ŞEFAAT ANLAYIŞI
Giriş
Günümüz İslam dünyasının bölünmüşlüğünü ve sayıları milyarı aşan müslüman kitlelerin içinde bulundukları gerek siyasî, gerekse itikat planındaki sorunları anlamak, en temelde islam’ın bir bütün halinde düşünce tarihini ve bu düşünce tarihinin eksenini oluşturan Kur’anî kavramların, müslümanların ellerinde ne şekle girdiğini ve nasıl anlaşılır olduğunu kavramakla mümkün olacaktır.
Ancak bu cümleyle, tamamen geçmişe dönük, tabiri caizse “tarihle saklambaç oynayan” günümüzü ve geleceğimizi ilgilendiren köklü meselelere kapalı bir hareket metodu anlaşılmamalıdır.
Çünkü mesele; söz konusu sorunların daha iyi anlaşılmasında değil, onlara Kur’anî ilkeler çevresinde çözümler sunulmasındadır. Sorunlar günceldir. Önümüzdedir. Bu şekliyle de nedenleri her ne kadar geçmişte de olsa çözümleri bugün ve gelecekte durmaktadır.
Bu noktada görmemiz gereken ilk temel gerçek “Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” (1) ayetinden hareketle; içinde bulunduğumuz durumun çok öncelerden, Allah tarafından belirlenmiş bir kötü talih neticesi değil, bizatihi kendi yapıp ettiklerimizin sonucu olduğudur.
Denilebilir ki bu halin aslı; öncelikle bizim kendi içimizde yaşadığımız ve yaşattığımız dönüşümün, kavram boyutundaki anlam sapmaları şeklinde Kur’anî hayat tarzına yansımış olmasındadır.
Ve yine denilebilir ki, bu sapmaların nesilden nesile sanki kutsanmış birer doğru gibi aktarılmasının bir hikayesidir.
Kur’an kültüründen uzaklaşmanın yol açtığı boşluk, büyük ölçüde birey ve toplum psikolojisinde pratik birer beklentinin karşılanması şekline bürünen, Kur’an dışı düşünce sistemlerince doldurulmuş ve olay günümüze değin bu şekliyle taşınmıştır.
Bu meyanda, konu başlığımız olan şefaat için “bu süreçlerin en fazla etki ettiği Kur’anî kavramlardan biridir” sözü yanlış olmaz.
Zira, kavram kendi bağlamının dışında bütünlükten yoksun bakış açılarıyla tanımlanmasının neticesinde, zaman içerisinde hakim kültürlerin Kur’an’a doğrulatılmasına varan yorum genişlemesine uğramış ve bolca hadis literatürüyle de soyut bir değerden çok, ancak sosyal hayattaki tesiriyle anlaşılabilecek bir görüşün temsilcisi olmuştur.
“Şefaatçilik” olarak isimlendirebileceğimiz bu görüşü tartışmaya geçmeden önce; yaşadığımız toplumdaki müslüman kimliğin ne kadar Kur’anî kaynaklardan beslendiğinin tespiti elzemdir. Bu açıdan bakıldığında aradaki farkı ölçmek zor olmasa gerektir.
İşte bu fark ve çelişkidir ki, toplumsal hayatımızın yabancı ve ithal malı faktörlerin taarruzuna ortam hazırlamıştır. Bu çelişkiler fert ve topluma yansımış., pratik bulmuş, fırsatçı, çürük ve temelsiz bir din anlayışının zihinlerde yer etmesine neden olmuştur.
Bu nedenledir ki, konunun son tahlilde ele alınması gereken aslî zemini; basit şekliyle “şefaat var mıdır, yok mudur” sorusunun kelami boyutuna hapsedilmiş biçimi değil, bu soruya verilecek cevabın, yaşanan hayat üzerine düşmüş gölgesi ve bu zeminde oluşan din anlayışlarının sorgulanma biçimidir.
Şefaatçilik ve Dayanakları
Şefaat, sözlük anlamı itibariyle araya girmek, iltimas etmek, yardım etmek, ricada bulunmak, destek olmak, bir işe delalet ve tavassut etmek veya “aracı olmak” anlamına gelen Arapça bir terimdir.
Günümüzde yaygın olarak anlaşılan şekline gelince özetle şu tanımı yapmak mümkün:
Günahkar müminlerin, hesap gününde, Allah tarafından bağışlanması için Allah’ın sevgili kullarının (Peygamber, veli vs.) onlara aracılık etmeleridir.
İslam’ın birinci yüzyılında ya da ona yakın tarihlerde, Kur’an’daki bazı ifadelerden, kıyamet gününde aracılığın (şefaat) mümkün olduğu anlamı çıkarılmıştır.
2. ve 3. hicri yüzyıllarda (8. ve 9. miladî) kristalleşen sünni görüşe göre de kafirler veya gayri müslimler için şefaat mümkün değildir. Ama az önce de belirtildiği üzere günahkar müminler için etkili olacaktır. (2)
Kur’an’daki bu ifadelerden maksat ilgili şu ayetler çevresindedir:
“Onun huzurunda, onun izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez.” (3)
“Suçluları da yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün; yalnız Rahman’ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler.” (4)
Bu tezin ikinci dayanağını da hadis kitaplarındaki peygamberlerin kendi ümmetlerine yapacakları şefaat ile ilgili pek çok atıflar olmasıdır. (Ve yine halk arasında yaygın olan İslamî anlayışa göre Veliler o kadar çok şefaat edecekler ki peygamberleri bile geçecekler.) (5)
Bu açıdan baktığımızda ilk gördüğümüz unsur, bu görüşün temel mesajını “aracılık” ve “kurtarıcılık” fikri üzerine bina ettiğidir. Bu gerçek onu ister Allah’ın iznine tabi kılsın, isterse bu kurtarıcıyı Allah’ın peygamberi ilan etsin değişmeyecektir.
Ayetlerdeki Durum
Söz konusu bu ayetlerin anlaşılmasının ilk şartı, onların hangi amaca binaen geldiklerini anlamaktan geçmektedir. Zira Kur’an, bu ayetler vasıtasıyla toplumda; yaşayan bir anlayışa göndermeler yapmakta ve bu hususu onlarla tartışmaktadır. Yani konunun öncesi vardır. Bu durum, özellikle ayetlerin Kur’an bütünlüğünde neyi hedeflediğinin anlaşılması açısından önemlidir.
Birincisi; kafir ve müşrikler şefaati bir kalkan gibi kullanmaktadırlar. Hz. Peygamber ile diğer peygamberlerin davetlerini kabul etmeyenler, bağlı bulundukları ilah ve ilahelerin Allah katında kendileri için aracı olduklarını, bu nedenle Allah’ın azabından korkmaları gerekmediğini söylemektedirler. Yani bu şefaatçi ve aracıların, kendilerini nasıl olsa kurtaracaklarını belirtiyorlardı.
İkincisi; Kureyşliler kendilerini Hz. ibrahim’in soyundan saydıkları için Kabe’nin mütevellileri vs. Araplar’ın, dinî, ahlakî, siyasî ve kültürel liderliğinin kendi malları olduğunu sanıyorlardı. Bunlar, Allah’ın yüce mahkemesinde kendilerinin hiç bir zarara uğramayacağı gibi yanlış bir düşüncede idiler. (6)
İşte mevcut ayetler öncelikle bu anlayışların, bu beklentilerin cevaplanmasına yönelik gelmektedir. Ortada Allah’ın uluhiyetine, sınırsız haşmetine ve kulları arasındaki adalet ölçüsüne ters düşen bir tablo vardır. Bu durum yanlıştır. Doğrusu ise ancak Kur’an’ın vaaz ettiği ilkelerde aranmalıdır.
“Allah ki ondan başka ilah yoktur. Daima diri ve yarattıklarını koruyup yöneticidir. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir. Onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir.” (7)
“Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiç bir şeye malik olmayan şeyler olsalar da mı? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü onundur.” (8)
Öyle anlaşılmaktadır ki Kur’an, müşrik kafalarda yaşayan şefaatçiliğin “Allah’ı çemberin dışında tutma eğilimlerine” Allah’a rağmen bir anlayışı kırmayı kendisine hedef edinmiş bunu da “Ancak Allah’ın izniyle” gibi bir şarta vurgu yaparak açıklamıştır.
Ancak bu şart Kur’an bütünlüğünden koparılarak değerlendirilirse, sanki müşriklerin iddialarının kabul edilmeyen yanının, bu aracıların varlığı değil, onların seçimindeki yanlışlar olduğu anlaşılabilir. Oysa bu şartın ana hedefi, insanların zihinlerinde, Allah’ın yanında, karşısında her şeyin aciz kaldığının kavranması, onun haşmet ve azemetinin vurgulanmasıdır. Aşağıdaki ayetler bu durumu somut şekilde ifade etmektedir.
“O Allah ki gökleri, yeri ve bunların arasında bulunanları altı günde yarattı. Sonra arşa istiva etti. Sizin O’ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur.” (9)
“De ki: Bütün şefaat Allah’ındır.” (10)
O’ndan başka bir dost ve şefaatçinin olmaması ancak şefaatin tümünün Allah’a ait olmasıyla açıklanmıştır. Yani, müşrik yaklaşımların tersine O, hükmünde öylesine tektir ki, onun izni olmaksızın kimse şefaat edemez. Zira bütün şefaat O’nundur, denmiştir.
Şefaatin izne bağlı olduğunu ifade eden ayetler (11) izinle şefaatin söz konusu olduğu imajını bizlere çağrıştırmaktadır. Fakat Kur’an’daki ayetleri bir bütün olarak incelediğimizde bu şefaatin muallakta ve insanların müdahalesine açık olmadığını görürüz.
“Rahman çocuk edindi dediler. O yücedir. Hayır, melekler şerefli kılınmış kullardır. Allah’tan önce söz söyleyemezler. Ancak O’nun emri üzere iş işlerler. Allah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler. Bunlar içinde kim ‘Ben Allah’tan başka bir ilahım’ derse işte onu cehennemle cezalandırırız.” (21/26-29)
Ayetlerdeki izin verme (53/26; 20/109; 34/23)den maksat Rahman’ın, meleklerin müminlere yardım etmesine izin vermesi olduğunu anlamamız gerekir. Yoksa her gün namazlarda okuduğumuz “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (1/4) ayetiyle çelişmiş oluruz.
Oysa, bu tür ayetleri yukarıda belirtilmeye çalışılan bağlamından hatta Kur’an’ın kavramı kullandığı ve açıklık getirdiği diğer ayetlerden bağımsız değerlendirmemiz halinde bile “Onun izin verdiğinden başkası şefaat edemez” türü ibarelerden “onlara şefaat izni verir ve onlar şefaat edeceklerdir” sonucu sadece bir varsayım olarak değerlendirilmelidir. Zira bu ayetlerde geçen istisna edatı, şefaatin vuku bulacağını değil aksine bunun olmayacağını vurgulamak için kullanılmıştır. Yani “Allah’tan başka şefaatçi yoktur. Böyle bir şefaatçinin varlığını farzetsek bile bu da Allah’ın iznine tabi olacaktır.
Burada karıştırılan şey gerçekleşen olayların Allah’ın izniyle olmasıyla Allah’ın bunları istemiş olup, olmamanın iyi ayrıştırılamamasından kaynaklandığıdır.
Bunu başka bir örnekle açıklayalım. “Allah’ın izin vermediği bir kulun kafir olması mümkün müdür” diye sorsak cevabımız elbette “hayır” olacaktır. Peki bu cümleden Allah bir insanın kafir olmasını ister anlamını çıkarmak mümkün müdür? Evet, mümkündür. Ancak yanlıştır. Zira Kur’an’ın bize verdiği Allah telakkisine uymayacaktır.
Yapılacak şey bu ayetleri Kur’an bütünlüğünde değerlendirmektir. Bu açıdan hiç bir istisna payı bırakmayıp, şefaati hem müslümanlara (ki geleneksel anlayışlar özellikle burada yanılmışlardır) hem de müşriklere nefye’den (olmayacağını söyleyen) aşağıdaki ayetler konuya açıklık getirmektedir.
“Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (12)
“Ve öyle bir günden korkun ki o gün hiç kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden fidye alınmaz ve onlara hiç bir ayırım yapılmaz.”
“Bırak o dinlerini oyun eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri de, sen o Kur’an ile hatırlat ki bir kişi, yaptığı işi eline teslim edilmeye görsün. Allah’tan başka onun ne bir dostu ne de bir yardımcısı olmaz. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez, işte onlar kazandıklarının eline teslim edilmişlerdir. Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acı bir azap vardır.” (13)
Kur’an, inmeye başladığı andan itibaren şirkle kavga halindedir. Yukarıdaki ayetlerde görülen genel ve kesin hükümler çerçevesinde şefaatçilik görüşü şirk addedilmişken, Kur’an’ın kendi oluşturmak istediği düşüncede bu anlayışa prim veren yaklaşımlar vazetmesi beklenmemelidir. Kaldı ki Rasulullah da bu konuda teyakkuz halinde olmalıdır.
Zaten Kur’an’ın bütün yapısı aracılığa karşıdır. Çünkü Kur’an der ki: “Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.”
Yine Kur’an’a göre, Allah bir anlamda insanlar içinde etkinlik göstermektedir. Aynı şekilde Allah’ın insana kendi şah damarından daha yakın olduğu bildirilir. Ve Kur’an tekrar tekrar belirtir ki “Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır.” Bu noktada Kur’an’ın bireyi esas aldığı ayetlere bakarsak onun, bu konudaki yaklaşımının İslam’daki birçok ekolün “Allah karşısında kulu felç eden eğilimlerinin tersine, bireyin tüm kabiliyetlerinin aktüelleşmesini amaçladığı görülecektir. Hatta öyle ki, ona gerektiğinde “tek başına bir ümmet olma” bilincini taşıyacak sorumluluğu ve şerefi verir. Allah’la dost olabilmek şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım tarzı, Allah ile kul arasında doğabilecek her türlü boşluğu önlemiştir.
Yani Allah kulunun hem dış dünyasını hem de iç dünyasını kuşatmıştır. Oysa şefaatçilik görüşü, Allah’ı tabir yerindeyse bir tür “Baş Hakim” gibi göstermekte ve bu baş hakim karşısındaki kulun kurtuluşunu da neredeyse Allah’tan daha merhametli hale getirdikleri aracılar da görmektedir.
Hadislerdeki Durum
Buhari ve Müslim tarafından nakledilen birçok hadiste, Hz. Peygamberin nasıl şefaat ederek onları cehennemden çıkarıp cennete sokacağı anlatılır. Bu hadislerden birisi özetle şöyledir: Allah kıyamet gününde insanları toplar. Bunlar, içinde bulundukları durumdan kurtulmak maksadıyla şefaatte bulunması için önce Adem’e başvururlar. Fakat Adem buna ehil olmadığını söyleyerek onları Nuh’a gönderir. Nuh aynı sebeple Musa’ya, Musa da İsa’ya gönderir. Sonra bana gelirler. Ben de Rabbimin huzurunda secdeye kapanırım. Rabbim, Ya Muhammed başını kaldır, söyle sözün dinlenir, iste sana verilir, şefaat et şefaati kabul edilir, der. (14)
İki değişik hadis de şöyledir: “Ben kıyamet günü, Ademoğlunun efendisiyim. Kabri ilk açılan ben olacağım. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen de ben olacağım.” (15)
“Ben kıyamet günü Ademoğlunun en hayırlısıyım, ama övünmem. O gün gerek ondan başka bütün peygamberler, hep benim bayrağım altındadır. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen benim.” (16) Öncelikle şefaat hakkında rivayet edilen bu hadisler, ahiret gününde, hiç bir şefaatin olmayacağını, herkesin yaptığının karşılığını bulacağını vurgulayan ayetlerle tenakuz halindedir.
Kaldı ki bu rivayetlerin cümleleri, çok ciddi bir metin tenkidine ihtiyaç göstermektedirler. Cümleler arasındaki çelişki açıktır. Zira Hz. Peygamber, hem Ademoğullarının efendisi ve en iyisi olduğunu, kıyamet gününde bütün peygamberlerin kendi bayrağı altında toplanacaklarını söylüyor. Hem de “övünmem” diyor. Eğer bu sözler övünme değilse artık övünme nasıl olacaktır? (17) Peygamberin bilinen tevazuuna, artı Kur’an’daki kesin hükümlere ters olan bu sözleri Peygamberimizin söylemiş olması mümkün değildir. Peygamber böyle çelişkilerden uzaktır.
Bir ikinci husus, bu hadislerin konusunun gayb ile ilgili olduğudur.
“O gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu rasullere gösterir.”
Bu ayet, Allah’ın gaybını ancak rasullere bildireceğini, onların haricinde kimseyi gaybına muttali kılmayacağını gayet açık olarak ifade etmektedir. Rasullere bildirilen gayb da bizatihi Kuran’dır. (18)
“De ki: Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahiy olunana uyuyorum.” (19) O halde Kur’an’ın dışındaki hiç bir kaynağın, gaybi haberleri bize bildirmeye kabiliyeti ve yetkisi yoktur. (20)
Yukarıdaki hadislerde anlatılanlar ise bu şekliyle zandan öte bir şey değildir. Zira bunlar Kur’an’da yoktur. Gaybe iman, akidenin temel esaslarından biri olduğu için bu hadislerle amel edilmesi Yüce Allah’ın şu buyruğu gereği caiz olmaz. “Kuşkusuz zan hakikatten hiç bir şey ifade etmez.” (21) Dolayısıyla bu tip hadislerin içeriğine inanmakla mükellef değiliz.
Ayrıca bu hadislerden anlaşılan odur ki, Rasulullah ölümden sonrası için geniş bilgilere sahiptir. Oysa Kur’an, onun bu meyanda bir bilgi sahibi olmadığını beyan etmiştir. “Ben türedi bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem.” (22)
Hadislerdeki bu tarz yaklaşım, Kitab-ı Mukaddes (incil)’teki İsa’nın, Allah katında onun kullarını bağışlanmasını sağlayan misyonunu çağrıştırmaktadır.
Anlaşılan odur ki bazı müslümanlar bu durumdan alınmış ve bu duruma cevap verme ihtiyacından şefaatçilik anlayışının İslam’da da olduğu noktasındaki görüşlerini açıklamışlardır. Ancak bu anlayış ilk çıkış itibarıyla sadece görüşün sahibini bağlamakla birlikte, zaman içinde Rasulullah’ın otoritesinin altına girip ona mal edilen hadisler kanalıyla bugün tüm ümmeti bağlar konuma getirilmiştir.
Sonuç
Konuya son verirken şefaatin, hak etmeyenin kurtuluş vesilesi olamayacağını bir kez daha vurgulamak gerekir. Çünkü Kur’an’a göre haketmiş olmak ancak salih amel işlemekte gerçekleşecektir. Yani yaptığımız her eylem sonucunda eğer Allah’ın istediği sonuç (salih amel) çıkmıyorsa, artık bundan sonra bir kurtuluş imkanı aramak Allah katında bir sonuç vermez. Ve o gün “kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görecektir”. (99/Zilzal, 7-8)
İşte bu haldir ki dinini oyun ve eğlence haline getirmeyen herkes, hayat planını bu temele ve sorumluluğa dayandırmak zorundadır. Bu, Allah’ın bizden istediği kimliğin elde edilmesinin temel şartıdır.
Şefaatçilik görüşüyle önemli ölçüde zedelenen, zayıflayan bu şart, günümüzde, dünya hayatında belirlenen Şafiler (şefaat edeceklerle Mekke putperestliğini aratmayacak noktalara gelmiştir. Bireyi kendi dışında kurtuluş hayallerine sürükleyen bu anlayışın en büyük zararı, dünya hayatı için gönderilen bu dinin yaptırım gücüne ol muştur. Ali Şeriati’nin “kandan afyon yapmak” (23) dediği bu durum, öncelikle islam düşmanlarının egemen sistemlerinin işine gelmektedir.
Ey Rabbimiz! Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. (1/Fatiha, 4)
Notlar:
1. 13/Rad, 11.
2. Fazlur Rahman. Ana Konularıyla Kur’an, Fecr Yayınevi, s. 96.
3. 30/Rum, 109.
4. 19/Meryem,87.
5. Fazlur Rahman, a. g. e.
6. Mevdudi, Peygamberin Hayatı, Pınar Yayınları, s. 335-342.
7. 2/Bakara. 255; ayrıca bkz.: 10/Yunus, 3; 20/Taha, 109.
8. 39/Zümer, 44; yine 39/Zümer. 23.
9. 32/Secde, 4.
10. 39/Zümer. 44.
11. Fazlur Rahman, a. g. e.
12. 2/Bakara, 254.
13. 6/En’am,70.
14. Müslim, iman, Hadis 321.
15. Müslim, iman, Hadis 327,328; Fedail, 3; Tirmizî, Tefsiru Sure IV; Ebu Davud, Sünne 13.
16. İbn Mace, Zühd, 37; Darimî, Mukaddime, mau tiyen’n-nebiyyu (sav) minel fadail, Müslim.
17. Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsir, Cilt 1, s. 440, Yeni Ufuklar Neşriyat.
18. Cavit Erkılınç, ‘itikatta Ölçü”, Hak Söz Dergisi, sayı 2, s. 10.
19. 6/En’am, 50; 7/Araf, 188.
20. Cavit Erkılınç, a. y.
21. 53/Necm, 28.
22. 46/Ahkaf, 9.
23. Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, Yöneliş Yayınları, s. 235.
(Haksöz Dergisi – Sayı: 9 – Aralık 91 Kavramlar– Basri Işıksever http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=75 )
KUR’AN’DA ŞEFAAT, AHİRETTE ŞEFAAT
Kur’an; şefaati dünyevi manalarda ele alıp, kimlerin ve hangi varlıkların şefaatinin geçerli olduğunu belirttikten sonra, Ahiret hayatında şefaatin gerçekleşmeyeceğini vurgulamaktadır. Ahirette şefaatin gerçekleşmesine engel teşkil eden faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Kur’an; ahirette şefaatin olmayacağını vurgulamaktadır.
Kur’an: dünyaya ait şefaatin kaide ve kurallarını tespit ederken, ahirette şefaatin olmayacağına da işaret etmektedir. “Kimsenin kimseden faydalanmayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korkun” ayeti, net bir üslupla ahirette şefaatin olmayacağını belirtmektedir. Aynı ifadelere, Bakara suresindeki diğer bir ayette, “kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korkun” denir. Bu ayetlerde zikredilen olgular, insanların dünyada, bir cezadan kurtulmak veya bir menfaat temin etmede kullandıkları olgulardır. Bu iki ayette, şefaat ve fidyenin yer değiştirmesi, dünya hayatında, bir kimsenin cezadan kurtulması veya isteğine ulaşması için bu olgulara verdiği önem sırasını belirtmektedir.
Allah’ın, aracılar vasıtasıyla günahkâr müminlerin azaplarını kaldırarak cennete koyması şeklindeki bir şefaat anlayışını benimseyenler, bu ayetlerden bir önceki ayetlerde hitabın Yahudilere olmasını gerekçe göstererek, şefaatin olmayışının Yahudi ve Hıristiyanlara has olduğunu vurgulamışlardır. Bu ayetlerdeki ifadelerin Yahudi ve Hıristiyanlara tahsis edilmesi imkânsızdır. Bu tahsise olanak vermeyen nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
A- Bu ayetler; Yahudiler ve Hıristiyanlar ile ilgili, tarihi bir vakıadan söz etmemekte, ahiretle ilgili genel prensiplerden söz etmektedir. İnsanlar ahirette, aynı kurallar altında, inanç ve inançsızlık yönünden yargılanacaklardır. Elbette; bu yargılamada, insanların kendi dinlerinde var olan bazı özel yasaklar ve emirler dolayısıyla da yargılanacaklardır. Bu emir ve yasaklara uygun hareket etme veya etmeme, inanç ve inançsızlıktan gelmektedir.
B- Bu ayetlerden bir önceki ayetlerdeki hitabın Yahudilere olması, bu ayetin hükümlerini onlara has kılınmasını gerektirmez. Çünkü aynı suredeki, “Ey İnananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce, sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarf edin. İnkâr edenler ancak yazık edenlerdir” ayetindeki hitap inananlaradır.
C- Bu ayetlerdeki şefaat hakkında inkârcı tutum Yahudi ve Hıristiyanlara has kılınırsa; ayetlerde şefaatle aynı kategoride ele alınan fidye, alışveriş, dostluk ve yardımın olmaması olgularının da onlara has kılınması gerekir. Bu durumda; Müslümanların, ahiretteki azaptan kurtulmak için fidye, alışveriş, dostluk gibi metotları kullanarak, azaptan kurtulabilecekleri ortaya çıkmış olur ki, Allah’ın fidye karşılığı inanları azaptan kurtarması düşünülemez. Çünkü diğer bir ayette, fidye tek başına yer almakta ve fidye ile azaptan kurtulanamayacağı vurgulanmaktadır.
D- Yahudilerin, ahirette, günahkârların günahlarından dolayı kazandıkları azabın, şefaatçiler vasıtasıyla affedilmesi şeklinde ahirete ait bir şefaat inancına rastlamıyoruz. Yahudilerin, ahiret gününe, cennet ve cehenneme inandıklarına Kur’an şu şekilde işaret etmektedir: “Yahudi ve Hıristiyan olmayan kimse, elbette cennete giremeyecektir” derler. Bu onların kuruntularıdır. De ki, eğer sözünüz doğru ise, delillerinizi getirin.” Fakat onlar, ahiretteki azabın sadece belirli günlerde kendilerine dokunacağına da inanmaktadırlar. “Ateş bize sadece birkaç gün değecektir” derler. Sor: “Allah katından bir söz mü aldılar?” Eğer öyle ise, Allah sözünden caymayacaktır. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz” Onların, kendileri için azabın bir kaç gün olacağı inançları, ileri sürülen bu gerekçeyi red etmektedir.
E- Bu ayetlerdeki hükümlerin Yahudilere tahsisi, Musa’nın dinine uymuş ve ona tabi olmuş inananların da şefaatten mahrum edilmesi demektir. Bu tahsiste, Musa’nın şeriatını benimseyenler, şefaatin kapsamı dışında bırakılamaz. Çünkü Allah’ın, bazı inananlara bu hakkı vermesi, bazılarını da bu haktan mahrum etmesi düşünülemez.
Meryem suresindeki; “Sakınanları o gün, Rahman’ın huzurunda O’na gelmiş konuklar olarak toplarız. Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz. Rahman’ın katında bir ahd almış olandan başkası asla şefaatte bulunmayacaktır” ayeti ve Taha Suresindeki “O gün Rahman’ın izin verdiği, sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez” ayeti de, ahirette şefaatin varlığına delil olarak sunulamaz. Birinci ayette, şefaatte bulunmak için, Allah’tan ahit almak şart koşulmuştur. Ahirette şefaatte bulunmak için, Allah’tan ahit almış bir varlık bulunmamaktadır. İkinci ayette ise; Allah’ın, şefaatçinin sözünden hoşnut olması şartı getirilmiştir. Bu ayetler, insanın, kıyamet gününde, amelleriyle baş başa kalacağını, hiç bir nesnenin insanların cezasını kaldırmaya güç yetiremeyeceğini vurgulamaktadırlar. Bu ayetlerde üzerinde durulan, kimin için şefaatçi olunacağı değildir. Ahiret günündeki olgulardan bahsedilen Sebe Suresinin son kısımlarında, “O göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunanların Rabbi’dir. O, önünde kimsenin konuşmayacağı Rahman olan Allah’tır. Cebrail ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah’ın izni olmadan kimse konuşmayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.” Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda konuşmasına izin verilen tek nesne, insanların organlarının kendileri hakkındaki şahadetleridir. Kur’an, buna şu şekilde işaret etmektedir: “İşte o gün, ağızlarını mühürleriz. Bizimle elleri konuşur. Ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” Konuşma imkânı dahi verilmeyen melekler veya insanlar, nasıl olur da şefaatte bulunurlar?
Diğer taraftan; Meleklerin dünya hayatındaki şefaatleri, günah işleyen inananların işlemiş oldukları günahları Allah’ın affetmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Fakat Ahiret hayatında insanın günah veya sevap işlemesinin imkânı yoktur. Bu neden olmadan, yani günah işleyen insan olmadan, meleklerin şefaatinin gerçekliliği imkânsız olmaktadır.
2- Ahiret Gününde Allah’ın Otoritesi:
Allah; bu kâinatın idaresi için belirli kanunlar koyduktan sonra (adetullah), bu kanunların devamlılığını da kendi fiillerinin bir parçası olarak tayin etmiştir. Hatta Allah’ın bu kâinatı sevk ve idarede bir anlık dalgınlığı, kâinatın düzeninin bozulmasının nedeni olarak görülmektedir. İnsan ise; bu dünya hayatında, hal ve hareketlerinde özgürdür. İnsanın dünya hayatında yaptığı her şeyden sorumlu olması, onun davranışlarında özgür olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu dünyada filleri bakımından özgür olan insan, ahirette ise bu özgürlüğünü kaybetmektedir.
Allah: kıyamet gününün tek otoritesi kendisinin olduğunu belirtmektedir. “Din Gününde otorite onundur” ayetinde ahiret gününde sadece Allah’ın hâkimiyetinin olacağı, diğer hiç bir varlığın hâkimiyetinin olmayacağına işaret edilmektedir. Bu manayı ifade eden pek çok ayet bulmak mümkündür. “O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bu gün hükümranlık kimindir?” denir. Hepsi “Gücü her şeye yeten tek Allah’ındır” derler.” Ahirette şefaatin gerçekleşeceği inancı, bu otoriteyi Allah’tan başka varlıklara verilmesi demektir. Bu hâkimiyeti sağlayan unsurları şu şekilde sıralayabiliriz:
A- Allah’ın İzin Vermesi:
İzin; bir konuda icazet vermek, onun mubah olduğunu belirtmektir. Bir şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyi ifade eder. “Oysa Allah’ın izni olmadıkça, onlar kimseye zarar veremezlerdi” ayetindeki izin, sihrin olumlu bir olgu olmamasıyla beraber, onun insanlar üzerindeki etkisine Allah’ın müsaade verdiği anlamındadır. Aynı zamanda bir şeye izin vermek, dünyadaki hâkimiyetin de bir parçasını oluşturmaktadır. Kur’an, sihirbazlar Allah’a iman ettiklerinde, Firavun’un “ben size izin vermeden mi siz ona inandınız” sözünü naklederek, izin vermenin, otoritenin bir unsurunu teşkil ettiğine işaret etmektedir.
Şefaati Allah’ın iznine bağlayan ayetleri iki kategoride ele almak mümkündür: Birincisi; Şefaatçi için Allah’ın izin vermesi, ikincisi ise; Allah’ın şefaat edilecek kişi için izin vermesi. Allah, şefaatçi olmak için meleklere, şefaat edecekleri varlıklar için de müminlere izin verdiğini belirtmiştir.
B- Allah’ın Dilemesi:
Allah’ın dilemesi ve irade etmesi aynı anlamı ifade etmektedir. Bazı âlimler ise; meşiet ve dileme arasında fark olduğunu, Allah’ın dilemesinin bir şeyin varlığını gerektirdiğini, Allah’ın iradesinin ise bir şeyin varlığını gerektirmediğini ileri sürmektedirler. Her ne kadar bu iki kelime arasındaki bu farka işaret etmese de; Allah’ın dilemesinin bir şeyin varlığını gerektirdiğinden hareketle, haklı olarak, Tekvir Suresi 29. ve İnsan Suresi 30. ayetlerdeki Allah’ın dilemesini, “Allah sizin dilemenizi dilemesi, iradenizi irade etmesiyle siz diliyorsunuz” şeklinde izah etmektedir.
Kur’an’da, Allah’ın dilemesi, onun kudretinin ve mutlak hâkimiyetinin bir göstergesi olarak yer almaktadır.
“Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermediği müddetçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati fayda vermez” ayeti ile, meleklerin şefaatinin, Allah’ın izin verdiği ve dilediği kimselere fayda vereceğine işaret edilmektedir. Meşietin ifade ettiği “bir şeyin varlığının gerçekleşmesi” manasından hareketle, bu ayeti, “Allah meleklerin, müminler için şefaat etmelerini dilemiştir” şeklinde anlamak mümkündür. Aynı zamanda bu ayet; “melekleri ilahlaştıran ve onlara tapınan müşrikler için şefaatin olmadığına” işaret etmektedir.
C- Allah’ın Razı Olması:
Bir şeyden razı olmak da hâkimiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayetlerde Allah’ın razı olması, meleklerin şefaat edecekleri varlıklardan razı olması şeklinde yer almaktadır. “Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler” ve “Allah, dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati fayda vermez.” Her iki ayette de, meleklerin şefaatinin melekleri tanrılaştıran müşrikler için olmadığı, fiillerinin şirk olması dolayısıyla Allah’ın onlardan razı olmayacağı belirtilmektedir. Allah’ın razı olduğu kimseler ise müminlerdir.
3- Allah’ın vaadi değişmez.
Kur’an; Allah’ın vadini ve vaadini değiştirmeyeceğini vurgulamaktadır. “Senden, başlarına acele azap getirmeni istiyorlar. Allah sözünden asla caymayacaktır” ayetindeki vad, vaid (tehdit) kelimesinin ifade ettiği manayı içermekte ve Allah’ın vaadinden dönmeyeceğine işaret edilmektedir. Aynı üslup, “Cennetlikler cehennemdekilere, “biz Rabbimizin bize vad ettiğini gerçek bulduk. Rabbinizin size vad ettiklerini gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar da; “Evet” derler” ayetinde de mevcuttur.
Bazıları Arap lügatinde ve Arapların nazarında vaidden dönmenin yalancılık değil de bir fazilet olmasından ötürü, Allah’ın vaadini değiştireceğini ifade etmektedirler. Her ne kadar Arap dili ve kültürü açısından, tehditten dönmek bir fazilet kabul edilse bile, Kur’an; “Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalancı oldukları için, Onunla karşılaşacakları güne kadar, Allah kalplerine nifak soktu.” ayetiyle, sözden dönmenin fazilet değil, yalancılık olduğuna işaret etmektedir. Yalancılık, insanlar için kötü bir sıfat olarak nitelendirilirse, Allah için nasıl fazilet olarak kabul edilebilir?
Allah’ın vaadinden dönmesi caiz olursa, vadinden dönmesi de caiz olur. Çünkü Vad ve vaid kelimeleri birbirinin zıddı olan iki kelimedir. Vad; gelecekte insanları faydalı olan bir şeye ulaştırmayı, vaid ise, gelecekte insanları zararlı olan bir şeye ulaştırmayı içeren haberlerdir. Bu iki kelimenin zıddı da sözden dönmektir. Allah’ın vaadinden döneceğini ileri sürmek, Allah’ın Kur’an’da açıkladığının zıddına Müslümanlara sorumluluk yüklemesi demektir.
Allah; insanların verdiği sözü yerine getirmemelerinin kötü bir fiil olduğuna işaret etmektedir. Yeminlerinden dolayı insanların sorumlu tutulması buna bir örnektir. “Allah size rasgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile yaptığınız yeminlerinizden dolayı hesap sorar… Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.” Bu ayette yeminlerinden dolayı Müslümanların sorumlu tutulması, sözlerine Allah’ı şahit tutmakla birlikte, sözlerini yerine getirmemelerinden ötürüdür. Çünkü yeminlere bağlı kalındığında, bir sorumluluk olmadığı gibi, kefaret de gerekmemektedir. Aynı şekilde; “Ey İnananlar! Yapmadığınız şeyleri niçin yaptığınızı söylersiniz? Yapmadığınız şeyleri yaptık demeniz, Allah katında büyük gazaba neden olur.” Bir insanın yapmadığı şeyi yaptım diye söylemesi Allah’ın gazabına neden olduğu gibi, yapmayacağı şeyi söylemesi de Allah’ın gazabına neden olur. Çünkü her ikisi de yalancılığa işaret etmektedir.
Vaid bildiren ayetlerin, yine Kur’an ile tahsisi caizdir. “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde temelli kalacağı cehennemdir” ayeti, “kim bir Müslümanı öldürmeyi helal kabul ederek öldürürse” anlamındadır. Çünkü diğer ayetler, büyük günah işleyeni mümin olarak nitelendirmektedir.
4- “Ahirette şefaat” anlayışının temelleri
Çeşitli fırkaların ahirete ait şefaat anlayışının temelleri için pek çok fikir ileri sürülmüştür. Wensick’e göre; Sünni cemaatin şefaat fikrini benimsemesi, “Hıristiyan fikirlerinin tesirinde olduğu kadar, kadere mukabil bir şey bulmak ihtiyacından” ileri gelmiştir. Watt’a göre; “Hz. Muhammed’in kendi ümmetinin günahkârlarına şefaati akidesi, aşırı ahlaki ciddiyetin sebep olduğu ümitsizliği def etmek maksadına hizmet etmiştir.” Müslümanların Peygamber’e şefaat yetkisi vermelerinin sebebi, insan psikolojisinden kaynaklanan, kendilerinden olan Peygamber’e duyulan daha çok güven olgusu olsa gerektir.
Sonuç
İslam kültüründe, şefaat konusunda iki temel eğilim hâkim olmuştur. Birincisi; haricilerin ortaya attığı, mutezilenin de kabul ettiği, şefaatin inananların cennette derecelerinin yükseltilmesi ve sevaplarının artırılması şeklinde olduğudur. İkincisi ise; mürcie’nin ortaya attığı, şia ve ehl-i sünnetin kabul ettiği, büyük günah sahibinin cezasının kesintiye uğrayarak cehennemden çıkarılarak cennete sokulmasını içermektedir. Bu görüşlerin temeli, o mezhebin iman konusundaki düşüncesine kadar uzanmaktadır. Amelleri imandan bir cüz olarak kabul eden, şirk haricindeki diğer günahları işleyenleri Allah’ın af etmesinin mümkün olmadığını ve büyük günah sahibinin azabının devamlı olacağını ileri sürenler birinci görüşü, imanın tasdikten ibaret olduğunu, şirk haricindeki büyük günahların imanı ortadan kaldırmadığını ve onun azabının devamlı olmadığını kabul edenler ise ikinci görüşü benimsemişlerdir.
Şefaati konu alan ayetleri üç kategoride ele almak mümkündür. Birincisi; Kur’an’ın indiği ortamdaki, şirk şeklinde gerçekleşen müşrik Arapların inançlarının yanlışlığını bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerde, o kültürlerde var olan ve hâkimiyeti Allah’tan başka varlıklara veren inancın reddedildiğini ve Allah’ın otoritesinin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. İkincisi; şefaatin geçerli olduğu alanları belirleyen ayetlerdir. Bu ayetler; meleklerin şefaati, insanların birbirlerine günahlarının bağışlanması için duaları ve sosyal hayatta şefaatin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Meleklerin şefaati; dünya üzerinde yaşayan inananların günahlarının bağışlanması şeklinde gerçekleşmektedir. İnananların günahlarının bağışlanması için, kendileri Allah’a dua edebilecekleri gibi, Peygamber ve diğer insanların da onlar adına dua etmeleri mümkündür. Sosyal hayattaki şefaatte ise; insanların haklarını korumak, haksızlığa uğrayan insanların haklarının verilmesi v.s. gibi alanlarda şefaat güzel karşılanmış; şefaatle başkalarının haklarına tecavüz edilen alanlarda ise şefaat kötü karşılanmıştır. Bu tür şefaatte ise; şefaatçinin şefaat ettiği konun mahiyetine göre, şefaatçiye sorumluluk yüklenmiştir. Üçüncüsü ise; Ahirette bütün varlıkların şefaatinin geçerli olmadığını bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerde ise; Ahiret Gününde Allah’tan başka hiçbir otoritenin bulunmadığı, hâkimiyetin kesinlikle Allah’a ait olduğu vurgulanmaktadır. Bununla birlikte, insanların dünya hayatında, cezadan kurtulmak için yöneldikleri, şefaat, fidye, rüşvet v.s. gibi olguların ahirette mümkün olmadığı, ahiretteki yerinin herkesin kendi kazancı doğrultusunda belirleneceği vurgulanmaktadır.
Ahirette şefaatin imkansız olduğunu belirten pek çok akli ve nakli delil ileri sürmek mümkündür. 1- Kur’an ayetleri açık ve net bir şekilde ahiret hayatında cezadan kurtulmak için şefaatçilerin fayda vermeyeceğini belirtmektedir. Bu ayetlerin ifade ettiği manaların inkârcılara şefaatin olmayacağı şeklinde tahsis etmeye imkân yoktur. 2- Allah’ın va’di ve vaadi değişmez. Eğer Allah’ın vaadini değiştirmesi caiz olursa, vaadini değiştirmesi de caiz olur. Bu, Allah’ın insanlara Kur’an’da belirlemediği sorumluluklar yüklemesi anlamına gelir ki bu da imkânsızdır. 3- Kur’an ayetleri, her insanın sadece kazandıklarının karşılığını göreceğini, Ahirette hiç bir nefsin diğer bir nefisten faydalanmasının mümkün olmadığına işaret etmektedir. Şefaat, ise bu prensip ile çelişmektedir. 4- Kıyamet gününde, Allah’tan başka otorite yoktur. Allah, Dünya hayatında, dilemesi, izin vermesi, razı olması, irade etmesi v.s. sonucu insana özgürlük vermiştir. Ahirette ise; İnsanlar bu özgürlüklerinden yoksundurlar.
İnsanın kulluk bilincinin zayıflaması sonucu içine düştüğü günahlardan kurtulması, ancak dünya hayatında mümkündür. Ölümden sonra, insan için yapılan hiçbir iyilik fayda vermediği gibi, onun günahlarından kurtulması için gösterilen çabaların da hiç bir değeri yoktur. İnsanın günahlarından dolayı kazandığı cezadan kurtulmasının en güzel yolu tövbedir. Şefaat, aracılar vasıtasıyla cehennemden çıkarılmayı içermesine karşın, tövbe; insanın kendi fiili sonucu hiç cehenneme gitmemesini içermektedir. Bununla birlikte, günahlardan kurtulmanın bir diğer yolu, Allah’ın belirlediği güzel fiilleri yapmaya devam etmektir. Bu durumda, inanan insanın günahlardan dolayı kazandığı cezalar, iyiliklerden dolayı kazandığı sevaplarla örtülmektedir. (Mahmut Celal ÖZMEN –http://www.iktibas.info/dergi/subat/dusunce6.htm)