Kur’an’da muhkem ve müteşabihler (Buyruklar ve mecazlar)-2 Ahmet Baydar
HEM MUHKEM HEM MÜTEŞABİH KiTAP
İkinci Hayat Konusunda Benzeşenler
İnsanın bilgi edinmesi için iki alan vardır. Birincisi ‘Şehâdet’ alanıdır. Biz burayı müşahede eder, işitir, görür dokunur ve kavrayabiliriz. Böylece muhkem bilgiler elde ederiz. Bu bilgilerden, evrensel yasalara dayanan Fiziksel bilimler doğar. Bilgi edinilebilecek ikinci alan ise, metafizik olan ‘Gayb’dır. Fakat duyu organlarımız bu alanı kavramakta yetersiz kalır. Her iki terim de şu ayette kullanılmıştır;
“O, görülen (şehâdet)i de görülmeyen (gayb)ı da bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır.”[1]
Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekmektedir. Gayb; sadece “Görülmeyen” demek değildir. Aynı zamanda ‘Şu anda hazırda bulunmayan’ demektir. Bu nedenle, o anda hazırda bulunmayan kimsenin onu üzecek biçimde anılmasına ‘Gıybet’ denmektedir. Kelime bazen, bilinenin mukabili olarak da kullanılır. Kur’ân’da daha çok insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan hakikati nitelemek için kullanılmıştır.
Oysa sadece görülmeyen niteliğindeki bir şey, şehâdet alanında bulunan, fakat duyularımızdan uzak kalan yahut zihnimizde gelecek biçiminde algılanan eşya, haber ve hadiseler olabilir. Bunlar bilinebilirlik açısından gayba benzer. Fakat mutlak bilinmez değildir. Meselâ çocuk, annesine misafir geldiğini duymuştur. O bir misafirin geldiğini muhkem olarak bilmektedir. Ancak tanımadığı için misafirin kimliği ve ne zaman döneceği ona gayb gibidir. Fakat bunları her an bilme imkânı olduğundan tam bir gayb da değildir. İşte şehâdet alanında bulunup da, gayba benzeyen bu tür haber ve olayları gayb dışında bir isimle adlandırmamız gerekmektedir. Hiç bilinemeyecek olana Kur’ân’da‘el-Gayb’ denmektedir. Biz bundan hareketle; zamanla bilinebilir olana aynı kökten bir kelimeyle ‘Gâib’ diyebiliriz. Böylece mutlak gayb ile, şu anda bize gayb gelen şeyi birbirinden ayırmış oluruz.
Meselâ Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek bizim için mutlak anlamda bir gaybdır. Çünkü onun zamanını sadece Allah bilir;
“Saat’in bilgisi ancak Allah’a mahsustur.”[2]
“Ben size, Allah’ın hazîneleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.”[3]
“Size söylenen şey yakın mıdır, yoksa Rabbım onun için uzun bir süre mi koyacaktır, bilmem. Gaybı bilen O’dur.”[4]
Fakat yağmurun ne zaman, nereye ve ne kadar yağacağını takdir eden bilgi mutlak gayb olsa da, onun yağacağı yer, zaman ve mikdarı bilmek gayb değil gâibdir. Çünkü, bulutların cinsi, yoğunluğu ve rüzgarın seyri gibi emareler, onun zamanını ve yerini bize haber vermektedir. Nitekim yukarıdaki ayet, kıyâmetin zamanını bilmeyi Allah’a tahsis ettikten sonra şöyle devam eder;
“Yağmuru indirir, rahimlerde bulunanı bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.”
Allah, sadece bunları değil, her şeyi bilir. Ama, hiç kimsenin bilemeyeceği, sâdece Allah’ın bileceği başka şeyler de vardır. Bu ayette vurgulanan şudur. Yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemeyen kimse, kıyâmetin saatini nasıl bilsin? Fakat, yağmurun ne zaman yağacağı, ana rahminde ne olduğu, ne zaman şiddetli bir depremin olacağı mutlak gayb ile sınırlanmamıştır. Bunlar sadece bilemeyene gâibdir. İlk ikisinin şu anda bilim adamları için gâib olmaktan çıktığını da biliyoruz.
İkinci hayata gelince. O mutlak anlamda bir gaybdır. Doğal olarak oradaki nimet ve azabın mahiyet de insan için gayb kalacaktır. Fakat din koyucusu, kulların iman ve inkarına karşılık onlara vereceği nimet ve azabın niteliklerini anlatacaktır. Bu anlatış da elbette muhataplarının diline yani onların nimet ve azap kültürlerine uygun düşmesi gerekir. Aksi taktirde, sözün ruhlara bir etkisi olamaz.
Kur’ân’ın ilk seslenişi, döneminin büyük bir kentinde, köleleri ve hizmetçileri bulunan zengin bir halka olmuştur. Bu halkın yoksulları genelde ona uymuşlar, zenginleri karşı koymuşlardır. Bu nedenle, Kur’ân vaat ettiği nimetleri doğal olarak o yoksulların hoşlanacağı, kendisiyle tehdit ettiği azabı da o şımarık zenginlerin kaygılanıp korkacağı niteliklerle anlatmıştır.
Onların nankör zenginlerinin en nefret ettiği şey şüphesiz sıcaklıktır. Kur’ân da, onların yaptıkları kötülüklere karşılık onların hiç istemediği bir şeyden, ateşten söz eder. Fukaranın hasret kaldığı şey de yeşillikler arasında ferah bir ortamdır. Kur’ân da, o yoksulların iyiliklerinin karşılığını, onların özlemini duyduğu bahçelerle tasvir eder.
Şimdi eğer biz, günlerinin çoğunu kar ve buz üzerinde geçiren zalimleri ateşle tehdit etsek, yahut hayatı zaten bağ ve bahçelerde geçen iyilere bahçeler vaat etsek, Kur’ân’ın aldığı neticeyi almayabiliriz.
Yani, üzerinde durulan coğrafya Arabistan, uyarılan toplum Arap, aralarından seçilen elçi Arap, onlara cehennemi ve cenneti tanıtan da Arapça bir Kur’ân’dır. Buradan şu noktaya ulaşmamamız zor olmasa gerektir. Kur’ânın kendi dilini Arapça ile sınırlaması, aynı zamanda o günkü Arap kültürüyle de sınırlandırması anlamına gelir. Yani Arapça Kur’ân, aynı zamanda gününün Arap kültürüyle konuşan Kur’ân demektir.
Bu durumda, yukarıdaki üç paragraftan şunlar anlaşılırsa yanlış olmayacaktır. Mutlak gayb alanını anlamak için iki benzetmeye ihtiyaç olacaktır. Birincisi gaybdan haber vermedeki zorluktandır. Bu zorluk, haber verilen yerle o haberi alanın saha ayrılığından kaynaklanır. Bu nedenle Kur’ân ikinci hayattaki meyveleri bu hayattaki meyvelere benzetir.
“İnananlar ve yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara bir ürün rızk olarak verildiğinde, “Bu daha önce de bahşedilenin aynısıymış” derler. Bunlar, müteşâbih olarak sunulmuştur.”[5]
Benzetme gereğinin ikincisi, verilen haberin, zihinlerde algılanış biçimindendir. Bu haberi veren toplumla, alan toplumun kültür farkı bu gereği artırır. Ayetlerde cennet; huzur verici gölgeler, tarifsiz güzellikte eşler, üzüm, nar, hurma, kuş eti, girift ağaçlar, zencebîl, kâfûr, misk, ipekler, atlaslar, kanepeler, divanlar, yastıklar, dolaşıp hizmet eden sürekli aynı yaşta, güzel kız ve oğlanların bulunduğu, içinden ırmaklar akan bahçeler şeklinde tasvir edilir.
İnananlara; ağzı mühürlü bir testiden, gümüşten sırça kadehlerde, içine kâfur ve zencefil karıştırılmış tertemiz, güzel kokulu bir şarap sunulur. Zencefil, güzel kokusuyla içkiye lezzet katan bir baharattır. Kâfûr soğukluk, zencefîl ısı verir. İçildikten sonra ağızda misk kokusu bırakır. İçenleri sarhoş edip salyalarını akıtmaz. Öyle bir iki kadeh içmekle tükenecek gibi de değildir. Çünkü Tesnim ve Selsebîl denen bir pınardan beslenir. Tesnim, Allah’a yaklaştırılanların içki pınarıdır. Selsebîl ise içimi gayet lezzetli, tatlı, boğazdan çok rahat geçen bir içkidir.
Altın ve gümüş kaplara konulmuş leziz yemekleri ve temiz içkileri dolaştıranlar, ihtiyarlamazlar, tazelikleri bozulmaz. Ölümsüz gençlerdir onlar. Etrafa saçılmış inci tâneleri gibidirler. İnci tâneleri düz yerde dağınık olursa ışığı birbirine vurduğu için güzel bir görünüm verir. O kadar güzeldirler. Onlar süreklidirler.[6]
Nankörlüğe karşılık olarak verilecek cehennem için de tasvirler yapar Kur’ân. Özellikle ateş bunların başında gelir. Düşünün ki şımarık bir zengin; kavurucu bir sıcakta çölde kalmış. Açlık gidermeyen dikenli otlardan başka bir yiyeceği yok. Şiddetli bir susuzluk içinde, fakat kaynamış ve kirlenmiş içeceklerden başka içeceği de yok. Yaşamanın ve ölmenin bulunmadığı bir çaresizlik ortamında.
“Cehennem bir gözetleme yeri olmuştur. Azgınlar için bir barınak. Devirlerce kalacaklardır içinde. Ne bir serinlik tadacaklar ne de bir içecek. Sadece; kaynar ve atık bir su”[7]
Şimdi cennet ve cehennemle ilgili şu tasvirler bize bir şeyler hatırlatıyor. Çünkü bu kavramlara yabancı değiliz. İşte inananlara verilen cennet nimetleri, bu hayatta tanıdığımız nimetlere böyle benzer. Nankörlere verilecek karşılık da bu ilk hayattaki mahrumiyetlere benzer. Fakat aynen böyle midir? Buna rahatlıkla hayır diyebiliriz. Gerçekte bunlardan çok farklı olmalıdır zira iki hayatın oluşu birbirinden farklıdır. Orada zaman algısı bildiğimizden farklıdır;
“Göklerle yer genişliğindeki cennet”[8]
“Sakınanlara vaat olunan cennetin meseli şöyledir: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet sunan bir şaraptan nehirler, süzme bir baldan oluşan nehirler var.”[9]
Bu hayatta; tadı bozulmayan su ve lezzeti bozulmayan süt bulunur mu? Süzme baldan bir nehir nasıl olur? Ayrıca, herkes sütü ve balı sevmeyebilir de. Şarap, hiç tatmamış kimseye de lezzetli gelir mi? Bu nedenle cennette bunların da ne işi var diyen çıkabilir.
Bu son ayetlerden anlıyoruz ki cennet ve cehennem tasvirleri muhkem değildir. Çünkü cennet ve cehennem sadece vaad ve vaidden ibaret değildir. Zaten ayette bunların bir ‘Mesel’ olduğu söylenmektedir. Nitekim bu sayılanları ödül ve ceza olarak algılayışlar da farklıdır. Bunlar kalplerinde hastalık olanların hastalığını artırabilir.
Allah’ın Zâtı Konusunda Benzeşenler
Kur’ân’da, Allah’ın antlarda bulunduğu görülür. Oysa Kur’ân’ın tanımladığı Tanrı aşkındır. Ant etmek de insan biçimci bir iştir. Arapların sosyal hayatta yaygın biçimde ant etmeleri, Tanrı beyanında da bulunabilmesi için yeterli bir izah tarzı sayılabilir mi? Acaba Allah, kitabında daha fazla aklî ve mantıkî deliller sunmak yerine, neden ant etmek yolunu seçmiştir? Kur’ân’daki antların maksadı sadece hitabet gücüyle insanları iknâ etmek midir? Söylevsel etkisi dışında, bir değeri yok mudur? Onlar ayetlerde birer süs müdür? Ayrıca ant, delil getirmede çaresiz kalan, belki de sinirlenip kızan kimselerin başvurduğu yollardan biridir. Her şeye gücü yeten Allah’ı kim sıkıştırıp delil getirmeye zorlayabilir ve kızdırabilir ki, ant etmeğe sığınmaktadır?
Bu konuda akla gelebilecek bir başka soru da şudur. Allah, ant etmese de bir mümin zâten O’na inanırdı. Fakat defalarca ant etmiş olsa bile kâfir yine O’na inanmayacaktı. Öyleyse ilâhî kelâmda ant edilmiş olmasının pratikte ne gibi faydaları olabilir? Ayrıca Hadis-i şeriflerde Allah’tan başkasının ismiyle ant edilmesi yasaklanmaktadır. Oysa Allah ‘Güneş, Ay ve Yıldızlar’ gibi kendinden başka, hem de yarattığı varlıklarla ant etmektedir. Bir şeye ant edilmiş olması onu yüceltiyorsa, Araplar zaten gök cisimlerini yüceltip onlara ibâdet ederlerken, Kur’ân’ın tutup da yine de onlarla ant etmesinin anlamı ne olabilir?[10]
Sonra problem sadece ant değildir. Kur’ân-ı Kerîm, Yaratıcıyı, bu hayattakilere benzeyen isim ve fiillerle tanıtmaktadır. Bu isim ve fiillere göre Yaratıcı, intikam alan, lânet eden, tuzak kuran, öfkelenen, gökte sekiz köşeli tahtta oturan bir sultandır; O intikam alandır.” [11]
“Allah, en iyi tuzak kurandır.”[12]
“Allah, onlara gazap etmiş, onları lanetlemiştir..!”[13]
O gün Rabbının tahtını, üstlerinde sekiz taşır.[14]
“Güneşe ve onun aydın sabahına ant olsun.”[15]
“Din gününün Sultanı…”[16]
Bunların beşerî nitelikler olduğu tartışılmaz. İnsan da ‘İntikam alır, tuzak kurar, öfkelenir ve yemin eder. Yüce Allah’ın isim ve fiillerinin, böyle beşer terminolojisiyle ifade edilmesi, insan zihninde problemler oluşturabilir. Eğer; belli bir yerde oturan, ant eden, hoşlanan, sevmeyen, öfkelenen, tuzak kuran, hesaba çeken, cezalandıran ifâdeleri Allah için muhkem görülürse, tekrar bir İsâ-Tanrı modeline dönülmüş olur. Kalplerinde eğrilik olanlar da bunu izler ki, bu putperestlikten başka bir şey değildir.
Eğer biz, yukarıdaki ayetlere, bu varlık alanında algılanan biçimiyle uyarsak, farkına varmadan, Kur’ân’ın diğer bazı hükümleri ile çelişkiye düşmüş oluruz.[17] Çünkü Kur’ân’a göre Allah, kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur. Var olduğu aşikar, fakat varlığının mâhiyeti gizlidir. Evvel, fakat aynı zamanda âhir, zâhir fakat aynı zamanda bâtındır. Her yerde bizimledir;
“O öncedir; sondur; aşikardır; gizlidir. O her şeyi bilir.”[18]
‘Nerede olursanız O sizinledir’[19]
Kur’ân dilinde; öz, mâhiyet ve cevherde benzerlik için ‘ndd’,[20] nicelik, kemmiyet ve seviyede benzerlik için ‘svy’,[21] ölçü, miktar ve hacimde benzerlik için ‘şkl’[22] kökleri kullanılır. ‘Şbh’ kökü ise; nitelik, keyfiyet, oluş ve sıfatta benzerlik için kullanılmaktadır.[23] Örnek, benzer ve …gibi olma’yı anlamlandıran en kapsamlı kelime ise ‘msl’ kökündendir. Bir şeyin tam benzeri olması amacıyla yapılan timsal (heykel) bu kökten yapılır.[24]
‘Msl’ kökünün kullanıldığı bir söz dizisinde, eğer anlam bir kayıtla sınırlanmışsa, tam benzerlik sadece o kayıtlanan yönde düşünülebilir. Meselâ şu ayette iki şeyin bir birine benzemesi, ancak benzetme noktasında tamdır;
“Allah’tan başka velîler edinenler, bir ev edinen örümceğe benzerler (msl). Evlerin en gevşeği örümcek evidir”[25]
Allah’tan başka koruyucu edinen kimse, örümceğe benzetilir. Benzeme noktası ise, örümcek sığınağının basitliği ve gevşekliği ile koruyucu edinilen kimsenin basitliğidir. Allah’tan başkasını dost edinenin dostu, örümcek evi gibi dayanıksızdır.
Fakat eğer benzetmede, sözü sınırlayan bir kayıt yoksa. Ayrıca benzerlik de olumsuz gösteriliyorsa, o zaman, ‘msl’ kökü yukarıdaki dört benzeme yönünü de kapsar. Bir ayette şöyle denir;
“O’na benzer (msl) şey yoktur. O işitendir, görendir.”[26]
Yani, öz, nitelik, nicelik ve hacim yönüyle Allah’ın misli düşünülemez. Bu durumda; Allah’ın meseli en üstün olmalıdır.[27] Öyleyse O’na mesel getirilmemelidir.[28] Ama O, mesel getirir.[29] Çünkü her mesel, bir açıklama ve tavzih için getirilir. Bu nedenle onu ancak bilen verir.
“Allah’a meseller vermeğe kalkmayın! Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz!”[30]
Allah’ın insanlar düşünsünler diye[31] verdiği bu meselleri de ancak âlimler düşünürler.
“Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları, âlimlerden başkası düşünüp anlamaz.”[32]
Zaten müteşâbihleri de ancak alimlerin kavrayabileceğine yukarıda temas edilmişti. Bu sebeple deriz ki; O’nu, gökte arşı üzerine yerleşmiş, gören, işiten, bilen, öfkelenen, elleri bulunan ve yemin eden sultan olarak tanımlayan ifadeler, beşer tecrübe ve idrakinin üstünde kalan bir kudreti, beşerin, seviyesine indiren kavramlardır. Bu ifadelerle, Allah’ın yüceliği, her şeye gücü yettiği, bütün varlıkların mutlak hâkimi olduğu anlatılmıştır.
Sonuç
Çoğu kimse, Kur’an’ın ‘müteşâbih’ diye nitelediği ayetlerin sadece sembolik anlatım içerikli ayetler olduğunu düşünür. Oysa, müteşabih sözcüğü lügatte ve Kur’an’daki kullanımlarında benzeşmeyi ifade eder. Bu benzeşme de elbette ayetler arasında aranmalıdır. Yani bir söz, sembolik anlam taşısa da taşımasa da, müteşâbih diye nitelenebilir. Bu, bir ayetin nihai bir hüküm bildirmediği, o sözün muhkem olmadığı anlamındadır. Bu sözün, bir anlamsal ve bir de varlıksal tevili yapılabilir. Anlamsal tevilini ulema yaparak muhkeme ulaşır. Varlıksal tevili ise anlamın vukuuna ilişkin olduğundan onu, elbette, sadece Allah bilir.
O hâlde, müteşâbihlik anlatım problematiğinden ziyade, sözdeki maksadın sınırıyla ilgili bir adlandırmadır. Oysa, dolaylı anlatım, kıssa, mecaz ve sembollerle yapılır. Bu da sözün maksadı değil, mâhiyetiyle ilgilidir. Burada, benzeşme yoktur, çünkü söylenen lafız başka, anlaşılması gereken başkadır. Ayrıca, Kur’an’ın söz söyleme biçimi eğer anlamla ilgili bir sorun oluşturuyorsa, bu asla tevili gerekli kılmaz. Çünkü sözün muhatabı ulemâ değil, nüzul atmosferini teneffüs eden herkestir. Yani bu sorun, olsa olsa lisânî ve kültüreldir. Bu da ulemanın değil, ona muhatap olan herkesin sorunudur. Bu nedenle diyebiliriz ki, mecaz ifade eden her sembolik söz, bir anlamda müteşabihtir. Ama müteşabih her söz, sembolik anlam taşımayabilir.
HEM MUHKEM HEM MÜTEŞABİH KiTAP
Yorumlar Üzerine
Klâsik dönem müfessirlerinin ‘müteşâbih’ üzerine yaptıkları yorumlar; ilk bakışta, delilsiz, tutarsız ve çelişkili görülebilir. Oysa, verilen örneklere bakıldığında, biz bu yorumların hemen tamamının bir noktada birleştiğini düşünüyoruz. Bu durum, konuyu dikkatle inceleyen kimseye asla uzak kalmayacaktır.
Ancak, konunun daha iyi anlaşılması için, iki hususu hatırlamamız gerekecektir. İlk husus, Âl-i İmran suresinin yedinci ayetinde geçen, kitap ve ayet kavramlarının en geniş delâletiyle düşünülmesidir. O zaman; hem indirilen, hem de korunan kitapların ayetlerinde muhkem ve müteşâbih kategorisinden söz edebiliriz. Hatırlatmak istediğimiz ikinci husus da şudur. Sadece gerçekliği bilinemez olan değil, aynı zamanda, nihâî maksadı bilinmez olan her ayet de müteşâbih sayılmalıdır. Bu yaklaşım, ifade tarzı tamamıyla teşbihî olan[33] ayetler ile tedrîcî bir öğretim yapan ayetleri de müteşâbih kapsamına alacaktır. Bu bakış asla yanlış olmayacaktır. Çünkü, aşama aşama anlatma yolunda ve mecaz ifadelerinde, nihâî hüküm açısından elbette bir çeşit belirsizlik söz konusudur.
O zaman, müteşâbih konusu, mutlak gayb içerikli ayetlerle sınırlandırılmamış olacaktır. Zaten bir şeyi, başka bir şeye benzer kılma gereği, sadece beşer dilinin, ilâhiyat konuları için kullanılmasından doğmaz. Aynı zamanda sözün muhataplarının, farklı zaman, idrak, kültür, sezgi, ilgi ve bilgi seviyelerinden de kaynaklanabilir.
Son iki paragraftan anlaşılması gereken şudur. Nihâî amacı, -bir anlamda tevili- ilk plânda, beş duyudan birisiyle veya akılla anlaşılan her ayet muhkemdir. Bunlar, ana ayetlerdir. Nihâî amacı belirsiz olan diğer ayetler bu analara benzer bilinmelidir. Nihâî amacı belirsiz olanlar, hem birbirleriyle, hem de o konudaki analarla benzeşirler. Bu ayetler ancak açıklayıcı bir söz, yol gösterici bir bilgi, tanıtıcı bir kültür veya kuvvetli bir sezgi ile kavranabilirler.
Ayetler arasındaki benzeşmeyi ifade eden, ‘Şbh’ kökü; nitelik, oluş ve sıfatta benzerlik için kullanılmaktadır.[34] Bundan hareketle şunu söyleyebiliriz. Yalnız başına nihâî bir hüküm belirlemeyen, yahut elde edilen anlamda bir istikrarsızlık bulunan ayetler, hâricî bir bilgi, derin bir düşünme veya kuvvetli bir sezgi yoluyla, o konudaki ana ayetlere benzetilerek; nitelik, oluş ve sıfattaki bilgi netlik kazanacaktır.
Yorum Noktaları
Bir ayet aklın muhkem verisine, başka bir ayet, Tarihin muhkem bilgisine, bir başka ayet de doğal bir olaydan çıkarılan evrensel bilgiye benzer kılınabilir. Bu da ancak ‘Sağ duyulu ve bilmede derinlik sahibi’ kimselerin yapabileceği bir iştir.
Şimdi bu farklı durumları, bir kaç örnekle açıklayalım;
“Bakmıyorlar mı deveye, nasıl yaratıldı!”[35]
Şimdi, gökdelenlerde çalışan, akaryakıtlı araçlardan başka bir ulaşım ve nakil aracı göremeyen çağımızdaki insanlar için bu ‘deve’ örneği ne ifade eder? Hatta, vahyin indiği coğrafyada bugün yaşayan bazı kimseler için bile ‘deve’ uygun bir örnek midir acaba?
Oysa, deve vahyin ilk muhataplarının hayatını dolduran bir hayvandı. Onlar için çok itaatkâr bir arkadaştı. Kocaman cüssesine rağmen bir çocuğa bile diz çökebilirdi. Kanaatkâr, tasarruflu ve sabırlı bir yardımcıydı. Çölde bulduğu bakır bir teli bile yiyebilir, on beş gün su içmeden durabilir, rutubet kaybetmemek için dilini çıkarmadan dudaklarıyla yayılabilirdi.
Gözünü dünyaya açan her Mekkeli, nakil vasıtası olarak deveyi görmüş, sonra da hayatını ondan kazanmıştı. Çölde onu kılavuz edinmiş, yolculukta eşyasını onun üzerinde taşımış, sırtına binmiş, sütünü içmiş, etini yemiş, derisini giyinmiş, kemiklerini kullanmıştı. Cinayetlerde, diyeti onun üzerinden hesaplamıştı. Onun için şiirler yazmış, şarkılar bestelemiş, darb-ı meseller söylemişti. Kur’ân, bu nedenle ilk muhatabının dikkatini ona çekiyordu. Bu nedenle, yukarıdaki ayet, deveyle birlikte yaşayan kimse için, elbette muhkemdi.
Bir başka örnek de sivrisinekle ilgili ayettir. Kur’ân’da şöyle buyrulur:
“Allah, bir sivrisineği ve onun da üstündekini örnek göstermekten çekinmez.”[36]
Ayetin kelime kelime anlamı; ‘Sivrisineği ve onun da üstündekini’ biçimindedir. Bazıları, bu anlamı kısmen yorumlayarak, ‘Cüsse itibariyle onun üstündekini’ biçiminde Türkçeleştirirler. O zaman, fil ve manda gibi iri hayvanların kastedilmiş olacağını düşünürüz. Bazı yorumcular da, ‘Küçüklükte onun üstündeki’ biçiminde anlam verirler. O zaman vurgulanan küçüklük vasfının üst derecesi olur. Birisinin, “Filan şahıs, insanların en alçağıdır, hatta ondan da fazla” demesi gibi. Bu kez kastedilen hayvanlar farklılaşır. Sivrisinekten daha küçük böcekler gelir akla. Ayet şöyle devam eder: “İnananlar, bilirler ki o, Rablerinden bir gerçektir.”
Bu örneğin anlaşılamayacak bir tarafı yoktur. Ancak doğal ayetler üzerinde kafa yormayan, şartlanmış kimselere bu ifade basit gelebilir. Hatta Kur’ân’ın muhatapları, bu sözde ilk planda bir derinlik de bulamamış olabilirlerdi. Bu nedenle ayette; kimilerinin “Allah, bir böcekle uğraşıyor” diye, akıllarınca temsili alaya alarak sapkınlıklarını artırdıklarından söz eder;
“İnkâra sapmışlar ise “Allah bu örnekle ne muradetti?” derler. Allah birçoğunu onunla saptırır.”
Çünkü ayet üzerinde düşünmüyorlar. Sivrisinek örneğini basit buluyorlar. Anlamı bir muhkeme irca etmiyorlar. Hatırlanacağı üzere, müteşâbihler kalplerinde eğrilik bulunanların fitne kapılarıydı. Sivrisinekle ilgili ayet şöyle sona erer;
“Birçoğunu da onunla doğruya kılavuzlar.”
Bilgi çağı günümüzde, ilgili ayeti, laboratuar tahlilleriyle okuyan kimsenin algısı daha hızlı olabilir. Bu nedenle, “sivrisinek” örneği müteşâbih bilinmesi gerekirken, bu bilgilere ulaşan kimse için muhkem olabilir.
Kitabın Tamamı Muhkemdir
Kitabın tamamı, indirene göre muhkemdir. Ayetler, nihâi ve gerçek maksadını anlayana göre de muhkemdir. Kitaplar, elçinin kalbine indirilirken şeytanın tahrifine karşı da muhkemdir. Ona, temiz meleklerden başkası müdahale edemez, bâtıl karışamaz. Bu sebeple Kur’ân kendisini ‘hakîm’ yani korunmuş olarak nitelemiştir; “Allah, şeytânın attığını siler, sonra kendi ayetlerini muhkemleştirir.”[37]
Kitaplar peygamberlerden sonra, bugüne kadar da korunmuşluğu ile muhkemdirler. Çünkü onlar birbirini zikir olarak korumuşlardır.[38]
Kitap, çelişkisizliği ve anlam bütünlüğü ile de hakîm yani sağlam ve muhkemdir; “Hakîm Kur’ân’a ant olsun…”[39]
Kitabın Tamamı Müteşâbihtir
Kendisini muhkem olarak niteleyen Kur’ân, aynı zamanda tamamını müteşâbih olarak da niteler; “Allah, sözün en güzelini, müteşâbih, ikişerli bir Kitap halinde indirdi.”[40]
Çünkü çelişkisizdir. Yani, bütün ayetler o konudaki ana ayetlere benzeşirler. Anlam itibariyle olduğu gibi lafzen de birbiri ile benzeşir. Bunlar lafzî benzerlik taşıyan (müştebih) ayetlerdir. Söz ya aynen, ya aynı lafızların yer değiştirmesi ile, ya da kıssalarda olduğu gibi kısmî lafız değişimleriyle tekrar edilir.[41] Benzetimli, ikiz bölümlerden oluşur.
Ayrıca, Fâthâ Suresini ümmü’l-Kitâb olarak görürsek, geriye kalan yüz on üç sureyi de ona benzer bilmek yanlış olmayacaktır.
Kitabın tamamı hiç anlamayan için de müteşâbih bilinmelidir. Nitekim bir çocuk okuduğu her şeyi anlayamaz. Bu nedenle rüşt çağına kadar, Kur’ân onu ahkâmından sorumlu tutmaz. Çünkü rüştünden önce, okuduklarının pek azını anlayacaktır. Kur’ân’ın hepsini müteşâbih bilmesi gerekli olacaktır. Fakat idrâki geliştikçe, onun için muhkemleşenler artacaktır. Ayetler muhkem hâle geldikçe de zaten ahkâmla ilgili sorumluluğu artacaktır.
Kitabın tamamı kendi dilinden okumayan kimse için de müteşâbih bilinmelidir. Bu durumda benzeteceği muhkemler, fıtratındaki muhkem bilgilerdir. Okuduğu şeyin adaleti isteyeceğini, zulmü kınayacağını bilmelidir.
Kitabın bazı bölümleri kimi dinleyenlere muhkem gelmeyebilir. Bu durumun akla gelen ilk sebebi, okuyucunun kendisinde, diğeri de sözde olmasıdır. Okuyanın anlama düzeyi ve kültür farklılığı, sözün de tedrîcî, mücmel, temsîlî, tarihî, gaybî vs. olması hüküm çıkarmayı zorlaştırır. Toplumlar da böyledir. Onların çocukluk ve adamlık dönemleri olur. Elçiler, özellikle son elçi, müteşâbihlerle sapan bir toplumu uyarmıştır. Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz. Makulat alemindeki, başka bir ifadeyle levh-i mahfuzdaki, muhkem ayetler, mahsusat alemine inince, zaman ve mekan probleminden dolayı müteşabih olarak ayrışır. Bunlar birbirine benzediği hâlde, pek anlamayanlara nâsih mensuh görünür. Makulat alemindeki tevilini bilenler, hepsini de muhkem görürler.
Kitap Hem Muhkem Mem Müteşâbihtir
Bütün bunlar bize gösterir ki, bugün bilinemediği için, müteşâbih görülmesi gereken bir söz, yarın bilinirse muhkem olabilir. Artık Kur’ân’da birbirine benzeştiğinden dolayı hükmü belirsiz gelen ayetleri saymak anlamsız olur. Çünkü onlar bugün çok, yarın az olabilir.
Kalplerinde Hak’tan sapma eğilimi bulunanlar, rölatif gördükleri ayetlerin muhkemlere benzerliğini kopararak onlara uyarlar. Müteşabihi muhkemden, kendi içlerindeki belgelerde koparanlar, psikolojik dengelerini bozarak huzurlarını yitirirler. Evrendeki eşyâ ve oluş üzerindeki müteşabihi muhkemden koparanlar, dünya hâkimiyetlerini kaybederler. Mukaddes kitaplardaki müteşabihi muhkemden koparanlar ise öteki hayatlarını kazanamazlar.
Bu bakış açısıyla, akaid, din ve şeriat konularında dahi fayda elde etmemiz mümkündür. Allah, hiçbir şeye benzemez diyerek Onu herşeyden tenzih ederiz. Ama ardından, O işitir diyerek, işiten canlılara teşbih ederiz. İşitir hükmü müteşabih, ama benzemez hükmü muhkemdir. Bütün ilâhî isimler müteşâbih, Ama Allah’ın zatı muhkemdir. İsimleri tek tek zatın kendisi sanmak onları muhkem bilmek demektir ki bu şirk olur. Tevhid, işte bu teşbih ve tenzih arasında bulunmaktadır. O hâlde Allah’ın isimleri, muhkem zatına müteşabih bilinmelidir.
Bireysel değişimler, bir birinin açılımı olan hükümler silsilesi üzerine oturduğunu, yeni bir şey öğretebilmenin temel şartının, adım adım ilerleme, kerteleme (tedrîc, ta’lim) yolunu izlemek olduğunu söylemiştik. Şimdi, insan prototipi olan Ademe isimlerin (el-Esmâ) talim (alleme) ile öğretilmesini[42] daha net anlayabiliriz. Buradan hareketle de, müteşabihin gerekçesinin öğrenme, ama muhkemin gerekçesinin de iman ve bağlanma olduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle, şeriatler müteşabihlere, ama din muhkeme dayanır. Önceki toplumlarda iyi ve kötü için farklı hükümler konmuş olsa da, netice itibariyle bütün peygamberlerin tebliğ ettiği şeriatler aynı dine müteşabihtir.
Sonuç
Bu bölümü bir hatıra ile noktalıyalım. Azerbaycan’ın Zagatala kentinde, saatlerce votka içilen bir kır yemeği sonrası, iki kişi namaz kılacaktı. Birisi imamlık yapacağı için diğerinden yarım adım öne geçti. Yer çimenlik ve temizdi. Ayakkabılarını çıkarmadan, kıbleyi tayin edip yöneldiler. İçkili bir diş doktoru ‘Bekleyin’ dedi. ‘Ben de kılacağım.’ Yalpalı yürüyüşle onlara yaklaşarak kıbleye döndü. Bunun üzerine bir tartışma başladı. İmamlık yapacak olan, ‘İçkilisin, abdest de almadın. Böyle namaz kılınmaz’ diyordu. Doktor ise ona; ‘Benim abdestim var. Sen kendine bak. Bir kere ayakkabılarını çıkar, böyle namaz kılınmaz’ diyordu. Bu tartışmada hakem seçilmiştim. Namazdan sonra konuşmalarını istedim. Sonunda namaz ayakkabılarla kılındı. Doktor da cemaate iştirak etmişti.
Tartışma yeniden başladı. Doktor ısrarla; ‘Allah, içkiyi yasaklamıyor. Bilakis içkide fayda var diyor, bu bir. Bir de hiç içmeyin demiyor. Sadece sarhoşken namaz kılmayın diyor. Sarhoş olmak çok kötü ve çok ayıp. Ben zaten sarhoş değilim. Hem içerim hem de kılarım.’ mealinde konuşuyordu. İmam ise; ‘Namaz Allah’ın huzuruna varıştır. O Allah ki, içkinin şeytan işi bir pislik olduğunu bildiriyor. Şimdi sen O’nun yasakladığı şeyle huzuruna nasıl varırsın?’ mealinde sözler söylüyordu.
Hakemliğim bitmemişti. Ama ne söylenebilirdi ki? Bir tarafta, su yerine içki içen, fakat namazdan da vazgeçmek istemeyen Doktor. Zaten içki etkisini alabildiğince hissettirmişti onda. Ayrıca samimi mi idi bunu da bilemezdik. Diğer tarafta da bu konudaki nihâî hükmü tebliğden vazgeçmeyen bir uyarıcı. Uyarıcı acaba zamanlamada isabetli miydi? Bu tartışılabilirdi. Fakat iki taraf da, aynı kıbleye yönelerek namaz kılmışlardı. Üstelik ikisi de Kur’ân’dan delil getiriyorlardı. Onları izleyen on kadar insan da vardı. Onların bu konuşmalardan istifade etmesi gerekiyordu. Oysa tartışma hoş değildi. Biteceğe de benzemiyordu. Çünkü zahirde iki taraf da haklı gibi görünüyordu.
İşte o zaman, hemen her sohbetinde, mutlaka bir vesîle bulup konuşmasının bir yerine; ‘Lâ takrabu’s-Salâte’ ayetini[43] sıkıştırarak, dudaklarını yaya yaya; ‘Namaza yaklaşmayın’ ama devamı var; ‘Sarhoşken’ diyen politikacıyı hatırlamıştım. Demek ki o da zımnen aynı mesajı vermeye çalışıyordu. Hem içer hem de kılarım!
Bu konuda bir birbirine benzer tedrîcî hükümler vardı. Bunu biliyordum. Fakat durmadan muhkem ayeti hatırlatan bir molla var, bir de doğru dine susamış insanlar vardı. Acaba kalplerde inat ve maraz yok muydu? Bu nedenlerle o tartışmada konuşmak zor olmuştu. Ama politikacıya verilecek cevabın Âl-i İmrân Suresinin yedinci ayeti olduğunda kuşkum yoktu;
“Sana Kitabı indiren O’dur. Ondandır muhkem ayetler -ki onlar kitabın anasıdır- ve diğerleri benzeşenlerdir. Şu var ki, kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne aramak ve tevilini aramak için ondan benzeşenleri izlerler. Ve bilemez tevilini Allah’tan başkası ve ilimde derinleşenler derler ki; ‘Ona inandık, hepsi Rabbımızın katındandır.’ Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.”
Sözlerin ve işlerin bütün yönleriyle tevilini bilen Allah’tır.
Zaman, sürekli farklı olaylarla akıp gitmektedir. Hayat, her an yeni hadiselere tanık olmakta ve her gün yeni bir meseleyle karşılaşılmaktadır. Kabul etmek gerekir ki, olayların sürekli farklılaştığı bir hayatta sorunlar ve onların çözümleri de farklı olacaktır. Yeni olaylar, yeni sorunlar ve yeni çözümler de yeni bir dili gerekli kılacaktır. Çünkü farklılıklar, ancak farklı kelimelerle izah edilebilir.
Bu nedenle daha önce benzeri bulunmayan yeni bir olayı anlatmak için, yeni kelimeler gerekecektir. Unutulan varlıkların isimleri onlarla birlikte kaybolacak, unutulmayanların da çoğu zaman isimlerinin söylenişi değişecektir. Hatta bazen söyleniş farkından dolayı kelimenin anlamı bile farklılaşacaktır. Yani dil de hayattaki değişime uyacak, hayatla birlikte dil de değişecektir.
Kimi zaman, aynı coğrafyada yaşayan ve aynı dili konuşan insanlar birbirlerini anlayamıyorlar. Dedenin dilini torunun anlamadığı oluyor. Hayat değişiyor, sorunlar değişiyor, çözümler değişiyor, dil değişiyor. Fakat Kitap değişmiyor. Çünk Kitap, belli bir zaman diliminde ve belli bir coğrafyada yaşayan az sayıdaki olayı konu edinmiştir. Pek az sosyal sorunun çözümüne ışık tutmuş bir metindir. Şimdi değişmeyen bu metni, sürekli değişen bir dille nasıl anlayabiliriz? Bunun tartışmasız tek yolu, metni güncelleştirmektir. Bu sebeple inananlar bin dört yüz seneden bu yana, Kur’ân’ın anlamını, tefsirlerle hep yaşadıkları çağa taşımışlardır.
Aslında, Kur’ân-ı Kerîmi tefsir etme ve yorumlama faaliyetleri, daha Hz. Peygamber hayatta iken başlamıştır. Peygamberin vefatından sonra da hızla artmıştır. Bu artışın önemli bir nedeni, herhalde İslâm coğrafyasının genişlemesidir. İslâmla tanışmak isteyen farklı din ve dilden ırklar Kur’ân’ı anlamak istemişlerdir. Ancak onun indirildiği atmosferden uzak bulunmaları, anlama işini oldukça güçleştirmiştir. Bunun için de tefsire ihtiyaç duyulmuştur. Yorumlama faaliyetleri ise tefsir çalışmalarının doğal bir sonucudur.
Tefsir ve yorumlama çabalarının elbette üzerinde anlaşma sağlanan bir yöntemi olagelmiştir. Nitekim ilk plânda anlaşılamayan bazı ayetler, öncelikle diğer ayetlerle açıklanmıştır. Bu yeterli olmadığında Hz. Peygamberin söz ve davranışları devreye girmiştir. Bu tefsir yönteminde, Arap Dili ve Edebiyatı da önemli bir rol oynamıştır. Tarihi verilere, Kitab-ı Mukaddes’e ve Ehl-i Kitabın dinî diğer metinlerine de küçümsenmeyecek ölçüde müracaatlar yapılmıştır. İşte bütün bunlar, Kur’ân’ı aktüelleştirme çalışmalarında evrensel diyebileceğimiz bir yöntemin ana esasları olagelmiştir.
Bilim Allah’ı Aciz mi Bırakıyor?
Kur’ân tefsirinde evrensel diyebileceğimiz klasik yöntemde, bilimsel veriler tefsir malzemesi olarak kullanılmaz. Ama zamanla eklenmiştir. Bu kanaat her halde, ilk bakışta çok masum gibi görünen, Kur’ân’ın bilimi teşvik ettiği anlayışından doğmuştur. Önce mukaddes kitabın bilimsel çalışmaları övdüğü yadsınamaz bir gerçekmiş gibi anlatılmış, sonra da bilim onu tefsir etmede bir materyal olarak kullanılmıştır. Bu hususu, bizzat Kur’ân’ın kendisinin de önerdiği iddia edilmiştir. Dile getirilen delillerin en geneli, her halde bilimin gücüne işaret ettiği öne sürülen Rahmân Suresindeki şu ayettir;
“Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama bir sultan olmaksızın geçemezsiniz!”[44]
Bilimsel tefsir yanlılarına göre; yukarıdaki ayet bizi dünyanın dışındaki nimetleri aramaya davet etmektedir.[45] Ayette geçen sultan, hakimiyet, ışık ve kuvvet demektir. Bu kuvvet, kâinatın sırlarını keşfeden Fizik Bilimleriyle elde edilmektedir. Yer ve göğün çevresini geçmeye ancak ona ulaşanın gücü yetmektedir. Nitekim, çağdaş insan, bilimin bu kuvveti sayesinde, yerin çekiminden kurtularak uzay yolculuğuna çıkabilmiştir. [46]
Bilimsel yorum yanlıları, bu noktadan hareket edildiğinde şöyle bir sonuca varılabileceği ihtimalini düşünmemiş görünmektedirler. Kur’ân, miladın yedinci asrında yaşayan çağdaşlarına meydan okumuştu. Ancak onlar bilim ve teknolojide geri oldukları için, bu meydan okumaya cevap veremediler! Ama, insanlar zamanla yardımlaştılar, teknolojilerini birleştirerek geliştirdiler. Böylece Allah’a cevap verebilecek bir kudrete ulaştılar! Sonunda, uzay yolculuklarıyla yerin ve göğün sınırlarını geçmeyi başarabildiler!
Oysa; yukarıdaki ayet, öncesi ve sonrasıyla okunursa delâletinin hiç de böyle olmadığı görülecektir. Kaldı ki, bu hitap henüz gerçekleşmemiştir. Hem, bilimsel çalışmaların yürütülebildiği şimdiki hayatta değil, aksine hesap verilecek olan ikinci hayatta yapılacaktır.
Kur’ân’ın yukarıdaki ayetle resmettiği sahne şudur. İns-cin, ikinci hayatta, hesap verme yerinde toplanmışlardır. Suçlular, akibetlerini gördükleri için huzurdan kaçmak istemektedirler. İşte o anda onlara seslenilmiş ve şöyle denmiştir; “Ey ins ve cin toplulukları! Eğer yer ve göklerin sınırlarından çıkıp, Allah’ın cezalandırmasından kaçmaya gücünüz yeterse, hadi bunu yapın, kaçabilirseniz kaçın. Ama buna gücünüz yetmez, çünkü Allah sizi kuşatmıştır. Onun emri olmadıkça da, kaçamayacaksınız.[47]
Şimdi bu ayeti bir de sayfadaki yerinde öncesi ve sonrasıyla görelim. Bakalım bilimsel keşiflerden, uzay gemilerinden, yerin sınırlarının geçilip aya ulaşılacağından bahis var mı?
“Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama bir sultan olmaksızın geçemezsiniz! Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Ey insanlar ve cinler! Üzerinize dumansız bir alev ve ateşsiz bir duman gönderilir de kurtulamazsınız.”
Görülüyor ki, ayetin geçen ve gelecek kısmından da anlaşılan aynıdır. İkinci hayatta, ins ve cinin hesabı ele alınacak. Onlar, âkıbetin korkunç olduğunu gördüklerinde cezadan kaçmak isteyecekler. Fakat, yardım görecekleri bir sultan olmadığı için kurtulamayacakları kendilerine bildirilecek. Öyle bir kudretin geleceğini bekleyedursunlar, onlar bu durumda iken, üzerlerine dumansız bir alev ve ateşsiz bir duman gönderilecek. Yani ins-cin, kendilerine teklif edilen şeyi başaramayacaklar.
Bilimsel tefsir yanlılarının başka bir iddiası da şudur. Kur’ân’da öyle ayetler vardır ki, onlar bugüne kadar anlaşılmamıştır. Bunun sebebi, onları yorumlamada önceki devirlerdeki fiziksel bilimlerin yetersizliğidir. Böyle anlamı kapalı ayetlerin tefsirleri, ancak tabii bilimlerde yeterli ilerleme sağlandıktan sonra yapılabilmiştir. Bu husustaki örneklerinden birisi, iki denizle ilgili ayetlerin yorumlanmasıdır;
“Sen, inkarcılara uyma, onlara karşı olanca gücünle savaş. Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da, karışmalarına engel bir sınır koyan Allah’tır.” [48]
Yukarıdaki ayet, -bilimsel tefsir yanlılarının hepsinin yaklaşımını içine alacak Kur’âni bir terimle söylenecek olursa- müteşâbihlerdendir. Bu nedenle ilk muhatapları, ondan bir şey anlamamışlardır! Fakat bilimsel ve teknolojik gelişmeler, bugün ayetin anlaşılmasını sağlamaktadır. Ünlü araştırmacı Kusto, sıcak ve soğuk su akıntılarının okyanusta kavuştuğunu, fakat aralarında bir perde varmışcasına birbirine karışmadığını keşfetmiştir. İşte bu, iki denizle ilgili ayetlerin tefsiridir! Böylece, on dört asır boyunca anlaşılamayan bu ayetin sırrı çözülmüş olmaktadır!
İki denizle ilgili ayetler için bu yorumu yapanlar, dolaysıyla şunu da söylemiş olurlar; “Bizden öncekiler, Kur’ân’ın bazı ayetlerinden hiç bir şey anlamamış olabilirler. Nitekim, bizim de anlayamadıklarımız vardır. Bu ayetler bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle anlaşılabilecektir.” Acaba bu yaklaşım doğru mudur? Bu durumda, Peygamber ve arkadaşlarının da bir şey anlayamadıkları ayetlerin olması gerekmez mi! Farz edelim öyledir. O halde, ancak bugün anlaşılabilecek ayetlerin, o topluma indirilişinin anlamı nedir?
Bizce, iki denizden muradın ne olduğu peygamber, arkadaşları ve onlardan sonraki ilk nesillerce doğru olarak anlaşılmştır. Ancak sonraki zamanlarda çeşitli yorumlarla karıştırılmıştır. Bu konuda bizim tercihimiz şudur. Kur’ân dilinde iki deniz temsiliyle anlatılanlar; yer ve göklerdir. Yer ve gökler cismânî ve rûhânî âlemi temsil eder. Cismânî varlık, ilk hayat olarak yer yüzünde salıverilmiştir. Rûhanî varlıklar da, ikinci hayat olarak, gökle kinâye edilen bir âleme salıverilmiştir. Burası fizik, orası ise metafizik âlemdir. Tenler, maddî mülkü oluşturan bu şahâdet denizine, canlar ise metafizik olan gayb alanına aittir. [49]
İki denizin Kur’ân’daki özeti şudur. Yer ve gök, önceleri su olmada müşterektiler. Allah’ın arşı önce ‘Su’ üstünde idi. Yani hükmü ve saltanatı su üzerinde idi. Sonra aralarını ayırmak suretiyle, ulvî ve süflî nitelikli iki âlem açığa çıkardı. Sonra süflî âlem dediğimiz yer yüzünde canlıları yarattı. Bu canlılar da yine evrenin aslı olan ‘Su’ dan oluşmuştur. Kur’ân ‘İlk hayatı’ da gökten indirilen suya benzetmektedir. Yerin bitkisi, bu su ile karışır. Derken o bitki, rüzgarların savurduğu çer çöp kırıntısı haline geliverir. Varoluş sudan başlıyor. Sonra canlılık su ile oluşuyor. Yaşadığımız bu hayat da, yine bir mesel olarak, gökten indirilen suya benzetiliyor… İster acı ister tatlı olsun, çok olan her suya deniz denir. Yani varlığın kökenindeki su da bir denizdir. Ulvî ve süflî olarak ikiye ayrılmakla da bir deniz iki olmuştur. Yani Allah, iki deniz salıvermiştir;
“Sen, inkarcılara uyma, onlara karşı olanca gücünle savaş. Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da, karışmalarına engel olan bir sınır koyan Allah’tır. İnsanı sudan yaratarak, ona soy sop veren O’dur. Rabbin her şeye Kadir’dir.”[50]
“O, iki doğunun Rabbidir, iki batının Rabbidir. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız. Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız. Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Denizde yürüyen dağlar gibi gemiler O’nundur. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?”[51]
Bu denizlerin suyu, birbirine eşit değildir. Biri tatlı ve içimi hoş, diğeri acı ve tuzludur. Yani farklı hayat kanunlarına tabidirler. Aralarındaki bir engelden dolayı da birbirlerine asla karışmamaktadırlar. Onlarda pek çok nimetler vardır. İnsanların yemeleri için et ve meyveler, akan sular, süslenmeleri için inciler vardır. Ancak dünya denizindekiler geçici ve az, âhiret denizindekiler ise daha kalıcı ve hayırlıdır.
Kur’ân, ilk hayatı bir denize, ikinci hayatı başka bir denize benzettiği gibi, ikisi arasındaki dirilme gününü de gemilerin demir attığı iskeleye benzetir. İskele, ilk denizdeki bu hayatın son durağıdır. Tabi her toplum, bu denizde ayrı gemilerde bulunur. Peygamberlerin oluşturdukları toplumlar ise, ‘Allah’ın adı’ ile yürüyen başka bir gemidedir. Hz. Nuh, gemisini ilâhî vahyin kontrolünde yapmıştı. İnkarcı ileri gelenler bu gemiyle alay ederlerdi. O da: “Bizimle alay ediyorsunuz ama, biz de sizinle alay edeceğiz; rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz” demişti. Sonra inananlar bu gemiye binmişlerdi. İnanmayanlar ise boğulmuşlardı. Allah Nuh’a şöyle vahyetmişti;
“Onun yürümesi ve iskeleye varışı Allah’ın ismiyledir.”[52]
Kur’ân’a Onaylatılan Bilim ve Keşiflere Örnekler:
1-Tıp
Herkes Tıp biliminin konu edindiği araştırmaların, insanlığın yararına olduğunu bilir. Ve her mümin de, Allah’ın tabipler tabibi olduğuna inanır. Öyleyse, “Allah insanların yararı için indirdiği kitabında, Tıptan niçin bahsetmesin! Neden ona yön vermesin, esaslarına işaret etmesin!” diye düşünebilir misiniz? Kimilerine göre, Kur’ân-ı Kerim en az elli ayetinde bizzat Tıp biliminden söz etmektedir! Gerçi tıp kelimesi Kur’ân’da hiç kullanılmamaktadır. Ama olsun. Söylenişte ona yakın olan, Tâbe ve Tûbâ gibi kelimeler var. İşte bu kelimelerle, Tıp kelimesinin kökü olan T-B-B arasında ilişki kurulabilir! Tabi bu kadar geniş düşünürseniz; “Bu elli ayetin meal ve açıklamaları size müstakil bir Tıp kitabı yazdıracak kadar geniş bir alanı kapsayabilir”! [53]
Kur’ân, “Yiyin, için, fakat israf etmeyin”[54] yahut, “Balda insanlara şifa vardır”[55] gibi bazı genel sağlık yasalarından söz etmektedir. Bunlar Tıp biliminin omurga prensipleri görülebilir. Fakat Kur’ân’daki bu bahisler, okuyucuyu asla kitabın gündeminden uzaklaştıracak yoğunlukta değildir. Bu bahisler, belirleyen sözlere geçiş sağlayan uyaran sözlerdir. Kaldı ki bu ifadeler Tıp biliminin keşfedeceği şeyler alanına da girmez. İlk muhataplarının ve her seviyedeki insanın anladığı sadeliktedir. Fakat gariptir ki kimi çağdaş yorumcuları rahatsız eden de işte bu kolaylıktır. Onlara göre mucize bir kitap bu kadar kolay olmamalıdır. Günün gerisinde kalmamalı, onu geçmelidir. Modern çağda mucizeler yaratan Tıp bilimini de diğer bilimleri ve keşiflerini de kapsamalıdır.
2-Taşkömürü
Bilimsel tefsir yanlısı yorumcunun amacı Kur’ân’ın bir mucize kitap olduğunu söyleyebilmektir. Bu nedenle bilimsel her hangi bir sonuç arar. Taş kömürünü bulur. Taşkömürü, ağaç, bitki ve fosillerden oluşmuş inorganik bir yakıttır. Yorumcu bu bilgiyi yükleyebileceği bir ayet arar. Amacı taş kömürünün oluşumunun, insanların keşfetmesinden şu kadar yıl önceden Kur’ân’da haber verildiğini söylemektir. Ama, Kur’ân metninde, taşkömüründen bahsedilmez. Onu oluşturan, ağaç ve bitkiden de. Fakat, modern yorumcunun bulması zor olmaz. Arar ve şu ayeti bulur;
“Ve O ki otlağı çıkardı ve sonra onu kupkuru siyah bir çöpe çevirdi.”[56]
Yorumcu, ağaç ve bitkiyi otlak kelimesine, kömürü de siyah kelimesine katar. Böylece ağaçlardan taş kömürü yapar. Oysa bu uyaran bir sözdür. Ayet, Kur’ân’ın ilkbahar ve sonbaharı tasvir ettiği bir bölümden alınmıştır. Konu, öldürme ve diriltmedir. İlâhi kudretin büyüklüğü anlatılmaktadır.
3- Kâinatın Genişlemesi
Kâinatın her yöne doğru genişlediğini ve bu genişlemenin halen sürdüğünü Edwin Huble 1920 lerde keşfetmiştir. Bilimsel tefsir yanlıları, bu kozmolojik keşfin, Dr. Huble’den on dört asır önce Kur’ân’da mucizevi bir biçimde belirtilmiş olduğunu ifade ederler. İlgi kurulan ayet şudur,
“Göğü, sağlam bir şekilde biz kurduk. Evet, vâsiûn da biziz.”[57]
Onlara göre ayette geçen vâsiûn kelimesi genişletme anlamındadır. Bu durumda yukarıdaki ayetin anlamı; “Göğü, sağlam bir şekilde biz kurduk, genişleten de biziz” biçiminde olur. Oysa vasi’ kelimesi Kur’ân’daki kullanımlarında; kuşatmayı, güç ve kudreti yetmeyi ifade eder;
“Hükümranlığı gökleri ve yeri kuşatmıştır (vesia)”[58]
“Allah bir kişiyi ancak gücünün yettiği (vüsa) ile yükümlü tutar.” [59]
Gökten bahseden ayette anlatılan da, Yaratıcının kudretindeki vüsattır. Yani ayette;“Göğü, sağlam bir şekilde biz kurduk. Evet, gücü yeten de biziz” denmektedir.
Keşiflere Öncü Gösterilen Ayetler
Bilimle tefsir yapılabileceği iddialarının hepsi bu kadar da değil. Henüz keşfi tamamlanmamış bazı konulara bile vahyin, öncülük ettiği iddiaları vardır. Ancak vahyin bunu direkt değil bazı işaretlerle yaptığı söylenir. Bu bilimsel işaretler daha çok peygamberlere verilen mucizelerin anlatımından çıkarılır.
Mesela, bilim henüz, maddenin ışınlama yoluyla bir yerden başka bir yere nakledilmesini başaramadı. Oysa, bilimci yorumcular, Kur’ân’da anlatılan Süleyman peygamberle ilgili kıssada, madde nakline ilişkin işaret bulurlar. Yemen tarafında kraliçe olan Belkıs’ın tahtı, göz kırpma süresinden daha kısa bir anda, Kudüs yöresinde bulunan Süleyman peygambere getirilmiştir.[60] Bilimsel tefsir eşiliminde olan yorumcular bunu Kur’ân’da ışınlamaya bir işâret olarak görürler.
Yine, çok konuda başarılı adımlar atan Bilim, henüz koku naklini gerçekleştirememiştir. Oysa, bilimsellik taraftarı yorumcular, Kur’ândaki bir kıssada koku nakline işaret bulmuşlardır. Bu kıssaya göre, Yakup aleyhisselam, oğlu Yusuf’un gömleğinin kokusunu çok uzaklardan alabilmiştir;
“Kervan, memleketlerine dönmek üzere ayrıldığında, babaları: “Doğrusu ben Yusuf’un kokusunu duyuyorum; ne olur bana bunak demeyin” dedi.” [61]
Yakup peygamber Kenan diyarında, Yusuf peygamber ise o anda Mısır’dadır. Bu kıssanın Kur’ân’da anlatılması bilimsellik taraftarlarına göre, koku nakline işaret görürler. Eğer ilim ve teknikte çalışıp ilerlesek ses ve görüntü gibi, belki kokuyu da uzak mesafelere anında nakledebiliriz” derler.[62]
Bir başka iddiaya göre de; Kur’ân’da henüz anlaşılamayan bazı ayetler vardır. Bu anlaşılamayan ayetler daha ileride, bilimin bize bahşedeceği yeni teknolojik imkanlarla anlaşılabilecektir. Nitekim, bir yorumcuya göre, biz Mülk Suresindeki şeytanların yıldızlarla taşlanmasını anlatan ayetin ne demek istediğini şimdilik bilemiyoruz. Yorumcu anlayabilmemiz için, bilim ve teknolojinin gelişeceği gelecek zamanı beklememizi önermektedir.[63]
Oysa şeytanların yıldızlarla taşlanmasının Kur’ân’daki hikâyesi şöyledir. Yakın gökten bahseden bazı bölümlerde, şeytanların burayı dinlediklerine atıfta bulunulur. Ancak burası, lambalarla ve gezegenlerle donatılmış, böylece şeytanlardan korunmuştur;
“Ant olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık.”[64]
“Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.”[65]
“Onları, racîm her şeytandan koruduk”[66]
“Biz o yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık. Ve her türlü âsi şeytandan koruduk.”[67]
Bu şeytanlar racîm’ dir. Racîm hem atan ve hem de atılan anlamına gelir. Kelime, istiâre yoluyla zan ve vehimle atmak anlamında da kullanılabilir. Bilinmeyen konularda gelişi güzel konuşmaya racmen bilgayb denir. “Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi.” diyecekler. şunu da diyecekler: “Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.” bilinmeyen şey hakkında atıp tutarak (racmen bilgayb)”[68]
Gaybı bilmediği halde, işkembeden atan kimse de racîmdir. O zaman racîm, hevâ ve hevesine uyarak saçma sapan söz eden, zan ile konuşan, konuşmasında sebep sonuç ilişkisi bulunmayan, indî hükümler veren demek olur. Artık onlar, meleklerden oluşan yüce topluluğu dinleyemezler. Her taraftan atılarak orayı dinlemekten uzaklaştırılırlar;
“Onu, inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır.”[69]
“Doğrusu onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır.”[70]
Bu nedenle yakın gök, artık gayb, onlar için hakkında haber uydurma, atma yerleri olmuştur. “Ant olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabı hazırladık.” Böylece şeytanların yakın gökte yüce topluluğun konuşmalarını dinlemeleri, gayba muttalî olmaya, İlâhî takdîr ve plânı almaya çalışmalarından kinâye olduğu anlaşılmaktadır.
Acaba, tefsir usulünü zorlayan, Kur’ânı modern bilimlerle bu denli yoran bilimsel tefsir arayışının mantığı nedir? Eşyanın nesnelliğini konu edinen bilim, neden helal ve haramı konu edinen vahye katılmak istenir? Kur’ân’ın geleneksel tefsir tarzındaki bu usul kırılmasının, daha doğrusu bu usulsüzlüğün bazı sebepleri bizce şunlardır.
1- Bilim hayranlığı: Bazı modern yorumcular; halkın keşiflere olan tepkisini azaltmak, yahut inançlı kesimin bilime karşı olan şüphelerini gidermek çabasıyla bilimselliğe kaymış olabilirler.
2- Uyum arayışı: Bazı bilimsellik yanlıları, bilimsel yorumlarıyla, Allah’ın ayetleri olan sözü ile, yine O’nun ayetleri olan tabiat arasındaki münâsebeti arıyor olabilirler.
3- Kur’ân’ın içeriği: Kur’ân, hiçbir şeyi eksik bırakmayan, yaş-kuru her şeyi içine alan, her şeyi açıklayan[71] kitap(lar)dan söz eder. Oysa, eksik bırakmayan, yaş-kuru her şeyi içine alan kitap, Kur’ân değil levh-i Mahfûz’dur.[72] Peygambere indirilen kitabın açıkladığı da bilim ve teknoloji değil, elbette hikmete dâir olan her şeydir. Çünkü ayette açıklama anlamında kullanılan kelime tibyândır. Bu da kapalı bir biçimde anlatmak değil, aksine kapalılığını gidermek demektir.[73] Ama, kimi yorumcular, bu kitabın Kur’ân olduğunu düşünerek bilimsel yorum işini kendilerine bizzat Kur’ân’ın bir görev olarak yüklediğini düşünmüşlerdir.
4- Savunma psikolojisi: Son iki yüzyıldır, teknolojideki baş döndürücü hız, bütün dünyada dine talebi azaltmıştır. Teknolojik imkânların sunduğu şatafat, artık insanlığa dinin modasının geçeceği kaygısı vermektedir. Bazı yorumcular, mukaddes kitaplarının çağ dışı kalacağı endişesi ile böyle bir tarzı tercih etmiş olabilirler.
5- Taklit hastalığı: Batıda din, keşifler karşısında zor durumda kalmıştır. Dini kurumlar, devleşen Bilim karşısında gittikçe kan kaybeden inancı, savunamaz haldedir. Bu ikilinin bir yerde barışmaları ya da ateşkes ilan etmeleri gerekiyordu. İkincisi oldu. Batı için doğru olan da buydu. Çünkü onlarda din, bilimin sahasına tecavüz ederek ağır cezalık suç işlemişti. Bilimle barış isteyecek yüzü kalmamıştı. İslâm dünyasında dini yapılanma Batıdan çok farklı olsa da iletişim bu farkı gittikçe azaltmıştı. Batıda olup biten her şey İslâm coğrafyasına sorgusuz ithal edilmişti. Bu talep kimi kesimlerde tutku derecesine de ulaşmıştı. İşte bunlar, geçmişte kendilerinde de din-bilim kavgaları olmuş gibi, taraflara ateşkes teklif etmek istediler. Fakat tutmadı. Çünkü devletleşerek kurumlaşan bilim, kendisine muhatap kurum bulamadı. Batıdaki gibi İslâm dünyasında dini kurumlar yoktu. Bu sefer taraflar arasında barış gündeme geldi. İşte İslâm coğrafyasında varsayılan bilim-din savaşına son verecek sanal barışı bazı bilimsel tefsir yanlıları üstlendi. Kutsalın köklerine inerek Kur’ân’a gittiler. İnsanların saygı duymaları için; onu bilimle barıştırmak, yahut keşifler karşısında yüceltmek, müthiş göstermek gerekiyordu. Öyle de yaptılar.
6- İcaz arayışı: Kur’ân’ın inanç dünyasındaki başarısı nereden kaynaklanıyordu? Acaba onun gizemli üslubu mu insanlar üzerinde etkili olmuştu? Zâhir ve bâtın anlatımlarında mı mucizydi? Yoksa insanlığa rehberlik ettiği yolun haklılığı mı kendisini kabul ettirmişti? Yahut gelecekten haberler vermesi mi? Kur’an, ruhi tekamül de mi mucizedr, yoksa teknolojik tekamülde mi?
Klâsik dönemde, Kur’ân’ın kalpleri fethetmedeki başarısı onun mucize oluşunda, mucizeliği de genelde üslubunda aranmış ve bu yönde çok da eser kaleme alınmıştı. İşte çağdaş bazı yorumcular da, bu başarıyı yine onun mucize oluşunda gördüler. Ancak bu mucizeliği eski yorumcular gibi üslubunda değil, daha çok gelecekten haber verme özelliğinde aradılar. Sonra da onu gelecekten haber veren bilimle yarıştırdılar.
Bizce modern mantığın altında yatan gerçek sebep, bu sonuncusudur. Kur’ân’ın mucizeliğini bilimsellikte arama çabasıdır. Bilimsel tefsir taraftarlarının hemen hepsinin hareket noktası şudur: ‘Kur’ân, son peygamberin kıyamete kadar yaşayacak bir mucizesidir. Mucizelerin konusu da, gösterildiği çağda en çok rağbet gören şey cinsinden olurdu. Bu çağda en rağbet gören şey de tartışmasız bilimdir. Bu durumda, Mucize Kur’ân da, bilim çağında da bilimi aciz bırakabilmelidir. İndirildiği çağda her sınıftan insanların bildiklerini geçtiği gibi, bugün de bilim adamlarının bildiklerini geçmelidir.’
İşte bu düşüncelerle hareket eden, modern mantık, bilimi övme sadedinde şunlar söyleyecektir: ‘Kur’ân, okuma demektir. İlk ayet okumaktan söz eder. İlk emri de okudur. İlk surede kaleme dikkat çekilir. Yani pek çok ayet bilimi teşvik hatta ona öncülük eder.’
Daha sonra da, müteşâbih olarak görülen ayetlerden örnekler sergileyecekler, aradıkları anlam bir ayette yoksa bile, gerekli anlam yüklenecek ve şöyle denecektir; “Hakikat şudur ki Kur’ân-ı Kerîmde birçok ilmî gerçeklere, birçok tabiat kanunlarına işâret edilmiştir. Ancak Kur’ân, bunlara sadece bir mucize olarak işaret yapmış ve hiçbir zaman ilimle çatışmadığını göstermiştir. Ondaki kevnî hakîkatler ana prensipler halindedir. Öyle ki hiçbir buluş onu nakzedemez. Yalnız Kur’ân’ın işaret ettiği hakikatleri anlayabilmek için müsbet ilimlere iyice vakıf olmak ve Kur’ân’ı iyice düşünerek tetkik etmek gerekir.”[74] “Kur’ân-ı Kerim, beşeri gelişmenin çok ileri derecesini gösteren fenni keşiflere işaret etmiş, böylece onları keşfedilmezden çok önce bildirmekle, gaybdan haber vermiştir. Ancak bu işaretler o keşiflerin tekniğini öğretmesi anlamında değil, kuvvetli sezgi ve kavrayış gücü olan kimselere şimşekvari işaret vermesi anlamındadır.”[75]
K. Kerim, bu fenni keşifleri neden doğrudan bildirmez de işaretle yetinir? Açıkça değil de; batınî, işârî ya da müteşâbih (!) olarak bildirir? Onları apaçık bildirseydi de inananlar tez elden geliştirip, insanlığın hizmetine sunsalardı ya? İşte bu sorulara verilen cevap aşağı yukarı şöyledir. K. Kerim on dört asır önce gönderilmiş bir kitaptır. Bugün istifade ettiğimiz radyo, elektrik, uçak gibi fenni keşifler ise, son birkaç yüzyılın mahsulüdür. ‘Dünya dönüyor’ dediğinden dolayı Galile’nin kilise tarafından engizisyon mahkemesine verildiğini hatırlayacak olursak, Kur’ân’ın bu tür fenni keşifleri neden doğrudan bildirmeyip işaretle yetindiğini anlarız.[76] Demek ki Kur’ân-ı Kerim, fenni keşifleri işaretle değil de açıkça belirtseydi kim bilir Galile’nin başına gelenler onun da başına gelebilirdi…
Şimdi Kur’ân’ın bütün bilimleri ihtiva ettiğini, yahut bazı ayetlerin ancak çeşitli keşiflerden sonra anlaşabileceğini ileri sürenlere şunları soralım;
1- Kur’ân’ı, doğal ortamdan bilimin tartışma ve deney ortamına çekmekle, onun hidayete olan rehberliğini unutturma yanlışına düşmüş olmuyor musunuz?
2- Bilimsel araştırmaların yanılan, değişen ve yenilenen karakterinden dolayı, zamanla yalan söyleyen bir Kur’ân’la baş başa kalmış olmaz mısınız? Nitekim bir zamanlar bilim yerkürenin dönmediğini söylüyordu. Bilimsel yorumcu bu fikri Kur’ân’a onaylattırmıştı. Şimdi de döndüğü yolundaki kanaati onaylatılıyor.
3- Siz Kur’ân’da fen ve teknolojiye işâretler gösterirseniz, başkalarının da bilimle çatışan bazı ayetler arama hakkı doğmaz mı? Böylece daha önce Batının yaşadığı din-bilim kavgalarına davetiye çıkartmış olmaz mısınız?
4- Sizce, Bilim ve teknoloji, bu biçimiyle tek doğru ve hak mıdır? Bilim, Allah sözünün kendisini hedef göstermesine layık mıdır? O kadar masum mudur teknoloji? Modern kirlilik, Mukaddes bir Kitabın istediği sonuç mudur?
5- Bilimsel tefsirler neden hep keşiflerden sonra yapılıyor? Başlama noktası sadece Kur’ân olan bilimsel bir tefsir sonunda keşfedilen hangi buluş var? Kur’ân bütün bilim ve keşifleri ihtiva ediyorsa, siz bilimsel yorum yanlıları neden Kur’ân’dan sadece bazılarını çıkarmakla yetiniyorsunuz?
6- Neden ayetleri seçerek sadece bazıları üzerinde bilimsel izahlarda bulunuyorsunuz? Kur’ân’ın tamamını bilimle tefsir edebilir misiniz?
7- Edebî dili, laboratuara sokabilir misiniz? Kur’ân-ı Kerîm, yedi gök ve ölü yer der. Laboratuar bu deyimleri nasıl karşılar? Onlardan ne anlar? K. Kerim, bulutların rüzgârlarla sürüklenerek, ‘Ölü’ bir yere gelip orayı dirilttiğine temas eder. Der ki; “Onu ölü bir beldeye sevk ettik…”[77] “Onu ölü bir beldeye yollarız.”[78] Kur’ân’ın diline, bilimsel anlam yüklemeyi sevenlerin, bu anlatımlarda bir sorunla karşılaşacakları tabiidir. Çünkü burada, yağmurun topraktaki ölü şeyleri canlandırdığı ifade edilmektedir. Oysa, o canlanan şeylerin, daha önceden ölü olduğunu, laboratuar tasdik etmeyecektir. Gözle görülemeyecek kadar küçük olan canlı zerrelere, ölü diyemeyenler, bu durumda laboratuarda incelemeye aldıkları vahyi yanlışa mahkum etmek zorunda kalacaklardır.
Oysa yukarıdaki ayetlerin anlatmak istediği şey, her seviyedeki insan için gayet açıktır. Gözümüzle cansız gördüğümüz bir toprakta, bin bir çeşit bitki tohumu yağmurlarla nasıl hayat buluyorsa,[79] toprağa gömülmüş insanlar da, gelecek hayat için, öyle hayat bulacaklardır. Nitekim yukarıdaki iki ayet şöyle son bulur:
“Ölümden sonra dirilme de işte böyledir.”
“İşte ölüleri de böyle çıkaracağız.”
İnsanlar farkında olmadan iki ayrı dil ile konuşurlar. Bu her ulus için böyledir. Biz bir işe geç kalındığını anlatmak için, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” deriz. Yorgunluğunu ve bitkinliğini ifade etmek isteyen birisi, “öldüm” diyebilir. Çok dertli olduğunu belirtmek isteyen kimse, “Derdimi söylersem, Gün durur bulut ağlar” diyebilir. Bu sözlerdeki ikinci tip söyleyişlerde laboratuar mantığı aranmamalıdır. Yani, gerçekte “Üsküdar’ı geçen bir atlı” bulunmamaktadır. Yorgun kimsenin “öldüm” sözündeki kastı da elbette biyolojik bir ölüm değildir. Dertli kimse için, “Günün durması ve bulutun ağlaması” da elbette ancak bir mecaz olarak düşünülebilir.
Oysa pek çok bilimsel tefsir yanlıları, yukarıdaki gibi mecazları, gerçek anlamda ele alırlar. Bunlar belirleyen sözlermiş gibi, hükümler çıkarırlar. Bunun ilginç bir örneği Tevrat’taki bir ayetin, yorumuyla ilgilidir. Tevrat’ta, bir gün İsrâiloğulları için Rabb’in de cenk ettiği anlatılır. İşte o cenk günü Yeşû Peygamber şöyle der;
Dur, ey Güneş, Gibeon üzerinde;
Ve Ay, sen Ayyalon deresinde.
Eski Ahit, peygamberin bu yakarışı üzerine, millet düşmanlarından öç alınıncaya kadar, Güneşin durduğunu ve Ay’ın yerinde kaldığını yazar.[80] Yani, her zaman gün boyunca hızla dönen Güneş, bu savaş gününde gerçek anlamda dönmez mi olmuştur? Böyle bir durum için, mecazı bilmemek ve sözün akışındaki şiirselliği göz ardı etmek gerekir. İlginçtir ki, Luther, Copernic’in evrenin sistemi teorisini saçma bulurken kutsal metindeki bu delile dayanmaktadır. Bu ayete dayanarak, dönen şeyin aslında Yerküre değil, Güneş olduğunu iddia etmiştir.
Yine dini geleneğe göre; Havva, eşi Adem’in eğe kemiğinden yaratılmıştır. Batılılar, Mukaddes kitaptaki konuyla ilgili bir bölümü, nesnel anlamda aldıklarından, zamanla kadının bedensel olarak, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığına inanmışlardır. Bu inanç, sonraları laboratuar bilgisine karıştırılarak, erkeğin bir kaburgasının noksan olduğu bilgisine (!) de varmıştır. Tıp ilminin otopsiyi keşfetmesiyle, bu bilginin doğru olmadığı görülünce, bilimin, dini yendiğine inanılmıştır.
Bilimsel tefsir yanlısı çağdaş yorumcular da, on dört asır önceki insanların bilip bilemeyeceklerine bakmadan, Kur’ân’daki alak kelimesini laboratuardan alınan embriyo ile tercüme etmişlerdir. Oysa ilk müfessirlere göre insanın yaratılışının ikinci aşamasına[81] işaret eden bu kelime, etimolojik olarak; “Bir yere tutunmak” anlamındaki A-L-K kökünden gelmektedir. Bu maddenin sülüğümsü bir görüntüsü olduğu için böyle denmiş, Türkçe’ye de kan pıhtısı olarak tercüme edilmiştir.
Bu duruma bir başka örnek de inşakka kelimesidir. Kur’ân, elli dördüncü Surenin ilk ayetinde; ‘İnşakka’l-Kamer’ der. Bu formun harfi harfine anlamı, ay yarıldı demektir. Bazı yorumculara göre burada anlatılan, gök ayının Peygamberin bir parmak işaretiyle mucize olarak iki parçaya bölünmesidir. Bu ayetten ayın gelecekte yarılacağını anlayanlar da vardır.[82] Kimine göre anlam daha farklıdır. Çünkü bu ayetin Kur’ân tertibindeki ve nüzul sırasındaki yeri incelendiğinde, aslında peygamberden mucize isteyenlerin kınandığı görülür. Ayrıca, varsayılan yarılma olayının bir gece vaktinde ve tanıklarının da az olduğu rivayet edilmektedir. Oysa mucizeler, önceki peygamberlere tanıklarının çok olabileceği gündüz vakitlerinde ve de tekrarlanarak verilirdi. Kaldı ki, Kurânın üslubunda ayın yarılması değil bizzat kendisi bir mucize olarak sunulmaktadır. Bu nedenlerle, ‘İnşakka’l-Kamer’ formundaki yarılma gerçek değil, mecazidir. Bu, iş açığa çıktı, olay vuzuha kavuştu anlamında bir deyimdir.[83] Burada, vuzuha kavuştuğu belirtilen şey ise, son uyarıcının gelmesiyle yaklaştığı kesinleşen kıyamet saatidir. Nitekim ayette şöyle buyrulur;
“Saat yaklaştı Ay yarıldı.”
Kamer Suresinin nüzul sırasındaki yerini, ayetin söz akışındaki anlam örgüsünü, varsayılan yarılma olayı ile ilgili haberlerin zayıflığını, Kur’ân’ın Hz. Muhammed’e mucize verilmesi bahsindeki olumsuz tutumunu ve doğal olay ve varlıkların zaten birer mucize sayılması gerektiğini, göz önüne alırsak son tefsiri tercih etmemiz gerekmektedir. Ay yarıldı. Yani son uyarıcı geldi. İş açığa çıktı, kıyamet saati yaklaştı.
Şimdi Kur’ân’daki bu ifadenin, yirminci asır insanının Ay’dan toprak getirmesiyle ne alakası olabilir demeyin. Modern tefsir yöntemi ruhlara öyle bir sinmiştir ki kimde ve ne zaman patlak vereceği belli olmaz. Bakınız yorumcu ne diyor;
“Sözü tefsir içi bir tartışmaya sokmadan söyleyelim: Biz bu “hikmet” omurgalı Kur’ân ayetini insanlığın aya inişini ifadeye koyduğunu düşünüyoruz. Ayetin esprisine, tarihsel ve bilimsel gerçeklere uygun olan da budur. Ay’ın yarılması, insanlığın Ay’a inişinin ve oradan bazı kaya parçalarını alarak dünyaya dönüşünün sembolik bir anlatımıdır. Yani bu “mucize”, insanlığın Ay’a indiği 1969 yılında tecelli etmiş ve Kıyametin iyice yaklaştığını gösteren bir belge olarak önümüze konmuştur.”[84]
Aslında Kur’ân-ı Kerîm, doğal varlık ve olaylarla tefsîr edilebilir. Çünkü onlar da birer ayettir. Bu durum kitabı anlamayı kolaylaştırıp hızlandırabilir de. Dahası, bu işi yapmamızı bizzat Kur’ân’ın kendisi de istemektedir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta vardır. Öncelikle bilinmesi gereken bu nokta şudur: Dil, laboratuara sokulamaz. Çünkü, dilde teşbih ve temsiller vardır. Deyimler vardır. Akıl yanlış sözlük yabancı bulsa, hatta bilim yanlış görse de dil yaygın olan bir kullanımı tercih edebilir. Bazen dildeki bu yaygın yanlış, en değerli sözlüğe bile tercih edilebilir. Dahası dilde bir çok sanatlar vardır. Laboratuar, bütün bunlara yabancıdır. Dil disiplinini oluşturan mantık, matematiksel mantığa sıkıştırılamaz. Şayet vahiy, Fiziksel Bilimlerin dili sayılan laboratuarla tefsir edilirse, dil laboratuarda bilimle yarıştırılmış olur. Bu durumda, yarışma din adına yapılsa da bilime yenilen ya da onu yenen din değil, dil sayılmalıdır.
Din rehberi olan bir kitapta peygamberliğe hiç de gerekli olmayan bilimsel ve teknolojik anlamlar aranmamalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim bu tür bir arayışı kınamaktadır. Arapların ayın değişen astronomik şekilleri üzerine bir sorusuna Kur’an şu cevabı verir;
”Sana yeni ayları soruyorlar. -De ki: “Onlar, insanlar ve hac için, zaman ölçmeye yarar. Evlerinize arka taraflarından girmeniz iyilik değildir. Fakat iyilik, dindar davranmaktır. Öyleyse, evlere kapılarından girin.”[85]
Kapılar giriş yerleridir. Doğru olan, bir yere kapısından girmektir. İşte buradan hareketle bir mecaz yapılarak; ‘Bir şeye nüfuz etmenin doğru yolu, onun kapısıdır’ denilir. O zaman, ‘eve kapısından girmek’, meseleye doğru yaklaşmak demek olur. Bu nedenle, birisini doğru yola yönlendirmek isteyen kimse, bir mesel söyler gibi, ‘İşi kapısından girerek yapmalısın’ der. Yukarıdaki ayette de işte bu deyim kullanılmıştır. Evlere arkalarından girmeyin demek, kinaye ile, yanlış yol ve üslubu terk edin demektir.[86] Yanlış yol elbette Astronomiye ait bir konuyu Peygamebere sormaktır.[87]
Kaldı ki, bilimle yorumlama anlayışının, peygamberliğin ilk üç asrına indirilebilecek bir delili de yoktur. Kur’ân’nın muhtevasını herkesten iyi bilen sahabe ve ondan sonra gelen iki nesil, dünya ve âhiret ahkâmı dışında, Kur’ân’ın bütün ilimleri içerdiğine dair bize bir görüş nakletmemişlerdir.[88]
Tanımlamaları devamlı değişebilen astronomi, tıp, biyoloji, matematik, fizik ve kimya gibi bilimleri, hikmetleri asla değişmez bir kitaba yüklemek onu gündeminden uzaklaştırır.
Kur’ân’ın bilimle tefsiri, geleneksel tefsir kurallarını iptal ettiği gibi ayrıca evrensel yorumlama yöntemlerine de asla sığmamaktadır. Bu durum, mukaddes metnin kelimelerini istenildiği gibi eğip bükmeye sebep olmakta, dil ve filoloji açılarından Kur’ân’ı zorlamakta ve yormaktadır.
Bilimsel tefsir yaklaşımları halka hoş gelebilir. Bu anlayışa sıcak bakan ve hatta yer yer bu yöndeki yorumlara katkıda bulunan, iyi niyetli, bilim adamları da bulunabilir. Onlar, Kur’ân’ı yakından tanımadıkları için bu konuda mazur da görülmelidirler. Fakat Kur’ân’ın dil ve üslûbunu bilenlerin bilimsel yaklaşımları birer talihsizlik sayılmalıdır.
Sözün burasında, şu gerçeği de ifade emek gerekir. Batı dünyası, İslâm alemine karşı mağlupken tenzîlî ayetlerde bilim ve teknoloji arıyordu. Sonra uyandı ve bilim ve keşifleri tekvini ayetlerde aramaya başladı. Şimdi muzafferdir. Fakat bu sefer tenzîlî ayetlerde bilim arama yanlışına İslâm dünyası düşmüş görünüyor. Böyle oldukça da Batı karşısında sosyal hüsran ve mağlûbiyeti sürecektir.
[1] Haşr, 59/22.
[2] Lokman, 31/34.
[3] Enâm, 6/50.
[4] Cin, 72/25-26.
[5] Bakara, 2/25.
[6] Kur’ân’ın sürekli anlamında kullandığı kelime ‘Huld’dur. Uzun zaman kalıcı olmaya da ‘Hulûd’ denilir. Kelime, hem uzun zaman için, hem de sonsuzluk için kullanılır. Yaşlandığı halde saçları ağarmayan, dişleri dökülmeyen kimseye de ‘Muhlid’ denir.
[7] Nebe’, 78/21-25.
[8] Âl-i İmrân, 3/133.
[9] Muhammed, 47/15.
[10] Kur’ân’da, üç ayrı terim ile ‘Ant’ yapıldığı görülür. Bunlardan birisi ‘Yemin’ diğerleri ise, ‘Hulf’ ve ‘Kasem’ terimleridir. Bazen de bu kelimeler gizlenir. Ama onlara işâret eden ‘Vav’, ‘Be’, ‘Te’ ve ‘Lâm’ harflerinden biri getirilerek ant edilir. Kur’ân’ın yaptığı ant, yemin ve hulf değil, kasemdir. Kur’ân, kendisinin yaptığı antlarda, yemin ve hulf terimlerini değil, ‘Kasem’ terimini kullanmaktadır. İnsanların güç gösterisinde bulunmak için ‘Yemin’ etmeleri gibi ant etmez. Toplumsal birlikteliklerini sergilemek için yaptıkları antlaşmalar gibi ‘Hulf’ de etmez. Fakat ‘Kasem’ eder. Yani sözünü kesin olarak tayin edip, muhatap tarafından iyi bilinen bir tanıkla açığa çıkarır. Kur’ânın yaptığı kasemin, bir yemin ve hulf anlamında değil de, bir kesinlik ve tahkik anlamında olduğu ‘Ve le kad’ gibi tahkik harflerinden de anlaşılmaktadır. Eğer İlâhın kendi zâtına ant etmesi bir sorun görülüyorsa, bu ifâdelerdeki cemi zamirlerinin kast ettiği delâlete dikkat edilmelidir. Bu ayetlerde ant eden şahıs zamiri tekil, ant cevabındaki zamir ise çoğuldur. Yani ant eden Allah’ın Zâtı, Tanık Gösterilen ise O’nun kudretidir. Bu nedenle İlâha isnat edilen antlarda, ant eden özne tekil, fakat andın cevabındaki özne çoğuldur. Putperestlerin tapındıkları bazı şeylerle ant yapılmış olması da bir sorun görülebilir. Oysa putperestler, pislik böceği ve kaplumbağadan Ay ve Güneşe kadar, her cins eşyadan put seçmişlerdir. Gelecekte de seçeceklerdir. Yani üzerinde ittifak ettikleri muayyen bir varlık yoktur. Bu nedenle onların inançları hiç kâle alınmadan; yaratılışında muhkem ve sağlam olması cihetiyle insanların belleğinde ilâhi kudrete daha güçlü bir ayet teşkil eden, faydaları cihetiyle de bütün insanlar arasında maruf ve meşhur olan şeylerle yemin edilmiş olabilir. Doğrusunu bilen Allah’tır.
[11] Âl-i İmrân, 3/4.
[12] Âl-i İmrân, 3/54.
[13] Fetih, 48/6.
[14] Hakka, 68/17.
[15] Şems, 91/1.
[16] Fâtiha, 1/4.
[17] Nitekim müşebbihe fırkası bu çelişkiye düşmüştür.
[18] Hadîd, 57/3.
[19] Hadid, 57/4.
[20] Bakara, 2/22.
[21] Mâide, 5/100.
[22] Sâd, 38/58.
[23] Nisâ, 4/157.
[24] “Ona dilediği gibi kaleler, heykeller (timsal’in çoğulu) havuzlar kadar leğenler, sabit kazanlar yaparlardı.” Sebe, 34/13.
[25] Ankebût, 29/41.
[26] Şûrâ, 42/11.
[27] Nahl, 16/60.
[28] Nahl, 16/74.
[29] Bakara, 2/24.
[30] Nahl, 16/74.
[31] Haşr, 59/21.
[32] Ankebut, 29/4
[33] Metafizik konularla ilgili olmadıkları halde kastı ve ifade tarzı tamamıyla teşbihi (allegorical) olan bir çok Kur’ân pasajını da dikkate almak gerekir. Bu şekildeki müteşâbihatın (allegory) mahiyeti ve fonksiyonuna gerekli dikkat gösterilmeden müteşâbih konusunun doğru şekilde anlaşılması mümkün olamaz. Gerçek bir müteşâbihat, -doğrudan terimlerle aynı kolaylıkla anlatılabilecek olan bir şeyin bambaşka renkli ifadelerle tasvirinden farklı olarak – karmaşıklığından dolayı doğrudan terimler yahut önermelerle yeterli biçimde ifade edilemeyen ve bu karmaşıklık sebebiyle, detaylı bir “ifadeler” serisi olarak değil de genel bir zihinsel imaj olarak ancak sezgi yoluyla kavranabilen şeyleri mecazi bir şekilde ifade etmeyi kapsar. “Allah’tan başka kimse müteşâbihin nihâî anlamını bilemez” ibaresinin anlamı da budur. Bkz. Muhammed Esed Kur’ân Mesajı, Âl-i İmrân 3/7. ayetin dipnotu.
[34] Râğıb el-Isfehânî, Müfredat, ‘M-S-L’ maddesi, Örnek olarak bkz; Nisâ, 4/157.
[35] Gâşiye, 88/17 Muhammed Esed şöyle diyor; “Ayette ‘Develer” anlamına gelen kelime ‘İbil’dir. Ama bu ismin aynı zamanda “Yağmur taşıyan bulutlar”ı anlattığı da unutulmamalıdır. Eğer bu terim ayette “Develer” anlamında kullanılmış olsaydı, ona yapılan atıf, öncelikle devenin, dikkat çekici dayanıklılığı, binme, yük taşıma, süt, et ve yün elde etme gibi çok çeşitli işlerde kullanılabilmesi ve çöl ortasında yaşayan insanlar için taşıdığı vazgeçilmezlik gibi sebeplerden dolay› kendileri için daima hayranlık duyulan bir nesne olarak Peygamber’in çağdaşı Araplara hitap etmiş olurdu. Ama “Develer”e yapılan atıf, anlamını, belirli bir çevrenin ve belirli bir zamanın insanları ile sınırlamış olacağından, burada hiç dikkate alınmamalıdır. Çünkü Kur’ânda, Allah’ın yarattığı evrenin olağanüstülüklerini gözlemlemek için yapılan çağrı, bütün zamanların ve bütün toplumların insanlarına yöneliktir. Bu nedenle, ibil teriminin burada “Develer” için değil, ama “Su ile yüklü bulutlar” için kullanıldığını varsaymak için bir çok neden vardır: Ayrıca, burada suyun buharlaşması, buhar›n göğe yükselmesi, yoğunlaşması ve sonunda yere düşmesi şeklindeki olağanüstü devrevi sürece işaret edilmiş olması, ne kadar hayranlık verici ve faydalı olsalar da “Develer”e yapılan atıftan çok, daha sonraki ayetlerde gökyüzü, dağlar ve yeryüzünün anılması ile daha fazla uyumludur. Bkz. Kur’ân Mesajı, Gâşiye Suresi, ilgili ayetin dipnotu.
[36] Bakara, 2/26.
[37] Hacc, 22/52.
[38] Hicr, 15/9.
[39] Yâsin, 36/1-2.
[40] Zümer, 39/23.
[41] Bkz; Rahmân, 55/10-77, Bakara, 2/58, A’râf, 7/161.
[42] Bakara 2/30.
[43] Nisâ, 4/43.
[44] Rahmân, 55/33.
[45] Bkz. Fethullah Han, Kur’ân ve Kainat Ayetleri, İstanbul ,1998, S. 65.
[46] ed-Doktor Abdulaziz el-Hayyât, el-İ’câzu’l-Kur’ânî, (el-Cumhûriyyetu’l-Irâkiyye Vuzâratu’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûnu’d-Dîniyye) Bağdâd 1990. Zikri geçen ayetteki sultan kelimesine verilen; hakimiyet ve ışık anlamları için bkz; Saffet Senih, Kur’ân ve İlimler, İzmir, 1995, S.7.
[47] Fahruddin er-Râzî, Tefsîr, ilgili ayet. Cârullah ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Lübnan, tarihsiz, ilgili ayet M. b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Lübnan, 1966, ilgili ayet. A. Mustafa el-Merâğî, Tefsîr, Mısır, 1973, ilgili ayet. İsmâil İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Lübnan, 1969, ilgili ayet.
[48] Furkan, 25/52-54.
[49] Geniş bilgi için bkz; ‘İki Deniz Arasında Vahiy’ adlı eserimiz, İstanbul, 1999.
[50] Furkan, 25/52-54.
[51] Rahman, 55/17-25.
[52] Hud, 11/38-41.
[53] Bkz. Osman Öztürk, Kur’ân’da Tıp ve Tıp’ta Yemin, İstanbul, 1999, S. 14.
[54] A’râf, 7/31.
[55] Nahl 16/69.
[56] E’lâ 87/4-5.
[57] Zâriyât 47.
[58] Bakara, 2/255.
[59] Bakara, 2/286.
[60] İlgi kurulan ayetler şunlardır. “Süleyman: “Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını yanıma getirebilir?” dedi. Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce sana onu getiririm, buna karşı güvenilir bir güce sahibim” dedi. Kitabın bilgisine sahip olan biri: “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanına yerleşivermiş görünce: “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır… dedi.” Neml, 27/38-40.
[61] Yusuf, 12/94.
[62] Halûk Akten, Bilim Adamlarına Baş Eğdiren Kitap, Konya, 1998, S.144.
[63] Bkz; Cemâleddin el-Kâsımî, adı geçen eser, S.286.
[64] Mülk, 67/5.
[65] Sâffât, 37/6.
[66] Hicr, 15/17.
[67] Sâffât, 37/6.
[68] Kehf, 18/22.
[69] Sâffât, 37/7-9.
[70] Şuarâ, 26/212.
[71] “Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kitabı indirdik.” Nahl 16/89.
[72] “Kitapta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; onlar sonra Rablerine toplanacaklardır.” En’âm, 6/38. “Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık Kitaptadır- ancak O bilir.” En’âm, 6/59.
[73] Bkz. Zemahşerî, Keşşâf , ilgili ayet.
[74] Bkz. Prof. Dr. Süleyman Ateş, İslâm’a İtirazlar ve K. Kerîm’den Cevaplar, Ankara, Tarihsiz, S. 212.
[75] Bkz. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Kerim ve Fenni Keşifleri Ankara, 1990, S. 5-6.
[76] Bkz;.Yrd. Doç. Dr. Şadi Eren, Kur’ân’da Gayb Bilgisi, İzmir 1995, S.237. “Bu yüzden de esas maksat geri kalmış olurdu. Hem de sırf birkaç asrın insanını memnun etmek için, öteki devirlerin insanlarını mahrum etmek uygun olmazdı.” Safvet Senih, Kur’ân ve Bilim, İzmir, 1995, S.35.
[77] Fâtır, 35/9.
[78] A’râf 7/57.
[79] “Allah’ın gökten suyu indirip onunla, ölümden sonra toprağı dirilterek üzerine tüm canlılardan yaymasında, rüzgarların bir düzen içinde yönden yöne çevrilmesinde, gök ve yer arasında bir hizmete memur edilen bulutlarda, aklını işleten bir topluluk için sayısız izler-işaretler vardır.” Bakara, 2/164.
[80] Eski Ahit, Yeşû 10/13.
[81] İlk indirilen surede, insanın alaktan yaratıldığı buyrulmaktadır. Yaratılışın ilk maddesi nutfe ikincisi de alaktır. Alak kelimesi için ayrıca bkz; Hac, 22/5.
[82] Müfessirler, bu görüşü, Osman b. Ata’ya isnat ederler.
[83] İbnu’l-Esir, en-Nihâye, Ş-K-K kökü. Râgıp el-Isfehânî, Abdu’l-Celil İsâ, el-Mushafu’l-Müyesser ilgili ayet.
[84] Yaşar Nuri Öztürk, Depremin Gösterdikleri, İstanbul 1999, S. 84.
[85] Bakara 2/189.
[86] F. Râzî, Tefsir, ilgili ayet.
[87] Hilallerle ilgili bu soruyu soranlar, büyük bir ihtimalle Astroloji ile uğraşan Yahudiler’dir.Nitekim bir nakle göre bu soruyu Yahudiler sormuşlardır. Muaz rivayeti böyledir.
[88] Şâtıbî, el-Muvâfakât.