-
9th Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Hadis konusu yalnızca 21. asırda tartışılan bir konu değildir. Hz. Peygamberin vefatından hemen sonra Hz. Aişe ve Hz. Ömer, hadis aktarımcılarını yoğun ve sert biçimde eleştirmiş ve yalanlamışlardır. Hatta Hz. Ömer devlet müdahalesiyle onları cezalandırma yoluna gitmiştir.

Hadisleri reddediyor, kabul etmiyor, akla önem veriyor, dini akılla anlamaya çalışıyor diye Ebu Hanife hadis savunucuları tarafından sert biçimde eleştirilmiştir.

Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal’ın “İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu” (DİB Yayınları) adlı kitabında bu konu ayrıntılı olarak ele alınmıştır:

 

“Ebu Hanife: “Eğer bir kimse, ‘Peygamber (a.s.)in her söylediğine inanıyorum, ancak Nebi haksız (cevren) konuşmaz ve Kur’an’a muhalefet etmez’ derse, bu, onun, Peygamber’i tasdik ettiğini ve Peygamberi Kur’an’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber Kur’an’a muhalefet etse ve Allah’a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, Allah Teala, “Eğer Muhammed, bize karşı ona (Kur’an’a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık, hiç biriniz de onu koruyamazdınız” (Hakka 44-47), sözüne uygun olarak, onu kuvvetle yakalar ve şahdamarını koparırdı. Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Allah’ın Resûlü olamaz… Nebi’den Kur’an’a aykırı olarak hadis rivayet eden kimseyi red, Peygamber’i red ve onu yalanlama değildir. Bu, ancak, Peygamber’den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet bu kimseyedir, Peygamber’e değil. Onun için Peygamber’in söylediği her şey, işitelim, işitmeyelim, başımız gözümüz üstünedir. Buna iman eder, ve Allah’ın Resûlünün söylediğine, olduğu gibi şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki O, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmez. Allah’ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah’ın nitelediği bir şeyi ona aykırı bir şekilde nitelemez. Şehadet ederiz ki O bütün işlerde Allah’la muvafıktır. Bidat olabilecek hiç bir şey yapmamış, Allah’ın söylediği söze hiç bir şey katmamış ve zorlayıcılardan olmamıştır. Onun için Allah Teala; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 80), buyurmuştur. ( el-Alim 26-27) s.84-85

Ebu Yusuf: “Rivayetler çoğaldıkça bunlar arasından, bilinmeyen, fıkıh ehlinin bilmediği, Kitab’a ve Sünnete uygun olmayan rivayetler ortaya çıkar. Şaz(istisna) hadislerden sakın, hadisçilerin ve fukahanın bildikleri (kabul ettikleri) ile, Kitap ve Sünnete uygun olanları al, diğerlerini buna göre değerlendir. Çünkü Kur’an’a muhalif olan, Hz.Peygamber’den rivayet edilmiş dahi olsa ondan değildir.” (Ebu Yusuf, er-Redd,31) s.85

Ebu Yusuf bu görüşünü, Hz. Peygamber’e isnad ettiği şu hadisle de teyid eder: Rasulullah ölüm döşeğinde şöyle dedi: “Ben yalnızca Kur’an’ın haram kıldıklarını haram kılarım. Allah’a yemin ederim ki benim adıma bir şeye (beni bahane ederek) sarılmasınlar.” (Ebu Yusuf er-Redd, 31) s.85

Ebu Yusuf bu konuda daha açık bir rivayeti, Evzâî’ye yönelttiği bir itiraz vesilesiyle yaptığı şu tavsiyeden sonra zikretmektedir: “herkesin bildiği (kabul ettiği) hadisi al, şazz olandan sakın. Bize İbn Ebi Kerime, Ebu Cafer’den, o da Rasulullah’tan şöyle rivayet etti: “Rasulullah yahudileri çağırarak onlara bazı şeyler sordu. Onlarda anlattılar ve Hz.İsa (as) konusunda yalan söylediler. Bunun üzerine Nebi minbere çıktı ve insanlara hitaben şöyle dedi: “Benden hadisler yayılacak, size gelenlerden Kur’an’a uygun olanlar bendendir. Kur’an’a aykırı olanlar benden değildir.” ( Ebu Yusuf er-Redd, 24-25) s.86

Hz. Ömer’in Tavsiyesi: “Hz.Ömer, Kûfe’ye giden Ensardan bir grubu uğurlarken onlara şöyle der:… siz arı vızıltısı gibi Kur’an okuyan (çok olduklarından kinaye) bir kavme gidiyorsunuz. Peygamber’den rivayeti azaltın. Bu konuda bende sizinle beraberim. Bunun üzerine Karaza şöyle dedi: “Bundan sonra, Rasulullah’dan hadis rivayet etmeyeceğim.” (er-Redd, 30) s.86

Rasulullah: “Benden sonra hadisler çoğalacak, benden bir hadis rivayet edilirse onu Allah’ın kitabına arzedin, uyuyorsa kabul edin, bilin ki o bendendir. Allah’ın kitabına uymuyorsa reddedin, bilin ki ben ondan berîyim” (Serahsi, usul 1-365. Şafi’ı bu rivayeti er-risale’sinde tenkit eder,225-226) s.86-87

Rasulullah: “Allah’ın kitabında olmayan her şart batıldır ve Allah’ın kitabı en haklı olandır” (Serahsi, usul 1-364) Hz. Aişe’nin rivayet ettiği hadisin ilgili kısmı şöyledir:“ Rasulullah şöyle buyurdu: “İnsanlara ne oluyorda Allah’ın kitabında olmayan şartları, şart olarak ileri sürüyorlar. Kim Allah’ın kitabında olmayan bir şartı şart koşarsa bu batıldır. Böyle yüz şart ileri sürülse bile Allah’ın şartı en haklı ve en güvenilir olanıdır.” (Buharî, büyu,67) Serahsi, “Buradaki şarttan murad, Allah’ın kitabına muhalif olan her şarttır, yoksa şartın kendisinin Kur’an’da yer almaması değildir. Çünkü bu hadisin kendisi de kitapta yer almıyor… Bundan anlıyoruz ki, Allah’ın kitabına muhalif olan her hadis merduttur.” (Serahsi, usul I-365-364) s.87”

 

Ebu Hanife’yi, 1)Akla(re’y ve kıyasa) önem vermesinden, 2)Sahih sünnete muhalefet etmesinden dolayı bazı din bilginleri cerhetmişlerdir(hadis yönünden eleştirip güvensiz bulmuşlardır.) s.232

Hadisçiler Ebu Hanife’yi kötülemek konusunda ileri gittiler ve haddi aştılar. s.219

 

Ebu Hanife(ö.150)’yi cehredenler(yerenler, kötüleyenler): Şia, Caferiyye’nin kurucusu Cafer es-Sadık (ö.148); Evzaî (ö.157); Süfyan es-Sevri (ö.161); Malikî mezhebinin kurucusu Malik b. Enes (ö.179); Abdullah b. Mübarek (ö.181); Şafiî mezhebinin kurucusu Şafiî (ö.204); Ebî Şeybe (ö.235); Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel (ö.241); Meşhur hadis müellifi Buhari (ö.256); Meşhur hadis müellifi Müslim (ö.261); İbn Kuteybe (ö.276); Meşhur hadis müellifi Nesai (ö.303); Ukaylî (ö.322) En çok hakaret edenlerden; İbn Hibban (ö.354) En çok hakaret edenlerden; İbn Adiyy (ö.365) Şeytan diyenlerden; Darekutnî (ö.385); Ebu Nuaym el-Isfahanî (ö.430); Hadis müellifi Beyhakî (ö.458); Hatib Bağdadî (ö.463); Cüveynî (ö.478); Gazalî (ö.505); İbnu’l-Cevzî (ö.597); Fahreddin Razî (ö.606) s.230-261

 

Ebu Hanife’yi adaletli, güvenilir bulan ve bu konuda eserler yazanlar onu cerhedenlerden daha çoktur. s.223

(İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Prof.Dr. İsmail Hakkı Ünal, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları)

 

 

 

EBU HANİFE HAKKINDAKİ UYDURMALAR VE HEZEYANLAR

Sufyan es-Sevrî(ö.161) ve Şerîk(ö.177), re’y ehli olan Ebu Hanife’nin (ö.150) iki veya üç kez küfürden tevbe etmeye davet edildiğini, bunun sonucu Ebu Hanife’nin, sika ve güvenilir kabul edilmediğini yazabilmektedir. s.233

İmam Malik(ö.179), Ebu Hanife hakkında ağır suçlamalarda bulunmuştur. s.234

Abdullah b. El-Mübarek(ö.181), Ebu Hanife hadiste yetim idi, demiştir. s.235

Ahmed b. Hanbel, Kitabu’l-ilel adlı kitabında Ebu Hanife’nin aleyhindeki rivayetlere yer vermiştir. s.240

Buhari’nin, Ebu Hanife’ye taassup derecesindeki muhalefeti zaten meşhurdur. Hatta Buhari, “et-Tarîhu’s-Sağîr” adlı eserinde Sufyan es-Sevrî’nin Ebu Hanife’nin vefatında Allah’a şükür edip “Ebu Hanife, İslam’ı ilmek ilmek çözen birisiydi. İslam’da ondan daha uğursuz biri doğmamıştır.” dediğine dair rivayeti pekala alabilmiştir. s.241(et-Tarîhu’s-Sağîr, II s.100)

İbn Hibban(ö.354), “Kitabu’l-Mecrûhîn” adlı eserinde Ebu Hanife aleyhindeki bazı sözler şunlardır: Hadis bilgisi zayıf ve rivayet ettiği 130 hadisin 120’sindeki hata etmiştir; Bu ümmetin fitnecisidir; Muhammed’in dinini değiştirmiştir; Hz. Peygamber’in bir hadisine hezeyan, birine de hurafe demiştir. Allah’a yakınlık maksadıyla bir katıra ibadet eden kimsenin bu davranışında beis görmemiştir, vb. s.247  (Dr.İsmail Hakkı Ünal, Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu Ankara-1994 s.233)

Ebu Hanife aleyhinde konuşanlar, hadis düzenleyicisi Müslim(ö.261); Ebu Zur’a er-Razî(ö.264); İbn Kuteybe(ö.276); en-Nesaî(ö.303); el-Ukaylî(ö.322); İbn Ebî Hatim(ö.327); İbn Adiyy(ö.365), ed-Darekutnî(ö.385); Ebu Nuaym el-İsfahanî(ö.430); el-Beyhakî(ö.458); el-Hatib el-Bağdadî(ö.463); el-Cuveynî(ö.478); el-Gazâlî(ö.505); İbnu’l-Cevzî(ö.547); Fahru’d-din er-Razî(ö.606) s.230-265  (Sünnetin Dindeki Yeri-Hadis İlminde Metodoloji Sorunu-Doç.M.Hayri Kırbaşoğlu-Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. s.465)

 

Ebu Hanife hakkında ağıza alınamayacak kadar ileri sözler, bunların eserlerinde bolca mevcuttur. Konuyu araştıran Dr.İsmail Hakkı Ünal, tüm bunların bilgisizlik, kıskançlık, önyargı ve taassuptan kaynaklandığını eserinde kanıtlamıştır. Ebu Hanife’yi eleştirenlerin en fazla Şafii mezhebine mensup insanlardan olduğu göze çarpmaktadır. Çünkü hadisçiliği en fazla savunanlar, Şafiî ve onun takipçileri olmuştur. (Dr.İsmail Hakkı Ünal, Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu Ankara-1994 s.264-265)

 

Siz hâlâ Türkiye’de hadis uydurulduğunu biliyor musunuz? Hâlâ Türkiye’de fiilen hadis uydurulduğunu biliyor musunuz? Uyduranların içlerinde din adamlarımız da var, hatiplerimiz de var…(Hadis İlminde Metodoloji Sorunu-Doç.M.Hayri Kırbaşoğlu-Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. s.533)

 

Hadisin Kur’an’a açıkça ters düşmesi onun uydurma olduğunu gösterir. İbn Kayyim el-Cezviyye- el-Menâru’l-Munîf fi’s-Sahîh ve’d-Da’îf  -Haleb,1983 s.80

 

Buhari, Kitabu’d-Duefa’sında, Ebu Hanife hakkında “asla güvenilmez adam” demektedir.

Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya adlı eserinde, Ebu Hanife hakkında:” Numan b. Sabit öldü diyorlar. Allah’ı tesbih ederim ki Numan b. Sabit(Ebu Hanife’nin adı) pis vücuduyla toprağın karnını kirletti. (1.Kur’an Sempozyumu Bilgi Vakfı Kasım 1994 s.469)

 

 

posted in KİTAPLAR | 3 Comments

9th Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

<style type=”text/css”>
<!–
.style1 {
 font-family: Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif;
 font-weight: bold;
}
–>
</style>
<p class=”style1″>Sahabenin  S&uuml;nnet Anlay&#305;&#351;&#305;, Prof. B&uuml;nyamin Erul, T&uuml;rkiye Diyanet Vakf&#305; Yay&#305;nlar&#305; </p>
<p>http://www.kitapalemi.com/34795-sahabenin_sunnet_anlayisi.kitap</p>

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

9th Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Üç Muhammed

Üç Muhammed’i kaleme almama neden olan olay herkesin her zaman duyduğu klişe bir hitaptı: “Allah’ımız bir! Kitabımız bir! Peygamberimiz bir!”

İşte tam burada durmuştum. Bu duruş hayli uzun sürdü. Üzerinden yedi yıl geçti. O ses hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Peygamberimiz bir!..” Bu ne güzel temenni, fakat şu soruların cevabı hiç de bu temenni kadar iç açıcı değil: Bir, bu temenni yaşanan gerçeğe tekabül ediyor muydu? Bunun aktüel karşılığı var mıydı? Sahi, gerçekten bir miydi peygamberimiz?

Sorular bunlarla sınırlı değildi: Müslümanların tümü aynı peygambere mi inanıyorlardı? Farz-ı muhal, inandıkları peygamber kabrinden kalkıp gelse, “peygamberimiz bir” diyenler ona karşı kaç tür tavır ortaya koyardı? Bir tel alabilmek için saçına sakalına hücum edenlerin yüzdesi, bir parça koparabilmek için elbisesine üşüşenlerin oranı ne kadar olurdu?

Ya hiç tanımayacak olanların yüzdesi? Yoksa, “Benim zihnimde oluşturduğum imaj aslından daha iyi” deyip,gerçeğine sırt mı dönerlerdi? Peygamberlerini taşlayarak öldüren İsrailoğulları gibi taşlayanlar da çıkar mıydı?

Her şey için geçerlidir: Bir şeyin gerçeği kaybolunca, imajı oluşturulur. Oluşturulan imaja “tasavvur” denir. Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?

 

Melek peygamber?

Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber…

 Ya da “vahiy postacısı”?

Kur’an’ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber… Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir. İkisi de aynı kapıya çıkmıyor mu: hayattan dışlamak… Ne ki, birincisi bu sonucu yüceltme adına gerçekleştirirken, ikincisi indirgeme adına gerçekleştiriyor. Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa’yı yücelteceğim derken yarı-ilah haline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.

Şu bir gerçek ki, bir peygamber iki tür yaşar: Birincisi fiziki varlığıyla, ikincisi misyonuyla. Bir peygamber iki kez öldürülebilir: Birincisi fiziki varlığını ortadan kaldırarak, ikincisi misyonunu ortadan kaldırarak. Eğer peygamberin fiziki varlığı ortadan kaldırılmış fakat misyonu yaşıyorsa, o gerçekte yaşıyor demektir. Çünkü peygamberi peygamber yapan bedeni değil mesajıdır. Fakat, eğer ortadan kaldırılan misyonu ise, işte peygamber asıl o zaman ölmüş ye öldürülmüş demektir.

Tarihsel süreç içerisinde, bir de İslami disiplinlerin kendilerine özgü peygamber portreleri oluşmuştu Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı, Fıkıhçıların, Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları formel aklın kodlayıcı peygamber anlayışı; ve Mistisizmin peygamberi adeta buharlaştırıp bir “enerji bedene” dönüştüren “Nur-u Muhammedi” felsefesine dayalı irfanî peygamber anlayışı…Bu problemli tasavvurların sağlamasını neyle, nasıl yapacaktık? Yani, doğru bir peygamber anlayışına nasıl ulaşacaktık?

 

Elbette Kur’an’la!

Çünkü, nasıl Kur’an’ı onunla tanıdıksa, onu da Kur’an’la tanıyabilirdik. O nasıl Kur’an’ın aynasıysa, Kur’an da onun aynasıydı. Allah’ın gör dediği yerden bakanlar, onu Kur’an’da Kur’an’ı onda görürlerdi. Kur’an onu “tarihsel bir değer” olarak değil, aktüel bir değer olarak tanıtır ve her müminin “şimdi ve burada“sına taşır. Kur’an’a göre o aktif, kurucu ve inşa edici bir öznedir. Kur’an onu bir iletişim aleti” gibi, ya da “melekleştirilmiş bir efsane varlık” gibi gören anlayışı dışlar.

En iyisi onu Kur’an’dan öğrenmek. Nasıl ki Kur’an’ı en iyi o anlatmışsa, onu da en iyi Kur’an anlatmıştır. O veda hutbelerinde “büyük şahit” olmanın endişesiyle kendisini dinleyen kalabalıklara önce “Tebliğ ettim mi?” diye soruyor, ardından aldığı cevabı Allah’a arz ederek “Şahid ol Yarab!” diyordu. Ondan 14 asır sonra dünyaya gelen sıradan bir kulun şahadetinin onun nezdinde bir değeri varsa, ben de şahidim ki o, Risalet görevini bihakkın yerine getirmiştir. Bu kitap, şahadetimin bir belgesi sayılırsa, işlevini ifa etmiş olacaktır.

 

Üç Muhammed de kim?” diye soracak olanlara sıralayalım:

1.Olağanüstüleştirilip melekleştirilerek hayattan dışlanan Muhammed (asm)

2.Aşağılanarak, Allah’la insan arasında postacı seviyesinde -özürle- bir ‘ara kablosu’ gibi algılanan Muhammed (asm).

3.Bunların dışında ve karşısında yer alan Kur’an’ın tanıttığı ve kendisinde ahlaka dönüştüğü, sözcüğün en mükemmel çağrışımlarıyla ‘insan’ ve ‘elçi’ Muhammed (asm).

 

Bu kategoriden ayrı olarak bir de İslami disiplinlerin Hz. Peygamber’i tek boyutlu algılayışları var:

1. Muhaddislerin hiç susmamacasına hep konuşan, hayatı söz söylemekten müteşekkil olan peygamber anlayışı.

2. Sufilerin, biraz münzevi, biraz seçkinci, bir parça sermest, ama hep ‘esrara‘ gark olmuş ve illa ki ‘olağanüstü‘ peygamber tasavvuru.

3. Fakihlerin, sürekli kural koyan, en insani durumlardan dahi hukuki kurallar çıkaran, hayata salt hayatı kodlamak için gelmiş izlenimi veren ya da her haline ‘kodifikasyon malzemesi‘ olarak bakılan peygamber tasavvuru..

 

Ve bütün bu farklı yaklaşım ve tasavvurlar arasında kaynayıp giden ‘örneklik misyonu.’

Hem nasıl örnek alınsın ki?

Ama Kur’an onu ahlaki davranış alanında örnek göstermedi mi, diyeceksiniz.

Kesinlikle haklısınız. Zaten örnek olarak sunmak, örnek objesinin ‘üretilebilmesiyle’ mümkündür. Kur’an örnek alınması mümkün olmayan birini örnek göstermez. Eğer örnek göstermişse bu, “örnek gösterilenin“, örneklik alanlarında insanlar tarafından yeniden üretilebileceği, her zamana ve zemine taşınabileceği anlamına gelir.

İnsanlar sesi herkesten gür çıkan, boyu herkesten uzun görünen, teni misk ü amber kokan, küçük abdesti şifa olan, büyük abdesti tahir olan, erkekliği kırk erkek gücüne denk olan bir peygamberi örnek alamazlar. Böyle bir peygamber tasavvurunun amacı insanlara “örnek göstermek” değildir; sadece ıslık çaldırmak ve Peygamber’i insan elinin ulaşamayacağı bir yüksekliğe (!) sürgün etmektir.

Böyle bir tasavvurun sahibi, “hayran” olur ama “örnek almaz“; belki “kurban olur” ama onu “hayata taşıyamaz.” Zaten böyle bir peygamber tasavvuru ancak uğruna ölmeye yarar, onu ölü çağlara hayat veren bir âbıhayat gibi taşımaya, yaşamaya, yaşatmaya değil. Aşağılayan ve onu paranteze alma cüreti gösteren karşı sapma, yukarıdaki ifrat davranışa bir tepki olarak palazlanmıştır. Bu sapma, peygambersiz bir vahyin olamayacağı yasasını yok sayarcasına, dinin kitabi kaynağına tutunma adı altında dinin hayati kaynağını görmezden gelmeyi teklif etmektedir. Haricilerle başlayıp Hind-İslam Modernizmi’yle sistemli bir söyleme kavuşan ve bugünlere gelen “Kur’ancılık” akımı, işte bu yanlışın farklı nedenler ve ortamlarda ortaya çıkan savunucularıdır.

Aslında bu iki dengesizlik, sonuçları açısından aynı gözede buluşmaktadırlar: Peygamber’i hayattan dışlamak. Amiyane tabirle bu sonuca ‘topu taca atmak’ da diyebiliriz. Ne var ki, peygamberi hayattan dışlama işini biri ‘yüceltme’ tavrı altında icra ederken diğeri ‘indirme ve indirgeme’ tavrı altında yapmaktadır. Neticede iki tavır da aynı kapıya çıkmaktadır.

Oysa ki Kur’an, Hz. Peygamber’in “örnek insanlığına” vurgu yaparak bu tavırların ikisine de daha baştan set çekmiştir. Bu mesajı Hz. Peygamber de içselleştirerek şu ölümsüz uyarıyı yapmıştır: “Meryem Oğlu’nu olağanüstüleştirdikleri gibi beni de olağanüstüleştirmeyin. Ben yalnızca bir kulum. Deyin ki: O Allah’ın kulu ve elçisidir.”

Bu uyarı, Hz. Peygamber’in ümmetine “Hıristiyanlaşmayın, Yahudileşmeyin!” uyarısıdır.

Çünkü Hıristiyanlar peygamberlerini yüceltme adına tanrılaştırdılar ve sevgiyi cinayete dönüştürdüler: Allah’ın kulu ve güzel peygamberi İsa, asıl tanrılaşınca öldü. Onu öldürenler onu tanrılaştıranların da kendileridir. Çünkü insan putlaştırılınca örnek olarak hayatın içinde yaşama imkanını yitirir. Yahudiler ise tam tersi bir tavırla kendi peygamberlerini aşağıladılar, taşladılar, öldürdüler. Birincilerin yaptığıyla ikincilerin yaptığı aynı kapıya çıktı. (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed
İki Tasavvur Bir Gerçek)

 

 

 

 _380_155

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

4th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TEBYÎNU’L-KUR’ÂN / İŞTE KUR’ÂN- Hakkı Yılmaz

SUNUŞ

http://www.tebyinulkuran.com/uploads/images/iste-kuran-01.jpg (Eûzü billâhi mine’ş-Şeytâni’r-racîm)
Kur’ân’ı Arapça aslından okuyup anlamak ve anladıklarımı Türkçe anlatmak üzere, Şeytânıracîmden, onun telkin ve iğvalarından Allah’a sığınıyorum. Allah’ın izniyle bu kitapta hevâ, heves ve kuruntudan kaynaklanan ham düşünce üretimine yer verilmemiştir. Açıklamalar Kur’ân’ca dır, yani Rabbimizin açıklamalarıdır. Bir âyetteki kısa ve öz ifadeler, daha ilerideki Sûrelerde detaylandırılmış olan âyetler ile açıklanmıştır.
 (Bismillâhirrahmânirrahîm)

 

 

 

Kur’ân’ın Türkçe açıklamasına Rahmân ve Rahîm Allah adıyla ve O’nun adına başlamış bulunuyoruz. Bu çalışma, kesinlikle maddî ya da dünyevî bir beklenti söz konusu olmadan, sadece Allah’ın rızasını kazanmak dileği/duası ile yapılmıştır.
http://www.tebyinulkuran.com/uploads/images/iste-kuran-02.jpg (Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn)
Tam olarak yalnız kendisine malum olan özelliklerini bilemediğimiz için Yüce Allah’ı layığı ile övemesek de, bilebil
diğimiz ve tahayyül edebildiğimiz tüm övgüleri âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm Allah için özgülüyor, bilhassa bize Kur’ân’ı Türkçe olarak okuyucuya sunma nimetini bahşettiği için O’na sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz.
 (Ve’-Salâtü ve’s-selâmü ‘aleyna)
Yüce Rabbimizden, peygamberi Muhammed’i, yakınlarını ve arkadaşlarını destekleyip kolladığı gibi, bizlerle birlikte Allah’ın dinine hizmet edenlerin tümünü de korumasını, kollamasını ve desteklemesini niyaz ediyoruz.

 

 

Bu kitap “tefsîr” değil, “tebyîn”dir.
http://www.tebyinulkuran.com/uploads/images/iste-kuran-03.jpgالتّفسير – tefsîr” sözcüğü, terim olarak “Kur’ân’ı, Yüce Allah’ın muradına delâlet etmesi yönünden beşerî takat oranında açıklamak” demektir.
تفسير – tefsîr” sözcüğünün kökü “فسر – fesr” sözcüğüdür. “Açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamına gelen bu sözcük, ilk defa tıp alanında “doktorun suya bakması” anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kökün başka bir türevi olan “تفسرة – tefsîra” sözcüğü, “hastalığın tespiti için üzerinde araştırma yapılan sidik” demektir. (Lisanü’l-Arab; Fesr maddesi, cilt 7, sf. 101)

 

 

 

http://www.tebyinulkuran.com/uploads/images/iste-kuran-04.jpgHekimler getirilen “tefsîra”ya bakarak hastalıkların sebeplerini bulup açıkladıkları için “fesr” sözcüğü de zamanla yukarıda verilen “açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Fesr” sözcüğünün tef’il babında
n mastarı olan “tefsîr” sözcüğü de bu anlama paralel olarak “iyice araştırmak, çok açıklamak” anlamında kullanılmaktadır.
Bütün bunlar, “tefsîr” sözcüğünün filolojik olarak şu anlamlara delalet ettiğini göstermektedir: “Anlaşılamamış, kapalı, müşkil, müphem bir sözü, konuyu, ya da meseleyi anlaşılır hâle getirmek.” Böyle bir tarif, sözcüğün terim anlamı için verdiğimiz tanımla da uyumludur. Ragıp da el-Müfredat adlı eserinde “tefsîr” sözcüğünü Lisanü’l-Arab’a uyumlu olarak açıklamıştır. (El Müfredat , Fesr maddesi, sf. 380)

Bu bilgilere göre “Kur’ân tefsîri” diye yazılan eserler, müellifleri böyle düşünmeseler de, Kur’ân’ın kapalı, müphem ve örtülü olduğunu peşinen kabul etmiş olmaktadırlar.
Bu nedenle, elinizdeki bu çalışmanın bir Kur’ân tefsîri olmadığını özellikle belirtmek gerekir.
Bizim anlayışımıza göre Kur’ân’ın insanlar tarafından tefsîrine ihtiyaç yoktur. Çünkü Kur’ân’ın bizzat kendisi yüceler yücesi Rabbimiz tarafından yapılmış en güzel tefsîrdir. Nitekim Furkan Sûresinin 33. âyetindeOnların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana hakkı [doğrusunu] ve en güzel açıklamayı getirmeyelim” denilerek Kur’ân’ın en iyi tefsîr olduğu, ele aldığı meseleleri en güzel şekilde açıkladığı ve problemleri tamamen çözdüğü bildirilmektedir. Ayrıca Kur’ân’da “ايات بيّنات – âyâtün beyyinâtün” , “كتاب مبين – kitâbün mübîn”, “بيّنه – beyyenehü”, “مبيّنات – mübeyyinât”, “تبيان – tibyân” ve “بيان – beyân” gibi aynı kökten türetilmiş kavramlarla Kur’ân âyetlerinin apaçık olduğu bildirilmiş, Kur’ân’ın kapalı, müşkil, anlaşılmaz olmadığı yüzlerce kez vurgulanmıştır. Yüce Allah kitabındaki mesajlarının açıkça anlaşılabilmesini sağlamak için her türlü anlatım tekniğini kullanmış, bir anlatım aracı olarak sivrisinek gibi en basit şeyleri bile örnek vermekten çekinmemiştir. Böylece ilahi mesajlar üniversitedeki akademisyenden dağdaki çobana kadar herkes tarafından anlaşılabilecek bir açıklığa kavuşturulmuştur.
Kur’ân’ın herhangi bir tefsîre gerek duyulmayacak kadar açık ve anlaşılır olduğunu gösteren bu gerçekler ortada iken Kur’ân’ı tefsîr etme iddiasıyla yola çıkmak, en hafifinden cüretkârlık olarak nitelendirilecek bir yaklaşım olsa gerektir.
تبيين – tebyîn” sözcüğü, iki zıt anlam için de kullanılan “بين – beyn” sözcüğünün türevlerinden olup tef’il babından mastardır. Saklama anlamına gelen “كتم – ketm” sözcüğünün zıt anlamlısı olan “tebyîn ”, “açığa koyma” demektir. Ancak bu, iyi anlaşılmamış bir şeyi açıklama anlamında değil, var olan bir şeyi ortaya koyma, gözler önüne serme anlamında bir açığa koymadır. Meselâ Araplar “بيّن الصّبح لذى العينين – beyyene’s-subhu li zi’l-ayneyni” yani “Sabah, gözü olanlara her şeyi ortaya koydu” şeklinde bir deyim kullanmaktadırlar. Bir benzetme yaparak anlatmak gerekirse; “Tebyîn ” buzdolabında, kilerde veya herhangi bir yerde durmakta olan yiyeceklerin yenmek üzere masanın üzerinde hazır duruma getirilmesi, yani zaten var olan yiyeceklerin bulundukları yerden alınıp ortaya konulmasıdır. “Ketm ” ise tam tersine, ortada durması gereken bir şeyin ortadan kaldırılıp bir yerlere saklanmasıdır.
Tebyin” sözcüğünün bu anlamı Kur’ân’da net olarak vurgulanmıştır:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz, insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder. Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve [açık delilleri ve hidâyeti] açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira Ben onların tövbelerini kabul ederim. Ben tövbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.” Bakara; 159,160.
“Ve hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir bedel karşılığı sattılar. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!” Âl-i Imran; 187.
Tebyin sözcüğünün ism-i mef’ul kalıbına konulmuş bazı türevleri Kur’ân’da “فاحشة مبيّنة – fâhişetün mübeyyinetün (Nisa 19, Ahzab 30, Talâk 1)” ve “ايات مبيّنات – âyâtün mübeyyinâtün (Nur 34, 46, Talâk 11)” şeklindeki ifadelerle yer almıştır. “Beyân” sözcüğünün türevlerinden olup “apaçık” anlamına gelen sözcükler ile “açığa koyma” anlamındaki “tebyin” sözcüğü ve onun ism-i mef’ul kalıbındaki türevleri bazıları tarafından anlamdaş olarak kabul edilse bile, her bir sözcüğün anlamı bulunduğu kalıp itibariyle bir diğerinden farklıdır.
Kur’ân konteksti içinde “تبيين – tebyîn”, “Her biri gâyet açık ve seçik olan Kur’ân âyetlerinin ortaya konularak gözler önüne serilmesi” anlamına gelmektedir. Bu ortaya koyuş, Kur’ân’ı vahyeden ve onu açıklamayı kendi üzerine borç alan Rabbimizin yaptığı bir iştir. Peygamberlerin Allah’tan aldıkları vahyi kendi toplumlarına aktarmalarına “tebliğ” denmekle birlikte, sonraki yinelemeleri de mahiyeti bakımından birer “tebyin” faaliyetine dönüşmektedir (Nahl 39, 44, 64, Zühruf 63, Maide 19, 15, İbrahîm 4). Kavram bu bağlamda ele alındığında, müminlerin görevinin sadece tebyin olduğu anlaşılmaktadır.
Bizim yapmaya çalıştığımız da budur. Kur’ân’ı kapalı, anlaşılmaz olmaktan tenzih eder, “onu tefsîr ettik” deme cüretinden Rabbimize sığınırız.
Görevi sadece tebyîn olması gereken müminlerin Kur’ân’ın apaçık olma özelliğine gölge düşürme ihtimalleri bulunan diğer bir önemli konu da müteşabih âyetlerin te’vili konusudur.
Zümer Sûresinin 23. ve Âl-i İmran Sûresinin 7. âyetleri , Kur’ân’ın “محكم – muhkem” ve “متشابه – müteşâbih” âyetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke’de inen ve iniş sırasına göre 59. sırada yer alan Zümer Sûresinin 23. âyeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o ana kadar inmiş olan bütün âyetlerin müteşâbih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşâbih kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim kitaplarının neredeyse tümünde “muhkem” sözcüğünün açık, anlaşılan, sağlam; “müteşabih” sözcüğünün ise kapalı ve anlaşılmaz anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak gösterilmesidir.
Bu satırları yazan, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte, Kur’ân âyetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz.
محكم – muhkem” sözcüğü “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem âyetler , içerisinde insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu âyetler anlamına gelir. Bu âyetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu âyetlerden, ifade ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz.
Müteşâbih âyetler ise birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan âyetler demektir. Bu âyetler mecaz, kinaye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri âyetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem âyetler gibi açık, seçik, anlaşılır âyetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşabih âyetler kapalı, müşkil ve anlaşılmaz âyetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer-23’teSözün en güzeli” olarak nitelenen Kur’ân, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz âyetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz âyetlerin “sözün en güzeli” olması anlamına gelir ki, Kur’ân ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.
İşin doğrusu, müteşâbih âyetler anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu âyetlerdir.
Kur’ân, Âl-i Imran Sûresinin 7. âyetinde bu âyetlerin tevilinin mümkün olduğu bildirilmektedir. Belirtmek gerekir ki, “تأويل – te’vil” sözcüğü kimilerinin “yorumlama”, kimilerinin de “tefsîr etme” anlamında kullandığı, dolayısıyla anlamı çarpıtılmış sözcüklerden biridir. Aslında sözcük “الرّجوع – rücû geriye dönüş” anlamındaki “ا ول – evl” sözcüğünün tef’il babından mastarıdır. Türkçedeki “evvel, ilk” sözcükleri de bu sözcükten gelmektedir.
Te’vil” sözcüğü, geriye dönüş şeklindeki kök anlamından değişerek tedbir [arkalaştırma] yani birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak anlamlarında kullanılır.
Bu anlamlara göre müteşâbih âyetlerin te’vîli demek, o âyetlerin birbirinden güzel, birbirine benzeyen açık seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli bir sıraya tabi tutulması demektir. Yoksa anlamları sadece Allah tarafından bilinen kapalı ve anlaşılmaz âyetlerin ancak “râsihûn” denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir.
Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşâbih ile müteşâbih âyetlerin te’vîli konularındaki daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği Kur’ân âyetleri incelenirken değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, âyetteki muhkem ve müteşâbih kelimeleri birer terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış normal sözcüklerdir.

KUR’ÂN’IN İFADESİNDEKİ MUCİZE BAŞKA BİR DİLDE GÖSTERİLEMEZ

Peygamberliklerini kanıtlamaları için bazı seçilmişlere Allah tarafından ihsan edilmiş farklılıklara mucize denilmektedir. İnsanlar evrendeki fiziksel ve biyolojik süreçlere aykırıymış gibi görünen bu farklılıklarla karşılaştıklarında onların ancak Allah’ın yardımıyla ortaya çıkabileceği kanaatine sahip olurlar ve bu farklılıkları sergileyenlerin Hak peygamber olduklarına inanırlar.
Mucizeler genellikle peygamber gönderilen toplumların ilerleme gösterdikleri alanlarla ilgili olmuştur. Meselâ Mûsâ (as) döneminde Mısır’da en revaçta olan konu sihir olduğu için, Mûsâ’nın insanları düşünmeye sevk edecek farklılığı da asa/değnek ve beyaz el şeklindeki mucizeler şeklinde ortaya çıkmıştır. İllüzyon gibi sanal görüntülere alışkın olan o toplumdaki bu mucizeler tümüyle sihri alt etmeye yöneliktir. Nitekim Mûsâ’nın karşısına, onu alt etmek üzere yine sihirbazlar çıkarılmıştır. Buna karşılık Mûsâ koca bir yılana dönüşen asasıyla sihirbazların sihirlerini bozmuş, sonuçta göz yanılsamasından farklı olduğu her bakımdan açık olan bu gerçek görüntüler karşısında sihirbazlar Mûsâ’nın hak peygamber olduğunu kabul ve tasdik etmişlerdir.
Peygamberimizin mucizesi olan Kur’ân da, Arapların en ileri olduğu edebiyat alanında gerçekleşmiş bir mucizedir. Gerçekten de Arap Edebiyatı, bizim edebiyatımız da dahil olmak üzere tüm dünya edebiyatına kaynak olmuş bir edebiyattır. Kur’ân tam anlamıyla edebî bir mucizedir. Edebi alandaki yüksek seviyesi dünyaca da kabul edilen bir toplum içinden bir kişi çıkmış ve başta toplumdaki edebiyatçılar olmak üzere herkesi hayran bırakan sözler söylemeye başlamıştır. Toplumu tarafından çok iyi tanınan bu kişinin daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş olması insanları büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Öyle ki, “Ben yazmadım, ben uydurmadım, bunlar bana Allah’ın vahyettiği âyetlerdir” dediği halde kibirli şairler ona inanmamış, o sözlerden daha güzelini söylemek Sûretiyle onu alt etmek için ihtirasla gayret göstermişlerdir. Buna rağmen o sözlere benzer edebi metinler ortaya koyma konusunda tam bir acze düşmüşlerdir. Özetle, normal hayatındaki konuşmaları ile yine o eski Mekkeli Muhammed olan bu kişi, kendisine vahyolunduğunu söyleyerek okuduğu Kur’ân ile bir mucize sergilemiştir.
Dikkat edilirse burada iki ayrı mucizenin bulunduğu anlaşılır. İlki, daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş bir kişinin birden bire mükemmel güzellikte sözler söylemeye başlaması; ikincisi ise bu sözlerin bir benzerinin hiçbir insan tarafından oluşturulamaz özellikte olmasıdır.
Kur’ân’la ilgili mucizeler bu ikisiyle sınırlı değildir. Onda ayrıca gaybe, gaybın bir parçası olan geleceğe ait mucizeler de vardır. Bu mucizeler gerçekte Rabbimizin mucizeleri olup peygamberimizin şahsında ve Kur’ân’da sergilenmiştir.
Kur’ân’ın “Mu’cizü’l-Beyân” [İfade Mucizesi] oluşu sadece indiği zaman dilimi için değil, bugün için de geçerlidir. Bu özelliğini kıyâmete kadar devam ettireceği de bir o kadar kesindir. Ne var ki, bu mucizevî özelliği sadece Kur’ân’ın orijinal dili olan Arapça’da görülebilmekte, çeviri yoluyla başka bir dile taşınamamaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’ı herhangi bir dile çevrilmiş mealinden okuyanların bu mucizeyi görmesi ve fark etmesi ne yazık ki mümkün değildir.
Kur’ân’da çoğu günümüz Türk Edebiyatı’nda da kullanılmakta olan bir çok edebi sanat vardır. Kendi içlerinde ayrıca kısımlara ayrılan bu edebi sanatlardan bazıları şunlardır:
Teşbih, Hakikat, Mecaz, İstiare, Kinaye, Haber-İnşa cümlesi: Emir, Nehy, İstifham, Temenni, Nida, Kasr, Vasl-Fasl, İcaz, İtnab, Tıbak, Mukabele, Umum-Husus, İcmal-Tafsil, Mûsâvat, Zikir-Hazf, Cinas, Seci, Husnü’l-İbtida, Husnü’l-İntiha, İltifat vb.
Bu çalışma Kur’ân’ın iniş sırasına göre yapılmıştır. Çünkü Kur’ân’ı daha iyi anlamak için onu Sûrelerin iniş sırasına göre incelemekten yanayız. Aslında Kur’ân kronolojik sıralamaya uyularak parça parça inen âyetler, necm necm inen âyetler, gruplar hâlinde inen âyetler arka arkaya getirilmek Sûretiyle yeniden tertip edilmeli ve bu şekli ile okunup anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bize göre böyle bir düzenleme son derece gereklidir. Ancak bu gereklilikten önce bir zorunluluk daha vardır. Zira Rabbimiz Vâkıa Sûresinde bu hususa dikkatimizi çekmiştir:
“Hayır! Yıldızların yerlerine-zamanlarına yemin ederim ki/parça parça inmiş âyetlerin yerlerini-zamanlarını [inişini] kanıt gösteririm ki…” Vâkıa; 75.
Bugün için Sûrelerin ve âyetlerin iniş sırasını tamamen doğru olarak belirlemek imkân dâhilinde değildir. Bunun nedeni, bu amaçla hazırlanmış ve gerekli incelemelerden geçmiş, kuvvetli belgelere dayanan bir düzenlemenin mevcut olmayışıdır. Ancak; Kur’ân’ın üslûp ve içeriği göz önünde bulundurulmak şartı ile eski tespitlerden yola çıkılarak yapılacak bir çalışma, her ne kadar tam doğru bir tertibe ulaşmayı sağlamasa da, doğruya yakın bir tertibe yaklaşılmasını mümkün kılabilir.
Bilindiği gibi, Kur’ân bir kerede toplu olarak değil, iyice sindirilmesi, ortaya çıkan her bir problemi çözmesi ve en gizlileri bile deşifre etmesi gerekçeleriyle parça parça, necm necm, bölüm bölüm indirilmiştir:
“Ve inkâr edenler: ‘Kur’ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle [parça parça indirdik] . Ve Biz onu tane tane okuduk. Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana hakkı, doğrusunu ve en güzel açıklamayı getirmeyelim.” Furkan; 32,33
Bu şekilde parça parça, necm necm, bölüm bölüm inen âyetler, Kur’ân’dan öğrendiğimize göre ilk dönemlerden itibaren sayfa sayfa yazılmış ve sûreler hâline getirilmiştir. Çünkü bazı âyetlerde [Bakara 23; Tövbe 64, 86, 124, 127; Yunus 38; Nur 1; Muhammed 20, Hud 13] Kur’ân Sûrelerinden , Abese 13’te de Kur’ân sayfalarından bahsedilmektedir. Fakat Abese Sûresinin 13. âyetinde sözü edilen Kur’ân sayfaları ne maddi olarak bugün elimizdeki 605 sayfadır, ne de diğer âyetlerde sözü edilen Sûreler 114 adet olarak tespit edilmiş Sûrelerdir. Çünkü bugün elimizdeki Kur’ân sayfaları hattatların yazdığı sayfalardır. 114 adet olarak belirlenmiş Sûreler ise “Sûre”den söz eden âyetlerin indiği zamandaki Sûre anlayışı ile değil, yıllar sonra sahabenin içtihatlarındaki anlayış ile belirlenmiş Sûrelerdir.
Bizim anlayışımıza göre, Kur’ân’daki her necm [vahy bölümü] bir sayfa, her konu da bir Sûre idi.
Gönül, her bir necmin iniş sırasının belirlenmiş olmasını, Sûrelerin tertibinin de bu sıralamaya uygun olarak yapılmış olmasını isterdi. Bunun Kur’ân’ın daha iyi anlaşılması konusunda kolaylık sağlayacağı kanısındayım. Şahsen içimde İslâm ülkelerindeki akademisyenlerin ortak çabalarıyla böyle bir çalışma yapılacağı ve bunda başarı sağlanacağı yönünde bir umut taşımaktayım. Ne var ki, şimdilik bu hayalin önünde bir takım engeller mevcuttur.
SAYFA ve SÛRELERİN OLUŞUMU: Elimizdeki Mushaf, sayfa ve Sûrelerin sıralanışı yönünden kronolojik sıraya göre değil, sahabenin görüşleri doğrultusunda oluşturulmuştur. Özellikle belirtmek gerekirse, Kur’ân Allah’tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir. Bu nedenle sûrelerin tertibi konusunda İslâm bilginleri ve araştırmacılar arasında geniş bir ihtilâf vardır. Mevcut tertibin peygamberimiz tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifî [vahye dayalı] olduğunu iddia edenler olduğu gibi, sahabenin içtihatlarıyla yapıldığını ileri sürenler de vardır.
Tertibin tevkifî olduğunu ileri sürenler, Halife Osman zamanında yazılan ve “İmam” ismi verilen Mushaf’ın bütün sahabe tarafından muhalefet edilmeden icmaen kabul edildiğini de iddia etmişler ve diğer şahıs Mushaflarının yakılmasının mevcut tertibin Allah tarafından vahiy ile yaptırıldığına yeterli kanıt olduğunu söylemişlerdir. Hâlbuki Kur’ân’da böyle bir vahiy yoktur. Olmadığı için de “vahy-i gayr-i metluv” şeklinde bir kavram ihdas edilmiştir.
İmam Malik’in de içinde bulunduğu ve mevcut tertibin sahabe içtihadına dayandığını kabul eden görüş sahipleri ise, sahabe elinde bulunan Mushafların farklı tertiplerde oluşunu kendi görüşlerinin doğruluğuna kanıt olarak göstermektedirler.
Bizim bu konudaki görüşümüz şudur: Mevcut tertibin tevkifî olduğunu iddia edenler, her şeyden önce bu iddialarına Kur’ân’dan herhangi bir delil getirememektedirler. Konunun irdelenmesine “bu konuda icma var” gibi bağlayıcı tavırlarla karşı çıkılması gerçeği yansıtmadığı gibi, Kur’ân’a ve İslâm’a da uygun değildir. Çünkü tarihsel olarak bu konuda bir icmanın var olduğu ileri sürülemez; konu bilimsel adıyla “Müttefakun aleyh” [oy birliği sağlanmış] bir konu olmayıp “Muhtelefün fih” [tartışmalı] olan bir konudur. Nitekim İbn-i Mesud’un Mushaf’ında Tevbe Sûresinin başında besmele olduğunu nakleden kaynakların mevcudiyeti, konunun tartışmalı olduğunu göstermektedir. Ayrıca âyetlerin tertibinde herhangi bir ihtilâf olmamakla beraber bazı sahabilerin Sûrelerin tertibinde farklılıklar olan Mushafları kendi yanlarında muhafaza ettikleri de nakledilen rivâyetler arasındadır. Nitekim bugünkü Mushaf’ın dışında, İbni Mesud Mushaf’ı, Ali Mushaf’ı, İbni Abbas Mushaf’ı, Ubeyy b. Ka’b Mushaf’ı gibi farklı tertip edilmiş Mushaf’ların da varlığı bilinmektedir. İbni Mesud’un Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Nisa, Âl-i İmran … şeklinde sıralanmış olan Sûreler, Osman’ın Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa … şeklinde sıralanmıştır. Her iki Mushaf’ta da iniş sırası gözetilmemiştir. İniş sırasına göre tertip edildiği söylenen Ali Mushaf’ı ise Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Tebbet, Tekvîr, A’lâ … Sıralamasıyla, önce Mekkî Sûreler sonra da Medenî Sûreler şeklinde tertip edilmiştir. Sûrelerin tertibinde görülen bu farklılıklar, tertibin tevkifî olmayıp sahabenin içtihatlarına göre yapıldığına delâlet etmektedir.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Kur’ân okurken âyet ve Sûrelerin sıralanışı ile ilgili olarak herhangi bir Kur’ân âyetinden destek almayan, tertibi hakkında müçtehitlerin icma ettikleri kanıtlanamayan ve birden fazla mevcudu bulunan tertiplere uymak hiçbir şekilde zorunlu değildir.
Mekkî ve Medenî Sûreler ayırımı, Sûrelerin indiği mekânlar dikkate alınmadan, sadece Hicret göz önüne alınarak yapılmıştır. Çünkü mekâna göre bir ayırım yapılmış olsaydı, yollarda inen Sûreleri, meselâ Mina, Arafat, Bedir ve Uhud gibi bölgelerde inen Sûreleri de ayrı bir kısım olarak saymak gerekecekti.
Mekkî ve Medenî şeklinde bir ayırım yapılmış olmasına rağmen, bazı Sûrelerin tamamının Mekkî ve bazı Sûrelerin de tamamının Medenî olmadığı bilinmektedir. Yani bazı Mekkî Sûrelerin içinde Medenî döneme ait, bazı Medenî Sûrelerin içinde de Mekkî döneme ait âyetler vardır. Bu âyetlerden bazıları bu cildin ilgili bölümlerinde belirtilmiştir.
Sûrelerin kaç tanesinin Mekkî, kaç tanesinin Medenî veya kaç tanesinin karışık olduğu üzerinde görüş birliği sağlanmış değildir. Suyûtî’ye göre 82 Sûre Mekkî, 20 Sûre Medenî, geriye kalan 12 Sûre ise ihtilâflıdır. Ubeyy b. Ka’b’a göre 87’si Mekkî, 27’si Medenî’dir. Nöldeke’ye göre 90’ı Mekkî, 24’ü Medenî’dir. Mısır Meliki Fuat’ın 1342’de ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise, Sûrelerin 86’sı Mekkî, 28’i Medenî’dir. Bu mushafın her Sûresinin başında o Sûrenin Mekkî veya Medenî olduğu, Mekkî ise içindeki Medenî âyetler, Medenî ise içindeki Mekkî âyetler, Sûrenin hangi Sûreden sonra nazil olduğu ve ihtiva ettiği âyet sayısı bildirilmektedir.
Sûreler, içlerindeki dikkat çekici bir kelimeye veya genel içeriğine göre isimlendirilmiştir. Bu nedenle bazı Sûrelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha Sûresine yirmi kadar isim verilmiştir: Fatihatu’l-Kitab, es-Seb’ul’l-Mesâni, Ummu’l-Kitab, el-Kâfiye, el-Esâs, ed-Dua … gibi. Enfal Sûresinin diğer bir ismi Bedr, İsra Sûresininki Subhân, Neml Sûresininki Süleyman, Fatır Sûresininki el-Melâike’dir. Bazen de iki veya ikiden fazla Sûreye müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ Bakara ve Âl-i İmran Sûrelerine ez-Zahrâvân, Felâk ve Nâs Sûrelerine de el-Muavvizetân denilmektedir.
Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden Sûreler, genellikle Sûrede konu edilen peygamberin adı ile isimlendirilmişlerdir: Nuh, Hud, İbrahîm, Yusuf, Muhammed Sûreleri gibi. Çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden bazı Sûreler de o kavimlerin isimleriyle adlandırılmışlardır: Benû İsrail, el-Melâike, el-Cinn, el-Münafikûn, el-Mutaffifûn Sûreleri gibi. Ancak bu bir kural olmadığı gibi, Sûrelerin bahsettikleri konuya göre adlandırılmaları şart da değildir. Meselâ Mûsâ’dan bahseden Tâ Hâ, Kasas ve A’râf Sûrelerinden hiç biri Mûsâ Sûresi diye adlandırılmamıştır.
Besmeleler, yani elimizdeki Mushaflarda her Sûrenin başında bulunan besmeleler Kur’ân’dan olmayıp iki Sûre arasını belirtmek amacıyla hattatlar tarafından konulmuştur. Fâtiha Sûresinin başındaki besmele ise Kur’ân’dandır ve o Sûrenin birinci âyetidir. Nüzul sırasına göre Fâtiha Sûresi beşinci sırada yer aldığından, biz Fâtiha’nın besmelesinden önce de ayraç olarak besmele koymuş bulunuyoruz.
Yukarıda sıraladığımız ve Kur’ân’dan olmayan, sonradan icat edilmiş bir takım farklılıklar Kur’ân’ın iniş sırasına göre tertiplenmesini engellemiş bulunmaktadır. Oysa her Müslüman Abese Sûresinin 13. âyetinde bildirilen Kur’ân sayfaları ile Bakara, Tövbe, Yunus, Nur, Muhammed ve Hud Sûrelerinde bildirilen Kur’ân Sûrelerini talep edebilir. Bu talebin tabiî bir hak olarak görülmesi gerekir. Bu hakkı teslim etmekle yükümlü olanlar ise, bilgi, belge ve sorumluluk sahibi olan herkestir.
Nüzul sırasının neden gerekli olduğu sorusunun tek cevabı, “Kur’ân’ı daha iyi anlamak için”dir. Ancak; Kur’ân’ın nüzul sırasına göre okunması yönündeki önerimizi yanlış değerlendirip başka tertipteki Mushaflardan Kur’ân okunmasının yararsız olduğu görüşünü benimsediğimiz anlamı çıkarılmamalıdır. Meselâ, o günkü iktidarın görüşüne göre tertip edildiği için “Resmî Mushaf” diye bilinen ve Halife Osman tarafından tertip ettirilen Mushaf, sahabenin içtihadıyla oluşturulmuştur. Dolayısıyla sahabeler gibi Kur’ân hakkında engin bilgi birikimi olanlar için böyle bir tertibin yararsız olduğu söylenemez. Ancak; Kur’ân ve İslâm hakkında yeterli birikimi olmayanların, Kur’ân’ı tanımayıp da yeni tanıyacak olanların ve cahiliyet dönemindekine benzer bir küfür ve şirk ortamında bulunanların bu Mushaf’tan gereği gibi yararlanamama riskleri vardır. “Resmî Mushaf” tabir edilen bugünkü tertipteki Kur’ân’ı başından itibaren ilk defa okumaya başlayan bir kimsenin, ister Arapça orijinalinden okusun, isterse mealinden okusun, Bakara Sûresinin 6. ve 7. âyetlerine geldiğinde kafası karışacak, Kur’ân’a ve İslâm’a karşı olumsuz hisler duyacaktır. Okunan mealin hatalı olması durumunda ise, duyulan olumsuz tepki alenî bir düşmanlığa dönüşebilecektir. Samimiyetle belirtmek gerekirse, toplumumuzda bu âyetleri anlamış insan sayısının zaten oldukça az olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Bir de Kur’ân’ı ilk defa eline alan kimseler tarafından okundukları düşünülürse, bu kimseler İslâm’a yakınlaşacakları yerde Kur’ân’ı anlamamaları veya yanlış anlamalarından dolayı İslâm karşıtı hâline gelebilecektir. Bu âyetler şunlardır:
“Gerçek şu ki, şu kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; iman etmezler. Allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Büyük azap da onlar içindir.” Bakara; 6, 7.
Bize göre, bu âyetleri anlayabilmek için Kur’ân’dan en az beş bin âyetin sindirilircesine öğrenilmiş olması gerekir. Çünkü bu âyetler ilk inen âyetlerden yaklaşık on yıl sonra inmiştir. Bakara Sûresindeki bu âyetleri o gün duyanlar ve okuyanlar, anlamlarını gereği gibi anlayabilecek bir alt yapıya sahiptiler. Bu nedenle de onları rahatça anladılar. Aynı âyetler bugün de alt yapısı uygun olanlar için anlaşılabilir niteliktedir. Ama ya Kur’ân ile yeni tanışanlar ve alt yapısı olmayanlar? Böylelerinin “Demek ki, bazı kimselerin kalpleri ve kulakları Allah tarafından mühürlendiğine ve uyarılmaları da kendilerine yarar sağlamadığına göre, İslâm’ın ne olduğunu veya Allah’ın ne istediğini öğrenmek için boşuna çaba sarf etmenin de yararı yoktur” diye düşünmeleri ve Kur’ân’ı bir daha açmamak üzere terk etmeleri kuvvetle muhtemel değil midir?
Eğitim ve öğretim, bir sistem ve yöntem gerektirir. Bugün hazırlık sınıfında İngilizce öğrenmeye başlayan bir öğrenciye nasıl hemen Shakespeare okutulmuyorsa, ilkokulda matematikle yeni tanışan çocuğa nasıl hemen üslü veya köklü sayılar değil de önce doğal sayılar öğretiliyorsa, Kur’ân eğitimine yeni başlayan birine de peygamberimizin ancak yirmi ikinci yılda aldığı vahiy bilgilerinin verilmesiyle başlanmamalıdır. Onlarla başlandığı takdirde de o âyetlerin gereği gibi anlaşılabileceği konusunda iyimser olunmamalıdır.
Bu görüşümüzü doğruladığı kanısında olduğum bir diğer örnek de Fâtiha Sûresinin sırasıyla ilgilidir. Bilindiği gibi, Fâtiha Kur’ân’ın en başında yer alan Sûredir ve bugüne kadar böyle okunmuştur. Fakat Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir Sûrelerinden sonra, iniş sırasına göre beşinci sırada okunması hâlinde, daha önce farkına varılmamış anlamlarının ortaya çıktığı bu usulü deneyenlerce ifade edilmektedir.
Kur’ân’la ilgili olarak onun değişik özelliklerini de kapsayan en geniş açıklama, bu alanda en muteber kaynak olarak gördüğümüz İmam Suyutî’nin “el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eseridir. Amacımız Kur’ân’ı ona ilk muhatap olanlar gibi tanımak, anlamak, yaşamak ve sonra da anladıklarımızı başkalarına sunmak olduğu için, Kur’ân ilimleriyle ilgili detayları uzun uzadıya nakletmenin şimdilik gereği yoktur. Bu sebeple Kur’ân ile ilgili diğer özellikler, çeşitli sûrelerde yeri geldiğinde açıklanacaktır.
Geçmişteki tespitleri de dikkate alarak okuyucuya sunmaya çalıştığımız Mushaf tertibi, herkes tarafından bu konudaki en ciddî eser olarak bilinen Hattat Kadroğlu’nun Mushaf’ıdır.

Kadroğlu’nun Mushafındaki Nüzul Sırası MEKKE DÖNEMİ

 Sûrenin- Adı

Nüzül-Sırası

Mushaftaki-Sırası

Sûrenin-Adı

Nüzül-sırası

Mushaftaki-Sırası

Alak

1

96

Meryem

44

19

Kalem

2

68

Ta-Ha

45

20

Müzzemmil

3

73

Vakıa

46

56

Müddessir

4

74

Şuara

47

26

Fatiha

5

1

Neml

48

27

Mesed

6

111

Kasas

49

28

Tekvîr

7

81

İsra

50

17

A’lâ

8

87

Yunus

51

10

Leyl

9

92

Hud

52

11

Fecr

10

89

Yusuf

53

12

Duha

11

93

Hicr

54

15

İnşirah

12

94

En’âm

55

6

Asr

13

103

Saffat

56

37

Adiyat

14

100

Lokman

57

31

Kevser

15

108

Sebe

58

34

Tekasür

16

102

Zümer

59

39

Mâûn

17

107

Ğafir

60

40

Kâfirûn

18

109

Fussılet

61

41

Fil

19

105

Şûra

62

42

Felâk

20

113

Zühruf

63

43

Nâs

21

114

Duhan

64

44

İhlâs

22

112

Casiye

65

45

Necm

23

53

Ahkâf

66

46

Abese

24

80

Zariyat

67

51

Kadr

25

97

Ğaşiye

68

88

Şems

26

91

Kehf

69

18

Büruc

27

85

Nahl

70

16

Tin

28

95

Nuh

71

71

Kureyş

29

106

İbrahîm

72

14

Karia

30

101

Enbiya

73

21

Kıyame

31

75

Müminun

74

23

Hümeze

32

104

Secde

75

32

Mürselat

33

77

Tur

76

52

Kaf

34

50

Mülk

77

67

Beled

35

90

Hakka

78

69

Tarık

36

89

Mearic

79

70

Kamer

37

54

Nebe

80

78

Sad

38

38

Naziat

81

79

A’râf

39

7

İnfitar

82

86

Cinn

40

72

İnşikak

83

84

Ya-Sin

41

36

Rum

84

30

Furkan

42

25

Ankebut

85

29

Fatır

43

35

Mutaffifin

86

83


MEDİNE DÖNEMİ

Sûrenin-Adı

Nüzül-Sırası

Mushaftaki-Sırası

Sûrenin-Adı

Nüzül-Sırası

Mushaftaki-Sırası

Bakara

87

2

Haşr

101

59

Enfal

88

8

Nur

102

24

Âl-i-Imran

89

3

Hacc

103

22

Ahzab

90

33

Münafikun

104

63

Mümtehıne

91

60

Mücadele

105

58

Nisa

92

4

Hucurat

106

49

Zilzal

93

99

Tahrim

107

66

Hadid

94

57

Teğabün

108

64

Muhammed

95

47

Saff

109

61

Ra’d

96

13

Cuma

110

62

Rahmân

97

55

Feth

111

48

İnsan

98

76

Maide

112

5

Talâk

99

65

Tövbe

113

9

Beyine

100

98

Nâsr

114

110

Yukarıdaki sıralamada Zilzal, İnsan, Rahmân ve Ra’d sûreleri Medine dönemi sûreler içinde yer almıştır. Ne var ki, son çağ araştırmacıları bu sûrelerin de Mekke dönemine ait olduğu kanaatindedirler. Sûreler, içerik ve üslup itibariyle de Mekke dönemine ait sûrelere benzemektedirler.
Belirtmeyi gerekli gördüğüm hususlardan biri de, bu kitapta peygamberimiz için sadece Allah’ın verdiği unvanların kullanılmış olduğudur. Rabbimiz, Elçisine karşı gösterilmesini istediği saygılı davranışları Kur’ân’da şöyle bildirmiştir:
“Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah’a karşı takvalı olun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret (korunmuşluk) ve büyük bir mükâfat vardır. Sana odaların arka tarafından seslenenlerin çoğu akıllı davranmıyorlar. Ve eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok koruyan, çok esirgeyendir.” Hucurat; 1–5.
Gönül isterdi ki, peygamberimiz ile aynı çağda yaşayalım, ona sahabe/arkadaş olalım; böylece ona karşı yukarıdaki âyetlerde Yüce Allah’ın emrettiği şekilde hürmet ve itaat gösterelim. Böyle bir imkânımız olmadığına göre, bize düşen ona uymak, onun izinden gitmek olmalıdır. Onun izinden gitmek ise, onun yaptığı ve vasiyet ettiği şeye uymakla mümkündür. Peygamberimizin elçilik süresince yaptığı ve tüm Müslümanlara vasiyet ettiği tek şey Kur’ân’a uymak olduğuna göre, bizim de yapmamız gereken şey Kur’ân’a uymak ve onu yaşamaktır.
Bu kitapta dikkat ettiğimiz şeylerden biri de Resulullah’ı hangi isim ve sıfatlarla anacağımız konusudur. Klâsik kitapların birçoğunda peygamberimiz için birer saygı ifadesi olarak “aleyhisselam”, “s.a.v.”, “Hz.”, “eşref-i mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi]”, “fahr-i kâinat [evrenin övüncü]”, “sırr-ı levlâke levlâk [evrenin kendisi hürmetine yaratıldığı]”, “sahibü’l-hülleti ve’t-tac, rakibu’l-Burak fi leyleti’l-miraç [miraç gecesinde Burak’a binen Hülle ve taç giyen], “ilklerin ve sonların efendisi” gibi Allah’ın peygamberimize vermediği isim ve rütbeler kullanılmaktadır. Kur’ân’ın uygulamasını esas alarak biz de o rütbe ve deyimleri peygamberimiz için kullanmaktan uzak durduk. Çünkü Rabbimiz peygamberimizi Kur’ân’da şu ifadelerle zikretmektedir:
رسول اللّه – Allah’ın Elçisi ”(Fetih; 29, Ahzab; 40 )
النّبىّ الامّى – Nebiy-yi Ümmi (Anakentli Peygamber)” (A’râf 157)
ا لنّبىّ – Nebi (Peygamber)” (Enfal 64, 65, 70; Ahzab 1, 28, 45, 50, 59; Mümtehıne 12; Talâk 1; Tahrim 1)
خاتم النّبىّ – Hatemu’n-Nebiyyîn [peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi]” (Ahzab 40)
Allah, kendi peygamberini bu âyetlerdeki isim ve niteliklerle andığı gibi, onu kendisinin selâmladığından başka şekilde selâmlayanların kimler olduğunu da Kur’ân’da şöyle bildirmiştir:
Fısıldaşmaları yasaklanan, sonra yine o yasaklandıklarına dönmeye kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber’e karşı gelme konusunda fısıldaşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlıyorlar. Kendi içlerinden de: “Bu söylediklerimiz yüzünden Allah’ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya yaslanacaklardır. Ne kötü dönüş yeridir!” Mücadele; 8.
Âyete göre Rabbimiz, peygamberimizi Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlayanların bu davranışını ikiyüzlü olduklarının bir göstergesi olarak değerlendirmektedir. İfrat ölçüsünde bir sapma olan bu davranışı sergileyenlerin aslında peygamberimizin ahlâkıyla ve sünnetiyle [Kur’ân’a uyması ve Kur’ân’ı yaşamasıyla] bir ilgilerinin bulunmadığı, sadece çıkar sağlamayı amaçladıkları anlaşılmaktadır.
Peygamberimiz hakkında kullanılan fakat gerçek anlamından koparılarak yozlaştırılmış bulunan bir başka kavram da “salâvat” tır. Salât ve salâvat kavramlarının ne olup ne olmadığı, Allah’ın izniyle kitabımızın Kevser sûresinin işlendiği bölümünde açıklanmıştır.
Biz de peygamberimiz için Rabbimizin verdiği unvanlardan başka bir unvan ve sıfat kullanmayarak Kur’ân’ın bize gösterdiği yol ve usulden ayrılmadık. Konuyla ilgili olası eleştirilerden korkmadığımız gibi, bu konuda suskunluk göstermenin bile sapkınlığa taviz vermek olacağını düşündük.
Kitabımızda Kur’ân’ın kavramlaşmış kelimeleri için en uygun Türkçe karşılıkların bulunup kullanılmasına özen gösterdik. Dil konusunda bugüne kadar yeterince özen gösterildiğini ileri sürmek mümkün değildir. Türkçe olarak basılan meal, tefsîr ve diğer dinî kitaplarda binlerce sözcük ve kavram ya Arapça kalmış, ya da Farsça gibi başka bir yabancı dille bize intikal etmiştir. Dolayısıyla dini terminolojimizdeki salât , salâvat, abdest, oruç, gusül, zikir, fikir, resûl, nebi, belâ, fitne gibi pek çok sözcük ve kavram hiçbir zaman Kur’ân’daki gerçek anlamıyla anlaşılamamıştır.
Bunun sonucu olarak da:

  • Önce bir ulema sınıfı oluşmuş ve dinin Kur’ân’dan değil, bunların kısıtlı anlayışlarından öğrenileceği anlayışı yaygınlaşmıştır.
  • Giderek dini ilkeler yozlaştırılmış ve saf din hurafelerin istilasına uğramıştır.
  • İstilâ sonucunda din paramparça olmuş, sayısı belli olmayan mezhepler ve meşrepler ortaya çıkmıştır.
  • Bu mezhep ve meşrepler giderek daha doktriner yapılara dönüşmüştür.

Oysa Yüce Rabbimiz, Kur’ân’dan önce yolladığı kitapları, mesajını iletmek istediği o toplumların diliyle yolladığı gibi, gönderdiği peygamberleri de yine mesajını iletmek istediği o toplumların içinden seçmiştir. Çünkü Rabbimizin amacı, mesajın muhataplar tarafından iyice anlaşılmasını sağlamaktır:
“Ve Biz onlara açıkça ortaya koysun diye her peygamberi yalnız kendi kavminin/halkının diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, çok güçlüdür, hikmet sahibidir.” İbrahîm; 4.
Nitekim Âdem, Nûh, İdris, İbrâhim, Mûsâ, … Îsâ peygamberlerin getirdikleri mesajlar hep kendi halklarının ana dillerinde olmuştur. Dolayısıyla Kur’ân da Arapça konuşup anlaşan bir topluma gönderildiği için Arapça olarak inmiştir. Bu ilahi sünnete göre eğer Kur’ân Türklere inseydi Türkçe, Rûmlara inseydi Rûmca, Fransızlara inseydi Fransızca olacaktı. Zira toplumların mesajı anlayabilmeleri, aldıkları mesajın kendi dillerinde olmasına, doğru anlamaları da kendi dillerini iyi bilmelerine bağlıdır. Kur’ân Arapça olmasına rağmen muhataplar Arapçayı iyi bilmiyorlarsa mesajı iyi anlamaları da söz konusu olamaz.
Kur’ân her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Kur’ân’ın muhatapları dünya üzerindeki tüm insanlardır. (Sad 87; Nisa 105, 174; Yunus 57; İbrahîm 52) Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı diller konuşan tüm halkların peygamberidir. (Enbiya 107; A’râf 158 ve Sebe 28)
Dünya üzerinde yüzlerce farklı dil kullanan toplum yaşamaktadır. Bu durumda insanların tümünün Arapça öğrenmesi söz konusu olamayacağına göre, Kur’ân’ın dünyadaki diğer dillere çevrilmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ve bütün insanların Allah’ın mesajını alabilmesinin sağlanması mevcut Müslümanların manevi sorumluluğudur.
Bu sorumluluğu yerine getirme konusunda kendini yetkin gören ilim adamlarının en önemli görevi, Kur’ân’ın dili olan Arapça’yı ve çeviri yapacakları dili çok iyi bilmeleri, çeviri sırasında anlamı o dilde verilmemiş tek bir sözcük bile bırakmamalarıdır. Çünkü yarı Türkçe, yarı Arapça, yarı Farsça bir çeviriden ne bir Türk, ne de bir başka toplumun bireyi bir şey anlayabilir. Nakıs ve yetersiz bir çeviri ile Allah’ın mesajının gereği gibi aktarılabilmesi imkânsızdır. Kelime ve kavramların bir başka dilin sözcükleriyle karşılanması da yetmez. Kur’ân sözcüklerinin indiği dönemdeki saflığıyla anlaşılıp bugüne aktarılabilmesinin de başarılması gerekir. Aksi halde otantik anlamların aktarılamaması mesajın da yeterli düzeyde anlaşılamamasına neden olur. O günkü ifadelerin maslahat [yarar] ve mefsedet [zarar] doğrultusunda modernize edilerek aktarılmasında ise bize göre bir sakınca yoktur. Çünkü kelimelerin kendisi değil, mesajın içeriği önemlidir.
Dile ve çeviriye verilen önem ile aksi davranışların sonuçları, Rabbimizce Kur’ân’da açıklanmıştır. (Bakara 75; Nisa 46; Maide 13, 41)
Sonuç olarak Kur’ân, bütün sözcüklerin ne anlama geldiklerinin tam olarak anlaşılmasını sağlayacak biçimde başka dillere çevrilmelidir. Yapılan çeviride kapalı, anlaşılmaz tek bir sözcük bile bırakılmamalıdır. Eğer elinizdeki bu çeviride bir kapalılık, anlaşılmazlık varsa, bu Kur’ân’dan değil, çevirenin yetersizliğindendir.
Size bu Kur’ân sofrasını hazırlayan âciz kul, yedi yaşından beri Kur’ân’la ve Kur’ân ilimleri ile iç içedir. Türkçe ve Arapça yüzlerce tefsîr, meal ve Kur’ân ile ilgili kitap okumuş, incelemiş ve tahlil etmiştir. Bütün bunlardan sonra, gördüğü lüzum üzerine Allah’ın izniyle bu kitabı kaleme almaya başlamıştır. Yukarıda açıklanan gerekçeleri göz önünde tutarak Kur’ân’ı hiçbir etki altında kalmadan “Lisanü’l-Arab ”ın sözcük anlamlarını, ifade tekniklerini, Kur’ân’ın tertilini ve bütünselliğini gözeterek günümüz Türkçesiyle sizlere sunmaya çalışmıştır. Ecrini de sadece âlemlerin Rabbinden ummaktadır.
el-Ismetü lillâhi vahdeh [Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]… (HAKKI YILMAZ-İşaret Yayınları)
http://www.tebyinulkuran.com/index.php?page=Sunus

posted in KİTAPLAR | 1 Comment

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tıbbi Bitkiler Rehberihttp://www.saracoglu.at/bolum/kitap/resim/k2.jpg -Prof. Dr. İbrahim Adnan SARAÇOĞLU
Tıbbi Bitkiler Rehberi, sadece kendi internet sitemiz üzerinden satılmaktadır. Yoğun talep olduğundan dolayı teslimatta 15 günlük gecikmeler olabilmektedir.
"Tıbbi Bitkiler Rehberi" yaklaşık 220 sayfadır. İçerisinde bir çok hastalığa karşı önleyici, koruyucu ve tedavi edici kürler önerilmektedir. Tarçın, dereotu, tere, söğüt yaprağı, avokado yaprağı, nane, asma yaprağı, biberiye, karanfil, cilt temizleyici, yaşlılık lekelerine (lentigo) karşı bitkisel öneriler ve cilt maskesi sunulmaktadır. Ayrıca, beyaz lahana, brokoli, soğan, patates ve lavantanın yepyeni özellikleri ve yeni araştırma sonuçları açıklanmakta ve kür olarak kullanımları sunulmaktadır. 
Emziren annelerin sütlerini artırıcı, şeker hastalarında insulin hassasiyetini yükseltici gibi değişik kürler de sunulmuştur.

 

 

http://www.saracoglu.at/bolum.php?name=kitap

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bitkilerdeki Sağlık Mucizesi-Prof. Dr. İbrahim Adnan SARAÇOĞLU
"Bitkisel Sağlık Rehberi" 212 sayfadır. İçerisinde bir çok hastalıklara karşı önleyici, koruyucu ve tedavi edici kürler önerilmektedir. Maydanoz, adaçayı, papatya, karabaş, beyaz lahana, brokoli, karnabahar, pırasa, patates, domates, ebegömeci, üzerlik tohumu gibi daha bir çok sebze ve bitkilerin kür olarak kullanımları açıklanmaktadır. Hazırlama ve tüketim şekillerinin hangi hastalıklarda yardımcı ve destekleyici tedavi olarak kullanılacağı açıklanmıştır.

http://www.saracoglu.at/bolum/kitap/resim/1.jpg"Bitkisel Sağlık Rehberi" adrese teslim kargo ücreti dahil 30.- ytl dir. Sipariş bedeli hesap numaralarımızdan birine yatırıldıktan sonra en geç 3 gün içerisinde kargoya verilir.
 Aslen Safranbolu’lu olan Saraçoğlu, 1949 doğumlu. Kimya eğitimini tamamladıktan sonra 1982 yılında Avusturya, Graz Teknik Üniversitesinde tamamladı. Aynı üniversitenin Biyoteknoloji Mikrobiyoloji kürsüsünde asistan olarak görev yaptı. 1985-1986 yıllarında Çukurova Üniversitesinde çalışan Saraçoğlu, 1987 yılında Doçent, 1994 yılında Profesör oldu. Türkiye’de lab’lı teterjanlara geçişin öncülüğünü yaptı. Karl Franzes Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışan Saraçoğlu, aynı zamanda AVL araştırma Merkezinde Fizik ve Medikal Sensör bülümlerinde araştırmacı ve üst düzey yönetici olarak görev yaptı. Viyana Teknik Üniversitesinde misafir profesör olarak çalışan Saraçoğlu’nun uluslararası yayınlanmış makale ve patentleri var.
Son yıllarda Phyto-Biyokimya ağırlıklı çalışan Saraçoğlu, bitkilerin insan sağlığı üzerindeki çalışma ve araştırmalarını aralıksız olarak sürdürmektedir. Amerika ve Avrupa’da internet üzerinden uluslararası bir çok sağlık siteleri ve Forumları "Prof. Saraçoğlu Yöntemlerini" tüm dünyanın hizmetine sunmakta ve yine tüm dünyadan binlerce insan hergün bu siteleri ziyaret etmektedir. Brokolinin, prostatif ve bph (benigne prostate hyperplazy) üzerine olan etkilerini ilk defa tüm dünyaya tanıtan Prof.Saraçoğlu’dur. (Saraçoğlu Enj. Danışmanlık) http://www.saracoglu.at/bolum.php?name=kitap

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 “Allah’sız Müslümanlık”-Ömer Lütfi Mete
“Allah’sız Müslümanlık” deyimi ile ne anlatılıyor?
Bu soruyu bir cümlede ifade etmek gerekirse, “Güçlü ve etkin bir iletişim çabası sergileyerek Allah ile beraberlik kuramayan İslami yaşayış biçimi” derim…
Müslümanlık, kişi için huzur ve mutluluk sağlayan bir tercih değil de, “Ürkütücü bir Tanrı’nın koyduğu külfetler bütünü” şeklinde yaşanırsa bu, gerçek bir dinin hedefleyebileceği durum olamaz.
Öyle inanıyorum ki, çağımızda Müslüman kimliğini önemseyen her insan, yaşadığı çelişkileri özgürce sorgulayıp tartışabilse benimkilere benzer sonuçlara ulaşacaktır. (Profil Yayıncılık)

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

http://kitap.antoloji.com/media/erenbooks/k/21/210791_k_2788.jpg(‘Keşke’siz bir yaşam için) İletişim Donanımları- Prof. Doğan Cüceloğlu
Remzi Kitabevi

 

 

http://kitap.antoloji.com/media/erenbooks/k/22/220590_k_9360.jpg

 

Özüne Yabancılaşmış İnsanların Oluşturduğu Mış Gibi- Yaşamlar Prof. Doğan Cüceloğlu

 

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Küçük Şeyler- Prof. ÜSTÜN DÖKMEN
http://www.nadirkitap.com/upload/Kitap_20080925233523_718_11.jpg  "Küçük şeyler", üzerinde durup düşündükçe çoğalıyor, genişleyip derinleşiyor. Böyle olması da doğal olmalı. Yaşam da bir uçtan diğerine küçük şeylerden oluşmuyor mu? "Dostlarım" diyor yazar; Küçük şeyleri, küçümsemeyin, fazla da önem vermeyin. Küçük şeylere hakkını verin. Küçük şeylere hakkını vermek, yaşama hakkını vermektir. Eğer siz yaşama hakkını verirseniz, Yaşam da size hakkını verir.

 

http://www.kitapalemi.com/temp_resim/58333_85_0_other_kckseylr2.jpg Ve hayatlarımızda büyük yer tuttuğu halde, bir türlü dilimiz varıp da adlandıramadığımız davranış biçimlerine, tuzağına düştüğümüz yaklaşımlara adlarını koyarak ışık tutuyor. "Suflörlü yaşam", "tulumbacılık sendromu", "psikolojik düğümlerden kurtulmak" der, dediğini de akıcı, hayatın içinden diliyle açıklarken okuru alıp götürüyor. Küçük Şeyler 2’de Üstün Dökmen, düğümlerimize, bizi düğüm olmaya sürükleyen yaklaşımlara parmak basmakla kalmıyor, çözüm yolları ve teknikler de sunuyor…  (Sistem yayıncılık)

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

(Anlamlı ve Coşkulu Bir Yaşam İçin) SAVAŞÇI- Prof. Doğan Cüceloğlu
http://www.pandora.com.tr/images/kapak/78592.jpgSavaşçı olmanın ilk aşaması anlam arayışıdır. Anlam arayışında da ilk adım kritik ve can alıcı sorular sorabilmektir. Bunlar çocuk masumiyetinde sorulan sorulardır. “Ben kimim?” gibi. İkinci adım soruların yanıtını aramaktır. Bu basit görünen soruyu bütün sosyal ve kültürel bağlamların ötesinde düşünmek gerekir. Soruları bu şekilde algılayanların çoğu filozoflardır. Filozoflar birbirinden farklı cevaplar bulmuşlar ve farklı felsefeler geliştirmişlerdir. Sorunların temelinde bir felsefi boyut vardır.bunu ortaya koymadıkça, sorunları çözecek güce ve yeterliliğe hiçbir zaman ulaşamazsınız.
Bu nedenle Doğan CÜCELOĞLU kitabında felsefenin üç temel alanından bahseder. Birincisi ontoloji, var oluşun incelenmesi; ikincisi epistemoloji, bilginin doğası, kaynağı, sınırları; üçüncüsü etik, ahlaki ve sosyal davranışın incelenmesi. Bu konular birbirinden ayrı gibi görünse de birçok filozof u alanlar arasında organik bir bağ kurmuştur. “Ben kimim?” sorusuna yalnızca “Ben bedenimim” diye bir cevap veremeyiz. Düşünebilen bir varlığız. Bebekliğimiz çocukluğumuz, erginliğimiz ve yetişkinliğimizdeki bedenlerimiz aynı değil. Ancak bu dönemlerin hepsinde ben bendim diyebiliriz. Bunu sağlayan bedenimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi izleyen gözlemleyen ben’in sürekliliğidir. Gözlemlenen ben ile sosyal rollerin içinde kendimizi tanımlamaya çalışırken kendi yarattığımız hapishanede hapsoloruz. “Hapishanede olduğunu anladığın an savaşçı olma yolunda ilk adımı atmış olursun.”
Bilinç kendine özgü bir niyet belirler. Bu niyet o bilincin neyi, nasıl anlamlandıracağını belirler. Kültüründe niyeti vardır. Ne kadar değişirsek bu kültürde o derecede bize karşı koyar. Anlamı yitirmenin temelinde kendini esas olmama, başkaları ne der düşüncesi vardır. “yaşam enerjinizin kaynağı sizin özünüz. Kendi özünüzden koptuğunuz zaman şevkiniz kalmaz.”
Savaşçı iki temel gereksinim olan ait olma – birey olma arasında denge kurar. Ait olma yanı ağır basan kişi kendi özünden kopar. Birey olma yanı ağır basan kişi dış dünyadan kopar. Savaşçı içinde bulunacağı sosyal rolleri kendisi belirler. Önemli olan bu rollerin kendi isteğiyle mi, yoksa çevresindekilerin etkisiyle mi seçtiğidir.
Savaşçı gözlemleyen bilince ulaşma niyetiyle işe başlar. Nesnel ben içinde kaldığımız sürece içinde olduğumuz büyük resmi ve bunun içinde yer alanlarla nasıl bir ilişki kurduğumuzu göremeyiz. Nesnel ben bencildir. Savaşçı yaşamını niyetinin saflığı üzerine kurmuştur. Eylemlerinde bir karşılık beklemez. Nesnel ben bilincinde olan insan kendinden daha zayıf, bilgisiz insanla karşılaştığı zaman ondan nasıl yararlanırım diye düşünür. Kendinden daha güçlü biriyle karşılaştığında ise ondan korkar. Bu insandan bana zarar gelir mi? der. Bu korkuyla hep sahip olmak ister. Cömert değildir. Gözlemleyen bilince sahip kişi bütünün bilincindedir. Verdiği zaman daha çok özgürleşir, bilgeleşir. Vermenin bir hizmet olduğunu ve anlamlı ilişkiler içinde olanların birbirine hizmet etmesi gerektiğini bilir. Kişi kendinin farkına vararak, kendini bilerek ortama bir bilinç getirir ve kendini ifade edebilir.
Gerçeğin ne olduğu bilinci, kişilerin bu gerçeğe saygılı olmasına yol açar. Gerçeğe saygılı olması için kişisel bütünlük içinde olması gerekir. Gerçeğe saygılı olmak gördüğü, algıladığı dünyayı önemsemektir. Önemsemezse rasyonel bir varlık olarak gelişemez.
Özdeşim yasası, bir şey ne ise odur, der. Nedensellik yasası da, bir nesnenin ne yapacağı onun ne olduğuyla belirlenmiştir, der. Özdeşim aksiyonunun doğal sonucu çelişki aksiyonudur. Bir şey aynı zamanda aynı boyutlarda hem A hem A değil olamaz. Ben, ben olarak düşündüğüm ve yaptığım zaman kendim olarak var olurum. Korku ya da menfaat gibi nedenlerle ben olmayı bırakır, başkası gibi davranırsam çelişki ilkesine karşı geliyorum demektir.
Kişisel bütünlüğün üç düzeyi vardır: Özü, sözü doğru olmak. Değerler ve ilkelerle ahenk içinde yaşamak (Hakkaniyetlik, sevgi). Bir duruş içinde olmak, gelecekte yaratılmak istenen olanağa kendini adamak. Kişisel bütünlük içinde olmayan insan sürekli kendini zehirliyor demektir. Kişisel bütünlüğün anlam kazanabilmesi için evrensel değerlerin toplumun kültüründe yaşaması gerekir.  Hangi konu ya da durumda olursa olsun, kişi kendisinin, yaşamın direksiyonunda hissettiği an güçlü görecektir. Bir kültür okyanusu içinde yaşıyoruz. “Bu okyanus içindeki mesajlar bize farkına varmadan verilir, öğretilir”.
“Akıllı baba çocuğunu uyurken öper” diye bir söz vardır. Bunun altında yatan aslında kişinin kendi korkusu. Otorite durumunda olan kişi yönettiği kişinin gözünde güçsüz görünmekten korkar. Savaşçının güç kaynağı korku değildir. Kendini değerler üzerine kurduğu geleceğe adamıştır. Gelecek onun için anlamlıdır. Gücü buradan gelir.
Kendini sevgi ve gelişim temeli üzerinde kurulmuş bir geleceğe adadığını düşünmek onun gücüdür. Olumsuz duyguların temeline bakarsanız korkuyu görürsünüz. Bu nesnel benden kaynaklanır. Üç tür güç vardır Angeles Arrien’e göre: Kişiliğin gücü, iletişimin gücü ve kendini adadığın gelecekten kaynaklanan güç. Savaşçı hiç bir şey istemeden kendini adamış olduğu geleceğe enerjisini, eylemini, düşüncesini yöneltir. Zihninde bir dünya yaratır. Hasta olmada ve iyileşmede zihin gücü çok önemli bir etkendir.
İnsan verdiği kararlardan sorumluluk olmalı. Kişisel bütünlülük bir tür sorumluluktur. Düşünce, duygu ve eylemlerinin uyum içinde olmasının hesap vermeye hazır olduğun zaman, kişisel bütünlük ortaya çıkar. Sorumlu tutmadan önce farkında olma, bilgi, beceri ve seçme özgürlüğü olup olmadığı göz önünde bulundurulmalı. Özgürlük arttıkça sorumluluk artar. Seçimlerimizi kendi arzumuzla yaptığımız sürece bunlardan sorumluyuz. Neyi, ne zaman, nasıl yapacağımıza dair gerçekçi bir tutum içinde olmalıyız. Ait olma, birey olma dengesini gerçekleştirmenin bilincinde olmalıyız.
Savaşçı evrenden kopuk değil onunla bir bağ içinde yaşamını sürdürür. Mutluluğu da bütüne bağlıdır. Ve olmazsa olmaz yaklaşımı yoktur. Yaşamın tüm anları tek ve kendine özgüdür. Don Juan’a göre “Ölümün avcılık yaptığı bir dünyada kuşku ve pişmanlık için zaman yoktur. Ancak kararlar için zaman vardır?
Savaşçı ölümden konuşmaz. Ama ölümü hiç unutmaz. Sıradan insan sonsuz yaşamı zemin kabul ederek, günlük yaşamını anlamlandırır.
İnsan farkında olduğu, yapmak istediği şeyi, özgür olmadığı için veya korktuğu için yapamayabilir. Farkında oluş, algılama, zaman içinde olur. Zaman içinde olan her şey değişir. Varolmak demek değişmek demektir. Yaptığımız seçimler ve bunun sonucu oluşan eylemlerle sürekli bir varoluş içindeyiz. Sıradan insan değişimi düşünmez. Böyle gelmiş böyle gider anlayışı içindedir. Ancak bir başkası değişmelisin derse değişmekle ilgilenir. Yani burada ait olma baskındır. Kişi seçeneklerin farkına varırken, sınırların ve olanaklarında farkına varır. Bu sınırlardan biri de ölümdür. Böylece değişim sadece seçenekleri bilmeyi değil, ölümlü bir dünya içinde şimdi ve burada yaşadığımızı bilmeyi de gerektirir. Özdeşim beni, ben yapan öğeler, yabancılaşma ötekileri, öteki yapan ögeler’dir. Ait olma üzerine kurulu bir özdeşimde, birey olmakla ilgili duygu, düşünce ve eylemler öteki olacak ve birey olmaya yabancılaşma hissedilir. Savaşçı ben’in sınırlarını çizerken ait olma – birey olma arasında da denge kurar. Böylece hem sosyal yaşamını dışlanmaz, hem de kendi özünden gelenlere yabancılaşmaz. Savaşçı özdeşimini yaparken bir dönüşümden geçer. Bu gözlemleyen bene ulaşmakla gerçekleşir.
Don Juan “Eğer öğrenmek istiyorsan kendini önemsemekten vazgeçmelisin” demiştir. Savaşçı tümüyle farkında olmak için, bilincin gelişiminin en son aşamasına ulaşmak için bu yolculuğa başlamıştır. Savaşçının hayatında en anlamlı eylem, onun bilincinin gelişmesini sağlayan eylemdir. Değişim insan olmanın potansiyelini gerçekleştirebilmek içindir. Sıradan insan kendi hayatını, yaşayabilme cesaretini gösteremediği için başkalarının kendisi için tanımladığı hayatı yaşar. Kendi potansiyelini gerçekleştiremez. İnsan ancak bir savaşçı ruhu içinde özgün bir yaşam oluşturabilir.
İnsan yaptığı herhangi bir işi en iyi şekilde yapmaya çalışırken savaşçı olma yoluna girer.
Çevremizdeki birçok kişi kim olduğumuzla değil kim olmamız gerektiği ile ilgileniyor. Böylece duygularımızı tanıyıp anlayacağımıza, onları bastırmayı, reddetmeyi öğreniyoruz. Kendimize yabancılaşmayı yaşıyoruz. Eziklik ve acizlik duygusunun altında da bu vardır. Bundan kurtulmak için insan kendi içinden gelen duygu ve sesleri doğal ve gerçek olarak kabul etmeli. Geçmişte yarım bıraktığımız, sonuçlandıramadığımız her iş bitmemiş bir iş olarak zamanla birikir. Bizim şimdi ve şu anı algılamamıza ve yaşamımıza sürekli engel olur. Bitmemiş işlerin temelinde gereksinmeler vardır. Bunlar biyolojik ve psikolojik olabilir. Bu gereksinmeler karşılanmayınca, bitmemiş durumlar ortaya çıkar. Var oluşun temel boyutları kişinin algılama ve anlam dünyası içinde yani fenomeni içinde oluşur. Bu algılama zihinsel ya da sezgisel de olabilir. İlk temel varoluş boyutu farkına varılmadır. Kişi psikolojik anlamda “ben varım”, “ben yokum” fenomenini yaşar. “yoksun” mesajı verilen her ortamda fenomeninde dengesizlik oluşur ve bunu gidermeye çalışırız. Giderilmediğinde bitmemiş bir iş olur. Örneğin sırada beklerken biri gelip önümüze geçse ona bir kızgınlık duyar ve uyarırsınız. Kişi bunu önemseyip özür dilerse kızgınlığınız geçer ve o iş bitmiş olur. Ama önemsemez ve hiçbir şey yapmazsa ve siz de daha fazla bir şey söyleyemezseniz kızgınlık dinmez. Bu bir bitmemiş iş olarak kalır. İnsan ancak ilişkileri içinde var veya yok olabilir.
Varoluş gereksinmelerinden biri de, kişinin sınırlarına saygı duyulmasıdır. Kişinin kendi fenomeni içinde “benim bedenim, benim eşyam, benim duygum” dediği her şey, onun sınırlarını oluşturur. Psikolojik sınırlar kişinin ilişkisinin türüne göre değişir. Sınırlar ihlal edilinceye kadar bunun farkında değilizdir.
Kişinin sınırlarını koruması ve diğerleri tarafından tanınması önemli bir gereksinmedir. Bu gereksinmenin ihlali dengesizliklere yol açar. Bu da giderilmezse bitmemiş işler olarak yaşamda yer alır. Savaşçı farkında oluşunu sürekli uyanık tutar. Oluşan dengesizlikleri hemen algılar ve elinden gelen en iyi şekilde onları dengeleyerek tamamlar. Egosu şişkin, egosu çabucak kırılabilen insanlar kolay affedemez. İnsan yürekten affetmeyi öğrenmeden “bitmemiş işlerini” bitiremez.

ANAFİKİR
Anlamını yitiren bir yaşamın temel sorunu kendi yaşamını yönetememek, kendi yarattığı bir hapishanenin içinde olduğunu fark etmemektir. Anlam araşışı kişiyi fark eden bilince götürür. Nesnel beni dinleyerek oluşturulan hapishane fark edilir. Fark edince uyanış başlar. Eğer bu farkında oluş gelişimini tamamlayabilirse “gözlemleyen ben” denilen bilinç oluşur. Ait olma – birey olma temel gereksinmelerimizdendir. Bir aileye, bir topluma, bir mesleğe sığınarak insanlar bunlardan güven alır. Yani ait olma yanı ağır basar. Kendi iç dünyalarından güven alamayan kişiler sosyal roller içinde hapsolurlar. Ancak kişinin gözlemleyen beni kendini farkına varır. Kendi düşünce ve isteklerine önem verir ve birey olmaya çalışır. Savaşçı birey olurken içinde bulunduğu sosyal rolleri de yadsımaz. İkisi arasında denge kurar. Kişi her şeye niyetle başlamalıdır. Her olaya bir öğrenme fırsatı olarak bakmalıdır. Kişinin niyeti bulunduğu ortamı nasıl algılayacağını belirler. Savaşçı gözlemleyen bene ulaşmayı niyet eder. Gerçeklik duygusu bilinçli yaşamanın, bilinçli yaşamda kişisel bütünlüğün gereğidir. Kişisel bütünlük özü ve sözü bir olmalı, inanç ve değerleriyle uyumlu yaşamak, bir hedef belirleyip buna ulaşma çabası vermektir. Savaşçı kişisel bütünlüğü içinde, niyetinin saflığı içinde bir gelecek yaratır.
Sıradan insanın gücü yönlendirmeye çalıştıklarından korkmasından gelir. Savaşçının gücü gözlemleyen beni ile niyetinin saflığı içinde verdiği kararlardan gelir.
Savaşçı içinde yaşadığı gerçeklerin farkında olarak düşüncelerini eyleme dönüştürür ve bundan sorumluluk almasını bilir. Savaşçı her an ölümün bilincinde ama kendini kaptırmadan şimdi ve şu anı en iyi şekilde değerlendirir.
Değişim insan olma potansiyelini gerçekleştirebilmek içindir. Sıradan insan başkalarının tanımladığı hayatı yaşar. Özgün bir yaşam ancak savaşçı olunarak gerçekleştirilebilir. Savaşçı tümüyle farkı da gözlemleyen bilincini en üst düzeye ulaştırma çabasındadır. Bunun için öğrenmesi, öğrenmek için de değişmesi gerekir.
Savaşçının yaşamında keşkelere, pişmanlıklara yer yoktur. İçten gelen bir duyguyla affetmeyi bilir. Böylece bitmemiş işlerden arınır. Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada kendin olarak kalabilmek dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!…
http://www.donusumkonagi.net/makale.asp?id=1033&baslik=savasci___dogan_cuceloglu&i=psiko_kitaplik

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

(Çoktanrıcılıkta Yahudilikte Hıristiyanlıkta Gericilik ve) İSLAM’DA BİLİMİN YÜKSELİŞİ VE ÇÖKÜŞÜ- Cengiz ÖZAKINCI
(827-1107) Müslüman Toplumlarda Bilimsel Gerilemenin Tarihsel Kökenleri- ‘Mutezile Devrimi’nden ‘Gazzali Karşı Devrimi’ne

Bilim tarihine Batı gözlüğüyle bakanlar, Batı’nın bugünkü bilimsel üstünlüğünü ya ‘Eski Yunan – Roma Kültür Kökeni’ne ya da ‘Yahudi-Hıristiyan Din Kökenleri’ne bağlayarak, ‘Doğu’nun bugünkü geriliği tümüyle İslam’ın gerici bir din olmasından kaynaklanmaktadır; Doğu, İslam’dan çıkmadıkça bilimde ilerleyemez’ görüşünü yaymaktadır. Cengiz Özakıncı, bu kitabında, Müslüman toplumlara yönelik ‘Hıristiyan Misyonerliği’nin en incelmiş, en sinsi biçimi olan bu görüşü çürüterek, Batı’nın bugünkü bilimsel üstünlüğünü Yahudiliğe ya da Hıristiyanlığa değil, tümüyle Müslüman bilgin ve düşünürlere borçlu olduğu gerçeğini, hem de hiçbir Yahudi, Hıristiyan Batılı’nın yadsıyamayacağı türden Batı kaynaklı belgelerle göstermektedir. Kitapta yer alan ve çoğunun tıpkı basımı Türkiye’de ilk kez bu kitapta yayımlanan bu unutturulmuş Batı kaynaklı belgeler, bir yandan Batı’da Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan kaynaklanan eli kanlı bilim düşmanlığının tüyler ürpertici boyutlarını apaçık gözler önüne sererken, bir yandan da 800-1100 yılları arasında Müslüman ülkelerde deneysel ve düşünsel bilimlerin doruğa tırmandığını, Batı’nın ancak Müslüman bilginlerin buluşlarını kavradıktan sonradır ki bilimsel alanda ilerlemeye başladığını kanıtlamaktadır. Kilise’nin bilim düşmanlığı ve bilim adamlarının Papalık fermanlarıyla nasıl odun ateşinde törenle diri diri yakıldıkları bu kitapta doğrudan Vatikan arşiv belgeleri ve John Foxe’un 1563’te Kraliçe I. Elisabeth’e sunduğu raporda yer alan resimlerle gözler önüne serilirken; tüm kişisoyunun ve Batılıların Cebir’i Müslüman bilgin Horezmi’ye; optik bilimleri, yer çekimini Newton’a değil El-Hasan’a; tıbbi eczacılığı, otopsi yöntemlerini, aşı uygulamasını İbni Sina’ya; gökbilimi Zerkali’ye, Toplumbilimi İbni Haldun’a; felsefeyi mantığı İbni Rüşd’e, Farabi’ye, sezaryanla doğum yaptırmayı Biruni’ye; matematiği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi hepsini ama hepsini tümüyle Müslüman bilginlere borçlu olduğunu yine Batı kaynaklı arşiv belgelerinin tıpkı basımlarından örnekler sunarak ortaya koymaktadır. Kitabın son bölümünde “Peki ama nasıl oldu da 400 yıl boyunca Batı’ya bilim öğreten Müslümanlar, bilimin öncülüğünü Batı’ya kaptırıp, bugün Batı’dan bilim dilenir duruma düştüler? ” sorusuna eğilen Özakıncı, bugüne dek doyurucu bir yanıt verilemeyen bu soruyu bilimsel verilere dayanarak, herkesin anlayabileceği bir dille açıklarken; bu kitapla, aynı zamanda Bizans İmparatoru İkinci Manuel’in, “Muhammed vadettiği inancı kılıçla yayma emrinden başka hangi yeniliği getirmiştir, gösterin bana? ” sözlerini yineleyen Papa XVI. Benedict’e tokat gibi bir yanıt niteliği taşımaktadır. (Otopsi yayınları)

posted in KİTAPLAR | 1 Comment

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

(Dünden Bugüne Türklerde) DİL VE DİN (Kur’an’ı Doğru Anlamak) -Cengiz Özakıncı
Mehmet Akif Ersoy diyor ki: “Kur’an’da geçen “kanaat”i, “tevekkül”ü, “sabır”ı, hepsini yanlış anladık. “Sabır” nedir?.. Bize göre “sabır”, ne olursa olsun “katlanmak” demektir. Neye katlanmak? Her şeye. Daha doğrusu katlanılmayacak şeylere.
Mesela aşağılanmaya, hakaret görmeye, döğülmeye, söğülmeye; özetle insanlık onurumuzu lekeleyecek kötülüklerin hepsine. Aman yarabbi!.. Kur’an ne söylüyor, biz ne anlıyoruz!.. “Sabır” katlanmak değil, göğüs germektir. Neye göğüs germek? Sonunda katlanılmayacak acılara katlanmak ıztırabına mahkum olmamak için, önceden her türlü zorbalıklara, her türlü sıkıntılara, mertcesine, insancasına göğüs germek.
Hele Kur’an’daki “tevekkül” hiç bizim anladığımız mahiyette mi? “Tevekkül”, Kur’an’ın gösterdiği, Hadis’in gösterdiği “tevekkül”, tüm yolları denedikten sonra olan tevekküldür. Biz cehaletimiz yüzünden dini bu hale getirdik. Din de bizi bu hale getirdi. İslam dini bir miskinlik dini oldu…” Mehmet Akif, bu sözleriyle Kur’an’ın temel kavramlarının yanlış yorumlanarak topluma yanlış belletilmesinin yıkıcı sonuçlarını çok doğru bir biçimde saptamıştır.
Müslüman toplumlar “dinsel aydınlanma” olmaksızın geri kalmışlık zincirini kıramayacaktır. Dinsel Aydınlanma; insanları bir anda sevgisiz, yıkıcı, acımasız, yabanıl sürülere dönüştürebilen, usdışı, bilimdışı, gerçekdışı, karanlık, boş inançların tutsaklığından kurtarıp; gerçeğin ışığında yürüyen, özgür, bağımsız, eleştirel düşünceli, barışçıl, iyicil, sevecen, çalışkan bireylere dönüştürme çabasıdır. Çağlar boyu yığınların beynine kazınan yanlış kavramlar öyle inatçı, öyle direngendir ki, bunların kısa süreli çabalarla toplumsal bellekten kazınması olanaksızdır.
Başka ulusların dinsel aydınlanma deneyimlerinden dersler çıkararak, aydınlanmayı uzun soluklu bir devrim ve çilelerle dolu bir süreç olarak kavramamız gerekiyor. Toplumsal aydınlanmanın geçilmesi zorunlu en önemli evrelerinden biriyse, dinsel düşünce üretiminin ulusallaştırılması ve ulusal dilin olabildiğince özleştirilip sağlığına kavuşturularak yaşamın her alanında egemen kılınmasıdır.
Bu kitabında, dil ve din ilişkilerini Müslüman Aydınlanmasının odağına yerleştiren Cengiz Özakıncı, dilin düşünce üretimiyle, dinsel ve toplumsal aydınlanmayla bağlarını gözler önüne sererek, dilimizin bin yıldan bu yana dinsel kaygılarla bozulmuş olmasının, anlama yetimiz ve düşünsel üretimimiz üzerinde nasıl onarılması güç yıkımlara yol açtığını örneklerle gösteriyor ve çözümler öneriyor.
Türkan Saylan: "Bu kitapta Dil Devrimi’ne karşı çıkanların aymazlığının hatta hainliğinin ayırdına varıyor, dilinize bir başka yüreklilikle sarılmak, onu eskisinden fazla esirgemek, sözcüklerine özen göstermek sorumluluğunu pekiştiriyorsunuz. Cengiz Özakıncı’nın bu ilginç araştırması, kafası karışık, soruları yanıtlanmamış tüm arayış içindeki insanlarımıza çok iyi ipuçları ve çözüm önerileri vermekte: bu yapıtın, geçmişimizi ve bu günümüzü kavramada hepimize, özelikle de gençlerimize iyi bir uyari ve yol gösterici olacağı kanısındayım." (Cumhuriyet Kitap, sayı 290)
http://www.kitapturk.com/img/Metas/d/9758410121.jpgMetin Erksan: "Cengiz Özakıncı’nın "Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din" kitabi, müthiş, olağanüstü, vazgeçilmez, zorunlu, kesin bir başucu kitabıdır. Ülkenin, ulusun, devletin, cumhuriyetin, laikliğin, Türklüğün, Atatürk’ün, aklin, bilimsel bilginin, bilimsel düşüncenin, cahil, gafil, kara yobaz, kara aydın düşmanlarının yerden mantar biter gibi çogaldigi ve Türk toplumunu zehirlediği bu zamanda Özakıncı’nın kitabi bir panzehir gibi algılanacaktır." (19 Kasim 1994, Cumhuriyet)
Yusuf Çotuksöken: "Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din yılın en ilginç kitabı. Bir kez okudum; simdi ikinci kez okuyorum. Tüm aydınlarımızın da okumasını öneririm."
(Gösteri, Ocak 1995)
Elinizdeki kitap I.Ü. İletişim Fakültesince kaynak kitap, M.Ü. Türkçe Bölümünde yardımcı kitap, ÇYDD üyelerine yararlı kitap olarak önerilmiştir.  (Otopsi Yayınları)

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Doğru Bildiğimiz Yanlışlar- Prof. Abdülaziz Bayındır
Dini menfaatlerine alet edenler eksik olmaz. Siyasi, sosyal, maddi vs. her ne suretle olursa olsun, dini menfaatlerine alet edenler, dine zarar verirler. Bunlar eğer ihttp://www.suleymaniyevakfi.org/modules/kitaplar/images/shots/dogru_bildigimiz.jpglim sahibi ve etkili kimselerden olurlarsa zararları büyük ve kalıcı olur. Kimin ne niyette olduğu bilinemediğinden, ihtiyatı elden bırakmamak, din adına ortaya konmuş görüş ve uygulamalara şüpheci bir tavırla yaklaşmak gerekir.
Beyaz bir sayfa açmaya çalıştık. Bu sebeple kitap, baştan sona yeniliklerle doludur. Esas yenilik, her konunun Kur’ân-Sünnet bütünlüğü içinde ele alınmasıdır. (Süleymaniye Vakfı Yayınları)

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Duada Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk- Prof. Abdülaziz Bayındır
Tuzağın önüne hoş şeyler konur. Din büyükleri bu konuda bulunmaz bir malzemedir. Tuzağın iki bü-yük engeli akıl ve Kur’an’dır. Engelleri aşmak için duygusallhttp://www.suleymaniyevakfi.org/modules/kitaplar/images/shots/evliya.jpg ık öne alınır. Dinin akıl değil, bir gönül işi olduğu söylenir. Bu, insanları, Kur’an’ı anlayamayacakları yalanına inandırmayı kolaylaştırır. Artık önlerine hangi ayet konsa görmezlik¬ten gelirler. Kendi özgüvenleri kaybolur. Üstlerine pislikler yığıl-maya başlar (Yunus 10/100). Şeytanlar başlarını sarar, onlarla yakın arka¬daş olurlar. Doğru yolla ilişkileri kesilir ama kendilerini o yolun ortasında sanırlar (Zuhruf 43/36 37).
Bu kitapçığın amacı, iyi müslüman olmak için yola koyulan büyük bir kitlenin kolayca düştüğü bu tu-zakları, Kur’an ayetleri ışığında ortaya çıkarmak ve gerekli uyarıyı yapmaktır. (Süleymaniye Vakfı Yayınları)

posted in KİTAPLAR | 0 Comments

3rd Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk-Prof. Abdülaziz Bayındır
Bu kitabın amacı, iyi müslüman olmak için yola çıkanların kolayca düştüğü tuzakları, Kur’ân ışığında ortaya çıkarmak ve uyarılar yapmaktır. Bizim hatalarımızı görenlerin de aynı şekilde bizi uyarmasını bekliyoruz.
http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/kitaplar/images/shots/aracilikvesirk.jpgGerçeği anlamak kolay, kabul etmek zordur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bir cemaati yola getirdikten sonra, neden sakınacaklarını açıkça kendilerine bildirmeden Allah’ın onları yoldan çıkarma ihtimali yoktur.” (Tevbe 9/115)
“Allah’a karşı yalan uyduran, ya da o gerçek kendisine gelince ona karşı yalan söyleyip durandan daha zalim kim olabilir? O nankörler için Cehennem’de yer mi yok? (Allah diyor ki;) Her kim bizim uğrumuzda gayret gösterirse onları kesinkes yollarımıza sokarız. Allah, kuşkusuz iyi davrananlarla beraberdir”. (Ankebût 29/68-69) (Süleymaniye Vakfı Yayınları)

http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/kitaplar/viewcat.php?cid=1

posted in KİTAPLAR | 0 Comments