Kur’an’da muhkem ve müteşabihler (Buyruklar ve mecazlar)-1 Ahmet Baydar
MUHKEM AYETLER VE MÜTEŞABİHLER
Üçüncü Surenin Yedinci Ayeti
Bilimsel tefsir yanlılarının, görüşlerini dayandırabilecekleri Kur’ânî tek kavram müteşâbihtir. Birinci bölümde buna temas etmiştik. Bu bölümde, işte bu kavramın anlamı ve kapsamı üzerinde durmak istiyoruz. Acaba bilimsellikle ilişkisi nedir?
Bilimsellik yanlılarının iddialarına mesnet yapabilecekleri bu tek kelime, -kast ettikleri anlamla- tek ayette kullanılmaktadır. O da üçüncü surededir. Üçüncü surenin yedinci ayetinde şöyle buyrulur:
“Sana kitabı indiren O’dur. Ondandır muhkem ayetler -ki onlar kitabın anasıdır- ve diğerleri müteşâbihlerdir. Şu var ki, kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne aramak ve tevilini aramak için ondan müteşâbih olanları izlerler. Ve bilemez tevilini Allah’tan başkası ve ilimde derinleşenler derler ki; “Ona inandık, hepsi Rabbımızın katındandır.” Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.”
Şimdi bu ayet üzerinde biraz düşünelim. Burada kast edilen kitap Kur’ân mıdır? Eğer Kur’ân ise, Peygambere inişinden önceki, Allah katında korunan durumu mu, yoksa Mushaf haline gelişinden sonraki hali mi kast edilmiştir? İkinci durumda; sadece Kur’ân kast edilmiş olur. Birinci durumda ise levh-i mahfuz[1] kast edilmiş olur ki bu anlam Kur’ân’la birlikte Tevrat ve İncil gibi diğer mukaddes kitapları da kapsamış olur. Ayrıca kitap terimi bu ayette iki defa geçmektedir. Bunlar, iki ayrı kitap mıdır, yoksa tek kitap mıdır?
Bir başka soru da şudur. Kur’ân birçok ayetten bahseder. Varlıkların olağan ve olağandışı seyirlerine ayet der. Bu durumda yer ve gökte ne varsa hepsi birer ayettir. Bir de Peygamberlere indirilen sözlere ayet der. Kur’ân, üçüncü tür ayetden daha söz eder. Bunun mahiyetini ancak Allah ve peygamberler bilir. Hz. Peygambere, semâvî bir yerdeki el-Mescidu’l-Aksâ’da gösterilen ayetler böyledir.[2] Acaba muhkem ve müteşâbihlik bu ayetlerin hangisindedir?
Tabi cevaplandırılması gereken en önemli soru da, Müteşâbih’in ne olduğudur? Muhkem ve müteşâbih zıt anlamlı mıdırlar? Yoksa bu ikisi, birbirini kısmen kapsayan kelimeler midir? Yani muhkem bir ayet aynı zamanda müteşâbih de olabilir mi? Yoksa muhkem olmayan her ayet ya da bazı ayetler mi müteşâbihtir? Kitabın ne kadarı müteşâbihtir? Kitabın bir kısmı mı yoksa tamamı mı muhkem ve müteşâbih biçiminde iki kategori oluşturuyor? Başka bir ifade ile, kitapta bu ayırıma sokulamayacak ayetler var mıdır? Her iki durumda da Kur’ân’ın ne kadarı muhkem, ne kadarı müteşâbihtir?
Muhkem ve müteşâbihe bağlı olan bir başka soru daha cevap beklemektedir. Kur’ân-ı Kerîm kendisini ‘Hakîm’ bir kitap olarak tanıtır. Bu kelime muhkemle aynı köktendir. Yani Kurân, sadece ayetlerinin bir kısmına değil, bir anlamda tamamına muhkem demektedir. Kaldı ki Hûd suresinde de ayetlerinin tamamı muhkem bir kitaptan bahis açılmaktadır.
“İşte bu sana okuduğumuz, o ayetlerden ve o hakîm Zikirdendir.”[3]
“Elif-lâm-râ, ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır.”[4]
Bununla birlikte Zümer Suresinde Peygambere indirilen kitabın tümünün müteşâbih olduğu söylenmektedir;
“Allah, sözün en güzelini müteşâbih ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.”[5]
Şimdi, tamamı muhkem olan kitap hangisidir? Eğer Kur’ân ise, tamamı müteşâbih olan kitap hangisidir? Kur’ân’ın tamamı muhkem midir, müteşâbih midir? Yoksa hem muhkem, hem de müteşâbih midir? Eğer tamamı muhkem ise müteşâbihten, şayet tamamı müteşâbih ise muhkemden söz edilebilir mi?
Yukarıdaki ayette cevap isteyen bir soru da şudur. Alimler müteşâbihlerin tevilini bilir mi? Müteşâbihlerin tevilini Allah bilir. Fakat acaba ilimde derinleşenler de bilirler mi? Bu açık değildir. Eğer bilirlerse, bu ayetlerin anlam ve sayıları üzerinde ittifak edebiliyorlar mı? Böyle bir ittifak yoksa, o bilmenin sıhhati nasıl anlaşılacak? Doğruluğundan nasıl emin olacağız? Ayrıca, üzerinde derinleşme yapılan ilimdir. Kast edilen dini bilimler mi, yoksa Fizîkî Bilimler midir? Peygamberin yaşadığı asırda sözü edilen ilim ne olabilir? Buradaki ilimden maksat, vahye dayalı bilimler midir? Yoksa fizîkî bilimler midir? Yahut her ikisi de kast edilmiş olabilir mi?
Ayette, dikkat edilmesi gereken bir husus da; kalplerinde eğrilik bulunanların kimler olduğudur. Gerçekten inanmayanlar, münâfıklar veya kitap ehli midir bunlar? İlgili ayette, onların Hz. Muhammed’i izlemeyen kimselerden olduğu açık değildir. O zaman sahabeden midir? Peygamber henüz hayatta iken onu izleyen kimseler arasında eğri kalpliler var mıdır? Ya da onlar ileride ashabın arasından yolundan ayrılacak kimselerden midirler? Yoksa bu sözün muhatabı bütün insanlar mıdır?
Ayetle ilgili olarak, akla gelebilecek muhtemel bir soru da şudur. Eğer müteşâbih ayetleri de Allah indirdi ise, onları izlemek neden fitne aramakla eşitlensin ki? Bu ayetler birkaç manaya ihtimalli yahut kapalı ve anlamak zor ise, kötülük aramayan kimseler de farkına varmadan fitneye düşmezler mi? Bu durum; insana gücünün yetmediği şeyin yüklenmiş olması anlamına gelmez mi? Şimdi, bu soruların cevaplarını ilgili ayete yakından bakarak arayalım.
Kitabın Anası
“Sana kitabı indiren O’dur.”
Kur’ân, mahiyetleri itibariyle iki tür kitaptan söz eder. Bunlardan biri indirilen kitaplar, diğeri korunan kitaptır. İndirilen kitaplar, her peygambere kendi diliyle indirilen kitaplardır;
“Ondan önce önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardır.”[6]
“Bu da Arap diliyle indirilmiş doğrulayan kitaptır.”[7]
Korunan kitap ise, peygamberlere indirilen bütün kitapların anasıdır. Kur’ân da onda saklanmaktadır. O bir anlamda Allah’ın bilgisi ve takdiridir. Ona, ancak arındırılanlar dokunabilir, korunmaktadır, gizlidir ve ana bir kitaptır;
“O, katımızdaki ana Kitaptadır.”[8]
“Levh-i Mahfuzdadır.”[9]
“Titizlikle saklanan bir kitaptadır.”[10]
“…ondan daha küçüğü de daha büyüğü de Rabbından gizli kalmaz; tümü apaçık bir kitaptadır.”[11]
Şimdi yedinci ayette anılan kitap bunların hangisidir? İndirilen midir korunan mıdır? Ayrıca, ayette iki kitaptan söz edilmektedir. Bunlar aynı mıdır, birbirinden farklı mıdır?
Kur’ân yorumcularının hemen hepsine göre yedinci ayette anılan kitapların her ikisi de aynıdır. Bu da elbette Kur’ân-ı Kerîmdir. Dolayısıyla muhkem de müteşâbih de onda aranmalıdır.
Bir başka görüşe göre de; her ikisi ile kast edilen aynı kitaptır. Fakat o Kur’ân değil, onunla aynı kaynaktan olan Tevrat ve İncil’in asıllarıdır. Fitne aramak için söz konusu müteşâbihlerin ardına düşenler de Peygamberin arkadaşları değil, Kitap ehlinden eğri kalpli kimselerdir. Dolayısıyla yanlış yorumdan kaçınanlar da yine onların âlimleridir.[12]
Kimi yorumculara göre ise; ayette ilk geçen kitap Kur’ân’dır. Fakat ikincisi, korunan kitaptır. Olay ve varlıkların meydana gelmesini sağlayan özel kararnamelerin bulunduğu ana yerdir.[13]
Eğer Kur’ân’ın parça parça indirildiği, Hz. Peygamber hayatta iken bir Mushaf olarak değil de aksine ilâhî vahiy biçiminde algılandığı, ancak Peygamberin vefatından yıllar sonra iki kapak arasında bir ciltte toplandığı düşünülürse; ayetteki her iki kitap kelimesinin de ‘Vahiy’ biçiminde anlaşılması da yanlış olmayacaktır.[14]
Aslına bakılırsa Kur’ân-ı Kerim, bütün bu kitapların aralarında bir fark görmez. Bu nedenle de çoğu zaman onları bir birinden ayırmadan kitap der. Bu durumda yedinci ayette kast edilen sadece Kur’ân değil, Tevrat, İncil ve Kur’ân gibi, indirilmiş bütün kitaplar olur.
Onda Muhkem Ayetler Vardır
Ayet kelimesi doğduğu dilde; alâmet, işâret, nişan, ipucu, emâre, elçilik, topluluk, yüksek bina, delil ve ibret anlamlarında kullanılmıştır.[15] Sözcüğün Türkçe’mizde yaygın kullanılan anlamı ise mukaddes kitaplardaki, özellikle de Kur’ân’daki cümlelerdir. Kur’ân’a baktığımızda kelimenin şu anlamlarda kullanıldığını görürüz: Evrende süregelen olağan ve olağan dışı vaka ve varlıklar. İnsanın kendisinde bulunan; aklî deliller. Korunan kitaptaki ayetler. Mukaddes kitaplarda, okunduğunda anlam ifâde eden her bir bölüm.
Muhkem ise H-K-M kök harflerindendir. Binici, atın muhalefet etmesini engellemek için ona gem vurması bu kök ile anlamlandırılır. Hâkim ve mahkeme de bu kökten gelir. Hâkim, zulme gem vuran kimse, mahkeme ise zulme gem vurulan yerdir. Adâlete uygun olmayanı engelleyen ahkâm ve bu işin felsefesi olan hikmet de aynı köktendir. Eğer muhkem şey bir bina ise o dayanıklı demektir. Şayet bir söz ise; farklı bir hüküm çıkarmayı engelleyen nihâî bir hüküm bildiriyor demektir. Nitekim bu sebeple muhkem ayetler ana ayetler olarak nitelenmiştir;
“Ki onlar kitabın anasıdır.”
Ana kelimesinin Kur’ân dilindeki karşılığı ümmdür. Ümm bir şeyin merkezidir. Ümmü’l-Kurâ,[16] kentlerin bağlı olduğu anakent demektir. Bir şeyin büyük çoğunluğuna da ümm denir. Ümmü’t-Tarîk, yolun büyük bir kısmı demektir. Bir şeye kendisiyle başlanılana da ümm denir. Nitekim Kur’ân’a Fatiha suresiyle başlanır. Ayrıca yirmi beş kelime ile Kur’ân’ın tamamını özetler. Bu nedenle Fâtiha Suresine Kur’ân’ın anası denmiştir.[17] Bu isimlendirme; ‘el-Hamdü lillah’, Kur’ân’ın ve Kitabın anasıdır”, “Allah, İncil ve Tevrat ve Zebur’da Kur’ân’ın anası (Fatiha kast ediliyor) gibi bir şey indirmedi…” gibi bazı hadislerle de teyit edilmektedir.[18]
Şimdi bu detaydan sonra şunu anlamamız her halde yanlış olmayacaktır. Muhkem ayetler, ana diye nitelendirildiğine göre; bunlar Kur’ân’da gayet az bulunur. Çok özlü ifadelidirler. Kitaptaki diğer ayetlerin anlam merkezi durumundadırlar. Bir hüküm için başlama noktası oluştururlar. Bir anlamda ilk örnektirler.
Diğerleri Müteşâbihlerdir
Klasik dönemin en çok tartışılan konularından birisi müteşâbihtir. Tefsir kitaplarında, bu terim için yapılan şu tanımlarla karşılaşıyoruz.
1- Muhkemler; Yahudilerin uymakla yükümlü oldukları ve “On emir” diye bilinen hususlara işaret edilen Kur’ân’daki üç ayettir.[19] Müteşâbihler ise, Yahûdîlerin tevil yaptığı bazı sure başlarındaki mukattaa harfleridir.[20] Bu durumda Kur’ân’ın büyük bir bölümü muhkem-müteşâbih kategorilerinin dışında kalmaktadır.
2-Muhkemler nâsih, müteşâbihler ise, mensuh ayetlerdir.[21] Bu tanım esas itibariyle ihtilaflı olan başka bir konu üzerine oturmaktadır. Klasik anlamda nâsihler hüküm kaldıran, mensuhlar ise hükmü kaldırılan ayetlerdir. İşte kimi yorumcular, hüküm kaldıran ayetlere muhkem, hükmü kaldırılan ayetlere de müteşâbih demişlerdir. Bu durumda her ayet muhkem-müteşâbih katagorisine girmemektedir.
3-Muhkemler, açık olsun kapalı olsun, herhangi bir delile dayanılarak bilinebilecek hususlardır. Müteşâbihler ise, bilinmesi aslâ mümkün olmayacak, bilgisini Allah’ın kendisine sakladığı hususlardır. Bu görüş, Kur’ânın bir kısmının anlaşılamaz olduğunu kabul etme esasına dayanır. Kıyâmetin zamanı gibi, yalnız Allah’ın bileceği şeyler ise müteşâbih olarak gösterilemez. Çünkü zaten Kur’ân’ın kendisi bu gibi şeylerin bilinemeyeceğini tembih etmektedir.
4-Muhkemler, üzerinde tek bir yorum yapılabilen, müteşâbihler ise, birden çok yoruma müsait ayetlerdir. Bu yoruma göre, muhkemler tahrife uğratılamazlar. Fakat müteşâbihlerin anlamında ihtilaf olacağı için tahrif edilebilir. Böyle olması da İlâhî bir imtihan vesîlesi sayılır. Zamanın tümü kullanılmadan yapılan bu yorum da bizce tutarlı değildir. Çünkü bugüne kadar tek bir yorum üzerinde birlik sağlanan bir ayetin, bundan sonra birkaç yorumu daha yapılmayacağını kimse söyleyemez.
5- Muhkemler, detaylı olarak anlatılan kıssalar, müteşâbihler ise, tekrar edilen kıssaların lafızlarındaki muğlaklıktır. Yahut, anlamları bir lafızları farklı, veya anlamları farklı lafızları bir biçimde tekrar edilen kıssalar müteşâbih, diğer ayetler ise muhkemdir. Kur’ân kıssalarının müteşâbih sayılmasının birçok sebebi vardır. Kıssaların gaybî konularda olması, tarih ve mekan seyri gözetilmeden anlatılmış olması ve bu kıssalara farklı surelerde farklı kelimelerle temas edilmiş olması bunlardan bazılarıdır. Ancak yukarıdaki tanım da kıssalar dışındaki ayetleri kategori dışında bıraktığından yeterli görülmemektedir.
6-Muhkemler, delâleti açık olan, üzerinde düşünmeden, herhangi bir itiraza mahal bırakmadan, kolay anlaşılabilen ayetlerdir. Geçmiş toplumların kıssalarını nakleden ayetlerle Allah’ın yaratma kudretini ve birliğini dile getiren ayetler böyledir. Müteşâbihler ise, öldükten sonra dirilme, kıyamet ve azap gibi, anlaşılması için derin düşünmeye ve tefekküre gerek duyulan, mahiyetlerinde kapalılık bulunan konulardan haber veren ayetlerdir.[22] Bu tanım, ahkâm ayetlerini iki kategorinin de dışında bıraktığı gerekçesiyle eksik görülmektedir.
7-Hakîkata delâlet edenler muhkem, araştırmayı gerektirenler müteşâbihtir. Bu tanım bir öncekine çok benzemektedir.
8- Müteşâbihler, figüratif tarzda ifade edilen ve doğrudan bir çok kelime ile anlatılma yerine mecâzî olarak işaret edilen bir anlam taşıyan Kur’ân pasajları, muhkemler ise “İlâhî kelamın özü” dür. Çünkü bunlar, mesajın temelini teşkil eden ana prensipleri ve özellikle ahlakî ve sosyal öğretileri kapsar. [23]
9- Muhkemler bir eylemi konu edinen ayetler, müteşâbihler ise imanla ilgili ayetlerdir.
10-Müteşâbihler Allah’ın sıfatlarıyla ilgili ayetler, diğerleri de Muhkemlerdir.
11-Muhkemler herkesin bilebilecekleri, müteşâbihler ise ancak ilimde derinleşenlerin bilebilecekleridir.
12-Muhkemler, tevilinde ittifak edilenler; müteşâbihler ise, tevilinde ihtilaf edilenlerdir.
13-Muhkemler, Fâtiha suresindeki ayetlerdir. Diğer surelerdeki ayetler müteşâbihtir.
14-Muhkem, İhlas suresidir. Çünkü onda sadece tevhid vardır. Bu durumda diğer surelerdeki ayetler müteşâbihtir.
Bu yorumların bir kısmı, muhkem ve müteşabih kavramlarının tarifinden çok, bu iki grupta mütalaa edilebilecek ayetlerin özelliklerini yansıtmaktadır. Yorumların bir kısmı ise, Âl-i İmrân suresindekindeki teşâbehe formunu, diğerlerinden, ayrı tutmuştur. Hepsine benzeşme anlamı verildiği hâlde, Âl-i İmrân suresindekine bu anlam verilmemiştir. Belki de benzeşmeden hareketle, kapalı ya da bilinemez anlamına ulaşılmıştır.
Farklı Bir Tanım
Müteşâbih kelimesi, benzeme anlamı veren ‘Ş-B-H’ kök harflerindendir. Benzetmek, yerine koymak anlamındaki teşbîh ve benzeşmek anlamındaki müşâbehet de bu köktendir. Eğer iki şey, biri diğerinden ayrılamayacak kadar birbirine benziyorsa onları tanımada bir kuşku oluşur. Bu kuşku, şübhe kelimesi ile ifade edilir. Nitekim Hz. İsâ’nın mâhiyeti kuşkulu olan ölümü ile ilgili bir ayette bu kökten bir kelime kullanılmıştır. Yahûdîler onu öldürdüklerini kesin biçimde bilemedikleri halde; ‘Îsâ Mesîh’i biz öldürdük!’ derler. Hıristiyanlar da İsâ’nın ölümü hususunda tam bir kuşku içindedirler. “Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat kendilerine, benzer gösterildi (şbh).”[24]
Kelimenin müteşâbih formu, ortaklık ifade etmektedir. Yani, birden fazla şeyler arasındaki birbirine benzeşmeyi anlamlandırır. Bunun için de benzeyen ve kendisine benzetilen en az iki şey gereklidir. Nitekim kelimenin bu formu, Kur’ân’da iki ve daha fazla şeyin birbirine benzeşmesi anlamında kullanılmıştır.
1- İnançsızların kalpleri, cehâlet ve taşkınlık açısından, kendilerinden önceki inançsızların kalpleri ile benzeşir; “Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi (teşâbehe).” [25]
2- Bu hayatta, birbirine benzer ve benzemez meyveler bulunmaktadır. İnananlara, ikinci hayatta verilecekler de buradakilerle benzeşir; “…zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez (teşâbehe) şekilde yaratan O’dur.”[26] “Birbirine benzeyen ve benzemeyen (teşâbehe) yığın yığın taneler…”[27] “Onlara benzer (teşâbehe) verilmiştir.”[28]
3-İnekler birbirleriyle benzeşirler; ” Çünkü inekler birbirine benzer (teşâbehe).” [29]
4- Kitabın bazı bölümleri, diğer bölümleri ile benzeşir. “Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer (teşâbehe), ikişerli bir kitap halinde indirdi.”[30]
Kalpler kalplere meyveler meyvelere inekler ineklere benzer. Kitabın bölümleri de diğer bölümlerine benzer. Bunlar tamam. Peki, Üçüncü surenin yedinci ayetinde geçen müteşâbih kelimesinin yukarıdakilerle bir anlam ilişkisi var mı? Orada müteşâbih ayetlerden söz ediliyor. Acaba, kitabın bölümleri birbirine benzer demek, ayetlerin bir kısmı diğer kısmına benzer anlamına gelir mi? Yoksa üçüncü surenin yedinci ayetindeki müteşâbih kelimesi, daha farklı bir ayet grubuna mı işaret etmektedir?
Klasik döneme ait bir görüş, Âl-i İmrân suresinin yedinci ayetindeki teşâbehe formuna verilen anlamı, bu formun kullanıldğı diğer ayetlerden ayırmaz. Bu görüş aynen şöyledir:
“Helâl ve harama dair olanlar muhkem, bazısı bazısını tasdik eden diğer ayetler de müteşâbihlerdir.”[31]
Bu yorum, hicretin yüz ikinci yılında vefat eden tabiin neslinden Mücahid b. Cübyr el-Mahzûmi’ye aittir. Bu görüş, gerçekten usul alimlerinin yukarıda naklettiğimiz izahlarının bir özeti gibidir.[32] Bizce isabetli olan yorum budur. Buna göre; bir şeyin haramlığını belirleyen ayet muhkemdir. Fakat o şeyin haramlığını belirlemediği halde, kötülemede onu teyit ve tasdik eden başka ayetler vardır. Ki bunlar muhkemlerle ve kendi aralarında bir birleriyle benzeşirler. İşte Kur’ân bunlara da müteşâbihler demektedir. Kısaca, müteşâbihler, bazısı bazısını tasdik eden, bu yönüyle birbiriyle benzeşen ayetlerdir.
Mesela içki konusundaki beyanlara bakalım. İçkiye temas eden ilk vahiy pasajında açık bir hüküm belirlenmez. Sadece, onun güzel bir içecek olmadığına işaret edilir. Daha sonra indirilen bir ayet helal ve haramlık hususunda açık bir hüküm yine belirtmez. Ama içkinin zararlarının çokluğundan bahseder. İçkinin kötü olduğunu belirtmede yukarıdaki ile benzeşir. Daha sonra indirilen bir ayet ise, ne söylediğini bilemeyecek kadar içkili olan kimsenin namaza yaklaşmaması tembih eder. Belli ki bu ayet de yasaklık hususunda nihâî bir hüküm belirtilmemektedir;
“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içki ve güzel rızk elde edersiniz.”[33]
“Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki; “İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür.” [34]
“Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın.”[35]
Bu ayetler içkiyi kötülemede birbirleriyle benzeşirler. İçki konusunda Kur’ân’ın son uyarısı, onun şeytan işi pislik olduğu, inananların ondan uzak durması gerektiği biçimindedir.
“Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir…”[36]
İşte nihâî hüküm budur. Buradan Kur’ân açısından içkinin yasal olmadığını öğreniyoruz. İşte bu son ayet muhkemdir. Başka bir açıdan da, önceki ayetler içkiyi kötülemede birbirleriyle ve bu son ayetle benzeşmektedirler. O halde bu konudaki bütün ayetler müteşab sayılırlar.
Bu tanıma göre, müteşabihlik, anlamda müteşabih olan kelimelerin kullanıldığı ayetleri içine almaz. Mesela, “Doğruların doğruluğunu sormak için…”[37] ayeti ile “çünkü Allah, doğruları, doğrulukları yüzünden mükafatlandıracak…”[38] gibi ayetlerde müteşabihlik kelimeler arasındadır. Oysa müteşabih ayette, kelimeler birbirine benzemesede ayetlerin hükmü birbirine benzer.[39]
Şimdi bir de, Hz. Mûsâ ile toplumu arasında geçen şu konuşmaya dikkat edelim;
Hz. Mûsâ: – Allah bir inek kesmenizi emrediyor.
Toplumu: – Bizimle alay mı ediyorsun?
Hz. Mûsâ: – Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım.
Toplumu: – Duâ et Rabbına o ineğin ne olduğunu bize açıklasın.
Hz. Mûsâ: – Allah diyor ki; o ne yaşlı ne genç, ikisi ortası dinç bir inektir.
Toplumu: – Rabbına duâ et, rengi nasıl olacak bize açıklasın.
Hz Mûsâ: – Diyor ki; seyredenlere ferahlık verecek, sarı bir inektir.
Toplumu: – Rabbına duâ et, nedir o bize açıklasın. Çünkü inekler birbirine benzer.
Hz. Mûsâ: – Rabbım buyuruyor ki; o çifte koşulup tarla sürmemiş, ekin sulamamış, alacası olmayan, salma bir inektir.
Toplumu: – İşte şimdi gerçeği getirdin.[40]
Yahudiler, inek kesme emrinde bir gayrı muayyenlik olduğunu düşünüyorlar. Bu durum ilâhî buyruktan kaytarmalarına kapı açıyor. Bu nedenle Hz. Mûsâ’ya dört kere itiraz ediyorlar. Fakat toplumun her itirazına, gittikçe nihâî maksada yaklaştıran bir açıklama ile cevap veriliyor. Bu tafsilatlı sözler insanları İlâhî emre yöneltmede birbirine benzeşiyor. Sonunda itiraza mahal bırakmayacak, nihâî maksadı belirleyen muhkem söz gelince de itirazları bitiyor. Eğri kalpliler artık kaytaramıyorlar. İşte o zaman ineği boğazlıyorlar. Son açıklama olmasa, az kalsın yapmayacaklardır.
Yukarıdaki Kur’ân pasajında açıkça görüyoruz ki; kalbinde eğrilik olanların, işaret ettiği hükümden kaytarabildikleri bir söz, anlayamadıkları bir söz değildir. Onlar, sözün açıklamasını değil de, son hükmün ne olduğunun açıklanma (beyan) sını istiyorlar. Zaten onlar yakarışlarında, bizzat açıklama kelimesini kullanmaktadırlar. Şöyle diyorlar; ‘Nedir o bize açıklasın?’
Üçüncü surenin yedinci ayetine göre, bir ayet okuyucuya ya muhkem görünür, ya da müteşâbih. Öyle ise, müteşâbihin ne olduğunu, muhkemin ne olduğuna bakarak da anlayabiliriz. Muhkem müteşâbihle karşılaştırmalı olarak Kur’ân’da başka bir yerde kullanılmaktadır. Ancak, muhkemin mukabili olarak müteşâbihin anlamı hissettirilmektedir. Hz. Peygamberin arkadaşları, savaş konusunda ilâhî muradı kesin olarak belirleyen, bir sure inmesini isterler. Bu durumdan bahseden ayet şöyle devam eder;
“Derken muhkem bir sure indirilip…”[41]
İnen sure, savaşmanın nihâî hükmünü üstü kapalı bir biçimde değil de, doğrudan belirleyen bir suredir. Bu, içinde savaş hükmünün bulunduğu, Muhammed, Enfal ve Berae surelerinden birisi olmalıdır. Ayette geçen muhkem sure formunun; ‘Nihâî hükmü belirleyen sure’ anlamında olduğunu görüyoruz. Yukarıdaki ayet, bir başka açıdan da dikkat çekmektedir. Ayetin devamında münâfıkların tepkilerinden söz ediliyor.
“Muhkem bir sure indirilip onda kıtal zikredilince, kalplerinde hastalık bulunanları görüyorsun, sana öyle bir bakış bakıyorlar ki, tıpkı ölümden baygınlık gelmiş kimsenin bakışı…”
Kalplerinde hastalık bulunanlar savaş emrini belirleyen sureden hoşlanmıyorlar. Demek ki onlar bu konuda hüküm belirlemeyen bir sure bekliyorlardı. Yani sadece savaş iyidir ve yararlıdır gibi şeyler söyleyen ama kesin hükmü belirlemeyen müteşâbih bir sure istiyorlardı. Ki onu tevil edip istedikleri gibi bir anlamın peşine düşebilsinler. Savaştan kaytarabilsinler.
Bunlardan üçüncü surenin yedinci ayetine geçersek şunu söyleyebiliriz. Muhkem ayet kuşkuyu ortadan kaldıran, nihâî hükmü açıklayan ayettir. Bu nedenle böyle bir ayet kalbinde hastalık olanların hoşuna gitmez. Onlar, kesin hüküm belirlemeyen, hüküm konusunda kuşkuya sebep olan ayetlerin ardına düşmek isterler. İşte onların ardına düştüğü böyle ayetler de müteşâbih ayetlerdir.
Müteşâbihler Niçin Kuşkuya Sebep Olur?
Helal ve haram açıktır. Arada kalanlar, ya helale ya da harama benzer. Yani bu ikisinden birine müteşâbihtir. Halkın çoğu da bunları bilemez.[42] İşte müteşâbih ayetler de tıpkı böyledir. Onların maksadını tayin ve tespit etmede bir tereddüt oluşabilir. Çünkü nihâî hükümleri muayyen değildir. Yerel kültüre ve muayyen bir zamana çözüm sunar. İşte kalbinde eğrilik bulunan kimseler, bu beyanların arasındaki benzeşmeyi önemsemezler. Aksine her birini ayrı birer muhkemmiş gibi ele alırlar. Bundan sonra da artık istediklerine uyarak keyfi bir yol izlerler.
Mesela içki konusunda benzeşen ayetlerden birisi, ‘Sarhoş iken namaza yaklaşmayın’ diyordu. Eğriliği arayan kimse, bu ayetin beyanına göre, sarhoş etmeyecek miktarda içip, namazlarına da devam etmeyi düşünebilir. Bir türlü, ‘Şeytan işi bir pislik’ olduğu hükmüne gelemez. Böylece de o konudaki gerçek hüküm kendisine örtülür. Oysa Kur’ân her konuda olduğu gibi, bu konuda da ayetlerinin benzeştiğini, böyle durumlarda kitabın anası olarak gösterilen, nihâî hükmün belirlendiği muhkem ayetin izlenmesi gerektiğini söyler.
Bu durumda Kur’ân’ın bütünlüğü açısından şu netice hasıl olmaktadır. İçki ile ilgili dört ayet çelişkisizdir. Aralarında, -klasik anlamda- bir nâsihi mensuh olma durumu da yoktur. Aksine içkinin kötülüğünü beyan etmede birbirini tasdik etmekte, yani benzeşmektedirler. Nitekim ilk üç ayette, içkiyi kötüleme derecesi gittikçe artmakta, bu durum dördüncü ayette son noktaya varmaktadır.
Aslında bu dört beyanda da derin anlayışlı kimseler (er-Râsihûn) için yasak hükmü belirlidir. Bu durumda ayetlerin bu vurgusunu anlayan kimselere, dördü de muhkem olmuştur.
O zaman şunu söyleyebiliriz. Kur’ânın bütün ayetleri, konularındaki nihâî hükmü daha açık görülen diğerlerine benzer bilinmelidir. Yani nihâî hüküm bildirmeyen ayetler, helal ve haramdan kaytarmak maksadıyla yalnız başlarına ele alınmamalı, o konudaki ‘Ana’ya bakarak yorumlanmalıdır.
Çocuklar Anaya Benzer
Akla şöyle bir soru gelebilir. Eğer müteşâbih ayetler, muhkem ayetlere benziyorsa, müteşâbihler de izlenebilir. Onlara uymak neden kınanıyor? Muhkem olana uymak iyi bir şey ise, ona benzeyene uymak da iyi sayılmalıdır? Oysa aynaya bakan kimse kendisni görür. Gördüğü kendisine tam benzer. Fakat fakat, işitmede, görmede, konuşmada kendisi değildir. Kaldı ki, kahkaha sarayındaki ışıkları farklı kıran aynalara bakan kimse, onlarca farklı suretle karşılaşır. Ama onların kimi şişman, kimi kısa, kimi ip gibi incedir. Bunlar resmedilse, sahibine benziyor diye kimliklere yapıştrılabilir mi?
Yukarıdaki sorunun cevabı, ana kelimesinde saklıdır. Kur’ân’ın ayetlerini gruplaması, aslında muhkem-müteşâbih değil, ana ve müteşâbih biçimindedir. Çünkü, ilgili ayette, muhkemlere ana dendikten sonra, diğerleri müteşâbihlerdir deniyor. Ana ise, kendisinden öncekini değil, daima kendisinden sonrakini çağrıştırır. Bir yerde anadan söz edilmişse, ardından ondan sonra gelenlar, yani çocukları akla gelir. Çocuklar ise, ondan neşet ettiği için, ona benzeyenlerdir. Bu sebeple, kitabın bir kısım ayetleri ana ise, diğerlerinin onlara benzeyenler olması kaçınılmaz olur. Çocuklar anaya benzerse, doğal olarak analar da çocuklara benzeyeceklerdir. Fakat, analar çocuklara benzer denemez. Çünkü temel olan analardır.
Emir ve yasaklarda, birey tarafından son hükmün kabullenilmesi dâima zordur. Bunları toplum bazında uygulamak ise daha da zorlaşır. Bu nedenle nihâî hükmü belirleyen ana sözlerin, diğer bazı sözlerle açıklanması gerekir. Yani muhkem bir söz, tafsîlat ister. Bu durumda benzeyen sözler, ana sözlerin tafsilatı sayılır. Bu ikili adlandırma şu ayette açıkça belirtilmiştir:
“Bir kitaptır ki, hikmet sâhibi, her şeyden haberi olan tarafından ayetleri muhkem kılınmış (hkm) ve ayrıca açıklanmıştır (fsl).”[43]
Ana ayetlerden sonra ayrıca neden açıklama yapılıyor? Kur’ân-ı Kerim, bu açıklamaların gerekçesini de belirtmektedir. Anaya benzer olarak getirilen bu ayetler; düşünmeye, aklı kullanmaya ve bilmeye mesnet olması içindir;
“İşte biz, düşünen bir toplum için ayetleri böyle geniş geniş açıklarız.”[44]
“İşte biz, aklını kullanan bir toplum için ayetleri böyle açıklıyoruz.”[45]
“İşte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” [46]
Ancak bilinmelidir ki, bu açıklamalar, muhkem bir sözün maksada götüren parçalarıdır. Bu nedenle onlar tek tek ele alındığında anlamsız görülebilir. Üzerinde düşünülmezse yanlışa iletebilirler.
Başka bir açıdan bakıldığında, şöyle bir tanım da yanlış olmayacaktır. Muhkem ayetler, ana kitapta bulunanlardır. Oradakiler ilk ve son tecellilerdir. İlk örneklerdir. Müteşâbihler ise bunlardan nüsha[47] edilen, yani çoğaltılan ayetlerdir.
Bu anlamda mukaddes kitapların tamamı, ana kitaba (ümmü’l-Kitab/ilk örneğe) benzediği için müteşâbih sayılırlar. Allah ilk örneği devamlı (yüsbitu) kılar, onlara benzeyenleri ise yok (yemhu) edebilir.
Nitekim Kur’ânı Kerim, birbirinden nakledilen, yahut inişi diğerlerinden sonraya bırakılan, öncekilerin benzeri veya daha iyisi olan ayetlerden söz eder.
“Biz bir ayeti nakleder yahut ertelersek, ondan daha iyisini, ya da benzerini getiririz.”[48]
Peki bir ayetin benzeri ya da daha iyisi, başka bir deyişle güzeli ve daha güzeli var mıdır? Kur’ândan anladığımıza göre sözün güzeli ve en güzeli vardır. Bunu da ancak ‘Ulu’l-elbâb’ olan kimseler anlar.
Mücmel ve Mufassal ya da Güzel ve En Güzel
Kur’ân’ın muhkem ayetleri, ana ilke oldukları için tafsilatsız olup kısa ve özlüdür, başka bir ifade ile mücmeldir. Bu kısa ve özlü ilkelerin açıklanması gerekir. Açıklama ise; sözü uzatmayı, benzer ifadelerle çoğaltmayı gereklı kılar. Kur’an, muhkem sözlerini beyan ve tafsil eden bu çok ayetlerine mufassal der;
“Ayetleri muhkem, sonra da mufassal kılınmış bir kitaptır.”[49]
Mufassal, bölünmüş, belli ve farklı bölümlere ayrılmış demektir. Beyan edilmiş ve açıklamış anlamına da gelir. Bundan dolayı, tafsil, özet söylenen bir sözü çoğaltarak açıklamak anlamına kullanılmıştır.
Üzerinde durduğumuz üçüncü surenin yedinci ayeti, ‘Ulu’l-elbâb’ tamlaması ile son buluyor. Bu terkip, sağduyu sâhibi, aklı ve gönlü işleyen kimseler anlamındadır. Ayetin bu biçimde son buluşu, elbette muhtevasına uygundur. Çünkü ayette ilimden ve bilmekten söz edilmektedir. Bu da ancak sağduyulu, aklı ve gönlü işleyen kimselerin yapabileceği bir iştir. Ulu’l-elbâb terkibi, Kur’ân-ı Kerimde altı yerde daha özne olarak geçmektedir. Bunlar yedinci ayetin anlaşılmasına ışık tutacak niteliktedir. Onların üçünde açıkça Kitabı anlamaya vurgu yapılmaktadır.
“Rabbından sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör gibi olur mu? Ancak ulu’l-elbâb öğüt alır.”[50]
“Bu, insanlara bir tebliğdir. Bununla uyarılsınlar; O’nun tek tanrı olduğunu bilsinler ve ulu’l-elbâb öğüt alsınlar diye.”[51]
“Sana mübarek kitabı indirdik ki ayetlerini düşünsünler ve ulu’l-elbâb öğüt alsınlar.”[52]
Ulu’l-elbâb, birinci ayette Kitaba karşı kör olanlara mukabil anılıyor. Sonraki ayetlerde ise onların öğüt alma ve düşünme özellikleri vurgulanıyor. Aşağıdaki ayetler bizi deyimin vurgusuna daha da yaklaştırmaktadır;
Hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak ulu’l-elbâb düşünüp anlar.[53]
“Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak ulu’l-elbâb öğüt alır.”[54]
Ulu’l-elbâb, ilk ayette hikmet verilenlerle birlikte anılıyor. Hikmet kelimesinin muhkemle aynı kökten olduğunu hatırlayalım. Deyim ikinci ayette ise bilenlerle birlikte anılıyor. Üzerinde durduğumuz yedinci ayette ise ilimde derinleşenlerle anılmıştı. İşte bütün bunlar bir anlamda ulu’l-elbâb’ın tanımıdır. Ayrıca, müteşâbih sözler karşısındaki fonksiyonlarının da özetidir. Demek ki, onlar hikmeti kavrarlar ve bilirler.
Ulu’l-elbâb’ la tamamlanan şu ayet, durumu müteşâbihlere doğru daha da özelleştirmektedir;
“Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar ulu’l-elbâbdır.”[55]
Bir önceki ayette Tağuttan bahsedilmektedir. Tağutun sözünün kötü, Allah’ın sözünün güzel olduğundan söz edildiği sanılabilir. Fakat bu ayette anlatılan elbette kötü sözü bırakıp güzel sözü almak değildir. Çünkü söz konusu olan; kötü ve en güzel değil, sadece güzel ve daha güzeldir. Yani bu seçimin, Tağut’un sözleri ile Allah’ın sözleri arasında değil, Kur’ân’ın ayetleri arasında yapılması istenmektedir. Bu durum şu iki ayette daha da açık değil midir?
“…kavmine de emret, bunların en güzelini tutsunlar.”[56]
“Rabbınızdan size indirilenin en güzeline uyun.”[57]
Bellidir ki, bununla da akıl yürütme ve muhakeme önerilmektedir. Zira sözün güzeli ile daha güzelinin hangisi olduğuna ancak muhakeme ile ulaşılır.
Peki, sözün en güzeli nasıl bilinir? Maksadını iyi anlatan bir yazıyı beğeniriz. Yazı bütünüyle güzeldir. Fakat özellikle bir bölümünü alıntı yapacak değerde görürüz. Çünkü o bölümü, maksadı anlatması açısından daha güzeldir. Bir kitabı okurken, bir konuşmayı dinlerken de farkında olmadan bunu hep yaparız. Sözün maksada götürenini ararız.
Kur’ân’ın güzel ve en güzel sözüne gelince. O bir hidayet kitabıdır. Maksadı da kulluk bilinci öğütlemektir. Bunu yaparken, elbette iyi olan şeyin yasalını da gerekli olanını da belirtir. Kötünün, çirkinini de yasadışı olanını da belirtir. Eğer bir konuda; ruhsat ve azimete götüren iki farklı yol öğütlemişse, sağduyulu kimse için ilki güzel, ama ikincisi daha güzeldir. Akıl sâhipleri ikincisine uyarlar. Sözlerin birisi menduba diğeri vacibe götürüyorsa, ilki güzel ama ikincisi en güzeldir. Akıl sahipleri vâcibe uyarlar. Sözlerin birisi suçlunun cezalandırılmasını, diğeri bağışlanmasını istiyorsa, ilki güzel ama ikincisi en güzeldir. Akıl sahipleri bağışlamayı öneren söze uyarlar.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim, cinayet probleminin çözümü için, öldürülenin yakınlarına üç teklifte bulunur. Bunlar; ya kâtile kısas uygulanması ya diyet ödettirilmesi ya da suçunun bağışlanmasıdır. Fakat Kur’ân, kâtili bağışlamanın daha iyi olacağını da gösterir.[58] İşte bu sözlerin ilk ikisi güzeldir. İlâhî bir tekliftir. Üçüncüsü ise daha güzeldir. Çünkü diğerleri arasından seçilerek tavsiye edilmiştir.
Hatırlayalım daha önce, üzerinde durduğumuz üçüncü surenin yedinci ayetinden şunu anlamıştık. Kalbinde eğrilik bulunanlar, hükmü belirleyen muhkem söz kendilerine geldikten sonra bile dönüp nihâî bir hüküm belirlemeyen müteşâbihlere uyarlar. Şu son ayetlerden ise şunu anlıyoruz. Ulu’l-elbâb olanlar, sözün en güzeline uyarlar. Bu durumda sözün güzeli müteşâbihler, en güzeli ise muhkemler olmaktadır.
Sözün İki Tevili
Tevil kelimesi, asla dönmek anlamındaki ‘E-V-L’ kökündendir. Kitabın maksadını anlamak için yapılan bir çeviriye bu kökten meal diyoruz. Te’vil ise, döndürmek, çevirmek, tabir etmek, kaynağa vardırmak anlamındadır. Kur’ân’da ise bir işin veya sözün varacağı son nokta anlamında kullanılmaktadır. Bu durumda kelime, ‘Beyan’la eşitlenmiş olur(BENCE YANLIŞ). Bu da kendisiyle kast edilen amacın ve son durumun açığa çıkması anlamındadır.
“Bu daha iyidir, tevilen de daha güzeldir.”[59]
“Onun tevilini mi gözetiyorlar, onun tevili geldiği gün…”[60]
“Rabbın, sana rüyaların tevilini öğretecek.”[61]
Bu ayetlerin söz olarak beyanları açıktır. Bu açıdan tevile ihtiyaç yoktur. Fakat haberi verilen olaylar yönünden açık değildir. Tevil edilmesi gerekmektedir. Birinci ayette iyi denen şey, ölçüyü tam yapmanın ve doğru terazi ile tartmanın sonucudur. Bu sonuç öteki hayatta açığa çıkacaktır. İkinci ayetin konusu da kıyâmettir. Kıyâmetin varacağı son nokta ise kopmasıdır. Kıyametin kopmasını gözetmek, onun tevilini gözetmektir. Üçüncü ayette ise rüyadan söz ediliyor. Görülen bir rüyâ hatırlanabilir. Ama hatırlananlar ancak bir takım sembollerdir. Gerçek sonucu bilinemez. Allah’ın Hz. Yusuf’a öğrettiği de işte o sembollerin nasıl açığa çıkacağı ve gerçek olacağıdır.
Üçüncü surenin yedinci ayetinde durum bunlardan daha farklıdır. Orada, indirilen kitabın ayetlerine, yani sözlerin teviline dikkat çekilmektedir. Bu durumda şunu söyleyebiliriz. Bir sözün iki tevili olabilir. Birincisi, anlamı murat olunan son noktaya vardırmak, beyan etmektir.[62] Bu anlam da o sözü muhkem bir bilgiye benzeterek elde edilebilir. Yani müteşabih bir ayet tevil eden indinde muhkem olur. İlimde derinleşenlerin bileceği tevil işte budur. İkinci tevil ise, anlamın vaki oluşudur. Bu da ancak haber verilen şeyin meydana gelmesiyle bilinecektir. Ancak Allah’ın bildiği tevil de budur.
“Ve bilemez tevilini Allah’tan başkası ve ilimde derinleşenler…”
Türkçe’ye ‘Derinleşenler’ diye çevrilen kelimenin Kur’ân’daki karşılığı ‘Râsihûn’dur. Bu kelime, bir şeyin belli bir yerde istikrara kavuşmasını anlamlandırır. İlimde rasih olanlar, bir şeyi kesin delillerle bilen, bilmede istikrara kavuşmuş, tutarlı kimseler demektir. Onlar, bildiği şeylerle bilemediklerine ulaşabilen gerçek âlimlerdir. Yani, çok malumat sahibi olduğu halde, bildikleri çelişkili olan kimseler râsihûndan sayılmazlar.
Üçüncü surenin yedinci ayetinin bu kısmında yapılacak bir noktalama önemlidir. Eğer ‘Allah bilir’ dedikten sonra, bir nokta konursa, sözün sonrası yeni bir cümle olarak başlar. Bu durumda, ilimde derinleşenlerin müteşâbihlerin tevilini bilemeyecekleri anlaşılır. Fakat, oraya nokta konmaz da ‘ve’ bağlacıyla devam edilirse; o zaman müteşâbihin anlamını Allah ve ilimde derinleşenler bilir biçiminde anlaşılır.
Göğün yarılacağını, yerin dümdüz edileceğini,[63] yıldızların dağılacağını, denizlerin kaynatılacağını,[64] Güneş’in söneceğini, dağların yürütülerek[65] atılmış pamuk gibi olacaklarını ve insanların pervâne gibi döneceklerini bildiren ayetlerin anlamlarını ilimde derinleşenler bilirler. Fakat bütün bunların zamanını[66] kim bilebilir. Alışageldiğimiz âdetlerin dışında seyredecek bu olayları kim deneyebilir? Kim laboratuara sokup inceleyebilir? Nitekim onları Peygamber de bilemiyordu:
“Sana Saat’ten soruyorlar: Demir atması ne zaman diye. Sen nerede, onu söylemek nerede?!”[67]
Kıyametin kopma zamanı, kesin bir bilinmeyendir. Böyle bir gaybı âlimler de bilemezler. Onlar ancak haberin anlamını tevil etmeyi bilirler. Yoksa o haberin sonucunu tevil etmeyi değil. Nitekim yukarıdaki ayetin anlamı, kıyametin kopacağı saatin kesinlikle bilinemez olduğudur. Bunu da ilimde derinleşenler bilir ve ona inanırlar. Fakat kıyametin vaki oluş zamanını bilemezler.
Mesele kısaca şudur. Müteşabih sözün, bir anlamsal ve bir de varlıksal tevili yapılabilir. Anlamsal tevilini ulema yaparak muhkeme ulaşır. Varlıksal tevili ise o anlamın vukuuna ilişkin olduğundan onu elbette sadece Allah bilir.
Eğer üzerinde durduğumuz yedinci ayette, benzeşen sözler karşısında dikkat çekilen şey sadece inanmak olsaydı, meselâ müminler ya da muhsinler denebilirdi. Oysa burada, bilme özelliği ön plana çıkarılıyor. İlimde derinleşenler anılıyor. Onların özelliği de şüphesiz düşünme ve bilmeleridir.[68] Bu bilmede de sadece naklî değil, aynı zamanda aklî bir tarz söz konusu olmalıdır. Yani açıkça benzeşenler üzerinde düşünülmesi istenmektedir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’in kınadığı da üzerinde düşünmeden ve o konudaki diğer benzeşenlerle irtibatını araştırmadan keyfince bir anlama uymaktır.
Benzeşenler, inceden inceye düşünülmedikçe, ilk planda muhkem ayetlerle uyumsuz görülebilirler. Zâten eğrilik arayanlar, bu gerekçeyle keyiflerine göre bir anlama uyarlar. Benzeşenlerin anlamını istikrara kavuşturmak için düşünmekle, fitne çıkarmak için onlara keyfince uymak ise elbette farklı şeylerdir. Ayetin olumsuz gördüğü kuşkusuz ikinci durumdur. Yoksa anlamak için araştırmak ve üzerinde tefekkür etmek kınanmıyor. Kaldı ki ayetin son kısmı, benzeşenler üzerinde inceden inceye bir düşünme yapılması gerektiğini tembih etmektedir:
“Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.”
Ayrıca, Kur’ân’ın ilk muhatapları arasında, müteşâbihleri diğerlerinden ayıran ve ‘Bu ayet müteşâbih olduğu için anlamayız, bunu geçelim’ biçiminde bir söz nakleden rivayet de mevcut değildir.[69]
İlimde derinleşenler ve kitabın anası deyimlerinin birbirine yakınlığı da bize şunları hatırlatmaktadır. Demek ki müteşâbihlerden, ana kaynak muhkemlere doğru bir seyir izlenecektir. Bunu da ancak bu işin ehli yani ilimde derinleşenler yapabilirler. Ne var ki, alimlerin bildikleri ve bilecekleri tevil sadece anlam üzerindedir. Bir ya da birkaç yöndendir. Bunlar Allah’ın bilmesi yanında dâima az kalacaktır. Çünkü Allah, sadece anlamın değil hâdisenin de tevilini bilir. Bu nedenle alimler son sınıra vardıklarında hemen imana sarılacaklardır. Ayetin devamında şöyle demeleri istenmektedir:
“Ona inandık, hepsi Rabbımızın katındandır.”
Sonuç
Adem ve Havva, ilk örnektir. Bütün insanlara göre muhkemdirler. Bütün insanlar da onlara nispetle müteşabihtirler. Çünkü onlar birbirine ve ilk örneklerine benzeyen nesillerdir.
‘Allah’a şükür’ muhkem bir hükümdür. Anneye babaya şükür ise müteşabihtir. Allah şöyle buyurur;
“Bana ve ebeveynine şükret!” [70]
Muhkem, her konuda ilk ve tek örnektir, asıldır. Bu, kitap yani cem makamıdır. Bu nedenle onlara ümmül kitap dendi. Tekil bir kalıpla nitelendi. Oysa müteşabihler, onlara benzerler. Bu fark makamıdır. Bu nedenle, onlar tafsilat veren çoğul kalıbıyla nitelendi. Zaten, benzeşme ancak tafsilatta ve çoklukta olur.
Her şeyde bir amaç, bir de o amaca ulaştıracak araçlar olur. Amaç ve araç konular olduğu gibi, amaç ve araç sözler de vardır. Amaç sözler anadır, araç sözler ise onlara benzerler.
Araç sözler, zihni bir maksat için uyarır. Amaç sözler ise, yönlendirilen o maksadı belirler. Araç sözler güzel, amaç sözler ise daha güzeldir. Araç sözler mufassal, fakat amaç sözler muhkemdir. Araç sözün maksadını ancak ustaları bilir. Fakat amaç sözlerin maksadını herkes bilebilir.
Kısaca, amaç sözler, yasal ve yasadışı olanı tayin eder. Ama araç sözler, onlara hazırlar. Amaç sözlerin çevresinde dolanır. Amaç ve araç sözlerin hedefi aynıdır. Birbiriyle benzeşirler. Ama araç söz kesinlik taşımaz. Bu nedenle, kalbinde eğrilik olanlar, bu iki tür sözün arasını ayırabilirler. Bazı kişisel yorumlarla, amacı göz ardı ederek araç sözleri izleyebilirler.
BENZEŞENLER Tarihî Arka Plan
Ebced sistemini tarihte ilk kullananların Yahudiler olduğunu biliyoruz. Bu sistemle yapılan şey, bazı harflerin sayısal karşılıklarının toplanmasından ibarettir.
Kur’ân’ın inişi henüz tamamlanmamıştır. Yahudiler, bazı surelerin başındaki mukattaa harflerinin sayısal değerlerini ebced sistemi üzere toplarlar. Buldukları rakamdan da, İslâm ümmetinin çok kısa bir süre yaşayacağı sonucuna varırlar. Daha sonra da Hz. Peygamber’e gelerek bu konuyu tartışırlar. İşte bu olay üzerine, Âl-i İmran Suresinin ilk bölümü indirildiği söylenir. Ancak bu rivayet otoritelerce zayıf görülmektedir. Bu konuda sağlam görülen bir rivayet vardır. O da Hıristiyanlarla alakalıdır. Kuzey Yemen’in verimli topraklarında büyük bir medeniyet yükselmiştir. Burası Hıristiyan Necran’dır. Bütün Yemen bölgesine Hıristiyanlığı yayanlar işte bu Necranlı ticaret adamlarıdır.
4545Necran’da, nüfusun çoğunluğunu Hıristiyanlar oluşturmaktadır. Altmış kadar binitli bir heyet; eşraf, yönetici, piskopos ve âlimleri ile birlikte Medîne’ye gelirler. Bunlar inançlarına o kadar bağlıdırlar ki alimlerinden birinin adı Abdu’l-Mesîh’tir. Yani, İsâ’nın Kulu. Bu heyette Hıristiyanlığın üç farklı görüşü temsil edilmektedir. Bu görüşlerin temsilcileri[71] Hz. Peygamberle tartışmak isterler. Konuları, kendi Tanrı anlayışlarının, sonuçta Kur’ân-ı Kerîm tarafından da onaylandığı yolundaki iddialarıdır.
Necranlılar derler ki; Hz. İsâ, yeryüzündeki kimselerden her hangi birisi gibi değildi. Çünkü onun bilinen bir babası yoktu. Ayrıca daha beşikte bir bebek iken de konuşmuştu. Bütün bunları, Kur’ân’da da görüyoruz.[72] Bu nedenle, onun Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmeniz gerekir.[73]
Necranlı heyetin bir başka iddiaları da şudur. Kur’ân, Tanrının eylemlerini bazen; ‘Yaptık, yarattık, indirdik…”[74] gibi çoğul fillerle anlatmaktadır.[75] Eğer Tanrı tek olsaydı, böyle çoğul değil, ‘Yaptım, yarattım, indirdim…” gibi tekil ifadeler kullanılırdı.[76] Demek ki Hz. İsâ’nın üçün üçüncüsü yani Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kudüs gibi üç uknumdan birisi olduğunu Kur’ân da onaylamış bulunuyor.[77]
Necranlılar, bundan daha da ileri giderek şunu söylerler; “Kur’ân’da, Hz. İsâ’nın Allah’ın kelimesi[78] ve ondan bir rûh olarak nitelendiğini[79], körleri ve alaca hastalarını iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini, çamurdan kuş yaparak ona can verdiğini ve gaybı bildiğini[80] görüyoruz. Böyle bir kimse de Allah’tan başka birisi olamaz.”
Hz. Peygamber Necran heyetini dinler ve onları cevaplandırır. Tartışmada karşılıklı konuşmalar olmuştur. Bu diyoloğun son bölümü şöyledir;
Sözcü: Sen İsâ’nın, Allah’ın kelimesi olduğunu bilmiyor musun?
Hz. Peygamber: – Evet öyle biliyorum.
Sözcü: – Allah’tan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?
Hz. Peygamber: – Evet öyle biliyorum.
Sözcü: – Eh bu da bize yeter.
İşte bu olay ve bu konuşmalar üzerine, üçüncü surenin yedinci ayeti Peygambere nâzil olur.[81]
Görülüyor ki Hıristiyanlar, İncil’deki Hz. İsâ ile ilgili pasajlarla benzeşen Kur’ân ayetlerini ele alarak sadece onlara inanıyorlar. Bu bize yeter diyerek çekip gidiyorlar. İncil’deki bazı sözlerle benzeşen Kur’ân ayetleri şunlardır;
“Mesih, Allah’ın elçisi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.”[82]
“Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir kelimeyi müjdeler…”[83]
Fakat Hıristiyanlar, bu konudaki şu muhkem ayete bakmıyorlar;
“Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu, topraktan yarattı, sonra ona “Ol!” dedi, artık olur…”[84]
Bizim muhkem gördüğümüz bu ayet, yedinci ayetle birlikte, aynı surede ve aynı bölümde nazil olmuştur. Bunun anlamı şudur. İsâ peygamberin yaratılışı ile ilgili bu muhkem hükme bakmadan, fitne için sadece İncil’deki sözlerle benzeşenlere uyanlar kalplerinde eğrilik bulunanlardır. Bilinmelidir ki, bütün oluş Allah’ın ‘Ol’ kelimesine bağlıdır. Yani her oluş bir kelime iledir. Hz. İsâ da Allah’ın diğer kelimelerinden biridir.
Ayrıca şu da bilinmelidir ki bütün insanların yaratılışında Allah’ın ruhu bulunmaktadır. Yani sadece İsâ’da değil, her insanda Allah’ın rûhu vardır. Şu ayetler bu hususu açıklamaktadır;
“Rabbımın kelimeleri tükenmeden önce deniz tükenir.”[85]
“Ona (insana) kendi ruhundan üfledi.”[86]
Mukaddes Kitaplar Benzeşirler
Üçüncü surenin yedinci ayetinde, kınanan kimselerden, kalplerinde eğrilik bulunanlar biçiminde söz ediliyordu. Eğrilik kelimesinin Kur’ân dilindeki karşılığı zeyğdir. Bu kelime, bir kimsenin önce istikamet üzere iken, daha sonra ondan ayrılma ve sapma durumunu anlamlandırır.[87] Nitekim aynı kök, yedinci ayetten hemen sonra, bu anlamı belirleyen bir söz dizisinde yer almaktadır;
“Rabbımız, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme (zeyğ).”
Demek ki, yedinci ayette kınanan kimseler, kendilerini Hak yola nispet ettiği halde, gerçekte sapmaya meyilli olan, Kitapla ilişkisini kesmemiş olan kimselerdir. Zâten, “Müteşâbihlere uyarlar” ifadesinden de bu durum anlaşılmaktadır. Bu niteleme, “Kitabın bir kısmına inanırlar”[88] demek gibidir.
Bireysel değişimler, bir birinin açılımı olan hükümler silsilesi üzerine oturur. Eğitilecek olan eğer toplum ise, bu durum daha da bir önem arz eder. Kemikleşmiş inanç ve alışkanlıkların yerine, yeni bir şey öğretebilmenin temel şartı, adım adım ilerleme (tedrîc) yolunu izlemektir. Bu ise ancak derece derece öğretme (kerteleme) ile başarılabilir. Bunun için de nassı sabit, ama anlamı son söylenecek söze doğru hareketli olan, daha doğrusu onunla benzeşen söz gereklidir.
İsâ peygamberin; Tanrının oğlu ve hatta Tanrı olduğuna inanan bireylerden oluşmuş toplumu düşünelim. Onlar bu inançlarını Kutsal Kitap İncil’e dayandırıyorlar. Bu durumda, Kur’ân-ı Kerim, Tevrat ve İncil’e asla yanlış isnat etmiyor. Önceki kitapların söylediklerini -Kitap ehlinin yanlış anlama ve tahriflerine işaret ederek- kesin bir dille teyit ve tasdik ediyor. İşte bu beyana, üçüncü surenin yedinci ayetinin hemen öncesinde rastlanmaktadır:
“Sana kitabı gerçek ile ve kendisinden öncekini doğrulayıcı olarak indirdi.”
Kur’ân-ı Kerim’in, Kitab-ı Mukaddesi teyit ve tasdik etmesi, ayetlerinin onun ayetleriyle benzeşmesi anlamına gelir.[89] Bu nedenle Kur’ân, Kitap ehlini bilgilendirmeye onların, Tevrat ve İncil’den anladıklarına benzeşen ayetlerle başlıyor. Anne Meryem’in seçilmişliğini ve temizliğini onaylıyor. Oğul İsa’nın doğumundaki olağandışılığı tasdik ediyor. Onu “Allah’ın ruhu” olarak niteliyor. Peygamber İsâ’nın çamurdan kuş yapıp onu canlandırmasına değiniyor. Fakat bütün bunların arkasından da tanrının bir olduğunu, oğul ve kızları olmadığını belirtiyor. Hz. İsâ’nın ikinci hayatta yargıçlık yapacağı inancına karşı da, orada tek yargıcın Allah olduğunu, asla adam kayırma ve torpil yapılamayacağını, adaletin mutlaka tecellî edeceğini söylüyor.
İşte görülüyor ki bu eğitim ve öğretim seyridir. Kur’ân önceki kitapları onaylar. Onların öğrettiklerinin üzerine, yeni şeyler bina eder. Arkasından da yanlış anlamalara temas ederek doğruları açıklar. Ama kalbinde sapma meyli olan kimseler, kendilerine doğrular geldikten sonra bile, geriye dönmek isterler. Bunun için en uygun yöntem, aşama aşama öğreten ayetlerden bir kapı aralamaktır.
Şefaat Konusunda Benzeşenler
Hıristiyanlıktaki ruhbanlık kurumunu ayakta tutan şey şefaat (aracılık) inancıdır. Katolik Hıristiyanlığın âmentüsü sayılan inanç esaslarına göre; İsâ’nın göklere çıkıp Kâdir olan Baba Tanrının sağına oturduğuna, oradan gelip ölüleri ve dirileri hesaba çekeceğine, Azizlerin cemaatine, günahların affedileceğine inanılması gerekmektedir. Günah çıkarma merasiminde kullanılan resmî üslup da şudur:
“… Hata ile çok günah işledim (üç kere). Bunun içindir ki, hâlâ bâkire olan mesut Meryem’e, Mîkâil’e, Saint Jean-Babtiste’e, havârîlerden Saint Pierre ve Saint Paul’a, bütün Azizlere ve siz Pederime benim için Tanrıma dua etmeniz için yalvarıyorum.’[90]
Hıristiyanlar, Hz. İsâ’nın çarmıha gerilmeyi kabul etmesiyle, bütün insanlara şefaatçı olmayı üstlendiğine inanırlar. Bir dînî bölgenin başına getirilen başpiskoposa, iki tarafın arasında geçiş sağlayan anlamında ‘Köprü’ demeleri de bundandır. O, günahkârlarla Tanrı arasında aracılık edecek bir köprüdür.
Muhataplarının bir kısmı Hıristiyan olan Kur’ân-ı Kerim, doğal olarak bu inancı gündemine alır. Otuz kadar ayetinde şefaatten açıkça söz eder. Bu ayetlerin bir bölümü, kâfirler için şefaatçı olmadığını bildirir. Onlar öteki hayatta şöyle diyeceklerdir;
“Şimdi artık bizim ne şefâatçilerimiz var, ne de samimi bir dostumuz.”[91]
Şimdi bunu dinleyen Hıristiyanlar, biz inanan kimseleriz. Kâfir değiliz. Bu nedenle ayet bize konuşmuyor diyebilirler. Oysa Kur’ân, bizzat iman edenlere de seslenerek Allah’tan başka şefaatçı olmadığını ilan eder;
“Rablerine toplanacaklarından korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O’ndan başka ne dostları, ne de şefaatçıları yoktur.”[92]
“Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatın olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımız şeyden hayra sarf edin.”[93]
Hıristiyanlar, bu sefer, “Hz. İsâ sıradan bir şefaatçı değil ki” diyebilirler. Oysa, Kur’ân, Allah izin vermedikçe kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirir;
“Rahmânın huzûrunda söz almış olanlardan başkaları şefâat edemezler.”[94]
“İzni olmadan kimse şefaat edemez. Işte Rabbınız Allah budur.”[95]
Bu dafa Hıristiyanlar, o bir Tanrıdır, diyebilirler. Oysa, başka bir grup ayet, Tanrı yerine konulanların da şefaat edemeyeceklerini gerekçesiyle belirtir;
“Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve: “Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir!” diyorlar. De ki: “Göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?”[96]
“O’nu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaatı bana fayda vermez, beni kurtaramaz da.”[97]
Belli ki Kur’ân’da şefaat konusundaki bazı ayetlerde nihâî hüküm yoktur. Bu elbette konuyu kavratmak için böyledir. O zaman bu konuda nihâî hüküm bulundurmayan ayetler, aşağıdaki şu ayetlere müteşâbih yani benzer bilinmelidir;
“Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezâsını çekmez; kimseden şefâat kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.”[98]
“Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezâsını çekmez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefâat fayda vermez.”[99]“De ki: “Şefaat tamamen Allah’ındır.”[100]
Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse, bu ayetler arasında bir irtibat aramadan istediğine uymak isteyebilir. Şefaatçılar edinmeye devam edebilir. Ama inanan bir kimse için gerçek hüküm önemlidir. Peki, gerçek hüküm nedir? Gerçeği arayanlar, ayetlerin çelişkisiz olmadığını bilir. Nâsihi mensuhu olmadığını anlar. Hepsinde de, şefaat fikrinin ve bir şefaatçı edinmenin olumsuzluğunu görür. Ayetlerdeki farklı üslubun, şefaatçı edinenlerle dolu bir toplumun terbiye seyrini hikâye etmekte olduğunu fark eder. Bu durumda, derin anlayışlı kimseler (er-Râsihûn) için bu ayetlerin hepsi de muhkem olur.
Örtünme Konusunda Benzeşenler
Klâsik dönem müfessirlerinin bir kısmı, pratik konulardaki muhkem ayetlere nâsih, müteşâbihlere de mensuh deyimini kullanmışlardır. Bazı tefsir tartışmalarında, ‘Bu ayet mensuh değil, muhkemdir’ ibâresini görmek mümkündür. Yani; nihâî hükmü açıkça görülen bir ayetin, nasih olduğu söylenir. Nâsih görülen ayetlere muhkem denir. Bu durumda; mensuh olarak nitelenen ayetler de, muhkemin mukabili olan müteşâbihle eşitlenmiş olmaktadır.
Kölelik ile ilgili hükümler böyledir. Kur’ân, bir boynu kölelik zincirinden çözmeyi, insanın aşması gereken bir engel olarak gösteriyor;
“Fakat (insan) o, sarp yokuşa aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu çözmektir.”[101]
Şimdi hiç kimse çıkıp da, tarihte çözüm öneren diğer bazı müteşâbih ayetlere bakarak, Kur’ân’ın köleliği teşvik, hatta tecviz ettiğini iddia edemez. Kur’ân’ın fakirlere zekat verilmesini emretmesi, nasıl her her toplumda fakir bulundurmayı istediği ile yorumlanamazsa, kölelerin hürriyete kavuşturulmasını teşvik etmesi de köle edinmeyi onayladığını göstermez. Bu konudaki ayetlerin hepsi yukarıdaki muhkem söze bağlanarak okunmalıdır.
Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz örtünme konusudur. Örtünme ile ilgili ayetler, pratik konularda benzeşenler için güzel bir örnek oluşturur. Bu konudaki ayetler nihâî hükmü, dört kademede vuzuha kavuşturur. Kur’ân, birinci kademede kadın erkek ayırımı yapmadan, Allah’ın bütün insanlara elbise (yapma bilgisi) indirdiğini belirtir. Fakat, örtünmeye yönelik sorumluluk ve korunma bilincinin (takvâ elbisesinin) daha iyi olduğunu söyler;
“Ey Âdem oğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Korunma giysisi, en iyisidir.”[102]
Bu ayet, korunma bilincini, elbiseden iyi göstermekle, elbise ile örtünmeyi elbette önemsiz kılmamakta, aksine onun örtünme ile birlikte de gereğine vurgu yapmaktadır. Nitekim, Kur’ân rızk konusunda da sorumluluk ve korunma bilincinin daha iyi olduğunu söyler.[103] Ama böyledir diye kimse, yeme içmeyi önemsiz görmez. Kaldı ki daha sonra nâzil olan bir ayette, kadınların bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman, tanınmadıkları durumlarda eziyete uğramasınlar diye bir elbise ile örtünmelerinden söz eder;
“Örtülerini üstlerine salsınlar; onların tanınıp incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[104]
Bundan sonra nâzil olan bir ayet de yakın akrabalarla, cinsellik konusunda problem oluşturmayacak erkeklerin ve erkek çocukların dışındaki kimselere karşı kadınların örtünmelerinden söz eder;
“Kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerinin oğullarına, yahut kadınlarına, yahut ellerinin altında bulunanlara, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkek tâbilerine, yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilir.” [105]
Bütün bunlardan sonra nâzil olan bir ayette ise, evlenemeyecek kadar yaşlı olan kadınların dışarı çıkarken, -kasten süs gösterme amacı olmaksızın- bir dış örtü ile örtünmeyebilecekleri, fakat örtünmelerinin daha iyi olacağı belirtilir;
“Evlenme arzusu kalmamış, oturan kadınların, kasten süs göstermeğe çalışmadan, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günâh yoktur. Ama sakınmaları, kendileri için daha hayırlıdır.” [106]
Bütün bu ayetlerden, örtünmede nihâî maksadın kadın-erkek ilişkilerindeki muhtemel problemleri önlemek olduğu anlaşılmaktadır. Bu iş için en uygun şey de örtünme olarak gösterilmiştir. Demek ki bu ayetler, birbiri ile çelişkili değil, birbirinin nasih mensuhu değil, örtünmenin gereği konusunda birbirine benzeşmektedir. (Ahmet Baydar, Kur’an’da Muhkem ve Müteşabihler) Yazının devamı için: http://www.erdemyolu.com/?p=261
[1] Anahtar kavramlar bölümünde ‘Kitap’ maddesine bak.
[2] “Kulunu bir gece Mescidi Haramdan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksaya götüren Allah’ın şanı yücedir.” İsrâ, 17/1. “Bu mescit, göklerde olmalı. Yoksa Kudüs’teki Mescit-i Aksa değil. Çünkü, Rûm, 30/ 3. ayet, Filistin’i “yakın topraklar” olarak niteler. Burada Miraç olayı söz konusu edilmektedir: Hz. Muhammed, göklere çıkarıldığını, Allah’ın yüce huzuruna girdiğini, Cennet’i ve Cehennem’i ziyaret ettiğini, diğer olağanüstü tanrısal âlemleri gezdiğini görmüştür. Hz. Peygamber, tanrısal bir armağan olarak toplumu için günlük beş vakit namazı getirmiştir. Hatırlatalım ki, Müslümanlar, namazlarının son rekatında tanrısal huzurda bulunuş duası (teşehhüd) okurlar. Bu duada, Miraç olayında Allah ile Hz. Muhammed arasında cereyan eden selâmlaşmada geçen aynı ifadeler yer alır. Bu dua, Allah’ın huzurunda bulunmayı soyut bir biçimde simgeler.” M. Hamîdullah, Le Saint Coran, Amana Corporation, 1989, ilgili ayetin dipnotu.
[3] Âl-i İmrân, 3/58. Ayrıca bkz; Yunus, 11/1, Yâsin 36/1-2.
[4] Hûd, 11/1. Ayrıca bkz; “Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar, hikmetli (el-Hakîm) Kitabın ayetleridir.” Yunus, 10/1.
[5] Zümer, 39/23.
[6] Ahkâf, 46/12.
[7] Ahkâf, 46/12.
[8] Zuhruf, 43/3-4.
[9] Burûc, 85/21-22.
[10] Vâkıa, 56/77-78.
[11] Yunus, 10/61.
[12] Bkz; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, İstanbul 1989, ilgili ayetin tefsîri.
[13] M. Hamîdullah, Le Saint Coran, Amana Corporation, 1989, ilgili ayetin dipnotu.
[14] Bkz; Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, Önsöz.
[15] Kelimenin kökü; ‘Eyâ’ dır. Sonunda uzatan harf ye olduğunda; durup kalmak, eğleşmek anlamında, eğer elif olursa; güneş, güneşin ışığı ve güzelliği, güneşin etrafında ışıktan oluşan kısım anlamına gelir.
[16] Şûrâ, 42/7.
[17] Bu anlamdaki hadis için bkz. Buhari, es-Sahih, Kitabu’t-Tefsir. Ayrıca bkz; İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Lübnan, 1969, Tefsîru Sûrati’l-Fatiha. Yine, Kurtubî, adı geçen eser, Sûratü’l-Fatiha,
[18] Hadisler için Bkz. Tirmizî, Fezailu’l-Kur’ân, no: 2800; Dârimî, Fezailu’l-Kur’ân, no: 3239. Bu adlandırma için ayrıca bkz. Ebu Davud, es-Salat, no: 702.
[19] Bunlar, En’am Suresinin, 151-153. ayetleridir; “De ki: “Gelin size Rabbınızın haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin ve onların rızkını veren Biziz, “Gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır. Yetim malına, erginlik çağına erişene kadar en iyi şeklin dışında yaklaşmayın; ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Biz kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Konuştuğunuzda, akraba bile olsa sözünüzde adil olun. Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah size bunları öğüt almanız için buyurmaktadır. Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”
[20] Mukattaa harfleri, yirmi dokuz surenin başında yer alan on dört farklı harftir. İki, üç, dört ve beş harfli formlarla on üç tür oluştururlar. Çoğunluğu Mekkî surelerdedir. Yahudiler, ebced sistemiyle onlardan hesap yaparak İslâm mesajına ömür biçerlerdi.
[21] Nesih konusu, genelde Bakara suresinin 106. ayeti ile başlatılır. Ayet şudur: “Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayet nesh etmez veya onu unutturmayız. Allah’ın her şeye kâdir olduğunu bilmedin mi?”Ayette kullanılan nesh kelimesi üzerinde, konuyla ilgili eserlerde çokça durulmuştur. Bir yazıyı bir yere aktarmak, silmek ve yok etmek anlamlarına gelmektedir. Öyleyse, yok edilen, unutturulan ve daha hayırlısı ya da benzeri getirilen ayet ne olabilir? İşte bu ayet lafzı, kimine göre, mushaftan beş ile beş yüz arasında değişen sayıda hüküm ayeti ile ilgilidir. Kimine göre de temas ettiğimiz gibi, mushaftan bazı ahkâm ayetleri ile ilgilidir ki bunlar, önceden nâzil olan kitaplardaki bazı hükümleri nesh etmiştir. Bu konuda üçüncü bir yorum daha vardır. Bu yoruma göre metinde sözü edilen ayet Kur’ân’ın kendisidir. Kur’ân ayetler toplamından oluşan bir mûcize olarak önceden verilen mûcizeler devrini kapatmıştır. Biz bu son görüşün birçok yönden daha isâbetli olduğunu düşünüyoruz. isabet noktaları hiç şüphesiz ayet lâfzı ile ilgili ayrıntılarda saklıdır. Kur’âna göre, aynı özden farklı dil ve renklerde yaratılmamız, edep yerlerimizi örteceğimiz elbiselerimiz, uykumuz, uyanmamız ve doğal yaşantımızdaki her obje bizim için birer ayettir. Arşın altında olan her şey birer simge, gösterge ve ayettir. Fakat bu ayetlerde süregelen aynılık âdeti, kimilerine perde olarak bu ayetlerdeki acaipliği gizler. Bunun için onlar her an yeniden oluşu göremezler. İlâhın, tabiat kanunlarına zorunlu olduğunu zannederler. İşte bundan dolayı yaratıcı, bazen elçilerine verdiği mûcizelerle yaratılış sürekliliğini geçmiştir. Bu, bir ayetin başka bir ayetle kaldırılmasıyla olmuştur. Hakîkatte, süregelen âdetler de peygamberlere verilen hârikalar da birer ayettir. Hârikalar, bize doğal gelen ayetlerle çelişmez, onları geçer. Bu, yer çekimi âdetine mukâbil eldeki kaldırma kuvveti gibidir. Ancak peygamberlere verilen bu hârikalar ilâhî mesaja bir artı katmamış ve muhataplarını îmâna zorlamamıştır. Hârikalar, tenzîlî ayetlere dikkat çekmek, ilkel toplumların doğayı “Yaratılışçı” okumalarına yardımcı olmak için verilmiştir. Son peygamber zamanında ise bilinç tekâmülü tamamlanan, “iletişimsel” okuma düzeyi yükselen insanlığa böyle bir yardıma gerek kalmamıştır. Bu dönemde insanlık enfüsî, kevnî ve tenzîlî ayetlerle baş başa kalmıştır. Daha önceden verilen Sihrî ve cezâî mûcizeler ise neshedilmiştir. Kur’ân, îmânın bilişsel bir temel üzerine oturmasını hatırlatması yönüyle o cins ayetlerin yerini alarak öncekileri unutturmuştur. Allah dilediğini siler ve dilediğini bırakır.“Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet getiremezdi. Her sürenin bir kitabı vardır. Allah dilediğini siler ve dilediğini bırakır. Kitab’ın anası, O’nun yanındadır.” Ra’d Süresi, 38 ve 39. ayetler. Bakara Suresinin 106. ayetini bu bağlamda tekrar okumamız gerekecektir.“Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayet kaldırmaz veya onu unutturmayız. Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu bilmedin mi?” Kitab-ı Kerîmin bu beyanlarına göre Hak Teâlâ eğer dilerse bir ayeti başka bir ayetle değiştirir. Vurgulanan, böyle bir şeyin vuku bulmuş olmasından çok, böyle bir şeye ancak yaratıcının kâdir olmasıdır. Ayrıca ayetin sonunda “gücü yetme”yi karşılayan kadîr kelimesi, sözü edilen ayetin de, mûcize kâbilinden olan ayet olabileceğini hissettirmektedir. Kur’ânın, tenzîlî vahiyden bahsederken ayet lafzını çoğul olarak âyât şeklinde kullandığı halde, burada doğal olaylardan söz açtığında olduğu gibi tekil olarak ayet şeklinde kullanması da duruma açıklık kazandıran hususlardandır. Kur’ân, Tevrat’ı tasdik eden, [21] ama zamanındaki vaktî mûcizeleri nesheden bir ayettir. Zâten nesh ve mahv ancak böyle kevnî ayetlerde cârî olur. “Benzeri” veya “daha iyisi” şeklinde bir mukâyese de tenzîlî ayetler için bir anlamsızlık taşıdığı halde, mûcizevî ayetler için böyle bir mukayeseden söz edilebilmektedir. Sonuç olarak şunu diyebiliriz. Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’ândakiler aynı Kitabın ayetleridir. Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsâ toplumlarına, Hz. Muhammed’in kendi kavmine okuduğu ayetlerdeki hikmetleri okumuşlardır. Şâri’ tarafından mushafın iki kapağı arasında bazı revüzyonların yapılmış olacağını düşünmek nasıl makul değilse Levhdeki kitapta yapmış olmasını düşünmek de öyle mâkul sayılmamalıdır. Hikmeti aynı olan form değişikliklerine gelince, bu elbette hükmün iptal edilmesi anlamında bir nesh değildir. İyileştirmeyi hedefleyen bir tedrîcdir. Her kademede söylenenler, aynı şartlarda her zaman, yerinde ve doğrudur. O halde nesh, tebdîl, tağyîr ve mahv gibi öncekini geçen uygulamalar, ancak enfüsî, teczîî, sihrî ve tekvînî ayetlerde söz konusu olabilir. Siyak ve sibakına bakılırsa, ikinci Surenin 106. ayeti îmânı küfürle değiştirenlerin Hz. Mûsâ’dan “ Allah’ı bize göster, yahut nehir fışkırt” demeleri gibi Hz. Muhammed’den istekte bulunanlara bir cevap mâhiyetindedir. Durumu sonraki ayetler daha da tavzîh etmektedir:“Yoksa siz de peygamberinizden daha önce Mûsâ’dan talep edildiği gibi talepte mi bulunuyorsunuz. Halbûki kim îmânı küfre değişirse artık düz yolun ortasında sapıtmıştır.”
[22] Bu, müfessir Ebû Bekir Esamm (vefatı; H. 200) ın görüşüdür. Fahruddin er-Râzî, bu görüşü tefsirinde naklettikten sonra, kapalı ve eksik bulduğunu belirtir.
[23] Bkz. Muhammed Esed Kur’ân Mesajı, Âl-i İmrân 3/7. ayetin dipnotu.
[24] Nisâ, 4/157.
[25] Bakara, 2/118.
[26] En’âm, 6/141.
[27] Enam, 6/99.
[28] Bakara, 2/25.
[29] Bakara, 2/67-73.
[30] Zümer, 39/23.
[31] Bkz; Buhari, es-Sahih, Kitabu’t-Tefsir.
[32] Bkz, ez-Zebîdî, et-Tecrîdu’s-Sarîh, 1684. hadisin şerhi.
[33] Nahl, 16/67.
[34] Bakara, 2/219.
[35] Nisâ, 4/43.
[36] Mâide, 5/90.
[37] Ahzâb 33/8.
[38] Ahzâb 33/24.
[39] Kelimelerin benzeşmesi (müteşâbih’ul-Müfredât) konusunda, Muhammed b. Hamza b. Nasr Kirmani’nin “el-Burhan fi müteşabih-il Kur’an” adlı eseri vardır.
[40] Bakara, 2/67-73.
[41] Muhammed, 47/20-21.
[42] Bu anlamda merfu bir hadis için bkz. Sünen ed-Darimi, Kitabu’l-Büyu’, Hadis no; 2419. Ayrıca bkz. Müslim, es-Sahih, Musâkat, no 107. Aynı anlamdaki bir başka rivayette ise; müteşâbih kelimesi yerine müşebbihat, müşebbehat ve müştebihat biçiminde üç farklı okuyuş vardır. Bkz. Buharî, es-Sahih, K. İman.
[43] Hûd, 11/1.
[44] Yunus, 10/24.
[45] Rûm, 30/24.
[46] A’râf, 7/32.
[47] Nesh bu köktendir.
[48] Bakara, 2/106. Ayete verilen bu anlam ve tartışmalar için bkz. Kurtubi, adı geçen eser, ilgili ayetin tefsiri.
[49] Hûd, 11/1
[50] Ra’d, 13/19.
[51] İbrâhim, 14/52.
[52] Sa’d, 38/29.
[53] Bakara, 2/269.
[54] Zümer, 39/9.
[55] Zümer, 39/18.
[56] Allahu Teala, Hz. Musâ’ya Tevrat’la ilgili olarak buyurmaktadır. A’râf, 7/145.
[57] Zümer, 39/55.
[58] Bkz, Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, A’râf, 7/145. ayetin tefsîri.
[59] İsrâ, 17/35.
[60] A’râf, 7/53.
[61] Yusuf ,12/6.
[62] Kelimenin bu anlama kullanıldığını görüyoruz. Bkz. Râgıb el-Isfehânî, el-müfredât, E-V-L kökü.
[63] İnşikak, 84/1-5.
[64] İnfitâr, 82/1-3.
[65] Tekvîr, 81/1-3.
[66] Kâria, 101/4-5.
[67] Nâziât, 79/42-43.
[68] Hz. Peygamberin ellerini İbn. Abbas’ın omuzlarına koyarak onun için şöyle dua ettiği söylenir: ‘Allah’ım ona tevil ilmini öğret.’ Bak. A. İbn. Hanbel, Müsned-ü Beni Haşim, Hadis no: 2274 ve 2731ayrıca bkz; aynı eser: 2296, 2875 ve 2937 numaralı hadisler. İbn. Abbas’ın da şöyle söylediği nakledilir: ‘Müteşâbihleri Allah ve bir de ilimde derinleşenler anlar. Ben de onlardanım.’
[69] Müteşâbihler hakkında sorular soran Sabiğ adında Iraklı birisini Hz. Ömer çağırtıp döver. Sonra da memleketine gönderir. Ancak ilgili rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, olay Hz. Ömer devrindedir ve bu zat sağda solda konuşan kötü niyetli birisidir. Bak; Dr. M. Said Şimşek, Kur’ân’da İki Mesele, Konya, 1987, S. 41-42.
[70] Lokman 31/14
[71] Bunlar; Ebû Harise, Abdu’l-Mesîh ve el-Ayhem’dir.
[72] “Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun.” Mâide, 5/110. “Beşikte ve yetişkinlikte insanlara konuşacak ve iyilerden olacaktır.” Âl-i İmrân, 3/46, ayrıca bkz; Meryem, 19/29.
[73] Oysa Kur’ân’a göre, babasız yaratılan sadece İsâ değildir. Onun durumu, ilk insanın yaratılışına benzetilir: “Allah katında İsa’nın durumu kendisini topraktan yaratıp sonra ol demesiyle olmuş Adem’in durumu gibidir.” Âl-i İmrân, 3/59.
[74] “Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik. Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin. Ey inananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.” Bakara, 2/15-153.
[75] Bu anlatımlar, bir kralın elçisini huzuruna çağırıp ona talimat verirken kullandığı çoğul ifadelere benzer. Krallar sıradan insanlar gibi konuşmazlar. ‘Ben diyorum ki” biçiminde söz söylerken, aniden üslup değiştirerek; “Biz diyoruz ki”, yahut “Kral diyor ki” biçiminde devam ederler. Kralın yanındakiler bu durumu anlar. Diğerleri de zaten her şeyi bilmek ihtiyacında değillerdir. Bkz; M. Hamidullah, adı geçen eser, Introductıon, Beyrut, 1973.
[76] Kur’ân’da; Melik/Kral olarak nitelenen Allah’ın zâtının kast edildiği zamirler; O, Ben ve Biz biçiminde üç ayrı kullanım gösterir. İlâhî nimet, itaat, ibadet, hidayet, duâ, küfür, kibir ve fısk gibi; ulûhiyet, ubudiyet ve tevhidin vurgulandığı yerlerde tekil olan ‘O’ ve ‘Ben’ zamirleri kullanılır. “Allah, O’ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır.” Bakara, 2/255 ayrıca bak; A’râf 7/6, 29, 45 Ama, yaratma, inşâ etme, diriltme, yaşatma, indirme, okuma ve gönderme gibi olaylar ve bu olayların sebepleri kast ediliyorsa, çoğul olan ‘Biz’ zamiri kullanılır. “Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz.” Abese 80/26, ayrıca bak; Hicr 15/9, 26, 66. Fakat eğer bu tür ayetlerde itaat, ibadet, tevhit ve imana dikkat çekiliyorsa yine tekil olan ‘Ben’ zamiri kullanılır. “Elinizde bulunan Tevrat’ı tasdik ederek indirdiğim Kuran’a inanın” Bakara 2/41 ayrıca bak; Mâide 5/11, Bakara 2/33. Bu hususta bir mukayese açısından şu bölüm ilginçtir. Art arda gelen üç ayette her üç zamir de yukarıda yapılan tespitle uyumlu kullanılmıştır: “Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik. Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin. Ey inananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.” Bakara, 2/15-153. Yine; bir ayet indirilmesini anlatan şu ifade çoğul zamirle, fakat devamında ıkâb kelimesiyle öteki hayattaki azabı hatırlatan bölüm tekil zamirle gelmiştir. “Onlar da ayetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günâhlarıyla yakaladı. Allah’ın ıkâbı çetindir” Âl-i İmrân, 3/11, Oysa aynı anlamdaki ve hemen hemen aynı kelimelerden oluşan şu ayette, aynı zamanda bu hayattaki azap da mevzu bahis olduğundan, helak durumunu bildiren zamir çoğul getirilmiştir. “Rablerinin ayetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günâhlarıyla mahvetmiştik ve Firavun âilesini boğmuştuk.” Enfâl, 8/54.
[77] Oysa Kur’ân, onların bu inancını bir küfür olarak niteler; “Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Yalnız bir tek tanrı vardır, başka tanrı yoktur.” Mâide, 5/73. “Ey Kitap ehli, dîninizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu Îsâ Mesîh, sadece Allah’ın elçisi, O’nun Meryem’e attığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve elçilerine inanın, (Allah) “Üçtür” demeyin. Kendi yararınıza olarak buna son verin.” Nisâ, 4/171.
[78] Melekler demişti ki: “Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir kelimeyi, adı Meryem oğlu İsa olan Mesih’i, dünya ve âhirette şerefli ve Allah’a yakın kılınanlardan olarak müjdeler.” Âl-i İmrân, 3/45.
[79] “Meryem oğlu İsâ Mesih, Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.” Nisâ, 4/171.
[80] “Onu, İsrâil oğullarına şöyle konuşan bir elçi yapacak; “Ben size Rabbınızdan bir mucize getirdim : Ben, çamurdan, kuş görünümünde bir şey yapar ona üflerim de Allah’ın izniyle kuş oluverir. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim. Evlerinizde yemekte ve biriktirmekte olduklarınızı size haber veririm. Eğer inananlarsanız, bunda sizin için tam bir mucize vardır.” Âl-i İmrân, 3/49. Ayrıca şu ayet; “Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an” demişti, “Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun.” Mâide, 5/110. Hz. İsa’nın körü iyileştirmesi olayı için bkz, İncil : Yuhanna, 9/1-41, Alaca hastasını (cüzzam) iyileştirmesi ile ilgili olay için bkz, İncil : Matta, 8/1-4, Ölüyü diriltmesi ile ilgili olay için bak, İncil : Luka 7/11-17.
[81] F. er-Râzî a.g.e. Âl-i İmrân Suresi ikinci ayetin tefsiri. Rivayet için bkz; es-Sîratü’n-Nebeviyye, İbn’u Hişâm (Mütercim; Yusuf Velişah Urulgiray) Riyad 1985, Cilt II. S. 287-296. et-Taberî Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân. Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr ilgili ayet.
Burada bir hususu belirtmekte yarar vardır. Üçüncü Surenin nüzûlü, doksan dördüncü sıradadır. Bu da yaklaşık olarak Hz. Peygamberin Medîne’deki ilk yıllarına tekabül eder. Necranlı heyetin Medîne’ye gelişi ise heyetler yılı denilen dokuzuncu yılında olmalıdır. (Bu duruma dikkat çeken Seyyid Kutup, yukarıdaki rivayete ihtiyatla yaklaşır. Bkz. Fî Zilâli’l-Kur’ân, Al-i İmrân 3/7. ayetin tefsîri.) Bu durumda, Surenin ilk bölümündeki bu ayetin ilk muhatapları, Yahûdîler de Necran heyeti de olmayabilir. Eğer bu rivayetlerde anlatılanlar, Surenin bu ilk bölümü nâzil olduktan daha sonra meydana gelmiş olaylar ise, bu durumda yedinci ayetin kitabın bir kısmını alıp bir kısmını terk etmede Yahudi ve Hıristiyanlara benzeyen başkaları için inmiş olduğunu düşünebiliriz. Rivayetçiler de daha sonra bu olaylara tanık olunca onları nüzul sebebi kapsamına almış olabilirler. O zaman yukarıda nüzul sebebi diye anılan olaylara bir çeşit tefsir olarak bakabiliriz.
[82] Nisâ, 4/171.
[83] Âl-i İmrân, 3/45.
[84] Âl-i İmrân, 3/59.
[85] Kehf, 18/109.
[86] Secde, 32/9.
[87] Bkz, Râgıb el-Isfehânî, Müfredât, İstanbul, 1986, ‘Zyğ’ kökü. Kelimenin Kur’ân’daki kullanımı için bkz; Saff, 61/5, Tevbe, 9/117.
[88] Kitap ehlinin durumunu açıklayan bir ayette şöyle denir; “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” Bakara, 2/85.
[89] Muhammed Hamidullah, Kur’ân’ın bu durumu onayladığına işaret eder; “Allah, sözün en güzelini, benzeşen ve sık sık tekrar edilen bir Kitap olarak indirdi” “Buradaki benzeşen” ifadesi, muhtemelen Kur’ân’ın, Kitab-ı Mukaddes gibi eski tanrısal kitaplara benzediğine işaret ediyor.” Bkz; Le Saint Coran, Zümer Suresinin 23. ayetinin açıklaması.
[90] Bkz. Doç. Dr. İ. Süreyya Sırma, İslâmiyet ve Hıristiyanlık, İstanbul, 1980, S. 34.
[91] Şu’arâ, 26/96-101.
[92] En’âm, 6/51.
[93] Bakara, 2/254.
[94] Meryem, 19/87.
[95] Yunus, 10/3.
[96] Yunus, 10/18.
[97] Yâsin, 36/23.
[98] Bakara, 2/48.
[99] Bakara, 2/123.
[100] Zümer, 39/43-44.
[101] Beled, 98/11-13.
[102] A’râf, 7/26.
[103] Hac’dan bahseden bir ayette şöyle denir; “Yanınıza azık alın, azığın en iyisi takvâdır.” Bakara, 2/197.
[104] Ahzâb, 33/59.
[105] “İnanan kadınlara da söyle: “Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Baş örtülerini (göğüs) yırtmaçlarının üstüne koysunlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerinin oğullarına, yahut kadınlarına, yahut ellerinin altında bulunan (köle) lerine, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkek tâbilerine, yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilir. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allah’a tövbe edin ki felâha eresiniz.” Nur, 24/31.
[106] Nur, 24/60.
posted on Eylül 1st, 2011 at 02:58