-
9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

2- Risale-i Nurların Kutsallaştırılması

Risale-i nurlarda; Risale-i nurları, Said Nursî’yi ve talebelerini kutsayan o kadar çok bölüm vardır ki, onlar çıkarılsa kitaplar ciddi anlamda küçülürler. Bunların bir kısmından daha önce söz edilmişti; bir kısmına daha göz atalım:

“Bu acayip ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, özellikle müminlerin çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve katıksız kâfirlik ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, güvenimizin en sağlam, güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz donanımına sahip olan Risale-i Nur’un nuranî siperlerine sığınmakla ve onun kutsal çerçevesine girmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, ebedî yokluk zannettiğiniz ölümü bir ebedi hayata çevireceksiniz[1].” “Onlar, ruhumuzun gıdası ve ebedî saadetimizin anahtarıdır[2].

Şimdi bu kitaplara yakıştırılan özelliklerden bazılarını görelim:

a- Risale-i Nur’un onaylandığı iddiası

Nurcuların iddia ettiği gibi, kurtuluş, ancak Risale-i nurlarla mümkün olacaksa onların, önceki ilahi kitaplar tarafından haber verilmesi ve onaylanması gerekir. Said Nursî bu tarafı da ihmal etmemiş, “Sikke-i tasdik-i gaybî” yani “gaypla ilgili onay damgası” adını verdiği bir risale yazmıştır. Risalede şöyle diyor: “Bu risale baştan sona bine yakın işaretle bir tek şeyi; Risale-i Nur’un uygun görülüp onaylandığını ispat eder. Bir dâvada, bu kadar çok ve birbirinden farklı binlerce emare ve işaretin olması yalnız kesin bilgi derecesinde değil, belki gözle görme ve kesin kanaat derecesinde o dâvayı ispat eder”[3].

Bu ispatın nasıl olduğunu görmek isteyenler, bundan sonra gelecek olan “SAİD NURSİ VE KUR’ÂN” bölümüne bakabilirler.

b- Risale-i Nur’un Türkçe olması

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın”. (İbrahim 14/4) Said Nursî bu ayeti, Risale-i Nurların Türkçe oluşunun delili sayar ve şöyle der:

“… Elçilik ve Peygamberliğin naib ve vekillerinin her asırda bulunması bir kural olduğu için bu ayet, bir mirasçılık görevi yapan Risale-i Nur’u kendi fertleri içine bir işaret anlamıyla sokuyor ve dilinin Arapça olmayıp Türkçe olmasının sebebini belirliyor”[4].

c- Risale-i Nur’un günaha kefaret olduğu iddiası

Said Nursî’ye göre “Kur’an lemeatlarına ve Risale-i Nur’a değil ilişmek, onu tamamıyla kabul edip yayılmasına çalışmak gerekir. Bu onun, geçmiş dehşetli günahlara kefaret olması ve gelecek müthiş belâlara ve anarşiye engel olabilmesi için şarttır”[5].

d- Risale-i Nur’u okuyanın alim olduğu iddiası

Said Nursî’ye göre eski medreselerde beş on senede öğrenilen bilgiler Nur Medreselerinde beş on haftada öğrenilebilmekte ve aynı sonuç elde edilebilmektedir[6].

e- Risale-i Nurları kutsallaştırmaya örnek

Risale-i Nurları kutsallaştırma ile ilgili yazılar çıkarılsa kitapların hacmi oldukça küçülür. Bunlardan “Âyet-i Kübra” yı örnek verip buradaki iddiaları adım adım izleyelim:

1) Said Nursî’ye yazdırıldığı iddiası

Said Nursî Âyet-i Kübra adını verdiği risalesinin giriş kısmını uzatınca şöyle diyor:

“Bu risalenin girişinin bu derece uzun olması istemeden olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı”[7].

2) Adını Hz. Ali’nin verdiği iddiası

Said Nursî, bu risale için şöyle diyor:

“Bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) gaipten gösterdiği kerametlerle bu risaleye, “Âyet-i Kübra” ve “Asâ-yı Musa” adlarını vermiştir”[8].

3) Hz. Ali’nin Risale’den şefaat dilediği iddiası

Said Nursî diyor ki: “İmam-ı Ali (R.A.), Nur’un bölümlerinden haber verdiği sırada “Ayet’ül-Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra’yı şefaatçı yaptı…[9]

4) Risale’nin lâ ilâhe illallah’ın delili olduğu iddiası

Said Nursî diyor ki: “Lâ ilâhe illallah’ın delili, basılı Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), onu şefaatçi yapmıştır[10].

5) Risale’nin kurtarıcılık yaptığı iddiası

Said Nursî diyor ki: “.. o Risalenin hem Ankara hem Denizli Mahkemelerinde galip gelmesiyle ve perde altından etkili bir şekilde yayılmasıyla talebelerine berat kazandırmağa sebep olduğu…[11]

6) Bir mağazayı yangından koruduğu iddiası

Said Nursî diyor ki: “… (Isparta’da) hükûmet dairelerinden birisi… gecenin en soğuk anında üç saat yandı. Yangın; bitişikteki mağazaya hızla ilerliyordu. Mağaza Risale-i Nur’un bir talebesine aitti. “Biz yanıyoruz, mahvolduk.” diyerek yanıma geldi. Ben de iki gün evvel mağazada bulunan Âyet-ül Kübra’nın bazı nüshalarını istemiştim ama getirmemişti. Demek o ateşi söndürmek için kalmıştı. Risale-i Nur’u ve Âyet-ül Kübra’yı şefaatçı yapıp: “Ya Rabbi kurtar” dedim. Üç saat o dehşetli yangın, bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları tamamen yaktı, yıktı. Risale-i Nur’un ve Âyet-ül Kübra’nın korumasında olan mağazaya ilişmedi. Altındaki şakirdin dükkânı da sağlam kaldı[12]

3- Kurtuluşun Nur Cemaatinde Olacağı

Nurculara göre “Risale-i Nur şakirtlerinin kurtuluşa ereceklerine ve mutlu olacaklarına dair Kur’ân’ın kuvvetli işaretleri, Hz. Ali’nin ve Abdulkadir Geylânî’nin müjdeleri vardır[13]. Şu âyetler, bu tür cemaat ve tarikatların durumunu anlatmaktadır:

“Dinlerini bölük bölük ayırıp her biri ayrı bir cemaat olanlar var ya, sen hiçbir konuda onlardan değilsin. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra onların yaptıkları kendilerine bildirilecektir.” (En’am 6/159)

“Bu din, sizin dininizdir; bir tek din. Ben de Rabbinizim; öyleyse Benden sakının.

Sonra insanlar, bir takım kitapların etrafında kümeleşip din konusunda bölük bölük oldular. Her bölüğün, kendi yanındakine güveni tamdır. Onları, daldıkları hayalleri içinde bırak; bir süre böyle gitsin. Onlara mal ve oğullar vermemizi nasıl değerlendiriyorlar? Onlara mal kazandırmak için mi koşuyoruz? Hayır; fark edemiyorlar.” (Müminûn 23/52-56)

Son âyet şöyledir:

فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

“Sonra insanlar, bir takım kitapların etrafında kümeleşip din konusunda bölük bölük oldular. Her bölük kendi yanında olandan mutludur.” (Müminûn 23/53)

Buradaki zübür (زبر) Zebur (زبور)’un çoğuludur; kitap anlamına gelir. Nitekim Şuarâ 196. âyette şöyle buyurulmuştur: “وَإِنَّهُ لَفِي زُبُرِ الْأَوَّلِينَ= O Kur’ân, öncekilerin kitaplarında da vardır.” Öncekilerin kitapları, önceki Peygamberlere inen kitaplardır. Zebur, ayrıca Davud aleyhisselama inen kitabın da adıdır. Dinlerini bölük bölük ayıranların kitaplarına da zebur denmesi, o kitaplara ilahi kitap havası verdiklerine işaret sayılabilir.

L- CEMAATİ BÜYÜTMENİN HEDEF OLMASI

Dine uyma yerine dini kendilerine uyduranlar, o dinin temel inançlarını, kendi hâkimiyetlerini pekiştirmenin bir vasıtası olarak kullanırlar. Mesela Hıristiyanlıktaki Baba, Oğul ve Kutsal Ruh inancı, Kilise’nin Hıristiyan cemaat üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmenin aracı olarak kullanılır. Bu büyük bir din sömürüsüdür. İnsanlar, daha çok dindarlaşmak isterken Allah yerine Kilise’ye bağlı hale gelirler. Mesela Katoliklere göre İsa’yı, Kutsal Ruh’u, Meryem Ana’yı ve Havarileri Kilise temsil eder. “Kilise, hiyerarşik organlardan ve Mesih’in mistik bedeninden oluşan bir topluluktur. Göksel armağanlarla donatılmıştır. Biri insani diğeri ilahi olan iki farklı yapısı vardır[14]. Kilise insanlıkla Allah arasındaki birleşmenin işareti ve aracıdır[15]. Mesih’e benzeyen kilise görevlileri Mesih’in kullarıdır. Çünkü söyledikleri sözler ve verdikleri ihsan kendilerinin değil, başkalarına verilmek üzere kendilerine emanet edilen Mesih’in sözü ve ihsanıdır[16].

Bu şekilde Katolikler, Hıristiyanlığı Allah’ın dini olmaktan çıkarmış, Kilisenin dini haline getirmişlerdir. Şimdi Kilise, kendine bağlı olanların sayısını artırmak için her yola başvurmaktadır. Bunu diğer kiliseler de yapmaktadır. Onların bu faaliyetine misyonerlik denir.

Misyonerlik, din tebliği değildir. Din tebliği, bir dini insanlara anlattıktan sonra inanma konusunda onları serbest bırakmaktır. Misyonerlik, Pavlus’un yaptığı gibi insanları Kilisenin emellerine hizmet eder hale getirmek için her yola başvurma faaliyetidir. Nitekim Amerika kıtasını işgalin üzerinden 200 yıl geçmeden, Ortaçağ engizisyonunu aratmayacak yöntemlerle yerli inanç ve kültürler yok edilmiş ve halk Hıristiyanlaştırılmıştır. Aynı durum Avustralya, Yeni Zelanda ve batı emperyalizmini yaşayan Afrika ülkelerinde ve dünyanın diğer bölgelerinde de olmuştur[17].

Misyonerler, Aziz Pavlus’un yolundadırlar. Onun Korintlilere yazdığı mektupta şu cümleler yer alır:

19Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. 20Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim Kutsal Yasa’nın denetimi altında olmadığım halde, Yasa altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. 21Tanrı’nın Yasasına sahip olmayan biri değilim, Mesih’in Yasası altındayım. Buna karşın, Yasa’ya sahip olmayanları kazanmak için Yasa’ya sahip değilmişim gibi davrandım. 22Güçsüzleri kazanmak için onlarla güçsüz oldum. Ne yapıp yapıp bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum. 23Bunların hepsini, Müjde (İncil)’de payım olsun diye Müjde’nin uğruna yapıyorum[18].”

Misyonerlik, İncil’i halklara ve Mesih’e inanmayan gruplara bildirmekle başlar. Bunu, Hıristiyan cemaatlerin ve yerel Kiliselerin kurulması izler. İncil’i halkların kültürlerinde canlandırmak için bir inkültürasyon süreci başlar. Halkları, grupları, kişileri ilgilendiren konularda, Kilise onlara adım adım ulaşır ve nüfuz eder. Bu, İncil’i kabul etmeyenlerle saygılı bir diyalog gerektirir[19].

İnkültürasyon, İncil’in mesajını Hıristiyan olmayan ülkelerin kültürlerine sokmak demektir. Hıristiyanlık mesajı ve hayat tarzı, diğer kültürlere uygun hale getirilir. Bunun amacı insanları adım adım Hıristiyanlaştırmaktır.

Birçok müslüman cemaat ve tarikatta da benzeri işler yapılır. İslam’ı kendilerinin temsil ettiklerine inanırlar. Cemaatlerinin büyümesini İslam’ın yayılması sayar, büyümeyi ana hedef haline getirirler. Said Nursî’nin aşağıdaki görüşleri buna örnektir:

Risale-i Nur’un İslâm Âleminde yayılmasına karşı sosyal ve siyasal açıdan engeller çıkmaması için Nur şakirtleri barışçı bir davranış sergilemekle yükümlüdürler. Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. Onlara katılmasanız da, katılanları tenkit etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî; “Bid’at olan yerlere girmeyiniz” demiştir ama onun maksadı bunun sevabının olmayacağını bildirmektir; yoksa namazın batıl olacağını söylemek değildir[20].”

Nurcular, davalarını yaymak için herkesle iyi ilişkiler içinde olmaya çalışır ve tartışmaya girmezler..

“Bid’at olan yerlere girmeyiniz” sözünün camileri hedef aldığı açıktır. Müslüman, daha çok sevap almak için camiye gider. Eğer namazın sevabını bile almayacaksa oraya gider mi? Said Nursî, bu yolla Nurcuların kendi mescitlerini oluşturmalarının işaretini vermiş olmaktadır.

M- İNSANLIĞI KUCAKLAMA İDDİASI

Nurcular derler ki; “Kim gerçekler peşinde koşuyorsa, Risale-i Nur’dan ders almalıdır. Nur yolunda giden her aydın, gerçek mutluluğa kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini anlayacaktır. Ebedî hayat hazinesini gösteren Kur’ân-ı Hakîmin nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir[21].”

Said Nursî daha ileri gider ve şöyle der: “Dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın yüzden ziyade tılsımını, muammasını çözüp ortaya çıkaran ve en inatçı dinsizleri susturup cevapsız bırakan; Miraç ve ahirette ruh ve cesedin birlikte dirileceği gibi akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân gerçeklerini en yobaz ve en inatçı filozoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur nüshaları, elbette bütün dünyayı ve uzayı kendi ile alâkadar edecek ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir Kur’ân gerçeği ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır[22].”

“Şialıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de aşırı, filozofların en inatçısı ve âlimi, mutaassıb hocaların en kibirlisi hep beraber Nur dairesine girmeğe başladılar ve şimdi kardeş gibidirler. Hatta bazı misyonerler, İsa dininin, yani Hıristiyanlığın gerçek ruhanîsinin de (yani İsa aleyhisselamın) o daireye gireceğine dair işaretler vardır. Bunlar birbirine hücum etmiyor; aksine bir dayanışma ve bir barışın gereğini hissedip tartışmalı konuları ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (R.A.) otuz-kırk işaretiyle açık bir şekilde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın dehşetli yaralarına tam bir ilâçtır. O daire bize kâfi geldiği için ondan dışarı çıkmıyoruz[23].”

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

SAİD NURSİ VE KUR’ÂN

Said Nursî’nin Kur’ân’a yer yer doğru yaklaştığı gözlenmektedir. Ama o Kur’ân’a, daha çok kendini, kitaplarını ve şakirtlerini kutsallaştırmak için başvurur. Ayetlerden bu tür anlamları çıkarmak mümkün olamayacağı için çok yanlış yollara başvurur. Mesela ona göre Kur’ân’ın 33 âyetinde kendisine ve Risale-i Nur’lara işaret edilmektedir[24]. İddiasını ispat için Ebced ve cifri kullanmaktadır. Bu, çoğunlukla büyücülerin başvurduğu yoldur. Zaten bu tür iddiaları başka bir yolla yapmak mümkün değildir.

A- EBCED VE CİFR

28 harfli Arap alfabesi, sekiz anlamsız kelimede birleştirilmiştir. Bunlar:

“ابجد هوز حطي كلمن سعفص قرشت ثخذ ضظغ”

kelimeleridir.

Bu harflere, 1’den 1000’e kadar rakam değerleri verilerek bir hesap şekli oluşturulmuştur. Sekiz kelimenin birincisi Ebced olduğu için bu hesaba Ebced hesabı denmiştir. Bu harfler ve karşılıkları aşağıdadır.

ا ب ج د هـ و ز ح ط ي ك ل م ن
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 20 30 40 50
س ع ف ص ق ر ش ت ث خ ذ ض ظ غ
60 70 80 90 100 200 300 400 500 600 700 800 900 1000

Ebced hesabı daha çok, bir cümlenin ya da beytin içine önemli olayların tarihlerini, anlamlı kelimelerle yerleştirmek için kullanılmıştır. Buna tarih düşürme denir. Bu hesabı, gayb bilgisine ve gizli manalara ulaşma yolu olarak kullananlar da çıkmıştır. Bunlar, Cefr ya da Cifr adını verdikleri bir metot kullanırlar. Daha çok Şiilerin ve büyücülerin başvurduğu cifr’de harflerle sayılar arasında ilişki kurularak onlara denk gelen işaretlere ulaşılmaya çalışılır[25]. Bu, bâtıl bir yoldur. Çünkü Ebced hesabının, Kitap ve Sünnetten bir dayanağı olmadığı gibi gizli anlamlara yani gayb bilgisine ulaşmanın da bir yolu yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilemez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 27/65) “…göklerde ve yerde…” dediğine göre meleklerin, cinlerin ve peygamberlerin dahi gaybı bilemedikleri ortaya çıkmaktadır.

Cifr yoluyla gayb bilgisine ulaşmaya çalışanlardan biri de Said Nursî’dir. Aşağıda görüleceği gibi o, istediği rakamlara ulaşmakta zorlanmış, bunun için âyetlerin cümle yapısını bozmaya, dil kurallarına veya Ebced kurallarına uymamaya mecbur kalmıştır. Bunlar da yetmeyince, istediği rakamla aradaki farka “sırlı fark” diyerek işin içinden sıyrılmıştır.

B- RİSALE-İ NURLARLA İLGİLİ İŞARETLER

Said Nursî; kendisi, Risaleleri ve öğrencileri ile işaretler taşıdığını iddia ettiği 33 âyet arasından en fazla Nur Suresinin 35. âyeti üzerinde durur. Bu âyetle ilgili iddiaları görülünce diğerlerine ihtiyaç kalmayacaktır. Ayet şöyledir:

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. O ışık bir cam içindedir. O cam, sanki inci gibi bir yıldızdır; doğuda da batıda da olmayan bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulmuştur. Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak gibidir. Nur üstüne nurdur. Allah dileyeni nuruna yöneltir. Allah insanlara örnekler verir. Allah her şeyi bilir”. (Nur 24/35)

Ayetin meali tarafımızdan eklenmiştir. Umarız konunun iyi anlaşılmasına yardımcı olur.

Said Nursî âyetin, Risale-i Nurların adına, yazım tarihine ve içindeki bilginin değerine işaretler taşıdığını iddia etmektedir.

O, kitaplarına Risale-i Nur, Resail’in-Nur, Risalet-ün Nur ve Risalei’n-Nur adlarını verir.

Risalei’n-Nur diye bir ad olamaz. Bu ne Türkçe’ye, ne Arapça’ya ne de Farsça’ya uyar.

Ona göre âyet, dört-beş cümlesiyle on açıdan bu kitapların adına işaret etmektedir.

Birinci Cümle

Said Nursî’ye göre âyetin Risale-i Nur’a bakan birinci cümlesi şudur:  مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ= “O’nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir”.

“Yani Nuru ilâhînin veya Nuru Kur’ânî’nin veya Nuru Muhammedî’nin (a.s.m) misâli َمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ = içinde ışık bulunan bir kandil yuvasıdır. Bunun makam-ı cifrîsi, yani cifre göre rakam değeri 998’dir. Şeddeli nunu iki nun sayarsak Risalet-ün Nur’un rakam değeri de aynı olur. Bu sebeple âyet, tamı tamına bu isme işaret etmektedir.”

Bu sözüyle o, “فِيهَا مِصْبَاحٌ مِشْكَاةٍ” ın Risalet-ün Nur olduğunu söylemiş oluyor. Onun yukarıdaki cümlesini bu değişiklikle düzenlersek şöyle olur:  “Nuru ilâhînin


Veya Nuru Kur’ânî’nin veya Nuru Muhammedî’nin (a.s.m) örneği Risalet-ün Nur’dur[26].” Bunu açıkça söylemiyor ama bunun böyle olduğunu, aşağıda başka cümlelerle ifade edecektir.

Said Nursî, rakamları denkleştirmek için âyetten aldığı cümlenin yapısını bozmuş, sonra  كَمِشْكَاةٍkelimesinin başındaki ك harfini kaldırmıştır. Yeterli olmayınca Risalet-ün Nur kelimesindekiال  harf-i tarifini ن  saymıştır. Risalet-ün Nur, şöyle yazılır: “رسالة النور”. Onun dediği iki nun’dan ikincisi,  ال  harfinin, idğam-ı şemsiye olması sebebiyle ن‘a dönüşmesinden doğan sestir. Bunları yapmasa istediği rakama ulaşamayacaktır.

İkinci Cümle

Said Nursî’ye göre âyetin Risale-i Nur’a bakan ikinci cümlesi şudur:

“الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ = “O cam, sanki inci gibi bir yıldızdır. Yakılır...” Bu cümlenin rakam değeri 546’dır. Risale-i Nur’un değeri ise 548 eder. İkisi arasında sırlı iki fark ile uyum olması bu isme tam olarak işaret eder.”

Said Nursî âyetten, önce bir isim cümlesi almış, rakam tutmayınca onu izleyen fiil cümlesinin ilk kelimesini almış ve cümle yapısını bozmuştur. Arapça bilmeyenler mealden bunu anlayabilirler. Yine de rakamı tutturamayınca dil kurallarını çiğneyerek kitaplarının adını “Risalei’n-Nur”a çevirmiştir. Bunlara rağmen kalan farka, “sırlı iki fark” diyerek konuyu sır perdesi ile örtmüştür.

Üçüncü Cümle

Said Nursî’ye göre âyetin Risale-i Nur’a bakan üçüncü cümlesi şudur: “مِن شَجَرَةٍ  = ağaçtan.” “Eğer مِن شَجَرَةٍ  deki ة vakıflardaki gibi هـ sayılsa 598 ederek tamı tamına Resail-in Nur ve Risale-in Nur’un rakam değeri olan 598’e denk düşmekle beraber “من فرقان حكيم”’in (Furkan-ı hakîm’den) rakam değerine sırlı bir tek farkla işaretli bir uyum sağlayarak hem Resail-in Nur’u kendi içine katar, hem de Risale-in Nur’un “Furkan-ı Hakîm’in bereketli bir ağacı” olduğunu gösterir.

Eğer مِن شَجَرَةٍ  deki ة, ة  olarak kalsa, o vakit makam-ı cifrîsi 993 eder, uyuma zarar vermeyen pek az ve sırlı beş farkla Risalet-ün Nur’un rakam değeri olan 998’e uyum gösterir. Anlamı da uyumlu olduğu için âyet bu isme işaret eder.”

Açıkça anlaşılıyor ki, Said Nursî’nin kitaplarına Risale-i Nur, Resail’in-Nur, Risalet-ün Nur ve Risalei’n-Nur diye farklı adlar vermesi, istediği rakamları denkleştirme amacına yöneliktir.

Burada Said Nursî, önce âyetten, bağlacıyla beraber tek bir kelime almış ve ona cümle adını vermiştir. Sonra rakam değeri 400 olan ة  harfini, değeri 5 olan هـ  ile değiştirmiştir. Yukarıda rakam değerinin 548 olduğunu söylediği Risale-in Nur’u bu defa 598’e çıkarmıştır. Her şeye rağmen rakamlar tutmayınca yine “sırlı fark” perdesine sığınmıştır. Son olarak âyete; Kur’ân’da bulunmayan “حكيم  من فرقان “ = Furkan-ı hakîm’den” şeklinde bir ekleme yaparak “Risale-in Nur’un Furkan-ı Hakîm’in bereketli bir ağacı” olduğu sonucuna varmıştır. Bunu âyetteki yerine yerleştirirsek şöyle bir durum ortaya çıkar;

“O’nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. O ışık bir cam içindedir. O cam, sanki inci gibi bir yıldızdır. Doğuda da batıda da olmayan bereketli Risale-i Nur’dan tutuşturulmuştur.”

Onun bu iddiası, daha sonraki ifadeleri ile tam olarak ortaya çıkacaktır.

Dördüncü Cümle

Said Nursî’ye göre âyetin Risale-i Nur’a bakan dördüncü cümlesi şudur: ُنورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ   = “Nur üstüne nurdur. Allah nuruna yöneltir”. Bunun rakam değeri 999 ederek sırlı bir tek farkla Risalet-ün Nur’un rakam değeri olan 998’e uyumlu olarak anlamının kuvvetli ilgisi ile işaret derecesinde imada bulunur.”

Sayıyı tutturmak için iki cümle bir araya getirilmiş ama ikinci cümlenin tümleci, yani mef’ulün bihi ayıklanmıştır. Rakam yine de tutmayınca o “sırlı farka” sığınılmıştır[27].

C – SAİD NURSİ İLE İLGİLİ İŞARETLER

Said Nursî’ye göre âyetin beşinci cümlesi şudur: يَشَاء  مَن = İsteyeni “Bu cümle gayet küçük bir farkla Risalet-ün Nur müellifinin ismiyle meşhur bir lâkabına uyum gösterir. Eğerيَشَاء   daki mukadder zamir izhar edilirse مَن يَشَائه  olur. Tamı tamına uyum sağlar[28].”

Burada sözü edilen lakap el-Kürdî olmalıdır. Çünkü rakam değeri 409’dur. مَن يَشَائه   nun rakam değeri ise 407’dir. O Kürt olduğu için lakabı Saîd-i Kürdî’dir. Sayı denk düşmediği için “el” takısını eklemek gerekmiştir. Kendisinin lakabından bahsetmemesi de ilginçtir.

Said Nursî burada önemli bir dil hatası da yapmıştır. “..يَشَاء   daki mukadder zamir izhar edilirse..” diyor. Arapça ‘da mukadder olan izhar edilemez. Eğer izhar edilebilecek olsaydı ona mahzuf denirdi.يَشَاء   daki mukadder zamir, onun faili olan هو’dir.مَن يَشَائه   ‘daki  ه ise mahzuf olan mef’ul’dur.

Said Nursî sözüne şöyle devam ediyor: “مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ = bereketli bir ağaçtan” cümlesindeki birinci ة ; ت, ikinci ة; ise vakıf yeri olduğundanهـ  sayılsa ve شَجَرَةٍ  deki tenvin ن  sayılsa 1311 eder. Bu, Resail-in Nur yazarının, Risalet-ün Nur’un mübarek kutsi ağacı Kur’ân’ın basamakları olan Arap Dilini okumaya[29] başladığı tarihe tamı tamına işaret eder[30].

Tarihçe-i Hayat’ına göre o, h. 1290’da doğmuştur. Demek ki, 20 yaşında Arapça okumaya başlamıştır. Hâlbuki o, 14 yaşında iken devrinin en büyük âlimlerinden olduğunu iddia etmektedir[31].

Said Nursî diyor ki: “زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ يَكَادُ  = Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak gibidir. Nur cümlesi, işaret eder ki: Resail-in Nur müellifi de ateşsiz yanar. İlim elde etmek için masrafa ve ders sıkıntısına ihtiyaç duymadan kendi kendine nurlanır, âlim olur[32].”

“Evet, bu mucizeli cümlenin üç işareti vardır; ikisi elektriğe ve Resail-in Nur’a yaptığı işarettir; bunlar birer gerçektir. Üçüncüsü de müellif hakkındadır; o da tümüyle gerçektir. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşerileri bilirler ki; medrese usulüne göre “İzhar” kitabından sonra onbeş sene ders almakla okunan kitapları, Resail-in Nur müellifi yalnız üç ayda okumuştur.

Ayetin o cümlesi cifrî ve ebcedî uyumla hem elektriğin keşfinin yakınlığını, hem Resail-in Nur’un ortaya çıkmasını, hem de müellifinin doğumunu işaret yoluyla haber verir. Ayrıca bir mucize parıltısı daha gösterir. Şöyle ki يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ  = “nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak gibidir” cümlesinin makamı 1279’dur. وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّور = Ona ateş değmese bile. Nur” bülümü ise, iki tenvin iki “nun” sayılırsa 1284 eder. Böylece hem elektriğin yaygınlaşmasının yakın olduğunu, hem Resail-in Nur’un yakınlığını, hem ondört sene sonra müellifinin doğumunu ­ يَكَادُ = nerdeyse kutsi kelimesiyle manen işaret eder. Cifr ile de tamı tamına aynı tarihe uyum gösterir.

Bilindiği gibi zayıf ve ince ipler birleştikçe kuvvetleşir, kopmaz bir halat olur. Bu sırra göre, bu âyetin bu işaretleri birbirine kuvvet ve destek verir. Uyum tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delalet derecesine çıkar[33].”

Said Nursî, istediği rakamı elde etmek için cümleleri parçaladığı gibi harekeleri de harf saymaktadır. Ama burada önemli bir bilgi ortaya çıkmaktadır. Said Nursî, 1279’dan 14 sene sonra dünyaya geldiğini söylemektedir. Buna göre onun doğum tarihi h. 1293’tür. Kendi el yazısı ile yazıp Şeyhülislamlığa verdiği özgeçmişinde de bu tarih vardır. Bu sebeple Tarihçe-i hayatındaki 1290 tarihi yanlıştır.

Risale-i Nurlar, baştan aşağı yukarıdakilere benzer övgülerle doludur. Onlardan biri de şudur: “Said Nursî İstanbul’da iken, “Kim ne isterse sorsun” diye, olağanüstü bir ilanda bulunmuş, bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, onun odasına kafileler halinde gelmiş, her çeşit ilime ve farklı konulara dair en karmaşık, en çözümsüz soruları sormuş, Said Nursî bu soruları hiç duraklamadan, doğru olarak cevaplandırmıştır[34].”

Nedense kendine kafileler halinde gelen meşhur âlim ve allamelerden bir tanesinin kim olduğundan bahsetmiyor ve verdiği cevaplardan bir tanesinin bile ne olduğunu söylemiyor.

D – RİSALE-İ NURLARIN YAZIMINA İŞARETLER

Said Nursî diyor ki; “Baştaki âyet, Risale-in Nur’un adına işaret ettiği gibi yazılma ve olgunlaşma tarihine de tamı tamına işaret etmektedir. كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ  = İçinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. O ışık bir cam içindedir.” cümlesindeكَمِشْكَاةٍ  deki tenvin vakıf yeri olmadığından nun sayılsa veفِي زُجَاجَةٍ   vakıf yeri olduğundan ة, هـ  sayılsa 1349 eder. Bu rakam, Resail-in Nur’un en nuranî cüzlerinin yazılma ve olgunlaşma zamanı olan 1349 tarihine tamı tamına işaret etmektedir.

Said Nursî, istediği rakama ulaşabilmek için burada da âyetin cümle yapısını bozuyor, sonraة  harfini bir yerde harekesiyle beraber 450, ikinci yerde 5 sayıyor.

Burada dikkati çeken bir başka husus şudur: Birinci bölümün l. Cümlesinde كَمِشْكَاة   kelimesinin başındaki ك harfini kaldırmış ve sadeceمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ  = içinde ışık bulunan bir kandil yuvasıdır” üzerinden hesap yaparak âyetin Risalet-ün Nur’a işaret ettiğini söylemiş, ة  harfinin harekesini hesaba katmamıştı. Yani burada 450 rakam değeri verdiği harfi orada 400 saymış, 20 rakam değeri verdiği ك  harfini dikkate almamıştı.

Said Nursî sözlerine şöyle devam ediyor:  الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ  = “O ışık bir cam içindedir. O cam, sanki inci gibi bir yıldızdır” cümlesi 1345 eder. Bu rakam, Resail-in Nur’un yayılması, şöhret bulması ve parlaması tarihine tamı tamına uygun düşer. Çünkü şeddeli ر iki ر , şeddeli ن  iki ن ; şeddeliز , aslı itibariyle bir ل  bir ز  ve birinci زُجَاجَة vakıf olduğundan oradaki ة;  هـ , ikincisi vakıf olmadığından  ة sayılır.

الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ = “O ışık bir cam içindedir” cümlesini bir önceki paragrafta bir başka maksatla değerlendirmeye almıştı. Sonra sözlerine şöyle devam ediyor:

“Eğer şeddeliز  iki ز sayılsa o vakit 1322 eder. Bu da Risale-in Nur yazarının, Nur kitapları ile ilgili hazırlığa başladığı tarihe tamı tamına uygun düşmektedir[35].”

Önceki paragrafta, “şeddeliز , aslı itibariyle bir ل  bir ز “ sayılsa diyerek 37 rakam değeri verdiği harflere, burada 14 rakam değeri vererek istediği sonuca ulaşmaya çalışmıştır.

E – RİSALE-İ NURLARIN DEĞERİNE İŞARETLER

Said Nursî diyor ki: Kur’ân ile bu kadar anlamlı ve çok yönlü uyum, ittifakla gösterir ki, bunlar yalnız bir emare, bir işaret değil, belki kuvvetli bir delalettir. Belki Kur’ân’ın, hem elektriğe hem de Resail-in Nur’a olan manevi ilgisini açıkça ortaya koymaktır. Bu âyetin manevi inceliklerinden biri de şudur: Mucizeli bir gayb haberi ile elektriği ve Risale-i Nur’u haber verdiği gibi bu ikisinin ortaya çıkış zamanlarını ve ondan sonra meydana gelecek gelişmeleri ve bu ikisinin olağan üstü durumlarını da çok güzel göstermektedir[36].

Meselâ  “ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ زَيْتُونِةٍ   = Doğuda da batıda da olmayan bir zeytin” cümlesi şunu söyler: “Elektriğin kıymetli metaı, ne doğudan ne de batıdan ithal edilmiştir. O yukarıdan, hava boşluğundan, rahmet hazinesinden, göklerden iner; her yerin malıdır. Onu başka yerde aramaya lüzum yoktur. Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur da aynı şekilde, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden ne de Batı’nın felsefe ve fen bilimlerinden gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Ama semavî olan Kur’ân’ın, Doğu ve Batı’nın üzerinde olan Arş’daki yüksek yerinden alınmıştır [37].”

Önce, batıl bir yolla âyetten çıkardığı işaretlere kuvvetli delaletler dedi. Sonra da mucizeli bir gayb haberi ele geçirdiği iddiasıyla elektriğin ve kendi kitaplarının olağanüstü olduğunu vurguladı.

Said Nursî elektriğin nasıl üretildiğini bilmediği için onun hava boşluğundan geldiğini; kendi kitabının da aynı şekilde gökten geldiğini iddia ederek onun Kur’ân’dan değil, Kur’ân’ın alındığı Arş’tan alındığını söylüyor. Onun bu iddiası, yukarıdaki iddialarıyla tam bir bütünlük oluşturuyor. Ona göre Risale-i Nurlar Kur’ân’ın alındığı yerden alınmıştır. Oradan daha öne alınmış olan Kur’ân, normal olarak o yeni kitabı ve onu tebliğ edecek kişiyi haber vereceğinden Said Nursî kurgusunu bu temel üzerine oturtuyor.

F – RİSALE-İ NURLARI OKUYANLARA İŞARETLER

Said Nursî, talebelerini de unutmayıp âyetten onlara da pay çıkarmıştır. Diyor ki;  يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ  = “Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak gibidir. Nur” cümlesi, işaret eder ki: “Hicrî 13. ve 14. asırda tavandan asılan lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır, yani 1280 tarihine yakındır. Bu cümle ile elektriğin olağanüstü durumuna ve geleceğine işaretle açıklama yapıldığı gibi manevî bir elektrik olan Resail-in Nur da gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, öğrenim masrafına, derse çalışmaya, başka hocalardan ders görmeye ve hocaların ağzından öğrenmeye ihtiyaç kalmadan herkes derecesine göre o yüksek ilimleri, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, araştırmacı ve gerçekçi bir ilim adamı olabilir[38].

Said Nursî bir başka yerde şöyle diyor: “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın önemli ve gerçekçi bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa bile Risale-i Nur şakirtlerinin bir manevi kişiliği olduğu için o kişilik şüphesiz bu zamanın bir âlimidir[39].”

Said Nursî’ye göre Risale-i Nur, Kur’ânın yüzden fazla tılsımlarını, muammalarını çözen ve ortaya çıkaran en inatçı dinsizleri susturup çaresiz halde bırakan[40] bir kitaptır. Onun tılsım ve muamma dediği, yukarıdaki ifadeleri olmalıdır.

Daha çok Şiilerin ve büyücülerin baş vurduğu cifr yoluyla, harflerle sayılar arasında ilişki kurarak bazı işaretlere ulaşılmaya çalışmak ve onları âyetin bir hükmü gibi göstermek, gerçekten çok ağır bir vebal altına girmektir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Onlardan bir takımı da Kitab’ı okuyormuş gibi dillerini bükerler ki, siz onu Kitaptan sanasınız. Ama o Kitap’tan değildir. “Bu Allah katındandır” derler, hâlbuki Allah katından değildir. Onlar o yalanı Allah’a karşı, bile bile söylerler”. (Al-i İmran 3/78)

Ayrıca Risale-i Nurların, en inatçı filozofları susturduğu ve binlerce âlimi hayran bıraktığı iddia edilir ama bunlardan hiçbirinin kimliğinden bahsedilmez[41]. Keşke onlardan birer kişinin adını ve onları hangi bilgileriyle susturup hayran bıraktıklarını da yazsalardı bize bir değerlendirme imkânı vermiş olurlardı. Aslında isim de veriyorlar ama asırlar önce ölmüş filozofların ismini veriyorlar. Diyorlar ki; en meşhur İslâm filozoflarından İbn-i Sîna, Fârâbî ve İbn-i Rüşd’e Risale-i Nurun ilmî kudretini göstermek mümkün olsaydı, onlar hemen diz çöküp Risale-i Nurdan ders alırlardı[42].



[1] Emirdağ Lâhikası (1),  Mektup No: 81,a.g.e, c. II, s.1733. İfadeler sadeleştirilmiştir; aslı şöyledir: “Bu acip ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, hususan ehl-i imanın çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve küfr-ü mutlak ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, güvenimizin en müstahkem, kavî, yıkılmaz, sarsılmaz tahkimatı olan Risale-i Nur’un nurânî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine dehalet etmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, idam-ı ebedî zannettiğiniz ölümü bir hayat-ı bâkiyeye tebdil edeceksiniz”.

[2] Şualar, On Dördüncü Şuâ, a.g.e, c. I,  s.1111, Ceylan Çalışkan’ın müdafaasından.

[3] Kastamonu Lahikası, a.g.e, c. II, s. 1651,  Yazı sadeleştirilerek özetlenmiştir. Aslı şöyledir: “Bu risale Sikke-i Gaybiye baştan aşağıya kadar bir tek neticeye bakar. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur’un makbûliyetine bir imza basıldığını isbat ediyor. Böyle bir tek dâvaya bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve îmalar onu göstermesi, ilmelyakîn değil, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o dâvayı isbat eder”.

[4] Şualar, Birinci Şua, Dördüncü Ayet, a.g.e, c. I, s. 847.

[5] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, a.g.e, c. II, s. 2061.

[6] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, a.g.e,  c. II, s. 2061. Yazı sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur Medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.”

[7] Şuâlar, Yedinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 895.

[8] Şuâlar, Yedinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 895.

[9] Şuâlar, On Beşinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 1116. “وبالآية الكبرى أمني من الفجت” Arapça’da “fecet” diye bir kelime olmadığı için “füc’e kabul edilerek anlam verilmiştir.

[10] Şuâlar, On Beşinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 1116. Bu ibarede kısaltma yapılmıştır. Tamamı şöyledir: “ Birinci Kelime ­لا إله إلا الله tır. Bundaki hüccet ise matbu’ Âyetü’l-Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), Nur’un eczalarından haber verdiği sırada  وبالآية الكبرى أمني من الفجت (Ayetül Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru. A. Bayındır) deyip o Âyetü’l-Kübra’yı şefaatçı yaparak…”

[11] Şuâlar, On Beşinci Şuâ, a.g.e, c. I,  s. 1116.

[12] Emirdağ Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, a.g.e, c. II, s. 1723. Anlamı bozmayacak kısaltmalar yapılmıştır.

[13] Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, a.g.e, c. II, s. 1608, İbarenin aslı şudur: “Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehli saadet olduklarına dair kuvvetli işareti Kur’aniyeyi ve beşareti Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm…”

[14] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 771.

[15] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 775.

[16] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 876.

[17] Şinasi Gündüz, Mahmut Aydın, Misyonerlik, İstanbul 2002, s. 18.

[18] İncil, Pavlus’un Korintlilere Birinci Mektubu, 9/1923

[19] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par.854 ve 856.

[20] Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, a.g.e, c. II, s. 1667. Yazı sadeleştirilmiştir; aslı şöyledir: “Risale-i Nur’un Âlem-i İslâm’da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirtleri musalahakârane vaziyeti almaya mükelleftirler. Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkid etmeyiniz. Gerçi İmamı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “sevabı olmaz” demektir; yoksa, namaz battal olur değil.”

[21] Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, a.g.e, c. II, s. 2204.

[22] Emirdağ Lâhikası (1),  Mektup No: 24, a.g.e,  c. II, s.1695. Yazı sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Evet, dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammâlarını hal ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve Miraç ve haşr-i cismânî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid filozoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arz ve küre-i havâiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir hakikat-i Kur’âniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır.”

[23] Emirdağ Lâhikası, a.g.e, c. II, s. 1769. Yazı sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit, feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, din-i İsa’nın (A.S.) hakikî ruhanîsi de o daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil; belki bir tesanüd, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (R.A.) otuz-kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz”.

[24] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, 831.

[25] Bkz., Mustafa Uzun, “Ebced”, DİA, c. X, s. 68-70; Metin Yurdagür, “Cefr”, DİA, c. VII, s. 215-218.

[26] Âyetin Nur-i Muhammedî’ye işaret ettiği, dolayısıyla Risaletü’n-Nur’un Nuri Muhammedî olduğu iddiası da vardır. Bu konu üzerinde daha önce durulmuştu.

[27] Bu bölümde geçen iddialar için bkz., Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, 832.

[28] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 832.

[29] Burada tedris yani ders okutma kelimesi geçiyor. Bize göre o kelime tederrüs yani ders okuma olmalıdır. Çünkü Said Nursî’nin Arapça okuduğuna dair bilgi var ama okuttuğuna dair bilgi yoktur.

[30] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 832.

[31] Kastamonu Lahikası, a.g.e, c. II,  s. 1609.

[32] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.

[33] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.

[34] Said Nursî, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1993, s. 726.

[35] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 832.

[36] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.

[37] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.

[38] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.

[39] Said Nursî, Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a, a.g.e, c. I, 672.

[40] Emirdağ Lâhikası (1), Mektup No: 24, a.g.e, c. I, s.1695.

[41] Şualar, On Dördüncü Şua, a.g.e, c. I, s. 1037.

[42] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, a.g.e, c. II, s. 2104.

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an Işığında Şefaat İnancı 6 -Prof. Abdulaziz Bayındır

İ- ARACILARIN ŞEFAAT EDECEĞİ İNANCI

1- Katoliklerde Şefaat İnancı

Katoliklere göre şefaat, İsa’nın duasına uyumlu kılan dilek duasıdır[1]. Onlar şefaat yerine “kurtarıcılık” kelimesini kullanırlar.  Katoliklere göre “Mesih İsa, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunur[2]. Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter[3].”

“Kutsal Ruh olmadan Tanrı’nın Oğlu’nu görmek mümkün değildir. Oğul olmadan da hiç kimse babaya yaklaşamaz. Çünkü Baba’yı tanımak Oğul’dur. Tanrı oğlunu tanımak da Kutsal Ruh aracılığıyla olur[4]”.

“Meryem Ana avukat ve yardımcıdır. “Meryem Ananın analığı bitmemiştir. Yinelenen arabu­luculuğu ile ebedi esenlikler sağlayan arma­ğanları garanti altına almaya devam etmektedir[5]”.

Katoliklere göre papaz “Al­lah’la ilgili konularda insanları temsil etmek için atanır[6]”. O, kişisel yetkisiyle insanlara; “Baba’nın adına seni bağışlıyorum diyebilir[7]”.

2- Tarikatlarda Şefaat İnancı

İncelediğimiz tarikatlarda da Katoiklerinkine benzer bir inanç vardır. Onlar, “kurtarıcılık” yerine daha çok “şefaatçilik” kelimesini kullanırlar. Bir Şeyh Efendi ve tarikatının ileri gelenleri ile yaptığımız görüşmenin konu ile ilgili bölümü şöyledir:

Mürit– Bizim  Şeyh Efendi’ye bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolunda­dır. Mesela bugün mahkemede avukat tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar davayı ka­zanırlar. Şeyh Efendi de bizim avukatımız­dır.

Bayındır- Siz, gizli açık her şeyi bilen Al­lah’ı hakimle bir mi tutuyorsunuz? Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“O gün kişi kardeşinden, ana­sından, ba­basın­dan, eşinden ve oğulla­rından kaçacaktır. O gün her­kesin işi başından aşa­caktır.” (Abese 80/34-37)

Durum böyle iken Şeyh Efendi nereden fır­sat bulacak da sizi sa­vu­nacaktır?

Ensar’dan Ümmü’l-alâ diyor ki, muhacirlere kur’a çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yı­kandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellem  içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebu’s-Sâib[8]! Allah sana rahmet eyle­sin. Allah’ın sana gerçekten ikramda bulundu­ğuna şahidim.” Bunun üzerine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Al­lah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?” Dedim ki, “Babam sana kur­ban ey Allah’ın Elçisi! Allah ya kime ikram eder?” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bu­yurdu ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekli­yorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşıla­na­cağımı vallahi bilmiyorum.”

Ümmü’l-alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi aklamam[9].”

Ama siz şeyhinizin cennete gideceğinden şüphe etmediğiniz gibi Allah’ın huzurunda sizi savu­nacağını söyleme cesaretini bile gösteri­yor­sunuz.

Bize şah damarımızdan daha yakın olan Al­lah’ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avu­kat­lığınızı yapacak olan şeyh, hâşâ, Allah’ın huzu­runda onu hatırlatacak? Ya da Allah, hâşâ, yargı­lamada hata mı yapacak ki, şeyhiniz ona engel olacak? Ne kadar yanlış bir yolda oldu­ğunuzu an­lıyorsunuz değil mi?

Mürit- Müftülükte bir müftü ile görüşmek is­t­e­sen[10] araya bir ka­pıcının girmesi, bir kişinin seni müf­tüye takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir yet­kiliyle, bir bakanla pat diye görü­şebilir mi­sin? İşte Şeyh Efendi de bi­zimle Allah arasında bir vesile, bir vasıta ol­maktadır.

Bayındır– Bize şah da­ma­rımızdan daha ya­kın olan Allah Teâlâ için bu söz nasıl söyle­nebilir!?..

Bu inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul ara­sına vasıta koymaktır. Zümer suresinde buna dikkat çekilmek­te­dir:

“İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun yakı­nından veliler edinenler “Biz onlara başka  değil sa­dece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” derler. İşte Allah, onla­rın aralarında tar­tışıp dur­dukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp du­ran kimseleri doğru yola sokmaz.” (Zümer 39/3)

Bu tür inanışlardan lütfen vaz­geçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metotla saptırmaktadır.

Lütfen bana söyler misin, yaratan, besle­yen, bü­yü­ten ve sana senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?

Mürit–  Tabii ki, Allah tanır.

Bayındır – Peki Şeyh Efendi senin ne­yini Allah’a tanıtacak?

Mürit– ?!

Görüşme, şeyhin yanında gerçekleşmiş ve o, bu durumu onaylamıştır. Mürit kelimesi ile, ko­nuşmaya katılan ve tarikatın ileri gelen alimlerin­den olan kişiler kastedilmektedir[11].

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’ın yakınından, öyle şeye kul olurlar ki, kendilerine ne bir fayda sağlayabilir ne de zarar verebilir. Derler ki, ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’. De ki: ‘Göklerde ve yerde, Al­lah’ın bilme­diği bir şeyi mi ona haber veriyorsu­nuz?’ Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve yücedir.” (Yunus 10/18)

Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız on­lar, Allah’ın di­lediği kimse­lere şefaat edebilirler, kendi dilediklerine değil.

“De ki: Şefaat yetkisi, bütünüyle Allah’a aittir.” (Zümer 39/44)

“Allah onların yaptık­larını da yapa­cak­larını da bilir. Şefaate yetkili kıldıkları, onun razı ol­duğu kişilerden başka­sına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler.

Onlardan kim, “Ben Allah’a yakın bir ilahım” derse, onu cehennemle cezalandırırız. İşte o zalimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiya 21/28)

Ebu Hureyre radiyellahu anh bildiriyor:

“Kabilenin en yakınlarını uyar.” (Şuarâ 26/214) ayeti inince Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kalktı ve şöyle bir konuşma yaptı:

“Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size hiç bir faydam olmaz. Ey Abdulmenaf oğulları! Allah’ın yanında size hiç bir faydam olmaz. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas[12]! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz. Ey Safiyye, (Resulullah’ın halası)! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz. Ey Muhammed’in kızı Fatma! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam ol­maz.”[13]

J- ÖLÜDEN YARDIM  İSTEME

Hıristiyanlar, ölmüş din büyüklerinden yardım isterler. Aynı şeyi kimi tarikat ve cemaatler de yaparlar. Onlar da ölmüş din büyüklerinin yardımını almak, onları aracı ve şefaatçi yapmak için mezarlarını ziyaret etmeyi, onlara adaklar adamayı dindarlığın bir parçası sayarlar.

1- Katoliklerin Ölüden Yardım İstemesi

Papa II. Jean Paul, Meryem Anayı aracı yaparak şöyle dua ediyor:

“İnsan olmuş Kelâm’ın[14] Annesi ve Kilise’nin Annesi olan çok kutsal Bakire Meryem’e Ki­lise’nin yeni bir Hıristiyanlaştırma çabasına çağ­rıldığı bu zamanda bütün Kilise’nin bütün sevi­yelerinde din dersi çalışmalarına güçlü aracılı­ğıyla destek olması için dua ediyorum[15].”

Asırlarca önce ölmüş Mer­yem’i yar­dıma çağıran Papa, onun kendine, güçlü aracılığı ile destek olacağına inandığına göre, Meryem’in onu tanıdığına ve çağrıyı işittiğine de inanmış olmalıdır. Bu durumda ona, bazı ilahi sıfat­lar ve özellikler vermiş olur. Bunlar hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret ve benzeri sıfatlardır.

Hayat dirilik demektir. Katoliklere göre lekesiz Bakire, yeryüzündeki yaşamını tamamladıktan sonra, günahı ve ölümü yenen Rablerin Rabbi Oğluna daha uygun olabilmek için ruhu ve bedeniyle göğe çıkarıldı. Rab tarafından evrenin kraliçesi olarak yüceltildi. Meryem Ana’nın göğe çıkartılması Oğlunun dirilişine eşsiz bir katılımı ve öteki Hıristiyanların dirilişini öncelemektir[16].

Meryem Ana’ya verildiği iddia edilen evrenin kraliçeliği yetkisi onu dünyanın sonuna kadar diri saymayı gerektirir. Yeniden dirilişe katılımı iddiası da kıyamet sırasında diri kalacağını kabul etmek olur. Kıyametten sonra ölüm olmayacağına göre Katolikler onu ölümsüz kabul etmiş olurlar. Ölümsüzlük Allah’a hastır. Meryem’i de ölümsüz saymak onu, bu konuda Allah’a ortak saymak olur.

İlim, bilmek ve kav­ramak demektir. İnsanda ilim sıfatı vardır ama Vatikan’da olan biri, Meryem’i, aracı olmaya çağırdığına göre onun, hem kendisini tanıdığına, hem de istediği şeyi, en az Allah kadar bildiğine inanmış olmalıdır. Çünkü aracı olmak için bu bilgi şarttır. O zaman o, Meryem’i Allah’ın sınırsız bilgi­sinin bir bölümüne ortak saymış olur.

Sem’, işitme gücüdür. Allah insana işitme gücü vermiştir; ama bu, belli uzaklıktan, belli tit­reşimdeki seslerle sınırlıdır. Vati­kan’dan Meryem’e seslenen, onu Allah’ın işitme sıfa­tına da ortak etmiş olur. Bu şe­kilde bir işitme, Allah’tan başkası için söz konusu değil­dir. Üstelik Meryem ölmüştür. Ölüye bir şey işittirmeye bizim gü­cümüz yetmez. Allah Teâlâ, Elçisi Muhammed’e hitaben şöyle buyuruyor:

“Sen ölülere işittiremezsin.” (Neml 27/80)

“Şüphesiz Allah diledi­ğine işit­tirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işitti­re­mezsin.” (Fatır 35/22)

Meryem ölmüş olduğu için kimse ona bir şey işittiremez.

Bedir savaşında öldürülen müşrikler bir ku­yuya gömüldükten sonra Allah’ın Elçisi sallalahu aleyhi ve sellemin onların yanına gelip şöyle de­diği bildirilmiştir:

“Ey falan oğlu falan! Ey falan oğlu falan! Al­lah’ın ve Elçisi’nin size verdiği sözün hak oldu­ğunu gördünüz mü? Çünkü ben Allah’ın bana verdiği sözün hak olduğunu gördüm.”

Ömer dedi ki, “Ey Allah’ın Elçisi! Ruhsuz cesetlerle nasıl konuşursun? O, şöyle cevap verdi: “Söylediğimi sizin işitmeniz onlarınkinden daha iyi değildir. Ama onlar bana hiçbir şekilde cevap veremezler[17].”

Allah, o an için Peygamberimizin sesini onlara işittirmiş olabilir. Bunca ayete rağmen böyle özel bir olaya dayanılarak farklı hüküm verilemez. Onlar işitseler bile cevap veremeyeceklerdir.

Kıyamete kadar, hiçbir şekilde cevap veremeyecek olan ölülerden yardım isteme işi şu ayetin kapsamına girer.

“Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendi­sine cevap vere­meyecek kimseleri çağıran­dan daha sapık kimdir? Oy­saki bunlar onların çağrısın­ın farkında değillerdir.” (Ahkaf 46/5)

Basar, görme gücü demektir. Bir ölüyü yar­dıma çağıran, onun kendini görebildiğine inan­malıdır. Fiziki engellerle sınırlanamayan bir görme, yalnız Allah’a mahsus olduğun­dan bu şahıs Meryem’i, Allah’ın görme sı­fatına da or­tak say­mış olur.

İrade, dilemek ve tercih etmektir. Kudret de bir şeye güç yetirme anlamına ge­lir. İnsanın iradesi de kudreti de sınırlıdır. Ölünce her şey biter. Meryem’in, çağrıyı kabul ettiğini ve gerekli yardımı yapabildiğini hayal eden, ona bu iki sıfatı da vermiş olur. Bu, olağan dışı bir irade ve kudret yakıştırma­sıdır. Bu an­lamda irade ve kudret sahibi tek varlık Allah Teâlâ’dır. Böylece Papa, Meryem’i Allah’ın bu iki sıfatına da ortak saymış olur.

Papa ile birlikte binlerce Hıristiyan da, kendi dilleri ile Meryem’i aracı olmaya çağırdığı için onun, her istek sahi­bini tanıdığına, dilini bildiğine, istekleri anlayıp kavradığına, onları karıştırmadan değerlendire­bildiğine de inanmaları gerekir. Bu da yalnız Al­lah’ın sahip olabileceği büyük bir ilim ve kudreti gerektirir. Bunlar Meryem’i bu konuda da Allah’a ortak görmek zorundadır­lar.

İnsanların isteklerinden haberi olmayan, an­cak kıyamet günü dirilecek olan bir ölü, bize şah da­ma­rımızdan da ya­kın olan ve her şeyi bilen Allah’a karşı nasıl aracılık edebilir?

Meryem’in aracı olabilmesi için onun, yukarıdaki sıfatlara sahip olması gerekir. O sıfatlar, Allah’ın isimlerin­den türetilmiştir. Bunlar, hay, alîm, semi’, basîr, mürîd ve kadîr isimleridir. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

“En güzel isimler Allah’ındır. Siz onu, on­larla çağırın. Onun isimleri konusunda yamukluk yapanları bırakın. Onlar bu ettiklerinin karşılığını göreceklerdir.” (Araf 7/180)

Allah, Meryem Ana’da var sayılan yetkileri elçilerine bile ver­memiştir. O, son Elçisine şöyle buyurur:

“Biz seni onların üzerinde bir koruyucu yap­madık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin.” (En’am 6/107)

“Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır.” (Hud 11/12)

2- Tarikat ve Cemaatlerde Ölüden Yardım İsteme

Kur’ân’ın birçok âye­ti, “Allah’tan başka­sına dua etme”yi müşriklerin en belirgin özelliklerinden sayar[18]. İnsanlar en çok dua ve ibadet ko­nusunda yanıldıkları için elçiler uyarılarını bu iki konuda yoğunlaştırmışlardır. Namaz, oruç, hac, zekat, helaller ve haram­larla ilgili âyet sayısı az olduğu halde Kur’ân’ın büyük bir bölümü, Allah’tan baş­kasına ibadeti, darda kalınca başkasından bir şey beklemeyi şirk sayıp yasak­lamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Darda kalmış kişi dua ettiği za­man onun yar­dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü­nün hakimleri yapıyor? Allah ile be­raber başka bir tanrı mı var? Ne ka­dar az düşünüyor­sunuz.” (Neml 27/62)

Bu konuda hadis uydurulmuş, ilgili ayet ve hadisler başka yönlere çekilmiş ve sınırlar aşılmıştır.

a- Uydurulan Hadis

Ölüden yardım isteme konusunda şu hadis uydurulmuştur: “İşlerinizde ne yapacağınızı şa­şırdığınızda kabir ehlinden yardım is­teyiniz[19].”

Bu, Aclûnî’nin Keşf’ül-Hafâ adlı kita­bında yer alır. Aclûnî, bu söz için “İbn-i Kemal Paşa’nın el-Erbaîn’inde böyle geçer.” ifadesini kullanır. İbn-i Kemal o sözü peygamberimize mal etmiş ama hiçbir kaynak gös­termemiştir[20]. Bununla kalmamış, sözün doğruluğunu ispat için fel­sefi izahlara girmiştir. Kimi tarikatçılar da bu sözden hareketle “bir veli ölünce ruhu, kı­nından çıkmış kılınç gibi olur[21]” derler.

Aclûnî, halk ara­sında hadis diye bilinen sözleri toplamış ve onların doğrusu ile asılsız ola­nını ayırmaya çalışmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma ha­dis vardır. Kitabın başında Peygamberimizin şu sözü vardır: “Kim benden söylemediğim bir şeyi naklederse cehennemde oturacağı yere hazırlansın[22].”

b- Tahrif edilen âyetler

Kur’ân’da hem ibadet, hem de dua kelimeleri geçer. İbadet, kulluk etmek; dua, çağrıda bulunmak, yardım istemek anlamınadır. Tefsir ve meallerin çoğunda, duaya “ibadet” anlamı verilerek asıl anlamın kaybolmasına yol açılmıştır. İbadet, yapılan duanın kabul edilmesi maksadına yönelik olacağı için bu iki kelime arasında sıkı bir bağ vardır. Bu sebeple Peygamberimiz; Dua ibadetin iliği­dir, özü­dür[23]” buyurmuştur. Ama dua, ibadet diye tercüme edilince, birini olağan dışı yollarla yardıma çağırmanın ibadet olduğu anlamı kaybolur. Bu da bir tahrif sayılabilir.

Tahrîf, harf kökündendir. Harf sözlükte uç, kıyı, sivri ve keskin taraf anlamlarına gelir[24]. Sözü tahrif, iki tarafa yüklenebilecek anlam taşıyan bir sözü yalnız bir tarafa çekmektir[25]. Şu ayette tahrif, örneklerle açıklanmıştır.

Kimi Yahudiler kelimeleri yerlerinden tahrif ederler (yerleşik anlamlarından kaydırırlar). “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” “وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ” bir de “رَاعـِنَا“ derler. Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar. Eğer bunların yerine “سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا” “اسْمَعْ” bir de “انظُرْنَا“ deselerdi elbette daha iyi ve daha doğru olurdu. Ama tanımazlık etmelerinden dolayı Allah onları lanetledi. Artık  pek az inanırlar.” (Nisa 4/46)

Ayette geçen üç cümleden her birinin iki anlamı vardır.

1- “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا cümlesinin bir anlamı “dinledik ve sıkı tuttuk” diğeri ise “dinledik ve isyan ettik” şeklindedir. Çünkü (asâ = عصى); hem isyan, hem de değneğe sarılır gibi sarılma anlamına gelir[26].

Eğer “سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا” “Dinledik ve boyun eğdik” deselerdi sözü başka anlama çekme, yani tahrif imkanı kalmayacağından daha iyi ve daha doğru olacaktı.

2- “وَاسْمَعْ غـَيْرَ مُسْمَعٍ” cümlesinin bir anlamı, “lütfen dinle, sana söz söylemek haddimize değil ama..” diğeri ise “dinle, söz dinlemez adam[27]” şeklindedir. Eğer sadece “dinle” anlamına gelen, “اسْمَعْ ifadesi kullanılsaydı başka anlama çekilemezdi.

3- “رَاعـِنَا“ cümlesinin anlamlarından biri “bizi güt” diğeri “bizi gözet” şeklindedir. “Bizi güt” sözünde bir iğneleme vardır. Yani “Sen bizi hayvan güder gibi gütmek istiyorsun, öyleyse güt.” demiş olurlar. Dillerini biraz eğer, ayn harfini uzatarak raînâ derlerse “bizim çoban” demiş olurlar. Eğer bunun yerine “انظُرْنَا“ deselerdi “bizi gözet” dışında bir anlama çekilemezdi.

Kur’ân ancak böyle tahrif edilebilir. Çünkü o, milyonlarca insanın hafızasındadır ve sayısız nüshası bulunmaktadır. Onu başka bir şekilde tahrif mümkün değildir.

Ayette yer alan,“… Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar.” cümlesi tahrif için kötü niyeti şart koşmaktadır. Yoksa birden faza anlam içeren bir sözle ilgili her yanlış tercih tahrif kapsamına girmez. “Dua” kelimelerine bir delile dayanmadan “ibadet” anlamı verenler bunu dine saldırma amacıyla yapmamış olabilirler. Ama dine saldırmak isteyenlere alet oldukları da bir gerçektir. Ahkaf Suresinin 4, 5 ve 6. âyetlerini örnek vererek, duaya ibadet anlamı vermenin, âyetleri nerelere taşıdığını görmeye çalışalım:

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yer­yüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Eğer doğru sözlü kimseler iseniz.

Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendi­sine cevap vere­meyecek kimseleri çağı­randan daha sapık kimdir? Oy­saki bunlar on­ların çağrısın­ın farkında değillerdir.

İnsanlar, ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/4,5,6)

Bir çok meâlde bu ayetlere, şu şekilde anlam verilmiş­tir: “De ki: Söylesenize, Allah’ı bırakıp taptığı­nız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar, göster­senize bana. Yoksa onların göklere ortaklık­ları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin.

Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapan­dan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.

İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (müş­rikler) onlara (tapındıklarına) düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkar ederler. (Ahkaf 46/4,5,6)[28]

Dua’ya iba­det anlamı verince, ona bağlı olarak yeni anlam kaymaları kaçınılmaz hale gelmiştir. Hata, hatayı doğurmuş, yukarıdaki üç ayetteki hata sayısı beşe çıkmıştır. Bu hatalar şunlardır:

1) Duaya İbadet Anlamı Veril­mesi

Dua, çağrı anlamına mastar­dır. Daha sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya iletilen istek ve ihtiyaç anlamına örf olmuş, isim olarak da kullanılmıştır. “Dua dinledim, dua okudum” denmesi bundandır[29].”

İbadet ise taat anlamına gelir; taat boyun eğmek demektir, daha çok emre uymak ve izinden gitmek anla­mında kullanı­lır[30]. Türkçe’de buna kulluk denir. Terim olarak ibadet, Allah’ın emrini yerine getirmek için sa­mimi niyetle namaz kılma ve oruç tutma gibi ey­lemlere verilen addır.

Dua ile ibadet arasında sıkı bir bağ vardır. İbadetin asıl hedefi duadır. Yani insan, Allah’a ibadet ederek bazı isteklerini elde etmek ister. Allah Teâlâ da dualarımızın kabulü için hem namaz kılmamızı, hem de sabırlı olmamızı emrederek şöyle buyurur: Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namaz kılarak yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 2/153) Bir ayet de şöyledir: “Kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler. Bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar.” (Bakara 2/186)

Kişi, Allah’tan istekte bulunduğu zaman ona daha iyi kul olma gayreti içine girer. Bu se­beple ibadet kabuk, dua öz gibidir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Dua ibadettir[31]. Dua ibadetin iliği­dir, özü­dür[32].” Çünkü asıl amaç, Allah’a isteklerini kabul ettirmektir. Dua ye­rine ibadet kelimesi kullanılınca bu ilişkiler tümüyle kaybolur. O zaman insanlar, aracılardan medet ummaya başlarlar.

İsteklerini bir veli, bir ruhani aracılığı ile Al­lah’a sunan, önce onu razı etmek ister. Ona, hediyeler, adaklar sunar, manevi huzurunda eğilir. Bunun ona kulluk yani ibadet olduğu Ahkaf 6. ayette şöyle ifade edilmiştir:

“O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak, onların kulluğunu (ibadetlerini) kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/6)

Şu ayet de bu işin şirk olduğunu hükme bağlamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: De ki ben sadece Rabbime duâ ederim; ona kimseyi şirk koşmam.” (Cin 72/20)

Sonuç olarak, dua’ya ibadet anlamı vermek, bazı ayetleri Kur’ân’dan çıkarıp atmak gibidir. Mesela bu tavır, yukarıdaki üç ayeti puta tapanlara has hale getirmiştir. Allah Teâlâ, iba­det ve dua kelimelerini farklı yerlerde kullandığına göre Kur’ân’ın tefsirini ve çevirisini yapanların bu farkı önemsemeleri gerekir.

2) “Men” Kelimesine “mâ” Anlamı Verilmesi

Arapça’da “men” kimse veya kimseler anlamına gelir ve akıllı varlıklar için kullanılır[33]. “Mâ” ise şey veya şeyler demektir. Ahkaf 5. âyette üç kere “men” kelimesi geç­er. Dua’ya ibadet anlamı verenler, onlardan ikisine “men = kimse” üçüncüsüne de “mâ = şey” anlamı vermek zorunda kalınca ayetin anla­mı esastan değişmiş, şu hali almıştır: Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapan­dan daha sapık kim olabilir? Bu meale göre yardıma çağrılanlar putlar olur ve bir ruhanîyi yardıma çağıran kişi âyetin kapsamına girmez. Ama bir anlam kayması yapmadan “men” kelimesine “kimse veya kimseler” anlamını verince şu meal ortaya çıkar: “Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendi­sine cevap vere­meyecek kimseleri çağı­randan daha sapık kimdir?” Bu doğru anlam, bir ruhanîden yardım istemenin önünü kapar.

Bu hata, zorunlu olarak aşağıdaki hataları doğurmuştur:

3) “Hum  هم” Zamirine “hiye هي ” Anlamı verilmesi

“Bunlar” diye tercüme edilen hum, Arapça’da akıllı erkek varlıkları gösterir. Ama “Men”e “şeyler” anlamı verildiği için hum zamirine de ya “men”in lafzını gösteren “huve” ya da manasını gösteren “hiye” anlamını verme zorunluluğu doğmuştur. Bu hafife alınamayacak bir hatadır.

4) Cem’i Müzekker Salime Yanlış Anlam Verilmesi

“Habersizdirler” diye tercüme edilen “gâfilûn” kelimesi cem’i müzekker salimdir; yani akıllı erkekler için kullanılır. “Men”e “şeyler” anlamı verilmesi bu anlamı da yok etmiştir. Bu da önemli bir hatadır.

5) Ahkaf Suresinin 6. Ayetine Dikkat Edilmemesi

“Men”in “şeyler” diye tercüme edilmesi, 5. âyetle 6. âyetin ilişkisini koparmıştır. Bu ilişkinin kopmamasının tek yolu o kelimenin “kimseler” diye tercüme edil­mesidir. Ayet şöyledir:

“İnsanlar ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.”

Putlar ahirette, canlanıp insanlarla bir araya gelmeyeceğinden âyette sözü edilenler, hesaba çekilen akıllı varlıklardır. Bunlar da ruhlarından medet umulan büyüklerdir.

Ayetlerin mealindeki bu hatalar, türbe ziyareti ile ilgili şu inanca yol açmıştır: “Allah bu sevgili kullarına bazı yetkiler, imkanlar, özellikler bahşetmiştir, bunlar şefaatçilerimizdir, bizler günahkar ol­duğumuz için doğrudan Allah’tan istemeye yüzümüz yok, belki bunlar sayesinde Allah dileklerimizi kabul eder.[34]

Bu gibi yanlışlar sebebiyle, ölmüş bir din büyüğünü Allah’ın yakın dostu saymak, ona hayali yetkiler verip Allah’a onun aracılığı ile ulaşmaya çalışmak İslam aleminin en te­mel hastalıklarından olmuştur. Ahkaf 4. âyete doğru anlam verince bu yol tamamen tıkanır. Ayetin doğru anlamı şöyledir:

“De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryü­zünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onla­rın göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Doğru sözlü kimseler iseniz.”

Bu tenkitler, yukarıdaki üç ayet esas alınarak yapılmıştır. Aynı hatalar, içinde dua kökünden kelimeler bulunan bir çok ayetin Türkçe’ye çevril­mesinde de görülmektedir. Daha garibi, birkaçı dışında bütün Türkçe meallerde aynı hataların tekrarlanmış olmasıdır. Bu da, Allah’ın asla bağışlamayacağını bildirdiği şirk günahını, Müslümanların kolayca işlemesine yol açmıştır.

Kur’ân meali yapanların bu hatalara, bilerek ve isteyerek düştüğü söylenemez. Ama onların çoğu Allah’ın ne dediğine bakma yerine önceki alimlerin bu âyetleri nasıl anladığına bakarlar. Bu da, vaktiyle yapılmış bir hatayı kemikleştirir.



[1] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2634.

[2] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 519.

[3] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 2634.

[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 683.

[5] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, paragraf 969.

[6] İbranilere Mektup, 5/1.

[7] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 878.

[8] Osman b. Maz’un radıyallahu anhın lakabıdır.

[9] Buhârî, Cenâiz, 3.

[10] Bu görüşmenin yapıldığı günlerde İstanbul Müftülüğünde çalışıyordum.

[11] Görüşmenin tamamı için bkz. Abdulaziz BAYINDIR, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Dördüncü baskı, İstanbul 2005, s. 126-131.

[12] Peygamberimizin amcası.

[13] Buhârî, Vesâyâ, 11.

[14] İsa aleyhisselam.

[15] Papa Jean Paul II’nin Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri kitabının önsözünde yer alan duası, s. 22.

[16] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 966.

[17] Müslim, el-Cenneh ve sıfatu naîmiha, Bab 17, hadis no 76 (2873)

[18] Nisa 4/117; En’am 6/40,41,56,64,71,108; Araf 7/37,194,195,197; Yunus 10/38,66,106;  Hûd 11/101; Ra’d 13/14; Nahl 16/20,86; isra 17/56, 57,67; Kehf 18/14; Meryem 19/48; Hacc 22/12,13,62,73; Müminun 23/117; Furkân 25/68; Şuarâ 26/72,213; Kasas 28/64,88; Ankebût 29/42; Lukman 31/30; Sebe’ 34/22; Fatır 35/13,14,40; Saffât 37/125; Zümer 39/38; Mü­min 40/20,66,73,74; Fussilet 41/48; Zuh­ruf 43/86; Ahkâf 46/4,5; Cin 72/18.  26 surede toplam 50 ayet.

[19] Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) başkanlığında bir heyet, Ruhu’lFurkan Tefsiri, İstanbul 1992, c. II, s.82.

[20] İbni Kemal Paşa, el-Erbeûn, v. 360. Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, 1694.

İbni Kemal, Yavuz Sultan Selim’in meşhur Şeyhülislamı’dır. 1469’da Tokat’ta doğmuş, 1534’te İstanbul’da ölmüştür. Peygamberimizle ara­sında 900 seneden fazla bir fark varken hiçbir kaynak göster­meden ve anlamı da Kur’an’a taban tabana zıt olan bir sözü hadis olarak önümüze sürmesi kabul edilemez. İbn Kemal kaynak gösterme yerine, bu sözün hadis olduğunu ispat için hiçbir dini dayanağı olmayan felsefi izahlara girmiştir.

[21] Ruhu’l-Furkan, c. II, s. 67.

[22] İsmail b. Muhammed elAclûnî, Keşf’ulhafâ, c. I, s. 8.

[23] Tirmizî, Dua,1, 3371 sayılı hadis.

[24] Mütercim Asım, Kamus, harf maddesi.

[25] Rağıb el-İsfehanî, Müfredât, harf maddesi.

[26] es- Sıhah, Tac’ul- arus, Lisan’ul-Arab. Ulaşabildiğimiz tefsir ve meallerde bu inceliğin tespit edilemediği görülmektedir.

[27] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. Nisa 46. ayetin tefsiri.

[28] Hayrettin KARAMAN, Ali ÖZEK, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, Mustafa ÇAĞIRICI, Sadrettin GÜMÜŞ, Ali  TURGUT, Kur’anı Kerim ve Açıklamalı Meâli, TDV yayınları, Ankara 1997. (Bu meâlin Suudiarabistan baskısında öze dokunmayan farklılıklar vardır.)

[29] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, c. I, s. 662, (Bakara 186. Ayetin tefsiri) İstanbul 1935.

[30] İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut 1410/1990. İtaat, tav’ kökündendir. Tav’ boyun eğmek demek­tir. Zıddı kerih görmek, hoşlanmamaktır. Ayette şöyle buyurulur: “Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler.” (Fussilet 41/11)

Taat da aynı köktendir, gene boyun eğmek anlamına gelir ve daha çok “Emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır. (Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât, tva.

[31] Tirmizî, Dua,1, 3372 sayılı hadis.

[32] Tirmizî, Dua,1, 3371 sayılı hadis.

[33] Cümle içinde akıllı varlıklarla birlikte başka varlıklar da geçerse men kelimesi, akıllı olmayanlar için de kullanılabilir. Buna şu ayet örnek verilir: “Allah bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür.” (Nur 24/45) Bu ayette “kimi” diye tercüme edilen “men” kelimesidir. İki ayak üstünde yürüyen insanlar, canlılar kapsamında olduğu için diğer canlılara da “men” denmesi uygun düş­müştür.

[34] Hayrettin KARAMAN, “Ramazanda Türbe Ziyaretleri” 12. 12. 2000 tarihli Yeni Şafak Gazetesi, Fıkıh Köşesi.

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK | 2 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an Işığında Tarikatçılık 5 -Prof. Abdulaziz Bayındır

F- ARACILIK İNANCI

Yukarıda Hıristiyanlıkta aracılık inancı olduğunu genişce anlatmıştık. Burada onu tekrarlamadan ona benzer bir inancın bir kısım tarikatlarda da olduğunu göstermeye çalışacağız. Aslında incelediğimiz tarikatların tamamında aracılık inancının var olduğunu gördük. Tarikatların hepsini incelemediğimiz için ihtiyatlı bir dil kullanmayı uygun bulduk. Tarikatlardaki aracılar, Hıristiyanlarda ve Taoistlerde olana benzer bir yapı oluşturmaktadır. Bu yapı, yaklaşık olarak şöyledir:

G- İNCELEDİĞİMİZ TARİKATLARDA ARACILAR

Allah’ı tanımlamada sıkıntı yoktur. Sıkıntı, Allah ile ilişkilerde ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyuru­r: “Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakın olduğumuzdan biz, içinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Kaf 50/16)

“Kullarım sana beni sorarlarsa, ben onlara yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler; bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar.” (Bakara 2/186)

İncelediğimiz tarikatların her birinde, Allah’ın insana şah damarından yakın olduğuna ve içten geçen her şeyi bildiğine inanılır. Hıristiyanlara göre de Allah insanlara yakındır[1] ve her şeyi bilir[2], insanların yüreklerinin derinliklerine iner[3]. Taoistlere göre de Allah her şeyi açıkça görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir[4]. Bunlara rağmen, Allah ile insanlar arasına aracılar konur. İncelediğimiz tarikatlarda aracı yapılanlar şunlardır:

1- Hakîkat-i Muhammediye

Bu tarikatlara göre Hakîkat-i Muhammediye varoluşun baş­langıcıdır. Onunla Allah, aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. O, bütün peygamberle­rin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır[5].

Hakîkat-i Muhammediye inancı; Katoliklerdeki İsa inancı ile Taoistlerdeki Te inancının harmanlanması gibidir. Meselâ Hıristiyanlar “İsa Allah’tır” derler. Hakikat-i Muhammediye inancında da “Muhammed Allah’tır” anlamına gelen sözler söylenir. Bu konu yukarıda geçmişti.

2- İnsan-ı kâmil

İncelediğimiz tarikatlarda insan-ı kâmil Muhammed’dir. Ama onun tarihi şahsiyeti değil, Adem balçık halindeyken peygamber olan Muhammed, yani Hakikat-i Muhammediyedir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilâhî irade an­cak onun aracılığıyla gerçekleşir. Eğer in­san-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi. … İnsan-ı kâmil, maddî-manevi bü­tün kemâl mertebelerini kapsar. Onun kalbi Arş’a, benliği Kürsü’ye, makamı Sidre-i müntehâya, aklı Kalem-i a’lâ’ya, nefsi Levh-i mahfûz’a, tabiatı anâsır-ı erbaaya bağlantılıdır[6]”.

Birçok kimse insan-ı kâmil terimini, olgun ve örnek insan diye algılar ama tarikatlar, bu terimle Katoliklerdeki Kilise inancına benzer bir inanç oluşturmuşlardır. Kilise, nasıl yaşayan İsa ise, onlara göre İnsan-ı Kamil de yaşayan Hakikat-i Muhammediye’dir. Her tarikat kendi şeyhini insan-ı kâmil bilir. Derler ki: “İnsan-ı kâmil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey gizli değildir. O eşyayı ve eş­yanın hikmetini olduğu gibi bilir…” “Bu hakikat, her devirde değişen isim ve suretlerde peygamber veya veli olarak ortaya çıkar[7]. “Said Nursî’ye yakıştırılan olağanüstü özellikler” başlığı altında bu konuya tekrar dönülecektir.

“Mülkte tasarruf” Allah’a ait yetkileri kullanma demektir. Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Al­lah’a ait mülk demektir[8]. Ceberût da mana alemi ve göklere hakimiyet anlamlarına gelir[9].

Tarikatlar insanları sınıflara ayırırlar. Sırlarını bilenlere havass’ul-havas, az bilenlere havas, diğerlerine avam derler. Bildiklerini iddia ettikleri sırlar, tamamen hayal ürünü şeylerdir. Kendilerini, din büyükleri ve Allah ile ilişkide göstererek farklılıklarını vurgulamaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendine bir şey vahyedilmediği halde ‘Bana vahiy gelir’ diyenden, bir de; ‘Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalimi kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken bir görsen!.. Melekler ellerini uzatır şöyle derler: “Verin bakalım canlarınızı! Siz, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylerdiniz, kendinizi onun âyetlerinden yukarı bir yerde görürdünüz. Ona karşılık bugün alçaltıcı bir cezaya çarptırılacaksınız.

Bakın bize teker teker geldiniz; tıpkı sizi ilk defa yarattığımız gibi. Size yaptığımız ikramları arkanızda bıraktınız. Yanınızda şefaatçilerinizi de göremiyoruz; onların size eşlik edeceğini umuyordunuz. Bakın, aranızdaki bağlar tümüyle kopmuş. Umut besledikleriniz sizden ayrılıp gitmişler.” (En’am 6/93-94)

3- Kutb’ul- İrşad

İmam Rabbânî’ye göre[10] Kutb’ul-irşad son derece az bulunur. Uzun zamanlar ve asırlar geçtikten sonra ortaya çıkar, hidayet ve zuhurunun nuru ile karanlık cihanı aydınlatır. Onun irşadı bütün cihana yaygındır. Arştan yeryüzünün merkezine kadar her kime rüşt, hidayet, iman ve marifet ulaşırsa onun yolundan ulaşır ve ondan alınır. Onun aracılığı olmadan bu devlet kimseye nasip olmaz. Onun nuru, mesela büyük okyanus gibi cihanı kaplamıştır da bu denizde hiçbir hareket meydana gelmemiştir, sanki donmuş gibi durmaktadır. Ona yönelen ve samimiyetle inanan, yahut onun yöneldiği talibin -yönelme sırasında- sanki kalbinden bir pencere açılır ve bu yoldan, yöneliş ve samimiyeti nispetinde nasip alır ve doyar. İnkar ettiği için değil de onu tanımadığı, bilmediği için (doğrudan) Allah’ın zikri ile meşgul olan ve gönlünü Allah’a yönelten kimse de – tıpkı o kutba yönelenler gibi- ondan istifade ederler; ancak birinci durumdaki istifade daha ziyadedir. “Kutbu inkar eden, yahut ondan rahatsız olan kimselere gelince, Allah’ı zikir ile meşgul olsalar bile gerçek rüşd ve hidayetten mahrum olurlar. Onu inkar ve rahatsız etmek kişinin feyz yolunu tıkar, kutub onu faydalandırmamayı, ona zarar vermeyi istemese bile o gerçek hidayetten uzak kalır. Onda bulunan, ancak rüşt ve hidayetin görünüşüdür (suretidir). Manadan uzak, içi boş suretin faydası da azdır. O kutbu seven ve ona içten inanan kimseler, ona gönülleriyle yönelmeseler, Allah’ı zikir ile meşgul olmasalar dahi, yalnızca sevgileri sebebi ile rüşt ve hidayetin nuru onlara ulaşır[11].

Demek ki, Kutb’ul-irşad denen şahsı inkar eden, Allah’ın zikri ile meşgul olsa dahi gerçek rüşt ve hidayetten mahrum kalırken, onu seven ve ona içten inanan, Allah’ın zikri ile meşgul olmasa bile rüşt ve hidayetin nuruna kavuşuyor. Bunlar, açıkça Allah’a iftiradır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimi kimdir? Onlar Rablerinin huzuruna çıkarılacaklar ve hallerine tanık olanlar şöyle diyeceklerdir: ‘İşte bunlar, Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’. Bilin ki Allah’ın laneti o zalimlerin üzerindedir.

Onlar Allah’ın yoluna engel koyar,  geri çevirmeye çalışırlar. Onlar ahireti göz ardı eden kimselerdir.

Bunlar yeryüzünde Allah’ı aciz bırakacak değillerdir. Allah’tan başka dostları da yoktur. Azapları ikiye katlanacaktır. Onlar gerçekleri, ne işitmeye ne de görmeye tahammül edebilirler.

Onlar değerlerini yitirmiş  kimselerdir. Uydurdukları şeyler de kaybolup gidecektir.

Hiç şüphesiz ahirette en çok kayba uğrayacak olanlar bunlar olacaktır.

İnanan ve iyi işler yapanlar ve Rablerine içten boyun eğip başka bir arayışa girmeyenler var ya, işte onlar cennetliklerdir; orada temelli kalacaklardır.

Bu iki kesimin durumu, hem kör hem sağır olan ile görmesi ve işitmesi iyi olan kimsenin durumu gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Artık bilgilerinizi gözden geçirmeyecek misiniz?” (Hûd 11/18-24)

4- Rical’ul-Gayb

Bunlar, kimliklerini gizlediğine inanılan ve kutup, gavs, evtâd, revâsî , nukebâ, ve nucebâ adı verilen kimselerdir. Bu terimler şu anlamlarda kullanılmıştır:

5- Kutup

En büyük velî bilinir. Tarikatçılara göre, erenlerin başı  ve Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir. Yani evreni yönetmede yetki sahibidir.

6- Gavs

Tarikatçıların darda kalınca sığındıkları ve yardım istedikleri kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınır­lar. Gavs olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharı sayılırlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarının onların şahsında ortaya çıktığına inanırlar. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı azam = en büyük gavs” lakabıyla ünlüdür.

7- Revâsî”

Dağlar, evtâd direkler anlamına gelir. Onlara göre felaket za­manında kullar evtâda, evtâd da revâs­îye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder.

Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” derler. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn (sağdaki imam) kutbun hükümle­rine, imam-ı yesâr (soldaki imam) da haki­katine maz­har sayılır. Yani biri kutbun kararlarını, diğeri de gerçek yönünü bilir, derler. Kutup ölünce yerine imam-ı yesâr geçer. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.

Bunlardan başka, sayıları se­kiz veya kırk olan “nücebâ” ile, sayıları on veya üç yüz olan “nukebâ” bulunduğu ve onların in­san­ların iç dünyalarından haberdar olduğu kabul edilir[12].

Bunlar, Kur’ân’ın, küfür ve şirk sayarak yasakladığı şeylerdir. Müslümanlar, namazın her rekatında “Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha 1/5) diyerek zihinlerini canlı tutarlar ki, bu hale düşmesinler.

8- Tarikat Şeyhi

Tarikatta şeyh her şeydir. O, hem insan-ı kâmildir ve Hakikat-i Muhammediyeyi temsil eder; hem kutup, hem de gavstır. Mürit, Allah ile bitecek işin, ancak şeyhin araya girmesi ile olacağına inanır[13]. Tarikatta mürid, nefsini öldürme adına çok alçaltılır. Derler ki, “Şeyhe karşı mürit, yıkayıcı önündeki ölü gibi olur[14]

Allah müşahhas yani elle tutulan ve gözle görülen bir varlık değildir. Tarikata göre onu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir şeye ihtiyaç görülür. Tasavvufta bu obje Al­lah’ın en mükemmel tecellilerinin mazharı sayılan “insân-ı kâmil” konumundaki şeyhtir. Yani Müridin Allah’a ge­reği gibi kul olması için önce şeyhe kul olması ve kulluk eğitiminden geçmesi istenir. Bunu sağ­lamak için râbıta gerekli görülmüştür. “….Sâlik önce insan-ı kâmil olan şeyhe, ardından Rasûl’e, onun ardından Allah’a kalbini bağlamalı ve bu su­retle huzur-i kalbe erip fena fillâh’a varmalıdır” derler. Çünkü râbıtayı Allah ile murâkabeye var­mak için yaparlar[15].

Onlara göre; “murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye vezaret, yani bakanlık ve­rilir. Buna sahip olan, mülk ve melekûtta ko­layca tasarrufa (haşa Allah’ın yetkilerini kullanmaya) başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur. Gönülleri hidayet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür[16]”.

Tarikatçılara göre; “şeyhin bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, manevi hastalıkları giderir. O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun ma­kamları sayesinde yetişip yaşarlar. Evtâd, nücebâ, onun kemalât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi iste­meden her şeye feyzini yağdırır…[17]”.

Râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır[18]. O, şeyhin suretini alnı­nın ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin or­tasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir[19]. Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin ruhaniyeti onu râbıta ile terbiye eder ve Allah’a ulaştırır[20].

Tarikatçılara göre hakiki şeyh, müritle Allah arasında vasıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir[21]. Mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, ruhaniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Allah’ın tasarruflarıdır[22].

İncelediğimiz tarikatlarda Şeyh, tümüyle Allah’ın yerine konur. Kilisede de papaz öyledir. Bu şirkten Allah’a sığınmak gerekir.

Bu tarikatlara göre “Mürit şeyhinin kendisine emrettiği şeyi yap­makta acele etmeli, onu derhal yerine getirmelidir. Hiçbir tevil ve tehir yoluna sapma­malıdır. Zira tevil ve tehir yol kesicilerin en büyü­ğüdür[23].”

“Sâlik, mürşidinin yanında ve uzağında daima onun rızasını elde edeceği yolda yürümeğe bak­malıdır. Mürşidinin nelerden hoşlanacağını anla­mak ve ona göre çalışmak zorundadır[24].”

İslamla uzaktan yakından alakası olmayan iddialarını şöyle sürdürürler: “Mürşidler Allah Teâlâ’nın bulunduğu oturumda bulunurlar, dolayısıyla Allah Teâlâ’yı zikirle elde edilecek fayda, bu zatları görmekle aynen elde edilir. Allah’ın Elçisine tam uymayı, bu kamil şeyhin sevgisi ile bir tutmak gerekir[25].”

Bunlar hiçbir delile dayanmadan bazı kimselere kul olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeylere kul olurlar ki, Allah onun hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onunla ilgili kendilerinin de bir bilgisi yoktur. O zalimlerin yardımcısı olmaz.” (Hacc 22/71)

Sonuç olarak Kur’ân’da “من دون الله = Allah’ın dûnundan” ifadesinin geçtiği yerlerin büyük bir bölümü, aracı sayılan tanrılara yakıştırılan yer anlaşılır. Yukarıdaki iddialar, o aracıların ne gibi hayali yetkilerle donatıldığını göstermektedir.

Aşağıdaki resim Tarikatçıların inancını özetler mahiyettedir:

H- ARACILARIN GAYBI BİLDİĞİ İNANCI

Gayb, kişinin duyularından uzak ve hakkında bilgi sahibi olmadığı şeye denir[26]. Kıyametin vakti gibi Allah’tan başkasının bilemeye­ceği şeyler gayb-ı mutlak, yani tam gaybdır. Hakkında bir bilgi ve belge kalmamış tarihi olaylar da mutlak gayba dönüşür. Bir başkasının bildiği şey ise göreceli gayb olur. Mesela içinizden ne geçtiğini ben bil­emem ama siz bilirsiniz. O, bana göre gayb olur; size göre olmaz.

Gaybı ne insan, ne melek ne cin ne de Allah’ın Elçileri bilebilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 27/65)

Şu ayetler, özellikle meleklerle ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakın olduğumuzdan biz, içinin ona ne fısıldadığını biliriz.

Sağında ve solunda oturmuş iki kayıt memuru bulunur.

Bu sebeple ağzından çıkan her sözü kayıt için hazır bekleyen bir gözcü mutlaka vardır”. (Kaf 50/16-18)

Demek ki, Allah kişinin içini bildiği halde melekler ancak ağızdan çıkan sözü bilebilirler.

Cinlerin gaybı bilemeyecekleri ile ilgili olarak da şöyle buyurulur:

“… Rabbinin izniyle, yanında çalışacak cinleri Süleyman’ın emrine verdik. Onlardan hangisi buyruğumuzdan çıksa ona alevli ateşin azabını tattırırdık.

Süleyman’ın  istediği her şeyi, yüksek binaları, heykelleri ve büyük havuzlara benzer çanakları ve taşınması güç kazanları yaparlardı. «Ey Davud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır» dedik.

Süleyman’ın ölümüne karar verdiğimiz zaman, onun öldüğünü gösterecek bir işaret yoktu; yalnız bir güve böceği değneğini yiyordu. Ne zaman Süleyman yere yıkıldı, iyice ortaya çıktı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, kendilerini küçük düşüren o azap içinde kalmazlardı.” (Sebe 34/12-14)

Peygamberler sadece Allah’ın ken­dilerine vahyettiği şeyleri bilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: “Ben size, Allah’ın ha­zineleri yanım­dadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, “işte ben bir meleğim.” de demiyorum. Ben bana vah­yolu­nandan başkasına uymam.” De ki: “Görenle görmeyen bir olur mu? Hiç zihninizi yormaz mısı­nız?(En’am 6/50)

“De ki: “Eğer gaybı bilseydim, daha çok iyi­lik yapmak isterdim ve bana kötülük de gelmezdi. Ben, inanan kesim için bir uyarıcı ve bir müjdeciden başka bir şey değilim.” (Araf 7/188)

Gayb ile ilgili bazı haberler, Allah Teâlâ tarafından peygamberlerine vahiy yoluyla bildirilir, biz de bunları o şekilde öğrenebiliriz. Ancak gerek Hıristiyanlar ve gerekse kimi tarikat ve cemaatler gaybın bilinebileceği iddiasındadırlar.

1- Katoliklerde Gayb Bilgisi

Daha önce görüldü ğü gibi Katolikler Mesih İsa’ya ve Kutsal Ruh’a Tanrı derler. Onlara göre Episkoposluk aşamasını alan kişi Mesih’in yerine geçer ve onun görevini üstlenir. Böyle birinin gaybı bileceğine tam bir inanç bulunur. Papazlar ise episkoposların yardımcılarıdır; onlar da gaybı bilirler. Katoliklerin konu ile ilgili görüşleri şöyledir:

“Mesih İsa’nın havarilerine emanet ettiği misyonu Kilise Ruhbanlık sırrı ile devam ettirir[27]. Episkoposluk ruhbanlık sırrının en yüksek derecesidir[28].  Episkoposluk aşamasını alan kişi, seçkin ve açık bir şekilde Efendi, Çoban ve Rahip olan Mesih’in yerini alır ve onun görevini üstlenmiş olur. Kendine verilmiş olan kutsal ruh sayesinde episkoposlar manevi krallık ya da çobanlık ve peygamberlik yetkilerine sahip olurlar[29]. Papazlar, episkoposların yardımcıları olarak Mesih’in emanet ettiği görevin gerçekleşmesine çalışırlar[30]. Kutsal ruhun özel lutfu, ruhbanlık sırrını alan kişiyi rahip, öğretmen ve çoban olarak tam Mesih İsa’ya benzetir[31].”

2- Tarikat ve Cemaatlerde Gayb Bilgisi

Bazı tarikat ve cemaatler, Allah’ın veli kulu diye niteledikleri bazı kişilerin gayb bilgisine sahip olduklarını iddia ederler. Mesela Said Nursi’ye göre, Hz. Ali ve Abdülkadir Geylani gibi zatlar gaybı bildikleri için asırlar öncesinden kendinden bahsetmişlerdir. O, iddiasını şöyle bir soru ve cevapla ortaya koyar:

Soru: Abdülkadir Geylânî gibi büyük veliler, bazı zamanlarda, geçmişi ve geleceği bugün gibi görüp bildikleri halde neden geçmişle ilgili olanları açıkça söylüyorlar da, gelecekten üstü kapalı simgeler ve gizli işaretlerle söz ediyorlar?

Cevap: “Gaybı Allah’tan başkası bilmez.” Ayeti ile, “O bütün gaybı bi­lir, gaybını kimseye açıkla­maz. Ancak dilediği peygamber bunun dışında­dır[32].” Ayetinin koyduğu kutsal yasağa karşı kulluğa yakışır bir güzel edep takınmak için açıklama yapmayıp işaretle söyleme yoluna girmişler, işaret ve simgeler kullanmışlardır ki, gayb ile ilgili bu bilginin, kendilerinin tercihi veya niyetiyle değil, Allah’ın öğretmesiyle olduğu anlaşılsın. Çünkü geleceğe ait gayb bilgileri kişinin şahsi tercihi ve niyeti ile verilmediği gibi niyet ile işe girmek, o yasağa karşı itaatsizlik havası veriyor[33].

Bu iddia beş açıdan yanlıştır:

a- Gaybı Kimse Bilemez

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah sizi, gaybı bilir hale getire­cek değildir.” (Al-i imran 3/179)

Allah Teâlâ, açıklamak istediği gaybı, peygamberleri yoluyla açıklar. Bunun özel bir usulü vardır. O, şöyle buyurur:

“Allah bütün gaybı bilir, gaybını kimseye açıklamaz.

Dile­diği peygamber bunun dışın­dadır. Onun önüne ve arkasına gözcüler diker.

Böylece o (peygamber) bilsin ki, onlar (o melekler) Allah’ın gönderdiklerini tastamam ulaştırmış, (kendisi de) onların yanında olanı kav­ramış ve her şeyi bir bir say­mıştır.” (Cin 72/26-28)

Vahiyden sonra o bilgiler gayb olmaktan çıkar. Meleklerin gözcü yapılması, gelen bilgilerin Allah’tan olduğu konusunda, peygamber kuşku duymasın, diyedir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Senden önce gönderdiğimiz bir tek nebi ve elçi yoktur ki, bir şeyi arzula­dığı za­man, şeytan onun arzusuna vesvese sokuşturmuş olmasın. Allah şey­tanın sokuşturduğunu giderir, sonra Allah kendi âyetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîm­dir. (Hacc 22/52)

Bazı tefsirlerde, En’am suresinin inişi ile ilgili olarak Enes b. Malik’ten gelen şöyle bir rivayetten bahsedilir: “Allah’ın Elçisi dedi ki: Kur’ân’dan En’am suresinin dışında bir sure bana toptan in­medi. Şeytanlar, bu sure için toplandıkları ka­dar hiçbir sure için toplanmamışlardı. Bu sure bana, Cebrail ile, beraberinde elli bin melek ol­duğu halde gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler[34].”  Böylece o Elçi, ken­dine gelenin vahiy me­leği olduğuna ve vahye, şeytan vesvesesi karış­madı­ğına güvenmiş olur.

Said Nursî, Peygamberlere vahyin nasıl geldiğini bildiren yukarıdaki ayeti, velilerin gaybı öğrenebileceklerine delil getirmiştir. Doğrusu bu, çok şaşırtıcı bir iddiadır.

b- Geçmiş Gaybı Kimse Bilemez

Said Nursî diyor ki; “Abdülkadir Geylânî gibi büyük veliler, bazı zamanlarda, geçmişi ve geleceği bugün gibi görüp bildikleri halde…. [35].”

Böyle bir iddia nasıl kabul edilebilir! Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 27/65) Ayet, sadece insanların değil, meleklerin ve cinlerin de gaybı bilmediklerini bildirmektedir.

Allah Teâlâ Nuh aleyhisselamın başından geçenleri anlattıktan sonra Peygamberimize şöyle buyuruyor:

“Bunlar gayb haberlerindendir, onları sana vahyediyoruz. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne de senin kavmin.” (Hud 11/49)

Bu konuda çok sayıda ayet vardır. Şu ayetlere de bakılabilir: Ali İmran 3/44; Araf 7/101; Hud 11/120-123; Yusuf 12/102

c- “اللَّهُ لَّا يَعْلَمُ الْغَيْبَ إِلَّا” (Gaybı Allah’tan başkası bilmez.) diye bir ayet yoktur. İçinde bu anlam olan ayet şöyledir: “قُل لَّا يَعْلَمُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الْغَيْبَ إِلَّا اللَّهُ” “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse o gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 27/65) (Bu ayetten az önce bahsedilmişti.)

c- Kudsî Yasak İddiası

Allah’tan başkasının gaybı bilemeyeceği konusu “kudsî yasak” diye ifade edilmiştir. Sanki Allah Teâlâ, “gaybı kimse bilemez” dememiş de ”Kimse, gelecekle ilgili bir açıklama yapmasın” diye yasak koymuştur. Bu iddia kişiyi, Allah karşısında çok kötü bir duruma sokar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “… Allah size gaybı bildirecek de değildir…” (Ali-İmran 3/179)

Yukarıda iki yanlış iddia daha vardır: Abdülkadir Geylânî gibi büyük velilerin gaybı bilmesi, “kendi tercihleri ve niyetleriyle değil, Allah’ın öğretmesiyle imiş.(!) İsteyerek gaybı bilme işine girişmeleri itaatsizlik havası verirmiş.(!)”

Demek ki, Allah, hem “Gaybı kimse bilmez, onu kimseye açıklamam” diyecek, hem de tutup bazı kimselere açıklayacak! O kimseler de geçmişle ilgili olanları açıklamakta bir sakınca görmeyecekler ama gelecekle ilgili gaybları, anlayan anlasın diye örtülü işaretlerle geçiştirecekler! Bunu, Allah’a karşı bir itaatsizlik havası doğmasın diye yapacaklar! Bu inançtan Allah’a sığınmak gerekir.



[1] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 206.

[2] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 208.

[3] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 2766.

[4] Tümer, Küçük, a.g.e . s.  63.

[5] Mehmet DEMİRCİ, “Hakikati Muhammediye”, DİA, c. XV, s. 179-180.

[6] Hasan Kâmil YILMAZ, İnsânı Kâmil, Altınoluk Mecmuası, Temmuz 1996, sayı 125, s. 31.

Arş: Tüm alemi kuşatan, insan aklının kavrayamayacağı en yüksek kat, gökler, Cennet, Sidre ve Kürsü hep onun altında düşünülür. Kürsü: Allah’ın kudret ve hakimiyetinin sembolü. Sidre-i müntehâ: Yedi kat göğün üstünde bir makam, Cennet’ülme’vâ onun yanındadır. Kalemi a’lâ: İlahi bilgilerin yazıldığı en yüksek kalem. Levh-i mahfûz: Allah’ın ilminin, kainatta olmuş ve olacak şeylerin yazılı olduğu levha. Anâsırı erbaa: Maddi alemin kendisinden meydana geldiğine inanılan toprak, su, hava ve ateş.

[7] Hasan Kâmil YILMAZ, a.g.e, s. 31.

[8] Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, mlk maddesi.

[9] Şemseddin Sami, Kâmûsi Türkî, Dersaadet 1317, CBR maddesi.

[10] İncelediğimiz tarikatların tamamı İmam Rabbânî’ye büyük önem verir ve onun Mektubat’ını önemli kaynaklardan görürler. Bu sebeple bu konuyu onun kitabından alıyoruz.

[11] İmam Rabbânî, el Mektûbât, Arapça nusha, tarih ve yer yok, c. I, s.254, 260. mektubun son bölümü. Yukarıdaki tercüme için bkz. Hayreddin Karaman, İmamı Rabbani ve İslam Tasavvufu, İstanbul 1992, s.  219220.

[12] Hasan Kamil YILMAZ, Altınoluk Mecmuası, Aralık 1995, s. ?

[13] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, (Mütercim: Abdulkadir AKÇİÇEK), İstanbul, 1396/1976. s. 172.

[14] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 173.

[15] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 268.

[16] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 268.

[17] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 238.

[18] Sadık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri I, s. 39-40.

[19] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.

[20] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.

[21] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 244.

[22] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.

[23]Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 172, 173.

[24] Sadık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri I, s. 41-42. Metin sadeleştirilmiştir.

[25] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 235.

[26] Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, ğyb maddesi.

[27] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par.  1536

[28] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par.  1555

[29] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1558

[30] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1562

[31] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par.  1585

[32] Cin 72/26-27

[33] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem’a, c. II, 2091.

Yukarıdaki ifadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir:

Suâl: Gavsı A’zam gibi büyük velîler, bazı evkâtta, mazi ve müstakbeli hazır gibi müşâhede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat sûretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî remizlerle gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap: “lâ ya’lemu men fi’s-semavati ve’l-erdi’l-gaybe illa’llah” âyetiyle,

“Âlimu’l-ğabı fela yuzhiru alâ gaybihi ahadâ; illâ men’irtedâ min resûl.”

Ayeti ifade ettikleri, kudsi yasağa karşı ubûdiyetkârâne bir hüsn-ü edep takınmak için, tasrihten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki, işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız, niyetsiz bir sûrette tâlim-i ilâhî ile olmuştur. Çünkü istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdâhale etmek, o yasağa karşı adem-i itâat-ı işmam ediyor”.

[34] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, c. III, s. 1861-1862.

[35] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem’a, c. II, 2091.

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Yahudilere ve Hristiyanlara benzeme ve Şirk 4 -Prof. Abdulaziz Bayındır

III- EHL-İ KİTABA ÖZENEN    MÜSLÜMANLAR

Ebu Saîd el-Hudrî’nin bildirdiğine göre Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

“Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girseler, siz arkalarından gideceksiniz.

Dedik ki; “Yahudi ve Hıristiyanlar mı?”

Ya kim olabilir? dedi[1]”.

Bugün Hıristiyanlar daha etkin olduğundan karşılaştırma bazı cemaat ve tarikatlarla Katolikler arasında olacaktır.

A- ŞİRKİ REDDEDER GÖZÜKME

Katoliklere göre şirk en büyük günahtır. “Birinci buyruk şirki yasaklar. Allah’tan başka tanrılara inanmak ve Tek olandan başka ilahlara saygı göstermek yasaktır. Putları reddetmek gerekir[2].” Kutsal Kitap’ta şöyle geçer:

“Dinle ey İsrail, Allah’ımız Rab, bir olan Rab’dir”. (İncil, Markos 12/29).

İsa şöyle demiştir: “Tanrın olan Rabb’e tap, yalnız ona kulluk et.” (İncil, Luka 4/5-8)

İncil’de böyle olmasına rağmen Hıristiyanlar, Allah ile aralarına, İsa’dan 4 asır sonra aracılar koymuşlardır. 325 yılında  toplanan İznik Konsili, inanç ilke­lerini şöyle açıklamıştır: “Tanrı’nın biricik oğlu, ezelde Baba’dan doğmuş, nurdan gelen nur, ger­çek Tanrı’dan gelen gerçek Tanrı, yaratılmış ol­mayıp Baba ile aynı özdendir[3]”.

Katolikler müşrik sayılmamak için Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsünü bir tek Tanrı gibi göstermeye çalışırlar. Şöyle derler: “Kâdir Baba ve Onun biricik Oğlu ve Kutsal Ruh bir tek Tanrı’dır: Çok Kutsal Üçlü Birlik[4]”.

Ancak bunun ger­çeği göstermediğini bilirler. Çünkü şöyle derler: “Tanrı’daki kişiler birbirinden farklıdır. Oğul olan kişi Baba değildir. Baba olan kişi de Oğul değildir. Kutsal Ruh olan kişi de ne Baba’dır, ne Oğul. Temellerinden gelen ilişkiler yüzünden bir­birinden farklıdırlar[5]”.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler tam kâfir oldular. Oysa Tek Tanrı’dan başka tanrı yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanları, elem verici bir azap elbette çarpacaktır.” (Maide 5/72-73)

Müslümanların tarikat ve cemaatlerine göre de şirk en büyük günahtır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah şirki bağışla­maz, onun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

Kur’ân-ı Kerim’in hemen her sayfasında şirkle ilgili âyetler yer alır. Ama müslümanların inançlarını anlatan kitaplarda bu ayetler üzerinde yeterince durulmamıştır. Hatta bir çok ayetin üstü adeta örtülmüştür. Bunun sonucu olarak bazı tarikat ve cemaatler, şirk konusunda kendi yolunu bırakmış, Hıristiyanların yoluna girmiştir.

B- PEYGAMBERİ TANRILAŞTIRMA

Şeytan, Allah’a şöyle demişti: “And olsun, insanlar için senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağla­rından, sollarından sokulacağım. Göreceksin, çoğu sana teşekkür etmeyecektir.” (Arâf 7/16-17) Şeytan, doğru yola girenleri engellemeye çalışır. Peygamberi, insan üstü konumda göstermek, onun en önemli tuzaklarındandır. Bu konuda ona destek veren insan şeytanları da vardır. Peygamberi insanüstü göstermek kolaydır Çünkü insanlar, onların kendileri gibi biri olmasını kabulde zorlanmışlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İnsanlara doğru yolu gösteren bir elçi geldiği zaman inanmalarına tek engel, onların şu sözleri olmuştur: “Allah elçi olarak bir insanı mı gönderir?” De ki: “Yeryüzünde dolaşanlar melek olsaydı ve oraya yerleşmiş bulunsalardı, biz de onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik.” (İsra 17/94-95)

Mekkeliler Peygamberimizle ile ilgili şaşkınlıklarını şöyle dile getirmişlerdi: “Bu elçinin özelliği ne ki? O da  yemek yiyor, o da sokaklarda geziyor!.  Ona bir melek indirilse de birlikte uyarıcılık yapsa olmaz mı?” (Furkan 25/7)

Bu gün bir çok kimse, şu ayet karşısında şaşkına dönüyor: “De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrını­zın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor.” (Kehf 18/110) Çünkü Peygamberimiz insanüstü bir varlık sanılıyor.

Hıristiyanlar İsa aleyhisselamı tanrı yaptılar. Bu konu daha önce geçti. Mesela Katoliklere göre İsa olmasaydı kainat yaratılmazdı. Göklerde ve yer yüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar…  Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır[6].

Bu yanlış inanç, müslümanların inancına da karışmıştır. Halk tarafından kabul gören bir uydurma hadiste Allah Teâlâ’nın Peygamberimiz için şöyle dediği iddia edilir: “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım[7]”. Kimi tarikatlara göre Muhammed aleyhisselam, var oluşun başlangıcıdır. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. Hakîkat-i Muhammediye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Bu nur ölümsüz ve ebedi olduğundan Peygamber için “öldü” denmez. Allah, var veya yok, ezeli ve hadis (sonradan olma) diye nitelenmediği halde hakîkat-i Muhammediye var ve ezelî diye nitelendirilir. Hakîkat-i Muhammediye bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Bu hakikat Hak’tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur[8].

Katoliklere göre “Mesih İsa, gerçek Allah ve gerçek insandır. İşte bu nedenle insanlarla Allah arasında tek aracıdır[9].

Kimi tarikatçılara göre de Allah ile hakîkat-i Muhammediye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir[10]. Bu konuda şöyle bir şiir söylerler:

“Ahad Ahmed’dir, kim mim eder fark,

Bütün âlem o mîm içre olur gark.

Ahad yani Allah’tır[11].”

Ahmed, Muhammed aleyhisselamın Kur’ân’da da geçen isimlerindendir. “Ahad Ahmed’dir” “Ahad Allah’tır” sözünün tabii sonucu, “Allah Ahmed’dir yani Muhammed’tir” olur. Bu şiire göre, Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) arasında farklı olarak sadece bir mim harfi vardır. Bu fark yazılıştadır ve Ahmed’in lehinedir. Çünkü onlara göre bütün alem o mimin içindedir!.. Bu inancın İslam ile ilgisinin olmadığı açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Muhammed, başka değil, sadece bir elçidir; ondan önce de nice elçiler gelmiştir.” (Al-i İmran 3/144)

“De ki: ‘Ben başka değil, tıpkı sizin gibi bir in­sanım. Bana; Tanrınızın bir tek tanrı olduğu bildi­riliyor. Artık ona karşı dürüst olun ve ondan bağış dileyin. Yazık o eş koşanlara.” (Fussilet 41/6)

“De ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm yeter, ne de sizi olgunlaştırmaya.

De ki: “Beni Allah’ın azabından hiç kimse kurta­ramaz. Ben ondan başka bir sığınak da bula­mam.

Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gön­der­diklerini tebliğdir, o kadar.” (Cin 72/21-23)

C- DİN BÜYÜKLERİNİ KUTSALLAŞTIRMA

Din büyüğü olarak bilinen kimselerin, halk üzerinde etkisini artırmak için olağanüstü kişiliğe büründürülüp kutsallaştırılması yaygın bir durumdur. Buna Said Nursî örnek verilebilir. Risal-i Nurlara göre Said Nursî, “yirmi senede öğrenilmesi gereken ilim ve fenlerin özünü üç ayda kavrayarak öğrenimini tamamlamıştır. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap vermiştir[12].” Çünkü “rüyasında Peygamberimizden ilim istemiş, o da ümmetine soru sormamak şartıyla ona Kur’ân ilminin öğretileceğini müjdelemiş, bu sebeple daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiştir[13]”.

Şiilerde de böyle bir iddia vardır. Onlar bunu, Ali’nin soyundan gelen imamlar için söylerler. Şöyle derler: “… İmamlardan hiçbiri bir öğretmene git­memiş, bir eğitimciden bir şey öğren­me­miştir. …Hiç biri bir hocadan ders almamış, hiç biri bir mektebe, bir medre­seye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey so­rulunca derhal en doğru cevabı verirler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için dü­şünmeleri yahut cevabı bir müddet geciktirmeleri de vaki değildir…[14]” İmamın ilahî hükümlere, ilahî maârife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahut kendisinden önceki İmam vasıtasıy­ladır… [15]

Bir insanın böyle bir bilgiye sahip olmasının mümkün olamayacağı açıktır. Bu özellik her hangi bir peygamberde de olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrını­zın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuş­mayı umuyorsa hemen  iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf 18/110)

“De ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de sizi olgunlaştırmaya.

De ki: “Beni Allah’ın azabından kimse kurta­ramaz. Ondan başka bir sığınak da bula­mam.

Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gön­derdiklerini tebliğdir o kadar. (Cin 72/21-23)

Said Nursî daha ileri giderek şunları söyler: “Benim özel üstadım olan İmam-ı Rabbânî, Abdulkâdir Geylâni ile Cevşen-ül Kebir münâcâtını kendilerinden öğrendiğim İmâm-ı Gazâlî ve Zeynelâbidîn (R.A.) bir de otuz seneden beri Hazret-i Hüseyin ve İmâm-ı Ali’den (Kerremallâhü Vechehû) aldığım ders ve özellikle Cevşen-ül Kebîr vasıtasıyla onlarla kurduğum manevi bağ sayesinde geçmiş gerçekleri ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi aldım[16]”.

Said Nursî ile ilgili iddiaların gerçeklerle ilgisi olamayacağı açıktır. Zaten kendi el yazısı ile yazdığı özgeçmişine göre ilk öğrenimden sonra Şeyh Muhammed Celalî’nin ders halkasına katılmış, okunması adet olan kitapları okumuş ve daha sonra Van’da 15 yıl kadar eğitim ve öğretimle meşgul olmuştur[17].

“Tarihçe-i Hayatı”nda verilen bilgiye göre de; “önce Sarf ve Nahiv ile meşgul olmuş, İzhar’a kadar okumuş, sonra Şeyh Mehmed Celâlî’nin yanına gitmiş, her türlü ilime ait eserleri incelemeye koyulmuş ve İslamî ilimlerle ilgili kırk kadar kitabı ezberlemiştir. Ayrıca Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim, Şeyh Mehmed Küfrevî, Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah’dan da dersler almıştır[18].

Bu sebeple, onun ilim hayıtını üç ayda tamamladığı, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verdiği ve bu özelliğin ona rüyasında Peygamberimiz tarafından verildiği iddiası onu kutsallaştırma çabasından başka bir anlam taşımaz.

Kutsallaştırma çabalarının öncüsü bizzat Said Nursî’dir. O, 70 yaşına vardıktan sonra bile şu sözleri söyleyebilmiştir: “Ondört yaşında idim. O zaman diploma sahibi olmanın göstergesi olarak hoca tarafından bana sarık sarılması ve cübbe giydirilmesinin önüne engeller çıkmıştı. Yaşım küçük olduğu için büyük hocalara özel olan giysi bana yakıştırılmamıştı. Diğer yandan büyük âlimler bana hoca değil, ya rakip oluyor, ya da karşımda konuşamıyorlardı. Kendini benim yanımda hoca görecek biri çıkmamıştı. Ben bu hakkı elli altı sene sonra kullanabildim. Bundan yüz sene önce ölmüş Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin bana, kendi cübbesi ile birlikte bir sarık gönderdi, şimdi o cübbeyi giyiniyorum. Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret kardeşlerimizden Âsiye adında bir muhterem hanımın eliyle aldım[19]”.

Said Nursî, 14 yaşında iken rakipsiz bir ilim adamlığı payesine ulaştığını iddia ede dursun Tarihçe-i Hayatı’nda on beş- on altı yaşlarına kadar bütün bilgisinin sünuhat kabilinden olduğu[20] ifade edilmektedir. Sünuhat, kişinin aklına ve hatırına gelen şeylere denir[21]. Onlara ilim dense yeryüzünde alim olmayan kimse kalmaz.

D- DİN BÜYÜKLERİNİ TANRILAŞTIRMA

Şeytan ve yardımcıları, Peygamberi tanrılaştırdıktan sonra din büyüklerini tanrılaştırmaya koyulurlar. Bunun en kestirme yolu, kendilerinin peygamberi temsil ettiğini söylemektir. Bunu Hıristiyanlar yapmışlar, kimi müslümanlar da onları takip etmişlerdir.

Katoliklere göre İsa’yı Kilise temsil eder. Kilise, hiyerarşik organlardan ve Mesih’in mistik bedeninden oluşan bir topluluktur. Kilisenin, biri insani diğeri ilahi olan iki farklı yapısı vardır[22]. Kilise insanlıkla Allah arasındaki birleşmenin işareti ve aracıdır[23]. Papa’nın bütün Kilise üzerinde tam ve yüce bir yetkisi vardır[24]. Papa, yanılmaz bir otoritedir[25].

Kimi tarikat ve cemaatlerde de insan-ı kâmil diye bir kavram vardır. Onlara göre insan-ı kâmil, Hakikat-i Muhammediyeyi[26] temsil eder ve maddî-manevi bü­tün kemâl mertebelerini kapsar[27]. Her tarikat, kendi şeyhini insan-ı kâmil bilir. Maddî-manevi bü­tün kemâl mertebeleri yalnız Allah’ta bulunabileceğinden, onlara göre tarikat şeyhi, Allah’ın ete kemiğe bürünmüş hali olarak değerlendirilir. Allah’ın böyle şeylerle ilgisi olmaz. İnsan-ı kâmil konusuna tekrar döneceğiz.

E- İNSAN SÖZÜNÜ ALLAH’IN SÖZÜ SAYMA

İncil, Allah’ın  İsa aleyhisselama indirdiği kitaptır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kendilerine İncil gönderilenler onun içinde Allah’ın indirdiği hükümlerle yargılasınlar”. (Maide 5/47)  Ama eldeki İncil’e insan sözü karışmıştır. Onun büyük bölümü Pavlus’un[28], bir kısım havarilerin ve kimliği tam bilinmeyen kişilerin mektuplarından oluşur. Katoliklere göre İnciller; bütün bölümleriyle kutsal ve Kilise yasalarına uygundur. Kutsal Ruh’un vahyi ile yazıldıklarından yazarı Allah’tır[29]. Allah, Kilise ile konuşmayı sürdürmektedir. Kilise, İncil’in canlı sesidir. Kilise, inanlıları en yüksek gerçeğe götürmekte ve Mesih’in sözlerinin onlarda iyice yerleşmesine neden olmaktadır[30].

Kur’ân ise Allah’ın Muhammed aleyhisselama indirdiği son kitabıdır. Ona insan sözü karışmamıştır. Çünkü onu korumayı bizzat kendisi üstlenmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “O Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9)

Milyonlarca müslümanın hafızasında olan ve sayısız nüshaları bulunan bir kitaba ekleme yapmak mümkün olamayacağı için dini kendilerine göre düzenlemek isteyenler, o kitabı hayatın dışına itmeye, yerine başka kitaplar koymaya çalışmış ve bunu kendi cemaatleri içinde başarmışlardır. Mesela Nurculara göre Risale-i Nur bu asırda, Kur’ân’ın en yüksek ve en kutsal tefsiridir. Bildirdiği gerçekler gökten inmedir, Kur’ân’a aittir. Kur’ân okundukça, o da okunacaktır[31].

Said Nursî şöyle der: Kur’ân’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! …Peygamber devrinde Kur’ân’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda, Kur’ân’ın arştaki yerinden ve manevi mucizesinden feyiz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor[32].”

Yani Risale-i Nur, Kur’ân’ın indiği yerden Kur’ân’ın inmesi gibi vahiy suretiyle inerek onun gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini Said Nursî’ye getirmiş oluyor. Nurculara göre o, ilim elde etmek için bir zorluğa ve ders alma sıkıntısına ihtiyaç duymadan kendi kendine nurlanmış ve alim olmuştur[33].

Bu sözler, bir peygamberlik iddiası taşımaktadır. Said Nursî’nin, Kur’ân’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiğini söylemesi ise kendi kitabının Kur’ân’dan önemli olduğu iddiasından başka bir anlam taşımaz.

Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle demiştir: “Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçili­ğini yapmamış olursun”. (Maide 5/67)

Said Nursî’nin iddia ettiği şeyler Peygamberimize bildirilseydi onları açıklamak zorunda olurdu. O zaman onun iddia ettiği şeyler, sadece kendine bildirilmiş olmalıdır.

Risale-i Nur’un, Kur’ân’ın alındığı yerden alındığı iddiası, birkaç kez tekrarlanır. Onlardan biri şudur:

“Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’ân’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden alınmıştır[34].”

Said Nursî, daha ileri giderek şunları söyler:

“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem’alar, bu zamanda, Kur’ân’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilidir. Kur’ân âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir[35].”

Demek ki, Kur’ân nasıl Tevrat ve İncili tasdik eden bir kitapsa, Said Nursî’nin bu iddiasına göre Risale-i Nur da Kur’ân’ı tasdik eden bir kitaptır. Bu sebeple Risale-i Nur’un âyetleri, Kur’ân âyetlerinin delili olmuştur.

Said Nursî bu konuda tek kalmamak için Hz. Ali’ye de Sekine adında bir kitap indiğini, geçmiş ve gelecek bütün ilim ve sırların o kitapta olduğunu ve orada Risale-i Nurlara işaret edildiğini de iddia eder [36] ve özetle şöyle der:

“Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Peygamberimizin yanında Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşürdü. Hz. Ali diyor ki: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum”. İsm-i Âzamdan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:

“Dünyanın başından kıyamete kadar ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar[37].”

Öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar yer alıyor. Bu bir sahife değil,  çok büyük bir kitap olur. Cebrail’in Ali’ye böyle bir kitap verdiğini kabul etmek, onu Peygamber saymaktır. O kitapta var olduğu söylenen ilim ve sırları Peygamberimizin bilmediği kesin olduğu için Ali ondan üstün bir konuma getirilmiş olur.

Bu tür iddialar için Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra “bu Allah katındandır” derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır[38]. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79)

Said Nursî, Risale-i Nurların kutsal sayılması için akla gelen her şeyi söylemiştir. Diyor ki; “Sözler”[39] şüphesiz Kur’ân’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[40].”Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet-ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur[41].

“Urvet-ül vüska” ve “hablullah” Kur’ân’a ait özelliklerdir[42]. Said Nursi kitaplarına şu özellikleri de ekler:

Risale-i Nur; hem şeriat, hem dua, hem hikmet, hem ibadet, hem emir ve davet, hem zikir, hem fikir, hem hakikat, hem tasavvuf, hem mantık, hem kelâm bilgisi, hem ilahiyat bilgisi, hem sanata özendirme, hem belâgat, hem de vahdaniyeti ispat kitabıdır. O, karşıtlarını etkisiz hale getirir ve susturur[43].”

Risale-i nurlarda çok tekrar vardır. Said Nursî bunun Kur’ân’da da olduğunu belirterek şöyle der:

“Kur’ân’daki tekrarın bir çok hikmeti Risale-in-Nurda da vardır. Şöyle ki, her vakit bütün Kur’ân okunamayacağından her sure Kur’ân hükmüne geçmiş, haşir, tevhid ve Mûsa aleyhisselamın hikayesi gibi konular tekrar edilmiştir. Aynı şekilde imanın ince hakikatleri ve kuvvetli deliller, benim haberim olmadan, bir çok risalede de tekrar edilmiştir. Neden bunlar tekrar yazdırıldı diye hayret ederdim. Sonra kesin olarak anladım ki; bu zamanda Risale-i Nura herkes muhtaç olduğu halde herkes tamamını okuyamaz. Ama ihtiyaç duyduğu şeyleri küçük bir Risaleden okuyabilir[44].”



[1] Buhârî, İ’tisam bi’s-Sünne, 14.

[2] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2112.

[3] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 242.

[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri par. 233.

[5] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 254.

[6] Katolik Kilisesi Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 331.

[7] İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşf’ul-Hafâ, Beyrut 1988/1408, c. II s. 164. Aclûnî bu eserini, halk ara­sında hadis diye bilinen sözleri, eğrisiyle doğrusuyla ortaya çıkarmak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma ha­dis vardır. Bu hadis de uydurmadır.

[8] Mehmet DEMİRCİ, “Hakikati Muhammediye”, DİA, c. XV, s. 179-180.

[9] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 480.

[10] Mehmet DEMİRCİ, “Hakikati Muhammediye”, DİA, c. XV, s. 179-180.

[11] Ali Ramazan DİNÇ, İki Cihan Serveri Peygamberi Zîşânımız, Yeni Dünya Dergisi, 58-59 sayılar, Ağustos-Eylül 1998, s. 32.

Bu şahıs, Nakşibendi tarikatı şeyhlerdendir ve İlahiyat Fakültesi mezunudur. Bu yazıyı dergide gördüğüm gün onu, İstanbul Gedikpaşa’da bulunan bir müridinin evinde ziyaret ederek gerekli uyarıyı yaptım. Ancak o, bunun sevgiden kaynaklandığını iddia edip kendini canla başla savundu. İnşaallah ölmeden tevbe eder. Günahı yazılı işlediği için tevbesi de yazılı olmalıdır.

[12] Bediuzzaman Said Nursî, Kaynaklı-İndeksli Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1995, Tarihçe-i Hayat, c. II, s. 2124. (Takdim yazısında bu kitabın 1958’de hazırlandığı,  Bediuzzaman  Said Nursî’nin kontrol ettiği ve onun düzelttiği şekilde yayınlandığı ifade edilmektedir.)

[13] Bediuzzaman  Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, Haşiye 2, c. II, s. 2123.

[14] Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâidü’l-İmâmiyye, Şia İnançları (çeviren: Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 52-53.

[15] Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Şia İnançları, s. 52.

[16] Emirdağ Lahikası, c. II, ‎s. 1 1768. Yazı sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Yeni Said’in hususî üstadı olan İmamı Rabbanî, Gavsı Azam ve İmamı Gazalî, Zeynelâbidîn (R.A.) hususan Cevşenül Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım ve Hazreti Hüseyin ve İmamı Ali’den (Kerremallahü Vechehu) aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenül Kebir’le daima onlara manevî irtibatımda, geçmiş hakikatı ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.”

[17] Bu özgeçmiş, İstanbul Müftülüğü Arşivi’nde, Osmanlı Ulemasına ait sicil dosyaları arasında iken daha sonra dosyanın içi bilinmeyen kişiler tarafından boşaltılmıştır. Sadık ALBAYRAK bunları evvelce yazıp neşrettiği için sadece onun kitabında bulunmaktadır. Bkz. Sadık ALBAYRAK, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul. 1996, c. IV, s. 271.

[18] Tarihçe-i Hayatı, İlk Hayat s. 2129.

[19] Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, c. II, s.1609. “Eski zamanda, ondört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı…

Sâniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakib veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliyayı azîmeden dörtbeş zâtın vefat etmeleri cihetinde, ellialtı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazreti Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenabı Hakk’a yüzbinler şükrediyorum (Haşiye) Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım”.

[20] Tarihçe-i hayatı, İlk Hayatı c. II, s.2128.

[21] Şemseddin Sami, Kamusi Türkî, s. 738.

[22] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 771.

[23] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 775.

[24] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 877, 880, 883.

[25] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 891.

[26] Hakikat-i Muhammediye konusu ileride anlatılacaktır.

[27] Hasan Kâmil YILMAZ, İnsânı Kâmil, Altınoluk Mecmuası, Temmuz 1996, sayı 125 s. 31.

[28] Pavlus  İsa’yı görmemiştir. Elimizdeki İncil’de Pavlus’un asıl adının Saul olduğu, (Elçilerin İşleri 13/9) azılı bir Hıristiyan düşmanı iken, Şam yolunda ansızın gökten parlayan bir nurun çevresini sardığı,  İsa’nın ona seslendiği (Elçilerin İşleri 9/36), sonra onun  İsa’ya inandığı ve vaftiz edildiği (Elçilerin İşleri 9/18 vd.) ifade edilmektedir. Buna göre Pavlus, Kur’an’ın tanımladığı havarilerden değildir.

[29] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 105.

[30] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par.79.

[31] İşârât’ul-İcâz, Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına, c. II, s. 1274.

[32] Şualar, Birinci Şua, Yirmidördüncü Ayet ve Ayetler, Üçüncü Nokta,  c. I, s. 842. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! Tenzil’ül-Kitab cümlesinin sarih bir manası asrı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübîn’in nüzulü olduğu gibi, manayı işarîsiyle de, her asırda o Kitabı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor…”

[33] Şualar, Birinci Şua, c. I, s. 833. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Resaili’n- Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.”

[34] Şualar, Birinci Şua, c. I, s. 833. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resailin Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”

[35] Şualar, Birinci Şua, Yirmiikinci Ayet ve Ayetler, c. I, s. 841. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail’in-Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem’alar, bu zamanda, Kitabı Mübin’deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaiki imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir”.

[36] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Onsekizinci Lem’a, c. II, s. 2078. Orada geçen ifade aynen şöyledir: “Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazreti Ali’nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir”.

[37] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Onsekizinci Lem’a, c. II, s. 2079; Metnin aslı şöyledir: “Hazreti Cebrail’in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzuru Nebevide getirip Hz. Ali’ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsmi Âzam, Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız alâim’üs-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum” diyerek bu Ismi Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: “Evveli dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur.”

[38] Karşılığında Ahireti verdikleri için aldıkları ne olursa olsun, azdır. “… Bu hayatın sağladığı fayda Ahiret yanında pek az olur.” (Tevbe 9/38)

[39] Sözler, Risale-i Nurlar’ın bir bölümünü oluşturur.

[40] Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektub ve Zeyilleri, c. II, 1415. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Mübarek Sözler şübhesiz Kitabı Mübin’in nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır”.

[41] Said Nursî, Şualar, On Birinci Şua, Onbirinci Meselenin haşiyesinin bir lahikasıdır, c. I, s. 985.

[42] Bkz., Bakara 2/256; Ali İmrân 3/103.

[43] Emirdağ Lahikası I, c. II, s. 1719. Yazı sadeleştirilerek özetlenmiştir. Aslı şöyledir: “Risale-i Nur Şems-i Kur’an-ı Mu’cizül Beyan’ın elvan-ı seb’as-ı, Risale-i Nur’un menşur-u hakikatında tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr-ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı İlmi Kelâm, hem bir kitab-ı İlmi İlahiyat, hem bir kitabı teşviki san’at, hem bir kitabı belâgat, hem bir kitabı isbat-ı vahdaniyet; muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır”.

[44] Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, c. II, s. 1589; Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Yayınevi İstanbul 1991, s. 33. Yazı sadeleştirilerek özetlenmiştir. Aslı şöyledir: “Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’andaki tekrarın ekser hikmetleri Risale’in-Nurda dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur ki: Herkes Kur’ana muhtaçtır, fakat herkes her vakit bütün Kur’anı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye, ekser uzun surelerde dercedilerek herbir sure bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için, Haşir ve Tevhid ve Kıssa-i Mûsa (A.S.) gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def’a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nura muhtaçtır, fakat umumunu elde edemez; etse de tam okuyamaz; fakat küçük bir Risale-’in-Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri ondan okuyabilir. Ve gıda gibi, her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi o da mütalâasını tekrar eder.”

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

II- ARACILIK İNANCI

Kur’ân’ın şirkle ilgili âyetlerinde, tapılan ve yardıma çağrılan hayali ilahların yeri “من دون الله = Allah’ın dûnundan” kavramıyla ifade edilir. Dûn sözlükte; üstün zıddı, en üst merte­beden beri, ondan aşağıca, başka ve en yakın anlamlarına gelir[1].” Allah’ın dûnundan, sözü de Allah’tan aşağı seviyede demek olur. Müşrikler, Allah ile kendi aralarında aracılık yaptığına inandıkları varlığı insandan üstün, Allah’a yakın sayar; onu bir yönüyle insana, bir yönüyle de Allah’a benzetirler. Din büyükleri, ata ruhları ve din adamları da bu konuma getirilir. Hak dinin dışındaki dinler, böyle bir yapılanma içindedirler.

Allah Teâlâ, bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında şöyle buyurur: “Hahamlarını ve rahiplerini, Allah’ın yakınından rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir Tanrı’ya kul olmaları idi. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, onların şirkinden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

Adiyy b. Hatim diyor ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve seleme geldim, boynumda altın haç vardı. “Adiyy, at o putu” dedi. Ondan şu ayeti işittim: “Hahamlarını ve rahiplerini, Allah’ın yakınından rabler edindiler…” Dedi ki, “Onlar bunlara ibadet etmediler, ama bir şeyi helal sayarlarsa helal saydılar, haram sayarlarsa haram saydılar[2].” Onları rab edinmeleri böyle oldu.

Doğru yolda, yani sırat-ı müstakimde olmak isteyen her insanın önüne engeller çıkar. Çünkü sırat-ı müstakim, Şeytanın çalışma sahasıdır. O, tuzaklarını orada  kurar. Şeytan, Allah’tan yetki alınca şöyle demişti: “Ne olursa olsun, onlar için, senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara sağlarından sollarından, üstlerinden altlarından geleceğim. Göreceksin, onların çoğu, sana teşekkür etmeyecektir”. (Araf 7/17)

Şeytan ve yardımcıları, doğru yolun üstünde oturur, oraya gelenlere aracılardan bahseder, onların Allah’a yakın ve onunla dost olduklarını, Allah ile olacak işlerde desteklerine ihtiyaç olduğunu, arabulucu ve şefaatçi olabileceklerini söylerler. Hayali hikayeler anlatarak Allah’ın onları kırmayacağını iddia ederler. Dolayısıyla onlara teslim olma gereği üzerinde dururlar. Bu konuda en büyük desteği, aklını kullanmayan insanlardan ve gelenekten alırlar. Böylece o insanlar Allah’tan önce, aracı saydıkları varlıklara kul olurlar. Bu da onların Allah ile ilişkilerini keser. Buna iki örnek verilecektir; bir ehl-i kitaptan Katolikler, diğeri de Taoistlerdir.

(Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır)

http://www.suleymaniyevakfi.org/wp-content/uploads/downloads/2010/03/aracilik_ve_sirk.pdf

A- KATOLİKLERDE ARACILIK İNANCI

Rahipleri rab edinmenin arkasında Baba, Oğul ve Kutsal Ruh inancı vardır. Bu inanç, çoğu Hıristiyan mezheplerinde aynıdır. Her birinin farklı inançları da vardır. Katolikleri ele alarak İsa aleyhisselamın tebliğ ettiği saf dinin, nasıl tanınmaz hale geldiğini görmeye çalışalım.

1- Allah

Katoliklere göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur[3]. O, gerçeğin kendisidir. Yeri ve göğü tek başına yaratmıştır. Yaratılış düzenini ayarlayan ve dünyayı yöneten odur[4]. O insanlara yakındır[5] ve her şeyi bilir[6]. O her zaman vardır[7], varlığının başı ve sonu yoktur. Her şey varlığını ona borçludur. Sahip olduğumuz her şey ondan gelmektedir[8].O, kendiliğinden var olandır[9]. Allah’ın Baba olarak adlandırılması, her şeyin başlangıcı ve aşkın otorite sahibi olmasından ve tüm çocuklarının üstüne titreyen sevgi dolu iyiliğinden dolayıdır. Allah ne erkektir, ne kadın; Allah, Allah’tır[10].

Bazı Hıristiyanlar, Allah ile insan arasında bir boşluk olduğunu söyler, arayı arabulucularla doldururlar. Şimdi Katoliklerin arabulucu saydıkları varlıklara bakalım:

2- İsa (Oğul)

Katoliklere göre İsa, Baba’nın elçisidir[11]. Baba onu kutsal ruhla meshetmiş, rahip, peygamber ve kral yapmıştır[12]. O, kendiliğinden bir şey yapamaz. Her şeyi kendisini gönderen Baba’dan alır[13]. Şimdi o, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır[14]. Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter[15].

Hıristiyanlarda insanın konumu şöyledir:

Bu anlayışa göre Kutsal Tanrı yani Allah ile günahlı insan arasında büyük bir boşluk vardır. Oklar günahlı insanın Allah’a ve onun sunduğu bol ya­şama ulaşmak için gösterdiği çabayı simgele­r. Bu çaba, Allah’tan karşılık beklenerek yapı­lan iyilikler, arayış içinde felsefeden felsefeye koşma ya da dinsel inanç biçiminde kendini gösterir.

Aşağıdaki resim aradaki ayrılığı kapata­cak tek yolu açıklar.

Hıristiyanlarda İsa’nın konumu[16]

Hıristiyanlara göre Allah ile insan arasındaki kuzu İsa’dır. O kendini, insanlığın kurtuluşu için kurban etmiştir.

Pavlus’un[17] Timoteos’a mektubunda şu söz yer alır: “Tek bir Allah ve Allah ile insanlar arasında tek bir Aracı vardır. Bu da in­san olan ve kendisini herkes için fidye olarak sunmuş bulunan Mesih İsa’dır[18].”

Üç asır sonra gelen oğul nitelemesi.

Havariler zamanında İsa, gerçek anlamda insan sayılırdı. Onun Allah’ın oğlu olduğu kararı üçüncü yüzyıldan sonra Antakya’da alındı[19].

325’te toplanan Ökümenik İznik Konsili, İsa’nın yaratılmış olmadığına, Baba’dan doğduğuna ve onunla aynı özden olduğuna karar verdi[20].

431’de, üçüncü Ökümenik Efes konsili şu kararı aldı: “İsa, kendi kişiliğini, akıllı ruhla canlandırılmış bir bedenle birleştirerek insan olmuştur. Meryem Ana ise, gerçek anlamda Tanrı’nın Anasıdır.”

451’de toplanan dördüncü ökümenik Kadıköy konsili onun gerçek tanrı olduğunu şöyle ilan etti:

“Rabbimiz Mesih İsa’nın mükemmel Tanrılığa ve mükemmel insanlığa sahip, gerçek Tanrı ve gerçek insan olduğunu, akıllı bir ruhtan ve bedenden oluştuğunu, Tanrılık açısından Baba ile, insanlık açısından da bizimle aynı özde olduğunu, günah dışında hepimize her şeyde benzer olduğunu, Tanrılık açısından yüzyıllar öncesinden Baba’dan doğduğunu, insanlık açısından bizim esenliğimiz için bakire Meryem’den doğduğunu oybirliği ile kabul ettiğimizi resmen beyan ederiz[21].

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Yahudiler, “Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler; Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bunlar dillerine doladıkları kendi sözleridir. Kendilerinden önce kâfir olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah kahretsin onları! Bu iftiraya nereden sürükleniyorlar? (Tevbe 9/30)

Gerçek Allah ve gerçek insan: İsa’yı İnsanla Allah arasında aracı sayabilmek için ona gerçek Allah ve gerçek insan demişlerdir. Katolikler bunu şöyle açıklıyorlar:

“Mesih İsa, gerçek Allah ve gerçek insandır. İşte bu nedenle insanlarla Allah arasında tek aracıdır[22]. Şimdi o, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunur[23]. Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter[24].”

Bu inanç akla ters düştüğünden sorumluluğu Kilise üstlenmektedir. Şöyle diyorlar:

“İmanın nedeni, açıklanan gerçeklerin doğal aklımızla anlaşılmaları ve gerçek olarak görülmeleri değildir[25].” İnanmak bir Kilise eylemidir. Kilisenin imanı bizim imanımızdan önce gelir, imanımızı taşır ve besler. Kilise tüm inananların anasıdır. Anası Kilise olmayanın Babası Tanrı olamaz[26].”

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah Meryem’in oğlu Mesih’tir” diyenler tam kâfir oldular. Oysa Mesih şöyle demiştir: “Ey İsrail oğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kul olun. Şurası bir gerçek ki; kim Allah’a şirk koşarsa Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları da olmaz”. (Maide 5/72)

3- Kutsal Ruh

Katoliklere göre Kutsal Ruh da Tanrı’dır. Baba ve Oğul ile aynı özdendir[27]. O da aracı ve şefaatçi olur. Pavlus’un Romalılara mektubunda şu ifadeler yer alır: “Kutsal Ruh, bizim zayıflığımıza yardım eder, çünkü nasıl dua etmemiz gerektiğini bilmiyoruz; ama Ruh’un kendisi sözle anlatılama­yan iniltilerle bizim için şefaat eder. İnsanların yüreklerini araştıran Allah, Ruh’un düşüncesinin ne olduğunu bilir. Çünkü Ruh, Allah’ın isteğine göre kutsallar için şefaat eder. Allah’ın işlerinin etkeni olan Kutsal Ruh, duanın da efendisidir[28]. Kutsal Ruh olmadan Tanrı’nın Oğlu’nu görmek mümkün de­ğildir. Oğul olmadan da hiç kimse babaya yaklaşamaz[29].

4- Meryem Ana

Katoliklere göre Meryem Ana, gerçek anlamda Tanrı’nın Anasıdır[30]. “Onun analığı bitmemiştir. Yinele­nen arabu­luculuğu ile ebedi esenlikler sağlayan arma­ğanları garanti altına almaya devam etmektedir. Meryem Ana’ya Kilise’de avukat, yardımcı, yardıma koşan, arabuluculuk yapan derler[31].”

Onlar bu sözleriyle Meryem Ana’yı tanrı yapmış olurlar. Bir gün Allah şöyle diyecektir: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara sen dedin mi ki, “Beni ve anamı Allah ile aranızda iki aracı tanrı edinin?” İsa şöyle diyecektir: “Senin böyle şeyle ne ilgin olur? Benim doğru olmayanı söylemem olacak şey değildir. Eğer söylediysem, elbette bilirsin. Sen, benim içimde olanı bilirsin ama ben senin içinde olanı bilmem; bütün bilinmeyenleri bilen sadece sensin.”

“Bana ne emrettiysen onlara onu söyledim. Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kul olun dedim. Aralarında bulunduğum sürece onlara tanıktım. Beni vefat ettirdikten sonra onları sadece sen görüp gözettin. Sen her şeye tanıksın.” (Maide 5/116-117)

5- Havariler

Havariler[32], İsa aleyhisselama destek veren 12 kişidir. İsa, İsrail oğullarının[33] kendini tanımazlık ettiklerini sezince; “Allah yolunda bana kim yardım eder?” demişti. Havariler; “Allah için bizler yardım ederiz. Çünkü biz Allah’a inandık. Şahit ol; biz ona teslim olmuş kimseleriz” diye cevap vermişlerdi. (Al-i İmran 3/52)

Elimizdeki İncil’e göre İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kabrinden çıkmış, Celile’de 11 havarisine gö­rünmüş ve şöyle demiştir: «Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi. Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin. Size buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin. İşte ben, dünyanın sonuna dek her an sizinle birlikteyim.» (Matta 28/16-20).

Bu sözler İncil’e ait olamaz. Gerçek İncil yalnız Allah’ın sözlerini içerir. İsa’nın ölümünden sonra havarilerine göründüğü iddiası kabul edilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İsrail Peygamberlerinin arkasından Meryem oğlu İsa’yı, önündeki Tevrat’ı doğru sayan bir elçi olarak gönderdik. Ona da yol gösterici ve aydınlatıcı olan İncil’i verdik. O, önündeki Tevrat’ı doğru sayan, yol gösteren ve sakınanlara öğüt veren bir kitaptır.” (Maide 5/46)

“Meryem oğlu Mesih sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Şimdi sen onlara bu belgeleri nasıl açıkladığımıza bak. Bir de onların yalana nasıl itildiklerine bak!” (Maide 5/75)

İsa aleyhisselam vefat edince dünya ile ilişiği kesildi. O, ahirette Allah’a şöyle diyecektir:

“İçlerinde bu­lunduğum sü­rece on­ları gö­zeti­yordum. Beni vefat etti­rince artık onlar üze­rine gö­zetle­yici yalnız sen oldun. Sen her şeyi gö­rüp gözetirsin.” (Mâide 5/116-117)

Dolayısıyla İsa’nın vefatından sonra söy­lediği iddia edilen yukarıdaki sözler; ne İncil’in bir parçası ne de İsa aleyhisselamın sözü olabilir.

İncil’e yapılan bu tür eklemelere dayanılarak havarilere ruhani  yetkiler verilmiştir. Bu eklemelerden birine göre İsa, 12 havarisinden bir kurul oluşturmuş ve başına Petrus’u getirmiş, ona şöyle demiştir: “Göklerin egemenliğinin anahtarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak. Yeryüzünde çözeceğin her şey, göklerde de çözülmüş olacak.” (Matta 16/19)

Bağlama ve çözme yetkisi şöyle yorumlanmıştır: Havarilerin, topluluğa (Kiliseye) kabul edecekleri veya topluluktan reddecekleri kişiler, Allah tarafından da kabul veya reddedilecektir. Kiliseyle barışma, Allah ile barışmadır[34].

6- Kilise

Katoliklere göre Kilise, hiyerarşik organlardan ve Mesih’in mistik bedeninden oluşmuş bir topluluktur. Göksel armağanlarla donatılmıştır. Kilisenin, biri insani diğeri ilahi olan iki farklı yapısı vardır[35]. Kilise insanlıkla Allah arasındaki birleşmenin işareti ve aracıdır[36].

7- Rahipler

Katoliklere göre rahipler, insanların Allah ile olan ilişkilerinde günahlara karşılık adaklar ve kurbanlar sunmak üzere atanan kişilerdir[37]. Bu tanım İbranilere Mektupların 5. bölümünün 1. cümlesine dayanılarak yapılmıştır. Bu Mektuplar,  elimizdeki İncil’in bir bölümüdür. Onların giriş cümlesine göre mektupları kimin yazdığı belli değildir.

Katolik rahipler; episkoposlar, Papa ve papazlar olmak üzere üç bölümde incelenecektir.

a- Episkoposlar: Episkopos, gözetmen ya da başkan anlamına gelir. Onlar Kilise’nin en yetkili kişileridir. Katoliklere göre Kilise, Mesih’in yeniden gelişine kadar yöneticilik sorumluluğunu üzerlerine alan havarilerin takipçileri episkoposlar aracılığıyla havariler tarafından eğitilmeye, kutlulaşmaya ve yönetilmeye devam eder[38]. Episkoposları dinleyen Mesih’i dinlemiş, onları reddeden Mesih’i ve Mesih’in gönderdiği kişiyi reddetmiş olur[39].

b- Papa: Papa, Havari Petrus’un halefi ve episkoposlar kurulunun lideridir. Bu kurulun bütün Kilise üzerinde tam ve yüce bir yetkisi vardır. Bu yetki, yalnızca Papa’nın rızasıyla ortaya konabilir[40]. Her episkopos, Petrus’un halefi ve episkoposlar kurulunun önderi olan Roma episkoposu yani Papa ile birlik içinde görev yapar. Papa ve episkoposlar kurulu yanılmazdır[41].

Katoliklere göre Rab İsa, Havari Petrus’u Kilisenin gözle görülür temeli yaptı. Ona Cennetin anahtarlarını verdi. Havari Petrus’un halefi, Roma Kilisesi episkoposu olan Papa, Mesih İsa’nın Vekili ve yeryüzündeki bütün Kilise’nin çobanıdır[42]. Papa, “canların üzerinde Tanrısal atama sayesinde yüce, tam, dolaysız, evrensel yetkiye sahiptir[43].”

c- Papazlar: Rahip veya Kahin denen papazlar Katoliklere göre “Al­lah’la ilgili konularda insanları temsil etmek için atanırlar[44]” ve episkoposlarının yönetimi altındaki episkoposluk bölgesinde görev yaparlar[45]. Papazlığın kaynağı Mesih’in bizzat kendisidir. Papazlığı o kurdu; ona yetki, misyon, yönelim ve güç verdi[46]. Papaz, kişisel yetkisiyle insanlara; “seni Baba’nın adına vaftiz ediyorum, seni bağışlıyorum” diyebilir[47].

Nazianzlı Gregorius genç bir papaz iken şunları yazmış: “…. Papaz kimdir? Papaz gerçeğin savunucusudur. Meleklerle birlikte dikelmekte, başmeleklerle birlikte hamd etmekte, mihrap üzerinde kurbanları sunmaktadır. Mesih’in rahipliğine katılmakta, yaratığı yeniden biçimlendirmekte, yaratığı Tanrı suretine yeniden kavuşturmakta, öbür dünya için yaratığı yeniden yaratmakta, daha da önemlisi kendi tanrılaştığı gibi tanrılaştırmaktadır da[48].”

8- Vaftiz: Vaftiz, Yunanca suya batırmak demektir. Katoliklere göre Vaftiz, Hıristiyan olmanın ilk şartıdır[49]. Rab İsa, günahların bağışlanmasını inanca ve vaftize bağlamıştır[50]. Vaftiz sırasında alınan bağış öylesine tam ve eksiksizdir ki, ne ilk günahta ne de özgür irade ile işlenen günahlarda silinecek bir şey veya cezası ödenecek bir suç kalır[51]. “Vaftiz, Baba Tanrı’da Oğlu aracılığıyla Kutsal Ruh’ta yeniden doğuşu sağlayan lutfu verir. Çünkü Tanrı’nın ruhunu taşıyanlar Oğul’a yönelirler, Oğul onları Baba’ya takdim eder, baba da onlara bozulmazlık verir[52].”

9- Günah Çıkarma: Katoliklere göre “yalnız Allah günahları bağışlar”. Bir Kilise ruhanisi “günahların bağışlandı” derken Allah’a ait bir yetkiyi kullanır[53]. Bu sebeple ne kadar büyük olursa olsun Kilise’nin bağışlayamayacağı günah yoktur[54]. Günahları bağışlama yetkisi yalnız Papa’ya ve onun tarafından yetki verilen yerel episkoposa ya da papaza aittir[55].

Allah Teâlâ şöyle buyurur: … Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir?” (Al-i İmran 3/135) Bunu Katolikler de kabul ettiğine göre Allah tarafından verilmiş bir yetkiye dayanmadan,  günah bağışlamaya kalkmaları büyük bir yetki ihlali olur.

10- İlahlar Piramidi: Katoliklere ait yukarıdaki bilgileri değerlendirdiğimiz zaman karşımıza bir ilahlar piramidi çıkar. En üstte Allah vardır. Sonra sırayla İsa, Kutsal Ruh, Meryem Ana, Havariler, Papa, Episkoposlar ve Papazlar gelir. Bunların her birine Allah’a ait yetkiler verilmiş, Kutsal Ruh dışındakiler yarı tanrı, yarı insan sayılmışlardır. Bu, o varlıkları Allah’a ortak koşmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Hahamlarını ve rahiplerini, Allah ile kendi aralarında aracı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir Tanrı’ya kul olmaları idi. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, onların şirkinden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

“Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler tam kâfir oldular. Oysa tek Tanrı’dan başka tanrı yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanları, elem verici bir azap elbette çarpacaktır.” (Maide 5/73)

Katoliklere göre İsa, Kutsal Ruh, Meryem Ana ve Havarileri Kilise temsil eder. Bu sebeple asıl tanrı Kilise’dir. Onların şu sözleri bunu ispatlamaktadır:

“Kilise, hiyerarşik organlardan ve Mesih’in mistik bedeninden oluşan bir topluluktur. Göksel armağanlarla donatılmıştır. Biri insani diğeri ilahi olan iki farklı yapısı vardır[56]. Kilise insanlıkla Allah arasındaki birleşmenin işareti ve aracıdır[57]. Mesih’e benzeyen kilise görevlileri Mesih’in kullarıdır. Çünkü söyledikleri sözler ve verdikleri ihsan kendilerinin değil, başkalarına verilmek üzere kendilerine emanet edilen Mesih’in sözü ve ihsanıdır[58].

Bir Protestan papazı ile yaptığım şu konuşma, kilisenin kendini, Allah’ın yerine koyması açısından önemlidir.

Dedim: Hıristiyan olmanın en önemli şartı nedir?

Dedi: Vaftiz olmaktır[59].

Dedim: Kilisenin bütün inanç ve ibadetlerini içten kabul eden, ayinlere katılan, kiliseye düzenli yardım eden ama vaftiz olmayan biri Hıristiyan sayılır mı?

Dedi: Hayır. Çünkü her insan gibi o da Adem’in işlediği asli günahla doğmuştur. Ondan ve bütün günahlardan temizlenmesi ancak vaftizle olur. Vaftiz kişiyi Tanrı’nın halkı içine katar[60].

Dedim: Bir kişi vaftiz için baş vursa ama kabul edilmese, bir başka kiliseye giderken yolda ölse cennete mi gider, cehenneme mi?

Dedi: Cehenneme. Çünkü vaftiz olmamıştır.

Dedim: Bebek iken vaftiz olmuş, büyüdükten sonra kiliseye hiç uğramamış, günahlarla dolu bir hayat yaşamış bir kişi ölünce nereye gider?

Dedi: Cennete. Çünkü vaftizle Tanrı’nın halkından olmuştur.

Dedim: Avrupa’da, Amerika’da ve bir çok yerde Müslüman olan Hıristiyanlar var. Bunlar size göre de Müslüman sayılırlar mı?

Dedi: Hayır, onlar Hıristiyan’dır. Çünkü biz onları Kiliseden çıkarmadık ki!

Dedim: Yani Hıristiyanlıktan çıkmak için de sizin onayınız gerekiyor, isterse yeni doğmuş bir bebek iken vaftiz olmuş olsun; öyle mi?

Dedi: Evet öyle.

Dedim: Bu dine girmek de sizin kararınızla oluyor, çıkmak da. O zaman bu Allah’ın değil, kilisenin dini olur.

Cevap yok.

B- TAOİZM’DE ARACILIK

Taoizm, Çin’in temel inançlarındandır. Kurucusu sayılan Lao-Tzu’nun, Konfüçyüs’ten 53 yaş büyük olduğuna inanılır. Lao-Tzu, hayatının sonuna doğru Çin’den çıkıp batıya gitmiş ve orada Buda’ya dönüşmüştür. Bu sebeple Tao; Konfüçyüsçülük, Budizm, ve Hint dinlerinin ortak değeri olmuştur.

Allah her topluma peygamber göndermiştir. O şöyle buyurur: Ya Muhammed, seninle o gerçeği (Kur’ân’ı), müjdeci ve uyarıcı olasın diye gönderdik. Her ümmetin geçmişinde bir uyarıcı, kesin vardır.” (Fatır 35/24) Kur’ân’da adı geçen peygamberler, Mekke’nin yakın çevresine yani Ortadoğu’ya gönderilmiş olanlardır.

Allah’ın kitapları da Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân’dan ibaret değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şurası kesin ki, biz elçilerimizi açık belgelerle gönderdik ve beraberlerinde kitap ve ölçü indirdik. Bunu, insanlar adil bir düzen kursunlar diye yaptık.” (Hadîd 57/25)

Taoistlerin geçmişinde de mutlaka bir peygamber ve tebliğ ettiği bir kitap vardır. İbrahim ve İsmail peygamberlerin gelmesinden sonra eski Mekkeliler şirke düşmüşlerdi. Hıristiyanların büyük bir bölümü ise, ömrünü şirkle mücadeleyle adamış İsa aleyhisselamı ve Kutsal Ruh’u yani Cebrail’i sonradan Allah’a ortak saymışlardır. Her toplumda benzeri durumlar olmalıdır. Çünkü toplumların inanç yapılarında güçlü bir Allah inancı olduğunu, onunla ilişki kurduğuna inanılan aracı tanrılar ve tanrısal kişiler bulunduğunu görüyoruz. Bu, İslam öncesi Mekke toplumu ile Hıristiyanların bir çoğunda görülen yapılanmaya birebir benzemektedir.

Aşağıdaki tablo, bu benzerliği sergilemektedir.

C- TAOİSTLERDE ARACI TANRILAR

1- Tao

Tao, Tabiat düzeninin idarecisi ve her şeyin üstündeki yaratıcı kudrettir. Hürmet ve ibadet edilmesi gereken yüce hükümdardır. Kâinatın düzenini o kurmuştur. Sabah Tao’yu zikreden akşam rahat ölür[61].

O uludur, yücedir. Yerdeki insanlara hükmeder; kötüler çoğalınca hükmü amansız olur. Ölmek ve dirilmek, şeref ve zenginlik, onun takdirindedir[62]. O ezelidir, ebedidir, her yerde vardır, nasıl olduğu bilinmez[63]. Onu zihninde resmetmeye kalkan kaybeder[64]. Yaratılmamıştır, her şeyi yaratan odur[65]. Değişmez[66], her zaman vardır ve her zaman hazırdır[67]. Her şeyi açıkça görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir[68].

Tao ile kastedilenin Allah Teâlâ olduğu açıktır.

2- Te

Tao’nun gerçek varlığının ortaya çıkışı[69], insanda ve öteki varlıklarda görünen halidir. Bütün varlıkları Tao meydana getirir; Te besler, büyütür, şekil verir ve kuvvetini tamamlar. Her varlık Tao’yu yükseltir ve Te’ye değer verir[70].

Yin – Yang: Bunlar kainat düzeninin yönlendirici ve yönetici iki büyük gücünün evrensel simgesidir. Bu iki güç birbirinden bağımsız olarak varlıklarını sürdüremezler[71]. Her şey Yin ve Yang’ın gizemli ilişkisi sonucu latif alemden dünyaya çıkartılır. Bu prensibi Tao yaratmış, sonra Tao’nun yaratma gücü Yin-Yang ikilisine geçmiştir. Bu noktada Te bu iki kuvveti birlik içinde uyumlu bir biçimde tutar[72].

“Tao’dan bir doğar, birden iki (Yin ve Yang)[73], İkiden üç, üçten on bin şey doğar; bütün varlıklar uyum içinde, Yin’i barındırır, Yang’ı kucaklar[74].”

Tao’nun yaratma vasfı Te’ye verilmiştir. O bunu, Yin ve Yang ikilisi ile gerçekleştirmektedir. Yaratılan her şeyi Te kontrol eder.

3- Ölümsüz Ruhlar ve Latif Güçler

“Tao ile hayatına düzen veren için karanlık ile aydınlık, hayat ile ölüm arasındaki aldatıcı sınırlar kalkar. Pek çok yüksek ruhlu varlığın dostluğunu kazanır. Onlar arasında, olumsuz etkilenmelerden korunur ve yok edilemez yaşama gücüne sahip olur. Böylece ölümsüzlüğe ulaşır[75].” “Ağaçlar ve hayvanlar, insanlar ve böcekler, çiçekler ve kuşlar… Bunlar yıldızlardan evrene akan latif güçlerin canlı hayalleridir. Onlar birbirleriyle ve yeryüzündeki varlıklarla karşılaşarak onlarla birleşerek tüm canlılara hayat verirler.”[76]

4- Ata Ruhları

Her aile, ata ruhlarını özel koruyucu olarak görür ve evinde onlar için yer ayırır[77]. Bazen atalar çağrılır ve önemli konular haber verilip yardımları istenir. Mezarlar, bereket versin diye tarlalarda yapılır, ilkbaharda süpürülür ve hediyeler sunulur [78].

5- Bilgeler, Meleksi Üstatlar

Gaybı bildiğine inanılan bilgeler, ölümsüzler ve meleksi üstatlar ilahi güce ulaşmanın yollarıdır. Bunlar aracılığıyla ölümsüz olunur, fena-yi tâmma ulaşılır. Bunlar ilahi varlık ile insan arasındaki aracılardır.

Bunlar: “Kapılarının önüne çıkmadan evreni bilir, pencereden bakmadan, gökyüzünü görürler. Gitmeden bilir, bakmadan görür, yapmadan başarırlar[79].” “Bu meleksi üstatlar bulunamazlar; talip olanları onlar bulurlar. Bundan sonra yüksek feraset ve temyiz erdemi yardımıyla İlahi mülk ile bağlantı kurulduğunda nihai manevi hakikatlerin nakli de peşinden gelecektir. Bu, tüm meleklerin ilahi mülke giderken izledikleri yoldur[80].”

“… mükemmel yol süresince meydana gelecek ilerlemenin her basamağında yarın dünya mülkünde tutkulu görünene değil, bugün manevi mülkte önemli olana değer vermeyi öğreneceksin. O zaman mistik kapı açılacak, sen koskocaman evrenin yönetmeyen yöneticilerine, yaratmayan yaratıcılarına katılacaksın[81].”

“…tüm mürşitler ve teknikler geçicidir; asıl gerçekleşme, kişinin varlığının Tao’nun ilahi enerjisi ile birleşmesinden ortaya çıkar[82].”

6- Rabıta

Kim Tao’ya ulaşmak isterse, meleksi üstatlardan biriyle rabıta kurmak zorundadır. Bu kişi, üstatlarının öğretileri üzerinde çalışmalı, ikilemle ilgili tüm kavramları çözümlemeli, başkalarına hizmet için elinden geleni yapmalıdır. İç temizliğini yerine getirmeli, hocasını gereksiz engellerle rahatsız etmemeli, hocasının ilahi gücü ile manevi rabıtayı korumalıdır. Böylece karşısındaki tüm engelleri aşar, mutlak samimiyetini daima muhafaza eder. Kainatın duyarlılığını andıran alçak gönüllülüğü, azmi ve uyum yeteneği onu ilahi ışıkla doldurur[83]”.



[1] Dûn ile ilgili olarak Kâmus Tercümesinde şunlar yer alır: “Dûn, fevk’in zıddıdır, en üst merte­beden beri demektir, ondan aşağıca diye ifade edilir. Bazıları bunun dünüv’ün maklûbu oldu­ğunu söylemiştir. Kelime “gayr” manasına da gelir. “Akreb” manasına da olur ki, zarf olur. Ona çok yakın manasına “Haza dûnehu” denir. Dûne, kabl manasına da gelir. Bir şey öbüründen biraz aşağıda olunca “Haza dûne zâke” de­nir..

[2] Tirmizî, Tefsîr’ul-Kur’an, bab 10, hadis no 3095, İstanbul, 1981/1401, c. 4, s. 278.

[3] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, Papa 14. Lui’nin (Episkopos II. Jean Paul) emriyle 1986’da Kardinal Joseph Ratzinger başkanlığında kurulan 12 kişilik bir heyetin altı yıllık bir çalışmasıyla meydana getirilmiş ve Vatikan Kilisesi tarafından kabul edilmiş öğretileri içerir. Türkçe’ye çeviren Dominik PAMİR, Türkiye Episkoposlar Konferansı adına  neşredilmiştir. İstanbul 2000, paragraf. 200 ve 212. Burada Allah yerine Tanrı kelimesi kullanılmaktadır.

[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 215, 216 ve 222.

[5] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 206.

[6] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 208.

[7] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 212.

[8] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 224.

[9] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 212.

[10] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 239.

[11] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 858.

[12] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 783.

[13] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 859.

[14] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 519.

[15] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 2634.

[16] Resim ve yazılar, internet’ten, www.incil.com’dan alınmıştır.

[17] Pavlus’un Mektupları elimizdeki İncil’in bir parçası sayılmaktadır. Bunu Kur’an kabul edemez. Çünkü Kur’an’a göre İncil Allah’ın kitabı, İsa, elçisidir. Pavlus ise İsa’yı görmemiştir. Elimizdeki İncil’de Pavlus’un asıl adının Saul olduğu (Elçilerin İşleri 13/9), azılı bir Hıristiyan düşmanı iken Şam yolunda ansızın gökten parlayan bir nurun çevresini sardığı, İsa’nın ona seslendiği (Elçilerin İşleri 9/36) sonra onun İsa’ya inandığı ve vaftiz edildiği (Elçilerin İşleri 9/18 vd.) ifade edilmektedir. Buna göre Pavlus, sıradan bir Hıristiyandır. Onun sözünün İncil’de yer alması kabul edilemez.

[18] İncil, 1. Timoteos 2/56. (Kutsal Kitap, Eski ve Yeni Ahid (Tevrat ve İncil) Kitabı Mukaddes şirketi İst. 1981, s. 218.)

[19] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 465.

[20] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 465.

[21] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 467.

[22] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 480.

[23] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 519.

[24] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 2634.

[25] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 156.

[26] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 181.

[27] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 689.

[28] İncil, Romalılar 8/2628. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, paragraf, 741.

[29] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 683.

[30] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 467.

[31] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, paragraf 969.

[32] İncil’de Havarilerle ilgili olarak şu sözler yer alır: İsa, dağa çıkarak istediği kişileri yanına çağırdı. Onlar da yanına gittiler. İsa bunlardan on iki kişiyi yanında bulundurmak, Tanrı sözünü duyurmaya göndermek ve cinleri kovmaya yetkili kılmak üzere seçti. Seçtiği bu on iki kişi şunlardır: Petrus adını verdiği Simun, BeniRegeş, yani ‘Gök gürültüsü Oğulları’ adını verdiği Zebedi’nin oğulları Yakup ve Yuhanna, Andreya, Filipus, Bartalmay, Matta, Tomas, Alfay oğlu Yakup, Taday, Yurtsever Simun ve İsa’yı ele veren Yahuda İskariyot. (Markos 3/1419)

[33] Bkz. Saff  suresi, 61/14.

[34] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1445.

[35] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 771.

[36] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 775.

[37] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1539.

[38] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 857.

[39] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 862.

[40] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 877, 880, 883.

[41] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 891.

[42] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 936.

[43] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 937.

[44] İbranilere Mektup, 5/1.

[45] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 877

[46] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 874

[47] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 878.

[48] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1589.

[49] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1213 vd; Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara, 1997, s. 268.

[50] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 977.

[51] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 978.

[52] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 683.

[53] Bkz. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1441 vd.

[54] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 982.

[55] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1463.

[56] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 771.

[57] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 775.

[58] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 876.

[59] Vaftiz, daldırmak ya da suya batırmak demektir. Mesih’in ölümünde gömülmesini ve onunla birlikte dirilerek yeni bir yaratık olarak ortaya çıkmasını simgeler. (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1214.)

[60] Katoliklere göre de vaftiz ile, bütün günahlar, asli günah ve tüm kişisel günahlar cezalarıyla birlikte bağışlanmış olur. Vaftizle arınmış kişilerin, Tanrı’nın krallığına girmelerine artık ne Adem’in günahı, ne kişisel günahlar ne de hepsinden kötüsü Tanrı’dan ayrılma olan günahın getirdiği türden engeller kalır. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri,  par. 1263.

[61] Tümer, Küçük, a.g.e. s. 62.

[62] Tümer, Küçük, a.g.e . s.  63.

[63] Yener, Osman, a.g.e. s.162646.

[64] LaoTzu, Bilinmeyen Öğretiler (Hua Hu King), Çev. İsmail Taşpınar, Amine Gülşah Coşkun, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999. s. 20.

[65] LaoTzu, a.g.e, s.92.

[66] LaoTzu, a.g.e, s.88.

[67] LaoTzu, a.g.e, s. 36.

[68] Tümer, Küçük, a.g.e . s.  63.

[69] Tümer, Küçük, a.g.e, s. 6970.

[70] J.C cooper, Erdemin Işığı (Taoculuk), Çev. İsmet Zeki Eyuboğlu, Say Yayıncılık, İstanbul, 1994 s.39.

[71]İzutsu Toshihiko, Taoculuk’daki Anahtar Kavramlar, Çev. Ahmet Yüksel Özemre, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2001, s.164.

[72] LaoTzu, a.g.e, s. 65.

[73] Yener Osman, a.g.e, s. 60.

[74] LaoTzu, a.g.e, s. 51.

[75] LaoTzu, a.g.e, s. 52 .

[75] Demek ki, atalara ait özel tapınaklar bulunmaktadır.

[76] Tümer, Küçük, a.g.e . s.  58.

[76] Yener, Osman, a.g.e. s. 65.

[77] Tümer, Küçük, a.g.e . s.  58.

[78] Yener, Osman, a.g.e. s. 65.

[78] LaoTzu, a.g.e, s. 82.

[79] Yener, Osman, a.g.e. s. 65.

[80] LaoTzu, a.g.e, s. 82.

[81] LaoTzu, a.g.e, s. 83.

[82] LaoTzu, a.g.e s. 96.

[83] LaoTzu, a.g.e, s. 32.

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

C- ŞİRK VE KÜFÜR

Şirk, Allah’a ait bazı özellikleri başka varlıklarda da görerek onlara tanrısal nitelik vermektir. Bu konu yukarıda geçmişti. Aşağıda daha geniş açıklamalar gelecektir.

Küfür, kâfirlik demektir. Kelimenin kökü küfr ve küfûr’dur, örtme ve görmezlikten gelme anlamına gelir. Yapılan iyilikleri görmezlikten gelen kişiye Arapça’da kâfir, Türkçe’de nankör denir. Allah’ın varlığı açık bir gerçek iken bir çok kimse, onu hesaba katmadan hayatını sürdürür. Allah’ı hesaba katanların bir çoğu, ilişkilerini aracılarla yürüttüğüne inandığı için onu, bu çerçevenin elverdiği kadar hesaba katar.

Kâfir ve müşrik kelimeleri, aynı şeyin iki farklı yüzünü gösterir. Yani her kâfir müşrik ve her müşrik kâfirdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ehl-i Kitaptan ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine gerçekleri açıklayan biri gelinceye kadar çözülecek değillerdir.

O, Allah adına gelen bir elçidir; tertemiz sayfalar okur. O sayfalarda kesin ve  doğru hükümler vardır”. (Beyyine 98/2-3)

Ayette geçen “المشركين= müşrikler” kelimesi  marifedir. Belirli bir müşrik kesimi yani ehl-i kitabın dışında kalan müşrikleri ifade eder. Yoksa ehl-i kitabın müşrik olmadığını göstermez. Çünkü onlardan kâfir olanların müşrik olduklarını gösteren ayetler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hahamlarını ve papazlarını, Allah ile kendi aralarında aracı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir Tanrı’ya kul olmaları idi. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, onların şirkinden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

Her toplumun geçmişinde bir peygamber vardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ya Muhammed, seninle o gerçeği (Kur’ân’ı), müjdeci ve uyarıcı olasın diye gönderdik. Her ümmetin geçmişinde bir uyarıcı, kesin vardır.” (Fatır 35/24) Mekke toplumunun geçmişinde İbrahim ve İsmail peygamberler vardı. Kureyşliler İbrahim soyundan gelmekle öğünür[1], ondan kalma hac ve umre ibadetlerini kesintisiz yerine getirirlerdi. Ama ellerinde ona ait bir ilahi kitap yoktu. Bu sebeple onlar ehl-i kitap değillerdi. Yahudilerin geçmişinde Musa aleyhisselamla birlikte bir çok peygamber ve onlardan kalma Tevrat vardır. Hıristiyanların geçmişinde ise İsa peygamber ve ellerinde İncil vardır. Bu sebeple onlar ehl-i kitap sayılmışlardır.

Tevrat ve İncil, ilk saflığı ile korunamamıştır. Ama temel konularda Kur’ân ile ortak hükümleri vardır. Bu sebeple Kur’ân onları, bu temel noktalara çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur;

“De ki: “Ey Kitap ehli! Gelin, size göre de bize göre de doğru olan şu sözde birleşelim; Allah’tan başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşmayalım. Hiçbirimiz Allah ile kendi arasına birilerini koyarak rabler edinmesin”. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: “Şahit olun, biz teslim olmuş kimseleriz”. (Al-i İmran 3/64)

Mekkeli müşriklerin ve diğerlerinin elinde böyle bir metin olmadığı için onlara, akıllarını ve bilgilerini kullanma çağrısı yapılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İşte bu, Rabbinin, dosdoğru yoludur. Aklını başına alacak kimseler için bu ayetleri uzun uzadıya açıkladık.” (En’am 6/126)

“Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra kim bu Elçi‘den ayrılır, inananların yolundan başka bir yola girerse onu döndüğü yöne çeviririz ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Nisa 4/115)

Tevrat ve İncil’e sahip olmaları, Yahudi ve Hıristiyanların müşrik olmalarına engel olamamıştır. Önemli olan bir ilahî kitaba sahip olmak değil, ona uymaktır. Elinde Kur’ân olan, hatta onu ezberleyen ve onun ilmini yapan nice müslümanın da şirke düştüğünü görüyoruz.

Allah’a tam güvenme ve kayıtsız şartsız boyun eğme, imanın olmazsa olmaz şartıdır. Ama insanların çoğu, Allah’a karşı bazı şartlar ileri sürerler. Kimileri şartları kendileri belirler, kimileri de bozulmuş bir dinin veya bir tarikatın ileri sürdüğü şartları uygun bulurlar. Kendini veya başkasını, Allah’a şart ileri sürecek seviyede gören, onu o konuda Allah ile eşit görmüş ve tanrı edinmiş olur. Bunlar zor durumda kaldıkları zaman koştukları bütün şartları unutur ve samimi olarak Allah’a yönelirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Denizde başınıza bir sıkıntı gelse, yardıma çağırdığınız herkes kaybolur; yalnız Allah kalır. Allah sizi kurtarıp karaya çıkardı mı, yüz çevirirsiniz.  İnsan, yapılan iyiliği görmez.” (İsra 17/67)

Müşrikler birkaç kısma ayrılırlar:

1- Kendini Tanrı Edinenler

Allah’a inanmadıklarını söyleyenlerin tamamı müşriktir. Onların hepsi Allah’ı var ve bir bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlara sorsan ki:“Gökleri ve yeri ya­ratan, Güneş’e ve Ay’a boyun eğdiren kimdir?” Kesinlikle “Allah’tır” derler. Öyleyse nereden destek alıyor da halden hale giriyorlar[2]? Allah rızkı, kullarından isteyen ve gerekli güce sahip olan için yayar. Allah her şeyi bilir. Onlara sorsan ki; “Gökten su indirip ölü toprağı  dirilten kimdir?” Şüphesiz “Allah’tır” diyeceklerdir. De ki; Allah neylerse güzel eyler. Ama onların çoğu bunu düşünmezler.” (Ankebut 29/61-63)

“Desen ki: Gökten ve yerden size rızık veren kim? Ya da işitmeyi ve görmeyi sağlayan kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi çekip çeviren kim? “Allah’tır” di­yeceklerdir. De ki; öyleyse hiç sa­kınmaz mısınız? İşte sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Hakkın ötesi sapıklık değildir de ya nedir? Nasıl da döndürülüyorsunuz?” (Yunus 10/31-32)

Allah, Adem’e secde emri verince İblis, kendi şartlarına uymadığı için secde etmemişti. Konu ile ilgili ayetler şöyledir:

“Bir gün Rabbin meleklere demişti ki: “Ben, kurumuş çamurdan, değişken kara balçık­tan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman ona secde edin. ”Bütün melekler hemen topluca secde ettiler. İblis öyle yapmadı. O, secde edenlere katılmamakta direndi. Allah dedi ki: “İblis! Senin neyin var ki, onlarla birlikte secde etmedin?” Dedi ki, “Kıvamına gelmiş ve kurumuş kara balçıktan yarattığın insana secde edemem.”Allah dedi ki, “Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. (Hicr 15/28-34)

“O, direnmiş, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara 2/34)

İblis’in büyüklük taslaması Adem’e değil, Allah’a karşıydı. Çünkü uygun bulmadığı, Allah’ın emriydi. Bu yüzden Allah ona, “..İn oradan, orada büyüklenmek sana düşmez; çık, sen alçağın te­kisin” demişti. (Araf 7/13)

İblis, Allah’ın ne varlığını, ne birliğini inkar etmiştir. Sapık sayıldıktan sonra bile şöyle demiştir:

“..Doğrusu ben Allah’tan korkarım, Allah’ın cezası pek ağırdır.” (Enfal 8/48)

İblis ahirete de inanır. Çünkü kovulunca şöyle demişti: “Rabbim! Hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.” (Hicr 15/36)

Allah’ı, melekleri ve ahirette yeniden dirilmeyi kabul eden böyle birine bir çok kimse “iyi Müslüman” diye bakabilir. Üstelik İblis kâfir olduğu zaman, ne inanacağı bir pey­gamber ne de indirilmiş kitap vardı. Onun kâfirliği, bir konuda Allah’a şart ileri sürmesi ile başladı.

Tanrı tanımaz denen ateistler de öyledir. Onlar da her konuda, kendi şartlarına uyarlar. Allah’ın emirlerinden kendilerine uygun geleni beğenir, gelmeyeni reddederler. Sıkışınca da Allah’a sığınır ve ondan yardım isterler. Bunların tanrısı önce kendileri, sonra Allah’tır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kendi arzusunu kendine tanrı edineni görmen gerekmez mi? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen zannediyor musun ki, onların çoğu söz dinler veya aklını çalıştırır? Onlar; koyun, sığır ve deve gibidirler; hayır, daha düşük seviyededirler.” (Furkan 25/43-44)

“Kendi arzusunu kendine tanrı edineni görebildin mi? Bilgili olduğu halde Allah onu sapık saymış, kulağına ve kalbine izler koymuş, gözünün önünde perde oluşturmuştur. Allah sapık saydıktan sonra onu kim yola gelmiş kabul edebilir? Kafanızı kullanmaz mısınız?” (Casiye 45/23)

Herkeste ebedi yaşama duygusu vardır. Her insan, hiç ölmeyecekmiş gibi davranır. Ahiret inancı bu duyguyu tatmin eder. Kendini tanrı edinenlerinden kimileri duygularını reenkarnasyon ile tatmine çalışırlar. Yani öleceklerini ve yeni bir bedenle tekrar dirileceklerini söylerler.

“Derler ki; “Bu dünyadaki hayatımızdan başkası yoktur. Ölürüz ve diriliriz; bizi mahveden, sadece yaşlanmadır.” Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece tahmin yürütürler.” (Casiye 45/24)

Kimileri de ölümle her şeyin biteceğini ve hesap gününün yalan olduğunu söyleyerek duygularını bastırmaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“O yalan sayanların, o gün başlarına gelecek var!

Hesap gününü yalan sayanlar var ya, işte onların…

Onu, taşkınlık eden ve günaha düşkün olanlardan başkası yalan saymaz.

Onlara ayetlerimiz okununca “Eskilerin masalları…” derler.

Yok, öyle değil; aslında onların yapıp ettikleri şeyler kalplerini paslandırmıştır.

Onlar o gün Rablerinden uzak kalacaklardır.

Sonra onlar Cehennemde kızartılacaklardır.

Sonra onlara şöyle denecektir: “Sizin yalan sayıp durduğunuz işte budur. (Mutaffifîn 83/10-18)

2- Aracı Tanrı Arayanlar

İnsanlardan kimi, kendi ile Allah arasında aracılık yapacağını hayal ettiği şeylere tutulur. Oysa bu boş bir kuruntudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Biz bu Kitabı sana gerçeklerle dolu olarak indirdik. Öyle ise sen bu dini, Allah için saf ve duru halde tutarak Allah’a kul ol.” (Zümer 39/2)

Dini, Allah için saf ve duru tutmak, Kur’ân’a uymakla olur. Bunu, dini kullanarak dünyalık elde etmeyi düşünmeyenler yapabilirler. Onlar, din tebliği yaptıkları kişilere, peygamberlerin söyledikleri şu sözü söylerler:

“Sizden, bu yaptığıma bir karşılık beklemem. Bu herkese, sadece görevini hatırlatmadır, o kadar”. (En’am 6/90)

Dini kullanarak dünyalık elde etmek isteyenler, dini kendilerine uydururlar. Bunu ancak o din hakkında yeterli bilgiye sahip olanlar yapabilirler. Onların hedef kitlesi, doğru yolda olanlardır.

Her insan gibi, doğru yola girenlerin de bazı istekleri ve gelecekle ilgili endişeleri vardır. Tuzakçılar, asıl oyunu burada oynarlar. Din büyüklerine, Allah’a ait bazı özellikler yükler, onların aracılığı ile sunulan isteklerin kabul edileceğini ve Ahirette şefaatlerinden yararlanılacağını, üstüne basa basa söylerler. Allah’ın kitabını da buna uygun yorumlar, aykırı gelen ayetleri başka tarafa çekerler.

Hepsi de ölmüş olan o büyükleri, kendileri temsil ederler. Buna layık olduklarını göstermek için farklı giyinir, farklı konuşur ve farklı davranırlar. Büyüklere ait olduğunu söyledikleri hayali hikayelerle kendilerine destek ararlar.

Aklını kullanan herkes, bunun bir oyun olduğunu anlar, ama arzuları okşadığı için bir çok kimse bundan etkilenir. Böyle kimseler başlangıçta, akıllarıyla duyguları arasında çatışma yaşarlar. Sonra duyguları ağır basar ve tuzağa düşerler. Daha sonra en küçük tesadüfü tuzakçıların kerameti sayar, onlara kul-köle olurlar. Hepsi de bu oyunun farkında olduğu için bir suç çetesi gibi birbirlerine kenetlenirler.

Allah’a yönelen her insan bu tuzaklarla karşılaşır. Bu gibiler çoğunlukla duygu yüklü olurlar. Onların duyguları, çevrelerinde oluşturulan yoğun hurafe bombardımanı ile birleşince tuzağa düşmeleri kolaylaşır. Nesilden nesile yapılan eklemelerle Allah’ın dininden uzak, ama onu istismar eden büyük bir cemaat ortaya çıkar.

Müşrikleri biraz yakından görmeye çalışalım.

a- Müşrik, Allah’a İnanır

Müşrik, ortak koşan anlamınadır. Ortaklık en az iki şey arasında olur. Müşrik için bunların birincisi daima Allah’tır. Onun müşrik olması; bir varlığı, Allah’a has özeliklerden bazısına sahip görmesi sebebiyledir.

Hiç kimse, şirke sağlam bir gerekçe bulamaz. Ama Allah’a yakın olduğuna ve manevi yardım yapacağına inanılan kimselerin etrafında bir cemaat oluşur. Onlara katılanlar orada olmanın bazı faydalarını görebilirler. Bunları oraya bağlayan, bu menfaat ilişkisidir. Şu ayet, ona dikkat çekmektedir:

(İbrahim şöyle) “demişti: “Allah ile aranıza koyduğunuz putlara tutulmanız sadece bu hayatta birbirinize karşı bir sevgi ortamı oluşsun diyedir. Sonra, kıyamet gününde biriniz diğerini tanımayacak ve biriniz diğerine lanet edecektir. Varacağınız yer o ateştir; size yardım eden de  olmayacaktır.” (Ankebût 29/25)

Bunlar, din adı altında, menfaate dayalı bir örgüte katıldıklarının farkındadırlar. Bu sebeple, yarın Allah’a karşı şunu diyemeyeceklerdir:

“Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin?” (Araf 7/174)

Çünkü şirke düşenler; “…Allah’a verdikleri sözün kesinleşmesinden sonra caymış, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (yani Allah ile ilişkilerini) kesmiş olurlar.” (Bakara 2/27)

Bunlar kendilerini Allah ile aldatmış olurlar. Çünkü hedeflerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu söylerler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun yakı­nından veliler edinenler şöyle derler: “Bizim onlara kul olmamız, sa­dece bizi Allah’a iyice yaklaş­tırsınlar diyedir.” (Zümer 39/3)

Fakat bunların onları, Allah’a yaklaştıracağına dair belgeleri yoktur.

b. Müşrik Allah’a İbadet Eder

Hac ve umre, İbrahim aleyhisselamla birlikte başlamıştır. 9. hicri senede Mina’da, Ali tarafından  halka hitaben şu ayet okununcaya kadar Mekke müşrikleri bu ibadetleri, kesintisiz yap­mışlardı.

“Ey inananlar! Müşrikler sadece bir pisliktir. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaş­masınlar.” (Tevbe 9/ 28)

Arafat’ta vakfe, hac ibadetinin ana direğidir. Ama Mekkeli müşrikler hac için Arafat’a çıkmazlardı. Arafat, “hill” denen Mekke sınırlarının dışındadır. Diyorlardı ki, “Biz İbrahim’in oğullarıyız, saygın bir topluluğuz, Kabe’nin idarecileri ve Mekke’nin yerlileriyiz. Araplar içinde bize denk olan yoktur. Kimse bizim yerimize denk bir yere sahip değildir. Bizimle ilgili söylenenler hiçbir Arap için söylenmemiştir. Öyleyse hiçbir yere Harem kadar değer veremeyiz, yoksa Arapların bize olan saygıları azalır[3].” Allah Teâlâ bunu yasaklamış ve o eksiğin tamamlanmasını emretmiştir:

“Haccı ve umreyi Allah için, eksiksiz yerine ge­tirin….” (Bakara 2/196)

Hac mevsimi ile ilgili bir değişikliğin yapılmadığını da şu ayetten öğreniyoruz:

“Hac bilinen aylarda olur. Her kim o aylarda hac ibadetine başlarsa artık hac sırasında onun için eşine yaklaşmak, yoldan çıkmak ve dövüşme diye bir şey olamaz….” (Bakara 2/197)

Daha önce anlatıldığı gibi müşrikler hacılara su vermek ve Mescid-i ha­ram’ı ibadete açık tutmak gibi şeylerle övünürlerdi.

c- Müşrik Aracılara İnanır

Müşrik, Allah’ı yeryüzü krallarına benzeterek kendinden uzak sa­yar. Krala ulaşmak isteyenin, ona yakınlığı olan biri aracılığı ile ulaşmak istemesi gibi müşrik de Allah’a ulaşmak için ona yakın olduğuna inandığı birini aracı yapmak ister. Hıristiyanların İsa’yı Allah’ın oğlu, Mekkeli müşriklerin putlarını Al­lah’ın kızları[4], büyüklerinin ruhlarından yardım umanların da onları, Allah’ın özel dostları say­maları bundandır.

Müşrik aracıyı, manevi gücü olan bir varlık sayar, ona yakınlık için kurbanlar sunar, hatırası karşısında saygı ile eğilir. Onunla ilişkilerini canlı tutar ki, o da onun, Allah ile ilişkilerini canlı tut­sun. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İnsanlar arasında Allah’ın yakınından endâd edinenler vardır. Onları, Allah’ı sever gibi sever­ler.” (Bakara 2/165)

Endâd, nidd’in çoğuludur. Nidd, Allah’a ben­zer bazı niteliklere sahip görülen ve aykırı şeyleri savunabileceğine inanılan varlıktır[5]. Allah’ın onları kırmayaca­ğına, gerekirse Allah’a, onun istemediği bir şeyi kabul ettirebileceklerine, onların bu gücü Allah’tan aldıklarına inanılır.

Bir de müşrikler, bu arabulucuların kendilerine şefaatçi olacaklarına inanırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’a karşı yalan uydurandan veya onun ayetleri karşısında yalan söyleyenden daha zalim kim olabilir? Bu suçu işleyenler umduklarını bulamazlar.

Onlar, Allah’tan önce öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne faydası olur ne de zararı. Derler ki, ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ De ki: “Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi ona haber veriyorsunuz?” Allah, onların şirkinden uzaktır ve yücedir.” (Yunus 10/17-18)

Peygamberler insanları, yalnız Allah’a kul olmaya çağırmışlardır[6]. Yalnız Allah’a kul olan, yardımı yalnız ondan ister. Müslümanlar, namazların her rekatında Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha 1/4) derler.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: “Allah ile kendi aranıza koyup yardıma çağırdıklarınıza kul olmam bana yasaklandı. Bu yasak, Rabbimden bana, açık âyetler geldiği vakit kondu. Ben varlıkların sahibine teslim olmam için emir aldım.

Sizi yaratan odur. O, önce topraktan, sonra nutfeden[7], sonra da alakadan[8] yaratır; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarır ki güçlü kuvvetli hale gelesiniz ve nihayet ihtiyar kişilere dönüşesiniz. Kiminiz daha önce ölür, kiminiz de, belirli bir süreye kadar yaşar. Belki aklınızı kullanırsınız.

Can veren odur; öldüren de o. O bir işe karar verirse, sadece “Ol” der, hemen oluverir.

Allah’ın ayetleri karşısında haklı çıkmaya çalışanları görmez misin? Bunlar nereden destek alarak halden hale giriyorlar[9]?

Bunlar öyle kimselerdir ki, hem Kitap karşısında, hem de elçilerimize gönderdiğimiz şeyler karşısında yalan söylerler. Ama  elbette öğreneceklerdir.

Hem de boyunlarında halkalar varken ve zincirlerle sürüklenirken öğreneceklerdir.

Kaynar suyun içinde sürüklenirken…Sonra ateşte kızartılacaklardır.

Sonra onlara şöyle denecek: O şirk koştuğunuz şeyler nerede? Allah ile kendi aranıza koyduklarınız vardı ya işte onlar? Diyecekler ki, “Onlar bizden ayrıldılar. Aslında biz, eskiden de Allah’tan başka bir şeyden yardım istemezdik.” Allah, o kâfirleri,  işte bu tavırlarından dolayı sapık sayar.

Başınıza gelen bu şeyler, yeryüzünde haksız yere şımarmanıza ve böbürlenmenize karşılıktır.

“Girin Cehennemin kapılarından; hiç çıkmamak üzere girin!” Kendini büyük görenlerin yeri gerçekten ne kötüymüş!” (Mümin 40/66-76)

İslam’ın dışındaki bütün dinlerde aracılık inancı vardır. Aracıların adının değişmesi ile dinlerin adı değişir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakınız. Bu sebeple içinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Kaf 50/16)

d- Müşrik, Aracıların Şefaatine İnanır

Allah Teâlâ şöyle buyurur: Onlar Allah’tan önce, kendilerine ne zarar ne de fayda verecek durumda olmayan şeylere kul olurlar. Derler ki, “Onlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir”. De ki; göklerde ve yerde Allah’ın  bilmediği bir şey var da siz onu mu haber veriyorsunuz? Öyle şey olur mu! Allah, onların şirklerinden uzaktır.” (Yunus 10/18)

e- Müşrik Şirki Reddeder

Müşrikler, asıl hedeflerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu söylerler. Allah’a yakın saydıkları bir kısım varlıklara, aracılık ve şefaatçilik görevi yükle­meleri bundandır. Bu sebeple, hiçbir şeyi Allah’a, tam ortak saymadıklarını düşünürler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onların hepsini bir araya toplayacağımız gün, ortak koşmuş olanlara şunu diyeceğiz: “Hani nerede o sizin kuruntusunu ettiğiniz şeyler?”

Onların kaçamak cevabı şu olacaktır: “Rabbimiz Allah’a and olsun ki bizler müşrik değildik.”

Bak işte, kendilerini nasıl da yalanladılar. Al­lah’a karşı eş koştukları şeyler kendilerinden na­sıl da uzaklaştı.” (En’am 6/22-24)

Müşrikler bu kaçamak tutumu dünyada da sergilerler. Mekkeli müşriklerin, Kabe’yi tavaf ederken söyledikleri şu söz de onların bu tutumlarını ele veriyor. “Emret Allah’ım, Senin hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın[10] vardır ki, onun da bü­tün yetki­le­rinin de sahibi sensin[11]. “

Müşriklerin kafası çok karışık olur. “O ortağın ve bütün yetkilerinin sahibi Allah’tır” demekle kendilerini kurtaracaklarını sanırlar. Kutup, gavs, evtad vs. adlarla andıkları kişilere olağa­nüstü yetkiler yakıştıran tarikatlar da öyledir. Onlar da bu yetkiyi Allah’ın verdiğini söyleyince işin için­den sıyrılacaklarını sanırlar.

Müşriklerin kendilerini hak yolda gördükleri ile ilgili şu ayetler üzerinde de düşünmek gerekir.

“Allah insanların bir takımını yola getirdi, bir takımı da sapkınlığa düşmeyi hak etti. Çünkü bunlar Allah’tan önce o şeytanları kendilerine evliya edindiler. Üstelik bir de kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar.” (Araf 7/30)

“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) görmezlik­ten gelirse onun başına bir şeytan sararız. O onun arka­daşı olur.

Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yola girdiklerini hesap ederler.” (Zuhruf 43/36 37)

“O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak, onlara kulluk ettiklerini kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/6)

“O saat geldiği gün suçlular ümitsizliğe gö­müleceklerdir.

Ortakları arasında kendilerine arka çıkan ol­mayacak, onlar da ortaklarını kabul etmez ola­caklardır.” (Rum 30/12-13)

f- Tanrı Edinilen Aracılar Müşrikleri Ka­bul Etmez

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onların hepsini toplayacağımız gün, o müş­riklere şunu diyeceğiz: “Haydi yerlerinize! Hem siz hem de ortak saydıklarınız…” Artık onların aralarını ayırmışızdır. O ortak saydıkları şöyle diyeceklerdir: “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Bizimle sizin aranızda tanık olarak Allah ye­ter. Doğrusu sizin bize taptığınızın farkında bile değildik.” (Yunus 10/27-28)

“Kendilerine dayanak olsun diye, Allah’ın yakı­nından tanrılar edindiler. Tam tersi; onlar bunların ibadetlerini tanıma­yacak ve bunlara düşman olacaklardır.” (Meryem 19/81-82)

g- Akıl Şirki Reddeder

Aklını kullanan hiç kimse şirki kabul etmez. Müşriklerin tek dayanağı, büyüklerden duy­dukları şeyler, yani gelenektir. Bu sebeple Kur’ân, insanı aklını kullanmaya çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah o pisliği aklını kullanmayanların üs­tüne bırakır.” (Yunus 10/100)

Kur’ân bir de atalardan gelenleri akıl süzge­cinden geçirmeye çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

“Onlara, ‘Allah ne indirmişse ona ve o Elçi’ye gelin.’ Denince; ‘atalarımızda ne bulmuşsak o bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bil­mez, doğru yolu da tutmaz kimseler idiyse?..” (Maide 5/104)

Müşriklik boş bir kuruntudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Allah’ın yakınından ortaklar çağıranlar as­lında o ortaklara uymazlar; onlar sadece kendi kuruntularına uyarlar. Onlar sadece kendi ölçüle­riyle ölçer, yalan söylerler.” (Yunus 10/65)

“Şunu bilin ki, göklerde kim var,  yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın yakının­dan ortak­lar çağıranlar neyin pe­şin­deler? Onlar kendilerini sadece bir kuruntuya kaptırmışlardır. Onlarınki sa­dece saçma­lamadır.” (Yunus 10/66)

Şirk konusunda Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bile uyarılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sa­kın seni onlardan çevirmesinler. Sen Rabbine çağır; sa­kın ha! Müşriklerden olma.  Allah’la beraber başka bir tanrı çağırma. Ondan başka tanrı yoktur. Her şey yok olacak yalnız onun zatı kala­caktır. Hüküm onundur ve ona döndürüleceksi­niz.” (Kasas 28/87-88)

Bu konuda, birikimi olan herkes uyarılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizden önceki devirlerde yaşayanlardan biri­kimi olanlar, ortalıktaki kokuşmuşluğa karşı çık­malı değiller miydi? Kendilerini kurtardığımız pek azı bunu yapmıştır. O zalimler, kendilerine verilen  refahın peşine takıldılar da suçlu kim­seler oldu­lar. Yoksa senin Rabbin, halkı iyi duruma gel­miş­ken, o ülkeleri zulüm yüzünden helak edecek de­ğildi ya?” (Hud 11/116-117)

“Rablerinin huzurunda toplanacak­ları gün­den korkanları Kur’ân ile uyar; onların Alla­h’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri vardır. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51)

“Allah’ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Sakın onların heveslerine uyma. Dikkatli ol, yoksa seni, Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından saptırırlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bazı günahlarına karşılık onların başına bir kötülük gelmesini istiyordur. İn­sanlardan çoğu, gerçekten yoldan çıkmıştır.

Yoksa cahiliye devri[12] hükmünü mü arıyor­lar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah’ın hük­münden güzel olabilir?” (Mâide 5/49,50)

“İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve ondan inen gerçeğe içten bağ­lanması zamanı henüz gelmedi mi? Sakın daha önce kendilerine ki­tap verilen­ler gibi olmasınlar; üzerlerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. On­lardan çoğu yoldan çıkmıştır.” (Hadîd 57/16)



[1] İbn Hişam, Siret’un-Nebî, M. Muhyiddin Abdülhamid’in tahkikiyle, Beyrut, 1401/1981, c. I, 216.

[2] Ayet doğru anlaşılsın diye tefsiri mana verilmiştir.

[3] İbn Hişam, Siret’un-Nebî, c. I, 216.

[4] Muhammed b. Cerîr etTaberî, Cami’ulbeyân fî tefsîr’ilKur’an (Taberi Tefsiri), Beyrut 1412/1992, c. 11, s 519, Necm 19. Ayet.

[5] Bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, nidd maddesi, Daru Sâdır, Beyrut, c. III, s. 420.

[6] Konu ile ilgili ayetlerden bir kaçı şunlardır: En’am 6/56, Ra’d 13/36, Zümer 39/11.

[7] Meniden.

[8] Ana rahminde asılı duran canlı.

[9] Ayet doğru anlaşılsın diye tefsiri mana verilmiştir.

[10] Kabe’nin etrafındaki her put bir kabileye aitti. Herbiri kendi putu aracılığı ile Allah’a ulaşmaya çalıştığından her  müşrikin  bir putu vardı.

[11] Müslim, Hacc, 3,  22-1185.

[12] Mekkelilerin Müslüman olmadan önceki dönemine cahiliye devri denir.

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk 1 -Prof. Abdulaziz Bayındır

Şeytan Allah’a şöyle demişti: “…And olsun, insanlar için senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağla­rından, sollarından sokulacağım. Göreceksin, onların çoğu sana teşekkür etmeyecektir.” (Arâf 7/16-17)

Şeytan insandan ve cinden olur[1]; tuzağını doğru yolun üstüne kurar. Onun en büyük tuzağı, şirk tuzağıdır. Çünkü “Allah şirki bağışla­maz, onun dışında kalanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

Şirk, ortak etmek demektir. Allah’a şirk koşmak, ona ait özelliklerden birini veya bir kaçını başka bir varlıkta da görmektir. Bu varlık daha çok Allah’a yakın sayılan din büyükleri arasından seçilir. Şeytanlar, onların Allah’ın dostu olduğunu, Allah ile olacak işlerde destek vereceklerini, arabulucu ve şefaatçi olacaklarını fısıldarlar. Onlara teslim olmak gerektiğini, üzerine basa basa söylerler.

Akıl ve Kur’ân, bu tuzağın iki büyük engelidir. Şeytanlar, engelleri aşmak için dinin akıl değil, gönül işi olduğunu ve Kur’ân’ı herkesin anlayamayacağını söylerler. İnsanların önüne, kendilerinin kutsadığı başka kitaplar koyar ve okumalarını isterler. Bu tuzağa düşenler, Kur’ân’a olan saygılarını kaybetmezler ama onu anlayamayacaklarını kabul ederek Kur’ân’ı, kendilerine kapalı sayarlar. Sonra bu şeytanlar, uydurdukları yeni ibadet türlerini devreye sokarak çokça ibadet tavsiye eder ve insanların doğru yolda olduklarından emin olmalarını sağlarlar. Onlar da bunları Allah’ın dostu bilip kul-köle olurlar. Sonunda kendilerine olan güvenleri kaybolur ve doğru yolla ilişkileri kesilir ama kendilerini o yolun ortasında sanırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) görmezlik­ten gelirse onun başına bir şeytan sararız. O onun arka­daşı olur.

Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yola girdiklerini hesap ederler.” (Zuhruf 43/36-37)

Allah adına konuşmak da çoğu insanın düştüğü tuzaklardandır. Bu konuda ya Allah’ın gücüne, ya büyüklerin sözlerine yahut kitaplardaki hurafelere dayanılır. Yanlış söz söylememek için Kur’ân’a bakmak gerekirken Kur’ân’ın, bu yanlışları destekleyecek şekilde yorumlanması işi çığırından çıkarır.

Bu kitabın amacı, iyi müslüman olmak için yola çıkanların kolayca düştüğü bu tuzakları, Kur’ân ışığında ortaya çıkarmak ve uyarılar yapmaktır. Bizim hatalarımızı görenlerin de aynı şekilde bizi uyarmasını bekli­yoruz.

Gerçeği anlamak kolay, kabul etmek zordur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bir cemaati yola getirdikten sonra, ne­den sakınacaklarını açıkça kendilerine bil­dirmeden Allah’ın onları yoldan çıkarma ihti­mali yoktur.” (Tevbe 9/115)

“Allah’a karşı yalan uyduran, ya da o gerçek kendisine gelince ona karşı yalan söyleyip durandan daha zalim kim olabilir? O nankörler için Cehennem’de yer mi yok?

(Allah diyor ki;) Her kim bizim uğrumuzda gayret gösterirse onları kesinkes yollarımıza sokarız. Allah, kuşku­suz iyi davrananlarla beraberdir”. (Ankebût 29/68-69)

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki, Rabbim sadece şunları haram etti: “İster açık, ister gizli olsun, her türlü fuhuş[2], ism[3], haksız saldırı, Allah’ın hakkında bir belge indirmediği şeyi ona şirk koşmanız ve Allah hakkında bilmediğinizi söylemeniz.” (Araf 7/33)

Şirk, ortak etmek demektir. Allah’a şirk koşmak, ona ait özelliklerden birini veya bir kaçını başka bir varlıkta da görerek onu o konuda Allah ile ortak saymaktır. Bunu kabul edene müşrik denir. Müşrik, o varlığı Allah ile kendi arasında aracı yapar ve ona kul-köle olur. Kur’ân’ın hemen her sayfasında bununla ilgili uyarılar bulunur. Çünkü bu, bağışlanmaz bir suçtur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah şirki bağışla­maz, bunun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

Müşrik tevbe ederse bağışlanır; ilk Müslümanlar, şirkten tevbe edip İslam’a girmişlerdi. Öyleyse şirkin dışında kalan günahları işleyen kişi, tevbe etmeden ölse bile, tamamen bağışlanabilir.

Şirk konusunda, peygamberler bile uyarılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “(Ya Muhammed,) Sana da, senden ön­ceki elçilere de şu, kesin olarak bildiril­miştir: “Eğer şirke düşersen yaptığın yanar gider ve sen kaybeden­lerden olursun. Hayır; yalnız Allah’a kulluk et ve şükre­den­ler­den ol.” (Zümer 39/64-66)

Peygamberlerin bile sertçe uyarıldığı şirk konusuna gereken önem verilmelidir. Yoksa yapılan iyi işlerin ve ibadetlerin sevabı yok olur gider.

I- DİN

Din konusunda insanı en çok aldatan, Allah’ı var ve bir kabul etmenin yeterli olacağı kuruntusudur. Oysa onun varlığını herkes kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden nesillerini aldığında onları kendilerine karşı şöyle şahit tuttu: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da: “Evet Rabbimizsin. Biz buna şahidiz.” dediler. Artık kıyamet günü; “biz bunun farkında değildik” diyemezsiniz. Şunu  da diyemezsiniz: “Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. O batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin?” İşte o belgeleri böyle açık açık anlatırız. Belki dönerler”. (Araf 7/172-174)

Halk arasında “bezm-i elest’te alınan misak” veya “elestu birabbikum” denen bu olay, insanın, açık ve net olarak, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmesi olayıdır. Ayet bu işlemin, Adem oğullarının “bellerinden nesillerinin alınması” sırasında kesinleştiğini bildirmektedir. Neslin belden alınması, nesli devam ettirecek tohumun alınmasıdır. Kişi bu duruma geldiği gün erginlik çağına girer.

İnsan, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren Allah’ın âyetlerini okumaya başlar. Çünkü Allah’ın ayetleri yalnız Kur’ân’da olanlar değildir. Tüm varlıklarda; göklerde, yerde, hayvanlarda, bitkilerde hasılı her yerde onun ayetleri vardır[4]. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz onlara hem dış çevrede hem de kendi içlerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz; sonunda onun (o Kur’ân’ın) doğru olduğu onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır.” (Fussilet 41/52)

İnsanın dış çevresinde ve kendi iç aleminde okuduğu âyetler, ona bir yaratıcının olduğunu haber verir. Bu sebeple insan, henüz çocuk yaşta iken Allah ile ilgilenmeye başlar. Bu konuda çevresini soru yağmuruna tutar. Sonunda Allah’ın var ve bir olduğunu tam olarak kavrar. Karşısına çıkan bu âyetlerle sanki Allah ona, “Ben senin rabbin değil miyim?” diye sorar. O da tam bir kararlılıkla “evet, Rabbimsin, ben buna tanıklık ediyorum” der. İnsan bu âyetleri ömür boyu okuduğu için onun Allah ile ilgisi sürekli canlı kalır. Benzeri sorularla kendi iç aleminde hemen her gün karşılaşır.

Müşrik, ortak koşan demektir. Ortaklık için en az iki varlık gerekir. Bunlardan birincisi daima Allah’tır. Allah’ın var ve bir olduğunun sayısız delili olduğu halde ortak koşulan varlıklarla ilgili bir delil yoktur. Bu sebeple hiçbir müşrik, kendi için haklı bir gerekçe bulamayacak ve şu sözü söyleyemeyecektir:

“Önceden ortak koşanlar atalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin.” (Araf 7/174)

Erginlik çağı önemlidir. Sorumluluk bu çağda başlar. Babaları aksini söylese de erginlik çağına giren insan, Allah’ın varlığına ve birliğine, onun tüm varlıkların sahibi ve efendisi olduğuna kesinkes tanık olur. Kimi bunu açığa vurur. Kimi de önemli olaylar karşısında ortaya çıkarır.

Kendilerine tanrıtanımaz diyen ateistler Allah’ı işlerine karıştırmak istemeyenlerdir. Onlar kendilerini tanrılaştırır ve kendilerinin efendisi olmaya çalışırlar. Diğer müşrikler ise Allah ile beraber başka efendiler bulur, onları Allah’a benzer konuma getirir ve ilişkilerini onlar aracılığıyla yürütmeye çalışırlar.

Kur’ân’da sıkça, zikir kökünden türemiş kelimeler geçer. Zikir, bir bilgiyi zihinde, kullanıma hazır tutma, onu kalbe ve dile getirme ve hatırlama anlamlarına gelir[5]. Zihinde var olan bilgiyi harekete geçirmeye de tezekkür denir. İnsan, doğumundan ölümüne kadar, Allah’ın ayetleri ile yüz yüze yaşar. Allah’ın âyetleri, onun indirdiği kitaplarda olanlarla sınırlı değildir. İnsanın hem dış çevresinde, hem de iç aleminde olan ayetler de vardır. İnsan, çoğu bilgiyi, dış çevreden ve kendi iç aleminden okuduğu âyetlerden alır. Bu sebeple onlar tabii hukukun ve ahlakın evrensel kurallarını gösterirler. Kur’ân’ın, Tevrat’ın, İncil’in ve diğer ilahi kitapların ortak adı da “Zikir”dir[6]. Çünkü dış çevrede ve insanın iç aleminde olan âyetlerle Kur’ân âyetleri arasında tam bir uyum vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz onlara hem dış çevrede hem de kendi içlerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz; sonunda onun (Allah’ın gösterdiği yolun) doğru olduğu onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır. ” (Fussilet 41/52)

Bu sebeple peygamberler insanları tezekküre, yani zihinlerine kazılı bilgilerden yararlanmaya çağırmışlardır. İbrahim aleyhisselamın müşriklere, “… tezekkür etmez misiniz?[7]yaniçocukluğunuzdan beri edindiğiniz bilgilerle benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınız yanlışı görmez misiniz?” demesi bundandır.

Bilindiği gibi İbrahim aleyhisselamın kavmi, gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını ama “melekûtunu” yani yönetimini güneşe, aya ve yıldızlara bıraktığını iddia ediyorlardı. Bu varlıkları yerel yönetici gibi görüyorlar, her birine bir ruhâniyet veriyorlardı. Bu sebeple isteklerini onlara sunuyorlar, Allah ile ilişkilerini onlar aracılığı ile yürütmeye çalışıyorlardı. Onların heykelleri karşısında saygıyla eğiliyor, onlara kurbanlar sunarak ilgilerini çekmeye çalışıyorlardı. Bu, onları Allah’a ortak saymaktı. Sosyal yapıyı da buna göre oluşturmuşlardı. İbrahim aleyhisselam, yaptığı gözlemler sonucunda onların yönetimde pay sahibi olamayacağını açıklayınca tehlikeli olmaya başlamıştı. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İşte böyle. İbrahim’e göklerin ve yerin yönetimini gösterdik ki, kesin bilgisi olanlardan olsun.

Gecenin karanlığı üzerine çökünce bir yıldız gördü, “Bu benim Rabbimdir” dedi. Işığı kaybolunca, “Ben ışığı kaybolanları istemem.” dedi.

Ayı doğarken gördü, “bu benim Rabbimdir” dedi. Onun ışığı da kaybolunca “Rabbim bana doğru yolu göstermezse gerçekten ben de yoldan çıkmış olan bu kavimden biri olurum” dedi.

Güneşi doğarken gördü “İşte benim Rabbim budur; bu daha büyük” dedi; onun ışığı da kaybolunca dedi ki; “Ey kavmim! Sizin ortak saydığınız ne varsa ben onların hepsinden uzağım.”

“Ben yüzümü dosdoğru, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben ortak koşanlardan değilim.”

Kavmi onunla tartışmaya girince İbrahim dedi ki, “Siz benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? Hem de bana doğruyu göstermişken. Ben ona ortak saydıklarınızdan korkmam. Ama Rabbim bir şeyi dilemişse o başka. Rabbim her şeyi bilgisiyle kuşatmıştır. Tezekkür etmez misiniz?” (En’am 6/75-80)

“Tezekkür etmez misiniz?” demek, “benim gördüğümü sizler de görüyorsunuz; bunların yönetimde etken olamayacaklarını, sizler de anlamışsınızdır. Bu bilginizi kullansanız olmaz mı?” demektir.

İbrahim aleyhisselam onlara; “Ben yüzümü dosdoğru, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben ortak koşan biri değilim.” Dediği zaman onlardan hiçbiri; “gökleri ve yeri yaratan da kim?” diye sormamıştır. Çünkü onu zaten biliyorlardı.

Sonra sözlerine şöyle devam etti: “Ona ortak saydığınızdan ben niye korkayım? Ama siz, delil olarak indirdiği bir şey yokken,  Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. Bu iki taraftan hangisi, güvende olmaya  daha layıktır? Eğer bilginiz varsa söyleyin.” (En’am 6/81)

Ortak koşan en az iki tanrı tanır. Bunların birincisi daima Allah’tır. Diğeri ise aracılık yaptığına inandığı şeydir. Bu konuda tek dayanağı, büyüklerinden duy­duklarıdır. Bunlar akıllarını kullanmazlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlara, “Allah ne indirmişse ona ve o Elçi’ye gelin” denince şöyle derler: “Atalarımızda ne bulmuşsak o bize yeter”. Ya ataları bir şey bil­mez, doğru yolu da tutmaz kimseler idiyse ne olacak?” (Maide 5/104) Allah o pisliği aklını kullanamayanların üs­tüne bırakır.” (Yunus 10/100)

Allah’ın var ve bir olduğunu şahsi gözlemlerimizle kavrarız. “Eşhedu en lâ ilâhe illallah” yani “Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” dememiz bundandır. Bunun için peygambere ihtiyaç olsaydı “Ben tanıklık ederim ki…“ yerine “Şu peygamberin bildirdiğine göre…” demek gerekirdi. Bu sebeple hiçbir peygamber Allah’ın varlığını ispatla meşgul olmamış, ama Allah’tan başka tanrı olmadığını, yalnız ona kul olmak gerektiğini anlatmakla meşgul olmuştur. Zaten aklını çalıştıran herkes bunun böyle olduğu kolayca görebilir. Peygamberlere karşı çıkanlar daima, yanlış inanç üzerine kurdukları düzenin bozulacağından korkanlar ile onların etkiledikleri kişiler olmuşlardır.

Peygambere ve getirdiği kitaba inananlar da zamanla kitabı kendilerine uydurmaya, bir çok ayetini görmemeye ve buna göre bir hayat kurmaya başlamışlardır. Yahudi ve Hıristiyanlar ile Müslümanlardan bazıları bu gruba girerler.

A- ALLAH İLE ALDANMA

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Allah’ın size olan nimetini düşünün. Size gökten ve yerden rızık veren, Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? Hayır, ondan başka tanrı yoktur. Nasıl iftiraya sürükleniyorsunuz?

Sana yalan söylerlerse senden önce nice peygambere de yalan söylendi. Her işin sonu Allah’a varır.

Ey insanlar! Allah’ın verdiği söz doğrudur; sakın sizi bu hayat aldatmasın. O çok aldatan (şeytan), sakın sizi  Allah ile aldatmasın.

O Şeytan size düşmandır; onu düşman bilin. O, kendine taraf olanı, çılgın alevlere arkadaş olmaya çağırır.

Bu uyarıları göz ardı edenler, çetin bir azap görürler. İnanan ve iyi işler yapanları da bağış ve büyük bir ödül beklemektedir.” (Fatır 35/3-7)

“De ki: “Şu ortaklarınıza, Allah ile aranıza koyup yardıma çağırdıklarınıza dönüp baktınız mı? Gösterin bana, onlar bu toprakların hangi parçasını yaratmışlardır? Yoksa göklerde ortaklıkları mı var? Ya da onlara yazılı bir belge verdik de ondaki açık hükümlere göre mi davranıyorlar? Hayır; bu zalimlerden birinin diğerine verdiği söz, onu aldatma dışında bir anlam taşımaz.” (Fatır 35/40)

“Ey insanlar! Rabbinizden sakının; bir günün korkusunu taşıyın ki,, o gün ne baba oğlu adına ödeme yapabilecek, ne de oğul babası adına bir ödemede bulunabilecektir. Allah’ın verdiği söz doğrudur; sakın bu hayat sizi aldatmasın. O çok aldatan (şeytan), sakın sizi Allah ile aldatmasın. (Lokman 31/33)

Allah ile aldatmanın birkaç şekli vardır:

1- Allah ile Peygamberlerini Ayırma

Daha önce üzerinde durulduğu gibi her insan Allah’a inanır ve bu inancını bir şekilde ifade eder. Tanrıtanımaz diye adlandırılan ateist de öyledir. Adına ister Doğa, ister Gök Tanrı isterse ne denirse densin, Allah’ı inkar mümkün olmadığından tanrıta­nımaz, baba­sını tanımazlık edene benzer. O, sıkışınca nasıl ba­basının desteğini ararsa bu da Allah’ın desteğini arar. Allah’ın her şey vermesini ama emir vermemesini ister. Böyle birinin peygambere inanması beklenemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’ı ve peygamberlerini göz ardı eden, Allah’la peygamberleri arasını ayırmak isteyen, Allah’a inanır peygamberi tanımayız, diyen ve ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçek kâfirlerdir. O kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine inananlara ve onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince  Allah, işte  onları ödüllendirecektir. Allah bağışlar, ikramı çoktur.” (Nisa 4/150- 152)

Peygamber tanımayanlarla yaptığımız bazı görüşmeler şöyledir:

Peygamber tanımaz– Benim Allah’ıma inancım sonsuzdur.

Bayındır– Allah’a herkes inanır, bu her insan için kaçınılmazdır.

Peygamber tanımaz– Ben zaman zaman Allah’ıma sığınır, onun yardım ve desteğini isterim. Böyle yaptığım zaman rahatlar, mutlu olurum.

Bayındır– Bunu herkes yapar. Zor olan Allah’ın emirlerine uymak, yani Peygambere uymaktır. Siz Peygambere uyma yerine gönlünüzce yaşamak istiyorsunuz değil mi?

Peygamber tanımaz– Elbette. Hayat benim hayatım; buna kim karışabilir?

Bayındır– O hayatı veren Allah karışamaz mı? İşte Allah’ın elçileri, onun bu konu ile ilgili emirlerini getirirler.

Peygamber tanımaz– Ama bu konuda, bir biriyle tutarsız, saçma sapan çok şey duydum. Bunların bir çoğu hurafeden ibaret, sonradan uydurulmuş şeyler.

Bayındır– Doğru karar vermenin yolu, dini kaynağından öğrenmektir. Dinin kaynağı Kur’ân’dır. Kur’ân’ı anlayarak okuyun. Eğer onun, ancak Allah’ın kitabı olabileceği kanaatine varırsanız, Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın Elçisi olduğuna inanmak zorunda kalırsınız.

Eski bir peygamber tanımaz– Ben ateisttim. Eğer insanların din adına anlattıklarına baksaydım dinsiz kalırdım. Ben tıp doktoruyum. Bir gün Kur’ân’ı aldım ve inceledim. Maksadım Kur’ân’ın gerçekten Allah’ın kitabı olup olmadığını anlamaktı. Orada tıpla, bilhassa çocuğun ana rahminde geçirdiği safhalarla ilgili öyle bilgiler buldum ki, bunların o devirde bilinmesi mümkün değildi. Daha başka şeyler de gördüm ve kesin olarak anladım ki, bu Allah’ın kitabıdır. İşte o zaman müslüman oldum.

Bayındır- İşte böyle yapmak gerekir. Başkalarına bakarak değil, düşünerek ve araştırarak karar vermek gerekir. Bunun olmazsa olmaz şartı, Kur’ân’ı anlayarak incelemektir.

2- Sorumluluğu Allah’a Yükleme

Bir çok kimse yaptığı yanlışların sorumluluğunu Allah’a yükler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Şirke düşmüş olanlar şöyle diyeceklerdir: “Eğer Allah dileseydi şirke düşmezdik, babalarımız da öyle. Hiçbir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de aynı yalanı söylediler de baskınımıza uğradılar. De ki, “Elinizde, gösterebileceğiniz bir bilgi var mı?” Siz ancak kuruntuya uyuyor ve sadece tahmin yürütüyorsunuz. De ki: “En kapsamlı delil Allah’ınkidir. O dileseydi hepinizi yola getirirdi”. (En’am 6/148-149)

Allah’ın dilemesi yani iradesi iki türlüdür; biri teşriî, diğeri tekvînî iradedir. Tekvînî irâde Allah’ın bir şeyi yaratma konusundaki iradesidir. Yaratmak istediği şeye, “ol” deyince oluverir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bir şeyi istediği zaman onun işi sadece “ol” demektir; o iş hemen oluverir.” (Yasin 36/ 82)

Allah’ın teşriî iradesi ise insanların davranışları ile ilgili iradesidir. O, koyduğu kanun ve kurallara uyulmasını ister ama kimseyi zorlamaz. Bu iradenin yerine gelmesi, insanın gayretine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: Bu gerçek Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen de göz ardı etsin. Ama biz, yanlış yapanlara öyle bir ateş hazırladık ki, dumanı onları içine alacaktır. yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran su ile yardımlarına koşulacaktır. Ne kötü içecek ve ne fena birliktelik!” (Kehf 18/29)

Allah Teâlâ, din konusunda baskı yapmadığı gibi kimsenin baskı yapmasına da razı olmaz. O bu konuda Muhammed aleyhisselamı şöyle uyarmıştır:

“Rabbin dilese, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan inanır. İnanıncaya kadar insanları, sen mi baskı altında tutacaksın?” (Yunus 10/99)

“Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya ve onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa hiç durma! Allah dilese onları kolayca doğru yolda top­la­yıverir. Sakın ha, cahillerden olma!” (En’am 6/35)

Allah Teâlâ, istekli olmayan hiç kimseyi yola getirmez. O, şöyle buyurur:

“Allah kâfir toplumu yola getirmez.“ (Maide 5/67)

“Allah zalim toplumu yola getirmez“ (Tevbe 9/199)

“Allah fasık toplumu yola getirmez. “ (Tevbe 9/24)

Allah, yalnızca istekli olanları yola getirir. Bu konuda şöyle buyuruyor:

“Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara açıklamayı iyi yapsın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir[8]. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim 14/4)

İnsanın yola gelmesi, istekli olarak Allah’a yönelmesine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah, isteyeni sapıklıkta bırakır, kendine yöneleni de yola getirir.” (Ra’d 13/27)

İyiliği sonsuz Allah, yola geldikten sonra yanlış işler yapan bir kulunu uyarmadan yoldan çıkmasını onaylamaz. Bu konuda şöyle buyurur:

“Allah bir cemaati yoluna kabul ettikten sonra, ne­den sakınacaklarını kendilerine açıkça bil­dirmeden onları yoldan çıkarması ihti­mali yoktur.” (Tevbe 9/115)

Sapıtanlar, açık uyarıları dikkate almayanlardır. Böyle bir toplum, önce refaha kavuşur, sonra hiç beklemediği bir anda cezaya çarptırılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ne zaman ki yapılan uyarıları göz ardı etti­ler, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenlerle tam ferahladıkları bir sırada onları kıskıvrak yakaladık. Hepsi bir anda umut­suzluğa düştüler.” (En’am 6/44)

Allah, uyarılmamış bir topluma ceza vermez. Bu konuda şöyle buyurur:

“Kim yola gelse kendi için gelir. Kim de sapsa kendi aleyhine sapar. Kimse kimsenin günahını çekmez. Bir elçi gönderinceye kadar kimseye azap etmeyiz.” (İsra 17/15)

3- Yanlış Tevekkül

Tevekkül, bir işte aciz kaldığını kabul edip onu başkasına bırakmaktır[9]. Allah’a tevekkül ise, bir işte yapabileceği her şeyi yapıp gerisini Allah’a bırakmak olur. Fakat tevekkül zamanla, kendini yormadan “işi Allah’a bırakma” şeklinde anlaşılmıştır. Bazı âyetler de buna göre yorumlanınca tembelliğe açık ama gelişmelere kapalı ve sorumluluğu Allah’a yükleyen bir davranış biçimi ortaya çıkmıştır. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İnsanın çalışmasından başkası kendinin değildir.” (Necm 53/39)

“İnsanlardan kimi der ki: “Rabbimiz! Bize ne vereceksen, bu dünyada ver!” Onun Ahirette alacağı bir şey kalmaz. Onlardan kimi de şöyle der: “Rabbimiz! Bize bu dünyada güzellik ver, Ahirette de güzellik ver. Bizi o ateşin azabından koru!

Onlardan her birine kazandıklarından bir pay vardır. Allah hesabı çabuk görür.” (Bakara 2/200-202)

Demek ki, dünyayı isteyen çalışmak zorundadır. Hem dünyayı hem ahireti isteyen de çalışmak zorundadır. Çalışmayana bir şey yoktur. Başarının iki şartı vardır; biri istemek, diğeri gerekli güce sahip olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Senin Rabbin rızkı, isteyen ve gücü yeten için yayar. O, kullarının içini bilir ve onları görür.” (İsra 17/30)

Yeryüzünde ekmek, peynir, et vs. hazır vaziyette yoktur. Ama Allah, onları elde etme imkanlarını yaratmıştır. Bu imkanları kullanmayanlar, o nimetlere ulaşamazlar. O, şöyle buyurur: “Allah yeryüzündeki yiyecekleri, dört günde belirlemiştir. Bunlar araştıranlar için eşit uzaklıktadır.” (Fussilet 41/10) Kim gerekli çalışmayı yaparsa o nimetlere ulaşabilir.

Bulunduğumuz bölgede Allah, hangi nimet ve imkanları yaratmışsa ancak onları bulabiliriz. Allah kendine şöyle seslenmemizi istemiştir: “… Dilediğine hesapsız rızık verirsin.” (Al-i İmran 3/27)

İmkanlar bol olsa ama gerekli güce sahip olmazsak veya gücümüz olduğu halde çalışmazsak elimize bir şey geçmez. Bu sebeple gerekli gücü elde etmeli ve başarı için elden geleni yapmalıdır. Kuraklık, aşırı yağmur ve deprem gibi afetlere karşı gücümüz olmadığından o gibi konularda da bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmeliyiz.

Tefsir ve meallerde bazı ayetlere farklı anlam verilerek, yanlış tevekkül anlayışı körüklenmiştir. Mesela yukarıda mealini verdiğimiz İsra 17/30. âyetine şöyle meal verilmiştir:

“Senin Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. O, kullarının içini bilir ve onları görür.”

Farklı anlamın sebebi, ayetteki “يَشَاء = ister” ve “ يقدر = gücü yeter” fiillerinin faili olan “o” zamirinin neyi gösterdiği ile ilgili tercihtir. Arapça’da zamir en yakınını gösterir, uzak için karine gerekir. Böyle bir karine olmadığından burada zamir, “مَن = kim’i gösterir. Ama tefsir ve meallerde zamirin, uzakta bulunan الله lafzını gösterdiği kabul edilmiştir. Buna bir örnek de Sebe’ suresinin 39. âyetidir. Elimizdeki mealler şu şekildedir:

“De ki: “Doğrusu Rabbim, kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar[10]

Arapça bakımından doğru anlam şöyle olur:

“De ki: “Rabbim, kullarından istekli olan ve gücü yeten herkes için rızkı yayar”

4- Allah’ın Affı ile Aldanma

Çok kimse, “Allah bize niye azap etsin ki?” “Yarattığı, besleyip büyüttüğü kuluna azap eder mi?” gibi sözlerle kendini aldatır. Kimileri de yaptıkları bazı iyi işlerin kurtuluşlarına sebep olacağını sanır. Bedir’de Peygamberimizin amcası Abbas ve arkadaşları esir olunca Müslümanlar onları müşrik oldukları için ayıplamışlardı. Abbas şöyle dedi: “Vallahi biz de Mescid-i Haramı ibadete açık tutar, sıkıntıda olanın sıkıntısını giderir, Kabe’yi korur, hacılara su dağıtırız.” Bunun üzerine şu ayet indi[11]:

“Siz, hacca gelenlere su vermeyi, Mescidi Haramı ibadete açık tutmayı, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihat eden kişinin yaptığı ile bir mi tutuyorsunuz? Hayır, Allah katında bunlar bir tutulamazlar. Allah zalimler topluluğunu doğru yola getirmez.” (Tevbe 9/19)

Kendini Allah’ın affı ile aldatanların ahiretteki durumu ile ilgili ayetlerden biri şudur: “Yanlış yapanların elinde bu dünyanın bütün malları ve bir o kadarı daha olsa, kıyamet günündeki azabın verdiği sıkıntıdan kurtulmak için feda ederlerdi. Çünkü onların Allah’tan beklemedikleri şeyler, karşılarına çıkacaktır.” (Zümer 39/47)

Allah inananları da bir çok imtihandan geçirecektir. O, bu konuda şöyle buyuruyor:

“Elif, Lam, Mim. İnsanlar ne sanıyorlar, inandık dediler diye denemeye tabi tutulmadan bırakılacaklar, öyle mi?

Doğrusu, biz onlardan öncekileri denedik. Allah, doğru olanları elbette ortaya çıkaracaktır. Elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.

Yoksa, kötülük yapanlar elimizden kurtulacaklarını mı hesap ediyorlar? Ne de kötü karar veriyorlar!

Kim Allah’a kavuşma umudu içinde ise Allah’ın belirlediği vakit, kesin olarak gelecektir.  O işitir ve bilir.

Kim cihad ederse cihadı kendi için yapar[12].  Allah’ın kimseye ihtiyacı yoktur.

İnanan ve iyi işler yapanların kötülüklerini kesin örteriz. Alacakları karşılık da kesin olarak yaptıklarının daha iyisi ile olacaktır.” (Ankebut 29/1-7)

5- Allah’ın Gücü ile Aldanma

Bazı kimseler Allah ile ilgili olur olmaz şeyler söyler, delil olarak da “Allah’ın buna gücü yetmez mi?” derler. Bu konuda bir Şeyh ile aramızda geçen konuşma şöyledir:

Bayındır- Medine’de hacılarla soh­bet eder­ken gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceğinden bahsettim. Müridelerinizden bir hanım dedi ki; “öyle diyorsunuz ama biliyorum ki benim şeyhim, gece ya­takta kaç kere sağa sola döndü­ğümü bile bilir.”

Şeyh Efendi – Allah bildirirse bi­lemez mi? Allah’ın buna gücü yet­mez mi?

Bayındır– Allah’ın gücünün yetmediği ne var ki? Ama onun gücüyle delil getirilmez. Al­lah dilerse Elçisi Muhammed’i cehen­neme, şeytanı da cennete koyamaz mı? Onun buna gücü yetmez mi?

Şeyh Efendi – Elbette yeter.

Bayındır– Ama o, şeytanı cehenneme koyacağını Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi de cennette Makâm-ı Mahmud de­nen en üst ma­kama getirece­ğini bildirmiştir[13]. Artık Allah’ın gücü delil getirilerek buna aykırı bir iddia yapılamaz. Allah size gaybı bildire­cek değildir. (Al-i İmran 3/179) âyetinden sonra da kimse, Allah’ın gücünü delili getirip bunun aksini iddia edemez.

B- İMAN

İman, emn (أمن) kökündendir. Emn, korkuyu atıp rahatlama ve güven duyma anlamına gelir. İman, emn içine girmek, yani bir konu ile ilgili korkuları atıp ona güvenmek ve inanmak demektir. Bu sebeple iman, kesin bilgiye dayanmalıdır. Yukarıda belirtildiği gibi Allah konusunda her insan, yakın ve uzak çevresinde yaptığı gözlemlerle kesin bilgiye ulaşır. Kur’ân’da, Al­lah’ın varlığını ispatla ilgili ayet olmaması ve peygamberlerin bu konu ile uğraşmamaları  bundandır.

Allah, emirlerini peygamberleri aracılığı ile gönderir. Her peygambere, taklit edilmesi imkansız bir belge verir. Bu sebeple o belgeye mucize denir. Mucizeyi görenler, o şahsın Allah’ın peygamberi olduğunda şüphe etmezler. Son peygamberin mucizesi Kur’ân’dır.  Kur’ân üzerinde düşünen herkes, onun ancak Allah’ın Kitabı olabileceğini anlar. Onu getiren de, zorunlu olarak Allah’ın Peygamberi olacaktır.  O zaman Allah’a inanan ve güvenen her insanın, o Kitaba inanması ve güvenmesi kaçınılmaz olur.

Allah’ı bilmek ile Allah’a inanmak farklı şeylerdir. Tanıdığınız ve bildiğiniz biri için; “ben ona inanmam” dersiniz. Bu, ona güvenmediğinizi gösterir. Allah’a inanmak için ona güvenmek gerekir. Ona güvenmek, onun bütün emir ve yasaklarına güvenmekle olur. Herhangi bir konuda gösterilen güvensizlik, imansızlık sayılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey İnananlar! Allah’a ve Elçisine inanın. Elçisine indirdiği bu Kitaba ve daha önce indirdiği Kitaplara da inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü göz ardı ederse, gerçekten derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa 4/136)

“Ey ehl-i Kitap! Dininizde aşırılık etmeyin, Allah hakkında sadece gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, başka değil, yalnızca Allah’ın elçisidir, Meryem’e ulaştırdığı “ol” sözüyle olmuştur. O, Allah’tan bir ruhtur. Öyle ise Allah’a ve elçilerine inanın. “Tanrı üçtür” demeyin; bunu söylemekten vazgeçin, böylesi sizin için iyi olur. Allah tek Tanrı’dır, başkası da yoktur. Böyleyken onun çocuğa ne ihtiyacı olur!.. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi onundur. Koruyucu olarak Allah yeter.” (Nisa 4/171)

C- ŞİRK VE KÜFÜR

Şirk, Allah’a ait bazı özellikleri başka varlıklarda da görerek onlara tanrısal nitelik vermektir. Bu konu yukarıda geçmişti. Aşağıda daha geniş açıklamalar gelecektir.

Küfür, kâfirlik demektir. Kelimenin kökü küfr ve küfûr’dur, örtme ve görmezlikten gelme anlamına gelir. Yapılan iyilikleri görmezlikten gelen kişiye Arapça’da kâfir, Türkçe’de nankör denir. Allah’ın varlığı açık bir gerçek iken bir çok kimse, onu hesaba katmadan hayatını sürdürür. Allah’ı hesaba katanların bir çoğu, ilişkilerini aracılarla yürüttüğüne inandığı için onu, bu çerçevenin elverdiği kadar hesaba katar.

Kâfir ve müşrik kelimeleri, aynı şeyin iki farklı yüzünü gösterir. Yani her kâfir müşrik ve her müşrik kâfirdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ehl-i Kitaptan ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine gerçekleri açıklayan biri gelinceye kadar çözülecek değillerdir.

O, Allah adına gelen bir elçidir; tertemiz sayfalar okur. O sayfalarda kesin ve  doğru hükümler vardır”. (Beyyine 98/2-3)

Ayette geçen “المشركين= müşrikler” kelimesi  marifedir. Belirli bir müşrik kesimi yani ehl-i kitabın dışında kalan müşrikleri ifade eder. Yoksa ehl-i kitabın müşrik olmadığını göstermez. Çünkü onlardan kâfir olanların müşrik olduklarını gösteren ayetler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hahamlarını ve papazlarını, Allah ile kendi aralarında aracı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir Tanrı’ya kul olmaları idi. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, onların şirkinden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

Her toplumun geçmişinde bir peygamber vardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ya Muhammed, seninle o gerçeği (Kur’ân’ı), müjdeci ve uyarıcı olasın diye gönderdik. Her ümmetin geçmişinde bir uyarıcı, kesin vardır.” (Fatır 35/24) Mekke toplumunun geçmişinde İbrahim ve İsmail peygamberler vardı. Kureyşliler İbrahim soyundan gelmekle öğünür[14], ondan kalma hac ve umre ibadetlerini kesintisiz yerine getirirlerdi. Ama ellerinde ona ait bir ilahi kitap yoktu. Bu sebeple onlar ehl-i kitap değillerdi. Yahudilerin geçmişinde Musa aleyhisselamla birlikte bir çok peygamber ve onlardan kalma Tevrat vardır. Hıristiyanların geçmişinde ise İsa peygamber ve ellerinde İncil vardır. Bu sebeple onlar ehl-i kitap sayılmışlardır.

Tevrat ve İncil, ilk saflığı ile korunamamıştır. Ama temel konularda Kur’ân ile ortak hükümleri vardır. Bu sebeple Kur’ân onları, bu temel noktalara çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur;

“De ki: “Ey Kitap ehli! Gelin, size göre de bize göre de doğru olan şu sözde birleşelim; Allah’tan başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşmayalım. Hiçbirimiz Allah ile kendi arasına birilerini koyarak rabler edinmesin”. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: “Şahit olun, biz teslim olmuş kimseleriz”. (Al-i İmran 3/64)

Mekkeli müşriklerin ve diğerlerinin elinde böyle bir metin olmadığı için onlara, akıllarını ve bilgilerini kullanma çağrısı yapılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İşte bu, Rabbinin, dosdoğru yoludur. Aklını başına alacak kimseler için bu ayetleri uzun uzadıya açıkladık.” (En’am 6/126)

“Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra kim bu Elçi‘den ayrılır, inananların yolundan başka bir yola girerse onu döndüğü yöne çeviririz ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Nisa 4/115)

Tevrat ve İncil’e sahip olmaları, Yahudi ve Hıristiyanların müşrik olmalarına engel olamamıştır. Önemli olan bir ilahî kitaba sahip olmak değil, ona uymaktır. Elinde Kur’ân olan, hatta onu ezberleyen ve onun ilmini yapan nice müslümanın da şirke düştüğünü görüyoruz.

Allah’a tam güvenme ve kayıtsız şartsız boyun eğme, imanın olmazsa olmaz şartıdır. Ama insanların çoğu, Allah’a karşı bazı şartlar ileri sürerler. Kimileri şartları kendileri belirler, kimileri de bozulmuş bir dinin veya bir tarikatın ileri sürdüğü şartları uygun bulurlar. Kendini veya başkasını, Allah’a şart ileri sürecek seviyede gören, onu o konuda Allah ile eşit görmüş ve tanrı edinmiş olur. Bunlar zor durumda kaldıkları zaman koştukları bütün şartları unutur ve samimi olarak Allah’a yönelirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Denizde başınıza bir sıkıntı gelse, yardıma çağırdığınız herkes kaybolur; yalnız Allah kalır. Allah sizi kurtarıp karaya çıkardı mı, yüz çevirirsiniz.  İnsan, yapılan iyiliği görmez.” (İsra 17/67)

Müşrikler birkaç kısma ayrılırlar:

1- Kendini Tanrı Edinenler

Allah’a inanmadıklarını söyleyenlerin tamamı müşriktir. Onların hepsi Allah’ı var ve bir bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlara sorsan ki:“Gökleri ve yeri ya­ratan, Güneş’e ve Ay’a boyun eğdiren kimdir?” Kesinlikle “Allah’tır” derler. Öyleyse nereden destek alıyor da halden hale giriyorlar[15]? Allah rızkı, kullarından isteyen ve gerekli güce sahip olan için yayar. Allah her şeyi bilir. Onlara sorsan ki; “Gökten su indirip ölü toprağı  dirilten kimdir?” Şüphesiz “Allah’tır” diyeceklerdir. De ki; Allah neylerse güzel eyler. Ama onların çoğu bunu düşünmezler.” (Ankebut 29/61-63)

“Desen ki: Gökten ve yerden size rızık veren kim? Ya da işitmeyi ve görmeyi sağlayan kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi çekip çeviren kim? “Allah’tır” di­yeceklerdir. De ki; öyleyse hiç sa­kınmaz mısınız? İşte sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Hakkın ötesi sapıklık değildir de ya nedir? Nasıl da döndürülüyorsunuz?” (Yunus 10/31-32)

Allah, Adem’e secde emri verince İblis, kendi şartlarına uymadığı için secde etmemişti. Konu ile ilgili ayetler şöyledir:

“Bir gün Rabbin meleklere demişti ki: “Ben, kurumuş çamurdan, değişken kara balçık­tan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman ona secde edin. ”Bütün melekler hemen topluca secde ettiler. İblis öyle yapmadı. O, secde edenlere katılmamakta direndi. Allah dedi ki: “İblis! Senin neyin var ki, onlarla birlikte secde etmedin?” Dedi ki, “Kıvamına gelmiş ve kurumuş kara balçıktan yarattığın insana secde edemem.”Allah dedi ki, “Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. (Hicr 15/28-34)

“O, direnmiş, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara 2/34)

İblis’in büyüklük taslaması Adem’e değil, Allah’a karşıydı. Çünkü uygun bulmadığı, Allah’ın emriydi. Bu yüzden Allah ona, “..İn oradan, orada büyüklenmek sana düşmez; çık, sen alçağın te­kisin” demişti. (Araf 7/13)

İblis, Allah’ın ne varlığını, ne birliğini inkar etmiştir. Sapık sayıldıktan sonra bile şöyle demiştir:

“..Doğrusu ben Allah’tan korkarım, Allah’ın cezası pek ağırdır.” (Enfal 8/48)

İblis ahirete de inanır. Çünkü kovulunca şöyle demişti: “Rabbim! Hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.” (Hicr 15/36)

Allah’ı, melekleri ve ahirette yeniden dirilmeyi kabul eden böyle birine bir çok kimse “iyi Müslüman” diye bakabilir. Üstelik İblis kâfir olduğu zaman, ne inanacağı bir pey­gamber ne de indirilmiş kitap vardı. Onun kâfirliği, bir konuda Allah’a şart ileri sürmesi ile başladı.

Tanrı tanımaz denen ateistler de öyledir. Onlar da her konuda, kendi şartlarına uyarlar. Allah’ın emirlerinden kendilerine uygun geleni beğenir, gelmeyeni reddederler. Sıkışınca da Allah’a sığınır ve ondan yardım isterler. Bunların tanrısı önce kendileri, sonra Allah’tır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kendi arzusunu kendine tanrı edineni görmen gerekmez mi? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen zannediyor musun ki, onların çoğu söz dinler veya aklını çalıştırır? Onlar; koyun, sığır ve deve gibidirler; hayır, daha düşük seviyededirler.” (Furkan 25/43-44)

“Kendi arzusunu kendine tanrı edineni görebildin mi? Bilgili olduğu halde Allah onu sapık saymış, kulağına ve kalbine izler koymuş, gözünün önünde perde oluşturmuştur. Allah sapık saydıktan sonra onu kim yola gelmiş kabul edebilir? Kafanızı kullanmaz mısınız?” (Casiye 45/23)

Herkeste ebedi yaşama duygusu vardır. Her insan, hiç ölmeyecekmiş gibi davranır. Ahiret inancı bu duyguyu tatmin eder. Kendini tanrı edinenlerinden kimileri duygularını reenkarnasyon ile tatmine çalışırlar. Yani öleceklerini ve yeni bir bedenle tekrar dirileceklerini söylerler.

“Derler ki; “Bu dünyadaki hayatımızdan başkası yoktur. Ölürüz ve diriliriz; bizi mahveden, sadece yaşlanmadır.” Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece tahmin yürütürler.” (Casiye 45/24)

Kimileri de ölümle her şeyin biteceğini ve hesap gününün yalan olduğunu söyleyerek duygularını bastırmaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“O yalan sayanların, o gün başlarına gelecek var!

Hesap gününü yalan sayanlar var ya, işte onların…

Onu, taşkınlık eden ve günaha düşkün olanlardan başkası yalan saymaz.

Onlara ayetlerimiz okununca “Eskilerin masalları…” derler.

Yok, öyle değil; aslında onların yapıp ettikleri şeyler kalplerini paslandırmıştır.

Onlar o gün Rablerinden uzak kalacaklardır.

Sonra onlar Cehennemde kızartılacaklardır.

Sonra onlara şöyle denecektir: “Sizin yalan sayıp durduğunuz işte budur. (Mutaffifîn 83/10-18)

2- Aracı Tanrı Arayanlar

İnsanlardan kimi, kendi ile Allah arasında aracılık yapacağını hayal ettiği şeylere tutulur. Oysa bu boş bir kuruntudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Biz bu Kitabı sana gerçeklerle dolu olarak indirdik. Öyle ise sen bu dini, Allah için saf ve duru halde tutarak Allah’a kul ol.” (Zümer 39/2)

Dini, Allah için saf ve duru tutmak, Kur’ân’a uymakla olur. Bunu, dini kullanarak dünyalık elde etmeyi düşünmeyenler yapabilirler. Onlar, din tebliği yaptıkları kişilere, peygamberlerin söyledikleri şu sözü söylerler:

“Sizden, bu yaptığıma bir karşılık beklemem. Bu herkese, sadece görevini hatırlatmadır, o kadar”. (En’am 6/90)

Dini kullanarak dünyalık elde etmek isteyenler, dini kendilerine uydururlar. Bunu ancak o din hakkında yeterli bilgiye sahip olanlar yapabilirler. Onların hedef kitlesi, doğru yolda olanlardır.

Her insan gibi, doğru yola girenlerin de bazı istekleri ve gelecekle ilgili endişeleri vardır. Tuzakçılar, asıl oyunu burada oynarlar. Din büyüklerine, Allah’a ait bazı özellikler yükler, onların aracılığı ile sunulan isteklerin kabul edileceğini ve Ahirette şefaatlerinden yararlanılacağını, üstüne basa basa söylerler. Allah’ın kitabını da buna uygun yorumlar, aykırı gelen ayetleri başka tarafa çekerler.

Hepsi de ölmüş olan o büyükleri, kendileri temsil ederler. Buna layık olduklarını göstermek için farklı giyinir, farklı konuşur ve farklı davranırlar. Büyüklere ait olduğunu söyledikleri hayali hikayelerle kendilerine destek ararlar.

Aklını kullanan herkes, bunun bir oyun olduğunu anlar, ama arzuları okşadığı için bir çok kimse bundan etkilenir. Böyle kimseler başlangıçta, akıllarıyla duyguları arasında çatışma yaşarlar. Sonra duyguları ağır basar ve tuzağa düşerler. Daha sonra en küçük tesadüfü tuzakçıların kerameti sayar, onlara kul-köle olurlar. Hepsi de bu oyunun farkında olduğu için bir suç çetesi gibi birbirlerine kenetlenirler.

Allah’a yönelen her insan bu tuzaklarla karşılaşır. Bu gibiler çoğunlukla duygu yüklü olurlar. Onların duyguları, çevrelerinde oluşturulan yoğun hurafe bombardımanı ile birleşince tuzağa düşmeleri kolaylaşır. Nesilden nesile yapılan eklemelerle Allah’ın dininden uzak, ama onu istismar eden büyük bir cemaat ortaya çıkar.

Müşrikleri biraz yakından görmeye çalışalım.

a- Müşrik, Allah’a İnanır

Müşrik, ortak koşan anlamınadır. Ortaklık en az iki şey arasında olur. Müşrik için bunların birincisi daima Allah’tır. Onun müşrik olması; bir varlığı, Allah’a has özeliklerden bazısına sahip görmesi sebebiyledir.

Hiç kimse, şirke sağlam bir gerekçe bulamaz. Ama Allah’a yakın olduğuna ve manevi yardım yapacağına inanılan kimselerin etrafında bir cemaat oluşur. Onlara katılanlar orada olmanın bazı faydalarını görebilirler. Bunları oraya bağlayan, bu menfaat ilişkisidir. Şu ayet, ona dikkat çekmektedir:

(İbrahim şöyle) “demişti: “Allah ile aranıza koyduğunuz putlara tutulmanız sadece bu hayatta birbirinize karşı bir sevgi ortamı oluşsun diyedir. Sonra, kıyamet gününde biriniz diğerini tanımayacak ve biriniz diğerine lanet edecektir. Varacağınız yer o ateştir; size yardım eden de  olmayacaktır.” (Ankebût 29/25)

Bunlar, din adı altında, menfaate dayalı bir örgüte katıldıklarının farkındadırlar. Bu sebeple, yarın Allah’a karşı şunu diyemeyeceklerdir:

“Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin?” (Araf 7/174)

Çünkü şirke düşenler; “…Allah’a verdikleri sözün kesinleşmesinden sonra caymış, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (yani Allah ile ilişkilerini) kesmiş olurlar.” (Bakara 2/27)

Bunlar kendilerini Allah ile aldatmış olurlar. Çünkü hedeflerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu söylerler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun yakı­nından veliler edinenler şöyle derler: “Bizim onlara kul olmamız, sa­dece bizi Allah’a iyice yaklaş­tırsınlar diyedir.” (Zümer 39/3)

Fakat bunların onları, Allah’a yaklaştıracağına dair belgeleri yoktur.

b. Müşrik Allah’a İbadet Eder

Hac ve umre, İbrahim aleyhisselamla birlikte başlamıştır. 9. hicri senede Mina’da, Ali tarafından  halka hitaben şu ayet okununcaya kadar Mekke müşrikleri bu ibadetleri, kesintisiz yap­mışlardı.

“Ey inananlar! Müşrikler sadece bir pisliktir. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaş­masınlar.” (Tevbe 9/ 28)

Arafat’ta vakfe, hac ibadetinin ana direğidir. Ama Mekkeli müşrikler hac için Arafat’a çıkmazlardı. Arafat, “hill” denen Mekke sınırlarının dışındadır. Diyorlardı ki, “Biz İbrahim’in oğullarıyız, saygın bir topluluğuz, Kabe’nin idarecileri ve Mekke’nin yerlileriyiz. Araplar içinde bize denk olan yoktur. Kimse bizim yerimize denk bir yere sahip değildir. Bizimle ilgili söylenenler hiçbir Arap için söylenmemiştir. Öyleyse hiçbir yere Harem kadar değer veremeyiz, yoksa Arapların bize olan saygıları azalır[16].” Allah Teâlâ bunu yasaklamış ve o eksiğin tamamlanmasını emretmiştir:

“Haccı ve umreyi Allah için, eksiksiz yerine ge­tirin….” (Bakara 2/196)

Hac mevsimi ile ilgili bir değişikliğin yapılmadığını da şu ayetten öğreniyoruz:

“Hac bilinen aylarda olur. Her kim o aylarda hac ibadetine başlarsa artık hac sırasında onun için eşine yaklaşmak, yoldan çıkmak ve dövüşme diye bir şey olamaz….” (Bakara 2/197)

Daha önce anlatıldığı gibi müşrikler hacılara su vermek ve Mescid-i ha­ram’ı ibadete açık tutmak gibi şeylerle övünürlerdi.

c- Müşrik Aracılara İnanır

Müşrik, Allah’ı yeryüzü krallarına benzeterek kendinden uzak sa­yar. Krala ulaşmak isteyenin, ona yakınlığı olan biri aracılığı ile ulaşmak istemesi gibi müşrik de Allah’a ulaşmak için ona yakın olduğuna inandığı birini aracı yapmak ister. Hıristiyanların İsa’yı Allah’ın oğlu, Mekkeli müşriklerin putlarını Al­lah’ın kızları[17], büyüklerinin ruhlarından yardım umanların da onları, Allah’ın özel dostları say­maları bundandır.

Müşrik aracıyı, manevi gücü olan bir varlık sayar, ona yakınlık için kurbanlar sunar, hatırası karşısında saygı ile eğilir. Onunla ilişkilerini canlı tutar ki, o da onun, Allah ile ilişkilerini canlı tut­sun. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İnsanlar arasında Allah’ın yakınından endâd edinenler vardır. Onları, Allah’ı sever gibi sever­ler.” (Bakara 2/165)

Endâd, nidd’in çoğuludur. Nidd, Allah’a ben­zer bazı niteliklere sahip görülen ve aykırı şeyleri savunabileceğine inanılan varlıktır[18]. Allah’ın onları kırmayaca­ğına, gerekirse Allah’a, onun istemediği bir şeyi kabul ettirebileceklerine, onların bu gücü Allah’tan aldıklarına inanılır.

Bir de müşrikler, bu arabulucuların kendilerine şefaatçi olacaklarına inanırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’a karşı yalan uydurandan veya onun ayetleri karşısında yalan söyleyenden daha zalim kim olabilir? Bu suçu işleyenler umduklarını bulamazlar.

Onlar, Allah’tan önce öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne faydası olur ne de zararı. Derler ki, ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ De ki: “Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi ona haber veriyorsunuz?” Allah, onların şirkinden uzaktır ve yücedir.” (Yunus 10/17-18)

Peygamberler insanları, yalnız Allah’a kul olmaya çağırmışlardır[19]. Yalnız Allah’a kul olan, yardımı yalnız ondan ister. Müslümanlar, namazların her rekatında Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha 1/4) derler.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: “Allah ile kendi aranıza koyup yardıma çağırdıklarınıza kul olmam bana yasaklandı. Bu yasak, Rabbimden bana, açık âyetler geldiği vakit kondu. Ben varlıkların sahibine teslim olmam için emir aldım.

Sizi yaratan odur. O, önce topraktan, sonra nutfeden[20], sonra da alakadan[21] yaratır; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarır ki güçlü kuvvetli hale gelesiniz ve nihayet ihtiyar kişilere dönüşesiniz. Kiminiz daha önce ölür, kiminiz de, belirli bir süreye kadar yaşar. Belki aklınızı kullanırsınız.

Can veren odur; öldüren de o. O bir işe karar verirse, sadece “Ol” der, hemen oluverir.

Allah’ın ayetleri karşısında haklı çıkmaya çalışanları görmez misin? Bunlar nereden destek alarak halden hale giriyorlar[22]?

Bunlar öyle kimselerdir ki, hem Kitap karşısında, hem de elçilerimize gönderdiğimiz şeyler karşısında yalan söylerler. Ama  elbette öğreneceklerdir.

Hem de boyunlarında halkalar varken ve zincirlerle sürüklenirken öğreneceklerdir.

Kaynar suyun içinde sürüklenirken…Sonra ateşte kızartılacaklardır.

Sonra onlara şöyle denecek: O şirk koştuğunuz şeyler nerede? Allah ile kendi aranıza koyduklarınız vardı ya işte onlar? Diyecekler ki, “Onlar bizden ayrıldılar. Aslında biz, eskiden de Allah’tan başka bir şeyden yardım istemezdik.” Allah, o kâfirleri,  işte bu tavırlarından dolayı sapık sayar.

Başınıza gelen bu şeyler, yeryüzünde haksız yere şımarmanıza ve böbürlenmenize karşılıktır.

“Girin Cehennemin kapılarından; hiç çıkmamak üzere girin!” Kendini büyük görenlerin yeri gerçekten ne kötüymüş!” (Mümin 40/66-76)

İslam’ın dışındaki bütün dinlerde aracılık inancı vardır. Aracıların adının değişmesi ile dinlerin adı değişir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakınız. Bu sebeple içinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Kaf 50/16)

d- Müşrik, Aracıların Şefaatine İnanır

Allah Teâlâ şöyle buyurur: Onlar Allah’tan önce, kendilerine ne zarar ne de fayda verecek durumda olmayan şeylere kul olurlar. Derler ki, “Onlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir”. De ki; göklerde ve yerde Allah’ın  bilmediği bir şey var da siz onu mu haber veriyorsunuz? Öyle şey olur mu! Allah, onların şirklerinden uzaktır.” (Yunus 10/18)

e- Müşrik Şirki Reddeder

Müşrikler, asıl hedeflerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu söylerler. Allah’a yakın saydıkları bir kısım varlıklara, aracılık ve şefaatçilik görevi yükle­meleri bundandır. Bu sebeple, hiçbir şeyi Allah’a, tam ortak saymadıklarını düşünürler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onların hepsini bir araya toplayacağımız gün, ortak koşmuş olanlara şunu diyeceğiz: “Hani nerede o sizin kuruntusunu ettiğiniz şeyler?”

Onların kaçamak cevabı şu olacaktır: “Rabbimiz Allah’a and olsun ki bizler müşrik değildik.”

Bak işte, kendilerini nasıl da yalanladılar. Al­lah’a karşı eş koştukları şeyler kendilerinden na­sıl da uzaklaştı.” (En’am 6/22-24)

Müşrikler bu kaçamak tutumu dünyada da sergilerler. Mekkeli müşriklerin, Kabe’yi tavaf ederken söyledikleri şu söz de onların bu tutumlarını ele veriyor. “Emret Allah’ım, Senin hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın[23] vardır ki, onun da bü­tün yetki­le­rinin de sahibi sensin[24]. “

Müşriklerin kafası çok karışık olur. “O ortağın ve bütün yetkilerinin sahibi Allah’tır” demekle kendilerini kurtaracaklarını sanırlar. Kutup, gavs, evtad vs. adlarla andıkları kişilere olağa­nüstü yetkiler yakıştıran tarikatlar da öyledir. Onlar da bu yetkiyi Allah’ın verdiğini söyleyince işin için­den sıyrılacaklarını sanırlar.

Müşriklerin kendilerini hak yolda gördükleri ile ilgili şu ayetler üzerinde de düşünmek gerekir.

“Allah insanların bir takımını yola getirdi, bir takımı da sapkınlığa düşmeyi hak etti. Çünkü bunlar Allah’tan önce o şeytanları kendilerine evliya edindiler. Üstelik bir de kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar.” (Araf 7/30)

“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) görmezlik­ten gelirse onun başına bir şeytan sararız. O onun arka­daşı olur.

Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yola girdiklerini hesap ederler.” (Zuhruf 43/36 37)

“O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak, onlara kulluk ettiklerini kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/6)

“O saat geldiği gün suçlular ümitsizliğe gö­müleceklerdir.

Ortakları arasında kendilerine arka çıkan ol­mayacak, onlar da ortaklarını kabul etmez ola­caklardır.” (Rum 30/12-13)

f- Tanrı Edinilen Aracılar Müşrikleri Ka­bul Etmez

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onların hepsini toplayacağımız gün, o müş­riklere şunu diyeceğiz: “Haydi yerlerinize! Hem siz hem de ortak saydıklarınız…” Artık onların aralarını ayırmışızdır. O ortak saydıkları şöyle diyeceklerdir: “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Bizimle sizin aranızda tanık olarak Allah ye­ter. Doğrusu sizin bize taptığınızın farkında bile değildik.” (Yunus 10/27-28)

“Kendilerine dayanak olsun diye, Allah’ın yakı­nından tanrılar edindiler. Tam tersi; onlar bunların ibadetlerini tanıma­yacak ve bunlara düşman olacaklardır.” (Meryem 19/81-82)

g- Akıl Şirki Reddeder

Aklını kullanan hiç kimse şirki kabul etmez. Müşriklerin tek dayanağı, büyüklerden duy­dukları şeyler, yani gelenektir. Bu sebeple Kur’ân, insanı aklını kullanmaya çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah o pisliği aklını kullanmayanların üs­tüne bırakır.” (Yunus 10/100)

Kur’ân bir de atalardan gelenleri akıl süzge­cinden geçirmeye çağırır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

“Onlara, ‘Allah ne indirmişse ona ve o Elçi’ye gelin.’ Denince; ‘atalarımızda ne bulmuşsak o bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bil­mez, doğru yolu da tutmaz kimseler idiyse?..” (Maide 5/104)

Müşriklik boş bir kuruntudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Allah’ın yakınından ortaklar çağıranlar as­lında o ortaklara uymazlar; onlar sadece kendi kuruntularına uyarlar. Onlar sadece kendi ölçüle­riyle ölçer, yalan söylerler.” (Yunus 10/65)

“Şunu bilin ki, göklerde kim var,  yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın yakının­dan ortak­lar çağıranlar neyin pe­şin­deler? Onlar kendilerini sadece bir kuruntuya kaptırmışlardır. Onlarınki sa­dece saçma­lamadır.” (Yunus 10/66)

Şirk konusunda Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bile uyarılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sa­kın seni onlardan çevirmesinler. Sen Rabbine çağır; sa­kın ha! Müşriklerden olma.  Allah’la beraber başka bir tanrı çağırma. Ondan başka tanrı yoktur. Her şey yok olacak yalnız onun zatı kala­caktır. Hüküm onundur ve ona döndürüleceksi­niz.” (Kasas 28/87-88)

Bu konuda, birikimi olan herkes uyarılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizden önceki devirlerde yaşayanlardan biri­kimi olanlar, ortalıktaki kokuşmuşluğa karşı çık­malı değiller miydi? Kendilerini kurtardığımız pek azı bunu yapmıştır. O zalimler, kendilerine verilen  refahın peşine takıldılar da suçlu kim­seler oldu­lar. Yoksa senin Rabbin, halkı iyi duruma gel­miş­ken, o ülkeleri zulüm yüzünden helak edecek de­ğildi ya?” (Hud 11/116-117)

“Rablerinin huzurunda toplanacak­ları gün­den korkanları Kur’ân ile uyar; onların Alla­h’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri vardır. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51)

“Allah’ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Sakın onların heveslerine uyma. Dikkatli ol, yoksa seni, Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından saptırırlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bazı günahlarına karşılık onların başına bir kötülük gelmesini istiyordur. İn­sanlardan çoğu, gerçekten yoldan çıkmıştır.

Yoksa cahiliye devri[25] hükmünü mü arıyor­lar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah’ın hük­münden güzel olabilir?” (Mâide 5/49,50)

“İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve ondan inen gerçeğe içten bağ­lanması zamanı henüz gelmedi mi? Sakın daha önce kendilerine ki­tap verilen­ler gibi olmasınlar; üzerlerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. On­lardan çoğu yoldan çıkmıştır.” (Hadîd 57/16)

II- ARACILIK İNANCI

Kur’ân’ın şirkle ilgili âyetlerinde, tapılan ve yardıma çağrılan hayali ilahların yeri “من دون الله = Allah’ın dûnundan” kavramıyla ifade edilir. Dûn sözlükte; üstün zıddı, en üst merte­beden beri, ondan aşağıca, başka ve en yakın anlamlarına gelir[26].” Allah’ın dûnundan, sözü de Allah’tan aşağı seviyede demek olur. Müşrikler, Allah ile kendi aralarında aracılık yaptığına inandıkları varlığı insandan üstün, Allah’a yakın sayar; onu bir yönüyle insana, bir yönüyle de Allah’a benzetirler. Din büyükleri, ata ruhları ve din adamları da bu konuma getirilir. Hak dinin dışındaki dinler, böyle bir yapılanma içindedirler.

Allah Teâlâ, bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında şöyle buyurur: “Hahamlarını ve rahiplerini, Allah’ın yakınından rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir Tanrı’ya kul olmaları idi. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, onların şirkinden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

Adiyy b. Hatim diyor ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve seleme geldim, boynumda altın haç vardı. “Adiyy, at o putu” dedi. Ondan şu ayeti işittim: “Hahamlarını ve rahiplerini, Allah’ın yakınından rabler edindiler…” Dedi ki, “Onlar bunlara ibadet etmediler, ama bir şeyi helal sayarlarsa helal saydılar, haram sayarlarsa haram saydılar[27].” Onları rab edinmeleri böyle oldu.

Doğru yolda, yani sırat-ı müstakimde olmak isteyen her insanın önüne engeller çıkar. Çünkü sırat-ı müstakim, Şeytanın çalışma sahasıdır. O, tuzaklarını orada  kurar. Şeytan, Allah’tan yetki alınca şöyle demişti: “Ne olursa olsun, onlar için, senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara sağlarından sollarından, üstlerinden altlarından geleceğim. Göreceksin, onların çoğu, sana teşekkür etmeyecektir”. (Araf 7/17)

Şeytan ve yardımcıları, doğru yolun üstünde oturur, oraya gelenlere aracılardan bahseder, onların Allah’a yakın ve onunla dost olduklarını, Allah ile olacak işlerde desteklerine ihtiyaç olduğunu, arabulucu ve şefaatçi olabileceklerini söylerler. Hayali hikayeler anlatarak Allah’ın onları kırmayacağını iddia ederler. Dolayısıyla onlara teslim olma gereği üzerinde dururlar. Bu konuda en büyük desteği, aklını kullanmayan insanlardan ve gelenekten alırlar. Böylece o insanlar Allah’tan önce, aracı saydıkları varlıklara kul olurlar. Bu da onların Allah ile ilişkilerini keser. Buna iki örnek verilecektir; bir ehl-i kitaptan Katolikler, diğeri de Taoistlerdir.


[1] En’am 6/112; Nas 114/6.

[2] Fuhuş kelimesi Kur’an’da hem zina (İsra 17/32) hem de eşcinsellik (Neml 27/5458) anlamında kullanılmıştır.

[3] İsm (الإثم) “günah” diye tercüme edilir. Zenb ve cünah’a da aynı anlam verilince aradaki fark kaybolmakta, o zaman meselâ, Kur’an’da içkinin haram olduğuna dair bir hükmün olmadığını söyleyenler çıkmaktadır. Halbuki Bakara 2/219’a göre içki ve kumarda büyük bir ism vardır. İsm, Allah’ın haram  kıldığı şeylerden olduğuna göre içki haramdır. Bu sebeple kelimeyi tercüme etmedik.

[4] – İlgi duyanlar şu ayetleri inceleyebilirler: Bakara 2/164; Ali İmrân 3/190; En’am 6/97, 99; Araf  7/26, 58; Yunus 10/5, 6, 67, 92, 101; Yusuf 12/7, 35; Ra’d 13/2, 3, 4; Nahl 16/13, 65, 66, 67, 68, 69, 79; İsrâ 17/12;  Kehf 18/9; Meryem 19/10; Tâhâ 20/128; Ankebût 29/ 24, 33, 34, 35; Rum 30/21, 22, 23, 24, 28; Lokman 31/31, 32; Secde 32/26; Sebe’ 34/15; Zümer 39/42, 52; Mümin 40/13; Câsiye 45/3, 4, 5, 6; Zariyât 51/22, 23, 35, 36, 37; Kamer 54/12, 13, 14, 15.

[5] – Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, (Tahkik: Safvan Adnan Davudî), Dımışk ve Beyrut, 1412/1992, zkr maddesi.

[6] – Bkz. Al-i İmran 3/58, Araf 7/63, Hicr 15/6,9; Nahl 16/44, Enbiya 21/2,50,105; Furkân 25/18, Yasin 36/11, Sâd 38/8, Kamer 54/25.

[7] – En’am 6/80,

[8] Ulaşabildiğimiz mealler ayete şu anlamı vermişlerdir: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.

Bu meal, hem Arapça dil kurallarına, hem de Kur’an’ın bütünlüğüne aykırıdır. Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş Allah’a yakıştırılabilir mi?

Çelişkiler, “يَشَاء = ister” fiilinin faili olan “o” zamirini, Arap dili kurallarına aykırı olarak, Allah lafzını gösterir saymaktan kaynaklanmıştır. Halbuki zamir, yanı başında bulunan “مَن = kim’i gösterir. Uzağı göstermesi için karine gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Ayetin doğru anlamı şöyledir: “… Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir…”

[9] Mütercim Asım, Kâmus Tercümesi  (Firuzabâdî’nin), Bahriye Matbaası 1305, vkl maddesi.

[10] Bu meal, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’den alınmıştır. Bu tefsir, Hayrettin KARAMAN, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, Mustafa ÇAĞIRICI ve  Sadrettin GÜMÜŞ tarafından hazırlanmış olup 2004’te Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanmıştır.

[11] İsmail b. Ömer b. Kesir (v. 774 h. /1373.), Tefsîru ibn Kesîr, Beyrut 1401, c. II, s. 342.

[12] Faydasını kendi görür.

[13] “Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak faz­ladan namaz kıl. Bakarsın Rabbin seni Makamı Mah­mûda yükseltir.” (İsra 17/79)

[14] İbn Hişam, Siret’un-Nebî, M. Muhyiddin Abdülhamid’in tahkikiyle, Beyrut, 1401/1981, c. I, 216.

[15] Ayet doğru anlaşılsın diye tefsiri mana verilmiştir.

[16] İbn Hişam, Siret’un-Nebî, c. I, 216.

[17] Muhammed b. Cerîr etTaberî, Cami’ulbeyân fî tefsîr’ilKur’an (Taberi Tefsiri), Beyrut 1412/1992, c. 11, s 519, Necm 19. Ayet.

[18] Bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, nidd maddesi, Daru Sâdır, Beyrut, c. III, s. 420.

[19] Konu ile ilgili ayetlerden bir kaçı şunlardır: En’am 6/56, Ra’d 13/36, Zümer 39/11.

[20] Meniden.

[21] Ana rahminde asılı duran canlı.

[22] Ayet doğru anlaşılsın diye tefsiri mana verilmiştir.

[23] Kabe’nin etrafındaki her put bir kabileye aitti. Herbiri kendi putu aracılığı ile Allah’a ulaşmaya çalıştığından her  müşrikin  bir putu vardı.

[24] Müslim, Hacc, 3,  22-1185.

[25] Mekkelilerin Müslüman olmadan önceki dönemine cahiliye devri denir.

[26] Dûn ile ilgili olarak Kâmus Tercümesinde şunlar yer alır: “Dûn, fevk’in zıddıdır, en üst merte­beden beri demektir, ondan aşağıca diye ifade edilir. Bazıları bunun dünüv’ün maklûbu oldu­ğunu söylemiştir. Kelime “gayr” manasına da gelir. “Akreb” manasına da olur ki, zarf olur. Ona çok yakın manasına “Haza dûnehu” denir. Dûne, kabl manasına da gelir. Bir şey öbüründen biraz aşağıda olunca “Haza dûne zâke” de­nir..

[27] Tirmizî, Tefsîr’ul-Kur’an, bab 10, hadis no 3095, İstanbul, 1981/1401, c. 4, s. 278.


Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk- Prof. Abdulaziz Bayındır

posted in *ARACILIK ve ŞİRK | 0 Comments