-
13th Temmuz 2008

Tefsirlerde haram belirleme yetkisi

posted in ALLAH |

Haram belirleme yetkisi-Diyanet Tefsiri

“9/31. Burada yahudi ve hıristiyanların Allah’ı bırakıp da insanları rab edinme­leri eleştirilmektedir. Yahudiler bakımından bu kimseler onların din bilginleridir. Hıristiyanlar bakımından ise bu kimseler onların rahipleri ve özellik­le Hz. İsâ’dır. Âl-i İmrân ve Yûsuf (12/39) sûrelerinin ilgili âyetlerinde olduğu gibi burada da hem “ulûhiyyet birliği” hem de “rubûbiyyet birliği”, yani Tanrı ve rab olarak tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde du­rulmaktadır. Bir başka anlatımla, “Rab edinme” ifadesini içeren bu âyetlerde yahudilerin ve hıristiyanların din âlimlerini ve din adamlarını Tarı edindikleri yani onlara taptıkları değil Tanrı benzeri bir otorite tanıdıkları ifade edilmiş olmaktadır. Nitekim Adî b. Hatim ile Hz. Peygamber arasında bu âyet hakkında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet olunmuştur: – “Yâ Resûlellah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki. “Peki, onlar size istediklerini helâl istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara uyuyor değil miydiniz?” “Evet.” “İşte burada söylenen de odur”

Kur’an’da hıristiyan din adamlarından bazı erdemleri ve özellikle tevazulan sebebiyle olumlu biçimde söz edildiği görülürse de ruhbanlık anla­yışı ve bu kavramın peygamber olmayan kişilerin ilâhî yetkilerle donatılmış gibi gösterilmesine alet edilmesi tasvip edilmez.” (Diyanet Tefsiri-9/31 açıklaması.)

“Halbuki ilke olarak Allah’ın verdiği rızıkların hepsi helâldir (Zemahşerî, II, 194); haram hükmünü koyma yetkisi Allah’a aittir. Eğer Allah haram sayılmasına izin vermediyse onun haram olduğunu söyle­mek 59. âyette “Allah adına hüküm uydurmak” şeklinde değerlendirilmiş; 60. âyette de bunu yapanların kıyamet gününde başlarına gelecekleri İyi düşünmeleri uyarısında bulunulmuştur.” (Diyanet Tefsiri, 10/59-60 açıklaması.)

66/1: “Peygamberliğin mahiyeti: Resûl-i Ekrem’den önceki peygamberlerin so­nuncusu olan Hz. İsâ’nm mesajının doğru algılanmayıp peygambere tanrılık yakıştırılması, gerek onun müntesipleri gerekse başka bazı dinlerde kendilerini top­lumdan soyutlayan ruhanîler sınıfı oluşup bunların Tanrı adına otorite kullanır ha­le gelmeleri Kur’an’nın eleştirdiği bir olgu idi ve Hz. Peygamber de ümmetinin benzer duruma düşmemesi için uyarılar yapıyordu. Resûlullah’ın omuzlarındaki ulvî görevin tamamlanmasına artık uzun bir sürenin kalmadığı bir sırada, bu âyet­lerde onun beşerîlik yönünün ve vahyin kontrolü dışında kalabilecek dinî nitelik­te bir tasarrufunun olamayacağının özet olarak vurgulanması bu açıdan ayrı bir önem taşımaktaydı. İlk âyette “Ey Peygamber” diye hitap edilerek onun vahiy al­ma özelliği, Kur’an’ı tebliğ ve açıklama görevi açık biçimde belirtildiği gibi, “Al­lah’ın sana helâl kıldığını niçin kendine haram kılıyorsun?” mealindeki ifade ile de bir yandan onun bu özelliği sebebiyle dinî içerik taşıyan davranışlarının, çev­resinde nasıl algılanacağına, diğer yandan ise esasen onun da bir beşer olduğuna dikkat çekilmektedir. Bir başka anlatımla, ayetteki fiil dinî bir terim olan “haram kılma”yı ifade etmemek­te, hele Hz. Peygamber’in Allah’ın helâl kıldığını değiştirme teşebbüsünde bulu­nup da vahyin bunu düzelttiği gibi bir anlam bulunmamaktadır. Sözün akışı, bağ­lamı ve nüzul sebebi olarak zikredilen olaylar Resûlullah’ın bir beşer olarak ken­disi için koyduğu geçici bir yasağın söz konusu olduğunu ama âyetin bunun yan­lış anlaşılmasına karşı bir önlem olarak geldiğini göstermektedir. Burada “eşlerini hoşnut etmek arzusuyla” şeklinde bir kayda özel olarak yer verilmesi de bu anla­mı daha belirgin hale getirmektedir. 2. âyette gerekli durumlarda yeminin bozul­masına ilişkin hükmün Allah’a izafe edilmesi de Peygamber’in kendiliğinden bir hüküm koymasının söz konusu olamayacağının ve asıl teşrî iradesinin Yüce Al­lah’a ait olduğunun ayrı bir ifadesidir.” (Diyanet Tefsiri, 66/1 açıklaması.)

Haram belirleme yetkisi-Elmalılı tefsiri

9Tevbe/31-Allah’dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler”.

AÇIKLAMA: “Allah’ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah’a tapar gibi taptılar, hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar, Allah’ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah’ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah’ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar, “yapın” dediklerini de yapmadılar. Allah’ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah’ın emirlerini uygulayan, O’nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz’etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî’nin oğlu Adiy demiştir ki: “Resulullah’a geldim, boynumda altından bir haç vardı, ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı, Resulullah Berâetün Sûresi’ni okuyordu, bana “ya Adiy şu boynundaki veseni at” buyurdu. Ben de çıkardım attım. “Allah’tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler.” anlamına olan âyetine geldi, ben, ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Resulullah buyurdu ki: “Allah’ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah’ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?” Ben de “evet” dedim. “İşte bu onlara ibadettir.” buyurdu. Rebi’ demiştir ki, “Bu rablık İsrailoğulları’nda nasıl idi?” diye Abdul’âli-ye’ye sordum. O da “Genellikle Allah’ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı.” dedi.

Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona “rab” adını vermiş olmak şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.” (Elmalı Tefsiri, 9/31 açıklaması.)

Haram belirleme yetkisi-Bayraktar Tefsiri

3/23: “Biz bununla, Tevrat’ı veya İncil’i bilen âlimlerin kasdedildiğini; fakat aye­tin indiği dönemle sınırlı tutulmayıp daha geniş perspektiften ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Zira, Kur’an’dan bazı bilgilere sahip din âlimlerinin de aynı davranışı sergileyebileceklerini ve aynı hatalara düşebilecekleri­ni gözardı edemeyiz. Günümüzde âlim geçinen, fakat Kur’an’ı bilmeyen, Kur’an’nın hakemliğini kabul etmeyen, Kur’an dışında din adına hüküm ara­yan insanlar yok mudur? Kur’an’nın ne dediğine bakmayan, keyiflerince din adına görüş beyan eden yok mu? Kur’an’m hakem olması teklif edildiğinde, buna yanaşmayanlar yok mu? Yahudi, hristiyan ve müslüman din adamları Allah’ın kitabını hakem edinselerdi, aralarında din adına tartışma çıkmaya­cak, insanlar bölünüp parçalanmayacaktı.

Kitaptan kendilerine bir pay verilenler ifadesinin kapsamına, günümüz­deki din adamlarını ve inananları da sokmak gerekir.

Allah’ın kitabına çağırılıyorlar ifadesindeki kitap’tan kasıt, Kur’an mı, Tevrat mı, İncil mi? Razi’nin İbn Abbas ve Hasan el-Basri’ye dayandırdığı bir rivayete göre kitap’tan kasıt, Kur’an’dır. Nüzul sebebiyle ilgili diğer rivayete göre kitap’tan kasıt, Tevrat veya İncildir. Ama biz “Allah’ın kitabı” ifadesiy­le, Kur’an’nın kastedildiği görüşünü tercih ediyoruz. Çünkü bazı ayetlerini tahrif ettikleri için, Tevrat ve İncil’i -kısmen de olsa- “Allah’ın kitabı” ol­maktan çıkarmışlardır…

Allah’ın kitabının hakemliğine razı olmadıklarını, yüz çevirerek göster­mektedirler. Bu olgu, devam eden bir süreçtir. Ayetin evrenselliği de buradan kaynaklanmaktadır. Mezhepler, tarikatler, cemaatler ve dinler arasındaki ay­rılıkları ortadan kaldırmak için vahyin hakemliğine başvurma teklif edilse, insanlar yüz çevirirler. Vahyin hakemliğini kabullenmemek, kurtuluşu engel­lemektedir. Vahyin keyfî bir şekilde yorumlanması, şahsî görüşe vasıta kılın­ması, dini ve erdemi katletmektedir. Kendilerine kitaptan bir pay verilenle­rin, Allah’ın kitabının hakemliğinden yüz çevirmelerinin sebebi şudur:

Onların bu tavırları, “Bize ateş, sadece sayılı günlerde dokunacaktır” demele­rinin bir sonucudur. [Âl-i İmran/24]

İsrailoğullan da, aynı ifadeyi kullanmışlardı [Bakara/80]. Cehenneme inanmalarına rağmen, cehennem ateşinin kendilerine sayılı günlerde dokuna­cağı kuruntusuna kapıldıkları anlaşılmaktadır. Buradan, cezanın caydırıcılı­ğının, sürekliliği ile alakalı olduğu net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Kitabı elleriyle yazıp, sonra onun Allah katından olduğunu söylemeleri [Bakara/79]; aralarında hakemlik yapması için Allah’ın kitabına davet edildik­lerinde yüz çevirmeleri [Âl-i İmran/23]; ateşin kendilerine sadece sayılı gün­lerde dokunacağı inancına dayanmaktadır. Bu inanç onları, dinleri hakkında da yanıltmıştır. Dinleri hakkında onları yanıltan diğer bir inanç da kendileri­nin, Allah’ın oğulları ve sevgilileri olduklarını [Maide/8] düşünmeleridir.

Vaktiyle uydurdukları şeyler ifadesindeki, (uydurdukları) kelimesi, dinde olmayan, ama dindenmiş gibi verilen fetvalar, beyanlar ve düşüncelerdir. Az bir bahaya satmak için elleriyle yazdıklarına Allah katındandır [Bakara/79] demeleri de bir uydurma ve iftiradır. Onlar ahiretteki ce­zanın devamlılığına inansalardı bunları yapmazlardı

Buna göre, artık kendi yalanınızı (adeta) Allah’a isnad ederek, öyle dilinize geldiği gi’oi yalan-yanlış; “bu helaldir, şu haramdır” demeyin; çünkü, haberi­niz olsun, Allah’a yalan isnad edenler asla kurtuluşa erişemezler. [Nahl/116]

Bu ayette, Allah adına gelişi-güzel fetva vermenin bir iftira olduğu ve bu iftiranın toplumun kurtuluşunu engellediği bildirilmektedir. Bu, din âlimleri için ciddiye alınması, uyulması ve asla terkedilmemesi gereken bir kanundur.” (Bayraktar Bayraklı Tefsiri, 3/23 açıklaması)

16/116: “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, bu he­lâldir, şu da haramdır demeyin, çünkü Allah’a karşı ya­lan uydurmuş olursunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.

Dinde haram ve helâl konusunda tesadüfi, gelişigüzel, dile gel­diği veya akla geldiği şekilde konuşma yapılamaz, fetva verilemez, gö­rüş beyan edilemez. Bu konuda Kur’ân ne diyorsa ona dayanılarak ko­nuşulabilir. En’âm 145′te Hz. Peygamber’e gıda konusundaki haram şeylerin neler olduğunu Kur’ân’da araması söylenmektedir.

Din alanı Felsefe alanı gibi değildir. Dini koyan Allah, felsefeyi üreten ise insandır. Allah’ın hükmü bilinmedikçe din hakkında hüküm verilemez ve verilmemelidir.

Daha önce “bahîra”, “sâibe”, “vesîle” ve “hâm” gibi hayvanları ha­ram kılan kâfirlerin bu görüşünü Yüce Allah Kendisine iftira olarak de­ğerlendirmiştir (Mâide 5/103).

Helâl ve haram kavramları dini alanı ilgilendirmektedir ve bunla­rın belirleyicisi de Yüce Allah’tır. O’nun bildirmesi olmadan Hz. Peygamber de bu konuda beyanda bulunmaz. “Dillerinizin uydurduğu yalan” ifadesinden anlıyoruz ki haram ve helâl konusunda görüş beyan ederken gerçeği bilmek gerekiyor. Câhil insanların bu konuda fetva vermeleri doğru değildir. Bilgiye dayanmadan, özellikle ilâhî vahy bilgisini bilmeden fetva verilemez.

Günümüzün din alimi ve görevlileri, dine saygılarını, bilmeden fetva vermeme şeklinde ifade etmelidirler. Birilerinin menfaatine, dost­luğuna ve beğenisine kapılarak dinde fetva vermeleri çok ciddi boyutta günah olur.

2. “Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.”

Allah’a yalan uydurmaktan, iftira etmekten daha büyük günah olur mu? Yüce Allah bunu zulmün en büyüğü olarak vasıflandırmaktadır. Bu konudaki pek çok âyetten sadece birkaçını zikretmekle yetinmek istiyoruz:

a) “Elleriyle bir kitap yazıp sonra az bir bedel karşılığında satmak için’bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından dolayı vay haline onların! ve kazındıklarından ötürü vay haline onların” (Bakara 2/79).

Bunu İslam’dan önce Yahudiler yapıyorlardı. Kitaplarına Allah’ın demediğini, emretmediğini, hükmetmediğini yazıyor ve onun Allah ka­tından olduğunu söyleyerek yalan uydurup Allah’a iftira ediyorlardı. Ondan dolayı da Allah onları şiddetle kınamaktadır.

İşte Nahl 116. âyetle Yüce Allah, Müslümanların, Yahudilerin du­rumuna düşmesini istememektedir.

b)”Kitap ehlinden bir grup okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı okurken dillerini eğip büker­ler. Halbuki okudukları, kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde’bu, Allah katındandır’ derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar” (Âl-i İmrân 3/78).

Bu âyetten anlıyoruz ki, kitap ehli Müslümanları kandırmak için, Kitaptan olmayanın kitaptan, Allah’tan olmayanın Allah’tan olduğunu söylüyorlardı. Günümüzde gruplara ayrılan Müslümanlar da, birbirlerini kandırmaları için, dinde olmayan fetvaları Allah vermiş gibi göstermiyorlar mı? Her grup kendine yandaş bulmak, yandaşlarını artır­mak için aldatma yoluna gitmiyor mu ve bu uğurda dinde fetva uydurmuyor mu? Böylece Yüce Allah’ın neden Âl-i İmrân 78. âyete Kur’ân’da yer verdiği ortaya çıkmaktadır ki bu da Müslümanların, kitap ehlinin durumuna düşmemesini sağlamaktır…

c) De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat’ı getirip onu okuyun. Artık bundan sonra her kim Allah’a karşı yalan uydurursa, işte bunlar zâlimlerin tâ kendisidirler” (Âl-i İmrân 3/93-94).

Yüce Allah Hz. Peygamber’den İsrâiloğullanna neyin haram, ne­yin helâl kılındığını Tevrat’tan okumalarını teklif etmesini istemekte, kitaba rağmen, yine de Allah’a iftira edip fetva verenleri zâlim olarak ilan etmektedir.

Demek ki, din âlimi ve görevlileri dini konularda fetva verirlerken Kur’ân’ı getirip onu okumalı ve fetvalarını onunla ispat etmelidirler. Din ve ahlâkî alanda neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin hak neyin bâtıl; neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda keyfî, sübjektif hükümler vermek kimsenin harcı değildir. Bu konularda keyfi fetva verenler şeytanın etkisi altında kalmış, onun çağrısına uymuşlardır.

“(Şeytan,) hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri Allah’a isnad etmeye çağırır” (Bakara 2/169). Bu çağrıyı şeytanın yaptığını bir önceki âyet söylemektedir. Demek ki, bilmediği halde Al­lah’ın dini hakkında konuşan kişi, şeytanın etkisi altındadır, onun oyun­cağı durumundadır, ona uymuştur.

Âl-i îmrân 93′e göre Allah’ın emri, ilâhî vahyin bulunduğu Kitabı getirip ondan okumaktır. Peygamberimiz o emri yerine getirdiğine göre de sünneti (KİTABI GETİRMEK) o olmaktadır.

d) “Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zâlim kim vardır?” (En’âm 6/93). Âyetin tamamına bakılırsa Allah’a yalan iftirası, yalancı peygamber olmak ve Kur’ân gibi bir kitap yazabi­leceğini iddia eden kâfirle beraber zikredilmekte ve onlara eşit olmakta­dır. Burada Allah’a karşı kimlerin yalan uydurduğunu birinci elden En’âm 91. âyet belirlemektedir.

e) Allah’a iftira edenlerin, yalan uydurup fetva verenlerin amacı ne olabilir? Bu sorunun cevabını En’âm 144 vermektedir:

“Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydurandan kim daha zâlim­dir? Şüphesiz Allah o zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” Demek ki, bu insanların amacı insanları yoldan çıkarmaktır ve kendi görüşlerini, fetvalarını Allah’ın emri, vahyi, hükmü gibi gösterip Allah’ın adını kul­lanarak insanları kandırıp onları yoldan çıkarmaktır.

f) “De ki: Rabb’im ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sının aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmedi­ğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır” (A’râf 7/33).

Bu âyette Yüce Allah neleri haram kıldığını sıra ile açıklamakta ve bunların arasına “bilmediği bir şeyi Allah hakkında söyleme”yi de koy­maktadır.

Allah hakkında bilerek konuşmak gerekiyor. Allah hakkında bil­mek, O’nun vahyini bilmek anlamına gelmektedir. Din hakkında ko­nuşmak için, vahyin bilinmesi temel ilkelerden biridir. Din eğitiminin etkinliği, kalitesi ve başarısı buna bağlıdır.

g) “Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb’ime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım” (Yûnus 10/15). Yüce Allah Hz. Peygamber’e bunu söyletmektedir. Hz. Peygamber vahye uymak zorun­da olduğuna göre, din âlimi ve görevlileri de ona uymak zorunda değiller mi? “Vahye tâbi olmak”, onu insanlara tebliğ etmek, öğretmek, dini bil­giyi ondan almak ve onu hayata geçirmek demektir.

h) “De ki: Allah’ın size indirdiği nzıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram kılmanıza ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz” (Yûnus 10/59).

Allah’ın indirdiği helâl rızkı harama çevirmek ve bu konuda yapı­lan yanlış işlerin neler olduğu meselesini Yunus 59. âyetinde genişçe açıkladık. Dileyen o açıklamalara bakabilir. Aynı şeyleri burada tekrar etmeyi gereksiz buluyoruz.

Bu tip uygulamaların iki kaynağı vardır: Ya Allah izin vermiş ola­cak ya da Allah’a iftira ediyorlar. Yüce Allah bu âyette, Allah’a iftira edenlerin âhiret inancında bir probleminin olduğuna dikkat çekmekte ve şu soruyu sormaktadır: “Allah’a karşı yalan uyduranların kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir?” (Yûnus 10/60).

3. Bütün bu âyetleri yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 116 ile bir araya getirdiğimizde din eğitiminin temel ilkesi ortaya çıkmaktadır. Din âlimi ve görevlileri gelişi güzel fetva verip bu helâldir, şu haramdır diyemezler. Çünkü bu âyetlerden aldıkları bilinç, bunun Allah’a ait ol­duğunu onlara öğretecektir. Onlar, böyle yaptıkları takdirde hata yaparak Allah’a iftira etmiş olacaklarını bilmelidirler. Yüce Allah Kendisine ifti­ra edenlere felah vermeyeceğini esasa bağlamaktadır. Tersine iş yapanlar “kurtuluş, zafer, mutluluk” anlamına gelen felahı elde edemeyecek, ona kavuşamayacaklardır.

Demek ki, din adına verilen yanlış fetvalar toplumların, hatta İslam aleminin mutluluğunu, başarısını, bereketini, erdemini alıp götürmekte­dir.

4. “(Kazandıkları) pek az bir menfaattir. Halbuki onlar için elem verici bir azap vardır.”

Bu âyeti 116. âyet ile beraber düşündüğümüzde, fetvaların bir menfaat karşılığı verildiği ortaya çıkacaktır. Helâle haram, harama helâl diyerek Allah’a iftira edecek kadar ileri gitmenin altında ekonomik geti-ri, statü, yaranmak gibi menfaatler yatmaktadır. Onun için Yüce Allah onların bu fetvalarla kazandıklarının az bir menfaat olduğunu söylemek­tedir.

Bunun en güzel örneğini Hz. Peygamber yaşamıştır: “Ey peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah affedici ve çok merhamet sahibidir” (Tahrîm 66/1).

Demek ki, bir insanın veya grubun menfaatini gözeterek fetva verilemez, Allah’ın haram ve helâli ile oynanamaz. Ayrıca ekonomik menfaat veya sosyal statü elde edeceğim diye dinin öğretileri ile ters düşen fetvalar verilemez. Bu duruma düşenler 116. âyete göre felahı kaybediyor, 117. âyete göre de âhirette acıklı azaba çarptırılıyor. İşte bu cezalar, din âlimi ve görevlilerini yanlış fetva vermekten caydırmak için konmuş gerçeklerdir.

Geçmişteki kendi grubu ve cemaati, mezhebi, tarikatı doğrultusun­da dinde fetva verenler olduğu gibi, günümüzde de bunların olduğunu görüyoruz, gelecekte de olacaktır. Yüce Allah’ın vahyine saygı duyan ve onu insanlara öğretmeyi, ulaştırmayı amaç edinen âlimler bu uyarıları yapmak zorundalar. Dine, Allah’ın vahyine mezhep, tarikat, cemaat, grup gözlüğü ile değil de onlara Allah’ın vahyi gözlüğü ile bakılmalıdır. Bunu gerçekleştirdiğimiz an, İslam âleminde birlik-beraberlik gerçekle­şecek ve tevhid inancı hayata geçirilmiş olacaktır. Allah adına, Allah için fetva vermeyi ahlâk haline getirenler öne geçtiği, itibar gördüğü gün, İslam’ın nuru etrafı aydınlatacaktır.

Çünkü yanlış fetvalar Allah’ın nurunun etrafında bir duvar örmek­te ve onun, etrafı, uzakları aydınlatmasını engellemektedirler. O nuru kimse söndüremez ama, bizim din adına verdiğimiz yanlış fetvalar bir karabulut gibi, o ilâhî nurun kaynağı olan güneşin önüne geçmekte, ışı­ğının insanlara ulaşmasını engellemektedir. (Bayraktar Bayraklı Tefsiri, 16/116 açıklaması.)

10/59-60: “De ki: Ne oldu size de Allah’ın size rızık olarak in­dirdiği şeylerden bir haram yaptınız bir de helâl? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı edi­yorsunuz? 60. Yalanı Allah’a yakıştıranlar, kıyamet günü hakkın­da ne düşünüyorlar? Allah, insanlara karşı elbette lütuf sahibidir, fakat onların çoğu şükretmiyor.

“Bir kısmını helâl, bir kısmını da haram kılmanıza ( ne dersiniz?)” Madem ki rızkı Allah gönderiyor, öyle ise onun helâl ve haram oluşu meselesini belirleme hakkı da ona aittir. Han­gi nimetin haram veya haram olmadığı konusundaki yetki Allah’a aittir. Meşru bir yaşam tarzı içinde insanın Allah’ın nimetlerinden istifade et­me imkanı vardır. Peki, insanlar helâl olan bir gıdayı nasıl haram hale getirebilirler?…

Bütün bu ayetlerden anlıyoruz ki insanlar bazan Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram yapmışlardır. Bunların, sebeplerine bakarsak alışkanlık, şirk ve bilgisizlik onları Allah’a iftira ettirerek helâli haram, haramı helâl yaptırmıştır…” (Bayraktar Bayraklı Tefsiri, 10/59-60 açıklaması.)

Haram belirleme yetkisi-Razi tefsiri

“Haramların Bu Dört Şeye Mahsus Olup Olmadığı: Cenâb-ı Hak, bir şeyi haram veya helâl kılmanın, ancak vahiy yoluyla tesbit edileceğini beyan etmek üzere: “Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde, haram edilmiş bir şey görmüyorum (…)” buyurmuştur. Yani, “Onu yiyene…” demektir. Allah bu, “onu yiyeni…” tabirini, bundan maksadın helâl ve haram olanların, yenilen şeyler cümlesinden olduğunu beyan etmek için zikretmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, şu dört şeyi zikretmiştir: a) Meyte, b) Akan kan, c) Domuz eti; çünkü bu, bir pisliktir; d) Fısk.. Bu da, Allah’tan başkası adına kesilen şeyi ifade etmektedir.. O hal­de, ayetteki, “De ki: “Bana uahyolunaniar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde, sayılmış olan şu dört şey müstesna, haram edilmiş bir şey görmüyorum (…)” ifadesi, sadece bu dört şeyin haram kılınmış olduğunu beyan etme hususunu tam ve mükemmel bir biçimde anlatmaktır.

Bu böyledir, zira, haram ve helal olan şeyleri öğrenmenin yolunun, ancak va­hiy olduğu; Allah katından olan vahyin de, sadece Hz. Muhammed’e geldiği ve Al­lah Teâlâ’nın da O’na, “Şu dört şey müstesna, bana vahyedilenler arasında ha­ram kılınmış olan hiçbir şey, göremiyorum “demesini emrettiği sabit olunca, bu sadece şu dört şeyin haram kılındığını beyan etme hususunda tam ve mükemmel bir açıklama olmuş olur.

Bil ki bu sûre Mekkîdir; böylece Cenâb-ı Hak, bu Mekkî surede, haram kılınanların bu dört şey olduğunu beyan etmiş, sonra da bunu Nahl suresinde, “O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah’tan başkası için kesilmiş olanı haram kıldı. (Kim) muzdar kalırsa, (kimseye) saldırmamak ve haddi geçmemek şartıyla (yiyebilir). Çünkü Allah gafur ve rahimdir”‘(Nahi, 105) ayetiyle tekid etmiştir.

Bu ayetteki innemâ “ancak” demek olup, edat-ı hasr’dır. O halde bizim için, haram kılınanların bu dört şeye hasredildiğine delâlet eden iki Mekki âyet bulunmak­tadır. Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde de, -ki bu sûre Medenîdir,- haram kılınan şey­lerin sadece bu dört şey olduğunu beyan ederek, “O, size ölüyü, kanı, domuz eti­ni, bir de Allah’tan başkası için kesileni kat’î olarak haram kıldı” (Bakara, 173) bu­yurmuştur.” (Razi Tefsiri, 6/145 açıklaması)

Allah’ın helal kıldığı şeyi haram kılmak, helal tarafını; haram kılmak da haram tarafını tercih etmek demektir. Halbuki, bu iki tercihi birden yapmak ise imkânsızdır. Peki o halde daha nasıl, “Allah’ın sana helal kıldığı şeyi, niçin (kendine) haram ediyorsun?” denilmiştir. Biz deriz ki, bu haram kılmadan maksat, Hz. Peygamber (s.a.s)’in, eşleri ile karı-koca hayatı yaşamaktan imtina etmesi ve uzak durmasıdır. Yoksa, Allah’ın onu helal kılmasını müteakiben onun haram olduğuna inanmak değildir. O halde, bu demektir ki, Hz. Peygamber (s.a.s) bunun helal olduğuna inanarak, böylesi bir istifadeden vaz geçmiştir. Her kim, bu ayette bahsedilen haram kılmanın, Allah’ın helal kıldığı şeyi bizzat haram kılma olduğuna inanırsa, kafir olur. Öyleyse, nasıl Olur da böyle bir şey, Hz. Peygamber (s.a.s)’e nisbet edilebilir?” (Razi Tefsiri-66/1 açıklaması.)

“Eğer bu haramlık, herkes için sözkonusu olsaydı, o zaman âyetteki. “Biz, yahudilere şunu şunu… haram kıldık” ifadesinin bir manası kalmazdı. Dolayısıyla yırtıcı hayvanlar ile pençeli kuşların haramlığının, sadece yahudiler için olduğu kesinleşir. Bu sebeple, bunların Müslümanlara haram kılınmamış olması gerekir. Böylece bu âyet, o hayvanların müslümanlara helâl olduğuna delâlet eder. İşte bu noktada biz deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.s)’in her azıdişli yırtıcı hayvan ile her pençeli kuşu haram kıldığına dair rivayet zayıftır. Çünkü bu, Kur’ân-ı Kerim’in hilafına olan bir haber-i vahiddir. Binaenaleyh bunun sahih olmaması gerekir. Bu takdire göre bu meselede İmam Malik’in görüşü kuvvet kazanır.” (Razi Tefsiri, 6/146 açıklaması)

İBN KESİR: “Haram ve Helâl Kılma Yetkisi: Mâriye hakkında indirildiği söylenir. Çünkü Rasûlullah onu kendisine haram saymıştı.” (İbn Kesir bu ayeti’Haram ve Helal Kılma Yetkisi’ adı altında işlemiştir. (İbn Kesir Tefsiri), 66/1 açıklaması)

This entry was posted on Pazar, Temmuz 13th, 2008 at 02:45 and is filed under ALLAH. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz