-
6th Temmuz 2008

Hızır-Diyanet İslam Ansiklopedisi

posted in HIZIR |

HIZIR, Hz. Mûsâ döneminde yaşayan, kendisine ilâhî bilgi ve hikmet öğretilen kişi.

Arapça kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapça menşeli oldu­ğu kabul edilen kelime Türkçe’de Hızır ve Hıdır biçiminde kullanılmaktadır. Hadır “yeşil, yeşilliği çok olan yer” mânasındaki ahdar ile eş anlamlıdır. Bu mânadan ha­reketle hadır kelimesinin özel isimden zi­yade lakap ve sıfat olarak kabul edildiği söylenebilir. Nitekim bazı kaynaklarda Hı­zır’a bu ismin, kuru yerde oturduğunda altından otların yeşerip dalgalanması (Buhârî, “Enbiyâ3”, 29), cennet pınarından içtiği için bastığı her yerin yeşile bürünmesi (Makdisî, III, 78) sebebiyle verildiği kaydedilmektedir. Bazı şarkiyatçılar tara­fından Hızır kültünün arkasında birtakım ilkel dinlerde rastlanan bitki tanrısının bu­lunduğu iddia edilmişse de (Hasluck, I, 324) aslında İslâm’daki Hızır telakkisinin bu inançla hiçbir ilgisi yoktur. Hızır ismi­nin menşei hakkında, yukarıdaki iddialara ilâve olarak Ahd-i Atîk’te yer alan “adı Filiz olan adam” (Zekarya, 6/12) inancının et­kili olduğu da ileri sürülmüştür (İA, V/l, s. 461). Şarkiyatçıların bir kısmına göre Hızır kelimesi Arapça asıllı olmayıp Gılgamış destanında yer alan Gılgamış’ın ata­sı Hasistra veya Hasisatra’nın Arapçalaşmış şeklidir (Ocak, s. 61). Friedlaender’e göre ise Hızır ismi İskender efsanesine benzeyen Glaukos (yeşil) masalı ile alâkalı olup bu efsane Arapça’ya uyarlanırken “hadır” şeklinde tercüme edilmiştir (ERE, VII, 694).

Bazı İslâmî kaynaklarda Hızır’ın asıl adı ve soyu hakkında bilgi verildiği görülmek­tedir. Sıhhatleri tartışmalı olan rivayetle­re göre Hızır, Hz. Âdem’in çocuklarından Kabil’in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh’un oğ­lu Sâm’ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut Hz. İshak’ın torunlarından Hazrûn b. Amâyîl’dir. Bunun yanında onun Hz. Harun’un soyundan geldiği, isminin Ha­dır b. Âmiya veya Hadır b. Fir’avn olduğu yahut Kur’an’da adı geçen İlyâs veya El-yesa’ın Hızır’ın kendisi olduğu öne sürü­lür (Ebû Hatim es-Sicistânî, s. 3; Makdi­sî, III, 77; İbn Kesîr, I, 295; Diyarbekrî, I, 106). Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum, babasının Fars olduğu kaydedilir (İbn Ke­sîr, I, 299; Diyarbekrî, I, 106-107). İbn Ke­sîr, İslâmî kaynaklarda Hızır’ın gerçek adı olarak gösterilen Belyâ b. Melkân’ın aslında Kitâb-ı Mukaddesteki İlya’dan bozma olduğunu belirtmiş [el-Bidâye, I, 299), bu görüşe dayanan A. J. Wensinck ve A. Ya­şar Ocak gibi araştırmacılar, Hızır’ın asıl adının İlya’nın Arapçalaşmış şekli olan Belyâ olabileceğini ileri sürmüşlerdir. An­cak başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere ha­dis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyâs tasvirlerine göre İlya ile İl­yâs aynı, Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ay­rıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade eden Hıdrellez telak­kisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya çıkar.

Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçmemekle bir­likte müfessirler tarafından Hızır’a ait olduğu kabul edilen Kehf süresindeki kıs­sa özetle şöyledir: Hz. Mûsâ genç adamı­na iki denizin birleştiği yere ulaşmaya ka­rar verdiğini söyler, bunun üzerine bera­berce yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutul­muş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet son­ra Mûsâ genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatır­layarak daha önce bunu Musa’ya bildir­meyi unuttuğu için üzüntüsünü dile ge­tirir. Bunun üzerine Mûsâ aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından “rah­met ve ilim” verilmiş olan sâlih bir kul ile karşılaşırlar. Mûsâ, sahip olduğu ilimden kendisine de öğretmesi için onunla arka­daş olmak istediğini söyler; Kur’an’ın adı­nı bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf ola­mayacağı olaylar sebebiyle bu beraberli­ğe sabredemeyeceğini belirtirse de Mu­sa’nın ısrarı üzerine, meydana gelen olay­lar hakkında açıklama yapmadıkça ken­disine soru sormaması şartıyia teklifi ka­bul eder. Musa’nın bu şarta uyacağına da­ir söz vermesi üzerine yolculuğa başlar­lar. Bu zat önce bindikleri gemiyi deler, arkasından bir çocuğu öldürür, daha son­ra da uğradıkları bir kasabanın halkı ken­dilerini misafir etmediği halde orada yı­kılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Mûsâ arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da, “Ben sana benimle beraber olmaya sab-redemezsin demedim mi?” diye uyanda bulunur. Mûsâ özür dileyip yolculuğa de­vam etmelerini ister. Sâlih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Musa’nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler; bu arada söz ko­nusu hadiselerle ilgili olarak davranışları nın sebeplerini de anlatır ve bunları Al­lah’ın emriyle yaptığını söyler (el-Kehf 18/ 60-82). Bu kıssadaki üç kişiden sadece Musa’nın adı zikredilirken diğer iki kişiden biri “genç adam” (fetâ), diğeri de ilâhî rah­met ve ilme mazhar olmuş “Allah’ın ku­lu” diye anılır.

Hızır konusu başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel’in hadis kitaplarının çeşitli bö­lümlerinde geçmekte, bunlarda Kehf sü­resindeki bilgiler tekrar edildiği gibi baş­ka bilgiler de verilmektedir. Sûrede yer alan kıssanın tefsiri mahiyetindeki riva­yetlerin birinde kaydedildiğine göre Saîd b. Cübeyr İbn Abbas’a, Nevf el-Bikâlî’nin Hızır kıssasında sözü edilen Musa’nın İsrâiloğulları’na gönderilen Mûsâ b. İmrân olmayıp başka bir Mûsâ olduğunu iddia ettiğini söylemiş, İbn Abbas da, “Allah’ın düşmanı yalan söylüyor” diyerek Übey b. Kâ’b yoluyla Hz. Peygamber’den gelen Mûsâ merkezli uzunca rivayeti nakletmiştir [Müsned, V, 117-119; Buhârî, “ilim”, 44; “Enbiyâ3”, 27; “Tefsîr”, 18/3; Müslim, “Fezâ3il”, 170-173; Tirmizî, “Tefsîr”, 19/1). Aynı konuyla ilgili ikinci rivayette kayde­dildiğine göre İbn Abbas’m bir sorusu üzerine Übey b. Kâ’b, buradaki Musa’nın İsrâiloğullarına gönderilen Mûsâ olduğu­nu ifade eden hadisi nakletmiştir [Müs-ned,y, 116-117. 122; Buhârî, “ilim”, 16, 19; “Enbiyâ3”, 27; “Tevhîd”, 31; Müslim, “FezâMl”, 174). Her iki rivayette de belir­tildiği üzere Hz. Mûsâ, İsrâiloğullan’na hitap ederken kendisine insanların en bil­gilisinin kim olduğunun sorulması üzeri­ne “benim” diye cevap verip mutlak ilmin nezd-i ilâhîde olduğunu hatırlatmadığı için Allah tarafından kınanmış ve kendi­sinden daha bilgili Hadır adında birinin bulunduğu söylenmiştir. Ebû Hüreyre’-nin naklettiği başka bir hadiste Hızır’a bu adın verilmesinin sebebi, “Kuru yerde oturduğunda altında otlar yeşerip dal­galanır” (Buhârî, “Enbiyâ3”, 27; Tirmizî, “Tefsîr”, 19/1) şeklinde açıklanmıştır. Bu rivayet Ahd-i Atîk’teki, “İşte adı Filiz olan adam ve o durduğu yerden filizlenecek” (Zekarya, 6/12) ifadesini hatırlatmakta­dır. Übey b. Kâ’b’dan rivayet edilen, râvilerinden birinin zayıf sayıldığı bir hadiste Hızır’ın Firavunlar döneminde Mısır’da ya­şayan İsrâiloğullarından bir genç olduğu, bir rahipten hak dini öğrenip benimsedi­ği, fakat bunu gizli tuttuğu, nihayet boşadığı bir hanımın bu sırrı ifşa etmesi üzerine kaçıp bir adaya sığındığı bildirilir (İbn Mâce, “Fiten”, 23).

Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan Hızır’la ilgili haberlerin, ana hatlarıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki çerçeveyi korumakla birlikte yer yer orada bulunmayan veya müphem olan bazı ayrıntılar içerdiği de görülmektedir. Nitekim Kur’an’da Hz. Mu­sa’nın Hızır’ın varlığından nasıl haberdar olduğu beyan edilmezken hadislerde bu­nun Musa’ya yöneltilen bir soru üzerine Allah tarafından kendisine bildirildiği ifa­de edilmektedir. Ayrıca yine hadislerde Kur’an’da adı geçen Musa’nın, yahudilerin iddia ettiği gibi Mûsâ b. Mîşâ değil Mûsâ b. İmrân, yanındaki gencin Yûşa b. Nûn, ilâhî ilim ve rahmete mazhar kılı­nan sâlih kişinin de Hızır olduğu açıklan­makta ve Hızır İsrâiloğullan’nın eşrafın­dan biri olarak tanıtılmaktadır. Bu haber­ler içinde. Kur’an’daki bilgilere aykırı bir husus mevcut olmadığı gibi Hızır’ı tarih­te yaşamış sâlih bir kişi konumundan çı­karıp onun varlığını günümüze kadar de­vam ettiren olağan üstü bir şahsiyet oldu­ğuna dair bilgiler de bulunmamaktadır. Buhârî’nin Abdullah b. Abbas’ın görüşü olarak yer verdiği bir rivayette (“Tefsir”, 18/4) buluşma yerindeki kayanın dibinde “hayat” denilen bir su kaynağı bulundu­ğu, damlalarının dokunduğu her şeyin canlandığı, söz konusu balığa da bu su­dan birkaç damlanın isabet ettiği ifade edilmekte, Tirmizî’de ise(“Tefsîr”, 19/1) bazı insanların böyle iddia ettiği belirtil­mektedir.

Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve tasavvuf kitaplarında Hızır’ın mitolojik bir kişiliğe büründürülerek tarihte uzun sü­re yaşayanlardan olduğu, kıyamete ka­dar da yaşamaya devam edeceği şeklin­de bilgiler yer almaktadır. Bazı hadisçiler de tarihçilerin kaydettiği rivayetlere göre Hızır’ın Deccâl’i yalanlaması için ömrünün uzatıldığı (İbn Hacer, el-Işâbe, I, 431), Dec-câl’in karşısına çıkacak kişinin Hızır olaca­ğı (Nevevî, XVIII, 72), Hz. Peygamber dö­neminde hayatta olduğu ve Peygamber’in elçisi olarak Enes’in kendisiyle görüştü­ğü (Beyhaki, V, 423), Resûlullah vefat et­tiği zaman gelip Ehl-i beyte tâziyette bu­lunduğu (İbn Kesîr, I, 141), Ömer b. Ab-dülazîz ile İbrahim b. Edhem, Bişr el-Hâ-fî, Marûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıf­lar tarafından görüldüğü, Hızır’ın deniz­lerde, İlyâs’ın karada yaşadığı, sık sık bir araya geldikleri (İbn Hacer, el-Işâbe, I, 432), Cebrail, Mîkâil ve İsrafil ile her yıl arefe günü Arafat’ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir kısmı, Hızır’ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Âdem’in bir vasiyetine ve duasına [a.g.e., 1,431), bir kısmı da onun âb-ı hayâttan iç­mesine (Taberî, Târih, I, 220) bağlamak­tadır. Hızır’ın uzun ömürlü olduğunu söy­leyenler ise onun Hz. Mûsâ zamanında, Hz. Muhammed’in nübüvvetinden önce veya ölümünden sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler.

Başta Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Muhammed Abdürraûf el-Münâ-vî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûtî ol­mak üzere birçok hadis ve tefsir âlimi Hı­zır’ın hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler İbnü’l-Cevzî, Ali el-Kârî, Muhammed Derviş el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş riva­yetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifa­de etmiştir [el-Menârü’l-münîf, s. 67). Hı­zır’ın hayatta olmadığını ileri sürenler onun öldüğüne dair Kur’an’a, sünnete ve akla dayanan çeşitli deliller zikretmişler­dir. Kur’an’ın, Muhammed’den önce bir­çok peygamberin gelip geçtiğini ve hiçbi­rine ebedî hayat verilmediğini (Âl-i İm­rân 3/144; el-Enbiyâ 21/34), her nefsin ölümü tadacağını (Âl-i İmrân 3/185-, el-Enbiyâ 21/35; el-Ankebût 29/57) bildiren âyetleri ve Hz. Peygamber’in vefatına ya­kın günlerde söylediği, “Yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan hiç kimse kalmaz” (Buhârî, “İIim’\ 41; Müs­lim, “Fezâilü’ş-şahâbe”, 219) sözünü de­lil getirmektedirler. İbn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkik ulemânın icmâının bu­lunduğunu söyleyerek onun yaşadığına ilişkin haberlerin doğru olmadığını deği­şik aklî delillerle ispat etmeye çalışmak­tadır {el-Menârü’l-münîf, s. 73-76). Son devir âlimlerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsîve Kâmil Miras gibi müellifler de Hızır’ın her insan gibi öldüğü kanaatindedirler.

Hızır’ın henüz hayatta olduğunu, fakat zamanı gelince öleceğini kabul eden az sayıda âlim bu durumun Kur’an ve Sünnet’e ters düşmediğini ileri sürerse de görüşlerinin yukarıda kaydedilen âyet­lerle bağdaştırılması çok zor görünmek­tedir. Hızır’ın hayatta oluşunun hikmeti­ni anlamak ve ona atfedilen fonksiyon­ları açıklamak da kolay değildir. Çünkü Allah çeşitli âyetlerde kâinatı kendisinin yaratıp yönettiğini beyan etmekte, ay­rıca yönetimini kendisinin koyduğu ka­nunlara bağladığını haber vermektedir (meselâ bk. Fâtır 35/39-45). İnsanların dünya ve âhiret mutluluğunu elde edebilmeleri için Allah’ın emirlerine ve bü­tün kanunlarına uymaları gerekir.

İslâm âlimleri Hızır’ın peygamber, velî veya melek olduğu konusunda değişik gö­rüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî oldu­ğunu söyleyenler Allah tarafından kendi­sine rahmet ve ilim verilmiş olmasını (el-Kehf 18/65), kıssada anlatılan işleri ken­diliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını (el-Kehf 18/82), vahiy ile yön­lendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dola­yısıyla Musa’dan üstün bir konumda ta­nıtılmasını delil gösterirler. Hızır’ın velî ol­duğunu kabul edenler ise ona verilen bil­ginin doğrudan Allah’tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler. İbn Teymiyye, Hı­zır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hızır’ın Mu­sa’nın şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Mûsâ ta­rafından onaylanmasından anlaşılmakta­dır. Ayrıca Hızır’ın nebî kabul edilmesi du­rumunda Musa’nın ümmetinden olma­dığını, dolayısıyla onun şeriatına uymak­la yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir {Risale fi imi’l-bâtın ue’z-zâhir, s. 250). Hızır’ın melek olduğu iddiası (İbn Hacer, el-Işâbe, I, 429) pek taraftar bul­mamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlim­lerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.

Hızır telakkisi Nusayrîler başta olmak üzere aşırı Şiîler (Gâliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında önemli bir yere sahiptir. Kur’an ve sahih hadis kitaplarında anla­tılan hususlara zamanla birçok hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun so­nucunda birbiriyle ve İslâm inancıyla çe­lişkili yorumların ortaya çıktığı görülmek­tedir. Bu yeni unsurların genişleyen İslâm coğrafyasında yerli kültürlerden kaynak­landığı, meselâ Yahudilik’teki Elijah ve Hı­ristiyanlık’taki Saint George (Circîs) inanç­larının halk kültürünün oluşmasında et­kili olduğu söylenebilir.

Bazı şarkiyatçıların Hızır kıssasına kay­nak teşkil ettiğini ileri sürdükleri destan ve efsaneler şunlardır: a) Gılgamış Des­tanı. İlk örneği milâttan önce IV. binlere ait Sümer metinlerine kadar çıkan Gılga­mış destanının Akkad, Babilonya, Hitit ve Hurrî dillerinde varyantları vardır. Destan­dan anlaşıldığına göre Mezopotamya’da güçlü bir kral olan Gılgamış ilâhî menşeli Engidu ile arkadaş olur. Arkadaşının ölü­mü üzerine onu yeniden hayata döndür­meye çalışan Gılgamış, insanı ebedî ha­yata kavuşturan bir ot bulunduğunu öğ­renir. Bu otun yerini bilen tek kişi, “nehirlerin birleştiği yer”de oturan ve ebedî ha­yat süren Utnapiştim adlı kişidir. Gılga-mış uzun ve maceralı bir yolculuktan son­ra onu bulur ve otun yerini öğrenir; an­cak otu bulursa da bir yılan otu kapar ve kaybolur. A. J. VVensinck, Gılgamış destanındaki Utnapiştim ile Hızır arasında bir ilişki kurar. Utnapiştim, Sumerler’in hik­met tanrısı Ea’nın muahhar bir tipidir. O sonsuz hayatın sırrını bilir, sularda yaşar ve ihtiyacı olan herkese yardım eder (ERE, XII, 356; ER, V, 107). b) İskender Efsane­si. Milâdî 300 yıllarında yazıya geçirilen bu efsaneye göre İskender insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme olduğunu öğ­renir, bunu bulmak için ordusuyla yola çı­kar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle asker­lerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı Andreas vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider ve ora­da azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister, fakat balık suya değer değmez canlanır ve suyun içine atlayıp kaybolur. Bu suyun aradıkları hayat çeşmesi olduğunu anla­yan aşçı ondan içer. Aşçının durumu an­latması üzerine İskender çeşmeyi arar, bulamayınca da öfkelenerek Andreas’ı denize atar. Aşçı bir deniz cini olur ve ebe­dî hayata kavuşur, israel Friedlaender bu hikâyedeki aşçı Andreas’ı Hızır’a benze­tir. İskender efsanesinin İslâmî kaynak­lardaki mevcut metinlerinde İskender-i Zülkarneyn’in yanında bulunan kişi Hızır’­dır (bk. ÂB-ı HAYÂT), c) Yahudi Efsanesi.

Başlangıcı eskiye gitse de XI. yüzyılda ya­zıya geçirilen bu hikâyenin kahramanı as­lında Ahd-i Atîk’te bir peygamber olarak gösterilen İlya’dır. Tevrat’ta bulunmayan hikâyeye göre İlya, haham Yeşua ben Le-vi ile bir müddet arkadaşlık eder. Yolcu­lukları esnasında İlya bazı tuhaf işler ya­par, Yeşua’nın bunlara canı sıkılır. Olup bitenlerin mahiyetini anlamayan Yeşua İlya’dan sebeplerini sorar; İlya da bunları ilâhî takdirle yaptığını söyler ve sebeple­rini anlatır.

Bu üç efsanenin yanında Grek mitoloji­sindeki Glaukos (İlyada) hikâyesi de Hızır kıssasıyla irtibatlandınlmaktadır. Bu hi­kâyeye göre Glaukos, mitolojik kahraman Sispus’un kurduğu Ephyra’nın (Korint) kralıdır. Bir rivayete göre ölümsüzlük pınarından içmiş ve ölümsüz olmuştur. Friedlaender, efsane Arapça’ya uyarlanır­ken “yeşil” anlamına gelen Glaukos keli­mesinin “Hadır” olarak tercüme edildiği­ni söyler. Şarkiyatçılara göre kıssadaki Mûsâ kısmen Gılgamış’i ve İskender’i, kıs­men de Yeşua ben Levi’yi; Hızır ise Utna-piştim’i, Andreas’ı veya îlya’yı temsil etmektedir. Kur’an’daki kıssa ile araların­da bazı benzerlikler bulunan bu üç efsa­neden Kur’an’da yer alan kıssaya en az benzeyen Gılgamış destanıdır. Utnapiş-tim’in şahsiyeti İslâmî kaynaklardaki Hı­zır’ı andırabilir, ancak ne âyetlerde ne de sahih hadislerde Hızır’ın ebedî hayata mazhar olduğuna dair en küçük bir ima bile yoktur; yani halk inançlarındaki Hı­zır’la Kur’an’daki kıssada anılan “sâlih kul” arasında bir münasebet mevcut de­ğildir.

Literatür. Hızır hakkında bilgi veren kaynakların başında Kur’an tefsirleri ve hadis şerhleri gelmektedir. Rivayeti esas alan müfessirlerden bazıları sadece sa­hih hadisleri nakletmekle yetinirken ba­zıları da İsrâiliyat olarak nitelendirilebi­lecek haberleri ve mahallî telakkileri de zikretmiştir. Bu tür tefsirlerin başında Taberî’nin Câmfu’l-beyâriı gelmektedir. Taberî, ilgili rivayetleri ve telakkileri sıra­larken Hızır’ın halen yaşamakta olduğuna dair herhangi bir nakil veya beyanda bu­lunmaz [Câmfu’l-beyân, XV, 276-288; XVI, 2-7). Âyetleri rivayet ve dirayet yoluyla tefsir etmeyi amaçlayan Şevkânî ise bir­çok hadis ve habere yer verdikten sonra bunlardan isabetsiz veya zayıf gördük­lerini eleştirmektedir [Fethu’l-kadîr, 111, 297-306). Dirayet tefsirlerinde konuyla il­gili rivayetlere tenkitçi bir bakışla yakla­şıldığı ve İsrâiliyat türü haberlerin ayık­landığı görülür. Meselâ Fahreddin er-Râ-zî, Mefâtîhu’i-ğaybda geniş yer verdi­ği Hızır hakkındaki rivayetleri sıralamak­la yetinmeyip aynı zamanda bunları ten­kit etmiştir (bk. XI, 142-162). Şehâbed-din el-Âlûsî de Rûhu’l-mecâmde (XV, 310-342; XVI, 2-24) bütün rivayetleri zik­rettikten sonra bunları ayıklayıp, araların­da tercihler yapmaktadır. Hızır konusun­daki çeşitli görüşleri Hak Dini Kur’an Dilinde (IV, 3256-3261) kaydeden Elma-lılı Muhammed Hamdi, sûfiyye telakkisi­nin muhaddislerce sahih görülmeyen ba­zı haberlere dayandığını belirtmekte, za­hirî hayat açısından bakıldığında Hızır’ın yaşamadığını söyleyenlere ait görüşün daha güçlü olduğunda şüphe bulunmadı­ğını ifade etmektedir. İşârî tefsir meto­duna göre yazılmış Muhyiddin İbnü’i-Arabî’nin Rahmettin mine’r-rahmân ve İs­mail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-beyân ad­lı eserlerinde kıssadaki olay ve kişiler za­hirî mânalarının yanında sembollerle de yorumlanmaktadır. Meselâ balığın can­lanması, müridin kalbinin tasavvufi yol­da hareketlenmesi şeklinde yorumlan­mış, bu kıssa ile tasavvuftaki “makâm-ı Hızır”a, onun erkân ve âdabına işaret edildiği ileri sürülmüştür. Bu eserlerde hadis âlimlerinin zayıf, hatta mevzu ka­bul ettiği rivayetlere de yer verilmiştir (Muhyiddin İbnü’i-Arabî, 111, 18-30; İsma­il Hakkı Bursevî, V, 262-289).

Hadis sarihlerinden Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî ve Bedreddin el-Aynî Hızır ko­nusuna genişçe yer veren müelliflerin ba­şında gelir (Nevevî, XV, 135-147). İbn Ha­cer, hem Şahîh-i Buharı şerhinde {Fet-hu’l-bârl, XIII, 181-186; XVIII, 6-24) hem el-İsâbe’de Hızır’dan bahseder ve bilhas­sa ikinci eserde konuyu müstakil başlık­lar altında ele alır (1,429-452). Kendisi Hı­zır’ın yaşamadığı görüşüne temayül gös­terdiğini söylemekteyse de Hızır’ın hayat­ta olduğuna dair nakillerin de bir yekûn teşkil ettiğini ve onun öldüğünü kabul edenlerin ileri sürdükleri delillerin te’vile müsait olduğunu belirtmektedir (ez-Zeh-rü’n-nadır, s. 82-83). Yine bir Buhârî sa­rihi olan Bedreddin el-Aynî de aynı mahi­yette açıklamalar yapar {cümdetü’L-kârî, XIII, 34-38;XV, 288-298). Hızır’la ilgili riva­yetler zayıf ve mevzu(uydurma) hadisleri konu edi­nen hadis literatüründe de önemli bir yer tutmaktadır. Bunlara örnek olarak İbnü’l-Cevzî’nin ei-Mevzucâfı (I, 195-200), İbn Kayyim el-Cevziyye’nin el-Menârü’î-mü-nîf’ı (s. 67-76), Süyûtî’nin el-Le°âli’l-maşnûh’sı (I, 164 vd.) ve Ali el-Kârî’nin MevzûcâV\ (s. 112) zikredilebilir…

TASAVVUF ve HALK İNANCI. Kur-‘ân-ı Kerîm’de anlatılan Hızır kıssası baş­langıcından beri en çok tasavvuf çevrele­rini ilgilendirmiştir. Bunun sebebi, kıssa­nın âdeta tasavvufun iki ana ilkesi olan ir­şadı ve ilm-i ledünnü temsil etmiş olma­sıdır. Zira kıssada Allah’ın, kendisine Hz. Musa’nın bilemediği bir ilim (ilm-i ledün) verdiği kul (Hızır) Hz. Musa’ya kılavuzluk (irşad) etmektedir. Kıssa bundan dolayı daha IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf çevrelerinde özel bir ilgiye mazhar olmuş ve buna tasavvufun ruhuna uygun bir yo­rum getirilmiştir. Bu yorumda Hızır mür­şidi, Hz. Mûsâ müridi temsil etmektedir. Hızır’ın abdalların reisi olarak en yüksek mürşid mevkiine oturtulması tasavvufun gelişiminde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, birçok sûfî Hızır tarafından irşad edildiğini ve onunla görüşüp soh­bet ettiğini söylemiştir.

Mutasavvıflar genellikle Hızır’ın velî ol­duğunu kabul etmişler, onu melek veya peygamber olarak tanıtan rivayetleri mu­teber saymamışlardır. Hızır’ın hayatta bulunduğunu söyleyen mutasavvıflar pek çok sûfî ve velînin, hatta sıradan kişilerin onu gördüklerine, kendisinden öğüt ve dua aldıklarına, bazı durumlarda Hızır’ın onlara yol gösterdiğine, yardımcı olduğu­na, ism-i a’zamı öğrettiğine dair birçok menkıbe rivayet ederler. Bunların en meş­huru İbrahim b. Edhem’in sahrada Hı­zır’ı gördüğünü, onun uyarısıyla zühd yo­luna girdiğini ve kendisinden ism-i a’za­mı öğrendiğini anlatan menkıbedir (Sü-lemî, s. 31, 34). Aynı şekilde İbrahim el-Havvâs da Hızır’ı Sînâ çölünde görmüş ve kendisinden bilgi almıştır (Ebû Nuaym, IX, 187; İbn Hacer, I, 446). Yine Bâyezîd-i Bistâmî’nin Hızır’la birlikte yürüdüğü, Bişr el-Hâfî, Feth el-Mevsılî ve Ma’rûf-i Kerhî’nin Hızır’ı gördükleri, Hakîm et-Tir-mizî’ye Hızır’ın yol gösterdiği anlatılır. Hı­zır’ı görme ve ondan öğüt alma olayına sonraki mutasavvıflarda daha sık rastla­nır. Serrâc, ledün ilminin kaynağı olarak gördüğü Hızır’ın Hz. Aii ile görüştüğünü kaydeder {el-Lümac, s. 179). Kuşeyrî çe­şitli vesilelerle Hızır konusuna temas ede­rek onun bir velî olduğunu belirtir (er-Ri-sâle, s. 475). Hücvîrî ise ondan Hızır pey­gamber diye söz eder {Keşfü’l-mahcûb, s. 257). Gazzâlî de Hızır’la ilgili menkıbe­ler nakletmiştir (İhyâ\ IV, 245, 257, 345).

Muhtemelen ilk defa İbnü’l-Arabî, Hı­zır’la bir kere görüştüğünü ve ondan hır­ka giydiğini ifade ederek Hızır’la tasav­vuf kültüründe önemli bir yere sahip bu­lunan hırka konusunu irtibatlandırmış oldu. Bâdisî ve İbnü’z-Zeyyât et-Tâdelî gibi Kuzey Afrikalı tasavvufi tabakat ya­zarları velîleri anlatmaya Hızır’la başla­mışlardır. Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’nin do­ğacağını Hızır’ın önceden haber verdiği {Reşehât Tercümesi, s. 29), aynı sûfînin zikr-i hafiyi Hızır’dan öğrendiği ve Hâcegân silsilesinin “hâce” unvanıyla anılan Hı­zır’la başladığı kabul edilir. Hızır inancı Yesevîlik’te ve dolayısıyla Türkistan tasavvu­funda da önemlidir. İnanışa göre Ahmed Yesevî’nin babası Şeyh İbrahim 10.000 müridiyle birlikte Hızır’a arkadaş olmuş­tu. Yine Şeyh İbrahim’in, halifesi olan Şeyh Mûsâ’nm kızıyla evlenmesine de Hı­zır delâlet etmişti. Bizzat Ahmed Yesevî Hızır’la görüşür ve irşadlanndan faydala­nırdı. Hatta tarikatında önemli bir yer tu­tan “zikr-i erre”yi ona Hızır telkin etmiş­ti. Yesevîlik’teki tarikat asası da Hızır’dan kalmadır. Süleyman Ata hikemî şiirler söyleme yeteneğini Hızır’ın duası sayesin­de kazanmış (Köprülü, s. 32, 37, 74, 89), Aziz Mahmud Hüdâyî Ceivetiyye’deki Hı­zır kıyamı (nısf-ı kıyam) zikrini Hızır’dan al­mıştı.

Bektaşîlikte on iki posttan biri olan mihmandarlık postunun sahibinin Hızır olduğuna inanılır (Ahmed Rifat, s. 281; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 168). Hızır bazan Hz. Ali’nin adı olarak da kullanılır. “Mihman Ali’dir” sözünde bu noktaya işaret vardır. Ahzâb kitapların­da kaydedilen bazı önemli hizb ve virdle-rin de Hızır tarafından öğretildiği kabul edilir. Bu örneklerde olduğu gibi muta­savvıflar tasavvuf ve tarikatlarda büyük önem verilen hırka, zikir ve tarikat esas­ları gibi hususları kendilerine Hızır’ın tel­kin ettiğine inanmışlardır. Tasavvufa Hı­zır aracılığıyla giren zümreye Hızıriyye de­nir. Kuzey Afrikalı sûfî Abdülazîz ed~Deb-bâğ’ada(ö. 1132/1720) Hızıriyye adıyla bir tarikat nisbet edilmiştir (Nebhânî, II, 73; Harîrîzâde, I, vr. 332b).

Hızır inancı zamanla mehdî inancıyla da irtibatlandırılmış, İbnü’l-Arabî, kıya­met yaklaşıp mehdî zuhur edince Hızır’ın ona şahitlik edeceğini ileri sürmüştür (Bursevî, III, 498). Yine İbnü’l-Arabî ve onun takipçileri bazan Hızır’la İIyâs’ı sem­bolik bir şekilde yorumlayıp, “Hızır bast, İlyâs kabz haline işaret eder” demişlerdir. Hızır’a bastın izafe edilmesi onun bünye­sindeki kuvvetlerin madde âlemine ya­yılmış olmasından, İlyâs’a kabzın nisbet edilmesi de onun kuvvetlerinin manevî âleme yükselip orada büzülmüş olmasın­dandır (Kâşânî, s. 160). Öte yandan Kehf süresindeki (18/60) “iki denizin birleştiği yer” ifadesinde söz konusu olan iki deniz­le zahir ve bâtın ilimlerinin kastedildiği­ni, Hz. Musa’nın zahir ilmini (şeriat), Hı­zır’ın ise bâtın ilmini (ilm-i ledün) temsil ettiğini ileri sürenler oimuştur (Demîrî, I, 245).

İbnü’l-Arabî’nin Abdürrezzâk el-Kâşânî, Dâvûd-i Kayseri, Sadreddin Konevî gi­bi bazı takipçileri, Hızır’ı kıyamete kadar yaşayacak bir şahıs olarak kabul eden inancın kesin olmadığını, Hızır’ı gördüğü söyleyen kişinin gerçekte karşısında canlanan kendine ait bir vasfı gördüğünü düşünmüşlerdir. Buna göre aslında o ki­şinin gördüğü şey kendi ruhunun bir te­zahürü veya Rûhulkudüs’tür (Kâşânî, s. 160; İsmail Hakkı Bursevî, III, 499; Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak, s. 198). Ölümsüz­lük hüviyeti verilen Hızır gerçek ve bağım­sız bir varlık olmayıp onu gören kişinin ha­lidir. Bu sebeple onu görme ve onunla te­mas etme manevî âlemde cereyan eder. Hızır’ın ruhanî ve semavî bir varlık (melek) olduğuna inananların görüşü de bu yoru­mu desteklemektedir. Hızır’la ilgili hikâ­yelerin uydurma olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, Şiîlikteki mehdî anlayışı ile Hı­zır arasındaki benzerliğe dikkat çekmiş­tir {Mecmtfu fetâvâ, XXVII, 103).

Mutasavvıflar ve tarikat ehli, bir müri­din şeyhi huzurunda uyması gereken te­mel kuralların Mûsâ-Hızır kıssasında mevcut olduğuna inanmıştır. Bunların en önemlisi şeyhin huzurunda susmak, kalben bile olsa itirazdan sakınmak, onun ledün ilmini bildiğini kabul etmek, şeria­ta aykırı gibi görünen bazı sözieri ve dav­ranışları karşısında bile şeyhi hakkında şüpheye düşmemek ve ona kayıtsız şart­sız teslim olmaktır (İsmail Hakkı Bursevî, III, 502; Ocak, islâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 82-98).

Hızır’ın Hz. Mûsâ ile olan arkadaşlığı ta­savvufta birçok meselenin merkezini oluşturmuş, bu kıssanın çevresi menkı­be, mesel ve fikirlerle örülmüştür. Bütün bunlar, zamanla tasavvuf zümrelerini de aşarak geniş ölçüde müslüman halk ta­rafından benimsenmiştir. Bu tür men­kıbe ve inançlara göre Allah’a kulluk et­mek, nefsin isteklerine boyun eğmemek ve ilâhî rahmete mazhar olmak onun baş­lıca özellikleridir. Birkaç defa evlenmiş, birçok çocuğu olmuştur. Fakat daha son­ra evlenmemeyi tercih ettiğinden şu an­da bekârdır. Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. Bazan da yoksul, üstü başı da­ğınık, elbisesi kirli; kendisi hasta, zayıf, âciz. hatta zaman zaman nefret edile­cek kadar çirkin biri gibi görünür ve in­sanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım isteyebilir. “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil” sözü bu inancın eseridir. Bu durum­da ona yardım edenlere dua edince bun­ların malları ve servetleri bereketlenir, sağlıklı bir hayat yaşarlar; onu aşağılayıp bedduasını alanlar ise perişan olurlar. Hı­zır ism-i a’zamı ve çeşitli duaları bilmekte olup bu duaları ondan öğrenebilenler her istediklerine nail olurlar. Hızır âb-ı hayâtı bulmuş, bu sudan içmiş ve ölümsüzlü­ğün sırrına ermiştir. Darda kalan insan­ların imdadına yetişerek onları sıkıntıdan kurtarır. “Hızır gibi imdada yetişmek”, “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” gibi de­yimler bu inançla ilgilidir. Hızır’ın hasta­lara şifa verdiğine de inanılır. Ayrıca kim­ya ilmine vâkıftır ve defineler hakkında bilgisi vardır…

Hızır’ın müslüman halk inançlanndaki fonksiyonlarının ve bu portresinin, Hıris­tiyanlığın ve özellikle Doğu Hıristiyanlığı’-nın vazgeçilmez büyüklerinden Aziz Ge­orgios ile olan benzerliği, eskiden beri hem müslümanlann (meselâ bk. Makrî-zî, I, 152) hem de müslüman ülkelere se­yahat eden Batılıiar’ın dikkatini çekmiş­tir. Bilhassa Batılı seyyahlar ve gözlemci­lerin Hızır-İlyâs menkıbelerini dinledik­ten sonra bunun kendi Saint George’larından başka biri olmadığını ileri sürme­leri (meselâ bk. Busbecq, s. 76-78; Rycaut, s. 139; Dernschwam, s. 203), bu iki şahsi­yet arasında bazı bölgelerde (meselâ Su­riye, Irak, Mısır ve Anadolu’da) bir özdeş­leştirmenin meydana geldiğini göster­mektedir. Bunun, adı geçen bölgelerin fethinden sonra buralara yerleşen müs­lüman halk ile gayri müslim ahali arasın­da kendiliğinden oluşan bir kültür alış ve­rişi sonucu gerçekleştiği söylenebilir.

D EDEBİYAT. Hızır efsanevî kişiliğiyle folklor, tasavvuf, halk inanç ve telakkile­rinde geniş yer tutar. Bu durum en geniş çerçevesiyle klasik kültüre de yansımıştır. Tasavvuf ve tekke edebiyatında Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâled-dîn-i Rûmî’den başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır’ı mürşid-i kâmil olarak yorumlamışlardır. Ahmed Yesevî bir hikmetinde Hızır’la görüştüğünü, onun kendisine yardım edip elinden tuttuğu­nu, otuz bir yaşında iken kendisine mey (ilâhî aşk) içirdiğini ve vücudundan Azâzîl’i kovduğunu söyler. Yûnus Emre, Hızır’ın İlyâs ile birlikte âb-ı hayât içerek ölümsüz­lüğe eriştiğini belirtir ve Hızır’ın sakalık yapacağından söz eder. Onun sunacağı şey ise âb-ı hayât yani ilâhî aşktır. Bu şa­kilik motifine başka şairlerde de rastla­nır. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’yi “ikinci Hı­zır, zamanın Hızır’ı, görüş Hızır’ı, gerçek Hızır” gibi ifadelerle tanımlar. Sultan Ve-led de İofidânâme’sinde babasını Hz. Musa’ya, Şems-i Tebrîzî’yi de Hızır’a ben­zetir. Hatiboğlufiahrü’i-iıaiföiAadlı ese­rinde Hızır’ın ledün ilminde mahir ve üs­tat olduğunu, velîlere keramet öğrettiği­ni, üçler, yediler ve kırkların onun ilmiyle velî olduğunu anlatır. Şah İsmail Hatâî de, “Cebrail Musa’ya Hızr’a var dedi / Mür­şid-i kâmile varmadan olmaz” diyerek ay­nı görüşü benimser. Niyâzî-i Mısrî bu hu­susu, “Ravza-i hadrâyı bilmez Hızr’a yol­daş olmayan” sözleriyle ifade etmiştir. Hızır’ın makamı olan “ravza-i hadrâ”, şe­riat ve hakikat iiminin birleştiği yer olan “mecmaü’l-bahreyn”dir. Niyâzî-i Mısrî’ye göre hakikate ulaşmak isteyen kişi Hz. Mûsâ gibi Hızır’a gemisini deldirmeli, es­ki duvarı yıkılmaktan kurtarmalı ve çocu­ğu öldürmelidir…(Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Hızır maddesi)

This entry was posted on Pazar, Temmuz 6th, 2008 at 13:48 and is filed under HIZIR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz