SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
2- Risale-i Nurların Kutsallaştırılması
Risale-i nurlarda; Risale-i nurları, Said Nursî’yi ve talebelerini kutsayan o kadar çok bölüm vardır ki, onlar çıkarılsa kitaplar ciddi anlamda küçülürler. Bunların bir kısmından daha önce söz edilmişti; bir kısmına daha göz atalım:
“Bu acayip ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, özellikle müminlerin çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve katıksız kâfirlik ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, güvenimizin en sağlam, güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz donanımına sahip olan Risale-i Nur’un nuranî siperlerine sığınmakla ve onun kutsal çerçevesine girmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, ebedî yokluk zannettiğiniz ölümü bir ebedi hayata çevireceksiniz[1].” “Onlar, ruhumuzun gıdası ve ebedî saadetimizin anahtarıdır[2].
Şimdi bu kitaplara yakıştırılan özelliklerden bazılarını görelim:
a- Risale-i Nur’un onaylandığı iddiası
Nurcuların iddia ettiği gibi, kurtuluş, ancak Risale-i nurlarla mümkün olacaksa onların, önceki ilahi kitaplar tarafından haber verilmesi ve onaylanması gerekir. Said Nursî bu tarafı da ihmal etmemiş, “Sikke-i tasdik-i gaybî” yani “gaypla ilgili onay damgası” adını verdiği bir risale yazmıştır. Risalede şöyle diyor: “Bu risale baştan sona bine yakın işaretle bir tek şeyi; Risale-i Nur’un uygun görülüp onaylandığını ispat eder. Bir dâvada, bu kadar çok ve birbirinden farklı binlerce emare ve işaretin olması yalnız kesin bilgi derecesinde değil, belki gözle görme ve kesin kanaat derecesinde o dâvayı ispat eder”[3].
Bu ispatın nasıl olduğunu görmek isteyenler, bundan sonra gelecek olan “SAİD NURSİ VE KUR’ÂN” bölümüne bakabilirler.
b- Risale-i Nur’un Türkçe olması
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın”. (İbrahim 14/4) Said Nursî bu ayeti, Risale-i Nurların Türkçe oluşunun delili sayar ve şöyle der:
“… Elçilik ve Peygamberliğin naib ve vekillerinin her asırda bulunması bir kural olduğu için bu ayet, bir mirasçılık görevi yapan Risale-i Nur’u kendi fertleri içine bir işaret anlamıyla sokuyor ve dilinin Arapça olmayıp Türkçe olmasının sebebini belirliyor”[4].
c- Risale-i Nur’un günaha kefaret olduğu iddiası
Said Nursî’ye göre “Kur’an lemeatlarına ve Risale-i Nur’a değil ilişmek, onu tamamıyla kabul edip yayılmasına çalışmak gerekir. Bu onun, geçmiş dehşetli günahlara kefaret olması ve gelecek müthiş belâlara ve anarşiye engel olabilmesi için şarttır”[5].
d- Risale-i Nur’u okuyanın alim olduğu iddiası
Said Nursî’ye göre eski medreselerde beş on senede öğrenilen bilgiler Nur Medreselerinde beş on haftada öğrenilebilmekte ve aynı sonuç elde edilebilmektedir[6].
e- Risale-i Nurları kutsallaştırmaya örnek
Risale-i Nurları kutsallaştırma ile ilgili yazılar çıkarılsa kitapların hacmi oldukça küçülür. Bunlardan “Âyet-i Kübra” yı örnek verip buradaki iddiaları adım adım izleyelim:
1) Said Nursî’ye yazdırıldığı iddiası
Said Nursî Âyet-i Kübra adını verdiği risalesinin giriş kısmını uzatınca şöyle diyor:
“Bu risalenin girişinin bu derece uzun olması istemeden olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı”[7].
2) Adını Hz. Ali’nin verdiği iddiası
Said Nursî, bu risale için şöyle diyor:
“Bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) gaipten gösterdiği kerametlerle bu risaleye, “Âyet-i Kübra” ve “Asâ-yı Musa” adlarını vermiştir”[8].
3) Hz. Ali’nin Risale’den şefaat dilediği iddiası
Said Nursî diyor ki: “İmam-ı Ali (R.A.), Nur’un bölümlerinden haber verdiği sırada “Ayet’ül-Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra’yı şefaatçı yaptı…[9]”
4) Risale’nin lâ ilâhe illallah’ın delili olduğu iddiası
Said Nursî diyor ki: “Lâ ilâhe illallah’ın delili, basılı Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), onu şefaatçi yapmıştır[10].
5) Risale’nin kurtarıcılık yaptığı iddiası
Said Nursî diyor ki: “.. o Risalenin hem Ankara hem Denizli Mahkemelerinde galip gelmesiyle ve perde altından etkili bir şekilde yayılmasıyla talebelerine berat kazandırmağa sebep olduğu…[11]”
6) Bir mağazayı yangından koruduğu iddiası
Said Nursî diyor ki: “… (Isparta’da) hükûmet dairelerinden birisi… gecenin en soğuk anında üç saat yandı. Yangın; bitişikteki mağazaya hızla ilerliyordu. Mağaza Risale-i Nur’un bir talebesine aitti. “Biz yanıyoruz, mahvolduk.” diyerek yanıma geldi. Ben de iki gün evvel mağazada bulunan Âyet-ül Kübra’nın bazı nüshalarını istemiştim ama getirmemişti. Demek o ateşi söndürmek için kalmıştı. Risale-i Nur’u ve Âyet-ül Kübra’yı şefaatçı yapıp: “Ya Rabbi kurtar” dedim. Üç saat o dehşetli yangın, bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları tamamen yaktı, yıktı. Risale-i Nur’un ve Âyet-ül Kübra’nın korumasında olan mağazaya ilişmedi. Altındaki şakirdin dükkânı da sağlam kaldı…[12]”
3- Kurtuluşun Nur Cemaatinde Olacağı
Nurculara göre “Risale-i Nur şakirtlerinin kurtuluşa ereceklerine ve mutlu olacaklarına dair Kur’ân’ın kuvvetli işaretleri, Hz. Ali’nin ve Abdulkadir Geylânî’nin müjdeleri vardır[13]. Şu âyetler, bu tür cemaat ve tarikatların durumunu anlatmaktadır:
“Dinlerini bölük bölük ayırıp her biri ayrı bir cemaat olanlar var ya, sen hiçbir konuda onlardan değilsin. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra onların yaptıkları kendilerine bildirilecektir.” (En’am 6/159)
“Bu din, sizin dininizdir; bir tek din. Ben de Rabbinizim; öyleyse Benden sakının.
Sonra insanlar, bir takım kitapların etrafında kümeleşip din konusunda bölük bölük oldular. Her bölüğün, kendi yanındakine güveni tamdır. Onları, daldıkları hayalleri içinde bırak; bir süre böyle gitsin. Onlara mal ve oğullar vermemizi nasıl değerlendiriyorlar? Onlara mal kazandırmak için mi koşuyoruz? Hayır; fark edemiyorlar.” (Müminûn 23/52-56)
Son âyet şöyledir:
فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
“Sonra insanlar, bir takım kitapların etrafında kümeleşip din konusunda bölük bölük oldular. Her bölük kendi yanında olandan mutludur.” (Müminûn 23/53)
Buradaki zübür (زبر) Zebur (زبور)’un çoğuludur; kitap anlamına gelir. Nitekim Şuarâ 196. âyette şöyle buyurulmuştur: “وَإِنَّهُ لَفِي زُبُرِ الْأَوَّلِينَ= O Kur’ân, öncekilerin kitaplarında da vardır.” Öncekilerin kitapları, önceki Peygamberlere inen kitaplardır. Zebur, ayrıca Davud aleyhisselama inen kitabın da adıdır. Dinlerini bölük bölük ayıranların kitaplarına da zebur denmesi, o kitaplara ilahi kitap havası verdiklerine işaret sayılabilir.
L- CEMAATİ BÜYÜTMENİN HEDEF OLMASI
Dine uyma yerine dini kendilerine uyduranlar, o dinin temel inançlarını, kendi hâkimiyetlerini pekiştirmenin bir vasıtası olarak kullanırlar. Mesela Hıristiyanlıktaki Baba, Oğul ve Kutsal Ruh inancı, Kilise’nin Hıristiyan cemaat üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmenin aracı olarak kullanılır. Bu büyük bir din sömürüsüdür. İnsanlar, daha çok dindarlaşmak isterken Allah yerine Kilise’ye bağlı hale gelirler. Mesela Katoliklere göre İsa’yı, Kutsal Ruh’u, Meryem Ana’yı ve Havarileri Kilise temsil eder. “Kilise, hiyerarşik organlardan ve Mesih’in mistik bedeninden oluşan bir topluluktur. Göksel armağanlarla donatılmıştır. Biri insani diğeri ilahi olan iki farklı yapısı vardır[14]. Kilise insanlıkla Allah arasındaki birleşmenin işareti ve aracıdır[15]. Mesih’e benzeyen kilise görevlileri Mesih’in kullarıdır. Çünkü söyledikleri sözler ve verdikleri ihsan kendilerinin değil, başkalarına verilmek üzere kendilerine emanet edilen Mesih’in sözü ve ihsanıdır[16].
Bu şekilde Katolikler, Hıristiyanlığı Allah’ın dini olmaktan çıkarmış, Kilisenin dini haline getirmişlerdir. Şimdi Kilise, kendine bağlı olanların sayısını artırmak için her yola başvurmaktadır. Bunu diğer kiliseler de yapmaktadır. Onların bu faaliyetine misyonerlik denir.
Misyonerlik, din tebliği değildir. Din tebliği, bir dini insanlara anlattıktan sonra inanma konusunda onları serbest bırakmaktır. Misyonerlik, Pavlus’un yaptığı gibi insanları Kilisenin emellerine hizmet eder hale getirmek için her yola başvurma faaliyetidir. Nitekim Amerika kıtasını işgalin üzerinden 200 yıl geçmeden, Ortaçağ engizisyonunu aratmayacak yöntemlerle yerli inanç ve kültürler yok edilmiş ve halk Hıristiyanlaştırılmıştır. Aynı durum Avustralya, Yeni Zelanda ve batı emperyalizmini yaşayan Afrika ülkelerinde ve dünyanın diğer bölgelerinde de olmuştur[17].
Misyonerler, Aziz Pavlus’un yolundadırlar. Onun Korintlilere yazdığı mektupta şu cümleler yer alır:
“19Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. 20Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim Kutsal Yasa’nın denetimi altında olmadığım halde, Yasa altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. 21Tanrı’nın Yasasına sahip olmayan biri değilim, Mesih’in Yasası altındayım. Buna karşın, Yasa’ya sahip olmayanları kazanmak için Yasa’ya sahip değilmişim gibi davrandım. 22Güçsüzleri kazanmak için onlarla güçsüz oldum. Ne yapıp yapıp bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum. 23Bunların hepsini, Müjde (İncil)’de payım olsun diye Müjde’nin uğruna yapıyorum[18].”
Misyonerlik, İncil’i halklara ve Mesih’e inanmayan gruplara bildirmekle başlar. Bunu, Hıristiyan cemaatlerin ve yerel Kiliselerin kurulması izler. İncil’i halkların kültürlerinde canlandırmak için bir inkültürasyon süreci başlar. Halkları, grupları, kişileri ilgilendiren konularda, Kilise onlara adım adım ulaşır ve nüfuz eder. Bu, İncil’i kabul etmeyenlerle saygılı bir diyalog gerektirir[19].
İnkültürasyon, İncil’in mesajını Hıristiyan olmayan ülkelerin kültürlerine sokmak demektir. Hıristiyanlık mesajı ve hayat tarzı, diğer kültürlere uygun hale getirilir. Bunun amacı insanları adım adım Hıristiyanlaştırmaktır.
Birçok müslüman cemaat ve tarikatta da benzeri işler yapılır. İslam’ı kendilerinin temsil ettiklerine inanırlar. Cemaatlerinin büyümesini İslam’ın yayılması sayar, büyümeyi ana hedef haline getirirler. Said Nursî’nin aşağıdaki görüşleri buna örnektir:
“Risale-i Nur’un İslâm Âleminde yayılmasına karşı sosyal ve siyasal açıdan engeller çıkmaması için Nur şakirtleri barışçı bir davranış sergilemekle yükümlüdürler. Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. Onlara katılmasanız da, katılanları tenkit etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî; “Bid’at olan yerlere girmeyiniz” demiştir ama onun maksadı bunun sevabının olmayacağını bildirmektir; yoksa namazın batıl olacağını söylemek değildir[20].”
Nurcular, davalarını yaymak için herkesle iyi ilişkiler içinde olmaya çalışır ve tartışmaya girmezler..
“Bid’at olan yerlere girmeyiniz” sözünün camileri hedef aldığı açıktır. Müslüman, daha çok sevap almak için camiye gider. Eğer namazın sevabını bile almayacaksa oraya gider mi? Said Nursî, bu yolla Nurcuların kendi mescitlerini oluşturmalarının işaretini vermiş olmaktadır.
M- İNSANLIĞI KUCAKLAMA İDDİASI
Nurcular derler ki; “Kim gerçekler peşinde koşuyorsa, Risale-i Nur’dan ders almalıdır. Nur yolunda giden her aydın, gerçek mutluluğa kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini anlayacaktır. Ebedî hayat hazinesini gösteren Kur’ân-ı Hakîmin nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir[21].”
Said Nursî daha ileri gider ve şöyle der: “Dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın yüzden ziyade tılsımını, muammasını çözüp ortaya çıkaran ve en inatçı dinsizleri susturup cevapsız bırakan; Miraç ve ahirette ruh ve cesedin birlikte dirileceği gibi akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân gerçeklerini en yobaz ve en inatçı filozoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur nüshaları, elbette bütün dünyayı ve uzayı kendi ile alâkadar edecek ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir Kur’ân gerçeği ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır[22].”
“Şialıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de aşırı, filozofların en inatçısı ve âlimi, mutaassıb hocaların en kibirlisi hep beraber Nur dairesine girmeğe başladılar ve şimdi kardeş gibidirler. Hatta bazı misyonerler, İsa dininin, yani Hıristiyanlığın gerçek ruhanîsinin de (yani İsa aleyhisselamın) o daireye gireceğine dair işaretler vardır. Bunlar birbirine hücum etmiyor; aksine bir dayanışma ve bir barışın gereğini hissedip tartışmalı konuları ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (R.A.) otuz-kırk işaretiyle açık bir şekilde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın dehşetli yaralarına tam bir ilâçtır. O daire bize kâfi geldiği için ondan dışarı çıkmıyoruz[23].”
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SAİD NURSİ VE KUR’ÂN
Said Nursî’nin Kur’ân’a yer yer doğru yaklaştığı gözlenmektedir. Ama o Kur’ân’a, daha çok kendini, kitaplarını ve şakirtlerini kutsallaştırmak için başvurur. Ayetlerden bu tür anlamları çıkarmak mümkün olamayacağı için çok yanlış yollara başvurur. Mesela ona göre Kur’ân’ın 33 âyetinde kendisine ve Risale-i Nur’lara işaret edilmektedir[24]. İddiasını ispat için Ebced ve cifri kullanmaktadır. Bu, çoğunlukla büyücülerin başvurduğu yoldur. Zaten bu tür iddiaları başka bir yolla yapmak mümkün değildir.
A- EBCED VE CİFR
28 harfli Arap alfabesi, sekiz anlamsız kelimede birleştirilmiştir. Bunlar:
“ابجد هوز حطي كلمن سعفص قرشت ثخذ ضظغ”
kelimeleridir.
Bu harflere, 1’den 1000’e kadar rakam değerleri verilerek bir hesap şekli oluşturulmuştur. Sekiz kelimenin birincisi Ebced olduğu için bu hesaba Ebced hesabı denmiştir. Bu harfler ve karşılıkları aşağıdadır.
ا | ب | ج | د | هـ | و | ز | ح | ط | ي | ك | ل | م | ن |
1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 | 20 | 30 | 40 | 50 |
س | ع | ف | ص | ق | ر | ش | ت | ث | خ | ذ | ض | ظ | غ |
60 | 70 | 80 | 90 | 100 | 200 | 300 | 400 | 500 | 600 | 700 | 800 | 900 | 1000 |
Ebced hesabı daha çok, bir cümlenin ya da beytin içine önemli olayların tarihlerini, anlamlı kelimelerle yerleştirmek için kullanılmıştır. Buna tarih düşürme denir. Bu hesabı, gayb bilgisine ve gizli manalara ulaşma yolu olarak kullananlar da çıkmıştır. Bunlar, Cefr ya da Cifr adını verdikleri bir metot kullanırlar. Daha çok Şiilerin ve büyücülerin başvurduğu cifr’de harflerle sayılar arasında ilişki kurularak onlara denk gelen işaretlere ulaşılmaya çalışılır[25]. Bu, bâtıl bir yoldur. Çünkü Ebced hesabının, Kitap ve Sünnetten bir dayanağı olmadığı gibi gizli anlamlara yani gayb bilgisine ulaşmanın da bir yolu yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilemez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 27/65) “…göklerde ve yerde…” dediğine göre meleklerin, cinlerin ve peygamberlerin dahi gaybı bilemedikleri ortaya çıkmaktadır.
Cifr yoluyla gayb bilgisine ulaşmaya çalışanlardan biri de Said Nursî’dir. Aşağıda görüleceği gibi o, istediği rakamlara ulaşmakta zorlanmış, bunun için âyetlerin cümle yapısını bozmaya, dil kurallarına veya Ebced kurallarına uymamaya mecbur kalmıştır. Bunlar da yetmeyince, istediği rakamla aradaki farka “sırlı fark” diyerek işin içinden sıyrılmıştır.
B- RİSALE-İ NURLARLA İLGİLİ İŞARETLER
Said Nursî; kendisi, Risaleleri ve öğrencileri ile işaretler taşıdığını iddia ettiği 33 âyet arasından en fazla Nur Suresinin 35. âyeti üzerinde durur. Bu âyetle ilgili iddiaları görülünce diğerlerine ihtiyaç kalmayacaktır. Ayet şöyledir:
اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. O ışık bir cam içindedir. O cam, sanki inci gibi bir yıldızdır; doğuda da batıda da olmayan bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulmuştur. Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak gibidir. Nur üstüne nurdur. Allah dileyeni nuruna yöneltir. Allah insanlara örnekler verir. Allah her şeyi bilir”. (Nur 24/35)
Ayetin meali tarafımızdan eklenmiştir. Umarız konunun iyi anlaşılmasına yardımcı olur.
Said Nursî âyetin, Risale-i Nurların adına, yazım tarihine ve içindeki bilginin değerine işaretler taşıdığını iddia etmektedir.
O, kitaplarına Risale-i Nur, Resail’in-Nur, Risalet-ün Nur ve Risalei’n-Nur adlarını verir.
Risalei’n-Nur diye bir ad olamaz. Bu ne Türkçe’ye, ne Arapça’ya ne de Farsça’ya uyar.
Ona göre âyet, dört-beş cümlesiyle on açıdan bu kitapların adına işaret etmektedir.
Birinci Cümle
Said Nursî’ye göre âyetin Risale-i Nur’a bakan birinci cümlesi şudur: مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ= “O’nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir”.
“Yani Nuru ilâhînin veya Nuru Kur’ânî’nin veya Nuru Muhammedî’nin (a.s.m) misâli َمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ = içinde ışık bulunan bir kandil yuvasıdır. Bunun makam-ı cifrîsi, yani cifre göre rakam değeri 998’dir. Şeddeli nunu iki nun sayarsak Risalet-ün Nur’un rakam değeri de aynı olur. Bu sebeple âyet, tamı tamına bu isme işaret etmektedir.”
Bu sözüyle o, “فِيهَا مِصْبَاحٌ مِشْكَاةٍ” ın Risalet-ün Nur olduğunu söylemiş oluyor. Onun yukarıdaki cümlesini bu değişiklikle düzenlersek şöyle olur: “Nuru ilâhînin
Veya Nuru Kur’ânî’nin veya Nuru Muhammedî’nin (a.s.m) örneği Risalet-ün Nur’dur[26].” Bunu açıkça söylemiyor ama bunun böyle olduğunu, aşağıda başka cümlelerle ifade edecektir.
Said Nursî, rakamları denkleştirmek için âyetten aldığı cümlenin yapısını bozmuş, sonra كَمِشْكَاةٍkelimesinin başındaki ك harfini kaldırmıştır. Yeterli olmayınca Risalet-ün Nur kelimesindekiال harf-i tarifini ن saymıştır. Risalet-ün Nur, şöyle yazılır: “رسالة النور”. Onun dediği iki nun’dan ikincisi, ال harfinin, idğam-ı şemsiye olması sebebiyle ن‘a dönüşmesinden doğan sestir. Bunları yapmasa istediği rakama ulaşamayacaktır.
İkinci Cümle
Said Nursî’ye göre âyetin Risale-i Nur’a bakan ikinci cümlesi şudur:
“الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ = “O cam, sanki inci gibi bir yıldızdır. Yakılır...” Bu cümlenin rakam değeri 546’dır. Risale-i Nur’un değeri ise 548 eder. İkisi arasında sırlı iki fark ile uyum olması bu isme tam olarak işaret eder.”
Said Nursî âyetten, önce bir isim cümlesi almış, rakam tutmayınca onu izleyen fiil cümlesinin ilk kelimesini almış ve cümle yapısını bozmuştur. Arapça bilmeyenler mealden bunu anlayabilirler. Yine de rakamı tutturamayınca dil kurallarını çiğneyerek kitaplarının adını “Risalei’n-Nur”a çevirmiştir. Bunlara rağmen kalan farka, “sırlı iki fark” diyerek konuyu sır perdesi ile örtmüştür.
Üçüncü Cümle
Said Nursî’ye göre âyetin Risale-i Nur’a bakan üçüncü cümlesi şudur: “مِن شَجَرَةٍ = ağaçtan.” “Eğer مِن شَجَرَةٍ deki ة vakıflardaki gibi هـ sayılsa 598 ederek tamı tamına Resail-in Nur ve Risale-in Nur’un rakam değeri olan 598’e denk düşmekle beraber “من فرقان حكيم”’in (Furkan-ı hakîm’den) rakam değerine sırlı bir tek farkla işaretli bir uyum sağlayarak hem Resail-in Nur’u kendi içine katar, hem de Risale-in Nur’un “Furkan-ı Hakîm’in bereketli bir ağacı” olduğunu gösterir.
Eğer مِن شَجَرَةٍ deki ة, ة olarak kalsa, o vakit makam-ı cifrîsi 993 eder, uyuma zarar vermeyen pek az ve sırlı beş farkla Risalet-ün Nur’un rakam değeri olan 998’e uyum gösterir. Anlamı da uyumlu olduğu için âyet bu isme işaret eder.”
Açıkça anlaşılıyor ki, Said Nursî’nin kitaplarına Risale-i Nur, Resail’in-Nur, Risalet-ün Nur ve Risalei’n-Nur diye farklı adlar vermesi, istediği rakamları denkleştirme amacına yöneliktir.
Burada Said Nursî, önce âyetten, bağlacıyla beraber tek bir kelime almış ve ona cümle adını vermiştir. Sonra rakam değeri 400 olan ة harfini, değeri 5 olan هـ ile değiştirmiştir. Yukarıda rakam değerinin 548 olduğunu söylediği Risale-in Nur’u bu defa 598’e çıkarmıştır. Her şeye rağmen rakamlar tutmayınca yine “sırlı fark” perdesine sığınmıştır. Son olarak âyete; Kur’ân’da bulunmayan “حكيم من فرقان “ = Furkan-ı hakîm’den” şeklinde bir ekleme yaparak “Risale-in Nur’un Furkan-ı Hakîm’in bereketli bir ağacı” olduğu sonucuna varmıştır. Bunu âyetteki yerine yerleştirirsek şöyle bir durum ortaya çıkar;
“O’nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. O ışık bir cam içindedir. O cam, sanki inci gibi bir yıldızdır. Doğuda da batıda da olmayan bereketli Risale-i Nur’dan tutuşturulmuştur.”
Onun bu iddiası, daha sonraki ifadeleri ile tam olarak ortaya çıkacaktır.
Dördüncü Cümle
Said Nursî’ye göre âyetin Risale-i Nur’a bakan dördüncü cümlesi şudur: ُنورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ = “Nur üstüne nurdur. Allah nuruna yöneltir”. Bunun rakam değeri 999 ederek sırlı bir tek farkla Risalet-ün Nur’un rakam değeri olan 998’e uyumlu olarak anlamının kuvvetli ilgisi ile işaret derecesinde imada bulunur.”
Sayıyı tutturmak için iki cümle bir araya getirilmiş ama ikinci cümlenin tümleci, yani mef’ulün bihi ayıklanmıştır. Rakam yine de tutmayınca o “sırlı farka” sığınılmıştır[27].
C – SAİD NURSİ İLE İLGİLİ İŞARETLER
Said Nursî’ye göre âyetin beşinci cümlesi şudur: يَشَاء مَن = İsteyeni “Bu cümle gayet küçük bir farkla Risalet-ün Nur müellifinin ismiyle meşhur bir lâkabına uyum gösterir. Eğerيَشَاء daki mukadder zamir izhar edilirse مَن يَشَائه olur. Tamı tamına uyum sağlar[28].”
Burada sözü edilen lakap el-Kürdî olmalıdır. Çünkü rakam değeri 409’dur. مَن يَشَائه nun rakam değeri ise 407’dir. O Kürt olduğu için lakabı Saîd-i Kürdî’dir. Sayı denk düşmediği için “el” takısını eklemek gerekmiştir. Kendisinin lakabından bahsetmemesi de ilginçtir.
Said Nursî burada önemli bir dil hatası da yapmıştır. “..يَشَاء daki mukadder zamir izhar edilirse..” diyor. Arapça ‘da mukadder olan izhar edilemez. Eğer izhar edilebilecek olsaydı ona mahzuf denirdi.يَشَاء daki mukadder zamir, onun faili olan هو’dir.مَن يَشَائه ‘daki ه ise mahzuf olan mef’ul’dur.
Said Nursî sözüne şöyle devam ediyor: “مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ = bereketli bir ağaçtan” cümlesindeki birinci ة ; ت, ikinci ة; ise vakıf yeri olduğundanهـ sayılsa ve شَجَرَةٍ deki tenvin ن sayılsa 1311 eder. Bu, Resail-in Nur yazarının, Risalet-ün Nur’un mübarek kutsi ağacı Kur’ân’ın basamakları olan Arap Dilini okumaya[29] başladığı tarihe tamı tamına işaret eder[30].
Tarihçe-i Hayat’ına göre o, h. 1290’da doğmuştur. Demek ki, 20 yaşında Arapça okumaya başlamıştır. Hâlbuki o, 14 yaşında iken devrinin en büyük âlimlerinden olduğunu iddia etmektedir[31].
Said Nursî diyor ki: “زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ يَكَادُ = Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak gibidir. Nur cümlesi, işaret eder ki: Resail-in Nur müellifi de ateşsiz yanar. İlim elde etmek için masrafa ve ders sıkıntısına ihtiyaç duymadan kendi kendine nurlanır, âlim olur[32].”
“Evet, bu mucizeli cümlenin üç işareti vardır; ikisi elektriğe ve Resail-in Nur’a yaptığı işarettir; bunlar birer gerçektir. Üçüncüsü de müellif hakkındadır; o da tümüyle gerçektir. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşerileri bilirler ki; medrese usulüne göre “İzhar” kitabından sonra onbeş sene ders almakla okunan kitapları, Resail-in Nur müellifi yalnız üç ayda okumuştur.
Ayetin o cümlesi cifrî ve ebcedî uyumla hem elektriğin keşfinin yakınlığını, hem Resail-in Nur’un ortaya çıkmasını, hem de müellifinin doğumunu işaret yoluyla haber verir. Ayrıca bir mucize parıltısı daha gösterir. Şöyle ki يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ = “nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak gibidir” cümlesinin makamı 1279’dur. وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّور = Ona ateş değmese bile. Nur” bülümü ise, iki tenvin iki “nun” sayılırsa 1284 eder. Böylece hem elektriğin yaygınlaşmasının yakın olduğunu, hem Resail-in Nur’un yakınlığını, hem ondört sene sonra müellifinin doğumunu يَكَادُ = nerdeyse kutsi kelimesiyle manen işaret eder. Cifr ile de tamı tamına aynı tarihe uyum gösterir.
Bilindiği gibi zayıf ve ince ipler birleştikçe kuvvetleşir, kopmaz bir halat olur. Bu sırra göre, bu âyetin bu işaretleri birbirine kuvvet ve destek verir. Uyum tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delalet derecesine çıkar[33].”
Said Nursî, istediği rakamı elde etmek için cümleleri parçaladığı gibi harekeleri de harf saymaktadır. Ama burada önemli bir bilgi ortaya çıkmaktadır. Said Nursî, 1279’dan 14 sene sonra dünyaya geldiğini söylemektedir. Buna göre onun doğum tarihi h. 1293’tür. Kendi el yazısı ile yazıp Şeyhülislamlığa verdiği özgeçmişinde de bu tarih vardır. Bu sebeple Tarihçe-i hayatındaki 1290 tarihi yanlıştır.
Risale-i Nurlar, baştan aşağı yukarıdakilere benzer övgülerle doludur. Onlardan biri de şudur: “Said Nursî İstanbul’da iken, “Kim ne isterse sorsun” diye, olağanüstü bir ilanda bulunmuş, bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, onun odasına kafileler halinde gelmiş, her çeşit ilime ve farklı konulara dair en karmaşık, en çözümsüz soruları sormuş, Said Nursî bu soruları hiç duraklamadan, doğru olarak cevaplandırmıştır[34].”
Nedense kendine kafileler halinde gelen meşhur âlim ve allamelerden bir tanesinin kim olduğundan bahsetmiyor ve verdiği cevaplardan bir tanesinin bile ne olduğunu söylemiyor.
D – RİSALE-İ NURLARIN YAZIMINA İŞARETLER
Said Nursî diyor ki; “Baştaki âyet, Risale-in Nur’un adına işaret ettiği gibi yazılma ve olgunlaşma tarihine de tamı tamına işaret etmektedir. كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ = İçinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. O ışık bir cam içindedir.” cümlesindeكَمِشْكَاةٍ deki tenvin vakıf yeri olmadığından nun sayılsa veفِي زُجَاجَةٍ vakıf yeri olduğundan ة, هـ sayılsa 1349 eder. Bu rakam, Resail-in Nur’un en nuranî cüzlerinin yazılma ve olgunlaşma zamanı olan 1349 tarihine tamı tamına işaret etmektedir.
Said Nursî, istediği rakama ulaşabilmek için burada da âyetin cümle yapısını bozuyor, sonraة harfini bir yerde harekesiyle beraber 450, ikinci yerde 5 sayıyor.
Burada dikkati çeken bir başka husus şudur: Birinci bölümün l. Cümlesinde كَمِشْكَاة kelimesinin başındaki ك harfini kaldırmış ve sadeceمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ = içinde ışık bulunan bir kandil yuvasıdır” üzerinden hesap yaparak âyetin Risalet-ün Nur’a işaret ettiğini söylemiş, ة harfinin harekesini hesaba katmamıştı. Yani burada 450 rakam değeri verdiği harfi orada 400 saymış, 20 rakam değeri verdiği ك harfini dikkate almamıştı.
Said Nursî sözlerine şöyle devam ediyor: الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ = “O ışık bir cam içindedir. O cam, sanki inci gibi bir yıldızdır” cümlesi 1345 eder. Bu rakam, Resail-in Nur’un yayılması, şöhret bulması ve parlaması tarihine tamı tamına uygun düşer. Çünkü şeddeli ر iki ر , şeddeli ن iki ن ; şeddeliز , aslı itibariyle bir ل bir ز ve birinci زُجَاجَة vakıf olduğundan oradaki ة; هـ , ikincisi vakıf olmadığından ة sayılır.
الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ = “O ışık bir cam içindedir” cümlesini bir önceki paragrafta bir başka maksatla değerlendirmeye almıştı. Sonra sözlerine şöyle devam ediyor:
“Eğer şeddeliز iki ز sayılsa o vakit 1322 eder. Bu da Risale-in Nur yazarının, Nur kitapları ile ilgili hazırlığa başladığı tarihe tamı tamına uygun düşmektedir[35].”
Önceki paragrafta, “şeddeliز , aslı itibariyle bir ل bir ز “ sayılsa diyerek 37 rakam değeri verdiği harflere, burada 14 rakam değeri vererek istediği sonuca ulaşmaya çalışmıştır.
E – RİSALE-İ NURLARIN DEĞERİNE İŞARETLER
Said Nursî diyor ki: Kur’ân ile bu kadar anlamlı ve çok yönlü uyum, ittifakla gösterir ki, bunlar yalnız bir emare, bir işaret değil, belki kuvvetli bir delalettir. Belki Kur’ân’ın, hem elektriğe hem de Resail-in Nur’a olan manevi ilgisini açıkça ortaya koymaktır. Bu âyetin manevi inceliklerinden biri de şudur: Mucizeli bir gayb haberi ile elektriği ve Risale-i Nur’u haber verdiği gibi bu ikisinin ortaya çıkış zamanlarını ve ondan sonra meydana gelecek gelişmeleri ve bu ikisinin olağan üstü durumlarını da çok güzel göstermektedir[36].
Meselâ “ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ زَيْتُونِةٍ = Doğuda da batıda da olmayan bir zeytin” cümlesi şunu söyler: “Elektriğin kıymetli metaı, ne doğudan ne de batıdan ithal edilmiştir. O yukarıdan, hava boşluğundan, rahmet hazinesinden, göklerden iner; her yerin malıdır. Onu başka yerde aramaya lüzum yoktur. Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur da aynı şekilde, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden ne de Batı’nın felsefe ve fen bilimlerinden gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Ama semavî olan Kur’ân’ın, Doğu ve Batı’nın üzerinde olan Arş’daki yüksek yerinden alınmıştır [37].”
Önce, batıl bir yolla âyetten çıkardığı işaretlere kuvvetli delaletler dedi. Sonra da mucizeli bir gayb haberi ele geçirdiği iddiasıyla elektriğin ve kendi kitaplarının olağanüstü olduğunu vurguladı.
Said Nursî elektriğin nasıl üretildiğini bilmediği için onun hava boşluğundan geldiğini; kendi kitabının da aynı şekilde gökten geldiğini iddia ederek onun Kur’ân’dan değil, Kur’ân’ın alındığı Arş’tan alındığını söylüyor. Onun bu iddiası, yukarıdaki iddialarıyla tam bir bütünlük oluşturuyor. Ona göre Risale-i Nurlar Kur’ân’ın alındığı yerden alınmıştır. Oradan daha öne alınmış olan Kur’ân, normal olarak o yeni kitabı ve onu tebliğ edecek kişiyi haber vereceğinden Said Nursî kurgusunu bu temel üzerine oturtuyor.
F – RİSALE-İ NURLARI OKUYANLARA İŞARETLER
Said Nursî, talebelerini de unutmayıp âyetten onlara da pay çıkarmıştır. Diyor ki; يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ = “Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak gibidir. Nur” cümlesi, işaret eder ki: “Hicrî 13. ve 14. asırda tavandan asılan lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır, yani 1280 tarihine yakındır. Bu cümle ile elektriğin olağanüstü durumuna ve geleceğine işaretle açıklama yapıldığı gibi manevî bir elektrik olan Resail-in Nur da gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, öğrenim masrafına, derse çalışmaya, başka hocalardan ders görmeye ve hocaların ağzından öğrenmeye ihtiyaç kalmadan herkes derecesine göre o yüksek ilimleri, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, araştırmacı ve gerçekçi bir ilim adamı olabilir[38].
Said Nursî bir başka yerde şöyle diyor: “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın önemli ve gerçekçi bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa bile Risale-i Nur şakirtlerinin bir manevi kişiliği olduğu için o kişilik şüphesiz bu zamanın bir âlimidir[39].”
Said Nursî’ye göre Risale-i Nur, Kur’ânın yüzden fazla tılsımlarını, muammalarını çözen ve ortaya çıkaran en inatçı dinsizleri susturup çaresiz halde bırakan[40] bir kitaptır. Onun tılsım ve muamma dediği, yukarıdaki ifadeleri olmalıdır.
Daha çok Şiilerin ve büyücülerin baş vurduğu cifr yoluyla, harflerle sayılar arasında ilişki kurarak bazı işaretlere ulaşılmaya çalışmak ve onları âyetin bir hükmü gibi göstermek, gerçekten çok ağır bir vebal altına girmektir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Onlardan bir takımı da Kitab’ı okuyormuş gibi dillerini bükerler ki, siz onu Kitaptan sanasınız. Ama o Kitap’tan değildir. “Bu Allah katındandır” derler, hâlbuki Allah katından değildir. Onlar o yalanı Allah’a karşı, bile bile söylerler”. (Al-i İmran 3/78)
Ayrıca Risale-i Nurların, en inatçı filozofları susturduğu ve binlerce âlimi hayran bıraktığı iddia edilir ama bunlardan hiçbirinin kimliğinden bahsedilmez[41]. Keşke onlardan birer kişinin adını ve onları hangi bilgileriyle susturup hayran bıraktıklarını da yazsalardı bize bir değerlendirme imkânı vermiş olurlardı. Aslında isim de veriyorlar ama asırlar önce ölmüş filozofların ismini veriyorlar. Diyorlar ki; en meşhur İslâm filozoflarından İbn-i Sîna, Fârâbî ve İbn-i Rüşd’e Risale-i Nurun ilmî kudretini göstermek mümkün olsaydı, onlar hemen diz çöküp Risale-i Nurdan ders alırlardı[42].
[1] Emirdağ Lâhikası (1), Mektup No: 81,a.g.e, c. II, s.1733. İfadeler sadeleştirilmiştir; aslı şöyledir: “Bu acip ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, hususan ehl-i imanın çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve küfr-ü mutlak ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, güvenimizin en müstahkem, kavî, yıkılmaz, sarsılmaz tahkimatı olan Risale-i Nur’un nurânî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine dehalet etmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, idam-ı ebedî zannettiğiniz ölümü bir hayat-ı bâkiyeye tebdil edeceksiniz”.
[2] Şualar, On Dördüncü Şuâ, a.g.e, c. I, s.1111, Ceylan Çalışkan’ın müdafaasından.
[3] Kastamonu Lahikası, a.g.e, c. II, s. 1651, Yazı sadeleştirilerek özetlenmiştir. Aslı şöyledir: “Bu risale Sikke-i Gaybiye baştan aşağıya kadar bir tek neticeye bakar. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur’un makbûliyetine bir imza basıldığını isbat ediyor. Böyle bir tek dâvaya bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve îmalar onu göstermesi, ilmelyakîn değil, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o dâvayı isbat eder”.
[4] Şualar, Birinci Şua, Dördüncü Ayet, a.g.e, c. I, s. 847.
[5] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, a.g.e, c. II, s. 2061.
[6] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, a.g.e, c. II, s. 2061. Yazı sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur Medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.”
[7] Şuâlar, Yedinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 895.
[8] Şuâlar, Yedinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 895.
[9] Şuâlar, On Beşinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 1116. “وبالآية الكبرى أمني من الفجت” Arapça’da “fecet” diye bir kelime olmadığı için “füc’e” kabul edilerek anlam verilmiştir.
[10] Şuâlar, On Beşinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 1116. Bu ibarede kısaltma yapılmıştır. Tamamı şöyledir: “ Birinci Kelime لا إله إلا الله tır. Bundaki hüccet ise matbu’ Âyetü’l-Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), Nur’un eczalarından haber verdiği sırada وبالآية الكبرى أمني من الفجت (Ayetül Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru. A. Bayındır) deyip o Âyetü’l-Kübra’yı şefaatçı yaparak…”
[11] Şuâlar, On Beşinci Şuâ, a.g.e, c. I, s. 1116.
[12] Emirdağ Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, a.g.e, c. II, s. 1723. Anlamı bozmayacak kısaltmalar yapılmıştır.
[13] Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, a.g.e, c. II, s. 1608, İbarenin aslı şudur: “Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl–i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret–i Kur’aniyeyi ve beşaret–i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm…”
[14] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 771.
[15] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 775.
[16] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 876.
[17] Şinasi Gündüz, Mahmut Aydın, Misyonerlik, İstanbul 2002, s. 18.
[18] İncil, Pavlus’un Korintlilere Birinci Mektubu, 9/1923
[19] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par.854 ve 856.
[20] Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, a.g.e, c. II, s. 1667. Yazı sadeleştirilmiştir; aslı şöyledir: “Risale-i Nur’un Âlem-i İslâm’da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirtleri musalahakârane vaziyeti almaya mükelleftirler. Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkid etmeyiniz. Gerçi İmamı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “sevabı olmaz” demektir; yoksa, namaz battal olur değil.”
[21] Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, a.g.e, c. II, s. 2204.
[22] Emirdağ Lâhikası (1), Mektup No: 24, a.g.e, c. II, s.1695. Yazı sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Evet, dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammâlarını hal ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve Miraç ve haşr-i cismânî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid filozoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arz ve küre-i havâiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir hakikat-i Kur’âniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır.”
[23] Emirdağ Lâhikası, a.g.e, c. II, s. 1769. Yazı sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit, feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, din-i İsa’nın (A.S.) hakikî ruhanîsi de o daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil; belki bir tesanüd, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (R.A.) otuz-kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz”.
[24] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, 831.
[25] Bkz., Mustafa Uzun, “Ebced”, DİA, c. X, s. 68-70; Metin Yurdagür, “Cefr”, DİA, c. VII, s. 215-218.
[26] Âyetin Nur-i Muhammedî’ye işaret ettiği, dolayısıyla Risaletü’n-Nur’un Nuri Muhammedî olduğu iddiası da vardır. Bu konu üzerinde daha önce durulmuştu.
[27] Bu bölümde geçen iddialar için bkz., Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, 832.
[28] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 832.
[29] Burada tedris yani ders okutma kelimesi geçiyor. Bize göre o kelime tederrüs yani ders okuma olmalıdır. Çünkü Said Nursî’nin Arapça okuduğuna dair bilgi var ama okuttuğuna dair bilgi yoktur.
[30] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 832.
[31] Kastamonu Lahikası, a.g.e, c. II, s. 1609.
[32] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.
[33] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.
[34] Said Nursî, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1993, s. 726.
[35] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 832.
[36] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.
[37] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.
[38] Şualar, Birinci Şua, a.g.e, c. I, s. 833.
[39] Said Nursî, Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a, a.g.e, c. I, 672.
[40] Emirdağ Lâhikası (1), Mektup No: 24, a.g.e, c. I, s.1695.
[41] Şualar, On Dördüncü Şua, a.g.e, c. I, s. 1037.
[42] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, a.g.e, c. II, s. 2104.
posted in *ARACILIK ve ŞİRK | 0 Comments