-
13th Aralık 2010

Cinler_İslam Ansiklopedisi

posted in CİN-MELEK |

CİN

Duyularla idrak edilemeyen ve insanlar gibi ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan varlık türü.

Sözlükte “Örtmek, örtünmek, gizli kal­mak” anlamındaki cenn kökünden tü­reyen bir isim olup tekili olan cinnî “ör­tülü ve gizli şey” mânasına gelir. Terim olarak “duyularla idrak edilemeyen, in­sanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulu­nan, ilâhî emirlere uymakla yükümlü tu­tulan ve mümin ile kâfir gruplarından oluşan varlık türü” anlamına gelir. Cinle­rin atalarına cân adı verilir. Göl, ifrit gi­bi çeşitli türlerden oluştuğu kabul edi­len cinler eski Araplar’da bazan hin ke­limesiyle ifade edilmiştir. Farsça’da cin karşılığında perî ve dîv kelimeleri kulla­nılır. Bazı şarkiyatçılar cinin Latince kö­kenli genie veya genius kelimelerinden Arapça’ya geçtiğini öne sürmüşlerse de İslâm âlimleri bu kelimenin Arapça asıl­lı olduğunda görüş birliği içindedir. Kök anlamı ve çeşitli türevleri dikkate alın­dığı takdirde bu görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Nite­kim şarkiyatçılann bir kısmı da buna ka­tılmaktadır. Cin kelimesi­nin melekleri de kapsayacak şekilde in­san türünün karşıtı olan görünmez var­lıklar için kullanılan genel bir anlamı da vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de İblîs’in melek­ler arasında zikredilmesi bundan kaynaklanmaktadır. “Görün­meyen varlık” anlamında her melek cin­dir, fakat her cin melek değildir. Bu­nunla birlikte İslâm âlimleri meleklerin cinlerden ayrı bir tür olduğunu belirte­rek cin kelimesinin insan ve melek dı­şındaki üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanılması  gerektiğini  belirtmişlerdir.

 

DİNLER TARİHİ.

İnsanlar tarih bo­yunca Tanrı dışında görülmeyen, olağan üstü başka varlıklara da inanmışlar, çeşitli devirlerde ve coğrafî bölgelerde bu varlıkların iyilerine ve kötülerine de­ğişik isimler vermişlerdir. Bunlar bazan tanrılaştırılmış veya ikinci dereceden tanrısal varlıklar olarak görülmüş, ba­zan da insanî özellik ve nitelikler içinde düşünülmüş, Yahudilik ve Hıristiyanlık’­ta bile birbirine karıştırılmıştır. İslâm di­ninde Allah, melek, şeytan, cin ve pey­gamberin nitelikleri ve fonksiyonları tam olarak belirlenmiş olduğundan bir karı­şıklığa meydan verilmemiştir. Cinlerin mahiyetleri, değişik varlık kalıplarına gi­rerek görünmeleri, barındıkları yerler, insanlarla münasebetleri, iyi veya kötü tesirleri, adlandırılmaları çeşitli ülkele­rin dinî ve din dışı literatürlerinde geniş bir yer tutar.

Eski Asurlular ve Bâbilliler arasında toplumun her kesiminde kötü ruh ve cin­lere inanılırdı. Bâbilliler bu inançları Sü­merler’den aldıklarından bu hususta kul­landıkları kelimeler de Sumerce idi. Asur­lular’ın edimmu dedikleri kötü ruhlar, öldükten sonra kendileri için âyin yapıl­maması ve yeterli takdime sunulmaması yüzünden dünyaya geri döndüğüne inanılan ölü ruhları idi. Bunların insan­lara musallat olduklarına inanılmış ve uzaklaştırılmaları için çeşitli çarelere baş­vurulmuştu.

Asurlular’da ve diğer Sâmî kökenli ka­vimlerde yaratılışları insanlardan farklı olan cinlerin değişik sınıfları bulunmak­taydı. Bunlardan utukku denilen bir grup çölde tuzak kurup insanlara musallat ol­mak için bekleyen, denizde, dağda, me­zarlıkta yaşayan kötü ruhlardan oluş­maktaydı. Gallû denilen ve daha az ta­nınan diğer bir grup da görünüşte cin­siyetsiz cinlerden meydana gelmektey­di. Rabisu adı verilen başka bir cin sını­fının gizlice dolaşıp insanlara tuzak kur­duğuna inanılırdı. Ayrıca labartu deni­len dişi cinlerin de içinde yer aldığı üçlü bir cin grubunun zararından özellikle ço­cukları korumak için boyunlarına afsun­lu tabletlerden muska asılırdı. Sâmî ka­vimleri arasında insana benzemeyen bu cin sınıflarından başka bir de yan insan görünüşündeki cinlere inanılmaktaydı. Birer canavar olarak göründüğüne ina­nılan bu cinler Ulu, lilitu, ardat IHI diye üç sınıfa ayrılırdı. Bunlann ilki erkek, di­ğerleri ise dişi cinler kabul edilirdi.

Eski Mısırlılar’da, Asurlular veya Hintliler’de olduğu kadar çok sayıda ve çe­şitte cin görülmez. Asya dinlerindeki in­san azmanı cinler Mısırlılar’da yoktur. Eski Mısır dinindeki telakkiye göre cin­ler genellikle yabani hayvan, yılan ve ker­tenkele gibi sürüngen veya kara vücut­lu insan şeklinde yaratıklar olup Re’nin düşmanları sayılırdı. Ölüler Kitabı’nda anlatıldığına göre özellikle yılan, timsah ve maymun şeklindeki cinler öteki dün­yaya sık sık gidebilirdi. Gökle ilgili cinler kuş şeklindedir. Eski Mısır halkı cinlerin delilik, sara gibi hastalıklara sebep olduklanna, büyücülerin cinleri kullanarak insanlara korkunç rüyalar gösterdikleri­ne, insanlara ve hayvanlara zarar verdik­lerine inanırlardı.

Eski Yunanlılar’da daimon ikinci de­recede tanrılara verilen bir isimdi. Yu­nan mitolojisinde bu kelime insanüstü varlıklar için kullanılır. Ancak daimonlar da insanlar ve melekler gibi Tanrı tara­fından yaratılmış, iyisi kötüsü bulunan varlıklar olarak görülmüştür. Batı dille­rinde cin için kullanılan demon kelime­si Tanrı ile insan arasında aracılık yapan yarı tanrı bir varlık anlamında Ortaçağ sonlarının Latince’si yoluyla Yunanca daimondan gelmiştir. Homer bu kelimeyi theos ile eş anlamlı olarak kullanır.

Greko-Romen devresinin sonlarında daimon Latince genius gibi genellikle ya­ri tanrı, yan insan yahut ikinci dereceden ruhlar, özellikle çiftlik ve evleri, malı mül­kü koruyan ruhlar için kullanıldı. Daha sonra kelimenin anlamı değişikliğe uğ­radı ve insanları taciz eden, onları be­denî veya zihnî zarara uğratan, fenalığa iten kötü ruhları ifade etmeye başladı. “Yetmişler” çevirisinde, Ahd-i Cedîd’in ilk şeklinde ve kilise babalarının yazdık­larında bu kelime şeytanî tabiatlı şey, kötü ruhlar, Vulgat’ta ise kötü ruhlar yanında putperestlerin putları ya da tanrıları için kullanılmıştır. Eski Roma’da genius (müennesi juno) kelimesi uzun bir gelişmeden sonra bazan ruhu, bazan da ölülerin ruhlarını ifade etmeye başladı; nihayet bu kelime evi ya da yeri koru­yan cin için kullanıldı.

Eski Slavlar’ın ruhlara ve cinlere olan inançları günümüze kadar gelmiştir. Bu varlıklar rüya, hastalık, ev ve tabiatla il­giliydiler. Eski Keltler”de iyi veya kötü tabiatlı cinlere inanılırdı. Bunlar mağa­ralarda, çukur yerlerde, ormanların de­rinliklerinde yaşayan varlıklardı. Eski Germenler’de ruhlar ve ruhlara benzeyen varlıklar, hortlaklar arasında tam bir ayı­rım yapmak güçtür. Germen mitolojisinde ölü ruhları yanında rüya ve trans halinde insandan ayrılıp başkasına zarar veren ruhlardan da söz edilir. Evi koru­yan ruhlar, ırmaklarda, çaylarda, kuyu­larda, ormanlarda, dağların içinde veya üstünde yasayan cinnî varlıklar da onla­rın inançları arasındadır. Bu ruhlar ve cinler yağmur, şimşek ve gök gürültüsü­ne sebep olurlar.

Batıda olduğu gibi doğuda da ruhlar ve cinler konusu her zaman önemini ko­rumuştur. Çinliler’de kuei (cinler) ve shen (ruhlar veya tanrılar) telakkisi bütün Çin görünmezler âlemini kapsar. Kuei, ölün­ce görünen âlemden görünmeyen ale­me gitmiş insan ve hayvan ruhlarıdır. Bunların yaşayanları aldatmak, zarara sokmak için insan yahut hayvan şekline girebileceklerine inanılır. Ayrıca dağlar, ırmaklar, kayalar, ağaçlar vb. yerlerde oturan ya da onlarla irtibatlı olan tabiat üstü varlıklar da kuei kelimesiyle ifade edilir. Çin folklor ve literatürü cinlerin ve ruhların yaptıklarıyla doludur. Bu kor­kulan varlıklarla ilgili inançlar geniş çap­ta taoizm kaynaklıdır. Bununla beraber Budizm Çin’e gelince bu dindeki görün­meyen iyi ve kötü varlıklar inancı da bu­na eklenmiştir. Çinliler cinlerin her yer­de bulunduğuna, onların ölüleri canlan-dırabileceklerine, mezarları, yol kavşak­larını ve akrabalarının evlerini sık sık zi­yaret ettiklerine inanırlar. Onlara göre cinlerin bir kısmı Yen-lo VVang’ın em­rinde cehennemde ölülerin cezalandırıl­masında görevli olarak o âlemde, bir kıs­mı gökte, bir kısmı da ancak geceleyin gözükerek insanlar arasında yaşarlar. Çin’de özellikle taoist rahipleri cinlerin kötü etkilerinden korunmak için mus­kalar, tılsımlar, afsun ve tütsüler, oku­ma ve üflemelerle ve bazı talimatlarla tedbirler alırlar. Birçok zihnî ve bedenî hastalık cinlerden bilinir. Çin zaptetme, talihin açılması için ata ruhları ve iyi ruh­larla haberleşme yaygındır. Çin’de taoist ve Budist halk mâbedleri bu gibi işleri rahiplerin yürüttüğü merkezler olarak kullanılır. Konfüçyüsçülük böyle faaliyet­lere karşı çıkmıştır.

Japonlar’da da görünmeyen varlıklar, hayvan ve insan ruhları, hortlak, haya­letler ve cinlerle ilgili inançlar vardır. Ja­ponlar bu konuda Çinliler’den etkilen­mişlerdir. Genellikle tilki, porsuk gibi hayvan ruhları şeklinde insanda etkin­lik gösterdiğine inanılan kötü ruhları ve cinleri çıkarmak için çeşitli yöntemler kullanılır. Nichiren mezhebinin böyle te­davi işlerinde ayrı bir yeri vardır. Tokyo yakınındaki Nakayama köyü bu konuda çok meşhurdur. Bu köyde Nichiren mez­hebine ait bir mâbedde her çeşit kötü ruh ve cin tedavisi yapılır.

Hindistan’da en eski zamanlardan be­ri tanrılar, görünmeyen varlıklar, bu ara­da insanlara daha yakın varlıklar arasın­da cinlerle ilgili mitolojik anlatımlar bu­lunmaktadır. En eski Hint kutsal metin­leri olan Vedalar’da görünmeyen cinnî varlıklar iki gruba ayrılmaktadır. İnsan­lara iyi davranan birinci gruptakiler gök­te bulunur; düşman olanlarsa yeryüzün­de, mağaralarda ve yer altında yaşar. Bunlar insanlarla birlikte hayvanlara da hastalık, sıkıntı ve ölüm getirirler, hatta ölüm ötesinde bile insanların ruhlarını taciz ederler.

Hintliler melek, cin, tanrı kavramla­rını birbirine karıştırmışlardır. Onlarda doğrudan doğruya melek tabiatında var­lıklar görülmemektedir. Yukarıdaki iki sınıftan insana iyi davranan varlıklar her ne kadar cinlerin bir sınıfı olarak gösterilmekteyse de yarı tanrı durumlarıyla melek kavramına daha yakın bulunmak­tadırlar. Bunlar arasında, insanları za­fere ulaştırması için İndra’ya yardımcı olan ruhlar vardır. Sular ve ağaçlarda yaşayan semavî su perileri olan apsaralar da bunlardandır. Apsaralar zamanla erkekleri güzellikleriyle çarpan bakire­ler haline getirildi. Onların kocaları, se­mavî ışıktan vücutlarıyla gandharvalardır. Gandharvalar ise kutsal içki somayı korurlar. İkinci gruptakiler kötü ve ka­ranlık tabiatlı varlıklardır. Tanrıların, özel­likle İndra’nın ve bütün yaratıkların düş­manı olup karanlık ve ölümle bütünleştirilen asuralar, yine İndra’ya düşman olan arilerin ineklerini çalan paniler, bü­tün insanlara düşman olan yırtıcı hay­van, hortlak veya insan azmanı şekline girebilen, et yiyen, kan içen “rakşasa” denilen semavî cinler bu kötü tabiatlı varlıklardandır.

Hint mitolojisindeki bhutalar, genel­likle ölülerin yakıldığı yerlerde bulundu­ğuna inanılan cinler veya hortlaklardır. Kırmızı gözlü, duman gibi vücutlu, kanlı keskin dişli ve korkunç pençeli olarak düşünülen pisakalarla yatudhanalar ve rakşasalar bir üçlü oluştururlar. İnsan­lara ölüm ve hastalık verdiğine inanılan bu varlıklardan pisakalar insan yiyen cinler olarak da bilinir. Hindistan’ın ku­zeybatısında bu adla anılan ve yamyam olarak bilinen bir kabile de vardır.

Pisakalar Budizm’de de geçer. Yakhalar da pisakalar gibi Budist kutsal met­ninde geçen, ıssız yerlerde yaşayan vah­şi bir hayvan ya da kuş şekline bürünerek meditasyondaki rahip ve rahibeleri rahatsız eden, korkutan cinlerdir. Bu­dizm’de Mara, kökü cin olan şeytan gi­bi kutsal hayata isteyenlere düşman bir varlık olarak kabul edilir. Pali metinle­rinde Buda ile Mara arasındaki mücade­lelere yer verilir. Onun insan veya hay­van şekline girebildiğine inanılır. Böyle tek bir kötü varlık anlayışı Hint dinle­rinde yalnız Budizm’de vardır. Çin ko­nusu Budist düşüncenin bir ürünü ol­mayıp aslında Hindistan’ın dinler arası ortak geleneğidir. Ancak ilk Budizm’de cinler, tenasüh sistemine göre önceki dünyaya göçüşlerdeki kötü karmanın so­nucu olarak görülmüştür. Budizm yayıl­dığı yerlerdeki mahallî cin anlayışlarına dokunmamakla beraber dikkatleri ahlâ­kî ve psikolojik kötülüklere çekmeyi ba­şarmıştır.

Zerdüşt eski İran’ın deva denilen tan­rılarını cin saymıştı. Zerdüştçü düalizmde kötülüğün prensibi Gathalar’da dnıj (yalan) diye adlandırılmıştı. İyilikle kötü­lük arasında bitmez bir mücadele vardır. Cinler bu kötü düşünceden, hile ve yalan­dan ortaya çıkıyordu. Bundahişn denilen Pehlevî dilindeki eski bir dinî metinde cinleri ve zararlı hayvanları Ehrimen’in (Zerdüşt zamanında Angramainyu), yani kötü gücün (şeytan) yarattığına yer verilir. Zerdüşt cinlere kurban kesilmesini ya­saklamıştı. Daha sonra cinlerle ilgili tas­nifler yapıldı. Buna göre baş cin Aesma şiddet, soygunculuk ve şehvet işlerini yü­rütür (İbrânîce Tobit’te Asmodoeus olarak geçer). Eski İran cinleri erkek cinsiyeti­ne sahiptir. Ancak drujdan gelme dişi cinler de vardır. Cinler karanlık ve kir­li yerleri, şimdiki Hindistan Parsileri’n-de görülen ve dakhma denilen ölü ku­lelerini sık sık ziyaret ederler. Zerdüş­tî efsanelerde Azhi Dahaka gibi omuz­larından iki yılan çıkan cinnî devler ge­çer. Zerdüştî eskatolojide Ohrmazd’m (önceleri Ahura Mazda) Ehri­men’i yenmesinde cinler de yer alacak­tır. Yine eski İran’da Zerdüşt öncesinde kültü bulunan ve Zerdüşt’ten sonra Mecûsîlik’te Zerdüştîlik’le birleştirilen Zur-vanizm’de şehvet. Âz adlı dişi bir cinle sembollendirilmişti. Âz Maniheizm’e de geçmiştir.

Türkler’in müslüman olmadan önceki inançlarına göre bütün dünya ruhlarla doludur ve dağlar, göller, ırmaklar hep canlı nesnelerdir. Tabiatın her tarafına yayılmış olan bu ruhlar iyi ve kötü olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Tanrı Olgen’in emrindeki iyi ruhlar hem onun hizmetini görmekte hem de insanlara yardımcı olmaktadır. Bu ruhlardan Ya­yık, Ülgen’le insanlar arasında aracılık yapmakta. Suyla insanları korumakta ve ileride olacak şeyleri onlara haber ver­mekte, Ayısıt ise bereket ve refah sağ­lamaktadır. Diğer taraftan yer altı dün­yasının prensi olan Erlik’in emrindeki kötü ruhlar ise insanlara her türlü kö­tülüğü yapmakta, onlara ve hayvanlara hastalık göndermektedir. Erlik’in karan­lık dünyasına mensup bu ruhlara kara nemeler veya yekler denilmektedir ki yek Uygurca dinî metinlerde “şeytan an­lamındadır. Kötü ruhlar arasında daima kavga, ihtilâf ve savaş olmakta, hasta­lık, ölüm ve yaralar onlar tarafından ya­pılmaktadır. Her türlü hastalık ve kötü­lüğün sebebi sayılan bu cinler şaman ta­rafından hasta bedenlerden uzaklaştırıl­maktadır.

Yahudilik’te Bâbil sürgünü öncesi dö­neminde genel olarak melekler Mezopotamyalılar’dan, Ken’ânîler’den geçme münferit cinnî- ilâhî varlıklar (bel, leviat-han gibi) ve kavramlar olsa da bu dev­rede cinlere ve kötü ruhlara inancın İs­railli’nin hayatında fazla bir rolü bulun­mamaktaydı. Ancak dış etkilerle, özel­likle İran’ın düalist sisteminin tesiriyle iyi ve kötü varlıklar arasında ayırım baş­lamış, kötü varlıklar arasında kötü cin ve ruh anlayışı ortaya çıkmıştır. Rabbiler(Din adamları) devresi Yahudiliğinde (Rabbinik Yahu­dilik’te) cinler Aggada’da (Haggadah) ileri derecede, Haiakha’da ise nisbeten önem­li bir duruma sahiptir.

Yahudi kutsal kitabında iyi olsun kö­tü olsun bütün ruhanî, manevî varlıkların Tanrı’nın kontrolünde olduğu belirtilir. Bu metinlerde şeytan bile insanların Tanrı’ya itaatleri konusun­da bir hizmetçi ve elçi olarak, yahut ilâhî mahkeme önün­de onların sınırı aştıkları noktalarda bir davacı olarak görülür. Bununla beraber halk inanışlarının kut­sal kitabı etkilemesine örnek olarak gö­rülebilecek “şedim” veya “lilit” gibi de­yimler de vardır. Bunlardan şedim put­perestlerin tanrıları Seirim ile, lilit ise Mezopotamyalılar’ın Lilitus’u ile bir tutulur. Bu putperest tanrı­ları satir (yarı insan, yarı keçi) ve tüylü olarak tasvir edilmekteydi. Bunlar yahudilerce harabelerde bulun­duğuna inanılan cinnî varlıklar haline dö­nüştürülmüştür. Ayrıca yine önemli iki cinnî şahsiyet de Kippur denilen, kefaret günü günah keçisinin salıverildiği çöllük yerlerde yaşayan ve Levililer’de (16/8) adı geçen azazel ile kutsal kitap sonrası yahudi menkıbelerinde ge­çen, çocuklara saldırması ve Âdem’in ilk karısı olmasıyla bilinen dişi cin lilithtir (lilit’in müennesi). Eski Ahid veya yahudi kutsal kitabında ağrı ve felâket veren, kan emici cinlerden de bahsedilir.

Yahudilerde Bâbil sürgünü sonrası di­nî literatüründe cinlerle ilgili anlatımla­rın çoğaldığı görülmektedir. Sonraki kut­sal metinlerde, apokrif eserlerde ve halk menkıbelerinde, özellikle kabala denilen mistik gelenekte şekilsiz ve gölge gibi cinler, adları, özel görevleri bulunan bir­çok önde gelen cinlerle birlikte tasvir edilmekte; yarı melek, yarı insan olarak ıssız yerlerde yaşayan, geceleri hünerle­rini gösteren varlıklar kabul edilmek­teydi. Bunlar, bedenî ve malî felâket ve musibetlerle insanları ziyaret edip onla­rı Allah’ın yolundan saptıran varlıklar olarak düşünüldü. Böylece İran etkisiyle cinler sadece rahatsızlık, hastalık veren değil aynı zamanda kötülüğe sevk eden kötülüğün başı şeytanın emrindeki varlıklar olarak düşünülmeye başlandı. Bu temayül özellikle apokrif metinlerde gö­rülmektedir.

Aggada ile ilgili gelenekte cinlerin kay­nağı hakkında çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Buna göre cinler ilk sebt gününün akşamının alaca karanlığın­da Allah tarafından yaratılmıştır veya Âdem’in lilithten zürriyetidir, ya da ka­dınlarla cinsî yakınlığa giren kovulmuş meleklerin zürriyetidir; başka bir anlayışa göre de şeytanın başkanlığı altında Tanrı’ya isyan eden ko­vulmuş meleklerdir.

Klasik Yahudilik’teki cin kavramının genel mahiyetini en iyi Leviathan örneklendirebilir. Leviathan, Habeşliler’in yedi başlı dişi deniz canavarı, daha eski kökeniyle Bâbilliler’in Tiamat’ı ya da Ken’â-nîler’in Lotan’ı ile eş tutulabilen bir kö­tülük kaynağıdır; cinnî bir çöl varlığı olan Behemoth ve Rahab ile de yakından ilgilidir.

Ortaçağ Yahudiliğinde ve kabalist ge­lenekte cinler önemli bir yer işgal etmiş­se de XVII. yüzyıldan sonra bu literatür­de geçmeyen dibbuk denilen ayrı bir cin­nî varlık anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu var­lık günahları dolayısıyla yeryüzünde dolaşmayıp yaşayan bir insana girerek onu saptırır. Dibbuku uzaklaştırmak özel di­nî âyinleri gerektirir.

Yahudilik’te şeytanın cennetten kovul­ması, cinlerin başına geçmesi, sonunda Mihael ve semavî ordu tara­fından mağlûp edilmesi önemli bir olaydır. Hz. îsâ dönemi yahudilerinin kabul ettiği diğer bir cin de Beelzebul’dur. O cinlerin prensi idi.

Hıristiyanlık’ta cin anlayışı Yahudilik, Maniheizm, gnostisizm, Greko-Romen düşüncesi, yahudi apokrif ve apokalip­tik geleneklerinin bir karışımıdır. Ancak hıristiyan cin telakkisi daha çok milâttan önce II ve I. yüzyıllardaki yahudi apokrif ve apokaliptik literatüründen etkilenmiş, meleklerle birlikte yasayan insan kızlarından yasak ilişki sonucu bir dev sınıfı oluşup bunların da zamanla bir kötü ruhlar zümresine dönüştüğü konusu, Yeni Ahid yazarlarınca şeytan ve emrin­deki cinnî topluluk haline getirilmiştir. Aslında şeytan (satan) apokrif yahudi me­tinlerinde tedricî olarak kötülüğün kay­nağı haline getirilmekle beraber Tekvîn’in 3. bâbındaki yılanla bir tutulması, Eden bahçesinde ilk insan çiftine günah işle­terek buradan kovulmalarına yol açma­sı ve kendisinin de kovulması Yeni Ahid devresindedir.

Yeni Ahid, cinlerin putperestlerin tan­rıları olduğunu bildirmekteyse de on­ların bedenî ve ruhî hastalıkların kayna­ğı olduğunu da açıklamaktadır. Yeni Ahid’e göre cinler insanın içine girip hastalık yapar­lar; onlar ancak Tanrı’nın adı anılarak bedenden çıkarılabilir.

Pavlus, şeytan ve kötü güçlerin koz­mik bir tiyatroda, havada, yeryüzünde ve yer altında iş gördüklerini, şeytanın İsâ Mesih’in ikinci gelişinde kötülüğün krallığını yapacağını yazmıştı. Vahiy kitabında Armageddon Savaşı’nda iyi ve kötünün nihaî mücadelesi anlatılır. Bununla beraber On­gen, ilk kilisenin cinler ve melekler konu­sunda ciddi bir doktrin geliştirememesinden yakınmaktaydı. Tatian cinlerin ta­biatı üzerinde dururken İrenaeus cin ve meleklerin insanla Tanrı arasındaki du­rumunu tartışıyordu. Bütün bunlara rağ­men ilk Hıristiyanlık’ta daha fazla melek ve ruh üzerinde durulduğu, cin konusu­na pek el atılmadığı görülmektedir.

Asırlar geçtikçe büyü yapma ve cinle­ri kullanma uygulamaları artmış, XII. yüz­yıldan itibaren cinler hıristiyan sanatın­da her çeşit talihsizlik, felâket, sel, zel­zele, ferdî ıstıraplar ve ölümün sebebi olarak tasvir edilmeye başlanmıştır. IV. Lataron Konsili’nde cinler ve kâfirlerin şeytanla birlikte ebedî cezaya çarptırıla­cağı açıklanmış, XV ve XVI. yüzyıllarda cinnî inançlar zirveye çıkmış, ayrıca Av­rupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük büyük bir ilgi görmüştür. Reformcular da cin inancını kabul etti­ler. Ancak ilmî ilerlemeler sonucu Pro­testan ülkelerde bu konu eski itibarım kaybetti. Bununla birlikte cin çıkarma, Protestanlığın bir kolu olan reforme hıristiyan kilisesiyle doğu kiliselerinde hâ­lâ uygulanmaktadır.

İslâm öncesi Arap toplumunun inan­cında ruhlar âleminin, iyi ve kötü güçle­rin önemli bir yeri vardı. Bazı taş ve ağaç­larda, kuyu, mağara ve benzeri yerlerde insan hayatına tesir eden varlıkların mev­cudiyetine inanılıyordu. Ruhlar âleminin iyi ve faydalı olanlarını meleklerle cinle­rin bir kısmı, kötü ve zararlı olanlarını da şeytanlar ve cinlerin diğer kısmı teş­kil ediyordu. Câhiliye Arapları cinleri yer­yüzünde oturan ilâhlar olarak kabul edi­yor, meydana gelen pek çok olayı onla­rın yaptığına inanıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiğine göre Kureyşliler, cin­lerle Allah arasında soy birliğinin oldu­ğunu ileri sürüyor, cin­leri Allah’a ortak koşuyor ve cinlere tapıyorlardı.

Câhiliye Arapları cinlerin de kabile ve gruplar halinde yaşadıklarına, birbirle­riyle savaştıklarına, fırtına gibi bazı ta­bii olayların cinlerin işi olduğuna inanı­yorlardı. İnsanları öldürdüklerini, kaçır­dıklarını, bazı cinlerin ise insanlara yar­dım ettiklerini, cinlerle evlenen insanla­rın olduğunu kabul ediyorlardı. Cinlerin başta yılan olmak özere çeşitli hayvan­ların suretine girdiklerine, genellikle ten­ha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadık­larına, insanlar gibi yiyip içtiklerine, has­talıkları onların getirdiğine, delilerin cin­lerin istilâsına uğramış kişiler olduğuna inanılıyordu.

 

Kelâm. el-Cin adıyla müstakil bir sûrenin bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’de cinne, can ve cin kelimeleri geçmektedir. Bunlardan “delilik” anlamındaki cinne üç yerde “cin topluluğu”, cân iki yerde “yı­lan”, beş yerde “cin” anlamına gelmek­tedir. Yirmi iki yerde geçen cin kelimesi de melek ve insan dışındaki üçüncü var­lık türü karşılığında kullanılmıştır. Cin kelimesi sözlük ve terim mânalarıyla çeşitli hadislerde de yer almaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere gö­re cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. Cân insan tü­rünün mevcudiyetinden önce yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı semüm, mâric) halkedilmiştir. Cinlere de peygam­ber gönderilmiş, bir kısmı iman etmiş, bir kısmı kâfir olarak kalmıştır. Son pey­gamber Hz. Muhammed insanlara ol­duğu gibi cinlere de ilâhî emirleri tebliğ etmiştir. Cinler insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede uzun mesafeleri katedebilir, in­sanlarca görülmedikleri halde onlar in­sanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybi onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber almak ister­lerse de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar. İblîs de cinlerdendir ve insan­ların yanı sıra cinlerden de yardımcıları vardır. Bazı cinler Hz. Süleyman’ın emri­ne girerek ordusunda hizmet görmüş, mâbed, heykel, büyük çanak, kazan gi­bi nesnelerin yapımında insanlarla be­raber çalışmışlardır.

Hadislerde de cinlerle ilgili bazı bilgi­lere rastlanmaktadır. Her insanın yanın­da bir cin bulunduğunu, cinlerin mümin­lere vesvese vermeye çalıştıklarını, an­cak Kur’an okunan yerde etkilerini kay­bettiklerini ifade eden hadislerdeki cin­ler, Kur’ân-ı Kerîm’de “cin şeytanları” olarak kendilerinden söz edilen kötü cinler olmalıdır. Kulak hırsızlığı yapmak suretiyle gökten ha­ber alan ve doğru yanlış öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla sihirbaz veya kâ­hinlerin kalplerine ulaştıran cinler de ay­nı grupta mütalaa edilebilir. Hz. Pey­gamber cinlerle konuşmuş, hatta rivayete göre namazını bozmaya çalışan bir cini yakalamış ve onu ashaba göstermek için bir yere bağlamak istemişse de da­ha sonra bundan vazgeçip serbest bı­rakmıştır. Diğer bir rivayete göre Resûl-i Ekrem geceleyin bir grup cinle bir ara­da bulunmuş, onlara Kur’an okumuş, sabah olunca da durumu ashabına anlatıp yaktıkları ateşin kalıntılarını kendi­lerine göstermiştir.

Cinlerle ilgili âyet ve hadislerin yoru­mu İslâm literatüründe kendine has bir yer işgal etmiş, ayrıca cinlere ve şeytan­lara tesir edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen ve “ilmü’l-azâim” adı verilen bir ilim dalı da teşekkül et­miştir. Bu işlerle meşgul olan­lara Türkçe’de cinci denilmiştir. İslâm kaynaklarında cinlerin mahiyeti ve mev­cudiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri, peygamberleri, âhiretteki durumları gi­bi hususlar onlarla ilgili tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. Yine bu kaynakların bazılarına göre cinlerin mev­cudiyeti konusunda eski filozoflar da fi­kir beyan etmişler, bir grubu duyu ve akıl yoluyla idrak edilemeyen her şey gi­bi cinleri de inkâr ederken bir kısmı cin­lerin varlığını kabul etmiş ve onlardan “ervâh-ı süfliyye” veya “ervâh-ı mücerre­de” diye söz etmiştir. İslâm filozofların­dan Fârâbî, insanların aksine cinleri ko­nuşmayan ve ölmeyen canlılar olarak ka­bul eder. İbn Sînâ da cin kelimesine “çe­şitli şekillere girebilen, şeffaf yapılı ve konuşan latif canlı” anlamını verir. Ancak filozofa göre bu tarif, cinin varlık olarak mahiyetini açıklığa kavuşturmayıp sadece cin isminin kavram olarak ne anlama gel­diğini göstermektedir. Fahreddin er-Râzî ile onun görüşüne katılan bazı âlimler İbn Sina’nın bu açık­lamasından hareketle onun, cinin sadece adını kabul edip dış dünyadaki varlığını inkâr ettiği sonucuna varmışlardır. Buna karşılık Elmalılı Muham­med Hamdi, haklı olarak, İbn Sînâ’nın, mahiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sa­hip olunamadığı için cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına işaret etmek üzere söylediği bu sözden cinlerin varlı­ğını inkâr ettiği sonucunun çıkarılamaya­cağını belirtmiştir.

Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Mev­cudiyetleri tartışma götürmeyecek şekil­de Kur’an’la sabit olduğundan cinleri in­kâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri cinlerin mahiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bun­ları iki noktada toplamak mümkündür.

1- Cinler kendi başına kaim olan gayri maddî cevherlerden oluşur. Bu görüşü benimseyenlerden biri olan Gazzâlî’ye göre melekler, cinler ve şeytanlar gayri maddî cevherden oluşmaları açısından birbirlerine benzemekle birlikte -araz oluş noktasında aralarında benzerlik bu­lunan renk, ilim ve kudretin tür olarak birbirlerinden ayrı oluşları gibi- farklılık arzederler.

2- Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebü”l-Hasan el-Eş’arî ve Bâkıllânî başta olmak üzere bu görüşü benimseyen Eş’arîler’in çoğunluğuna göre hayat için bünye şart olmadığından her şeye gücü yeten Al­lah cinleri duyularla idrak edilebilen bün­yeleri olmaksızın yaratmıştır. Hayat için bünyeyi şart koşan Mutezile âlimleri ile Ebû Ya’lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit ci­simlerden ibaret olduğunu kabul etmiş­lerdir. İbn Haldun, duyularla algılanamadıklarından ve neye delâlet ettikleri bili­nemediğinden Kur’an’da geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi gerektiğini söyler.

Çağımızda cinlerin mahiyetlerinin, “ate­şe karışan” (mâric) varlıklar olmaları dikkate alınarak karbon asidinden, “dumansız ateşten yaratıl­dıkları göz önüne alınarak canlılığını ruh­tan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden, yahut bazı ha­dislerde hastalıkların sebebi olarak gös­terilmeleri dikkate alınarak mikroplar­dan ibaret olduğu tarzında birtakım gö­rüşler ileri sürülmüşse de bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyular ötesi varlıklardan olmaları sebebiyle sadece nakil yoluyla doğru bil­gi edinebileceğimiz cinlerin mahiyeti hak­kında naslarda ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Bazı Haşviyye mensupları hariç İslâm âlimle­rinin hemen hepsine göre mükellef ya­ratıklar olan cinlerin mükellefiyetin üs­tesinden gelebilmeleri için şuur, idrak ve irade gücüne sahip olmaları gerekir ki bu hususu çağımızda iteri sürülen gö­rüşlerle bağdaştırmak mümkün görün­memektedir.

Kur’an’da verilen bilgilere dayanıla­rak cinlere peygamber gönderildiği nok­tasında İslâm âlimleri arasında ittifak bulunmasına rağmen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu hususun­da görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe gö­re cinlere gönderilen peygamberin me­lek olması gerekir; diğer bir grup âlim de gönderildiği topluluğun meleklerden değil insanlardan oluşması sebebiyle in­san topluluklarına yine kendi türlerin­den peygamber gönderildiğini bildiren âyetle insan ve cin top­luluklarına içlerinden peygamberler gön­derildiğine işaret eden âyeti dikkate alarak cinlere gönderilen peygamberlerin cin türünden olduğunu savunmuşlardır. Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen pey­gamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu görüşündedir. Bir başka görüşe göre cinler arasından uya­rıcılar seçilmiş, onlar da insanlara gelen peygamberlerden aldıkları bilgileri cin­lere tebliğ etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli milletlere gön­derilen peygamberlerin kendi içlerinden seçildiği ve kendi dillerini konuştuğu önemle vurgulandığına ve. “Ey cin ve insan toplulukları! Size içinizden peygamber­ler gelmedi mi?” mealindeki âyetlerin mevcudiyetine bakarak cinlere gönderilen peygamberlerin ken­di türlerinden olduğu tarzındaki görüşü tercih etmek mümkündür. Hz. Muhammed’in cinlere de gönderilmiş bir pey­gamber olduğu için “Resûlü’s-sekaleyn” unvanını alması ve özellikle Cin sûresin­de görüldüğü üzere vahyinin cinleri de kapsaması ona has bir meziyet olarak telakki edilebilir.

İslâm âlimlerine göre cinler mutlak gaybı bilmemekle birlikte uzun süre ya­şadıkları ve meleklerden haber sızdırabildikleri için insanların bilemediği bazı hususlara vâkıf olmaları mümkündür. Bunun dışında cinlere ilişkin âyetleri yo­rumlayarak cinlerin insanlar gibi doğan, yiyip içen, evlenip çoğalan, ölen ve hat­ta insanlarla ilişki kurabilen varlıklar ol­duğu âlimlerin çoğunluğu tarafından ka­bul edilir. Bazı kaynaklar, cinlerin yemek kokularıyla veya kemik vb. yemek artık­larıyla yahut hayvan dışkısıyla beslendi­ğini naklederse de tercih edilen görüşe göre kendilerine özgü bir tarzda besle­nirler. Yine kaynaklar cinlerin insan şek­lini alabildikleri gibi hayvanlardan yılan, kedi, köpek ve inek şekline de girebil­diklerini, dünyanın çeşitli bölgelerinde özellikle dağlık yerlerde, harabelerde, denizlerde, çöllerde, çöplüklerde ve me­zarlıklarda yaşadıklarını da kaydeder.

İnsanların cinleri görüp göremeyecek­leri hususu tartışmalıdır. İbn Abbas’a atfedilen bir rivayeti delil kabul edenle­re göre Hz. Peygamber dahi cinleri gör­memiş, İbn Mes’ûd’a atfedilen rivayete göre ise Resûl-i Ekrem cinleri görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur. Şafiî’­nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta’zîr cezasının uygulanması gerektiğini söy­lediği, bazı hadisçilerin de böyle bir id­dia sahibinin adalet (dürüstlük) sıfatını kaybettiğine hükmettikleri nakledilir. Mu’tezile âlimleri, latif cisimlerden oluş­maları sebebiyle cinlerin fiilen görüle­meyeceğini, ancak görülmelerinin teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmiş­lerdir.

Cinlerin insanlarla ilişkileri ve bir­birlerine karşı etkileri hususunda da âlim­ler arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla cinle­rin birbirlerine tesir etmeleri mümkün­dür. Zira Kur’an’da, faiz yiyenlerin kıya­met günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş, bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi do­laştığı bildirilmiştir. Bu tür nakiller yoru­ma tâbi tutulmadan zahiriyle benimsen­diği takdirde şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ on­ları saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Hz. Peygamber’in, cinlerin in­sanlar üzerindeki etkilerinden kurtul­mak ve onları tesirsiz hale getirmek için Felak ve Nâs sûrelerinin, ayrıca Âyetü’l-kürsinin ve Bakara sûresinden bazı âyet­lerin okunmasını tavsiye etmesi de insanların cinlerin faaliyetlerine karşı kendilerini savunabilecekleri şeklinde yorumlanmış­tır. Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî gibi bazı Sün­nî âlimler, cinlerin sadece vesvese ver­mek suretiyle insanlara etkili olabilece­ğini kabul ederler. Cinlerin insanlar üzerinde etkili olabile­ceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun daha çok sihir ve büyü faktörlerinde or­taya çıktığını söyleyerek cinlerin bu nevi İşlerde kullanılabileceğini ileri sürerler. Mânaları anlaşılmayan “havas” ve “azâim” türünden bazı metinlerin okunması yoluyla cinlerden faydalanma girişimin­de bulunulmasına huddâmcılık, bu işte kullanıldığı söylenen cinlere de huddâm denilir. Ancak önde gelen âlimlerin ço­ğunluğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvu­rulmasını tasvip etmemişlerdir. İslâm dininin ana kaynaklarında bulunmayan azâim ve havassa dair bilgiler daha çok Mısır, İran, Türk ve Hint bölgelerinde ya­şayan eski kültürlerden müslümanlara intikal etmiş ve halk arasında yaygın bir şekilde benimsenen inançlar halini almış­tır. Mu’tezile’den Amr b. Ubeyd ve Kadî Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta Sünnî görüşü paylaşırken büyük bir kıs­mı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini ifade eder.

İslâm âlimleri, cinlerden kâfir olanla­rın cehennemde zemherîr (şiddetli soğuk) türünden veya daha başka azap çeşitle­riyle cezalandırılacağını kabul etmeleri­ne karşılık mümin olanlarının cennetle mükâfatlandırılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre ilâhî buyruklara itaat eden mümin cinler cennete girecektir. Ebû Hanîfe baş­ta olmak üzere diğer bazı âlimler ise mü­min cinlerin cehennemden kurtulmak suretiyle mükâfatlandırılmış olacağı, fa­kat cennete giremeyeceği ve nihayet hayvanlar gibi yok edileceği görüşünde­dirler. A’rafta bulunacaklarını söyleyenler de vardır. Cennetle ilgili olarak Kur’an’da ve hadislerde yer alan birçok nas cinle­re dair herhangi bir ifade taşımamak­tadır.

Kelâma ve tefsire dair eserlerde, ay­rıca hadis şerhi mahiyetindeki kitaplar­da yer yer temas edilen cin konusunda müstakil eserler de yazılmıştır. Bunların en meşhuru, Hanefî âlimlerinden Bedreddin eş-siblî’nin Âkâmü’l-mercan fi ahkâmi’l-cân adlı eseridir. Ahkâmü’l  cân ve Garâ’ib ve ‘acâibü’l-cin adlarıy­la da yayımlanan eserde cin ve şeytan konularıyla ilgili âyetlerle hadislerden başka çeşitli bilgilere de yer verilir. Bazı zayıf ve uydurma hadislerle İsrâiliyat tü­ründen bilgileri de ihtiva eden kitap Muhammed Ferşad tarafından Cinlerin Es­rarı adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Bundan başka Ebû Hilâl el-Kufî’nin Ahbârü’l-cin İzâhu’t-meknûn, I, 411; Şa’râni’nin Keşfü’l-hicâb ve’r-rân can vechi es-iletil-cân; Abdülkerîm Ubeydâfın Âle-mü’l-cin fî dav’i’l-kitâb ve’s-sanne; Ömer Süleyman el-Eşkar’m çÂiemü’l-cin ve’ş-şeyâtîn; Ahmed Hulusi’nin Din-Bilim Işığında Ruh İnsan Cin ve Süleyman Ateş’in İnsan ve İnsanüstü, Ruh, Melek, Cin, İnsan adlı kitapları bu konuda yazılmış eser­lerden bazılarıdır.

 

 

CİN SÛRESİ

Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş ikinci sûresi.

Mekke devrinde nazil olmuştur, yirmi sekiz âyettir. Fasılası “elif” (ı) harfidir. Adını, bir cin topluluğunun Hz. Peygamber’den Kur’an dinlediğini bildiren birin­ci âyetten alır. Sûrenin nüzul sebebini açıklayan rivayetlerin de temas ettiği bu dinleme olayı Ahkâf sûresinde de (46/ 29-31) söz konusu edilmektedir. İbn Hişâm’ın rivayetine göre cinlerin Hz. Peygamberin Kur’an okuyu­şunu dinlemeleri, hicretten üç yıl önce Tâif dönüşü sırasında vuku bulmuştur. Bu sûreye, birinci âyetinin ilk kelimele­rinden dolayı “Kul ûhiye” sûresi de de­nilir. Kur’an’da “kul” (de ki) emriyle baş­layan beş sûrenin en uzunudur.

Cin süresinde. Kur’an dinleyen ve onun üstün belagatı ile yüce gerçeklerinden etkilenip imana gelen cinlerin ilâhî vah­ye duydukları hayranlık dile getirilirken vahyin etkili gücü ve çarpıcı özelliği or­taya konmakta, Kur’an âyetlerinin ihti­va ettiği iman gerçekleri cinleri bile et­kileyip yola getirdiği halde Mekke müş­riklerinin bu gerçeklere karşı direnmelerindeki tutarsızlık gözler önüne seril­mektedir. Üstelik onların inancına göre cinler sıradan yaratıklar olmayıp çok de­fa Tanrı yerine koyarak taptıkları ve Tanrı’ya ait yetkilerle donatılmış sanıp sığın­dıkları üstün varlıklardır.

Sûrenin nüzul sebebine gelince, Ab­dullah b. Abbas’tan nakledilen bir riva­yete göre, şeytanların semadan haber almaktan menedildiği bir dönemde Hz. Peygamber ashabından birkaç kişiyle birlikte sûk-ı Ukâz’a doğru gidiyordu. Semadan kovularak geri dönen şeytan­lara kavimleri neden hiçbir haber geti­remediklerini sorunca onlar da engel­lendiklerini ve üzerlerine alevlerle saldırıldığını söylediler. Bunun üzerine ka­vimleri onlardan bunun sebebini her ta­rafta araştırmalarını istedi. İçlerinden Tihâme’ye doğru İlerleyenler, sûk-ı Ukâz’a gitmek üzere Nahle’de bulunan Hz. Peygamber’in olduğu yere varmışlardı. Bun­lar, o sırada ashabına sabah namazını kıldırmakta olan Resûl-i Ekrem’in oku­duğu Kur’an âyetlerini işitince haber al­malarını engelleyen şeyin ne olduğunu anlayarak geri döndüler ve kendilerini hayran bırakan Kur’an’a inandıklarını, ar­tık rablerine hiçbir şeyi ortak koşmaya­caklarını açıkladılar. Bu rivayet bazı hadis kay­naklarında, Buhâride yer almayan, “Resûlullah cinlere ne Kur’an okumuş ne de onları görmüştür” cümlesiyle başladığın­dan, söz konusu olayda Hz. Peygamber’in kendisinden Kur’an dinleyen cin­leri görmediği anlaşılmaktadır. Gerek Cin sûresinin ilk iki âyetinde, gerekse konu ile ilgili diğer âyetlerde bu hususta bir açıklık bulunmamak­tadır. Bununla birlikte bu tür rivayetler­den. Hz. Peygamberin cinleri hiçbir zaman görmediği gibi bir sonuç çıkarmak da gerekli değildir. Mi’racda rabbini gör­düğü bazı âlimlerce kabul edilen ve en büyük meleklerden biri olan Cebrail ile sürekli görüşen Hz. Peygamberin cinle­ri ve şeytanları görmüş olması da tabi­idir. Ayrıca konuyla ilgili çeşitli rivayet­lerden ve bilhassa Abdullah b. Mes’ûd’dan gelen hadislerden, Hz. Peygamberin cinlere de vahyi tebliğ etmek için de­ğişik zamanlarda altı defa kendilerine Kur’an okuduğu anlaşılmaktadır.

Sûrenin muhtevası Allah’ın birliği, yü­celiği, gizli aşikâr her şeyi hakkıyla bil­diği, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların yanlışlığı ve asılsızlığı, Kur’an vahyinin cinler üzerindeki etkisi ve âhiret hayatının kesin olduğu gibi husus­lardır. Bu gerçekler, sûre içindeki çok kesin ifadelerle gözler önüne serilmiş­tir. Buna göre cinlerin de mümini, kâfi­ri, iyisi ve kötüsü vardır. Allah’a inanma­yan cinler de tıpkı insanların kâfirleri gi­bi cehennemin yakıtı olacaklardır. İna­nan insanların onlardan çekinmesine ge­rek yoktur. Çünkü onlar, Allah’a sığınan­lara ve O’nun koruduklarına hiçbir zarar veremezler, kendilerine sığınanlara da bir fayda sağlayamazlar. Zaten Kur’an geldikten sonra cinler eskisi gibi etkili olamamaktadır. Cinlerin gaybı bildikleri ve her şeyden haberdar oldukları sanılmamalıdır. Allah, murad ettiği peygam­berler hariç, kendi gayb bilgisine kim­seyi muttali kılmamıştr. Ahiretteki azap ve mükâfat dahil olmak üzere Allah’ın vahiy yoluyla bildirdiği her şey gerçek­leşecektir.

Sûrenin ilk yarısında cinlerin diliyle ifa­de edilmiş olan dinî gerçekler, ikinci yarısında ya doğrudan ilâhî ifadeler şek­linde veya Hz. Peygamber’e söyletilmek suretiyle tekrar dile getirilir. İlk bakışta aynı şeyleri tekrar eder nitelikte görü­nen bu ikinci grup âyetin sûrede yer alı­şı, vahiy bilgisinin -cinlerin elde ettikleri de dahil- her türlü bilgi ve habere üs­tünlüğünü vurgulama ve sıradan bir bil­gi olmadığını belirtme hikmetine bağlı olmalıdır. Nitekim ilk çağlardan beri cin­lerden bilgi toplama peşinde koşanlar ve bu uğurda ömür tüketenler, bütün insanlığın değil bir tek insanın hidayeti­ne yetecek kadar bilgi birikimi elde ede­memişlerdir. Ortaya koydukları bazı bil­gi kırıntıları ise son derece çelişkili ve tutarsız şeylerden ibarettir.

Cin sûresini okumanın faziletlerine dair Sa’lebî ve Vahidî gibi bazı müfessirlerce Übey b. Kâ’b’den rivayet edilen ve daha sonraki bazı tefsirlerde yer alan, “Kim Cin sûresini okursa kendisine Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanan ve inanmayan bütün cinlerin sayısınca kö­le azat etmişçesine sevap verilir” anlamındaki hadisin mev­zu olduğu kabul edilmiştir.

Cinlerin insan türünü etkilediği ve onların sağlığına zarar verdiği inancıyla, cin şerrine mâruz kaldığı kabul edilen bazı hastaların üzerine Cin sûresinin kırk bir defa okunması, sûre içinde beş defa tekrarlanan “ahadâ” kelimelerinde hastaya üflenmesi bazı yörelerde benim­senen bir usuldür. Ancak İslâm literatüründe bununla ilgili olarak güvenilir her­hangi bir kayıt mevcut değildir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cin Maddesi)

 

This entry was posted on Pazartesi, Aralık 13th, 2010 at 12:35 and is filed under CİN-MELEK. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz