namaz ve oruç gibi dinle ilgili birtakım meseleleri, ya kocaları ve mahremleri aracılığıyla ya da “kocalarının izni ile” ve “arasıra bir ilim meclisine giderek” öğrenmeye çalışabilecekleri, ama kocalarının rızası olmadıkça bir ilim meclisine katılamayacaklarının ileri sürülmesi(26) (s. 407), ancak kocası bir meseleyi çözemediği veya sorup öğrenmekten çekindiği takdirde, gidip ehlinden sorma hakkının olabileceği (s. 407), yine evlilik konusundaki şahitlikte de iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahit- liğine denk sayılacağı (s. 414), kocanın karısına karşı görevleri arasında “zevcesi ile güzel geçinmek” zikredilirken, kadına kocasının dine uygun ’emirlerini’ tutma mükellefiyetinin düşmesi (s. 443-444) gibi hususlar, yukarıda sözü edilen erkek egemen bakış açısının birer yansıması niteliğindedir.
_Öte yandan, çocuk ve gençlerden ziyade yetişkinlerin esas alınması, çocuk ve gençlerin, hele kız çocukların ve genç kızların dışlanması, namaz haricinde çocukların camiye sokulmaması yönündeki telkinler (s. 232) çocuğun dayakla namaza ve oruca alıştırılmasının tavsiye edilmesi (s. 282), şu anda İslam dünyasının -ve de ülkemizin- nüfusunun çok önemli bir kısmını oluşturan genç nesillerin yok sayılmasından başka bir anlama gelebilir mi? İslam dünyasının geleceği kendilerine bağlı olan gençliğin, ilmihallerde tamamen ihmal edilmesinin izahı mümkün olmasa gerektir.
Psikopatolojik Dindarlık
_İlmihallerin belki de en zararlı yönlerinden birisi, psikopatolojik bazı davranışlara yol açabilecek birtakım bilgileri okuyucularına çekinmeden sunabilmiş olmalarıdır. Bu konuda verilebilecek en yaygın ve tehlikeli örnek, temizlikle ilgili vesvese ve obsesyonlara yol açan, gusülle ilgili -hemen her ilmihalde karşılaşılabilecek- şu tür açıklamalardır:
_Vücut yıkanırken iğne ucu kadar bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilecek, kulaklar ve göbek oyuğu yıkanacak. Su saçların, sakalların, kaşların ve bıyıkların aralarına ve altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar sık olsa bile suyun ulaşması sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri kuru kalırsa, gusül tamamlanmış olmaz. (…) Kapanmış olan küpe deliklerinin içini de yıkamalıdır. İçlerine zorla su geçebilecek olan küpe deliklerini de, içlerine su geçecek bir şekilde el ile ıslatıp yıkamalıdır.(27)
_Bu satırları okuyan birinin vesveseci olmaması mümkün değildir. Nitekim hemen hepimiz özellikle abdest ve gusül konusunda, bu gibi ifadelerden kaynaklanan ve bazen son derece ciddi sonuçları da olabilen obsesyon örneklerini çevremizde bol bol görebiliriz. Yukarıda anlatılanlar bir yandan dini dayanaklardan yoksun iken, öte yandan da bazı rivayetlerin lafızcı bir şekilde anlaşılması gibi bir yanlıştan kaynaklanmaktadır. Bu bilgilerin hiçbirisinin Hz. Peygamber’in hayatında yeri ve karşılığı yoktur. Kaldı ki, Hz. Peygamber dönemindeki kısıtlı su ve banyo imkanları düşünüldüğünde, bu açıklamaların hiç de gerçekçi olmadığı kolaylıkla anlaşılır.
_Bu noktada ilmihallerin dindar insanların psikolojilerini bozmakla mı, yoksa onlara sağlıklı bir ruh hali sağlamakla mı yükümlü olduklarını sormanın zamanının gelip geçtiği kanaatindeyiz.
_Elbette ilmihallerin olumsuz yönleri bunlarla sınırlı değildir. İlmihallerde verilen bilgiler arasındaki çelişki ve tutarsızlıklar,(28) gereksiz ve anlaşılmaz açıklamalar,(29) şekilciliğin tabii bir sonucu olan “kılı kırk yarma” mantığı(30) ve araç niteliğindeki hükümlerin ve hususların, amaçlan gölgede bırakması,(31) mezhepçilik ve ırkçılık sayılabilecek bazı ifadelerin mevcudiyeti(32) gibi hususlar, ilmihallerin hepsinde şu veya bu ölçüde görülen olumsuzluklara dair verilebilecek bazı örneklerdir. Hemen hemen Türkçedeki bütün ilmihallere büyük ölçüde teşmil edilebilecek olan bu gibi tespitleri daha da çoğaltmak her zaman mümkündür. Şimdi bu tespitlerin ışığında, şu nihai soruyu sorma zamanı gelmiştir: Durumu bu olan ilmihaller, okuyucularında nasıl bir dindarlığa yol açabilir?
_Bu soruya verilecek cevap kısa ve nettir: Mevcut ilmihallerin, ‘nasıl’ı bir yana, herhangi bir dindarlık ‘geliştirmesi’ dahi söz konusu değildir. Zira bu ilmihallerin, derinlik ifade eden ‘dindarlık’ geliştirmesi şöyle dursun, standart bir Müslüman tipi yetiştirmesi bile mümkün görünmemektedir. Çünkü bu ilmihaller her şeyden önce, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’ı, “İslam’ın şartı beştir” şeklindeki dar ve yanlış bir anlayışa hapsetmekte, buna bağlı olarak da, hayatın her alanında sergilenmesi gereken ibadet=kulluğu; namaz, abdest, oruç, hac, kurban vb. ibadat-ı mersumeye hasretmektedir. Yine bu yaklaşımın bir uzantısı olarak ilmihaller, derinliksiz, şekilci ve mekanik bir ‘formalite Müslümanlığı’na, ister istemez yol açmaktadır. Dinin şekil kadar, hatta ondan da önemli olarak, ‘ruh ve öz’ olduğu unutulmuş, bu formalite Müslümanlığı, şer’iliği tartışmalı pek çok fıkhi detaylara boğulmak suretiyle ilmihaller, adeta bir ‘talimatname’ye dönüştürülmüştür. O kadar ki, Allah’a kulluk görevlerinin bir kısmını teşkil eden, namazı kılmak, orucu tutmak, zekatı vermek, hacca gitmek, kurban kesmek vs. için bir Müslümanın bilmesi gerekenler (?) dört cilt (toplam 1800 sayfa) tutacak kadar teferruata boğulabilmiştir.(33) Tam da bu noktada insanın aklına ister istemez şu soru tekrar gelmektedir: Acaba namaz kılan, oruç tutan, zekat veren, hacca giden, kurban kesen Hz. Peygamber ve ashabı, bu 1800 sayfalık bilginin ne kadarını biliyordu? Kuşkusuz çoğu yorum ve ictihad ürünü olan bu detayların çok büyük bir kısmını bilmiyorlardı, buna rağmen kulluk görevlerini en iyi şekilde yerine getirebiliyorlardı. Hem de bunları sadece formalite olarak değil, gerçek bir dindarlığa ve gerçek bir İslamî bilince dönüştürerek bunu başarıyorlardı.
_Bu noktada ilmihallerin topluma sunduğu, dönemi geçmiş, yanlış, eksik, temelsiz ve hatta bazısı zararlı bilgileri de bir tarafa bırakacak olursak, Müslümanda bireysel, toplumsal ve evrensel boyutlarıyla İslamî bir bilinç doğuracak, derinlikli, özü formalitelere feda etmeyen, insanı özellikle ahlakî alanda olgunlaştırıp dönüştürmeyi amaçlayan, sağlam bilgi temeline dayalı, psikolojik ve pedagojik boyutları ihmal etmeyen, çağın ruhuna hitap edebilecek bir ilmihale – özellikle de geleceğimizin teminatı olan genç nesiller açısından- acilen ve şiddetle ihtiyaç olduğunda en ufak bir şüphe olmadığını belirtmek bir zorunluluktur.
Dipnotlar:
1. TDV İslam Ansiklopedisi “İlmihal” maddesi
2. Literatür taramasına dayalı bu incelemede, toplumdaki yaygınlık ve etki düzeyleri sebebiyle, Mızraklı İlmihal, Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali, Ahmet Hamdi Akseki’nin İslam Dini, DİB’ğının ilmihali ile TDV’nın ilmihali esas alınmış, örnekler ise Bilmen’den verilmiştir. Ancak, bu örneklerin hemen tamamının bütün ilmihallerde şu veya bu ölçüde tekrarlandığını da burada vurgulayalım.
3. “İslam’ın şartı beştir” anlayışınınn geniş eleştirisi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, “Bir Hadis ve Yorumu: İslam’ın Şartları”, Diyanet Gazetesi (Ocak, 1989),sayı: 359, s. 3 ve 27.
4. Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları, Ankara 2002, s. 65-66.
5. Nitekim İbn Manzur (Ö. 711/1311) da el-ibadetu: et-ta’atu demek suretiyle bu hususa işaret etmektedir. Bkz. Lisanu’l -‘arab, Beyrut t.y., III. 272.
6. Hakkı itiraf etmek gerekirse, bu bakımdan Ahmet Hamdi Akseki’nin Müslümana Büyük İlmihal adlı eserinin (İstanbul 1971) mevcut i1mihaller içerisinde en iyi durumda olduğunu da belirtmeden geçmemek gerekir.
7. Böyle bir mukayese için konuyla ilgili en geniş eserlerden olması itibarıyla İmam Gazali’nin (ö. 505/1111) İhya’u ‘ulümi’d-din adlı eserinin tamamına, keza Şah Veliyullah ed-Dehlevi’nin Huccetu’llahi’l-baliğa’sına ve Ali Şeriati’nin Hac adlı eseri ile Garaudy’nin İslam ve İnsanlığın Geleceği, İslam’ın Vaat Ettikleri, Yaşayan İslam gibi eserlerinde yer yer yaptığı konuyla ilgili yorumlara başvurulabilir.
8. Mamafih burada. yine Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’nde (İstanbul 1995) tespit ettiğimiz bazı örneklerin yerlerine işaret etmeden de geçmeyelim: Bkz. s. 121-122, 123, 129, 130, 131, 132, 136, 145-147, 157, 162, 189, 216, 222, 223,224, 225, 228, 232, 237, 244, 246, 279, 294, 295, 296, 298, 299, 300, 318, 336, 362, 365, 366, 396, 402, 403, 412, 429, 433.
9. Bkz. Ö. N. Bilmen, age., s. 108, 155, 169, 290, 292, 298, 340, 344,424.
10. Bu yaklaşımın eleştirisi için bkz.M. Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet-Eleştirel Bir Yaklaşım-. Ankara Okulu. Ankara 1999. s. 97-98.
11. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Nihat Koçak, Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihalindeki Hadislerin Tahrici (basılmamış lisans tezi), AÜİF, Ankara 1989.
12. Miraç rivayetlerinin fevkalade problemli durumunu görmek için bkz. Ahmet Molu, Miraç Hadislerinin Hadis Bilimi Açısından Değerlendirilmesi (yayımlanmamış yüksek lisans tezi, AÜİF, Ankara 2001.
13. Bu konudaki rivayetlerin isnad ve metin açısından arz ettiği problemlerle ilgili olarak bkz. Mustafa Ertürk, “Çocuğun Dini Eğitiminde Kullanılan Bir Hadis ve Tahlili”, Marife, II (Konya, 2002), sayı: 2, s. 53-79.
14. Bu konuda geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Namazların Birleştirilmesi, İlahiyat Yayınları, Ankara 2002.
15. Bkz. Ebû Şame el-Makdisi, el-Ba’is ‘ala inkari’l-bida’i ve’l-havadls, Kahire, t.y.; ayrıca bkz. Salih Özer, Hadis Literatüründe Mübarek Zaman/Kutsal An Mefhumu ve Kandiller Örneğinin Tetkiki (yayımlanmamış yüksek lisans tezi), AÜİF, Ankara 1995.
16. Kur’an’da yer almayan ve sadece hadis rivayetlerine dayandırılan recm cezasıyla, mürted için öngörülen ölüm cezasına dair rivayetlerin isnad ve metin açısından arz ettikleri problemler konusunda bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, “İslam’a Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidat Meselesi”, İslamiyat V (2002), sayı: 1, s. 125-132.
17. Bu konuda bkz. Muhammed Ahmed Abdusselam, Kur’an Niçin İndlrlldi?, Fecr Yayınları, Ankara 1989, s. 55-56.
18. Bkz. age., s. 54-55.
19. Bu konuda bkz. Mehmed S.Hatiboğlu, “İslam Mükellefiyet Anlayışı ve Buna Aykırı Bir Maliki- Hanefi Kıyası”, AÜİFD, XXI (1976) s. 185-197.
20. Oruçlu iken cinsi münasebette bulunmak veya yiyip içmek suretiyle olsun, kasden orucunu bozanların iki ay sürekli kefaret orucu tutması gerektiğine dair yaygın hükmün yanlışlığına dair geniş bilgi için bkz. Musa Carullah Bigiyef, Kitabu’s-Sunne, Ankara Okulu, Ankara 2000, s. 115-117, dipnot, 87 (Yazara ait, Uzun Günlerde Oruç, çev. Yusuf Uralgiray, Ankara 1975, s. 213-217’den naklen)
21. Kadının şahitliği meselesindeki değerlendirmeler ve yeni yaklaşımlar konusunda geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, “Kadın Konusunda Kur’an’a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler”, İslami Araştırmalar (Kadın Özel Sayısı), V (1991), sayı: 4, s. 276-277; Hayreddin Karaman, “Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi”, agd. s. 287; Ali Bulaç, “Mekasidu’şŞeria Bağlamında Kadının Şahidiği Konusu”, agd. s. 297, vd. İlhami Güler, “Kur’an’da Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri”, agd. s. 315-316. Süleyman Ateş, “İslam’ın Kadına Getirdiği Haklar”, agd., s. 324. Hüseyin Hatemi, “Modern Mahrem ve İslam’ın Kadına Bakışı”, agd., s. 331.
22. Bu iddianın dayanaklarını oluşturan hadis rivayetlerinin uydurma olduğu konusunda bkz. M.Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet -Eleştirel Bir Yaklaşım-, s. 46.
23. Kökleri asırlar öncesine giden bu kadim telakkinin dayanakları ve eleştirisi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, “Hz. İsa’yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi”, İslamiyat III (2000), sayı: 4, s. 147-168; Mehmet Ünal, “Tefsir Kaynaklarına Göre Hz. İsa’nın Ölümü, Ref’i ve Nüzulü”, agd. s. 133-146.
24. Miraç rivayetleriyle ilgili olarak bkz. dipnot, 12; ayın yarılmasıyla ilgili olarak da bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, Kitabiyat Yayınları, Ankara 2002, s. 341-343.
25. Mesela, Bilmen’in ilmihalinde zikredilen kaynaklar şunlardır: Kur’an-ı Kerim, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Cami’u’s-Sağir, Kirabu’t-Terğib ve’t-Terhib, Şema’il-i Tirmizi, Şifa-i Şerif, Mevahib- i Ledünniye, Akaid-i Nesefiye, Şerh-i Mekasıd, Şerh-i Mevakıf, Mebsut-ı Serahsi, eI-Bedayi, elHidaye, el-Bahru’r-Ra’ik, erDürer ve’l-Gurer, Mülteka, Halebi, Merakı’l-Felah, Haşiye-i Tahtavi, . ed-Dürrü’l-Muhtar, Reddü’l-Muhtar, Mecmu’a-i İbn Abidin, Feteva-yı Hindiyye, Feyziyye, Behçe, Netice, Ali Efendi, Abdurrahim Fetvaları ve Mecmu’a-i Cedide, Muhtasar-ı Ebi’z-Ziya, Şerh-i Ebi’l-Berekat, Haşiye-i Düsüki, Kitabu’l-Ümm, Tuhfetü’l-Muhtaç, Neylü’l-Mera’ib, Keşşafü’l-Kına, Kirabu’l-Muhalla, Bidayetü’l-Müctehid, Nihayetu’l-Muktasit [Bu son isim aynı bir eser değil, Bidayetu’l-Muctehid’in isminin devamıdır.], el-Mizanu’l-Kübra, İhya’u’l-Ulüm, Tarikat-ı Muhammediye, Şerh-i Şir’atü’l-İslam, Siyer-i İbn Hişam, Tarih-i İbn Esir, Siyer-i Halebi.
26. Bu satırlar adeta İncil’deki şu ifadelerin bir yansıması gibidir: “Mukaddeslerin bütün kiliselerinde olduğu gibi, kiliselerde kadınlar sükut etsinler; çünkü onlara söylemek için izin yoktur; ancak şeriatın da dediği gibi, tabi olsunlar. Eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar, çünkü kadıya kilisede söylemek ayıptır” (Korintoslulara I.Mektup, 14: 34-35). Bu anlayışın eleştirisi ve İslam’da yeri olmadığı konusunda bkz. Rıza Tahiri, “İslam’da Genel Haklar ve Masuniyetler”, Yeni Ümit (Ocak-Mart, 2002), sayı: 55, s. 40.
27. Bilmen, age., s. 92-93, no: 186, 187. Hemen hemen aynı ifadeler Diyanet İlmihali’nde (Ankara 1999), s. 108-109’da mevcut olup, ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı bu sağlıksız anlayışı Diyanet Takvimi aracılığıyla (bkz. 08.01.2003 tarihli takvim yaprağı) geniş halk kitlelerine yaymaya çalışmaktadır.
28. Bu konuda bkz. Bilmen, age., s. 118/76; 121/103; 124/122-123; 153-154/5, 6, 7; 167/253; 168/256; 188/363; 196/5, 7, 8; 217/13; 222-223/5; 225/23; 238/534; 273/71 (namaza kıyasla); 341/99 (Burada zekat ve sadakaların insanların yıkantısı [kiri] sayıldığı, dolayısıyla Haşimoğullarının şeref ve kıymetine yakışmayacağı ifade edilirken, bunların sıradan Müslümanların şeref ve kıymetine yakıştığı, dolayısıyla sıradan Müslümanların şeref ve kıymetlerinin pek de önemli olmadığı sonucu çıkmaz mı?); 363/43-1 (Haccı helal mal ile yapmak haccın sadece bir edebi mi, yoksa önemli bir Şartı mıdır?); 372/4; 375/78 413/48-51; 425/109 (Burada verilen bilgilerle, at ve eşek etinin haram olduğu hükmü arasında bir çelişki doğmaktadır.); 430/146; 473 (Dinin kolaylık olduğuna dair burada yer alan açıklamalar, bizatihi bu ilmihaldeki zorlaştırıcı ve kılı kırk yancı hükümlerle bir arada değerlendirildiğinde, ortaya açık bir çelişki çıkmaktadır.)
29. Bkz. age., s. 134 (Türkçe ezanla ilgili açıklamalar); 164/232, 235; 165/241; 176/299; 190/377; 195/403-2; 196/5; 218/30; 227/480; 239/543 (Hunsa-i miişkil’in cenazesinin yıkanmayacağına dair); 315/9-1 (Mürtedin irtidad öncesi zekat borçlarının düşeceği hakkında); 316/3; 319/13 (Bugün söz konusu olmayan zekat memurları hakkında); 375/75; 395/40; 396/47 (Saksağan, kumru, bülbül ve keklik eti yiyenin belaya tutulacağına inanıldığı için yenmelerinin iyi olmadığı hakkında); 398/56 (“Deniz insanı”nın (?) yenmesinin helal olmadığı hakkında); 401/75; 423/102; 427/122-123; 430/142-144; 431/148 vd. 434/165; 465/63 (Taassubu olumlar görünen açıklamalar hakkında).
30. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 190/375-379; 205/406 ve pek çok yerde.
31. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 114/58 (Namaz vakitlerinden bir-ikisi bulunmayınca, o vakit namazlarının ora halkına farz olmayacağı); 271-272/67 (Ramazan hilalinin hesapla tespitinin caiz olmadığı hakkında); 336/77-2, 3 (Kireç, alçı taşı, yakut, elmas, firuze, su, tuz, zift, neft (petrol) gibi maddelerden humus alınmayacağı hakkında).
32. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 217/10 ve pek çok yerde; 496/78-79 (Hz. Peygamber’in ‘nesebinin’, ‘mübarek’ ve ‘yüksek’liği); 527/179 (Kureyş’in asalet ve şerefi).
33. Burada kastettiğimiz eser, Vecdi Akyüze ait Mukayeseli İbadetler İlmihali (İslam Fıkhında İbadetler) adlı, İz yayıncılık tarafından yayımlanan (İstanbul 1995) ve Yeni Şafak gazetesi tarafından promosyon olarak dağıtılan eserdir.
34. Aslında böyle bir ilmihâl yazmanın son derece yararlı olacağını düşünmekle birlikte, bunu, hadis/Sünnet alanındaki problemlerin çözümüne yönelik projemizin tamamlanmasından sonraki bir tarihe tehir ediyorduk. Ancak toplumdan gelen yoğun talepler karşısında, böyle bir ilmihâl yazma işinin daha fazla tehir edilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Cenab-ı Hak’tan bizi bu konuda başarılı kılmasını niyaz ederiz.
(İslamiyat Dergisi, M. Hayri Kırbaşoğlu, c.5 s.109-204, 2002)