Kur’an Işığında Şefaat İnancı 6 -Prof. Abdulaziz Bayındır
Kur’an Işığında Şefaat İnancı 6 -Prof. Abdulaziz Bayındır
İ- ARACILARIN ŞEFAAT EDECEĞİ İNANCI
1- Katoliklerde Şefaat İnancı
Katoliklere göre şefaat, İsa’nın duasına uyumlu kılan dilek duasıdır[1]. Onlar şefaat yerine “kurtarıcılık” kelimesini kullanırlar. Katoliklere göre “Mesih İsa, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunur[2]. Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter[3].”
“Kutsal Ruh olmadan Tanrı’nın Oğlu’nu görmek mümkün değildir. Oğul olmadan da hiç kimse babaya yaklaşamaz. Çünkü Baba’yı tanımak Oğul’dur. Tanrı oğlunu tanımak da Kutsal Ruh aracılığıyla olur[4]”.
“Meryem Ana avukat ve yardımcıdır. “Meryem Ananın analığı bitmemiştir. Yinelenen arabuluculuğu ile ebedi esenlikler sağlayan armağanları garanti altına almaya devam etmektedir[5]”.
Katoliklere göre papaz “Allah’la ilgili konularda insanları temsil etmek için atanır[6]”. O, kişisel yetkisiyle insanlara; “Baba’nın adına seni bağışlıyorum diyebilir[7]”.
2- Tarikatlarda Şefaat İnancı
İncelediğimiz tarikatlarda da Katoiklerinkine benzer bir inanç vardır. Onlar, “kurtarıcılık” yerine daha çok “şefaatçilik” kelimesini kullanırlar. Bir Şeyh Efendi ve tarikatının ileri gelenleri ile yaptığımız görüşmenin konu ile ilgili bölümü şöyledir:
Mürit– Bizim Şeyh Efendi’ye bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolundadır. Mesela bugün mahkemede avukat tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar davayı kazanırlar. Şeyh Efendi de bizim avukatımızdır.
Bayındır- Siz, gizli açık her şeyi bilen Allah’ı hakimle bir mi tutuyorsunuz? Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacaktır. O gün herkesin işi başından aşacaktır.” (Abese 80/34-37)
Durum böyle iken Şeyh Efendi nereden fırsat bulacak da sizi savunacaktır?
Ensar’dan Ümmü’l-alâ diyor ki, muhacirlere kur’a çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebu’s-Sâib[8]! Allah sana rahmet eylesin. Allah’ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim.” Bunun üzerine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?” Dedim ki, “Babam sana kurban ey Allah’ın Elçisi! Allah ya kime ikram eder?” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum.”
Ümmü’l-alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi aklamam[9].”
Ama siz şeyhinizin cennete gideceğinden şüphe etmediğiniz gibi Allah’ın huzurunda sizi savunacağını söyleme cesaretini bile gösteriyorsunuz.
Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah’ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avukatlığınızı yapacak olan şeyh, hâşâ, Allah’ın huzurunda onu hatırlatacak? Ya da Allah, hâşâ, yargılamada hata mı yapacak ki, şeyhiniz ona engel olacak? Ne kadar yanlış bir yolda olduğunuzu anlıyorsunuz değil mi?
Mürit- Müftülükte bir müftü ile görüşmek istesen[10] araya bir kapıcının girmesi, bir kişinin seni müftüye takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir yetkiliyle, bir bakanla pat diye görüşebilir misin? İşte Şeyh Efendi de bizimle Allah arasında bir vesile, bir vasıta olmaktadır.
Bayındır– Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah Teâlâ için bu söz nasıl söylenebilir!?..
Bu inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul arasına vasıta koymaktır. Zümer suresinde buna dikkat çekilmektedir:
“İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun yakınından veliler edinenler “Biz onlara başka değil sadece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” derler. İşte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz.” (Zümer 39/3)
Bu tür inanışlardan lütfen vazgeçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metotla saptırmaktadır.
Lütfen bana söyler misin, yaratan, besleyen, büyüten ve sana senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?
Mürit– Tabii ki, Allah tanır.
Bayındır – Peki Şeyh Efendi senin neyini Allah’a tanıtacak?
Mürit– ?!
Görüşme, şeyhin yanında gerçekleşmiş ve o, bu durumu onaylamıştır. Mürit kelimesi ile, konuşmaya katılan ve tarikatın ileri gelen alimlerinden olan kişiler kastedilmektedir[11].
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah’ın yakınından, öyle şeye kul olurlar ki, kendilerine ne bir fayda sağlayabilir ne de zarar verebilir. Derler ki, ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’. De ki: ‘Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi ona haber veriyorsunuz?’ Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve yücedir.” (Yunus 10/18)
Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız onlar, Allah’ın dilediği kimselere şefaat edebilirler, kendi dilediklerine değil.
“De ki: Şefaat yetkisi, bütünüyle Allah’a aittir.” (Zümer 39/44)
“Allah onların yaptıklarını da yapacaklarını da bilir. Şefaate yetkili kıldıkları, onun razı olduğu kişilerden başkasına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler.
Onlardan kim, “Ben Allah’a yakın bir ilahım” derse, onu cehennemle cezalandırırız. İşte o zalimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiya 21/28)
Ebu Hureyre radiyellahu anh bildiriyor:
“Kabilenin en yakınlarını uyar.” (Şuarâ 26/214) ayeti inince Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kalktı ve şöyle bir konuşma yaptı:
“Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size hiç bir faydam olmaz. Ey Abdulmenaf oğulları! Allah’ın yanında size hiç bir faydam olmaz. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas[12]! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz. Ey Safiyye, (Resulullah’ın halası)! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz. Ey Muhammed’in kızı Fatma! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.”[13]
J- ÖLÜDEN YARDIM İSTEME
Hıristiyanlar, ölmüş din büyüklerinden yardım isterler. Aynı şeyi kimi tarikat ve cemaatler de yaparlar. Onlar da ölmüş din büyüklerinin yardımını almak, onları aracı ve şefaatçi yapmak için mezarlarını ziyaret etmeyi, onlara adaklar adamayı dindarlığın bir parçası sayarlar.
1- Katoliklerin Ölüden Yardım İstemesi
Papa II. Jean Paul, Meryem Anayı aracı yaparak şöyle dua ediyor:
“İnsan olmuş Kelâm’ın[14] Annesi ve Kilise’nin Annesi olan çok kutsal Bakire Meryem’e Kilise’nin yeni bir Hıristiyanlaştırma çabasına çağrıldığı bu zamanda bütün Kilise’nin bütün seviyelerinde din dersi çalışmalarına güçlü aracılığıyla destek olması için dua ediyorum[15].”
Asırlarca önce ölmüş Meryem’i yardıma çağıran Papa, onun kendine, güçlü aracılığı ile destek olacağına inandığına göre, Meryem’in onu tanıdığına ve çağrıyı işittiğine de inanmış olmalıdır. Bu durumda ona, bazı ilahi sıfatlar ve özellikler vermiş olur. Bunlar hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret ve benzeri sıfatlardır.
Hayat dirilik demektir. Katoliklere göre lekesiz Bakire, yeryüzündeki yaşamını tamamladıktan sonra, günahı ve ölümü yenen Rablerin Rabbi Oğluna daha uygun olabilmek için ruhu ve bedeniyle göğe çıkarıldı. Rab tarafından evrenin kraliçesi olarak yüceltildi. Meryem Ana’nın göğe çıkartılması Oğlunun dirilişine eşsiz bir katılımı ve öteki Hıristiyanların dirilişini öncelemektir[16].
Meryem Ana’ya verildiği iddia edilen evrenin kraliçeliği yetkisi onu dünyanın sonuna kadar diri saymayı gerektirir. Yeniden dirilişe katılımı iddiası da kıyamet sırasında diri kalacağını kabul etmek olur. Kıyametten sonra ölüm olmayacağına göre Katolikler onu ölümsüz kabul etmiş olurlar. Ölümsüzlük Allah’a hastır. Meryem’i de ölümsüz saymak onu, bu konuda Allah’a ortak saymak olur.
İlim, bilmek ve kavramak demektir. İnsanda ilim sıfatı vardır ama Vatikan’da olan biri, Meryem’i, aracı olmaya çağırdığına göre onun, hem kendisini tanıdığına, hem de istediği şeyi, en az Allah kadar bildiğine inanmış olmalıdır. Çünkü aracı olmak için bu bilgi şarttır. O zaman o, Meryem’i Allah’ın sınırsız bilgisinin bir bölümüne ortak saymış olur.
Sem’, işitme gücüdür. Allah insana işitme gücü vermiştir; ama bu, belli uzaklıktan, belli titreşimdeki seslerle sınırlıdır. Vatikan’dan Meryem’e seslenen, onu Allah’ın işitme sıfatına da ortak etmiş olur. Bu şekilde bir işitme, Allah’tan başkası için söz konusu değildir. Üstelik Meryem ölmüştür. Ölüye bir şey işittirmeye bizim gücümüz yetmez. Allah Teâlâ, Elçisi Muhammed’e hitaben şöyle buyuruyor:
“Sen ölülere işittiremezsin.” (Neml 27/80)
“Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.” (Fatır 35/22)
Meryem ölmüş olduğu için kimse ona bir şey işittiremez.
Bedir savaşında öldürülen müşrikler bir kuyuya gömüldükten sonra Allah’ın Elçisi sallalahu aleyhi ve sellemin onların yanına gelip şöyle dediği bildirilmiştir:
“Ey falan oğlu falan! Ey falan oğlu falan! Allah’ın ve Elçisi’nin size verdiği sözün hak olduğunu gördünüz mü? Çünkü ben Allah’ın bana verdiği sözün hak olduğunu gördüm.”
Ömer dedi ki, “Ey Allah’ın Elçisi! Ruhsuz cesetlerle nasıl konuşursun? O, şöyle cevap verdi: “Söylediğimi sizin işitmeniz onlarınkinden daha iyi değildir. Ama onlar bana hiçbir şekilde cevap veremezler[17].”
Allah, o an için Peygamberimizin sesini onlara işittirmiş olabilir. Bunca ayete rağmen böyle özel bir olaya dayanılarak farklı hüküm verilemez. Onlar işitseler bile cevap veremeyeceklerdir.
Kıyamete kadar, hiçbir şekilde cevap veremeyecek olan ölülerden yardım isteme işi şu ayetin kapsamına girer.
“Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir.” (Ahkaf 46/5)
Basar, görme gücü demektir. Bir ölüyü yardıma çağıran, onun kendini görebildiğine inanmalıdır. Fiziki engellerle sınırlanamayan bir görme, yalnız Allah’a mahsus olduğundan bu şahıs Meryem’i, Allah’ın görme sıfatına da ortak saymış olur.
İrade, dilemek ve tercih etmektir. Kudret de bir şeye güç yetirme anlamına gelir. İnsanın iradesi de kudreti de sınırlıdır. Ölünce her şey biter. Meryem’in, çağrıyı kabul ettiğini ve gerekli yardımı yapabildiğini hayal eden, ona bu iki sıfatı da vermiş olur. Bu, olağan dışı bir irade ve kudret yakıştırmasıdır. Bu anlamda irade ve kudret sahibi tek varlık Allah Teâlâ’dır. Böylece Papa, Meryem’i Allah’ın bu iki sıfatına da ortak saymış olur.
Papa ile birlikte binlerce Hıristiyan da, kendi dilleri ile Meryem’i aracı olmaya çağırdığı için onun, her istek sahibini tanıdığına, dilini bildiğine, istekleri anlayıp kavradığına, onları karıştırmadan değerlendirebildiğine de inanmaları gerekir. Bu da yalnız Allah’ın sahip olabileceği büyük bir ilim ve kudreti gerektirir. Bunlar Meryem’i bu konuda da Allah’a ortak görmek zorundadırlar.
İnsanların isteklerinden haberi olmayan, ancak kıyamet günü dirilecek olan bir ölü, bize şah damarımızdan da yakın olan ve her şeyi bilen Allah’a karşı nasıl aracılık edebilir?
Meryem’in aracı olabilmesi için onun, yukarıdaki sıfatlara sahip olması gerekir. O sıfatlar, Allah’ın isimlerinden türetilmiştir. Bunlar, hay, alîm, semi’, basîr, mürîd ve kadîr isimleridir. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
“En güzel isimler Allah’ındır. Siz onu, onlarla çağırın. Onun isimleri konusunda yamukluk yapanları bırakın. Onlar bu ettiklerinin karşılığını göreceklerdir.” (Araf 7/180)
Allah, Meryem Ana’da var sayılan yetkileri elçilerine bile vermemiştir. O, son Elçisine şöyle buyurur:
“Biz seni onların üzerinde bir koruyucu yapmadık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin.” (En’am 6/107)
“Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır.” (Hud 11/12)
2- Tarikat ve Cemaatlerde Ölüden Yardım İsteme
Kur’ân’ın birçok âyeti, “Allah’tan başkasına dua etme”yi müşriklerin en belirgin özelliklerinden sayar[18]. İnsanlar en çok dua ve ibadet konusunda yanıldıkları için elçiler uyarılarını bu iki konuda yoğunlaştırmışlardır. Namaz, oruç, hac, zekat, helaller ve haramlarla ilgili âyet sayısı az olduğu halde Kur’ân’ın büyük bir bölümü, Allah’tan başkasına ibadeti, darda kalınca başkasından bir şey beklemeyi şirk sayıp yasaklamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.” (Neml 27/62)
Bu konuda hadis uydurulmuş, ilgili ayet ve hadisler başka yönlere çekilmiş ve sınırlar aşılmıştır.
a- Uydurulan Hadis
Ölüden yardım isteme konusunda şu hadis uydurulmuştur: “İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz[19].”
Bu, Aclûnî’nin Keşf’ül-Hafâ adlı kitabında yer alır. Aclûnî, bu söz için “İbn-i Kemal Paşa’nın el-Erbaîn’inde böyle geçer.” ifadesini kullanır. İbn-i Kemal o sözü peygamberimize mal etmiş ama hiçbir kaynak göstermemiştir[20]. Bununla kalmamış, sözün doğruluğunu ispat için felsefi izahlara girmiştir. Kimi tarikatçılar da bu sözden hareketle “bir veli ölünce ruhu, kınından çıkmış kılınç gibi olur[21]” derler.
Aclûnî, halk arasında hadis diye bilinen sözleri toplamış ve onların doğrusu ile asılsız olanını ayırmaya çalışmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma hadis vardır. Kitabın başında Peygamberimizin şu sözü vardır: “Kim benden söylemediğim bir şeyi naklederse cehennemde oturacağı yere hazırlansın[22].”
b- Tahrif edilen âyetler
Kur’ân’da hem ibadet, hem de dua kelimeleri geçer. İbadet, kulluk etmek; dua, çağrıda bulunmak, yardım istemek anlamınadır. Tefsir ve meallerin çoğunda, duaya “ibadet” anlamı verilerek asıl anlamın kaybolmasına yol açılmıştır. İbadet, yapılan duanın kabul edilmesi maksadına yönelik olacağı için bu iki kelime arasında sıkı bir bağ vardır. Bu sebeple Peygamberimiz; “Dua ibadetin iliğidir, özüdür[23]” buyurmuştur. Ama dua, ibadet diye tercüme edilince, birini olağan dışı yollarla yardıma çağırmanın ibadet olduğu anlamı kaybolur. Bu da bir tahrif sayılabilir.
Tahrîf, harf kökündendir. Harf sözlükte uç, kıyı, sivri ve keskin taraf anlamlarına gelir[24]. Sözü tahrif, iki tarafa yüklenebilecek anlam taşıyan bir sözü yalnız bir tarafa çekmektir[25]. Şu ayette tahrif, örneklerle açıklanmıştır.
“Kimi Yahudiler kelimeleri yerlerinden tahrif ederler (yerleşik anlamlarından kaydırırlar). “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” “وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ” bir de “رَاعـِنَا“ derler. Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar. Eğer bunların yerine “سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا” “اسْمَعْ” bir de “انظُرْنَا“ deselerdi elbette daha iyi ve daha doğru olurdu. Ama tanımazlık etmelerinden dolayı Allah onları lanetledi. Artık pek az inanırlar.” (Nisa 4/46)
Ayette geçen üç cümleden her birinin iki anlamı vardır.
1- “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” cümlesinin bir anlamı “dinledik ve sıkı tuttuk” diğeri ise “dinledik ve isyan ettik” şeklindedir. Çünkü (asâ = عصى); hem isyan, hem de değneğe sarılır gibi sarılma anlamına gelir[26].
Eğer “سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا” “Dinledik ve boyun eğdik” deselerdi sözü başka anlama çekme, yani tahrif imkanı kalmayacağından daha iyi ve daha doğru olacaktı.
2- “وَاسْمَعْ غـَيْرَ مُسْمَعٍ” cümlesinin bir anlamı, “lütfen dinle, sana söz söylemek haddimize değil ama..” diğeri ise “dinle, söz dinlemez adam[27]” şeklindedir. Eğer sadece “dinle” anlamına gelen, “اسْمَعْ ifadesi kullanılsaydı başka anlama çekilemezdi.
3- “رَاعـِنَا“ cümlesinin anlamlarından biri “bizi güt” diğeri “bizi gözet” şeklindedir. “Bizi güt” sözünde bir iğneleme vardır. Yani “Sen bizi hayvan güder gibi gütmek istiyorsun, öyleyse güt.” demiş olurlar. Dillerini biraz eğer, ayn harfini uzatarak raînâ derlerse “bizim çoban” demiş olurlar. Eğer bunun yerine “انظُرْنَا“ deselerdi “bizi gözet” dışında bir anlama çekilemezdi.
Kur’ân ancak böyle tahrif edilebilir. Çünkü o, milyonlarca insanın hafızasındadır ve sayısız nüshası bulunmaktadır. Onu başka bir şekilde tahrif mümkün değildir.
Ayette yer alan,“… Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar.” cümlesi tahrif için kötü niyeti şart koşmaktadır. Yoksa birden faza anlam içeren bir sözle ilgili her yanlış tercih tahrif kapsamına girmez. “Dua” kelimelerine bir delile dayanmadan “ibadet” anlamı verenler bunu dine saldırma amacıyla yapmamış olabilirler. Ama dine saldırmak isteyenlere alet oldukları da bir gerçektir. Ahkaf Suresinin 4, 5 ve 6. âyetlerini örnek vererek, duaya ibadet anlamı vermenin, âyetleri nerelere taşıdığını görmeye çalışalım:
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Eğer doğru sözlü kimseler iseniz.
Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir.
İnsanlar, ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/4,5,6)
Bir çok meâlde bu ayetlere, şu şekilde anlam verilmiştir: “De ki: Söylesenize, Allah’ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar, göstersenize bana. Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin.
Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.
İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (müşrikler) onlara (tapındıklarına) düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkar ederler. (Ahkaf 46/4,5,6)[28]”
Dua’ya ibadet anlamı verince, ona bağlı olarak yeni anlam kaymaları kaçınılmaz hale gelmiştir. Hata, hatayı doğurmuş, yukarıdaki üç ayetteki hata sayısı beşe çıkmıştır. Bu hatalar şunlardır:
1) Duaya İbadet Anlamı Verilmesi
“Dua, çağrı anlamına mastardır. Daha sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya iletilen istek ve ihtiyaç anlamına örf olmuş, isim olarak da kullanılmıştır. “Dua dinledim, dua okudum” denmesi bundandır[29].”
İbadet ise taat anlamına gelir; taat boyun eğmek demektir, daha çok emre uymak ve izinden gitmek anlamında kullanılır[30]. Türkçe’de buna kulluk denir. Terim olarak ibadet, Allah’ın emrini yerine getirmek için samimi niyetle namaz kılma ve oruç tutma gibi eylemlere verilen addır.
Dua ile ibadet arasında sıkı bir bağ vardır. İbadetin asıl hedefi duadır. Yani insan, Allah’a ibadet ederek bazı isteklerini elde etmek ister. Allah Teâlâ da dualarımızın kabulü için hem namaz kılmamızı, hem de sabırlı olmamızı emrederek şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namaz kılarak yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 2/153) Bir ayet de şöyledir: “Kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler. Bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar.” (Bakara 2/186)
Kişi, Allah’tan istekte bulunduğu zaman ona daha iyi kul olma gayreti içine girer. Bu sebeple ibadet kabuk, dua öz gibidir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Dua ibadettir[31]. Dua ibadetin iliğidir, özüdür[32].” Çünkü asıl amaç, Allah’a isteklerini kabul ettirmektir. Dua yerine ibadet kelimesi kullanılınca bu ilişkiler tümüyle kaybolur. O zaman insanlar, aracılardan medet ummaya başlarlar.
İsteklerini bir veli, bir ruhani aracılığı ile Allah’a sunan, önce onu razı etmek ister. Ona, hediyeler, adaklar sunar, manevi huzurunda eğilir. Bunun ona kulluk yani ibadet olduğu Ahkaf 6. ayette şöyle ifade edilmiştir:
“O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak, onların kulluğunu (ibadetlerini) kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/6)
Şu ayet de bu işin şirk olduğunu hükme bağlamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki ben sadece Rabbime duâ ederim; ona kimseyi şirk koşmam.” (Cin 72/20)
Sonuç olarak, dua’ya ibadet anlamı vermek, bazı ayetleri Kur’ân’dan çıkarıp atmak gibidir. Mesela bu tavır, yukarıdaki üç ayeti puta tapanlara has hale getirmiştir. Allah Teâlâ, ibadet ve dua kelimelerini farklı yerlerde kullandığına göre Kur’ân’ın tefsirini ve çevirisini yapanların bu farkı önemsemeleri gerekir.
2) “Men” Kelimesine “mâ” Anlamı Verilmesi
Arapça’da “men” kimse veya kimseler anlamına gelir ve akıllı varlıklar için kullanılır[33]. “Mâ” ise şey veya şeyler demektir. Ahkaf 5. âyette üç kere “men” kelimesi geçer. Dua’ya ibadet anlamı verenler, onlardan ikisine “men = kimse” üçüncüsüne de “mâ = şey” anlamı vermek zorunda kalınca ayetin anlamı esastan değişmiş, şu hali almıştır: Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? Bu meale göre yardıma çağrılanlar putlar olur ve bir ruhanîyi yardıma çağıran kişi âyetin kapsamına girmez. Ama bir anlam kayması yapmadan “men” kelimesine “kimse veya kimseler” anlamını verince şu meal ortaya çıkar: “Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir?” Bu doğru anlam, bir ruhanîden yardım istemenin önünü kapar.
Bu hata, zorunlu olarak aşağıdaki hataları doğurmuştur:
3) “Hum هم” Zamirine “hiye هي ” Anlamı verilmesi
“Bunlar” diye tercüme edilen hum, Arapça’da akıllı erkek varlıkları gösterir. Ama “Men”e “şeyler” anlamı verildiği için hum zamirine de ya “men”in lafzını gösteren “huve” ya da manasını gösteren “hiye” anlamını verme zorunluluğu doğmuştur. Bu hafife alınamayacak bir hatadır.
4) Cem’i Müzekker Salime Yanlış Anlam Verilmesi
“Habersizdirler” diye tercüme edilen “gâfilûn” kelimesi cem’i müzekker salimdir; yani akıllı erkekler için kullanılır. “Men”e “şeyler” anlamı verilmesi bu anlamı da yok etmiştir. Bu da önemli bir hatadır.
5) Ahkaf Suresinin 6. Ayetine Dikkat Edilmemesi
“Men”in “şeyler” diye tercüme edilmesi, 5. âyetle 6. âyetin ilişkisini koparmıştır. Bu ilişkinin kopmamasının tek yolu o kelimenin “kimseler” diye tercüme edilmesidir. Ayet şöyledir:
“İnsanlar ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.”
Putlar ahirette, canlanıp insanlarla bir araya gelmeyeceğinden âyette sözü edilenler, hesaba çekilen akıllı varlıklardır. Bunlar da ruhlarından medet umulan büyüklerdir.
Ayetlerin mealindeki bu hatalar, türbe ziyareti ile ilgili şu inanca yol açmıştır: “Allah bu sevgili kullarına bazı yetkiler, imkanlar, özellikler bahşetmiştir, bunlar şefaatçilerimizdir, bizler günahkar olduğumuz için doğrudan Allah’tan istemeye yüzümüz yok, belki bunlar sayesinde Allah dileklerimizi kabul eder.[34]”
Bu gibi yanlışlar sebebiyle, ölmüş bir din büyüğünü Allah’ın yakın dostu saymak, ona hayali yetkiler verip Allah’a onun aracılığı ile ulaşmaya çalışmak İslam aleminin en temel hastalıklarından olmuştur. Ahkaf 4. âyete doğru anlam verince bu yol tamamen tıkanır. Ayetin doğru anlamı şöyledir:
“De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Doğru sözlü kimseler iseniz.”
Bu tenkitler, yukarıdaki üç ayet esas alınarak yapılmıştır. Aynı hatalar, içinde dua kökünden kelimeler bulunan bir çok ayetin Türkçe’ye çevrilmesinde de görülmektedir. Daha garibi, birkaçı dışında bütün Türkçe meallerde aynı hataların tekrarlanmış olmasıdır. Bu da, Allah’ın asla bağışlamayacağını bildirdiği şirk günahını, Müslümanların kolayca işlemesine yol açmıştır.
Kur’ân meali yapanların bu hatalara, bilerek ve isteyerek düştüğü söylenemez. Ama onların çoğu Allah’ın ne dediğine bakma yerine önceki alimlerin bu âyetleri nasıl anladığına bakarlar. Bu da, vaktiyle yapılmış bir hatayı kemikleştirir.
[1] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2634.
[2] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 519.
[3] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2634.
[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 683.
[5] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, paragraf 969.
[6] İbranilere Mektup, 5/1.
[7] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 878.
[8] Osman b. Maz’un radıyallahu anhın lakabıdır.
[9] Buhârî, Cenâiz, 3.
[10] Bu görüşmenin yapıldığı günlerde İstanbul Müftülüğünde çalışıyordum.
[11] Görüşmenin tamamı için bkz. Abdulaziz BAYINDIR, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Dördüncü baskı, İstanbul 2005, s. 126-131.
[12] Peygamberimizin amcası.
[13] Buhârî, Vesâyâ, 11.
[14] İsa aleyhisselam.
[15] Papa Jean Paul II’nin Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri kitabının önsözünde yer alan duası, s. 22.
[16] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 966.
[17] Müslim, el-Cenneh ve sıfatu naîmiha, Bab 17, hadis no 76 (2873)
[18] Nisa 4/117; En’am 6/40,41,56,64,71,108; Araf 7/37,194,195,197; Yunus 10/38,66,106; Hûd 11/101; Ra’d 13/14; Nahl 16/20,86; isra 17/56, 57,67; Kehf 18/14; Meryem 19/48; Hacc 22/12,13,62,73; Müminun 23/117; Furkân 25/68; Şuarâ 26/72,213; Kasas 28/64,88; Ankebût 29/42; Lukman 31/30; Sebe’ 34/22; Fatır 35/13,14,40; Saffât 37/125; Zümer 39/38; Mümin 40/20,66,73,74; Fussilet 41/48; Zuhruf 43/86; Ahkâf 46/4,5; Cin 72/18. 26 surede toplam 50 ayet.
[19] Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) başkanlığında bir heyet, Ruhu’lFurkan Tefsiri, İstanbul 1992, c. II, s.82.
[20] İbni Kemal Paşa, el-Erbeûn, v. 360. Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, 1694.
İbni Kemal, Yavuz Sultan Selim’in meşhur Şeyhülislamı’dır. 1469’da Tokat’ta doğmuş, 1534’te İstanbul’da ölmüştür. Peygamberimizle arasında 900 seneden fazla bir fark varken hiçbir kaynak göstermeden ve anlamı da Kur’an’a taban tabana zıt olan bir sözü hadis olarak önümüze sürmesi kabul edilemez. İbn Kemal kaynak gösterme yerine, bu sözün hadis olduğunu ispat için hiçbir dini dayanağı olmayan felsefi izahlara girmiştir.
[21] Ruhu’l-Furkan, c. II, s. 67.
[22] İsmail b. Muhammed elAclûnî, Keşf’ulhafâ, c. I, s. 8.
[23] Tirmizî, Dua,1, 3371 sayılı hadis.
[24] Mütercim Asım, Kamus, harf maddesi.
[25] Rağıb el-İsfehanî, Müfredât, harf maddesi.
[26] es- Sıhah, Tac’ul- arus, Lisan’ul-Arab. Ulaşabildiğimiz tefsir ve meallerde bu inceliğin tespit edilemediği görülmektedir.
[27] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. Nisa 46. ayetin tefsiri.
[28] Hayrettin KARAMAN, Ali ÖZEK, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, Mustafa ÇAĞIRICI, Sadrettin GÜMÜŞ, Ali TURGUT, Kur’anı Kerim ve Açıklamalı Meâli, TDV yayınları, Ankara 1997. (Bu meâlin Suudiarabistan baskısında öze dokunmayan farklılıklar vardır.)
[29] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, c. I, s. 662, (Bakara 186. Ayetin tefsiri) İstanbul 1935.
[30] İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut 1410/1990. İtaat, tav’ kökündendir. Tav’ boyun eğmek demektir. Zıddı kerih görmek, hoşlanmamaktır. Ayette şöyle buyurulur: “Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler.” (Fussilet 41/11)
Taat da aynı köktendir, gene boyun eğmek anlamına gelir ve daha çok “Emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır. (Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât, tva.
[31] Tirmizî, Dua,1, 3372 sayılı hadis.
[32] Tirmizî, Dua,1, 3371 sayılı hadis.
[33] Cümle içinde akıllı varlıklarla birlikte başka varlıklar da geçerse men kelimesi, akıllı olmayanlar için de kullanılabilir. Buna şu ayet örnek verilir: “Allah bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür.” (Nur 24/45) Bu ayette “kimi” diye tercüme edilen “men” kelimesidir. İki ayak üstünde yürüyen insanlar, canlılar kapsamında olduğu için diğer canlılara da “men” denmesi uygun düşmüştür.
[34] Hayrettin KARAMAN, “Ramazanda Türbe Ziyaretleri” 12. 12. 2000 tarihli Yeni Şafak Gazetesi, Fıkıh Köşesi.
Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır
posted on Ocak 17th, 2011 at 11:40
posted on Şubat 18th, 2013 at 05:37