SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
İNFAK NİFAKIN PANZEHİRİDİR – Mustafa İSLAMOĞLU
Servet mülkiyet değil emanettir.
Kur’an’da sadece üç şey “Allah yolunda” (fî sebilillah) kaydı düşülerek emredilir: Cihad, hicret, infak. Bu kayıt infakı bir yönüyle mali bir cihad kılarken, bir başka yönüyle metâ’dan na’îm’e hicret kılar. Metâ’ daim, sabit ve kâmil olmayandır. Na’îm ise metâ’ın tam tersine daim, sabit ve kâmil olan nimettir, yani cennettir.
İnfak’ın türetildiği nefeka kökü “elden çıktı, bitti, tükendi” manalarına gelir. İnfak terim olarak “yarar veren bir şeyi ona muhtaç olan biriyle karşılıksız paylaşmak” manasına gelir. Kelimenin geçişli (infak) olması, bir ‘öteki’ olmaksızın bu ibadetin gerçekleşemeyeceğine işaret eder.
İnfakın farz olanına zekât adı verilir. Zekât’ın ilk anlamı “artma ve çoğalma”, ikinci anlamı “arı duru hale getirme”dir. Zekât’ın Kur’ani açılımı, “artmak ve arınmak için ödenmesi gereken bedeli ödemek” demektir.
Rasyonel matematiğe göre 40’tan 1 çıkarsa 39, iman matematiğine göre 40’tan 1 çıkarsa 400 kalır. Zekâtı verilen malın artışı, budanan çubuğun üzümündeki artışa benzer. Bu artış meyvenin artışıdır ve buna “bereket” adı verilir. İnfakın nafile olanına fıkıhta sadaka adı verilir. Sadaka, “doğruluk, dürüstlük, sadakat” demektir. Zaten sadakaya da, kişi Allah’ın verdiği servet emanetine “mülkiyet” olarak değil “emanet” olarak bakıp onu paylaştığı için “sadaka” adı verilmiştir. Zira serveti paylaşmak, emanete sadakat, onu biriktirmek ve hasislik yapmak, emanete ihanettir. İnfak’ın Ramazan ayına has olanına fıtr denilir. Fıtrat sadakası, yani zengin olsun olmasın, insanın “varoluş” infakı olduğu için bu adı almıştır. İnfak’ın sırf maldan yapılanına hayr denilir. Kur’an serveti “hayr” olarak isimlendirir. Bu, kadim mistik öğretilerin ve Hind fakirizminin savunduğunun aksine, Kur’an’ın servete özü itibarıyla şer değil bilakis “hayr” olarak baktığını gösterir.
İnfakı anlamanın ve sindirmenin yolu, vahyin inşa ettiği bir servet tasavvuruna sahip olmaktan geçer. Bu tasavvurun yaslanacağı akide de, tevhid akidesidir. “Mülk kimindir?” sorusuna Kur’an’ın defaatle verdiği cevap açıktır: Mülk Allah’ındır. Peki, ya mülkten insanın payına düşene ne demeli? Şu bir hakikat ki, bu pay insana emanet olarak verilmiştir. Zira insan bu cihana sahip olmak için değil şahit olmak için gelmiştir. Serveti imana şahit kılmak lazımdır. Bu ise, servete mülkiyet değil emanet gözüyle bakmakla gerçekleşir.
Kur’an servet konusundaki iki aşırı ucu da dışlar. Bunlardan birini Batı’nın “mutlak mülkiyet” anlayışına dayalı Kapitalizmi, ötekini ise Doğu’nun dünyayı bir günah sayan fakirizmi temsil eder. Serveti ferdin değil toplumun mülkü olarak gören Komünizm mahiyet itibarıyla Kapitalizm ile servete bakışta aynı gözede buluşurlar. Buluştukları o göze, servetin emanet değil mülkiyet olduğu fikridir. Servetin bireyin mi toplumun mu mülkiyeti olduğu tartışması tali bir tartışmadır. Vahyin sahibi, servetin belli ellerde temerküz ederek devlete dönüşmesine razı değildir (Haşr 7). Yığma arzusu, insanı “servete sahip” değil, “servete ait” kılmıştır. Servete ait olanın serveti olamaz. Zira ortada “sahip” denilecek bir özne kalmamıştır. Bunun en tipik örneği Kârun’dur. Kur’an Kârun tipini serveti emanet değil mülkiyet gören kişinin akıbeti bağlamında zikreder (Kasas 76-84).
Kur’an bazı mistik öğretilerin ve Hind fakirizminin tutumu olan dünyayı ve dünyalığı günah veya pislik gibi görme tavrını da reddeder ve servette denge yolunu gösteren şu duayı talim ettirir: “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik güzellik ver, ahirette de iyilik güzellik ver!” (Bakara 201).
Servet konusunda bu dengeli tavrı, “el kârda gönül yârda” özdeyişi ifade eder. Bu yüzden işin sırrına erenler: “Ya Rab! Elimizde çok eyle, gönlümüzde yok eyle!” diye dua ederlermiş. Buna Efendimiz’in “Fakr övüncümdür” hadisi ile karşı çıkılabilir. Fakat “Kur’an akıldır, akıl Kur’an’dır” muhteşem tesbitinin sahibi olan Haris el-Muhasibi’nin büyük öğrencisi Cüneyd’e (ve daha başkalarına da) atfedilen şu fakr tarifi, meseleyi merkezine oturtmaktadır: “Fakr senin hiçbir şeye sahip olmaman değil, dünyalara sahip olsan da, hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir.” Dünyalık, Kur’an’ın buyurduğu gibi, insanın cevherini cürufundan ayıran bir ergitme potasıdır. Fitne, tam da bu demektir.
Kullukta yücelmenin (mirac) iki kanadı vardır: Biri kuldan Allah’a uzanan boyutu temsil eden namaz, diğeri kuldan kullara uzanan boyutu temsil eden infak. Bu çift kanat en güzel ifadesini Mâûn Sûresi’nde bulur. Şu âyet de bu hakikati ifade eder: “Namazı hakkını vererek kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler” (Hac 35).
Nifak-infak karşıtlığı
Önce şu suali sormak gerekir: Mü’mini kâfirden iman ayırır, ya mü’mini münafıktan ne ayırır?
Bu sualin Kur’an’dan yola çıkılarak verilecek en kestirme cevabı “infak”tır. Evet, mü’mini münafıktan infak ayırır. Garip bir tevafuktur ki, infak ile nifak aynı köke nisbet edilirler. İkisinin de ortak yanı mezid fiil olmasıdır. Farklı bablara ait olsalar da, her iki kelimeyi buluşturan bir mana vardır. Her ikisi de, “iki ucunda iki deliği bulunan yeraltı geçidini” ifade eder. Bu yüzden modern Arapça’da “metro” için de enfak nitelemesi kullanılmıştır. İnfak kelimesinde, iki dünyalığa dair lugavî bir işaret vardır. Adeta deliğinin biri bu dünyaya diğeri öbür dünyaya açılan bir tünelden bir şeyler göndermeyi ima eder. İnfak eden kimse, aslında infak ettiği şeyi sureta vermiş görünüyorsa da, hakikatte ahirette kendi hesabına göndermiş bulunmaktadır. Nifak’ta ise bu mana, kendisini “iki yüzlülük” olarak gösterir. Münafık, köstebek gibi nereden vurup nereden çıkacağı belli olmayan bir zararlıdır. Birinden girip diğerinden sıvışır. Hangisinden girip hangisinden çıktığını bilemezsiniz. Dışından İslam’a girer gibi yapar, fakat içinden ya girmemiştir, ya da çoktan çıkmıştır.
Özetle, infak ve nifak kelimelerinin kökenleri aynı olmakla beraber, delalet ettikleri manalar birbirine zıttır. Nifak ikiyüzlülüğün, infak iki dünyalılığın göstergesidir. Nifak ehli, tek dünyalı olduğu için infak edemez. Zira infak etmesi için ahirette karşılığını alacağına kalbinin yatması gerekir. Zaten kalbi buna yatsa münafık olmaz. İnfak ehli ise iki dünyalı olduğu için tek yüzlüdür. Allah rızası için verdiklerinin zerresinin zayi olmayacağına imanı tamdır.
Kur’an’ın infak-nifak karşıtlığını işlediği yerlerden biri, Tevbe Sûresi’ndeki 38-60. âyetler arasında yer alan pasajdır. Bu pasajda nifakın birkaç türünü ele alan âyetlerin hemen devamında söz infaka getirilir ve münafıklara şöyle buyurulur: “De ki: İster gönüllü infak edin ister gönülsüz; sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, hepten sapık bir güruh haline geldiniz.” Ve devamındaki âyette münafıkların infaklarının kabulünün önündeki gerçek engel açıklanır: “Onların infaklarının kabulüne tek engel, Allah’a ve onun elçisine ısrarla nankörlük etmeleridir; onlar namaza hep üşene üşene katılırlar ve onlar her daim gönülsüzce hayır yaparlar” (Tevbe 53-54).
Tevbe Sûresi’nin 54. âyetinden anlaşılmaktadır ki, münafıklar asla gönüllü “infak” etmemektedirler. Doğrusu, infak turnusolü onların gerçek rengini ortaya çıkarmıştır. Onlar küfür boyasının üzerine sahte bir iman boyası sürerek mü’minleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Allah ise onların küfürlerinin üzerine sürdükleri sahte iman boyasını infak ile sıyırmaktadır.
İnfak-nifak karşıtlığını en güzel işleyen sûre Munafikûn Sûresi’dir. Adının da gösterdiği gibi münafıklardan bahisle başlayan sûre, infakı emreden bir pasajla son bulur. Bu da infakın nifakın panzehiri olduğunun göstergesidir. İnfak-nifak karşıtlığını aynı çarpıcılıkta Hadid Sûresi’nin 11-15. âyetleri arasında yer alan pasajda da buluyoruz.
Faiz-infak/zekât karşıtlığı
Kur’an vahyi, infakın mükellefin boynuna borç olan türü zekât emri ile faiz yasağı arasında ters orantılı bir ilişki kurar. Zira faizi yasaklayan bir ekonomik sistem, zekâtı farz kılmadan hedeflediği ekonomik adaleti tesis edemezdi. Zira nasıl ki faiz yasağı tevhid kelimesindeki la ilahe nefyini temsil ediyorsa, zekât emri de tevhid kelimesindeki illallah isbatını temsil etmektedir. Bu ikisi birbirinin olmazsa olmazıdır.
Faiz yasağı sürecini ilk başlatan Âl-i İmran Sûresi’nin 130. âyeti Uhud savaşının ardından nazil olmuştur. Zira savaşın kaybedilmesinin görünmeyen sebeplerinden biri de faizdir. Allah Rasulü’nün yerlerinden asla ayrılmamaları talimatını verdiği okçuların kahir ekseriyetinin yerini terk etmesinde faiz belasının rolü bulunmaktadır. Pasajın devamında müminlere, faizde, yani mallarını artırmada yarışacaklarına hayırda yarışmaları emredilmektedir (Âl-i İmran 133). Bunun ardından da infakla ilgili şu âyet gelecektir:
“O (muttakiler) ki bollukta da darlıkta da infak ederler” (Âl-i İmran 134).
Darlıkta veremeyenler varlıkta hiç veremezler. Faiz yasağıyla infak/zekât emrini yan yana zikreden pasajın mesajı açıktır: Elinize fazla servet geçince onu faizle çoğaltmayı değil, infak ve zekâtla çoğaltmayı düşünün. Zira “artış” anlamına gelen riba (faiz), servetin miktarını artırır fakat ruhunu, yani bereketini öldürür. Diri servet sahibini sırtında taşırken, ölü serveti sahibi sırtında taşır. Ribanın aksine, köken itibarıyla “artma” anlamına gelen zekât görünürde malın miktarını azaltırsa da, hakikatte bereketini artırır.
İnfakta tedric
Kur’an, tüm diğer yükümlülüklerde olduğu gibi, infak konusunda da aşamalı (tedrîcî) bir yol takip etti. Fakat infak konusundaki aşamalılık ilkesi, diğer konulardakinin tam tersi bir süreç izledi. Namaz, oruç, cihad emirleri içki ve faiz yasağı gibi birçok yükümlülükte azdan çoğa doğru bir seyir izleyen tedric süreci, infak konusunda tam tersine çoktan aza doğru bir seyir izledi. Kanaatimizce bu, İslam cemaatinin ilk dönemlerdeki zaruret durumuyla izah edilebilecek bir şeydi. Tabi ki buradan şu genel hükmü çıkarmak hiç de yanlış olmayacaktı: Şartların zorlaştığı benzer dönemlerde, infakta da, zekâtta olduğu gibi oranlı ve sınırlı bir miktardan oransız ve sınırsız bir verme seferberliğine dönülebilir. Bu söylediklerimizin delili ise Bakara Sûresi’nin 219. âyetinde mevcuttur.
Bakara Sûresi’nin 3. âyetinde iman ve namazın hemen ardından zikredilen infak, mü’minlere yeni bir mükellefiyet yüklüyordu. Rabbimiz, “Nelerden infak edelim?” diye soran mü’minlere, “Bağışlanabilen her şeyden (infak edin)!” buyurdu (Bakara 219). Çoğunluk bu âyetteki el-afv’ı “ihtiyaçtan artan” ile tefsir ettiler. Bu durumda infak emri ilk başlarda ihtiyaçtan arda kalanı vermek anlamına geliyordu. Medine’deki İslam cemaati güçlendikçe bu yükümlülük sınırlandırıldı. İnfakın zorunlu olanı zekât adını aldı. Zekât miktarı Hz. Peygamber tarafından zaman zaman yeniden düzenlendi. Hayvanlarda cinse göre adet üzerinden, para ve ticari emtiada ise oran üzerinden tesbit edildi. En sonunda 1/40 oranında istikrar buldu. Bu kırkta bir oranı sahabe tarafından “hadd-i mutlak” veya “hadd-i a’la” (maksimum sınır) olarak anlaşılmayıp, “hadd-i edna” (minimum sınır) olarak anlaşılmış olmalı ki, Hz. Ali kırkta bir oranına “cimrilerin zekâtı” dedi. Demek ki, zekât oranlarının anlamı “Alt sınır bu, ötesi ise Allah’a olan imanınızın/güveninizin derecesine kalmış” demekti.
Esasen Kur’an’la inşa olmuş bir akla sahip olan Hz. Ali’nin sözünde dile gelen bu hakikatin kaynağında da yine Kur’an vardı. Zira Kur’an infak konusunda mü’minlere Allah’ın cömertliğini hatırlatıyordu:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak veren ve her başakta yüz dane bulunan tohuma benzer. Allah dilediğine kat kat verir: Zira Allah (rahmetiyle) sınırsızdır, her şeyi tarifsiz bilendir” (Bakara 261).
Bu âyet, yürek kulağı olup gönlüyle dinlemeyi bilene çok şey söylüyordu. İlk söylediği şey şu hakikatti: Allah için vermek, vermek değil almaktır. Bu, tıpkı Hz. İbrahim’in evladını infak edişine benziyordu. O İsmail’ini göz kırpmadan verdi, Allah ondan İsmail’ini almadığı gibi, üzerine bir de İshak koydu. Âyetin söylediği ikinci hakikat şuydu: Allah’ın kulun infakına karşılık olarak bire yedi yüz verdiğine iman eden kul, hep daha fazlasını vermeğe çalışmalıdır. Esasen âyetteki “bire yedi yüz” rakamı, “hadsiz ve hesapsız karşılık”tan kinayedir. Nihayet âyetin işaret ettiği son hakikat de şudur: Kul nihai tahlilde Allah’ın kendisine verdiğinden verir. Kulun kendisi de Allah’ın mülküdür, emanetçisi olduğu mal ve mülk de. Şu takdirde, Allah’ın mülkü olan kulun Allah’ın emaneti olan malından Allah için infak etmesi, Allah’a bir ikram değil, Allah’ın kula olan ikramıdır. İşin hakikati, yaptığı infak karşılığında kulun karşılık beklemeye bile hakkı yoktur. Zira infak edebilme liyakatinin bizzat kendisi Allah’ın o kula verdiği bir ödüldür. Eğer kulun infakına Allah bire sonsuz ödül veriyorsa, bu o kul onu hak ettiğinden değil, Allah’ın sonsuz ikram ve ihsan sahibi olmasındandır.
İnfak ahlakı
Vahyin her emrinin bir de ahlakî boyutu vardır. Vahiy kula, çizdiği sınırlar içerisinde iman etmeyi emreder. Bu emrin karşılığı imandır. Fakat bir de “iman ahlakı” söz konusudur. İman eğer ahlaktan mahrum olursa “ahlaksız iman” olmuş olur. Mesela nifak bir iman problemi olmaktan daha çok bir “iman ahlakı” problemidir. Yine vahiy ilmi emreder ve cehaleti yerer. Fakat bir de “ilim ahlakı” vardır. Kul “ilim ahlakına” sahip olmadan ilme sahip olursa, Araf 174-175. âyetlerde anlatılan Bel’am tipini kendi çağında üretmiş olur. Vahiy meşru güç ve serveti dışlamaz. Bununla beraber, Hz. Davud ve Hz. Süleyman örnekleriyle “güç ahlakı” ve “servet ahlakı” konusunda bir inşa gerçekleştirir. Vahiy zaferi müjdeler. Fakat Nasr Sûresi’nde olduğu gibi aynı zamanda muhatabında/ öğrencisinde bir “zafer ahlakı” inşa eder. Bu örneklerde görüldüğü üzere, vahiy emrettiği her hususta bir de ahlak inşa etmiştir. İnfak da bundan istisna değildir.
Kur’an bir infak ahlakı inşa eder. Bu konu Kur’an’a göre o kadar önceliklidir ki, 23 yıllık peygamberlik sürecinin daha ilk inen üçüncü pasajı olan Müddessir Sûresi’nin 6. âyetinde şöyle buyurur: “İyilik yapmayı kazanç kapısı haline getirme!” veya “Allah için yaptığın iyiliği çok görme!” Bu nehiy, “infak ahlakına” dair bir nehiydir. Âyette geçen el-mennu, yardım edenin yardım alana iyiliğini hatırlatması, bir tür baş kakıncı yapmasıdır. Hasan Basri, âyetin istiksar’ı yasakladığını söylemiştir. İstiksar, “daha fazlasını elde edeceği beklentisiyle vermek”; kaz gelecek yerden tavuğu esirgememektir. Bu tutum infak ahlakına aykırıdır, zira gerçekte mülkün tamamı Allah’ındır ve buna kulun kendisi de dâhildir. Dolayısıyla kulun vermesi, hakiki değil mecazi anlamda bir vermedir. Hakikatte veren de Allah’tır, verdiren de. Veren kul, kendisine vermeyi nasip ettiği için Allah’a şükür borçludur.
İnfak ahlakını derli toplu işleyen Kur’an pasajlarının başında Bakara 261-274. âyetleri gelir. Bakara 262 ve 263. âyetler, infakı anlamlı kılanın ancak “infak ahlakı” olduğunu şöyle beyan eder:
“Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettiklerini başa kakıp gönül incitmeye kalkışmayanlar, ödüllerini yalnızca Rabb’leri katında alacaklardır. Artık onlar gelecekten endişe duymayacaklar, geçmişten dolayı mahzun olmayacaklar. Gönül yapan hoş bir söz ve rahmet dileme, arkasından incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır. Ve Allah kendi kendine yetendir, cezalandırmadan önce fırsat tanıyandır.”
Demek ki, infak edip başa kakanlar ödülden mahrum kalacaklardır. Bunun manası ise açıktır: İnfak ehli olup infak ahlakından mahrum olmayanlar, yani karşılığını almak için iyilik yapmak yerine iyilik yapmayı kendisine verilmiş en büyük ikram bilenler, Kerîm olan Allah’tan fazladan bir ödül alacaklardır. Devamındaki âyet ise, “İnfak edip de ardından inciteceksen, yani deyimsel ifadesiyle ‘kaşığıyla verip sapıyla gözünü çıkaracaksan’, bırak yapma!” der gibidir.
Bu âyetlerin ardından, yine infak ahlakına dair âyetler sıralanır:
“Siz ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malını harcayan, Allah’a ve ahiret gününe de inanmayan kimse gibi başa kakarak ve gönül inciterek yardımlarınızın sonucunu iptal etmeyiniz! O kişinin hali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayaya benzer: bir sağanak yağar, onu cascavlak bırakıverir. İşte bu gibilerin yaptıklarından hiçbir kazançları olmaz. Zira Allah kâfir/nankör bir topluma asla rehberliğini bahşetmez” (Bakara 264).
Sonunda başa kakılan ve gönül inciten bir yardım, Allah adına değil, gösteriş için yapılan bir yardımdır. Böyle bir eylem daha derinlerde olan bir probleme delalet eder ki, o problemin adı “Allah tasavvuru problemi”dir. Allah’ın gördüğüne yürekten inanan birinin sırf başkaları görsün diye iyilik yapması, o iyiliğin dayandığı ahlaki dinamikleri tahrip eder. Ahlaki olandan hareketle yapılmamış bir iyilik, sonuçta gerçek bir iyilik değil, iyilik kisvesi altına saklanmış bir aldatış ve aldanıştır. “Ne gibi?” sorusuna cevabı âyet veriyor: “Üzeri ince bir toprak tabakasıyla örtülmüş bir kaya gibi.” Yağan rahmet, üzerini ince bir toprakla örtmüş kayada bitki bitirmez, sadece onun maskesini sıyırır. Esasen tohum saçan için bu da bir rahmettir. Hiç değilse tohumunu kayalara saçarak zayi etmez. Fakat kendisi infak ahlakından yoksun olduğu halde infak etmeye kalkan kişi, bu haliyle topraktan bir maske altına saklanan kaya durumuna düşmüştür. Yani infakı nifakına panzehir olacak yerde, perde olmuştur. İşte Bakara 264. âyet bu hakikati beyan etmektedir. Bunun devamında yer alan 265. âyet ise, oradakinin tersine, infakını sırf Allah rızası için yapan kimsenin durumunu tasvir etmekte ve böyle birini “verimli bir bahçeye” benzetmektedir.
İnfak ahlakıyla ilgili bu pasajın içerisinde yer alan 267. âyet infak ahlakından mahrum olmanın bir başka boyutunu ele almaktadır: Sahip olduğunun en kötüsünü vermek. Bu bir “Kabil kompleksi”dir. Kur’an’ın naklettiği Âdem’in iki oğlu kıssa-meselinde, Habil sahip olduğunun en iyisini Allah’a kurban sunarak onun rızasını celbetmiş, Kabil ise sahip olduğunun en kötüsünü Allah’a kurban sunarak Allah’ın gazabını celbetmiştir. Habil’in kurbanı onu Allah’a yaklaştırırken, Kabil’in kurbanı onu Allah’tan uzaklaştırmıştır (Maide 27-30). Burada sorun infak etmekten mahrum olmak değil, infak ahlakından mahrum olmaktır. Bunun neticesinde Kabil kardeşini kıskanmış, o kıskançlık da onu kardeş katili olmaya götürmüştür. Bu lanetli süreci başlatan unsur, yaygın kanaatte olduğu gibi kıskançlık değil, onun da arkasında yatan “dünya sevgisi”dir. Hz. Peygamber’in “Dünya sevgisi tüm kötülüklerin başıdır” muhteşem tesbitini, bu olay ışığında anlamak icap eder. Dünya sevgisi, insanın manevi direnç sisteminde zaafa yol açar. Bu zaaf artık Şeytan’ın üzerinde çalışabileceği ve insanın aleyhine kullanabileceği manevi bir “virüs”e dönüşebilir. O virüs, açlık korkusudur. Aç olanı bir ekmek doyurur, fakat açlık korkusu çekeni dünyanın tüm fırınları doyuramaz. Bakın infak ahlakıyla ilgili pasajın içerisinde yer alan şu âyet, bu hakikati nasıl dile getiriyor: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir bağış ve daha fazlasını vaad eder” (Bakara 268).
İnfakın açıktan veya gizli yapılması meselesi de bir infak ahlakı meselesidir. İnfakın açıktan yapılması infak ahlakındaki bir zaafa delalet etmez. Yeter ki bu isteğin arkasında görünme ve gösterme tutkusu yatmasın. Fakat gizli olması, Allah’ın daha hoşuna gider. İşte infak ahlakıyla ilgili pasajın sonlarında yer alan şu âyet bu hakikati dile getirir: “Eğer yardımları açıktan yaparsanız, o da hoş. Yok eğer onu ihtiyaç sahiplerine gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur. Zira Allah yaptıklarınızın tümünden haberdardır” (Bakara 271).
Bu âyetin ardından gelen âyet şöyle başlar: “(Ey Peygamber!) İnsanların hidâyeti senin elinde değildir; lâkin Allah isteyenin hidâyetini diler” (Bakara 272). Âyetin hem önü, hem arkası, hem de bu cümlelerden sonrası infak ahlakıyla ilgilidir. Dolayısıyla arada yer alan bu cümlelerin de pasajın konusuyla doğrudan bir irtibatı olması lazım gelir. Peki, nedir bu irtibat? Nüzûl sebebini göz önüne aldığımızda, ortaya, âyetin bu kısmıyla ilgili şu çarpıcı gerçek çıkmaktadır: Yoksula yardım o kadar hasbi ve o denli karşılık beklentisi olmadan yapılmalıdır ki, değil kişisel menfaat ve minnet altına alma, onu sapık bulduğunuz inanç ve düşünce dünyasına müdahale için bir araç olarak dahi kullanmamalısınız. Neden mi? Nedeni âyette: Çünkü hidayet Allah’tandır. Hidayet kişinin kendisine iyilik yapanın hatırı için onun istediği yola girmek değil; hakkın hatırına, kişinin özgür iradesiyle Allah’a teslim olmasıdır.
Zaten âyetin devamında infak ve infak ahlakıyla ilgili tüm emir ve nehiylerin maksadu’l-makasıdını veren muhteşem cümleler gelir: “Hayır için harcadığınız herhangi bir şey kendi yararınızadır (Bundan çıkarı olan Allah değil sizsiniz); yeter ki Allah’ı kazanmak için harcayın!” (Bakara 273). Allah’ı kazanan neyi kaybeder, Allah’ı kaybeden neyi kazanır?
Kur’an infakın sahibini cennete götüren bir yol, cimriliğin de sahibini cehenneme götüren bir yol olduğunu şu âyetlerle îmâ eder:
“Her kim (Allah için) karşılıksız verir ve Allah’a muhtaç olduğunun bilinciyle hareket eder ve daha güzeliyle ödüllendirileceğine inanırsa; işte ona rahatlık ve mutluluğun zirvesine giden yolu kolaylaştırırız. Kim de cimrilik yapar ve kendi kendine yettiğini zanneder, En Güzel’in (vahyini) yalanlarsa; işte ona da zorluk ve felaketin en dibine giden yolu kolaylaştırırız.” (Leyl 5-10)
Bu âyetlerin yer aldığı Leyl Sûresi Mekke’de, peygamberliğin ilk yıllarında inmiştir. Fakat sahabe bu âyetlerle Medine’de olan bir olay arasında ilişki kurmuştur. Bu, sahabe neslinin, vahyi sürekli nazil olmaya devam eden bir hitap olarak gördüğünün ifadesidir. İşte İbn Abbas’tan bu âyetlerle irtibat kurularak nakledilen ibretlik bir infak rivayeti:
“Ensar’dan birinin hurması, yetimleri olan yoksul komşunun bahçesine akmaktadır. Bu dallardan dökülen hurmaları komşu evin çocukları yemektedirler. Bahçe sahibi bir gün hışımla gelir, toplanmış hurmaları alır ve çocukları döver. Olay Allah Rasulü’ne intikal edince bahçe sahibini çağırtır ve o ağacın meyvesini vakfetmesi durumunda kendisine Allah’tan ahirette bir bahçe vermesi için dua edeceğini vaat eder. Sonuçta servete sahip değil servete ait olduğu anlaşılan adam bu muhteşem fırsatı teper. Bu olayı duyan Uhud gazisi Sabit b. Dahdah el-Belevi iki gözü iki çeşme Allah Rasulü’ne gelerek “Duanın aynısı benim için de geçerli mi?” diye sorar ve Medine’nin en değerli hurmalıklarından olan bahçesine karşılık o ağacı alarak vakfeder” (İbn Ebi Hatim).
Rivayetin bir varyantında, infaktan kaçınan adam “münafıklardan biri” olarak değerlendirilmiştir. Bu da ilk nesillerin tasavvurundaki infak-nifak karşıtlığını gösterir.
Sözün özü: İnfak nifakın panzehiridir. Rabb’im bizleri nifaka karşı infak aşısı yaptıran münfikîn’den eylesin. Âmin.
Mustafa İSLAMOĞLU, Kurani Hayat, SAYI-07 infak 2009-07
http://kuranihayat.com/content/infak-nifakin-panzehiridir-mustafa-islamo%C4%9Flu
İslamoğlu’nun ekonomik durumu: Bahçesinde yok yok
http://www.erdemyolu.com/peygamber/hadis-peygamber/kutsi-hadis-ve-gayr-i-metluv-vahiy.html
posted in ZEKAT | 0 Comments