SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
posted in RESIMLER | 4 Comments
posted in RESIMLER | 4 Comments
Kur’an’ın Ruhçuluğa ve Tasavvufa Bakışı
posted in VIDEOLAR | 0 Comments
Einstein’in Tanrı Hakkında Hocasına Yanıt
Kötülükler yoktur; iyilik olmayınca veya insanlar haksızlık yapınca ve zarar verince kötülük ortaya çıkmaktadır
Soğuk yoktur; ısı yoksa soğukluk vardır.
1. Özgür irade sonucu ortaya çıkan kötülükler: Cinayetler, zulümler, haksızlıklar, yolsuzluklar ve yoksulluklar insanların açgözlülüğünden, doymazlığından, hırs ve ihtiraslarından kaynaklanmaktadır.
2. Özgür irade sonucu ortaya çıkan iyilikler: Barış, hakların korunması, adaletin sağlanması, sağlıklı düşünme, çalışma ve üretim, paylaşım, yardımlaşma ve iyilik, saygı ve sevgi,
3. Doğa olayları sonucu ortaya çıkan kötülükler: Doğanın kendi işleyişini sürdürmesi için gerekli fiziksel yasalar, insanların bilinçsizliğinden, tedbirsizliğinden ve sorumsuzluğundan dolayı zaman zaman afete dönüşmektedir. Fay hattına yerleşim yeri kurmak gibi.
4. Doğasında kötülük olmadığı halde kötülük diye zannettiğimiz olaylar: Doğal seleksiyon. Aslanın ceylanın yemesi gibi
Kötülük ve Teodise (İlahi adalet) konusunda akademik çalışma: ÖZGÜR İRADE SORUNU VEKUANTUM TEORİSİ
http://www.kuantum.gen.tr/kuantum_teorisi.pdf
Albert Einstein (14 Mart 1879 – 18 Nisan 1955), Yahudi asıllı Alman teorik fizikçi.
20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenen Albert Einstein, Görelilik kuramını (diğer adları ile İzafiyet Teorisi ya da Rölativite Kuramı) geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülmüştür. (Nobel Ödülü’nün ve Nobel Komitesi’nin o zamanki ilkeleri doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen Görelilik kuramı fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)
Einstein 1879 yılında Güney Almanya’nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Babası küçük bir elektrokimya fabrikasının sahibi; annesi ise, klasik müziğe meraklı, eğitimli bir ev hanımıydı. Konuşmaya geç başlaması ve içine kapanık bir çocuk olması, ailesini tedirginliğe düşürmüşse de, sonraki yıllarda bu korkularının gereksizliği anlaşılacaktı. Giderek meraklı, hayal gücü zengin bir çocuk olarak büyüyordu.
Einstein 14 Yaşında, 1893
Okulu hiçbir zaman sevemedi. Gerçekten de, genç Einstein’ın ileride ortaya çıkacak dehasının temelleri, kendisinin de sonradan belirttiği gibi, okulda değil başka yerlerde atılmıştı: “Çocukluğumda yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri, beş yaşında iken amcamın armağanı pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşındayken tanıştığım Öklid geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne kapılmayan bir kimsenin, ileride kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç beklenmemelidir!”
Lise öğrenimini 1894’te İsviçre’de tamamladı ve 1896’da Zürih Politeknik Enstitüsü’ne (ETH) girdi.
Einstein, Sırp asıllı Mileva Maric adlı bir fizik öğrencisi ile evlendi. Mileva, Einstein’nın 1905’te çıkardığı araştırmanın matematik hesaplarında yardımcı olmuştur.
1955’te hayata gözlerini yumana kadar bilim dünyasına çok şey kattı. 1916’da yayımladığı “Genel Görelilik Kuramı“, 1921’de “fotoelektrik etki ve kuramsal fizik” alanında çalışmalarıyla aldığı Nobel Fizik Ödülü, dahinin en önemli başarılarından sadece ikisi ya bilinmeyen dünyası… Bern’de federal patent dairesinde görev aldı. Bu görevden arta kalan zamanlarda çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan problemler üzerinde düşünme fırsatı buldu. Önce atomun yapısı ve Max Planck’ın kuantum teorisi ile ilgilendi. Brown hareketine ihtimaller hesabını uygulayarak bunun teorisini kurdu ve değerini hesaplayarak teorisini test etti. Kuantum teorisinin önemini ilk anlayan fizikçilerden birisi oldu ve bunu ışıma enerji Avogadro sayısının isine uyguladı. Bu da onun, ışık tanecikleri veya fotonlar hipotezini kurmasını ve fotoelektrik olayını açıklayabilmesini sağladı.
1905 yılında “Annalen der Physik” dergisinde bu çalışmalarını açıklayan iki yazısından başka, üçüncü bir yazısı daha çıktı ve bu yazıda görecelik teorisinin temelini attı. Teorileri sert tartışmalara yol açtı. 1909’da Zürih Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldu. Prag’da bir yıl kaldıktan sonra, Zürih Politeknik Enstitüsü’nde profesör oldu. 1913’de Berlin Kaiser-Wilhelm Enstitüsü’nde ders verdi ve Prusya Bilimler akademisine üye seçildi. Bir bilim adamı olarak 1. Dünya Savaşı’nda tarafsız kaldı. İlk eşinden Hans ve Eduard isminde iki erkek çocuk sahibi olan bilim adamını 1914 yılında eşi terk etti. 1. Dünya Savaşı nedeniyle yiyecek kıtlığı sırasında mide ağrıları çeken bilim adamına kuzeni Elsa bakmış ve ikinci defa kuzeni Elsa ile evlenmiştir.
Birçok özlü inceleme yazısı yayımladı ve bunlarda teorilerini geliştirdi. 1921′de Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı.
Yabancı ülkelere birçok gezi yapmakla birlikte 1933’e kadar Berlin’de yaşadı. Almanya’da yönetime gelen Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejimin ırkçı tutumu dolayısıyla, pek çok usevi asıllı bilim adamı gibi o da Almanya’dan ayrıldı.
Paris’te College de France’ta ders verdi; burdan Belçika’ya oradan da İngiltere’ye geçti. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek Princeton Üniversitesi kampüsünde etkinlik gösteren Institute for Advanced Study’de (İleri Araştırma Enstitüsü) profesör oldu. 1940 yılında Amerikan yurttaşlığına geçti.
Küçük oğlu Eduard akıl hastalığı nedeni ile Zürih yakınlarında bir bakım evinde hayatını geçirmiş; büyük oğlu Hans, babası ve annesinin karşılaştığı Zürih Polytecnic’te mühendislik okumuş ve daha sonra University of California, Berkley’de profesörlük yapmıştır. 1955’de Princeton’da ölmüştür; oğlu Hans yanında bulunmuştur.
Üvey kızı Margot Einstein, bilim adamının kişisel mektuplarını özenle herkesten saklamış ve kendisinin ölümünden 20 yıl sonra daha saklı kalmasını vasiyet etmisti. Günümüzde Princeton Üniversitesi tarafından basılan bu mektuplar bilim adamının gizli kalmış özel yaşamı hakkında ilginç bilgiler sunmaktaydı.
Buluşları
Einstein’ın fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi.
Bu teori üç bölüme ayrılır:
Newton mekaniğinin uygulanabildiği alanı kısıtlayan ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren Özel Görelilik (1905);
Eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren Genel Görelilik (1916);
Elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri.
İlk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar. Einstein atom ile ilgili olarak: “Ben atomu iyi bir şey için keşfettim,ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar.” demiştir. Ayrıca birçok kişinin ilgisini çeken “Neden Sosyalizm?” adlı yazısı Monthly Review adlı aylık dergisinin, ilk sayısının, ilk yazısıdır.
posted in VIDEOLAR | 0 Comments
Peygamberler Dışında Allah ile Konuşma İddiası Hezeyandır
Videoda Evrenesoğlu`nun Allah ile iletişime geçme hareketi kadar, 16 yaşındaki müridinin sorduğu soru da dikkat çekiyor. Yeni ve genç müridin Evrenesoğlu`na sorduğu soru şöyle: `Sevgili Mehdi Efendimiz. Ben 16 yaşındayım. Rotherdam konferansında tabii oldum. Şu an edebi bir zikirdeyim ve zikrimi zevkle çekiyorum. Ama yine de de içimde bir şüphe var; tabiyetim geçerli oldu mu? diye. Henüz namaza başlamadım ama zikrimi aksatmadan her gün çekiyorum. Efendimiz lütfen bana cevap verebilir misiniz, tabiyetim kabul olmuş mu diye.`
Evrenesoğlu müridinin sorusuna cevap vermek için sözde vahiy bekliyor, 10 saniye sonra da `Ihhh` diye irkilip gelen cevabı iletiyor. Allah ile konuştuğunu ve kendisinin Allah`ın Rasülü olduğunu iddia eden Evrenesoğlu, 16 yaşındaki bir müridinin kendisine yönelttiği, `Size tabiyetim kabul oldu mu?` şeklindeki soruya kameralar önünde `vahiy alıyor gibi` yaparak cevap veriyor.
`IHHH` DEDİ CEVABI VERDİ
Aralarına yeni katılan genç müridinin sorusuna, `bilmiyoruz` diye cevap verdikten sonra oturduğue yerde kafasını öne eğip 10 saniye kadar bekledikten sonra irkilerek doğrulan Evrenesoğlu, `Evet evladım tabiyetin kabul olmuş.` şeklinde yanıtlıyor.
İskender Evrenesoğlu, 29 Kasım 1933 tarihinde İznik’te dünyaya gelmiştir.
İlk, orta ve Lise tahsilini Bursa’da tamamlamıştır. Üniversiteyi ise İstanbul Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulunda okumuş ve Banka ve Muhasebe bölümünden mezun olmuştur. Kamu İktisadi Teşekkülleri, Türkiye Vakıflar Bankası ve Devlet Planlama Teşkilatında müfettişlik, müdürlük ve uzmanlık görevlerinde bulunmuştur.
Vakıflar Bankasında müfettişlik görevi yaparken ilk mürşidi Azerbaycan’lı Dayı Bey ile tasavvufa ilk adımını atmıştır. Daha sonra Dayı Bey’in vefatı üzerine hacet namazı kılarak yeni mürşidi Muhammed Raşit Hazretlerine tabi olmuştur. 1976 yılında irşad görevine başladığını ve 1986 yılında Allah katında yapılan güya bir tören sonrasında Allah tarafından kendisine Mehdilik verildiğini iddia etmektedir.
posted in VIDEOLAR | 0 Comments
Akıllı Tasarım_Creationism-Michael Behe on Intelligent Design (CNN)
Bilim insanı Michael Behe’nin CNN International’de Yaratılış (Akıllı Tasarım) teorisi
Another video: http://www.metacafe.com/watch/4018241/dna_is_a_intelligently_designed_code_perry_marshall/
Michael J. Behe (1952) ABD’li biyokimyacı.
Lehigh Üniversitesi’nde biyokimya profesörü olarak çalışan Michael Behe 1996 yılında yayımladığı Darwin’in Kara Kutusu: Evrime Biyokimyasal Başkaldırı adlı kitabıyla evrim teorisine karşı geliştirilen Akıllı tasarım hareketini başlattı. Yazdığı Darwin’in Kara Kutusu kitabı National Review dergisi tarafından hazırlanan 20. yüzyılın en etkili 100 kitabı listesinde yer aldı.
Michael J. Behe is Professor of Biological Sciences at Lehigh University in Pennsylvania. He received his Ph.D. in Biochemistry from the University of Pennsylvania in 1978. Behe’s current research involves delineation of design and natural selection in protein structures.
In addition to publishing over 35 articles in refereed biochemical journals, he has also written editorial features in Boston Review, American Spectator, and The New York Times. His book, Darwin’s Black Box discusses the implications for neo-Darwinism of what he calls “irreducibly complex” biochemical systems. The book was internationally reviewed in over one hundred publications and recently named by National Review and World magazine as one of the 100 most important books of the 20th century.
Behe has presented and debated his work at major universities throughout North America and England.
posted in VIDEOLAR | 0 Comments
Bilim İnsanının Ölümüne Yakın Ahlaki Mesajları
Profesör Randy Pausch-1960-2008.
Kitabı, “The Last Lecture=Son Konuşma
1)İsyan etmemi bekliyorduysanız sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm.
2)Sizi mutlu-mutsuz edecek şeyler sizin yaptıklarınızın sonucudur.
3)Hayallere ulaşamasanız da hayaller uğruna çalışmak size çok şey kazandırır.
4)Tecrübe, istediğinizi elde edemediğinizde kazandığınız şeylerdir.
5)Bir işi kötü yaptığında kimse seni uyarmıyorsa, senden “umudu kesmişler” demektir.
6)Biri sizi zorluyorsa sizin daha iyi olmanızı istiyor demektir.
7)Yolumuzdaki engellerin bir amaca hizmet ettiğini, bizi yoldan ayırmak için değil devam etmeyi ne kadar istediğimizi görmemiz için olduğunu anladım.
8)Alçakgönüllülük önemli bir değerdir.
9)Anneler çocuklarıyla övünmek yerine eğitmek amacını taşımalıdırlar.
10)Unutmayın ki, insanlar sahip olduğumuz pek çok lüks eşyalardan daha değerlidir.
11)Yaşamın son günlerinde bile enerjik, iyimser, meraklı, coşkulu, eğlenmeyi bilen olun.
12)Hayalleriniz gerçekleştirebilmek için başkalarıyla iyi geçinin ve bir bütünlük içinde yaşayın.
13)Uygulamada zorlanacağınız basit bir tavsiye: Yalnızca doğruyu söyleyin.
14) İşleri elinize yüzünüze bulaştırdıysanız özür dileyin.
15)İnsanların çok fazla kötü özrü (bahanesi) var. İyi bir özür üç kısımdan oluşur: A)Üzgünüm, özür dilerim; b)Bu benim hatamdı, hata yaptım; C)Hatamı düzeltmek için ne yapabilirim?; Hatamı nasıl düzeltebilirim? Samimiyet ancak bununla anlaşılır. Çoğu kişi üçüncüyü atlıyor, samimiyet ise bununla anlaşılıyor.
16)Başkalarının hatasında bilmelisiniz ki kimse tam şeytan değil. Onların iyi yanlarını görebilir ve izin veriyorlarsa değişimlerini sabırla hızlandırabilirsiniz.
17)Size yapılan iyiliklerde minnet duymasını bilin ve bunu gösterin.
18)Sorunlar karşısında şikâyet etmek ve sızlanmak gerçekte sorunu çözmez.
19)Tüm zamanınızı ve enerjinizi şikâyet ederek geçirmek size ne kazandırır ki!
20)Hayatınızı doğru yönde sürdürürseniz, ilahi adalet gerisini halleder ve hayalleriniz sizi bulur.
21)Hayallerinizi gerçekleştirmek için çalışın zaten güzel şeyler yaşayacaksınız.
posted in VIDEOLAR | 0 Comments
Hz Peygamberin Teri, Tükrüğü ve Saçları Kutsal mıdır?
Allah’ın dini, Hz. Peygamber’in terini ve tükürüğünü kutsamak değildir. Hz. Muhammed’in arkadaşları, Peygamber’in giysisinden bir parça almak için elbisesini parçaladıkları, Hz. Peygamber saçını insanlara dağıttığı, Peygamber’in abdest suyunu yere düşmesin diye avuçlayıp içtikleri sözü koca bir yalandır.
Tüm bunlar Peygamber’e büyük bir saygısızlıktır.
Peygamberler, dünyanın en önemli insanlarıdır. Onların hatıratları da değerlidir. Ancak Peygamber’in terinin, tükürüğünün, saçlarının, kestiği tırnaklarının, giydiği elbiselerinin bereket getireceğini, onlara dokunanların cehennemden korunacağını ya da onlarda ilahi güç olduğunu iddia etmek, büyük bir iftiradır. Peygamberler, hayatlarını, putlaştırmanın her türüne karşı mücadeleye adamışlardır.
Peygamberler sıklıkla şunu söylemişlerdir: “De ki: ‘Ben de sizin gibi (sizin benzeriniz) bir beşerim (biyolojik özellikleri olan insan).” (18Kehf: 110; 41Fussilet: 6)
Peygamberlere ait bile olsa, yapay kutsallaştırmaları Hz. Peygamber’in de tasvip etmediğini dile getirenleri dindışı ilan etmek kimin haddine?
posted in VIDEOLAR | 0 Comments
ALLAH’TAN BAŞKA, NE PEYGAMBERLER NE DE DİĞER İNSANLAR KABİRDEN İNSANLARI DİRİLTİP ÇIKARAMAZLAR
Allah’ın dini peygamberleri üstünlük yarışına sokma gibi amaç peşinde değildir. Böyle bir densizliği, başka din mensupları yapabilirler. Kabirden bir insanı diriltmek ancak Allah’ın yapabileceği bir iştir. Bu ise, Kıyamet günü gerçekleşecektir. Ne yazık ki tarikat menkıbelerinde ve gündemlerinde böyle söylemler önemli bir yer tutmuştur. Keramet adı altında pir, şeyh, gavs, abdal, derviş, fakir diye adlandırdıkları kişilere yalnızca Allah’a ait özellikler yakıştırılmıştır. Videoda görüldüğü gibi, Hz. Muhammed’in yapmadığı, yapamacağı bir eylemi Abdulkadir Geylani diye bilinen tarikat önderinde ölüyü dirilterek ona, gaybı bilme (kolunun yakasında Cennet ce Cehennem’i gösterebilme) ve ölüyü kabirden çıkarabilme gücünün olduğu vehmedilmiştir; peygamberlerin bile sahip olmadığı bir güç ve yetkiye sahip olduğu ortaya konmuştur.
posted in VIDEOLAR | 2 Comments
<
Bayram Hoca, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nden bahsederken kendisini, Onun adını ağzına almaya layık görmez, ismini telaffuz etme yerine “Sultan” kelimesini kullanırdı. Mektubat derslerinde zamanla o derece uzmanlaştı ki bir çok hocanın okumaya dahi cesaret edemediği mektupları kürsüde şerhetti. Bu yönü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanımasına yol açtı.
Bayram Hoca iyi bir vaiz olmasının yanı sıra tahkik ehli bir ilim adamıydı. Seçiciydi; her bulduğu kitabı okutmaz, her gördüğü meseleyi anlatmazdı. Bu yüzden muhatapları sözlerini senet gibi güvenilir kabul ederdi. Söylenmesi gereken hakikatleri anlatmaktan da çekinmezdi. Bu yüzden son yılları hayli sıkıntılı geçmişti. Takdir belgeleriyle onurlandırılması gerekirken cami cami sürüldü.
Bir gün Fatih’te ikibinden fazla kişinin hazır bulunduğu bir camide teravih öncesinde vaaz ediyordu. O geceki konuşmasında Osmanlı Devleti’nden bahsediyor, Çanakkale başta olmak üzere diğer cephelerde tahakkuk eden Allah Resulünün manevi yardımlarını anlatıyordu. Konuşurken ifadeler boğazında düğümleniyor, belli bir süre sonra kendini toparlayıp gür sesiyle “Cemaat! Bu topraklara sahip çıkın!” ifadesini tekrar ediyordu. (ÇOK ACIDIR Kİ MEKKE MÜŞRİKLERİ BİLE KİMSEYİ ALLAH‘A EŞİT GÖRMÜYORLARDI.)
posted in VIDEOLAR | 2 Comments
ELİF ŞAFAK’IN “AŞK” ADLI ROMANINA ELEŞTİREL YAKLAŞIM
MEVLANA VE ŞEMS HAKKINDA BİLGİLERİN VE ONLARIN AĞZINDAN ANLATIMLARIN MEVCUT OLDUĞU ELİF ŞAFAK’IN AŞK ADLI KİTABININ BİR ELEŞTİRİSİDİR. ANCAK AŞAĞIDA DA BAHSEDİLDİĞİ ÜZERE GÖRECEKSİNİZ Kİ MEVLANA VE ŞEMSİN AĞZINDAN ANLATILAN DİNİ ANLAYIŞ KESİNLİKLE İSLAM’LA UZLAŞMADIĞI KANITLARIYLA AŞAĞIDA VERİLMİŞTİR.
KİTAPTA VERİLMEK İSTENEN TEMEL MESAJLAR
Kitapta Rumi ve Şems’in ağzından anlatılan genel İslami anlayış ve bazı uygulamalar eğer bu iki şahsa iftiraysa durum vahimdir, ancak iftira değil de gerçekse durum çok daha vahimdir…
İslam, Allah’tan gelen, peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla bize iletilen, akla uygun bir dindir. İnsanların yaşamlarını daha dürüst, daha ahlaklı, daha kaliteli, daha onurlu ve daha sağlıklı yaşamalarını amaçlar. İslam’a göre kula kulluk etmek en büyük günahtır. İnsanüstü, doğaüstü, üstün güçler sadece Allah’a aittir. Allah bütün insanlar için tek büyük dini otoritedir. Diğer tüm insanlar ise insani özelliklere sahip olma açısından eşittirler. İnsanlar ne kadar dürüst, çalışkan, ahlaklı, Allah’tan korkan olurlarsa olsunlar ulaşabilecekleri en son nokta yine insan olmalarıdır.
Hiçbir insan duyguları, davranışları, tepki ve tutumları neticesinde insan olmaktan daha üst bir boyuta ulaşamaz, ilahi niteliklere sahip olamaz, ilahlaşamaz. İlahi niteliklere sahip olan sadece Allah’tır. Hiçbir insan (Allah’ın peygamberlerine verdiği bazı mucizeler hariç -ki onlar da bize bildirilmiştir-) insanüstü, doğaüstü, üstün, ilahi vasıflara sahip olamaz çünkü bu vasıflara sahip olan sadece ve sadece Allah’tır. Aksi takdirde üstün güçleri olduğuna inanılan bu tür insanlar Allah’a ortak edilmiş olurlar ki bu da en büyük suç ve en büyük zulümdür.
Bu, İslam’ın en temel ilkesidir. İslam’ı diğer dinlerden ayıran en temel ilke… Oysa bu kitapta Şems adıyla bahsedilen şahıs; gaybı bilen, duvarların-kapıların arkasını görebilen, ilahi aleme yolculuk yapıp bir takım ilahi sırlara vakıf olan, Allah’la mutabakat yapan ve Onun tarafından özel seçilmiş biri olarak tanıtılmaktadır. O özel bir insandır. İnsanüstü yani ilahi bazı nitelikleri vardır. Hatta bu özelliklerinden dolayı insanlar hayrete düşer, bu acaba bir büyücü müdür diye sorarlar kendilerine. Kitaba göre Şems öyle biridir ki, söylediği her sözde bir hikmet vardır. Sizden Allah’ın yasakladığı bir şeyi yapmanızı istese dahi “neden” diye soramazsınız. Sorduğunuz anda imtihanı kaybetmiş olursunuz. İnsanların bu şekilde yüceltilmesi ve putlaştırması tamamen İslamdışıdır. Gaybı bilen ise sadece ve sadece Allah’tır.
İslam, Allah’ın istediklerini Allah’ın istediği şekilde, sadece Allah için ve saf bir niyetle yapmaktır. Bunlardan Allah’ın istemediği şeyleri Allah’ın istemediği şekilde yapmak, niyet ne kadar iyi olursa olsun İslam değildir. Öyle olsaydı eğer dinleri için yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, karalara bürünen rahipler, rahibeler, hinduistler ya da taoistler herkesten daha doğru yolda olurlardı, kurtulurlardı.
Nitekim Şems kendini Müslüman olarak tanımlamıyor. “Ben ne Hıristiyan’ım, ne Musevi, ne Farisi, ne de Müslümanım diyor.” (s. 231-232) Dolayısıyla söylediklerinin İslam dışı olması kadar doğal bir şey olamaz.
1. MEVLANA VE ŞEMS HALA DİRİ Mİ? ARAMIZDA SEMA MI EDİYORLAR? HER ZAMAN DİRİ OLAN, ÖLMEYEN SADECE ALLAH DEĞİL MİDİR?
“İşin aslı, hiç sona ermedi bu hikâye, devam etti. Neredeyse sekiz yüzyıl sonra bile, Şems’in ve Mevlâna Celaleddin Rumi’nin ruhları bugün hâlâ diri ve hercai, sema etmekteler aramızda…”(s.38)
ALLAH DİYOR Kİ:
21/34: Biz, senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ebedî mi kalacaklar?
25/58: Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah)a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter.
2. “ALLAH BİZLERİ ASLA TERK ETMEZ, KENDİ KENDİSİNİ NASIL TERK EDEBİLİR Kİ” SÖZÜ NE ANLAMA GELİYOR? BİZ HAŞA ALLAH MIYIZ?
“Sual ettim: “Biz size şah damarınızdan daha yakınız demiyor mu? Allah gökte fersah fersah ötelerde bir tahtta oturmuyor ki. Her an her yerde ve hepimizin içinde. O yüzden asla terk etmez bizleri. Kendi Kendisini nasıl terk edebilir ki?” “(s. 51)
ALLAH DİYOR Kİ:
2Bakara/258: Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti; o da: “Ben de öldürür ve diriltirim” demişti. İbrahim: “Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir” deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
3. ŞEMS PEYGAMBER MİDİR Kİ ALLAH’LA KONUŞUYOR? GAYBI SADECE ALLAH BİLİRKEN, PEYGAMBER BİLE GAYBI BİLMEZKEN ŞEMS Mİ BİLİYOR? GÖKTE VE YERDE OLAN, KAH ORDA KAH BURDA OLAN ALLAH DEĞİL MİDİR?
“Çocukluğumdan beri öteki âleme ziyaretlerde bulunur, keşifler yapar, gaipten sesler işitirim. Rab ile konuşurum. O da bana karşılık verir. Anlatır, açıklar. Gün olur, bir fısıltı kadar hafifler, arşın yedinci katına süzülürüm. Sonra ağırlaşarak arzın en derin çukurlarına iner; meşelerin, kestane ağaçlarının, kayınların altına gömülü kayaların sırlandığı toprağa sızarım. Kâh orada kâh buradayım. Ara ara iştahım toptan kesilir, günlerce bir lokma yiyemem. Konuşmayı unuturum. Kelimeler silinir zihnimden. Sonra, göç eden kuşlar gibi bir anda geri dönerler. Bunların hiçbiri korkutmaz beni. Ne var ki insanlara tuhaf geldiğini bilirim. Zamanla öğrendim ki, vecd hâllerinden başkalarına pek bahsetmemeli. İnsanoğlu nedense anlayamadığını kötülemeye meyilli. Kaç kez bizzat tecrübe ettim bu şaşmaz kaideyi.
Öteki âleme gidip gelmemi yadırgayan, keşiflerimden ürken ve bana bu konuda peşin hükümle yaklaşan ilk kişi öz babamdı. Takriben on yaşındaydım. O zamanlar koruyucu meleğimi hemen her gün görmeye başlamıştım.” (s.60-61)
ALLAH DİYOR Kİ:
Gaybı sadece Allah bilir:
6En’am/59: Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.
Allah Resul’u gaybı bilmez:
6En’am/50: De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”
Hep diri olan, hem yerde hem gökte olan sadece Allah’tır.
2Bakara/255: Allah… O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç birşeyi kavrayıp kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.
4. KENDİNİ ONDA YOK ETMEK NE DEMEKTİR? BUNUN DİNİ DAYANAĞI NEDİR? BAŞLANGIÇSIZ VE SONSUZ OLAN ALLAH DEĞİL MİDİR? SEMANIN YARATICISI ALLAH DEĞİL MİDİR? ŞİRK, ALLAH’A BİRİLERİNİ VE KENDİNİ ORTAK ETMEK, EN BÜYÜK GÜNAH DEĞİL MİDİR?
“Kendimi O’nda yok ettiğimden beri, ölmeden evvel öleli, başlangıçsız ve sonsuzum.” (s.62)
Bu benzersiz yarenlik sayesindedir ki (Mevlana) Rumi, önceleri hâkim çizgiye yakın duran bir din âlimiyken, alışageldik tüm kurallardan çıkmaya cüret ederek adanmış bir gönül ehli, aşkın ateşli savunucusu, semanın yaratıcısı ve tutkulu bir şair oldu.” (s.38)
ALLAH DİYOR Kİ:
57Hadid/3: O(Allah), Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, her şeyi bilendir.
5. ŞEMS ALLAH’LA MUTABAKAT MI YAPTI? KAİNATIN SIRLARINI MI BİLİYOR? GÜYA ALLAH ONA RÜYA GÖRMEYECEĞİ GARANTİSİNİ VERİYOR Kİ BÖYLELİKLE ŞEMS HER GÖRDÜĞÜNÜN GERÇEK OLDUĞUNA İNSANLARI İNANDIRSIN… ALLAH HAŞA ŞEMS’İN ARKADAŞI MI Kİ ONDAN RÜYA GÖRMEMEYİ TALEP EDİYOR VE O DA KABUL EDİYOR? BU NE BÜYÜK BİR KİBİRDİR! GÖRDÜKLERİNİN RÜYA DEĞİL GERÇEK OLDUĞUNDAN NASIL BU KADAR EMİN OLUYOR? VAHİY Mİ ALIYOR?
“Anlat hele, yolun nasıl Bağdat’a düştü? Yoksa rüyada mı gördün bu zaviyeyi?” Derviş başını salladı. “Hayır, buraya gelmeme sebep bir rüya değildi. Ben zaten hiç rüya görmem.” “Herkes rüya görür” dedi Baba Zaman şefkatle. “Hatırlamıyorsundur, o başka. Hatırlamaman rüya görmediğin anlamına gelmez.”
“Ama ben rüya görmem” diye tekrarladı Şems. “Allah’la mutabakatımızın parçasıdır. Çocukken kâinatın kimi sırlarının bir bir önüme serildiğine şahitlik ettim. Bunu anneme babama anlattığımda hiç hoşlarına gitmedi, hayal gördüğümü söylediler. Sırrımı arkadaşlarıma açayım dedim, onlar da ‘ya hayalcinin ya yalancının tekisin’ dediler. Hocalarıma danıştım ama onların tepkisi de farklı olmadı. En nihayetinde anladım ki insanoğlu fevkalade bir hâl işitti mi ona ‘hayal ya da rüya’ der, geçer.”
“En sonunda Allah’tan bir daha rüya görmemeyi talep ettim. Böylece ne vakit bir alametle karşılaşsam ya da öteki âlemi keşfe çıksam, bunun bir rüya olmadığını kesinkes bilecektim. Allah razı geldi. Rüya melekesini benden çekip aldı. İşte bu yüzden asla rüya görmem.” (s.84-85)
ALLAH DİYOR Kİ:
Göklerin ve yerin gaybını sadece Allah bilir:
11Hud/123: Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur. Bütün işler O’na döndürülür. Öyle ise O’na kulluk et ve O’na tevekkül et. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.
11Hud/31: Ben size: «Allah’ın hazineleri benim yanımdadır» demiyorum, gaybı da bilmem. «Ben bir meleğim» de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, «Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir» diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum.»
5Maide/109: Allah, elçileri toplayacağı gün, şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir?” Onlar da: “Bizim bilgimiz yoktur; şüphesiz görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen’sin Sen.”
6. İNSANLARIN ÖZEL GÖRÜLMESİ, PUTLAŞTIRILMASI İSLAMİ DEĞİLDİR. PEYGAMBERLER SIK SIK KENDİLERİNİN DE BİZLER GİBİ BEŞER OLDUKLARI MESAJINI VERMİŞLERDİR. ONLAR İNSAN OLMAYI YETERLİ GÖRMÜŞLER, HADLERİNİ AŞIP KENDİLERİNİ İNSANÜSTÜ KONUMA SOKMAMIŞLARDIR. ONLAR ALLAH’A ÇAĞIRMIŞLARDIR, KENDİLERİNE DEĞİL… ONLAR ALLAH’I ÖVMÜŞLERİDİR, KENDİLERİNİ DEĞİL. ONLAR ALLAH’IN ÖVÜLMESİNİ İSTEMİŞLERDİR, KENDİLERİNİN DEĞİL…
“Deli bakışları yüzüme değince güneşe yüz sürmüşçesine ateş bastı içimi. O zaman anladım ki bu adamın ismi ile cismi birdi. Adını aldığı “güneş” gibi kuvvet ve hayat saçıyor, bir ateş topu gibi içten içe yanıyordu. Hakiki güneşti Şems.” (s.74)
“Şems’in Allah vergisi insanüstü yetenekleri vardı. Duvarların, kapıların ötesini görebiliyor, dilediğinde kendini görünmez yapabiliyordu.” (s.267)
ALLAH DİYOR Kİ:
1Fatiha/2: Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
41Fussilet/6: De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!”
7. ŞEMS TAHTA KAPININ ÖTESİNİ, DUVARLARIN ARKASINI GÖRÜYOR MU? İNSANLARIN RUHLARININ EN SAKLI HALLERİNİ, GİZLİ SIRLARINI MI GÖRÜYOR? İYİ DE BUNLARI GÖREN VE BİLEN ALLAH DEĞİL MİYDİ? O ZAMAN BİZ NEDEN ALLAH’TAN KORKUYORUZ, ŞEMSTEN KORKALIM. NİTEKİM KİTAPTA DA ÖYLE OLUYOR… AYRICA GÜYA ŞEMS ÖTEKİ ALEMİ KEŞFE ÇIKIYOR… PEYGAMBERLERİN BİLE YAPAMADIĞINI YAPIYOR YANİ.
“Bunu duyunca Şems tekrar kapıya baktı. Bakışlarını yine tâ kemiklerimde hissettim. Sanki duvarları delip geçiyor, sadece kapının ötesini değil, ruhumun en dipte ve en saklı hallerini inceliyor, benden bile gizli sırlarımı tanıyordu. Bir korku bürüdü içimi. Belki de kara büyü biliyordu. Kuran-ı Kerim’in sakınmamızı tembihlediği Babil’in iki meşhur meleği Harut ile Marut eğitmişti Tebrizli Şems’i. Ya da bir başka hüneri vardı da duvarların ötesini görebiliyordu. Her halükârda korkutuyordu beni.” (s.87)
“”Hayır öyle bir şey olmadı. Ne uyuyakaldım ne de kâbus gördüm” dedim. “Ben zaten hiç rüya görmem.” ‘Ya ne demeye çığlık çığlığaydın o zaman?” diye üsteledi hancı.
“Çünkü öteki âleme uzandım da geldim. Ben böyle ara sıra öte âleme keşfe çıkarım. Rüya başka keşif başka.”” (s.49)
ALLAH DİYOR Kİ:
35Fatır/38: Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. O, kalplerin içinde ne varsa onu da hakkıyla bilendir.
6En’am/50: De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”
8. O’NDA YA DA ALLAH’TA KALMAK NE DEMEK? HAŞA ALLAHLAŞMAK YA DA ALLAH GİBİ OLMAK MI DEMEK? YA DA “AYRI VE FARKLI MAHLUKLAR DEĞİLİZ, HEPİMİZ TEK’İZ” NE DEMEK? BU DÜŞÜNCELERİN PANTEİZMDEN FARKI NE? TÜM BUNLARIN İSLAM OLMADIĞI, İSLAM İLE TABAN TABANA ZIT OLDUĞU KESİN…
“Kim O’nu bulursa sonsuza dek O’nda kalır.” (s.86)
“Nasıl yani? Sanki beni dinlerler! Adamlar benden nefret ediyor. Az kalsın öldürüyorlardı görmedin mi?” “Dinlerler!” dedi Şems kararlılıkla. “Zira ‘onlar* diye ayrı bir varlık yok, tıpkı ‘ben’ diye bir şey olmadığı gibi. Aklından şunu çıkarma: Kâinatta ne varsa birbirine bağlı. İnsan, hayvan, nebat, cemad… Yüzlerce, binlerce farklı ve ayrı mahlûk değiliz. Hepimiz Tek’iz.” (s.176)
ALLAH DİYOR Kİ:
6En’am/101: O, gökleri ve yeri örnekleri yokken yaratandır. O’nun bir eşi olmadığı hâlde, nasıl bir çocuğu olabilir? Hâlbuki her şeyi O yarattı. O, her şeyi hakkıyla bilendir. (Göklerin ve yerin sonradan var olduğunu ve ayrı varlıklar olduğunu görüyoruz)
46Ahkaf/3: Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları hak ve hikmete uygun olarak ve belirli bir süre için yarattık. İnkâr edenler ise, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.
9. ŞEMS BİR ŞEHRE GİRMEDEN ÖNCE ORDAKİ ÖLÜ VEYA DİRİ TÜM VELİLERİ SELAMLIYORMUŞ, ONLARDAN DESTUR ALIYORMUŞ VE ONLAR DA ONA CEVAP VERİYORMUŞ. BUNLARDA NASIL BİR ÖZELLİK VAR Kİ HER AN BİRBİRLERİNİ GÖREBİLİYORLAR VE DUYABİLİYORLAR? ÖLÜLERE İŞTTİREBİLİYORLAR? AYRICA BİR ŞEHRE GİRDİĞİMİZ ZAMAN BİZİ KORUYUP GÖZETEN VELİLER MİDİR? ALLAH DEĞİL MİDİR? ŞEHRE GİRERKEN ALLAH’A DUA EDİLMESİ GEREKMEZ Mİ? HER YERDE BİZİMLE BİRLİKTE OLAN, BİZİ GÖREN VE GÖZETEN ALLAH DEĞİL MİDİR?
“Bir şehre varmadan önce hiç şaşmadan tekrarladığım kadim bir âdetim var: Şehrin kapılarından geçmezden evvel bir müddet durur ve oradaki tüm velileri selâmlarım içimden. İster ölü olsun ister diri, ister meşhur olsun ister meçhul, o şehirde yaşamış ya da yaşamakta olan tüm velilere bir selâm yollarım önden. Destur isterim onlardan. Bunca senedir hiçbir şehir, kasaba yahut köy yok ki velilerinden destur almadan ayak basmış olayım. Varacağım yerde ağırlıklı olarak Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler yahut Mecusîler ikamet etsin, hiç fark etmez. Her yerde muhakkak bir veli vardır ve onlar, dini, cemî ve cîsmanî farklılıklardan öteye geçmiştir. Veli dediğin tüm beşerin rehberidir.” (s.132-133)
ALLAH DİYOR Kİ:
57Hadid/4: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir.
17İsra/80: De ki: “Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana yardımcı bir kuvvet ver.”
35Fatır/22: Diri olanlarla ölüler de bir değildir. Gerçekten Allah, dilediğine işittirir; sen ise kabirlerde olanlara işittirecek değilsin.
20Taha/46: Allah, şöyle dedi: “Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İşitirim ve görürüm.”
10. BİRİNİN HIRKAMDA ALLAH VAR (HAŞA “BEN ALLAH’IM”) DEMESİ, ONU ALLAH RESULUYLE KIYASLANACAK BİR KONUMA MI GETİRİYOR? BU KESİNLİKLE İSLAM DEĞİL, O ZAMAN BU HANGİ DİN? ŞEMS SORUYOR: HZ. MUHAMMED Mİ DAHA İLERİDEDİR, SUFİ BAYEZİD-İ BİSTAMİ Mİ? MEVLANA, NASIL İKİSİNİ BİR TUTARSIN DİYOR AMA ŞEMS BU CEVABI BEĞENMİYOR. NEDEN? BİSTAMİ “HIRKAMDA ALLAH VAR” DEDİ DİYE… ARTIK GERİSİ YORUMSUZ…
“Derviş zınk diye durdu, arkasını döndü, ilk defa gülümsedi. “Şu ikisinden hangisi daha ileridedir sence: Hazreti Muhammed mi, Sufi Bayezid-i Bistâmî mi?” “Bu ne biçim soru böyle?” diye tersledim. “Son peygamber, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ile bir sufiyi bir mi tutarsın?”
Etrafımızda meraklı bir kalabalık toplanmıştı ama derviş izleyicileri umursamıyor gibiydi. İfadesini hiç bozmadan üsteledi: “Bir düşün: Peygamber Hazretleri şöyle buyurmamış mıydı? Yarabbi, Seni yüceltirim(tebcil ederim). Seni lâyıkıyla bilemedim’. Hâlbuki Bayezid-i Bistâmî ‘Ben kendimi yüceltirim(tebcil ederim), benim şanım yücedir. Zira hırkamda Allah var’ dedi. Madem biri Allah’a nazaran ufak hissederken kendini, diğeri Allah’ı içinde taşır, bu ikisinden hangisi daha ileridedir sence? ”
Birden nefes alamadım, yutkundum. İlk duyduğumda saçma sapan gelen bu soru birden başka bir anlam kazandı. Sanki bir örtü kalktı, altından ilginç bir bulmaca çıktı. Dervişin yüzünde kaçamak bir tebessüm belirip kayboldu. Artık karşımda dikilen adamın meczubun teki olmadığını biliyordum. Benden samimiyetle bir şey istiyordu. Daha evvel düşünmediğim bir soruyu düşünmemi. “Ne demek istediğini anladım” dedim. “Bu iki kelamı karşılaştırıp, her ne kadar Bistâmî’nin sözü daha iddialı görünse de, aslında Peygamber Efendimizin sözünün ondan daha ileride olduğunu açıklamaya çalışacağım.” “ (s.200)
ALLAH DİYOR Kİ:
2Bakara/258: Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti; o da: “Ben de öldürür ve diriltirim” demişti. İbrahim: “Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir” deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
11. ALLAH AŞKININ DERYA DENİZ OLMASI, ONDAN SU ALMAK NE DEMEK? İLAHİ AŞKTA YOK OLMAK NE DEMEK? BU LİTERATÜR HANGİ İSLAMİ KAYNAKTA, HANGİ VAHİY METNİNDE VARDIR? NEDEN KURAN’DA BİR YERDE BİLE BU TABİR GEÇMİYOR? ALLAH AŞKINDAN SU ALAN KİŞİ İLAHİ NİTELİKLERE Mİ SAHİP OLUYOR? BİSTAMİ HIRKAMDA ALLAH VAR DEDİĞİNE GÖRE ÖYLE OLUYOR…
“Kulak kesildim, seni dinliyorum” dedi derviş. “Allah aşkı derya deniz gibidir. Kendi meşrebince her insan ondan su alır. Fakat kimin ne kadar su alacağı kabının büyüklüğüne bağlıdır. Kiminin kabı fıçıdır, kiminin kova; kiminin kırbadır, kiminin matara.”Ben konuştukça dervişin yüzündeki ifade değişmeye başladı. Yavaş yavaş gözlerine kendi fikirlerinin yankısını başkasının sözlerinde duyan bir adamın yumuşak, dostane parıltısı geldi.
“Bistâmî’nin kabı Peygamber Efendimizinkine nazaran ufaktı. O bir avuç içti, kandı. O kadarla mesut ve sarhoş oldu. Ne güzel, kendinde ilahi varlıktan eser bulmuş. Ama o hâlde kalmak, yola devam etmemek demektir. O mertebede bile Allah ile nefs ayrı gayrıdır. Peygamber Efendimize gelince, Allah’ın sevgili kuludur, onun kabı kolay dolmaz. O yüzden Allah, Kuran’da şöyle buyurmuş: Açıp genişletmedik mi senin kalbini? Kalbi böyle genişleyince, yani kabı büyüyünce, doymak bilmez bir susuzluk hasıl olmuş içinde. Boşuna değil, ‘seni lâyıkıyla bilemedik’ deyişi. Hâlbuki kimse Allah’ı onun gibi bilemedi.” Derviş sakin, kendinden emin gülümsedi. Baş kırıp selâm verdi. Sonra minnet belirtir şekilde elini kalbine attı, bir süre öylece durdu. Gözlerini tekrar kaldırdığında, batan güneşin ölgün ışığında, yepyeni bir ilgiyle baktı bana. Karşımda hürmetle eğildi. Ben de onun önünde hürmetle eğildim. (s.201)
“Uzak olmayan bir şehirde bir allâme-i cihan yaşar. Kelâmda ustadır; takva ve ibadette kâmil, ilim ve marifette mahirdir. Binlercesi sever ve sayar onu. Sözlerine rağbet eden çok, hayranları gani gani ama İlahi Aşk’ta yok olmadığından, benlik zannından tam olarak kurtulamamıştır. Sizi ve beni kat kat aşan sebeplerden ötürü zaviyemizden birinin gidip kendisine can yoldaşı olmasında fayda vardır.” (s.101)
12. KİMYA, ÖLÜLERİ GÖRÜYOR VE ONLARLA KONUŞUYOR MU? ÖLÜLER ARAMIZDA GEZİP BİZLERİ İŞİTİYORLAR MI? ALLAH, ÖLÜLERE İŞTTİREMEZSİNİZ KABİLİYET ÖLÜLERLE KONUŞMAKLA MI OLUYOR? İNSAN ANCAK BÖYLE İNSANÜSTÜ ÖZELLİKLERE SAHİP OLDUĞUNDA MI KABİLİYETLİ SAYILIYOR? ASIL KABİLİYET; DÜRÜSTLÜK, ERDEM, ÇALIŞKANLIK, ÜRETKENLİK DEĞİL MİDİR?
“Doğruyu söylemek zorunda olduğumu anladım. “Rahmetli eşiniz burada, yanımda. Elimi tutuyor, beni konuşmaya teşvik ediyor. Koyu kahve badem gözleri, çillenmiş yüzü, uzun sarı bir elbisesi var…”
Genç kadın terliklerini işaret edince, onu da anlattım. “Terliklerinden bahsetmemi istiyor. Parlak turuncu ipekten yapma, üstünde ufacık al çiçekler işli. Çok güzeller.”
Mevlâna’nın gözleri doldu. “O terlikleri Gevhere Şam’dan almıştım. Pek severdi rahmetli…”
Bunları söyledikten sonra koca âlim sessizliğe büründü. Vakur, dalgın, mesafeli bir ifadesi vardı. Ama yeniden konuşmaya başladığında tavrı nazik ve dostaneydi, sesinde kederden eser yoktu.
“Şimdi anlıyorum neden herkesin kızınızı kabiliyetli bulduğunu” dedi Mevlâna babama. “Haydi, burada dikilmeyelim. Evime gidelim. Beraber yemek yer, Kimya’nın istikbalini konuşuruz. Eminim çok iyi bir talebe olacak; hem de pek çok oğlanı geride bırakacak.”
Yola koyulmadan evvel Mevlâna usulca sordu. “Bunları Gevher’e de iletir misin evladım?” “Gerek yok ki efendim. O sizi duydu bile” dedim. “Bana dedi ki şimdi gitmesi gerekiyormuş. Ama gittiği yerden daima muhabbetle sizi izliyormuş.”
ALLAH DİYOR Kİ:
30Rum/52: Şüphesiz, sen ölülere işittiremezsin. Dönüp gittikleri zaman çağrıyı sağırlara da işittiremezsin.
2Bakara/177: Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.
13. KIZ YA DA KADIN OLMAK OLUMSUZ BİR ÖZELLİK Mİ? ONLAR EVLENİP ÇOCUK DOĞURDUĞUNDA ÇALIŞMALARI, EDİNDİKLERİ BİLGİLER BOŞA MI GİDER? ALLAH ONLARI SORUMLU TUTMUYOR MU BAZI ŞEYLERDEN?
“Mevlâna’ya döndüm:
“Efendimiz sizin yanınızda yetişmek bana şeref verir. Zorluktan kaçmam, okumayı severim. Öğrenmeye açım. İyi bir öğrenci olacağıma sizi temin ederim.”
Mevlâna’nın gözleri parladı. “İşte bu çok güzel” dedi ama sonra içini çekti. Sanki aklına tatsız bir ayrıntı gelmişti. “Ama sen kızsın. Biz beraber durup dinlenmeden çalışsak, yollar kat etsek bile çok geçmeden evlenecek, çoluk çocuğa karışacaksın. Onca senelik tedrisat boşa gidecek.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Şevkim kırılmıştı.” (s.218)
ALLAH DİYOR Kİ:
9Tevbe/71: Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
14. ŞEMS GELECEĞİ Mİ GÖRÜYOR? ALLAH RESULU GELECEĞİ BİLEMEZKEN ŞEMS BİLİYOR MU?
“Ayakta dikilmiş sessiz sedasız onu izlerken öteki âleme çekiliverdim birden, keşfe çıktım. Mevlâna’nın bundan seneler sonraki hâlini gördüm. Daha yaşlı, daha zayıf, daha hüzünlü ama daha bir heybetli ve vakur oturacaktı gene aynı noktada, aynı bal sarısı ışığın altında. Koyu yeşil bir cüppe olacaktı omuzlarında; âlicenap bir nazarla bakacaktı etrafına ama kalbinde dinmeyen bir sızı olacaktı daima. Benim yokluğumu bir yara izi gibi üzerinde taşıyacaktı. O an iki şeyi anladım: Birincisi, Mevlâna bu evde yaşlanacak ve ömrünün son demlerini gene bu şehirde geçirecekti. Ve ikincisi, ben gittikten sonra yokluğumla açılan yara kapanmayacaktı. Gözlerim doldu.” (s.292)
ALLAH DİYOR Kİ:
72/25: De ki: “Sizin uyarıldığınız şey yakın mıdır, yoksa Rabbim ona uzun bir süre mi koyacaktır, bilemem.”
31/34: Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır. (Kaç kere şems nerede ve nasıl öleceğini görüyor. Hiç rüya görmediğini iddia ettiğine göre demek ki geleceği görüyor. Ancak Allah diyor ki hiç kimse nerede öleceğini bilemez.)
15. KATİL KENDİNİ AZRAİLE BENZETİYOR, “ALLAH İSMİNE ZEVAL GELMESİN DİYE KÖTÜ İŞLERİ AZRAİLE YAPTIRIYOR, BU ADALET MİDİR” DİYOR? BİR KATİLİN AĞZINDAN DA OLSA KATLİAMIN BÖYLE MEŞRULAŞTIRMASI VE BUNDA ALLAH’IN ADININ KULLANILMASI DOĞRU MUDUR?
“Benim gibilerine de lüzum var şu hayatta. Allahüteala bile mukaddes nizamını kurarken, can alma işinde Azrail’i kendine naip tayin etmemiş mi? Böylece insanlar her ne felaket gelirse başlarına Azrail’den bilmişler. Ecel meleğini lanetlemiş, ondan çekinmişler. Bu sayede O’nun ismine zeval gelmemiş. Diyebilirsiniz ki adil midir, reva mıdır Azrail’e? Ama zaten bu dünya pek de öyle adaletli bir yer sayılmaz, öyle değil mi?” (s.42)
ALLAH DİYOR Kİ:
17İsra/71: Her insan grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir ‘hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar’ bile haksızlığa uğratılmazlar.
23Mü’minun/62: Biz hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyiz. Katımızda hakkı söyleyen bir kitab vardır. Onlar zulme, haksızlığa uğratılmazlar.
6En’am/160: Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
16. ŞEMS FAL BAKIYOR; ALLAH, FAL ŞEYTAN İŞİ PİSLİKTİR DEMİYOR MU? GEÇMİŞ DE GELECEK DE GAYB DEĞİL MİDİR? ŞEMS GAYBI MI BİLİYOR? İNSANLARIN İÇLERİNİ Mİ OKUYOR? GAYBI BİLEN SADECE ALLAH DEĞİL MİDİR?
“Daha iyisini yapayım istersen” diye önerdim: “Gel, el falına bakayım.” Hancıya doğru yürüdüm, kor alevler saçan gözbebeklerinden ayırmadan gözlerimi. İstemsizce, güvensizce irkildiyse de, sağ elini elime alıp avucunu açtığımda bana karşı koymadı. Falcı, büyücü kısmı insanların ellerinden geleceği okuduğunu iddia eder. Ben ise sadece geçmişi okurum. İnsanın geçtiği, geçip de bir türlü geride bırakamadığı yolları…
… “Sevdiğin bir kişiyi kaybetmişsin” dedim. Bu sefer hancının sol avcunu elime aldım.
…”Bir değil, iki kişi kaybetmişsin” diye düzelttim. “Karın ilk çocuğunuza hamileymiş o zamanlar.”
…”Biliyorum ki teselli olmayacak ama söylemem gereken bir şey var” dedim yavaşça. “Karını öldüren ne yangındı, ne duman. Tavandaki tahta kalaslardan birisi üstüne düştü. Hemen o an, yani hiç acı çekmeden can verdi. Sense hep korkunç acılar çektiğini vehmetmiştin. Öyle olmadı.”
Hancı kaşlarını çattı, tahayyül edilemez bir yükün altında bel vermiş gibiydi. Elemle çatallanan bir sesle sordu: “Nerden bilirsin bunca şeyi? Büyücü müsün sen?”
Suali duymazdan geldim. “Karını münasip bir şekilde toprağa veremedin diye kendini suçlar durursun. Hâlâ kâbuslarında onun çukurdan sürünerek çıktığını görüyorsun. Ama zihnin sana oyunlar oynamakta. İşin aslı, hem eşin hem oğlun fevkalade bir haldeler. Birer ışık zerresi gibi hafif ve hür, ebediyeti gezmekteler.”” (s.53-54)
ALLAH DİYOR Kİ:
5/90: Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
6En’am/59: Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.
6En’am/50: De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”
17. “BENİMLEYSENİZ SİZ DE UMMANA DALIN, YOK DEĞİLSENİZ KÜMESİNİZDE KALIN” BİR BABAYLA BÖYLE Mİ KONUŞULUR? HZ. İBRAHİM BABASIYLA BÖYLE Mİ KONUŞMUŞTU? ONU AŞAĞILAMIŞ MIYDI? ANNE BABAYA İYİLİK EDİN, YUMUŞAK SÖZ SÖYLEYİN DEMİYOR MU ALLAH?
“Babacım bilesin, bu oğlun kardeşlerinden farklı bir yumurtadan çıktı. Dilersen beni tavuklar tarafından büyütülen bir ördek yavrusu say. Emin ol şu ömrümü kümeste geçirmeyeceğim. Sizin içine girmeye korktuğunuz suda ben can buluyorum. Zira sizin aksinize ben yüzebiliyorum. Benim meskenim ummanlar. Benimleyseniz, siz de ummana dalın. Yok değilseniz, karışmayın ve kümesinizde kalın.” (s.61)
ALLAH DİYOR Kİ:
17İsra/23: Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.
17İsra/28: Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti istemek için onlardan yüz çevirecek olursan, o zaman onlara yumuşak bir söz söyle. (Yüz çevirmen gerekse bile yumuşak söz söyle)
31/15: Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm. (Şems’i babası ortak koşmaya mı zorladı? Zorlasa bile ona itaat etmez belki ama yine de iyi geçinir.)
18. ALLAH “AKLINI KULLANMAYANLARA PİSLİK YAĞDIRIRIM” DİYOR, ONLARCA YERDE “AKLINIZI KULLANMAZ MISINIZ” DİYOR, ŞEMS HAK YOLUNDA İLERLEMENİN AKIL İŞİ OLMADIĞINI, AKLIN KILAVUZ EDİNİLMEMESİ GEREKTİĞİNİ SÖYLÜYOR! AKLI KÜÇÜMSÜYOR. AKIL TEMKİNLİDİR, DİYOR; KENDİNİ SAKINMAYI ÖĞÜTLER. AŞK İSE BIRAK KENDİNİ, KOY GİTSİN DER? KENDİNİ BIRAKMAK, ALLAH’IN SINIRLARINI VEYA HERHANGİ BİR SINIRI DİKKATE ALMADAN HAREKET ETMEK İYİ BİR ŞEY MİDİR?
“İkinci Kural: Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil’. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil! (s.64)
Beşinci Kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini” diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: “Bırak kendini, ko gitsin!” Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!”(s.95)
ALLAH DİYOR Kİ:
10Yunus/100: Allâh’ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allâh) pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine koyar.
8Enfal/22: Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir.
8Enfal/56: Bunlar, içlerinden antlaşma yaptığın kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar.
19. KONUŞMAMAK, DİLSİZ OLMAK MI İYİDİR? TABİİ, ŞEMS GİBİLERİ KİMSE SORGULAMAMALI, ONUN KARŞISINDA KİMSE AĞZINI AÇMAMALI.
Altıncı Kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur. (s.96)
ALLAH NE DİYOR:
2Bakara/18: Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler.
20. ŞEMS’E YOLDAŞ OLABİLMEK İÇİN ŞARAP ALIP İÇMEK Mİ GEREKİYOR? İNSAN İÇKİ DIŞINDA BAŞKA BİRŞEYLE İMTİHAN EDİLEMEZ Mİ? İÇKİ İÇMEYEN İNSANLAR ÇEVRELERİNDEN KORKTUKLARI İÇİN Mİ İÇMİYOR? GÜYA ŞEMS VE ÇEVRESİNDEKİ SUFİLERİN DIŞINDA KALAN BÜTÜN İNSANLAR İNSANLARDAN ÇEKİNDİKLERİ İÇİN İÇKİ İÇMİYORLAR…
“Kızıl Çömez, bana yoldaşlık etmeye gücün yeter mi peki?”
diye sordu aniden. Hevesle ve gayet çevik bir şekilde zıplayarak doğruldum.
“Elbette yeter! Gücüm özümden gelir.” “Peki o zaman. Mademki benim müridim olmak istersin, işte ilk vazifen: En yakın meyhaneye git, bir testi şarap al. Gel bu meydanda dik kafana, lıkır lıkır iç!”
“Tövbe Estağfurullah’ dedim. “Babam duysa bacaklarımı kırar valla. Ailem beni Baba Zaman’ın zaviyesine iyi bir Müslüman olmam için yolladı, kâfir olup yoldan çıkmam için değil. Sonra elalem hakkımda ne düşünür? Konu komşu ne der?””(s.119-120)
ALLAH DİYOR Kİ:
5Maide/90: Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.
5Maide/91: Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?
21. ŞERİAT, MARİFET, TARİKAT VE HAKİKAT ADI VERİLEN KAPILAR HANGİ İSLAMİ KAYNAKTA, HANGİ NASTA MEVCUTTUR? HAKİKAT KAPISINA VARAN GERÇEKTEN DE ŞERİATIN İLKELERİNE YANİ ALLAH’IN KOYDUĞU İLKELERE UYMAK ZORUNDA DEĞİL MİDİR? ÖRNEĞİN ŞEMS HAKİKAT KAPISINA VARDIYSA İÇKİ İÇEBİLİR, YALAN SÖYLEYEBİLİR, ADAM ÖLDÜREBİLİR, KADINLARA DOKUNABİLİR Mİ? NİTEKİM BUNLARDAN BAZILARINI YAPMIYOR MU? EVLENMEDEN ÖNCE KİMYA İLE MÜNASEBETLERİ YA DA MEVLANAYI GÜYA İMTİHAN EDERKEN KENDİSİNİN İÇKİ İÇMESİ BUNDAN MIDIR? HAKİKAT KAPISINA VARANI ALLAH BAĞLAMAZ MI? PEKİ KİM ANLAYABİLİR KİMİN HANGİ KAPIDA OLDUĞUNU? ŞU ANDA DÜNYADA KENDİNİ PEYGAMBER, MEHDİ, YA DA İSA SANANLAR OLDUĞU GİBİ KENDİNİ HAKİKAT KAPISINDA SANANLAR OLAMAZ MI? NE YAPSIN ONLAR, TÜM İSLAMİ İLKELERİ TERK Mİ ETSİNLER? BU DURUM KURALSIZLIĞI, SINIRSIZLIĞI GETİRMEZ Mİ? BU İNANÇ İSLAMDIŞI DEĞİL MİDİR?
“(Kitapta mutaassıp[yazara göre tarikatçı olmayan bağnaz kişi şunları söylüyor] ismi verilen biri konuşuyor) Bu tasavvuf ehli işi iyice abartıp, “Önümüz sıra dört kapı vardır; şeriat, marifet, tarikat ve hakikat basamak basamak çıkılır” diyorlar. Kimileri de ekliyor ardından; “Şeriat sadece bir menzildir.” Sorarım onlara, bu neyin menziliymiş? Bir de çekinmeden diyorlar ki, “Dördüncü kapıya varanı birinci kapının kuralları bağlamaz. Hakikat(tarikat) ehli, şeriatın(dinin) kaidelerine uymak zorunda değildir.” Hoppala! Yüce mertebeye ulaştıklarını zannediyorlar öyle mi? Sade suya tirit bahane! İçki içmek, raks etmek, musiki aleti çalmak, şiir yazmak, resim yapmak… Onlara göre dini vecibelerden daha önemli. Sürekli vazedip duruyorlar, “madem İslam’da rütbe yok, herkesin Allah’ı kendine göre bulmaya hakkı var” diyorlar. Kulağa zararsız, hatta masumane geliyor bu laflar ama halka tebliğ ettikleri laf salatasının altında, ben biliyorum ki, sinsi ve habis bir niyet var: “Dini mercilere kulak asmayın, onlara ne gerek var!” diyorlar.” (s.193)
BAŞLANGIÇTA MEVLANA’NIN GENÇ OĞLU ALAADDİN ÇELEBİ İLE EVLENECEK MEVLANA’NIN CARİYESİ VEYA HİZMETÇİSİ VEYA ÜVEY KIZI OLAN 15 YAŞINDAKİ KİMYA, İSTEMEDİĞİ HALDE DAHA SONRA 65 YAŞINDAKİ ŞEMS’LE EVLENDİRİLECEKTİR. KİMYA SIK SIK EVDEN KAÇACAK, ŞEMS VE MEVLANA ONU ARAYACAKLARDIR. ALAADDİN ÇELEBİ SIK SIK ŞEMS TARAFINDAN TEHDİT EDİLİNCE ŞEMS, DAHA SONRA MEVLANA’NIN OĞLU TARAFINDAN ÖLDÜRÜLECEKTİR. (Bu konuda Tarih araştırmacısı Prof. Mikail Bayram’ın “Tarihin Akışında Nasreddin Hoca ve Ahi Evran” s.56-59. Ayrıca Bkz. Ahmet Eflaki Menakibu’l-Arifin)
“Şems (ihtiyar adam) ve Kimya(genç kız) arasındaki münasebetler: (Şems’le ileride evlenecek olan Kimya: )
Şems hafifçe durakladı. Gayriihtiyarî ağzına takıldı gözüm. Dudakları pembe ve biçimliydi. Ağzı davetkâr bir saklıbahçeydi.” (s.246)
“Şems bu kadar yakınımdayken kalbim daha hızlı atıyordu. Tuhaf bir adamdı, sesinde müthiş bir ahenk vardı, elleri ince ve zarifti; bakışları güneşten fışkıran bir huzme misali değdiği yeri canlandırıyordu. Yanındayken hem gençliğimi hissediyor, hem anaç duygularla doluyordum. Onu korumak, kollamak istiyordum. Gerçi bunu nasıl yapacak, onu neden koruyacaktım, kestiremiyordum. Şems elini omzuma koydu, yüzü yüzüme öyle yakındı ki nefesinin ılıklığı tenimi okşuyordu. Bakışlarında şimdi yepyeni, rüyada gibi bir hâl vardı. Usulca dokundu yanağıma. Tenimdeki parmak uçları yanan bir kandil gibi sıcacıktı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Derken parmakları yüzümde aşağılara kaydı, alt dudağıma uzandı. Başım döndü, gözlerimi kapadım, heyecandan titriyordum. Ama Şems dudağıma değer değmez elini çekti… Ancak odama dönüp döşeğe sırtımı dayadığımda, gözlerimi tavana ‘dikip, acaba Şems beni öpseydi nasıl olurdu diye heyecan içinde düşünürken şafak attı.” (s.247)
“Şems gülümsedi. Bileğimi kavradı, elimi tuttu. Bıraktım vücudunun sıcaklığı vücuduma geçsin; esir etsin beni kendine, meftun etsin. Konuştuğunda sesi yumuşacıktı.” (s.277)
“Sert bir rüzgâr esti bizden yana. Kar taneleri havada rastgele savruldu. Şems bana doğru bir adım atarak sırtımdaki şalı düzeltti; omuzlarımı örttü. O kadar yakınımdaydı ki, kokusunu içime çektim. Sandal ağacı, misk-i amber ve yağmur sonrası toprak karışımıydı Şems’in kokusu. Karnımda, göğsümde bir kıpırdanma, bacaklarımın arasında bir dalgalanma hissettim. Bir erkeği arzulamak böyle bir şeydi demek. Hem utanç vericiydi hem de, tuhaf bir şekilde, utanacak bir şey yoktu bunda.” (s.276)
ŞEMS İÇKİ İÇİYOR:
“(Şems: ) Derken ikinci şişeyi aldım, aynı şekilde onu da toprağa döktüm. Gülün turuncu rengi bu kez daha bir canlandı, ısıl ışıl lâl oldu. Şişenin dibinde ancak birkaç yudum şarap kalmıştı.
Bunu kadehe boşalttım. Yarısını içtim, kalan yarıyı Rumi(Mevlana)’ye uzattım. Titreyen ellerle kadehi aldı; nezaketle, temkinle kabul etti sunulanı. Ömrü hayatında ağzına içki sürmemiş bu âlim şimdi benim için, bana ve dostluğumuza inandığı için kadehi kavrıyordu.
“Dinin şartlarına uymak önemlidir” dedi. “Ama insan kuralları özden, parçaları bütünden daha fazla önemsememeli. İçki içen insan içmeyenleri, içki içmeyense içenleri küçümsememeli. Bugün bana ikram ettiğin kadehi bu şuurla içiyorum ve tüm kalbimle inanıyorum ki aşk sarhoşluğunda ayıklık var.”
Rumi tam şarabı ağzına götürecekti ki kadehi elinden kaptığım gibi yere çaldım. Kızıl şarap bembeyaz kar üzerinde kan lekesi gibi saçıldı. “Sen içme” dedim. “Bu kadar yeter. Göreceğimi gördüm ben.” Artık bu imtihanı devam ettirmeye gerek yoktu.” (s.304)
ALLAH DİYOR Kİ:
17İsra/32: Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.
24Nur/30: Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.
5Maide/90: Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.
6En’am/50: De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (Allah Resulu bile kendisine gönderilen vahye uyuyor. Ben hakikat kapısındayım bunlardan muafım demiyor.)
2Bakara/85: …Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?…
22. MÜSLÜMANLAR İÇKİDEN UZAK DURURKEN BUNU İTİBAR KAYGISI İLE Mİ YAPIYORLAR? ÇEVRESİNDEKİLERDEN ÇEKİNDİKLERİ İÇİN Mİ İÇKİ İÇMİYORLAR? BU ONLARA BİR HAKARET DEĞİL MİDİR? EĞER BÖYLE OLSAYDI GİZLİ GİZLİ İÇMELERİ ÇOK MU ZOR OLURDU? PEKİ, İNSANLARIN BİZ İÇKİ İÇMİYORKEN BİZİ İÇKİ İÇEN SANMALARI NE DERECE DOĞRUDUR? İÇİMİZ FARKLIYKEN DIŞTAN KENDİMİZİ FARKLI MI GÖSTERMELİYİZ? O ZAMAN BU DÜRÜSTLÜK OLUR MU? BÖYLE BİR DURUMDA BİRBİRİMİZE NASIL GÜVENECEĞİZ?
“(Şems: )Pek iyi değilim aslında. Çok susadım, lâkin bu evde susuzluğumu giderecek hiçbir şey yok.”
(Mevlana Rumi: )”O zaman gidip bir Kerra’ya sorayım, canın ne çekiyorsa söyle, hazırlasınlar” dedi.
(Şems: )”Yok, istemem. Bana gereken şey mutfakta değil ki. Meyhanede! İçimden sarhoş olmak geliyor bu akşam.” Rumi’nin yüzünden bir endişe bulutu geçti. Kafası karışmış gibiydi.
(Şems: )“Testini mutfakta dolduracağına, meyhanede doldursana” dedim.
(Mevlana Rumi: )“Nasıl yani? Sana şarap mı alayım?” diye tereddütle tekrarladı koca âlim. ” (Şems: ) Aynen öyle. Sade bana değil. Gidip ikimize birden şarap alsan pek makbule geçer. İki şişe kâfi; biri sana, biri bana. Yalnız bir ricam olacak. Meyhaneye vardığında alelacele şişeleri kapıp buraya gelme. Birazcık oralarda oyalan. İnsanlarla sohbet et. Ben seni burada bekliyor olacağım. Aceleye mahal yok.
Mevlâna yarı isyan yarı kaygıyla baktı yüzüme. O an tâ Bağdat’ta yoldaşım olmak isteyen kızıl saçlı çömez geldi aklıma. Başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğüne kafa yormaktan fırsat bulup da tasavvuf deryasına dalamamıştı. Acaba benzer şekilde, itibar kaygısı Rumi’yi bu yolda ilerlemekten alıkoyacak mıydı?” (s.292)
23.MEVLANANIN KADINA BAKIŞI
KARISI KÜTÜPHANEDEKİ KİTAPLARI OKUMAK İSTEMESİNE RAĞMEN, MEVLANA KÜTÜPHANEYİ ONA YASAKLIYOR, KARISI İSTEMESİNE RAĞMEN BU KONULARDA ONUNLA KONUŞMUYOR…
KADINLAR FIKIH, FELSEFE, TARİH VE MANTIK GİBİ İLİMLERLE UĞRAŞMAMALI, BUNLARI KONUŞMAMALI. HATTA İLGİLENMEK VE BİLGİLENMEK İSTESELER DAHİ BUNLAR HAKKINDA KONUŞMAMALI, KİTAP OKUMAMALI…
(Mevlana’nın karısı Kerra: ) “Bugünlerde öyle keyifsiz, o kadar takatsizim ki. Mevlâna ile Şems gece gündüz kapanıp fısır fısır sohbet ettikçe, ben daha derin batıyorum sessizliğe. Keşke fıkıh, hadis, felsefe, tarih ve mantık gibi hususlarda bilgili olsaydım. Bazen öyle anlar oluyor ki kadın yaratıldığıma isyan edesim geliyor. Bu dünyaya kız olarak gelince durmadan çalışmayı öğretiyorlar: Yemek pişirmek, temizlik yapmak, kirli çamaşırları külle ovmak, dereden su taşımak, eski çorapları yamamak, yağı sütten ayırıp çökelek yapmak, hamur açmak… hepsini belliyorsun peş peşe. Kimi kadınlar bunların yanı sıra ya da yerine vücutlarını kullanarak erkeklerin aklını başından almayı öğreniyor. Ama işte hepsi bu. Öyle ya da böyle hep hizmet ediyorsun. Kimsenin kadınların ellerine kitap verdiği yok. Oysa Mevlâna’nın, bugün Şems’le konuştuğu gibi benimle de hararetli hararetli konuşmasını, bana da akıl danışmasını nasıl istiyorum. Evlendiğimizin ilk senesiydi. O zamanlar yalnız kaldığım her fırsatta kocamın kütüphanesine sokulmayı huy edinmiştim… “Bana çuvalla altın verseler, babamın kitaplarının bir sayfasına değişmem” der Mevlâna. “Bu paha biçilmez kitapların her biri bana ceddimden kalma. Babamdan devraldım onları, vakti gelince oğullarıma aktaracağım.” (YİNE ERKEKLERE YANİ… KADINLARIN İŞİNE YARAMAZ)
Maalesef, Mevlâna’nın kitaplarına ne kadar kıymet verdiğim uzun zaman önce acı bir şekilde öğrendim. Evliliğimizin ilk senesi dolmamıştı. Evde yalnızdım. Birden aklıma esti. Elime bir bez, bir kova alıp, kütüphaneye daldım. Kararlıydım. Kocamın kitaplarını bir bir temizleyecek, böylece ona hoş bir sürpriz yapacaktım. Tüm kitapları raflardan indirdim; bir kadife parçasını gül suyuna banarak her kitabın kapağını bir güzel sildim. Bu yörenin inanışına göre kitaplara dadanıp sayfalarını kemirmekten zevk alan haylaz bir cin varmış. İsmi Kebikeç! İşte bu cini defetmek için her kitabın başına muhakkak bir uyarı yazmak gerekirmiş. Ya Kebikeç! Bu kitaptan uzak dur! Sana göre değil bu sayfalar! Ben de her bir kitabı sildikçe bu yazıya bakıp gülümsüyordum. O öğleden sonra kütüphanedeki bütün kitapların tek tek tozunu aldım. Çalışırken bir yandan da İmam Gazali’nin ihya Ulum al-Din adlı kitabını karıştırıyor, anlamaya çalışıyordum. Okuma yazmam vardı ama kitapların dünyasını kavramak için salt okumayı bilmek yeter mi! İşte öyle kendi kendimle cebelleşerek ne kadar vakit geçti bilmem ama dalmış olmalıyım. Aniden soğuk bir ses duydum.
“Hatun, burada ne yapıyorsun?”
Arkamı döner dönmez Mevlâna’yla göz göze geldik. Ne zaman gelmişti eve? Ayak seslerini duymamıştım. “Hoş geldin bey” dedim ama ses etmedi. Öyle tuhaf bir ifade vardı ki yüzünde, bir an için kendi kocama değil, bir yabancıya baktığımı sandım. Sekiz yıllık evliliğimiz boyunca bir tek o zaman benimle böyle sert konuştu.
“Temizlik yapıyordum sadece” diye yanıtladım, cılız bir sesle. “Hoşuna gider sanmıştım.”
“Ama gitmedi” dedi Mevlâna. “Niyetinin iyi olduğuna şüphem yok fakat rica ediyorum kitaplarıma el sürme. Temizlenmeleri gerektiğinde onları ben temizlerim. Senden ricam bu odaya girmemen ve kimseyi de buraya sokmaman.”
O günden sonra kocamın kitaplarına bir daha el sürmedim. Evde kimse yokken bile kütüphaneye girmedim. Anladım ki kitapların kapısı bana kapalı. Meğer kocamın kitaplarından uzak durması gereken bir tek Kebikeç değilmiş, ben de varmışım. Bana göre değilmiş o sayfalar!
Ağrıma gitse de, nicedir kanıksamıştım bu durumu. Hatta unutmuştum bile. Tâ ki Şems-i Tebrizî evimize gelinceye kadar. O ve Mevlâna kırk gün boyunca kendilerini kütüphaneye kapattıklarında eski hatıralar hızla canlandı. Demek bana yasak olan odanın kapıları, Şems’e ardına kadar açıktı. Zoruma gitti. İçimde bîr yerde, derinimde, varlığını dahi bilmediğim bir yara kanamaya başladı. “(s.213-215)
24. DAİMİ NAMAZ NE DEMEK? KANITI NEDİR? CEHENNEM ATEŞİNİ SÖNDÜRMEK YA DA CENNETİ ATEŞE VERMEK KİMİN HADDİNE! BUNLARI ŞEMS Mİ YARATTI Kİ KENDİSİ YOK EDİYOR! ALLAH’IN YARATTIĞI VE GEREKLİ GÖRDÜĞÜ ŞEYLERİ ALLAH’A İNANAN BİRİ BOŞ VE YARARSIZ GÖREBİLİR Mİ?
“Şems aklımdan geçen sorulardan habersiz sözlerine devam etti: “Haram ve helalden bahsediyorsun. Öyle insanlar var ki sırf cehennem dehşeti yahut cennet rüşveti için iman ediyor. Etmesinler daha iyi! Kim kimi kandırıyor? Kıldıkları namazın bile hesabını tutuyorlar. Bizse daimi namazdayız. Sürekli huzurdayız. Zühdî ibadeti ne yapayım? Bana kalsa bir kova su alır cehennem ateşini söndürür, cenneti de ateşe veririm ki, sırf ve saf aşk kalsın. Gerisi boş!”” (s.277)
25. ŞERİAT DEĞİL, ALLAH DER Kİ SENİN Kİ SENİN BENİM Kİ BENİM. ANCAK SENİNKİNDEN YOKSULA, YETİME YARDIM ET.
“Şeriat der ki: “Seninki senin, benimki benim.” Tarikat der ki: “Seninki senin, benimki de senin.” Marifet der ki: “Ne benimki var ne seninki.” Hakikat der ki: “Ne sen varsın, ne ben.”” (s.231)
26. ŞEMS KENDİNE MÜSLÜMAN DEMİYOR. ZATEN BAHSETTİĞİ ŞEYLERİN İSLAMLA, İSLAMİ NASLARLA ALAKASI YOK. O ZAMAN HANGİ DİNDEN BAHSEDİYOR?
“Ben ne Hıristiyan’ım, ne Musevi, ne Farisi, ne de Müslüman; Ne Doğu’danım, ne de Batı’dan. İkiliği bir kenara koydum, İki âlemin bir olduğunu gördüm.” (s.231-232)
ALLAH DİYOR Kİ:
3Al-i İmran/19: Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır.
3Al-i İmran/64: De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz müslümanlarız.”
5Maide/3: Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim.
22Hac/78: Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde de. Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce, gerekse bunda size “Müslümanlar” adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!
EVLİ ÜÇ ÇOCUK ANNESİ BİR KADININ EŞİYLE İLİŞKİSİNİ KESMEDEN BAŞKA BİR ADAMLA EVLİLİKDIŞI YENİ BİR İLİŞKİ YAŞAMASI, AŞK OLARAK NİTELENDİRİLİYOR! KOCANIN KARISINI ALDATMASI KADININ BU DURUMUNU MEŞRULAŞTIRIR MI? ALLAH “ZİNAYA YAKLAŞMAYIN-17/32” DEMİYOR MU? AZİZ BİR SUFİ DEĞİL Mİ? SUFİLERİ ZİNAYA YAKLAŞMAK BAĞLAMAZ MI?
“Buraya sevişmeye gelmemişti. Ya ne demeye gelmişti? Yabancı bir erkeğin otel odasında ne arıyordu? Aziz ona dokunmaya kalkarsa nasıl karşılık verecekti? Şayet onunla beraber olursa bir daha kocasının, çocuklarının yüzüne nasıl bakardı? Gerçi David bunca sene başka kadınlarla kırıştırıp Ella’nın yüzüne bakmakta sıkıntı çekmemişti ya, o başka meseleydi.
Derken başka kaygılara zıpladı aklı. Ya Aziz onu beğenmezse? Vücudunu güzel bulmuyordu Ella. Hiçbir zaman kendi bedeninde rahat olmamıştı. Tekrar çocuklarına döndü düşünceleri. Acaba uyumuşlar mıydı, yoksa bu saatte televizyon başında mıydılar? Annelerinin şu anda nerede olduğunu bilseler, onu affederler miydi?” (Sf: 368)
ZİNA SIRASINDA DUA ETMEK DE NEDİR? BÖYLE OLUNCA EVLİ OLMADIĞIN BİR KADINA DOKUNMAK, ZİNA ETMEK MEŞRULAŞMIŞ MI OLUYOR? BU HANGİ DİNDİR?
“Aziz elleriyle Ella’nın bedeninde gittikçe genişleyen daireler çizmeye başladı. Aşağıdan yukarıya, ayak bileklerinden yüreğine doğru genişleyen çemberler… Parmak uçları sıcacıktı. Dokunduğu yere tuhaf bir enerji yayıyordu. Parmakları mum gibi yanan adam…
Bu zaman zarfında Aziz’in gözleri kapalı, dudakları kıpır kıpırdı. Mırıldandığı kelimeler Ella’ya esrarengiz bir lisan gibi geldi ilk başta. Ama sonra hayret içinde anladı ki aslında Aziz dua etmekteydi. Ne dediğini anlamasa da kendisi için dua ettiğini kavradı. Bir anda Ella’nın avuçları, dirsekleri, omuzları ve dahi tüm bedeni yoğun bir enerji bulutuyla karıncalanmaya başladı… Tuhaf bir şekilde içinde cinsellik hem var hem yoktu. Aziz’in parmakları karnından yukarıya kaydığında Ella göğüslerinin daha diri, daha dik olmamasına hayıflandı. Üç çocuk ve bunca sene sonra sarkmıştı göğüsleri. Ya da ona öyle geliyordu.
Ama endişesi geldiği gibi geçti. Gözlerini kapadı, hiçbir şeye tutunmadan kendini Aziz’in nefesine bıraktı. Bir deli ırmaktaydı şimdi, çağıl çağıl akıyordu. Suyun ucu bir şelaleye varacaktı belki ama gene de durmak istemiyordu. Ve o an anladı ki bu adamı sevebilirdi. Hem de öyle çok sevebilirdi ki…
Bu hisle kollarını Aziz’in boynuna doladı ve onu kendine doğru çekti. Onunla sevişmek istedi.” (Sf: 370-371)
“(Ella: )Sen Boston’a gelmeden önce bir akşam David’le dışarı çıktık ve uzun zamandır ilk defa rol yapmadan dürüstçe konuştuk. Bana seni sordu. Meğer gizli gizli yazışmalarımızı okumuş. Tabii böyle olmasına üzüldüm ama hakikati inkâr etmedim. Yani, ikimizin arasında olanları kastediyorum.”
“Kocama başka bir erkeği sevdiğimi söyledim.”
“Bu sana delice gelecek belki ama seninle Amsterdam’a gelmek istiyorum.” (Sf: 386)
EVLİ BİR KADININ BAŞKA BİR ADAMLA BİRLİKTE YAŞAMASI, ZİNA ETMESİ AŞK OLUYOR VE EZANA BENZETİLEBİLİYOR…
“Sabah ezanını hayatında ilk defa işiten birine duyduğu sesin neye benzediğini sorun. Muhtemelen şunu söyleyecektir: Gizemli, sıra dışı, neredeyse tılsımlı. Ama aynı zamanda doğaüstü, akıldışı, hatta ürpertici. Tıpkı aşk gibi! Gecenin karanlığında, Ella Rubinstein’ı uyandıran ses buydu. Hızla doğruldu… Bulunduğu yer, kocası ve üç çocuğuyla paylaştığı o geniş ve lüks ev değildi. Bunların hepsi başka bir zamana aitti. O kadar uzak bir zaman ki, değil kendi mazisi, bir peri masalı gibi geliyordu şimdi. …Konya’da, ilaç ve temizlik malzemesi kokan mütevazi bir hastanedeydi. Ve şu an nefes alış verişini işittiği, insan yirmi senelik kocası değil, geçen yaz güneşli bir öğleden sonra uğruna kocasını terk ettiği adamdı.” (Sf: 408)
http://www.facebook.com/home.php?#!/note.php?note_id=286095449301&id=1324327542&ref=mf
TARİKAT EHLİ İÇİN KURALLAR (İLAHİ BUYRUKLAR) ÖNEMLİ Mİ?
“Dördüncü kapıya varanı birinci kapının(dinin) kuralları bağlamaz. Hakikat(tarikat) ehli, şeriatın(dinin) kaidelerine uymak zorunda değildir.” Hoppala! Yüce mertebeye ulaştıklarını zannediyorlar öyle mi? Sade suya tirit bahane! İçki içmek, raks etmek, musiki aleti çalmak, şiir yazmak, resim yapmak… (s.193)
“Peki o zaman. Mademki benim müridim olmak istersin, işte ilk vazifen: En yakın meyhaneye git, bir testi şarap al. Gel bu meydanda dik kafana, lıkır lıkır iç!”…
Sonra elalem hakkımda ne düşünür? Konu komşu ne der? (DEMEK Kİ MEVLANA ELALEMDEN ÇEKİNDİĞİ İÇİN İÇKİ İÇMİYOR)”(s.119-120)
Bu benzersiz yarenlik sayesindedir ki (Mevlana) Rumi, önceleri hâkim çizgiye yakın duran bir din âlimiyken, alışageldik tüm kurallardan çıkmaya cüret ederek adanmış bir gönül ehli, aşkın ateşli savunucusu, semanın yaratıcısı ve tutkulu bir şair oldu.” (s.38)
“(Şems: ) Derken ikinci şişeyi aldım, aynı şekilde onu da toprağa döktüm. Gülün turuncu rengi bu kez daha bir canlandı, ısıl ışıl lâl oldu. Şişenin dibinde ancak birkaç yudum şarap kalmıştı.
Bunu kadehe boşalttım. Yarısını içtim, kalan yarıyı Rumi(Mevlana)’ye uzattım. Titreyen ellerle kadehi aldı; nezaketle, temkinle kabul etti sunulanı. Ömrü hayatında ağzına içki sürmemiş bu âlim şimdi benim için, bana ve dostluğumuza inandığı için kadehi kavrıyordu.
“Dinin şartlarına uymak önemlidir” dedi. “Ama insan kuralları özden, parçaları bütünden daha fazla önemsememeli. (s.304)
“Hatun, burada ne yapıyorsun?”
…Senden ricam bu odaya girmemen ve kimseyi de buraya sokmaman.”
O günden sonra kocamın kitaplarına bir daha el sürmedim. Evde kimse yokken bile kütüphaneye girmedim. Anladım ki kitapların kapısı bana kapalı. Meğer kocamın kitaplarından uzak durması gereken bir tek Kebikeç değilmiş, ben de varmışım. Bana göre değilmiş o sayfalar!
Ağrıma gitse de, nicedir kanıksamıştım bu durumu. Hatta unutmuştum bile. Tâ ki Şems-i Tebrizî evimize gelinceye kadar. O ve Mevlâna kırk gün boyunca kendilerini kütüphaneye kapattıklarında eski hatıralar hızla canlandı. Demek bana yasak olan odanın kapıları, Şems’e ardına kadar açıktı. Zoruma gitti. İçimde bîr yerde, derinimde, varlığını dahi bilmediğim bir yara kanamaya başladı. “(s.213-215)
(Şems: )”Yok, istemem. Bana gereken şey mutfakta değil ki. Meyhanede! İçimden sarhoş olmak geliyor bu akşam.” Rumi’nin yüzünden bir endişe bulutu geçti. Kafası karışmış gibiydi.
(Şems: )“Testini mutfakta dolduracağına, meyhanede doldursana” dedim.
(Mevlana Rumi: )“Nasıl yani? Sana şarap mı alayım?” diye tereddütle tekrarladı koca âlim. ” (Şems: ) Aynen öyle. Sade bana değil. Gidip ikimize birden şarap alsan pek makbule geçer. İki şişe kâfi; biri sana, biri bana. Yalnız bir ricam olacak. Meyhaneye vardığında alelacele şişeleri kapıp buraya gelme. Birazcık oralarda oyalan. İnsanlarla sohbet et. Ben seni burada bekliyor olacağım. Aceleye mahal yok…
Başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğüne kafa yormaktan fırsat bulup da tasavvuf deryasına dalamamıştı. Acaba benzer şekilde, itibar kaygısı Rumi’yi bu yolda ilerlemekten alıkoyacak mıydı? ” (s.292)
BAŞLANGIÇTA MEVLANA’NIN OĞLUYLA EVLENECEK OLAN KİMYA (GENÇ KIZ), 60’LI YAŞLARDAKİ ŞEMS’LE EVLENECEK, ŞEMS’İ DE DAHA SONRA MEVLANA’NIN OĞLU ÖLDÜRECEKTİR. (Bu konuda Tarih araştırmacısı Prof. Mikail Bayram’ın Mevlana konusundaki eserlerine ve röportajlarına bakılabilir.)
“Şems (ihtiyar adam) ve Kimya(genç kız) arasındaki münasebetler: (Şems’le ileride evlenecek olan Kimya: ) Şems hafifçe durakladı. Gayriihtiyarî ağzına takıldı gözüm. Dudakları pembe ve biçimliydi. Ağzı davetkâr bir saklıbahçeydi.” (s.246)
“Şems bu kadar yakınımdayken kalbim daha hızlı atıyordu. Tuhaf bir adamdı, sesinde müthiş bir ahenk vardı, elleri ince ve zarifti; bakışları güneşten fışkıran bir huzme misali değdiği yeri canlandırıyordu. Yanındayken hem gençliğimi hissediyor, hem anaç duygularla doluyordum. Onu korumak, kollamak istiyordum. Gerçi bunu nasıl yapacak, onu neden koruyacaktım, kestiremiyordum. Şems elini omzuma koydu, yüzü yüzüme öyle yakındı ki nefesinin ılıklığı tenimi okşuyordu. Bakışlarında şimdi yepyeni, rüyada gibi bir hâl vardı. Usulca dokundu yanağıma. Tenimdeki parmak uçları yanan bir kandil gibi sıcacıktı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Derken parmakları yüzümde aşağılara kaydı, alt dudağıma uzandı. Başım döndü, gözlerimi kapadım, heyecandan titriyordum. Ama Şems dudağıma değer değmez elini çekti… Ancak odama dönüp döşeğe sırtımı dayadığımda, gözlerimi tavana ‘dikip, acaba Şems beni öpseydi nasıl olurdu diye heyecan içinde düşünürken şafak attı.” (s.247)
“Şems gülümsedi. Bileğimi kavradı, elimi tuttu. Bıraktım vücudunun sıcaklığı vücuduma geçsin; esir etsin beni kendine, meftun etsin. Konuştuğunda sesi yumuşacıktı.” (s.277)
“Şems’in Allah vergisi insanüstü yetenekleri vardı. Duvarların, kapıların ötesini görebiliyor, dilediğinde kendini görünmez yapabiliyordu.” (s.267)
(Elif Şafak, Aşk, Doğan Kitapçılık)
DÜCANE CÜNDİOĞLU-KUR’AN ÇEVİRİLERİNİN DÜNYASI
Eleştiri, yapılan çalışmayı kazanmak ve topluma kazandırmak istiyorsanız YAPICI, yapılan çalışmayı silmek ve toplumdan koparmak istiyorsanız YIKICI ‘dır. Eleştiri, gelişim için önkoşuldur. Eleştirinin olmadığı bir toplumda, doğru düşünceden ve gelişimden söz edilemez. Ne var ki eleştiri yapmak, keyfi olarak sözcükleri savurmak ve halk dalkavukluğu yapmak değildir. Eleştiriyorsanız, demek ki yanlışları görüyorsunuzdur. Eğer eksiklikleri ve yanlışları görüyor, ama doğrusunu göremiyorsanız, söylenirsiniz, evet sadece söylenirsiniz. Eğer bu işin doğrusunu da görüyorsanız, artık söylenmez, söylersiniz ve yazarsınız. Dolayısıyla eleştiri yapmak, kolay bir iş değildir. Çünkü bir şeylere yanlış diyorsanız, biraz emeğe saygınız varsa, doğrusunu da getirmek durumundasınız. Aksi takdirde demagoji yapmış ve slogan atmış olursunuz. Demagojiler de, sloganlar da temelsizdirler. Bakınız Dücane ‘nin eleştirdikleri kitaplar mı daha çok okunuyor ve insanlar bu okuduklarını ciddiye alıyorlar, yoksa Dücane ‘nin eleştirileri mi? Çünkü o, bir şey getirmiyor, sadece bir şeyleri götürüyor. Akademik kariyeri olmasa da ne kadar büyük bir dahi olduğu safsatasını ve bunun getireceği geliri.
Emekler arasından en fazla saygıyı hak edeni, Kur’an çeviri işidir. Çünkü kişi, birtakım efendilerin veya pirlerin değil, Allah‘ın kitabını anlamak için uzun bir mesai harcamış ve sorumluluğu yüklenmiştir. En fazla nezaketle yaklaşılması gereken insanlar da, Kur’an çevirmenleridir. Değil midir ki geçmişte Kur’an‘la haşir neşir olmuş insanlardan söz edilirken, –ki onların da çok sayıda hatasını görebiliriz- onlar hakkında derin saygı ifadeleri kullanılmakta, adları ve sanları okunurken saygı sözcüklerini sıralamayanlara veya onlar hakkında en ufak bir eleştiri yapanlara, onlara hakaret etmişler gözüyle bakılmaktadır.
Bu kitapta, Fethullah Gülen gurubu diye bilinen topluluğunun içinde, Kur’an çevirisi yaparak, bu uğraşıyla onların arasında belki de en hayırlı işi yapan Suat Yıldırım acımasızca eleştirilmekte, unvanı alay konusu yapılmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Mehmet Nuri Yılmaz, türbeciliği eleştirdi diye aynı konuma sokulmaktadır. Ortada insan elinin değdiği bir şeyler varsa, onda eksiklikler olacaktır. Olmasaydı, gelişimin önüne geçilmiş olurdu. Oysa eleştirmenliğe soyunan Dücane Cündioğlu, bu ülkedeki hurafeci ve pagan öğretileri alkışlayan kitaplara karşı suskun kalmakta ve örtülü biçimde onları alkışlamaktadır. Kur’an dışındaki kitaplarda yanlışlıklar olabileceğini söyleyen, tarikat odaklı anlayışa karşı, mantıkçı veya mezhepçi anlayışı tercih eden insanlara karşı sözde eleştirmenimiz ateş püskürmektedir. Oysa Kur’an dışı kaynaklardaki yanlışlıklara ses çıkardığına tanık olamamaktayız. Allah‘ın kitabını anlamaya veya din görmeye çalışanlara karşı acımasızlık gösterirken, Allah‘ın kitabının dışındaki kitapları anlama veya din görme gayretindeki kimselere karşı hoşgörü, sağlıklı bir duruş mudur? Burada iyi niyet görmek olanaklı mıdır? Allah‘ın kitabını, bu ülkedeki çoğu insan, açıktır ki ancak Kur’an çevirileri yoluyla anlayıp kavrayabilir. Kur’an çevirileri hakkında kuşku yaymak, bunu yüksek sesle ve daha yüksek perdeden seslendirmek, sözüm ona başkalarına laf yetiştirirken kendini görememek, bir şeyleri yıkarken yerine daha güzelini getirememek, acaba hangi emellere hizmet etmektedir? Kendisi Elmalılı mealinin sadeleştirilmesini halka sunarken, acaba sunduğu çalışmadan kaç kişi yararlanabilmiştir? Kaç kişi, evinde veya bürosunda bu çalışmaya açıp bakmaktadır? Hem kendisininki ne kopyalamadır, ne tercümedir, ne derlemedir, ancak karizmasına artı bir puan eklemedir. Kitaplarına gelince, çok şey söyleyerek aslında hiçbir şey demeyenler vardır ya, ya onlardandır, ya da kendi cephesinde yer almayanlara karşı ateş püskürenlerdendir.
“KUR’AN ÇEVİRİLERİNİN DÜNYASI” adlı kitaptaki üslup, son derece alaycı ve küçümseyicidir. Okuyucuyu bilgilendirmeden ziyade teşhirci ve buna eğilimlidir. Eleştirdiğini düşündüğü yazıyı ha bire tırpanlarken çözüm getirmemekte, daha doğrusu getirememektedir. Yaklaşımları tipik bir megaloman örneğidir.
Kişiye odaklı görüşler ortaya koymaktadır; ama eleştiri konusunda başkalarının benzer hatalarını okuyucudan gizlemekte, bu konuda kör davranmakta veya görmezlikten gelmektedir. Dolayısıyla projeksiyonu hataların düzeltilmesine tutmak yerine, kişiyi hedef göstererek, kendi basitliğini sergileyerek hedef gösterdiği insanı aklı sıra parmağında oynatmaktadır.
Sünni anlayış içindeki tutucu kesiminin yandaşı olduğu için, muhatabında buna aykırı gördüğü her anlayışı dindışı ilan etmekte, okuyucuyu da bu konuda kışkırtmaktadır. Okuyucuya verdiği mesaj şudur: Pek kimse bir şey bilmemektedir. Aslında kendisi isterse, daha binlerce çok büyük yanlışı ortaya koyabilir. Bilmiyor ki okuyucu, şunu düşünmeden edemez: Çok biliyorsan, otur da kendin hazırla bir çeviri de görelim.
Yakaladığı her şeyi, hatta matbaa hatalarını bile eleştirdiği kişiye yükleyebilmektedir. Klasik kaynakları bilmemekten söz eder. Oysa çokbilmişlik yaptığı bu konuda, tam bir cehalet içindedir. Çünkü Dücane kimi eleştirmiş ve kimi kendisine destek görmüşse, bilinmeli ki destek aldığı kimseler, eleştirdiği kimselerden daha fazla zırvalamışlar ve daha fazla hurafenin içine gömülmüşlerdir. Klasik kaynaklar dediği kaynaklardan acaba % kaçında böylesi potlar kırılmamıştır? Çoğu klasik kaynak, kendisinin suçladığı abartılar ve safsatalarla daha fazla doludur.
Bazen bakarsınız anlamları ıskalayıp sözcüklere takılır, bazen bakarsınız sözcükleri ıskalayıp anlamlara takılır. Ne kadar fazla sözcük bildiğini anlatmaya ve muhatabının ne kadar cahil olduğunu kanıtlamaya kalkışırken bir ukala tavrı içindedir.
Kur’an çevirilerini eleştirirken, yaklaşık 300 sayfalık kitapta, 10 tane ayetin bile doğru dürüst çevirisini vermemiş, verememiştir. Dolayısıyla okuyucuyu bilgi anlamında besleyememiş, ancak kendisine tam sadık müritlerinin baltalarını bilemelerine ve öfkelerini daha keskinleşmesine çanak tutmuştur. Kitapları insanlara ışık olamadığından, doğru bir yol veya yöntem gösteremediğinden, onları, sağlıklı bir inanca da yönlendirememiştir.
Başkalarını doğa bilimlerinden uzaklıklarıyla suçlarken, sanki kendisi doğa bilimleri konusunda uzmanmış gibi bir hava estirerek, okuyucuyu sık sık yanıltma ve aldatma yoluna gitmiştir. Akademik kariyerden yoksun oluşu, kendisini kompleksli davranmaya iterek, muhatabının eksikliklerine yardımcı olma yerine, akademik kariyeri hafife almayı tercih etmiştir.
Kimdir Dücane Cündioğlu? Birçoğu gibi medyada, yazın dünyasında yer almak isteyen, bunun için hurafelerle iç içe olan, din konusunda mezhepçi entelektüellikten dahi yoksun bir tarikatçı-türbeci ve onların savunucusu, bu topluma sahip olduğu yapay ve sanal karizma dışında bir şey veremeyen biridir. (Kur’an Çevirilerinin Dünyası, Dücane Cündioğlu, Kaknüs Yayınları No.273)
posted in eleştiri | 0 Comments
ŞARTLI ŞEFAAT
Yargı Günü
-I-
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin küçümsenmelerini de öteki hayatta kurtarıcı kabul edilmelerini de istikametten sapma olarak niteler. Birine Hz. İsâ’nın peygamberliğini inkar edenleri, diğerine de onu şefaatçi ilan edenleri örnek verir. İnkarcı Yahudileşme zihniyetini konu edindiği kadar, peygamberleri yücelten ve onları kurtarıcı kabul eden Hıristiyanlaşma zihniyetini de en az onun kadar gündemine alır. Sadece şefaat köklü kelimelerin bulunduğu bölümlere bakanlar bile, şefaatin, Kur’ân’ın ana konularından birisi olduğunu görürler. Meseleye daha yakından bakanlarsa; başka birçok sözcükle de bu konuya temas edilmiş bulunduğunu kavramakta gecikmezler.
Ne var ki bu konu, üzerinde çok tartışmalar bulunan başka meselelerle de direkt alakalıdır. Bir açıdan büyük günahlarla, başka bir açıdan da imanın bölünme kabul edip etmeyeceğiyle ilişkilidir. İslam Tarihinde; bağımsız düşünen kimi ulema ile, merkezi otoriteye boyun eğmeyen bazı siyasi fırkaların, şefaatle ilgili fikirlerinin aynı kulvarda örtüşmüş olması da her hâlde bundandır. Bu nedenlerle konu, bazı ilim ve siyaset otoritelerinin yönlendirmesinden azade olamamıştır.
Şefaat, ikilemek, çift yapmaktır. Kim, kendisine bir iyilik ulaştırması için, makama yakın bildiği birisinden, makam sahibi nezdinde aracılık etmesini isterse, talep makamını ikilemiş olur. Aslında, başkasının hukukuna müdahale etmediği takdirde, aracı kılınanın, hayra vesile olabileceği düşünülebilir. Nitekim, bir çığır açan kimse, o işi yapan gibi görüleceğinden, Kur’ân-ı Kerim; iyi bir işe şefaat edenin o işten bir nasibi olacağını, kötü bir işe şefaat edenin de ondan bir pay alacağını söyler. (Nisâ 4/85)
Ancak, hemen kaydetmek gerekir ki bu kural, şimdiki hayat için geçerlidir. Öteki hayatta ise kazanmak; hayır ve şerre rehberlik etmek diye birşey yoktur. Aksine orada herkes, şimdiki hayatta kazandığının karşılığını bulacaktır. Dolayısıyla Kur’ân, öteki hayatta kişinin kendisine fayda veya zararı dokunacak olan hayra, ya da şerre delalet etme anlamında bir şefaati konu edinmemiştir.
Kur’ân’ın önemle üzerinde durduğu ise, günahkar birisinin, Yargı Günü’nde azabı gerektiren bir sonuçtan kurtulmak için, Allah katında, değerli birisini aracı edinmesidir. Zaten şefaat deyince de yaygın olarak bilinen; hadislerle ispat edilen ve az farklarla da olsa mezheplerin akaidinde yer almış bulunan şefaatin anlamı budur. Ne var ki Kur’ân, kişinin kurtuluşunu kendi ameline ve Allah’ın mağfiretine bağlar. İmanı bulunan kimsenin, sürekli salih amel yapmasını vurgular. Günahkarın cezalandırılmaktan kurtulması için, öncelikle ondan vaz geçmesini teklif eder. Hiç bir bölümde, müspet bir üslupla okuyucusunu şefaat beklemeye yönlendirmez. Bununla birlikte pek çok ayet, hiç kimsenin Yargı Günü’nde, hiçbir kayırmaya, hiç bir yardıma ve fidye karşılığında kurtulmaya bel bağlamamasını telkin eder. (Bakara 2/48) Yargı Günü’nde, günahkarın azaptan kurtulması için düşünülen şefaat formülünün de fayda vermeyeceğini söyler. (Bakara 2/123) Suçluların şefaatçi edindikleri kimseleri bırakıp hesaba yalnız başlarına çıkacaklarını, (En’âm 6/94) şefaatin de tamamının Allah’a ait olduğunu (Zümer 39/44) belirtir.
Kur’ân-ı Kerim, konunun önemini birçok kez, bizzat şefaat kelimesiyle vurguladığı gibi, farklı kelimelerle de gündeme getirir. Bir pasajında, çok nadir kullandığı bir üslupla, hem de dört defa Yargı Günü’ne dikkat çektikten sonra; “Kimse, kimse için bir şeye mâlik olamaz, emir o gün yalnız Allah’ındır” der. (İnfitâr 82/19) Bu son ayette, şefaat sözcüğü yerine, “mlk” kökü kullanılmıştır. Bu sözcük şefaatin talep edileceği makama işaret eder. Bu da, melikin işlerinde tek söz sahibi olması gerektiği çağrışımıyla, Yargı’da her türlü müdaheleyi nefyeder. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir: “Hayır, hayır, doğrusu siz Yargı’yı yalanlıyorsunuz. Halbuki, üzerinizde gözcüler var. Değerli yazıcılar. Her ne yaparsanız bilirler. İyiler nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. Yargı Günü ona yaslanırlar. Onlar ondan çıkacak da değiller. Yargı Günü’nün ne olduğunu sen bildin mi? Evet, bildin mi nedir o Yargı Günü? O Gün kimse kimse için bir şey’e mâlik olmaz, emir o gün Allahındır.”
Aslında sadece bu bölüm bile meselenin vuzuha kavuşması için yeterlidir. Kaldı ki Kur’ân, şefaati, nüzulünün hemen her döneminde gündemine almıştır. Fatiha Suresinde de konuya, aynı sözcükle değinilmiştir. Yargı Günü’nün mâlik ve melikinin Allah olduğu belirtilerek mesele, namazlarda okunan bu sureyle hayatın hemen her anına taşınmıştır:
“O Yargı Günü’nün mâliki Allah. Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inâyeti.”
Ancak, Yargı Günü’nde muhtemel görülen şefaate şartlı bir üslupla değinen bazı ayetler vardır ki genelde bunların şefaati olumladığı sanılır. Böyle düşünen çoğunluk, yukarıda işaret ettiğimiz ayetleri bu doğrultuda yorumlayarak; Allah’ın razı olduğu kimselere, yine O’nun izin vereceği kimselerin şefaat edeceğini söyler.
Kur’ân’ın bu husustaki yönlendirmesini anlamış görünen Muhammed Esed bile, çoğunluğa uyar. Kur’an’ın aslında şefaati reddettiğini kabul eden, peygamberlerin ve velîlerin şefaat edebilecekleri yolundaki inancı avâmi bulan Esed, öte yandan Allah’ın rızâsını kazanmış bulunan günahkarlar için Yargı Günü’nde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme izninin verileceğini kabul eder. Ona göre, peygamberlere verilen bu şefaat hakkının, tek anlamı, Allah’ın o günahkarları kendisinin bağışlamasının bir ifadesidir.
İşte bu bakışıyla Esed, yukarıda temas ettiğimiz şefaatin tamamını Allah’a tahsis eden ayeti, “Şefaat hakkını verme yetkisi yalnız Allah’a aittir” şeklinde yorumlar.
Doğrusu bu yorum, şartlı bir bakışın sonucudur. Sözün akışını da oldukça zorlamaktatır. Çünkü, söz konusu ayet, bir önceki ve bir sonrasıyla okunduğunda, böyle bir anlama hiç de müsait görülmemektedir. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir:
“Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Onlar bir şeye mâlik olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi? De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döneceksiniz. Böyle iken Allah tek olarak anıldığında ahirete inanmıyanların yürekleri burkulur, ondan berikiler de anıldığı vakıt derhal yüzleri güler.”
Bu bölümde ifade edildiği gibi, mülkün hepsi Allah’ındır. Mülkün sahibi O olduğu gibi, bütün şefaatin sahibi de O’dur. Çünkü, şefaat talep eden de şefaat edeceğini düşündüğü de bu mülktendir. Mülkünde O’na kendisi dışında bir ortak düşünülemeyeceği gibi, şefaatinde de bir ortak düşünülmemelidir. Peki, acaba O şefaatine; ahit, rıza ve izin gibi bazı şartlara bağlı olarak başkasını ortak eder mi? Sorunun cevabını, bu üç şartı konu edinen bölümlerde aramak gerekir. Biz bu yazımızda, şefaatle ilgili bütün ayetlerin değil de, meseleyi sadece şartlı üslupla konu edinen ayetlerin üzerinde düşünmek istiyoruz.
Şefaati şartlı bir üslupla konu edinen ayetlere topluca bakıldığında; hepsinde de genel olumsuzlamadan sonra bir istisna edatı bulunduğu görülmektedir. Bu durumdan ilk bakışta, kısmi bir olumluluk çıkarılabilir gibidir. Ancak, bu edat her zaman muhtevadan bir kısmını dışarıda bırakmak için değil, aksine kimi zaman sözü pekiştirmek için de kullanılmaktadır.
Mesela, “Sana okutacağız da unutmayacaksın” ayetinden sonra gelen “Ancak Allah’ın dilediği başka” (A’lâ 87/6-7) kısmı, bir miktar unutacaksın demek değil, aksine hiç unutmayacaksın demektir. Önceden geçen “unutmayacaksın” anlamını pekiştirmektedir.
Hz. Şuayb’ın Medyenlilere; “Dininize dönersek, Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz, Allah dilemiş başka” der. (A’râf 7/89) Buradan, Hz. Şuayb ve ona inananların kafir topluma dönmelerinin muhtemel olduğu değil, tam aksine kesinlikle onlara dönmeyecekleri anlaşılmalıdır. Kaldı ki özellikle Yargı Günü’ne vurgu yapan şartlı ayetlerde, daha özel bir durum vardır. Bu ayetlerde istisna edatı, “İlla men” şeklinde gelmiştir. Bu formun, benzer bir kullanımı, Gâşiye Suresi’ndedir. Hz. Peygambere seslenilen bir bölümde; “Sen bir hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin, ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa…” buyrulur. Bu istisnadan da, “Küfredenlere zor kullanmalısın” anlaşılamaz. “Kim, küfrederse onun durumu başka, ona yeni bir hüküm var” demektir. Zaten bu şartın cevabı, hemen sonraki ayette; “Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır” şeklinde açıklanmıştır.
Bu tür örnekleri artırmak mümkündür. Ama en anlamlısı herhâlde şu iki ayettir:
“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât, ancak kim Allah’a selim bir kalple varırsa…” (Şuarâ 26/88-9)
“Ey insanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; ancak bir kimse inanıp yararlı iş işleye…” (Sebe 34/37)
Bu ayetlerin mefhumu, “Ogün mal ve evlat hiçbir durumda fayda vermez” demektir. Önceki ayette, ogün, ancak Allah’a selîm bir kalple gelenin zenginliğinden başka hiçbir zenginliğin fayda vermeyeceği (Bkz. F. Râzî) ikinci ayette ise, insanı Allah’a yaklaştıracak şeyin mal ve çocuklar olmayıp kişinin kendi ameli olduğu belirtilmiştir.
Bu formdaki ayetlerin, meseleyi kesin olarak tavzih etmeyip de, bazı ihtimaller düşündürmesinin ve açıklamalara ihtiyaç bırakmasının sebebi ise bir üslup meselesidir. Bilinmelidir ki toplumsal alışkanlıklara ve avami inanç şartlanmışlıklarına karşı Kur’ân’ın metodu hep böyle derece derece anlatım (tedrîc) dır. Gün olmuş içkinin sadece zararlarını dile getirmiş, ama gün gelmiş içkiyi şeytan işi pisliklerden saymıştır.
Kur’ân’ın bölümleri ise, çelişkili değil, ikili (mesânî) ve birbirine benzer (müteşâbih) dir. (Zümer 39/23) Sözlerin ikili oluşu, tekrarlanmış anlamında değil, tafsil edilmiş anlamındadır. Bir konuşmada; “İşte böyle, böyle” denmesi, söylenenlerin tekrarlandığını değil, detaylandırıldığını gösterir. “Gözü iki kere çevir” ayetinde olduğu gibi, meseleyi defalarca ve çeşitli yönleriyle anlatmış demektir. Fatiha Suresi’nin “mesânî” oluşu da,
“Onu da bunu da” ihtiva etmesindendir. Yani Kur’ân’da bölümler birbiriyle desteklenmiştir. Bunlar; birbirini neshetmez. Salt tekrarlanmış da çelişkili de değildir. Muhkem olanlara zemin hazırlaması için söylenmiş müteşabih ve mesânî sözlerdir. Her biçiminde farklı faydalar olan açılımlardır. Bu tür ayetler, muhataplarını kalplerinin derinliklerinden yakalar. Onlara, önce değerlerin derece düzenini öğretir. Bu süreçte, eğrilikte ısrar etmek isteyenlerle, öğüt almak isteyenleri, birbirinden ayrıştırır. Sonra da öğüt alanları, nihai maksadı belirleyen muhkem sözlere taşır.
Bu durum, daha çok, insanın zaafı bulunan meselelerin değişim seyrinde görülür. Alışkanlık veren içki böyledir. Kur’ân, toplumsal değişim seyrini hep göz önünde bulundurmuş, bu metodu, inanç konularında da izlemiştir.
Mesela, müşriklerin ağaç ve taşlardan edindikleri putlar için, Kur’ân, başlangıçta nihai maksadı söylememiştir. İlklerden olan Kureyş Suresi’nde, Kâbe’den bahsederken, “Bu evin sahibine ibadet edin” demekle yetinmiş, ama içindeki putları hiç anmamıştır. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, “Putlarımızı kötülemeyen bu değini, bizim inancımızı onaylıyor” şeklinde düşünmüş olabilirler. Ama hakka geçmek isteyenler, bu üslupla putların kutsallığının tasdik edilmiş olduğu sonucunu çıkarmamışlar, aksine, içindeki putlar anılmadan Ev’e yapılan vurgudan, sözün nihai maksadını anlamışlardır.
Kur’ân, bu metoduyla, önce şartlanmışların kalplerinde küllenmiş bulunan hayırlı alanı tahrik etmeyi hedeflemiş, bunu da başarmıştır. Muhataplarını, 29. sırada inen Kureyş Suresi döneminden, putların birer pislik olduğunu ilan eden, nüzulde 110. sıradaki Mâide Suresi’ne taşımıştır. Mekke’nin fethi de, Kâbe’nin putlardan temizlenmesi de işte bu Rabbâni üslupla müyesser olmuştur.
Hıristiyanları muhatap alan bazı ayetlerde de durum aynıdır. Bunlarda, Mesih, Allah’tan bir ruh ve O’nun kelimesi olarak anılır. (Nisâ 4/171) Bu üslup başlangıçta onları pek de rahatsız etmemiş, hatta kalplerinde eğrilik olan Necranlılar, bu üsluba takılıp kalmışlardır. Oysa aynı Kur’ân, Adem oğullarının hepsinde Allah’ın ruhu olduğunu, bütün varlıkların O’nun kelimeleri olduğunu ifade etmiş, sonra da: “Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı sonra da ona “ol!” dedi, o hâlde olur” (Âl-i İmrân 3/59) diyerek Mesih’in diğer insanlardan, yaratılışının da diğer yaratılışlardan bir farkı bulunmadığını tavzih etmiştir.
Kur’ân’ın, şefaat hakkındaki şartlı üslubu da işte böyle sosyal bir zemine oturmaktadır. Görüldüğü gibi, Kur’ân, hiçbir yerde, müstakil olarak şefaati ispat için bir bahis açmamış, şefaat istemeye rehberlik etmemiş ve şefaat talebinde bulunacaklar için tek bir örnek form göstermemiştir. Bununla beraber şartlı ifadeleri; hep meleklere dişi isimler takan, onların Allah’ın kızları olduğuna inanan, bazı peygamberleri Allah’ın oğlu sayan, onların şefaatlerini dileyen, dinlerini temenni üzerine kuran müşriklerin kötülendiği bölümlerde sunmuştur. Şefaat için Allah’ın kiminle ahitleştiğini, kime izin vereceğini ve kimin sözünden razı olacağını belirtmemiş, üstelik şefaati Allah’ta başlatıp yine onda bitirmiştir.
Bunun yanında, avamın şefaatle karıştırdığı dua, tövbe ve istiğfar için, Kur’ân’nın üslubu hiç de böyle değildir. Duaya rehberlik etmiş, tövbeyi teşvik etmiş ve pek çok örnekler vermiştir. Sahabe de istiğfarda bulunmuş, tövbe etmiş ve dua yapmıştır. Ama hiçbir sahabi, ezan okunurken, baş parmağını tükrükleyip “Şefaat ya Rasulallah” diyerek kaşlarına sürmemiştir. İslam’ın bidayetinde, yemek duasında “Şefaat senden ya Rasulallah” dendiğini nakleden zayıf da olsa tek bir rivayet mevcut değildir.
Ne var ki ucuz kurtulma formüllerine karşı insanın hep zaafı olagelmiş, kendisine göre bir yol icat etmiştir. Kur’ân’ın şefaati konu edinmesinin sebebi de, işte bu beşeri zaaftır. Şefaat için ahit, izin ve rıza şartını ileri süren ayetleri, kontekstinden ayırarak, sunulan gerekçeleri göz önüne almadan ve bu konuda muhkem olanları da göz ardı ederek okumak, kayırma ve fidye gibi şeylerle kurtulmaya ve ucuza kapatmaya şartlanmış toplumların zaafıdır. Kur’ân ise, her meselede olduğu gibi, şefaatte de ilk ve son sözü Mabud’a tahsis eder. Yunus Suresi’nin 18. ayetinde buyurduğu gibi:
“Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyenlere tapıyorlar: Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar, de ki: siz göklerde ve yerde, Allah’a bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz?”
Allah’ın ilminde bulunmayan şey yok hükmündedir. O hâlde bir şefaatçi edinmenin gerekçesi de yoktur. Hiçbir şefaatçinin olmayacağını söylemenin en güzel yolu da herhâlde budur.
Bu ayetin metninde kapalı bulunan iki kelimeye de dikkat etmek gerekir. Birisi, kendisine tapılan şey anlamında kullanılan “mâ”, diğeri ise bunlar anlamındaki “hâulâi” dir. Bu kelimelerin ikisi de, hem eşya için, hem de âkıl varlıklar için kullanılır. Bu durumda Allah katında şefaatçi kılınanlar; hem melekler ve salih kimseler, hem de onlara ait şeyler; soy, hırka, sakal, mezar ve benzeridir.
İlahi bağışı tekelinde düşünen Yahudileşmenin kaynağı, nebevi soy ağacına atfedilen tanrısallık değil midir? Bu tanrısal akrabalık (!), zürriyeti bulunamayan peygamberden sonra dini kurumlara verilmemiş midir? İslam coğrafyasında, şefaat anlayışına daha çok meyledenlerin değişmez ölçüsü, nebevi soya (silsileye) itibar değil midir? Dini pratikleri daha az olan müslümanların, hiçbir nassa dayanmayan bazı mekanları ve eşyaları kutsallaştırmalarının, bazı kabirleri festival yerlerine çevirmelerinin sebebi, onlara tanrısallık atfetmeleri değil midir? Peki onlar, göklerde ve yerde Allah’a bilmediği bir şey mi haber verecekler? (Ahmet BAYDAR http://www.bilgihikmet.com
posted in ŞEFAAT | 0 Comments
Şefaat kavramının inanç sistemimizdeki yerine sağlıklı bir şekilde oturabilmesi için tevhidin ve şirkin ne olduğu yeterince kavranmalıdır. Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı tevhidden habersiz olan kimselerin sadece şefaat kavramını değil, tüm akidevi kavramları anlaması ve özümlemesi mümkün değildir. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar, Allah’ın sınırlarını ve insanların sınırlarını çok iyi bilmek zorundadırlar.
Tevhidi akidenin şekillenmesinde en önemli kavramlardan birisi de “şefaat” tır. Şefaat kavramına girmeden önce bazı açıklamalar yapmak daha yararlı olacaktır. Çünkü Kur’an’ın bu kavramı da kimi istismarcılar tarafından son derece ustaca kullanılmakta ve müslümanların temiz duyguları bazı çevrelerin yararına sömürülmektedir.
Şurası bir gerçek ki, her söz, istenildiği zaman farklı anlamlara çekilebilmekte ve zamanla anlamları aslından uzaklaşıp günün problemleriyle ilgili apayrı bir fonksiyonu üstlenebilmekiedir. Milyonlarca insana rehberlik eden ilahi bir kitap olarak Kur’an çok fazla dış tesirlere maruz kalmıştır. Bu nedenle, İsrarla her kavramın üzerine gidilmeli ve indiği dönemlerdeki anlamlarını yakalamaya çalışmalıyız. Günümüzden 1400 yıl öncesine ulaşmanın zorluğu hepimizce malumdur. Açıklamalarımızdaki eksikliklerin mazur görülmesini ve hatalarımızın düzeltilmesini her zaman okuyucularımızdan beklemekleyiz.
Şefaat kavramının inanç sistemimizdeki yerine sağlıklı bir şekilde oturabilmesi için tevhidin ve şirkin ne olduğu yeterince kavranmalıdır. Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı tevhidden habersiz olan kimselerin sadece şefaat kavramını değil, tüm akidevi kavramları anlaması ve özümlemesi mümkün değildir. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar, Allah’ın sınırlarını ve insanların sınırlarını çok iyi bilmek zorundadırlar. Beşerin özellikleri ve güçleri iyi bilindiği taktirde kimi insanları Allah’ın yetkilerine müdahale teşebbüsleri mü’minler nazarında hiçbir anlam ifade etmeyecektir. İmanına sahip çıkmayan mü’min her zaman şirke düşmeye hazırdır. Kur’an’ın müşrik olarak tanımladığı bir toplumun o dönemde yaşayıp, yok olduklarını düşünmek se büyük bir yanlıştır. Muhatap olarak kendisine insanı seçmiş olan Kur’an her zamandaki insana şirki anlatmakta ve bu tehlikeye Karşı uyarmaktadır. Şirk, inandığını söyleyen her insanın karşısına çıkabilecek olan bir tehlikedir.
Kur’an’da anlatılan müşrik toplumun inançlarına dikkat edecek olursak; Allah’ı inkar etmediklerini ve birçok temel islâmi inanca sahip olduklarını görürüz.
Andolsun onlara, “Kendilerini kim yaranı?” diye sorsan, elbette: “Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar? (43/87)
Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim boyun eğdirtti?” desen, “Allah” derler. O halde nasıl döndürülüyorsunuz? (29/61)
Onlara: “Kim gökten suyu indirip de ölmüş o/an yeri onunla diriltti?” diye sorsan “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a lâyıktır.” Fakat onların çoğu düşünmezler. (29/63)
De ki: “Size göklerd&n ve yerden kim rızık veriyor?” D&kİ: “Allah, o halde ya biz veya siz (ikimizden biri), doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindeyiz. (34/24)
Yukardaki ayetlerin sayısını çoğaltmak mümkündür. Yaratıcı olarak Allah’ı kabul eden insanlar; hüküm koyucu, yönetici, rızık verici, bağışlayıcı olarak da Allah’ı kabullenmek zorundadırlar. Allah, yaratmada nasıl tek başına söz sahibi ise diğer konularda da tek söz sahibidir. Şefaat konusunda da durum böyledir. Bu konuda bazı kimselerin “Biz de söz sahibiyiz,” demeleri ve kendilerine “Filan kimseler de söz sahibidir.” gibi atıflarda bulunulması onlara bu özelliği asla kazandırmaz. Çünkü, dua yalnız Allah’a yapılır ve yardım yalnız O’ndan istenir.
Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. iyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinerek “Biz bunlara, sırt bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” diyenler (e gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez (39/3).
Bu ayetler tevhidi anlayışın dua ve medet sınırlarına kesin ve net bir açıklama getirmektedir. Müslümanların namazlarında bu anlamdaki ayetleri okumasına rağmen, ayetlere ters düşen tavır ve inanış içinde bulunmaları onların tevhidi ne kadar bildiklerini ve ne kadar inandıklarını ortaya koymaktadır. Kaynağı bilinçsizlik olan bu anlayışın kimi insanlar tarafından istismar edilme’si bu kimseleri hiçbir zaman mazur göstermeyecektir. Hesap günü kendilerini sömürüp kullanan kimselerle birlikte hesaba çekileceklerdir.
Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: “Ne işte idiniz?” dediler. (Bunlar): “Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük.” diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: “Peki, Allah’ın arzı geniş değil miydi Ki, onda göç edeydiniz?” işte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş y eridir orası. (4/97)
İşte bu yüzden bizler şirk tehlikesine karşı bilgili ve tedbirli olmalıyız, çünkü;
“Allan, kendisine ortak koşu/masını bağışlamaz, bundan başkasını di/ediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir. ” (4/48)
Şefaat: Lügatta, araya girmek, aracılık etmek, iltimas etmek, yardım etmek, ricada bulunmak, destek olmak ve tavassut etmek gibi anlamlara gelir Kur’an’da da lügat anlamında kullanıldığı yerler vardır.
Kim güzel bir (işe) desteK olursa (şefaat ederse), onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir (işe) destek olursa (şefaat ederse), onun da o işten payı olur. Allah herşeyi gözetip karşılığını verir. (4/85)
Şefaat kelimesi cahiliyye döneminde de çok iyi bilinen ve kullanılan bir kelimeydi. Ancak, Araplar şefaati bugün olduğu gibi dini anlamda da kullanıyorlardı. Kendi pullarını Allah’a yaklaştıncı kabul ettikleri gibi, hesap günü de şefaat edeceğine, kendilerini azaptan kurtaracağına inanıyorlardı.
Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilen şeylere kulluk ediyorlar ve: “Bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır.” diyorlar. De ki,: “Allah’ın göklerde ve yerde bilmediği birşeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?” O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. (10/18)
İslâmi dönemde de aynı anlayış zamanla yeniden ortaya çıktı ve islam akidesinde önemli bir yer aldı. Müslümanlar şefaati, “Kıyamet günü bir kimsenin suçunun affedilmesi veya derecesinin yükseltilmesi için, hüküm sahibi nez-dinde sözü geçen birinin rica etmesi ve yalvarması.” olarak anlamaya başladılar.
İslâm alimlerinin “Allah’ın kulunu affetmesi gerektiğinde, bunun şefaat yoluyla olacağı” şeklindeki anlayışları zamanla Kur’an ayetlerinin de bu anlayışa göre şekillenmesine neden oldu.
Şimdi Kur’an’ın hesap gününü nasıl değerlendirdiğine bir bakalım; Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezasını çekmez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, bir taraftan yardım da görmezler. (2/123)
Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiçbir kimse, kimsenin cezasını çekmez; krmseden şefaat da kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. (2/48)
Kur’an çerçeveyi bu şekilde daraltmış ve o korkunç günde insanların yalnızlıklarını ifade etmiştir. Ayrıca, yukardaki ayetlerden kıyamet gününde insanların yardım görecekleri, şefaat görecekleri bir merci olmadığını da anlıyoruz. Zürner Sûresi 44. ayeti de bu anlayışı pekiştirmekte ve anlamı netleştirmektedir.
De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz. (39/44)
Yukarda verilen ayetlerle genel hatları çizilmiş olan “şefaat” olaylara ve inanış biçimlerine göre yine ayetlerle ve farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır Akaıd kitaplarının hemen hemen hepsinde “hesap gününde şefaatin olmayacağı” şeklindeki ayetlerin aslında kafirleri kastettiği, müslüman-ları kastetmediği ve müslümanlar için şefaatin mutlaka varolduğu anlatılmakta dır. Delil olarak ise “Allah’ın izin verdiği kimselerin şefaat edebileceği” şeklindeki ayetler (20/109, 34/23, 21/28, 2/255, 19/87, 53/26) verilmektedir. Bu ayetler tek tek okunduğunda, siyak ve sibakına bakılmadığında hepimize aynı anlayışı verebilir. Bir de ayet tercümelerinin dikkatli yapılması ve bir takım anlayışların etkisi altında kalınmaması gerekir. Yukarda numaraları verilen türden ayetleri yazımızın son bölümünde inceleyeceğiz. Şimdi az önce söz konusu edilen Şefaatin kafirler için olmayacağı iddiasına” dönelim, önce aşağıdaki ay etlere bir göz atalım:
Rab’leri (nin huzuru) na toplanacakların (a inanıp bu durum) dan korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O’ndan başka ne velileri ne de şefaatçileri yoktur. Belki korunurlar. (6/51)
Ey inananlar, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin, Kafirler, zalimlerin ta kendileridir. (2/254)
Bu ayetleri okuduktan sonra şefaatla ilgili ikazların müslümanlara yapılmadığını söyleyebilir miyiz? Allah şefaatçinin da, velinin de kendisi olduğunu apaçık ilan edip dururken bunun karşısında beşeri iddiaların ne önemi olabilir. Vahiyden uzak toplulukların kurtuluş olarak gördükleri çeşitli şefaat kapıları kaçamak bırakılmayacak şekilde kapatılmıştır. Burada mü’minlere düşen görev kendilerine hiçbir şekilde fayda ya da zarar veremeyecek olan ve kendileri gibi birer insan olan kimselere değil, Allah’a yalvarmaktır.
Kur’an bazı dönemlerde ise müşriklerin bu anlayışına kesin bir tavır takınmaksızın “Allah dilemedikçe kimse şefaat edemez.” şeklinde ayetler ile Kur’ani ifadenin temelini atmıştır.
Rabbiniz Allah’tır kî, gökleri ve yeri altı safhada yarattı, sonra arşa istiva etti (kuruldu). Buyruğunu icra eder. O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez, işte Rabbiniz Allah budur. O’na kulluk edin, düşünmüyor musunuz? (10/3)
Bu ayet, Allah’tan başkalarına şefaat atfeden kimselere meydan okumakta ve şefaatin onun izni olmadan asla gerçekleşmeyeceğini bu yüzden de gerçek şefaat sahibi Allah’a kulluk etmelerini istemekte ve ardından da bunun düşünülmesi gereken bir olay olduğunu hatırlatmak için “Düşünmüyor musunuz?” diye sormaktadır.
Şefaatin ancak “izinle” olabileceğini ifade eden böyle ayetler, “izin” söz konusu olduğuna göre şefaatin da söz konusu olduğu imajını bizlere vermektedir. Fakat, Kur’an bu şefaati da muallakta ve insanların müdahalesine açık bırakmamıştır. Önce aşağıdaki ayeti okuyalım:
“Rahman çocuk edindi.”dediler. O yüce (münezzeh)dir. Hayır (melekler) değerli kullardır. O’ndan önce söz söylemezler ve onlar O’nun emriyle hareket ederler. (Allah’ın) razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve onlar O’nun korkusundan titrerler. Ollardan her kim “Ben O’ndan başka bir ilahım.’ derse onu cehenemle cezalandırırız.” (21/26-29)
Müşrikler, melekleri Allah’ın çocukları sayıyorlar ve onlardan da şefaat bekliyorlardı. Yani melekleri de Allah’a eş koşuyorlardı, işte bu ayet önce meleklerin de kul olduklarını, Allah’tan önce konuşmalarının ve herhangi bir teklifte bulunmalarının da mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. “Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler,” kısmı ise bizlere meleklerin kendi başlarına şefaat edemeyeceğini ancak Allah’ın kendilerine emir verdiği taktirde, razı olduğu mü’min kullarına yardım (şefaat) edebileceklerini anlatmaktadır, Bu anlayış içinde aşağıdaki ayetlerin de yeniden tercüme edilmeleri ve Kur’an’ın kastettiği şekilde anlaşılmaları gerekmektedir.
Göklerde nice melek var ki ontartnşefaatı hiçbir işe yaramaz. Meğer, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin vermesinden sonra otsun. (53/26)
O gün Rahman’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasına şefaat fayda vermez. (20/109)
O’nun huzurunda O’nun izin verdiği kimselerden başkasına şefaat fayda vermez. (34/23)
Yukarıdaki ayetlerden Ranman’ın “izin vermesi”nin ‘meleklerin mü’minlere xyardım etmesine izin vermesi” anlamında olduğunu rahatlıkla anlayabilmekteyiz, Son olarak şunu söyleyebiliriz; Müslümanlar şefaati ancak Allah’tan beklemelidirler. Bizlere yardım edecek ve bağışlayacak olan da ancak O’dur. İşte bu yüzden namazlarımızda;
“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Hüseyin Avni, Kalem Dergisi http://www.kurannesli.net/forum/viewtopic.php?f=45&t=682 )
posted in ŞEFAAT | 0 Comments
ŞEFAAT KAVRAMI: MERYEM SURESİ
شفع – şef’ı kökünden türemiş olan شفاعة – şefâ’at sözcüğü’nün sözlük anlamı Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek’tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.
Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.
(Zümer; 44) De ki: “Tüm şefaat Allah’a aittir.”
(Secde; 4) Sizin için O’nun astlarından bir veli ve şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız?
(Yûnus; 3) O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.
(Enbiyâ; 26–28) Onlar “Rahmân çocuk edindi” dediler. Hâşâ, bundan münezzehtir O. Onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat [yardım] etmezler. Ve onlar O’nun haşyetinden titrerler.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat (yardım) edemezler, ancak şefaat (yardım) edilirler.
(Nisâ; 85) Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir.
“İyi ve güzele aracılık ve yardım etme” anlamındaki şefaat-ı hasene, iman edip Allah’ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. “Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek” anlamına gelen şefaat-ı seyyie ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur’ân, gerek şeffat-ı hasane’de ve gerekse şefaat-ı seyyie’de bulunanların dünyada ve âhirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.
*O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:
(Bakara; 48) Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı günden sakının.
(Bakara; 123) Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmayacağı günden sakının.
Görüldüğü gibi âhirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah’ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler.
(Zuhruf; 86) O’nun astlarından yakardıkları şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar biliyorlar da.
Yukarıdaki Kur’ân Âyetleri ışığında anlıyoruz ki, konumuz olan 26. Âyette geçen “meleklerin şefaati,” bu dünyaya yönelik şefaattir ve bu şefaat, müşriklerin şans tanrısı, bereket tanrısı, yağmur ve rahmet tanrısı, onların melek şefaatçisi, insanların Allah’a yaklaştırıcısı gibi inançları ile asla bağdaşmaz. Âyette sözü edilen şefaat, Yüce Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve haklarında yardım takdir ettiği kulları için doğadaki melekleri (güçleri) harekete geçirerek bu kullara yardım ettirmesidir. Bunun örneklerini bir kısmını “Melek kavramı” başlığı altında da verdiğimiz şu Âyetlerde görmek mümkündür:
Al-i-Imrân Sûresinin 123-126; Enfâl Sûresinin 9-12, 50; Tövbe Sûresinin 25, 26; Ahzab Sûresinin 9, 26; Şûrâ Sûresinin 5; Zümer Sûresinin 43, 44; Müddessir Sûresinin 48; Bakara Sûresinin 255; En’âm Sûresinin 51; Yûnus Sûresinin 3, 18; Secde Sûresinin 4; Sebe Sûresinin 23.Âyetleri.
Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur’ân’a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlaması, tabir yerinde ise “Allah nezdinde torpil yapması” anlamına gelen bu anlayış, Sen ateştekini kurtarabilir misin? diyen Zümer Sûresinin 19. Âyetine terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:
(Furgân; 30) Elçi de: “Rabbim, halkım Kur’ân’ı terk etti” der.
27. O âhirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar.
Mekkeli müşrikler hem kendilerini Allah’a yakınlaştırdığını sandıkları ilâhlarına Lât, Uzza, Menat örneğinde olduğu gibi dişil isimler koymuşlardı, hem de meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bu durum daha sonra Zuhruf Sûresinde vurgulanacaktır:
(Zuhruf; 19) Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışına tanık mı oldular?
Müşriklerin bir başka sapkınlıkları da, toptan inkâr etmeseler bile âhireti peygamberlerin bildirdiği muhteva içinde kabul etmeyişleri ve “haşr [dirilme, toplanma, karşılık görme] diye bir şey yoktur, olsa bile orada bizim şefaatçilerimiz var, onlar sorunlarımızı halledecek” demeleridir. Bu sapkınlıkları da Fussılet Sûresinde belirtilmektedir:
(Fussılet; 50) Ve eğer başına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç kuşkusuz “Bu benim hakkımdır. Ve Saat’ın geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem, O’nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır” der. Bu nedenle inkârcılara, yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara kesinlikle ağır bir cezadan tattıracağız.
28. Hâlbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna [sanıya] uyuyorlar. Zann ise “Hakk”tan hiçbir şey kazandırmaz.
Yüce Allah zann konusunda müminleri aşağıdaki şu ayetlerde de uyarmaktadır:
(En’âm; 148) De ki: “Yanınızda bize göstereceğiniz herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”
(Yûnus; 66) Onlar sadece zanna uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.
(Hucurat; 12) Ey inananlar! Zanndan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır.
(Yûnus; 36) Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Zann, “Hakk”tan [gerçekten yana] hiçbir şey kazandırmaz. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir.
Bu Âyetler ışığında diyebiliriz ki, “Allah, âhiret, melek” gibi ciddî konular zann ile neticeye bağlanamaz. Zann ile amel edilebilir ama iman edilemez.
Âyette geçen الحقّ – hakk sözcüğünün esas anlamı “uygunluk ve denklik” demektir. Aynı zamanda Allah’ın bir sıfatı olan hakk sözcüğü, esas anlamından hareket edilerek “bâtıl olmayan, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik, İslâm, mal.mülk, pay, vacip, sadık, yaraşır, kesin şey” anlamlarında da kullanılmıştır.
Bu ikincil anlamlar bir ana eksen etrafında toplanacak olursa, hakk kavramı şu şekilde tanımlanabilir: “Sabit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey“. Bu şey aynı zamanda “doğrudur, isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşendir“.
Anlam sahası geniş olan bu sesteş sözcük Kur’ân’da الحقّ – el-hakk olarak 227, حقّا – hakkan olarak 17, حقّه – hakkahu olarak da 3 defa olmak üzere toplam 247 kez yer almıştır.
Bu Âyette işaret edilen hakk, bize göre, “gerçek iman“dır. Zann ile iman edilemeyeceği için, insanlar Rabblerinden gelen hidayet ile “zann“dan “yakîn“e [hakka, kesin bilgiye] ulaşmalıdırlar. Rabbimizin hidayeti ise peygamberine indirdiği Kur’ân ve bizlere bahşettiği aklıselimden (sağduyudan) başka bir şey değildir. Fakat ne acıdır ki, bugün Müslümanların kabir azabı, mehdinin zuhuru, İsa’nın inişi, âhirete ait şefaat anlayışı gibi pek çok inancı hep zanna dayalıdır. Bu inançların maalesef Âyette belirtilen zanna dayalı inanışlardan hiçbir farkı yoktur.
29,30. Bizim Zikrimiz’den [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden, hemen yüz çevir. Onların ilimden ulaşacakları şey işte budur. Kuşkusuz, senin Rabbin, yolundan sapmış olanı başkalarından daha iyi bilendir, hidayet üzere olanı da başkalarından daha iyi bilendir.
Âyetteki Dünya hayatından başka bir şey arzu etmeyen ifadesi, onların “haşr“i [âhirette toplanmayı] inkâr ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar dünya hayatının ötesinde, kendileri için çalışıp çabalayacakları bir başka değer ve sonuç kabul etmemekte ve Müminûn Sûresinin 37. Âyetinde belirtildiği gibi Bu ancak bizim dünya hayatımızdır, demektedirler.
29. Âyette bu zihniyettekilerle fazla meşgul olunmaması istenmektedir. Âyetteki اعراض – i’râz sözcüğü, onlarla mücadele etmek, onları zorlamak anlamında değil, onlara fazla zaman harcamamak, geçici bir süre onları ihmal etmek anlamındadır.
30. Âyette ise, hidayet [Kur’ân] üzerinde olmayanların ilimde ulaşabilecekleri düzey küçümsenmekte ve Kur’ân’dan geri duranlar ile hidayet üzerinde olanların ayırt edilmesinin Allah’a bırakılması istenmektedir.
31,32. Göklerde ne var yerde ne varsa Allah’ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için.onlar ki, bazı küçük sürçmeler hariç, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınırlar. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, sizi topraktan oluşturduğu zaman hem de annelerinizin karnında ceninler halinde bulunduğunuz zaman en iyi bilen O’dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. İttika eden kimseyi O daha iyi bilir.
31. Âyette bahsedilen “güzel davranıp güzel düşünenlerin” özellikleri 32. Âyette açıklanmıştır. Bu açıklamanın iyi anlaşılabilmesi için Âyette geçen günah-ı kebâir, fevâhiş ve lemen kavramlarının açıklanması gerekir.
GÜNAH-İ KEBAİR “BÜYÜK GÜNAHLAR”:
Büyük günahların neler olduğu bazı rivayetlere dayanılarak yapılan içtihatlar doğrultusunda aşağıdaki gibi belirlenmiştir:
Yukarıdaki sıralamanın sonunda yer alan “şirk” bir günah değil, kâfirliğin ta kendisidir. Günah, imanlı insanların yaptıkları hatalardır. Bu nedenle “şirk“in günahlar arasında sayılması yanlıştır.
Bize göre “büyük günah“, Rabbimizin Kur’ân’da, önüne “büyük” sıfatı eklediği suçlardır. Bu suçlar tespitlerimize göre şunlardır:
(Bakara; 21). Sana Kutsal Ay’dan, bu ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda [o ayda] savaşmak büyüktür.” [büyük günahtır]
Haram aylar, Hacc yapılan ve Arap geleneğine göre savaşın yasak olduğu aylardır. Bu Âyeti “işaret, delâlet ve iktiza” anlamlarını dikkate alarak günümüze uyarlarsak “büyük günah“ın uluslararası eğitimin, öğretimin, bilim alış verişinin ve ticaretin yollarını güvensiz hâle getirmek ve engellemek olduğu söylenebilir.
(Nisâ; 2) Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.
Bu Âyetin günümüz şartlarındaki direktiflerinden birisi de “Kamu mallarının talan edilmemesi ve kamu geliri olan verginin kaçırılmamasıdır“. Çünkü bugün yetimin velisi ve hamisi kamudur.
(İsrâ; 31) Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi biz rızıklandırırız. [besleriz] Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
Bu Âyet, bugüne kadar, Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri ve erkek çocuklarını putlara kurban etmeleri şeklinde açıklanmıştır. Hâlbuki ne kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, ne de erkek çocuklarının putlara kurban edilmesi, Âyetin vurguladığı yoksulluk kaygısı ile yapılmış eylemler değildir. Bu Âyetin “yoksulluk kaygısı” vurgusu göz önüne alındığında, günümüz için işaret ettiği “büyük günah“, bize göre yoksulluk bahanesiyle geç dönemde yaptırılan kürtajlar ve yine yoksulluk bahanesiyle erkek veya kız çocukların eğitim ve öğretimden mahrum bırakılmaları suretiyle geleceklerinin karartılmasıdır.
(Saff; 2-3) Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü. [büyük bir suç, günah olarak belirlendi]
Bu Âyetteki direktifler, her ne kadar Âyetlerin iniş sebebi olarak gösterilen Uhud savaşında cepheden kaçanları muhatap alır gözükse de, tüm yalan taahhütte bulunanları, yapmayacağı halde “yapacağım” diyerek kendilerine inanan ve güvenen insanları kandıranları, sözlerini yerine getirmeyerek insanları hayal kırıklığına uğratanları muhatap almaktadır. Bu tipler, hatırlanacağı üzere Nâss Sûresinde Neffasati fi’l-ukad “sözleşmelerine tükürenler” olarak nitelenmişti.
FEVAHİŞ:
فواحش – fevâhiş, “çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken, sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamına gelen فحشاء. fahşa sözcüğünün çoğuludur.
Fuhş, fahşa ve fâhişe kelimeleri, Ragıb el- İsfehanî tarafından el-Müfredât’ ta “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlanmıştır. [23-2] Müfredât; Fahşa mad.
“Gerçeğe ve normal ölçülere uymayan her şey” demek olan “fahişe” sözcüğü, İbnu’l-Cinni’ye göre cehaletin bir çeşidi olup ilim sözcüğünün zıddıdır. [23-3] (İbn Menzur, Lisanu’l-Arab) Al-i-Imrân Sûresinin 135. Âyetinde “fena iş” olarak nitelenen fahişe sözcüğü Kur’ân’da on üç yerde, çoğulu olan fevahiş sözcüğü ise dört yerde geçmektedir. Fahşa sözcüğü Kur’ân’da “birden fazla aşırılık” için kullanılmıştır:
Nisa Sûresinin 19. Âyetinde zinâdan kinaye olarak kullanılmıştır. İmam Fahrûddin Râzi’ye göre ise bu Âyette geçen fahişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamına gelir [23-4] Râzi; Mefâtihu’l-Gayb.
Nisa Sûresinin 22. ve Bakara Sûresinin 169. Âyetlerinde “şeytânın emrettiği kötü davranış ve hayâsızlık” anlamında kullanılmıştır:
(Nisâ; 22) Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; ancak [cahiliye devrinde] geçen geçmiştir. Şüphesiz o bir hayâsızlıktır, [fahişedir] iğrenç bir iştir, yol olarak da ne kadar kötüdür!
Nisa Sûresinin 25. Âyetinde evlilikten sonra zinâ yapmak anlamında kullanılmıştır.
(Nisâ; 25) O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde fahişe işlerlerse [zinâ ederlerse] onlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.
A’râf Sûresinin 28. Âyetinde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmek ve şirk koşmak anlamında kullanılmıştır.
A’râf Sûresinin 80, 81. ve Ankebût Sûresinin 28. Âyetlerinde Lût Kavmi’nin yaptığı çirkin fiil [homoseksüellik] anlamında kullanılmıştır.
(A’râf; 80-81) Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı [fahişeyi]mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz/halksınız.
İsrâ Sûresinin 32. Âyetinde zinâ fiili fahişe olarak nitelenmiştir.
(İsrâ; 32) Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur.
Nûr Sûresinin 19. Âyetinde insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyat anlamında kullanılmıştır.
(Nûr; 19) Şüphesiz müminler arasında fuhşiyatın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve âhirette çok acıklı bir azap vardır.
Fahişe sözcüğünün çoğulu olan fevâhiş sözcüğü ise Kur’ân’da had cezasını [ağır cezayı] gerektiren haller için kullanılmıştır . ( En’âm Sûresinin 151; A’râf Sûresinin 33; Şûrâ Sûresinin 37; Necm Sûresinin 32. Âyetleri) . Müminler bu suçlardan uzak durmalı ve kendi aralarında bu ahlâksızlıkların yayılmasına fırsat vermemelidirler. Zira düşmanları bu konuda sinsice çalışmaktadırlar.
LEMEM:
Kur’ân’da sadece Necm Sûresinde ve bir kez geçen اللمم – lemem sözcüğü lemme fiilinden türemiştir. Lemme fiili “toplamak, biriktirmek, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak ve düzeltmek” anlamlarına gelir. Meselâ dağınık saçları düzeltmek lemme fiiliyle ifade edilir. Aynı kökten gelen الم . eleme sözcüğü de “az miktarda, hafif tesir ve bir şeyin yanında az bir zaman durma” demektir.
Dolayısıyla lemem sözcüğü, bir kişinin bir işi yapmamakla birlikte yapacak noktaya kadar gelmesini ve yaparsa da az bir şey yapmasını ifade eder.
Sözcüğün konumuzla ilgili olarak taşıdığı anlam, Allah’ın yasakladığını yapmaya yaklaşmak, günah işlere yakın olmak ama yapmamak veya yapıp hemen geri dönmektir. Bu sözcüğün kapsamına giren davranışlar; “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve özellikle de kişinin kendine yönelik işlediği kusurlardır. Rabbimiz bu tür kusurlardan başka kusur işlemeyenleri “güzel davranıp güzel düşünenler” olarak nitelemiş ve onlardan övgüyle bahsetmiştir.
32. Âyette ayrıca Rabbimizin bağışlamasının geniş olduğu vurgulanmaktadır. Dikkat çekici noktalardan biri de müminlere ve onların kusurlarına ilk kez bu Âyetler ile değinilmiş olmasıdır. Bu Âyetlerde öz olarak verilen mesajlar, ilerideki Sûrelerde daha da detaylandırılacaktır. Ancak biz burada sadece bir kaç Âyeti örnek vermekle yetiniyoruz:
(Zümer; 53) De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü aşan Kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.”
(Nisâ; 16–18) Sizlerden fuhuş yapanların [eşcinsel ilişkide bulunan erkeklerin] her ikisine eziyet edin. Eğer tövbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir. Allah’ın [kabulünü] üzerine aldığı tövbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm [hikmet] sahibidir. Tövbe, ne kötülükleri yapıp- edip de onlardan birine ölüm çatınca ‘Ben şimdi gerçekten tövbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil… Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır.
(Nisâ; 31) Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu- üstün’ bir makama sokarız.
(Nisâ; 48) Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun aşağısında olanları ise dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günah uydurmuş olur.
(Nisâ; 116) Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, [onlardan] dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.
(Al-i-Imrân; 133–136) Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete [kavuşmak için] yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır. Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlardan [insanlardaki haklarını] bağışlama ile [vaz]geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. Ve ‘çirkin bir hayâsızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar, yaptıkları [kötü şeylerde]bile bile ısrar etmeyenlerdir. Bunların karşılığı, Rabblerinden bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. [Böyle] yapıp- edenlerin karşılığı [ödülü] ne güzeldir.
Allah kullarına bazen uyarı mahiyetinde belâlar, fitneler verir:
(Secde; 20-21) Ve fâsıklara [yoldan çıkanlara] gelince, onların varacağı yer Ateş olacaktır. Her çıkmak istediklerinde oraya yeniden çevrilecekler ve onlara “yalanlayıp durduğunuz Ateş’in azabını tadın” denilecektir. Hiç kuşkusuz, onlara büyük cezanın astından en yakın cezadan tattıracağız; belki dönerler.
(Rûm; 41) İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat [kargaşa] çıktı. Belki dönerler.
(Tûr; 47) Evet, zalimlik edenlere bundan aşağı bir azap var; ama onların çoğu bilmez.
Bu konuya verilebilecek diğer üç örnek ise: A’râf Sûresinin 186; Ankebût Sûresinin 40 ve Zuhruf Sûresinin 48. Âyetleridir.
Sonuç olarak: Yukarıda verdiğimiz bilgiler ve Âyetler ışığı altında Rabbimizin “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve kişinin sadece kendisine zarar veren kusurlarını bağışlayacağı; ama “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olan ve kişinin büyüklük taslayarak Allah’a rağmen cüretle işlediği suçları affetmeyeceği söylenebilir.
33,34 Peki, o yüz çeviren, azıcık verip ve inatla sıkıca tutan kişiyi gördün mü?
Âyetin başındaki “peki” anlamına gelen ف – fe edatı, kendisine gidip dayanılacak bir cümlenin varlığını gerektirir. Bize göre, kendisine dayanılacak bu cümle 29. Âyettir. Çünkü söz konusu Âyette Bizim Zikrimizden [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden hemen yüz çevir, denilerek dikkat çekilen dünyaperest kişilik, 33.-34. Âyetlerde kast edilen kişiliğe somut bir örnek teşkil etmektedir.
Rivayetlere dayanan kaynaklar, 33 ve 34. Âyetlerde anlatılan kişilik profilinin kimliği belli birine ait olduğu görüşünde birleşmişler, ancak bu kişinin Velid b. Muğîre mi, yoksa peygamberimizin damadı lll. Halife Osman mı olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onun Velid B. Muğîre olduğunu iddia eden kaynaklara göre, katı ve taş yürekli Velit, Kur’ân mesajı karşısında yumuşamış ve az da olsa sosyal konular için malından harcamaya başlamıştır. Ancak neredeyse imana gelmek üzere iken çevresindeki arkadaşlarının “sakın atalarının dinini bırakma, korkma, sana bir şey olmaz, biz sana yardımcı oluruz, biz senin kefiliniz, orada senin günahlarını çekeriz” yolundaki sözleri onu tekrar acımasız Velit b. Muğîre hâline dönüştürmüştür.
Zemahşeri’nin Keşşaf’ ı gibi diğer bazı kaynaklarda ise bu kişinin Osman olduğu iddia edilmektedir. Bu görüşe göre; oldukça zengin olan ve malını sosyal konularda çokça harcayan Osman, bir gün üvey kardeşi Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh tarafından malının neredeyse tükeneceği şeklinde uyarılarak yardımlarında kısıntı ve eksiltme yapması yönünde sıkıştırılır. Osman, üvey kardeşinin bu uyarı ve tazyikine karşı çıkar ve günahları olduğunu, bu bağışlar nedeniyle Allah’ın kendisini bağışlayacağını umduğunu söyler. Bunun üzerine Ebi Serh, Osman’a “Eğer sen bana şu malla birlikte deveni de verirsen günahlarını üstlenirim” der. Söz konusu görüşün sahipleri, üvey kardeşinin bu sözü üzerine Osman’ın razı gelerek kardeşine istediklerini verdiğini ve bundan sonra sosyal yardımları kestiğini belirtirler.
Bu rivayetin doğru olup olmamasından daha önemli olan husus şudur: Peygamberimizin Kur’ân’da azarlanmasına razı olan ama sahabenin yanlış davranabileceğine asla tahammül göstermeyen bazı kimseler, bu olayı Osman’a yakıştıramamış ve “iftira” olarak nitelemişlerdir.
35. Gaybın bilgisi onun yanında mı da o da onu görüyor!
Bu Âyette “istifham-ı inkâr” sanatı yapılmıştır. Yani “Dünyaperest olan, günahını başkasına çektirmeyi düşünen, başkasının kendisine şefaat edeceğine inanan bir adam bu saçmalıklara nasıl inanıyor? Bunlara nasıl kanıyor? Yoksa âhirette olacaklar ile ilgili kimsenin bilmediği [bildirilmemiş] Allah’ın bir ilkesini mi biliyor? Hayır, öyle bir şey yok“.
36–54. Ya da, Mûsâ’nın ve çok vefalı İbrâhîm’in sayfalarındaki, “Gerçekten, hiçbir günahkârın, bir başka günahkârın günahını çekmeyeceğini, gerçekten, insan için çalışıp didindiğinden başka şeyin olmayacağını ve onun çalışıp didinmesinin yakında görüleceğini, sonra karşılığının kendisine hiç eksiksiz verileceğini, hiç kuşkusuz, son varışın yalnızca Rabbine olduğunu, hiç kuşkusuz, güldürenin de ağlatanın da O olduğunu, hiç kuşkusuz, öldürenin de diriltenin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, iki çifti; erkeği ve dişiyi kader olarak yazıldığı zaman bir nutfeden/spermden yaratanın O olduğunu, hiç kuşkusuz, o öteki yaratılışın da sadece O’na ait olduğunu, hiç kuşkusuz, zenginlik verenin de memnun edenin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, Şi’ra’nın Rabbinin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, daha önceden gelmiş olan Ad’ı ve Semûd’u, daha önce de Nûh kavmini helâk edip geriye bir şey bırakmadığını, – şüphesiz onlar, evet onlar en zalim, en azgın kimselerdi – altı üstüne gelmiş kentleri de yere O’nun geçirdiğini, orayı kaplayanın kaplayıverdiğini” haberlenmedi/öğrenmedi mi?
Hatırlanacak olursa, İbrâhîm ve Mûsâ’nın sahifelerinde ifadesi A’lâ Sûresinde de yer almış fakat orada bu sahifelerdeki mesajların ne olduğuna dair bir detay verilmemişti. Yukarıdaki Âyetlerde ise İbrâhîm ve Mûsâ peygamberlerin mesajlarında bulunanların neler olduğu açıklanmıştır. Bu açıklamalar bize göstermektedir ki, ilâhî mesajlar aynı ilkeleri içermekte olup İbrâhîm ve Mûsâ peygamberlere gelen hakikatler ile Kur’ân’daki hakikatler birbirinin aynısıdır. Kısacası, Hakk Dîn’in esasları birdir. Kur’ân’ın “Hiç kimse bir başkasının günah yükünü çekmez” ilkesi ile tahrife uğramış olmasına rağmen Kitab-ı Mukaddes’in aşağıdaki cümlesi arasındaki benzerlik, bu ilke birliğini gösteren bir örnektir:
Ne babalar çocuklarının günahından ötürü öldürülecek, ne de çocuklar babalarının. Herkes kendi günahı için öldürülecek. [23-5] Tesniye 24: 16.
36. Âyetin başındaki الم ينبّأ – emlem yünebbe ifadesi, önemli ve ciddî şeyler için kullanılan bir ifadedir. İfadenin içindeki نباء – nebe sözcüğü “faydası büyük haber” demektir. Böyle bir haberle “kesin bilgi” ve “zannı galip” oluşur. Nebe sözcüğü ile “mütevatir haber” ve “muhbir-i sâdık” ifade edilir. “Mütevatir haber“, yalan üzerine oy birliği yapamayacak kadar çok kişiden oluşan bir grup tarafından verilen haber demektir. “Muhbir-i sadık” ise kesin olarak doğru haber veren demektir ve bununla Allah’tan gelen haber kastedilir. Kişilerden gelen haberler bu sözcükle ifade edilmez.
Âyette Mûsâ peygamberin İbrâhîm peygamberden önce zikredilmesi, tarih olarak muhataplara daha yakın olması itibariyledir. A’lâ Sûresinde ise cümledeki söz akışına uyum gereği olarak İbrâhîm peygamber önce anılmıştır.
38. Âyetteki Hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez ifadesi bize sorumluluğun kişisel olduğunu göstermektedir. Bu Âyet ve aynı anlamdaki En’âm Sûresinin 164, İsrâ Sûresinin 15, Fâtır Sûresinin 18 ve Zümer Sûresinin 7. Âyetleri, kâfirlerin Ankebût Sûresinin 12. Âyetinde anlatılmış olan ahrete ait saçma inanışlarına verilmiş bir ret cevabı ve insanlar için ciddî bir uyarı mahiyetindedir.
(Ankebût; 12) Ve kâfirler müminlere “Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin hatalarınızı [günahlarınızı]biz yüklenelim” dediler. Oysa onların hatalarından, ne olursa olsun hiçbir şeyi onlar taşıyıcı değillerdir. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.
39.- 41. Âyetlerdeki Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine eksiksiz olarak verilecektir, ifadesi, özellikle çağımızın ekonomik sorunları için bir çözüm reçetesi içermektedir. Dikkat edilirse, bu reçete hem İbrahîm peygamber ve hem de Mûsâ peygamber döneminde verilmiş bir reçetedir. Yani tüm zamanlar için geçerli, evrensel bir reçetedir. Müslümanlar bu Âyetlerin ne ifade ettiğini en doğru şekilde anlamalı ve uygulamalıdırlar. Kapitalizmin arka plâna attığı ama Sosyalizm ve Komünizm olarak isimlendirilen sistemlerin bütün üst yapılarını dayandırdıkları “emek” bu reçetenin tek enstrümanıdır. Bize göre yapılması gereken, önce bu Âyetlerin ifade ettiği gerçekler doğrultusunda mevcut ekonomik sistemlerin yanılgı noktalarını tespit etmek, sonra da bu ilâhî ilkeye uygun zulümsüz, sömürüsüz, barış içinde bir dünya toplumu oluşturma çabası içine girmektir.
(Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=necm )
TAHA SURESİ
Taha, 109. Âyette Rabbimiz, kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç, ahirette şefaatin kimseye fayda sağlamayacağını bildirmiştir. Hatırlanacak olursa, bu Âyetin bir benzeri de Meryem Sûresi’nin 87. Âyetidir. Rabbimiz, orada da Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, kimsenin şefaate sahip olamayacağını farklı bir üslûpla bildirmiştir. “Şefaat” kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm Sûresi’nin tahlilinde verildiği için bu konuya daha fazla girmiyoruz. [45-33] (Tebyînü’l-Kur’ân; c:1, s:355. bkz.)
Ancak kuralın istisnaları ile ilgili olarak Rabbimizin bildirdikleri üzerinde bir cümle ile durmak istiyoruz:
Şefaatle ilgili olarak Meryem Sûresi’nin 87. Âyetindeki Rahmân’ın katında ahd almış olan kimse hariç şeklindeki istisna, yüzlerce Âyette bildirildiği gibi nasıl “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler” ise, bu Sûrenin 109. Âyetindeki izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şeklindeki istisna da yine yüzlerce Âyette bildirildiği gibi “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler’dir.” Yani Rabbimizin her iki Âyetteki istisna cümlelerinden anlaşılan odur ki, iman eden ve Sâlihatı işleyenler dışında hiç kimse şefaat beklentisinde olmamalıdır.
110–112. Allah, onların [yardım görmeyenlerin] önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri bilir. Onlar ise O’nu bilgice kuşatamazlar. Ve yüzler, [kişiler] Hayy [Diri] ve Kayyum [bütün yarattıklarını gözetip duran Allah] için baş eğmiştir. Bir zulüm taşıyan kimseler gerçekten zarara uğramıştır. Ve her kim mümin olarak Sâlihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.
110.-111. Âyetlerde, Rahmân’ın şefaate izin vermeyeceği kişiler [âhirette yardım görmeyecek olanlar] ile ilgili açıklamalar yer almaktadır. Yüce Allah bu kimselerin ne işlediklerini bildiği gibi, eserleri olarak arkalarından yapılanları da bilmektedir ve cezalandırmayı ona göre yapacaktır. O gün herkes çaresiz olarak baş eğecek, Allah’ın dininden uzak kalıp O’nun koyduğu ilkelere ters davrananlar ve bu ilkeleri yok sayanlar mutlaka cezalandırılacaklardır. Buna karşılık, iman edip Sâlihatı işleyenler ise haklarından mahrum bırakılacakları veya suçsuz oldukları hâlde cezalandırılacakları gibi bir korku ve şüpheye kapılmayacaklardır.
(Cinn/13) Ve biz o hidayet rehberini dinlediğimizde ona gerçekten iman ettik. Kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve kendisine kötülük edilmesinden korkmaz.
(Zilzal: 7–8) Her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek.
(Nahl: 95–97) Ve Allah’ın ahdini az bir bedel karşılığında satmayın. Eğer bilirseniz muhakkak ki Allah katındaki; o sizin için daha hayırlıdır. Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz. Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız. [ödüllendireceğiz] (Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=taha )
MERYEM SURESİ
Meryem, 86–87. Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.
Onlar, Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, şefaate sahip olamayacaklardır.
72. Âyette mahşer alanında [cehennemin dış kenarında] diz üstü perişan hâlde bekletildikleri belirtilen suçlulara daha sonra ne olduğu 86. Âyette bildirilmektedir: Onlar susamış hâlde cehenneme sürüleceklerdir. Ancak bu susamışlık suyu bol, güneşi mutedil herhangi bir yörede başa gelebilecek bir susama olarak değil, yakıcı bir güneş altında, Arabistan çöllerinde susuz kalmış bir insanın susamışlığı olarak algılanmalıdır. Üstelik bu susamış suçlular orada kimseden yardım da görmeyeceklerdir:
(Şu’arâ: 100–101)Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve yakın bir velî yoktur.
87. Âyetteki şefaate sahip olmak tabirine bakıldığında, buradaki şefaatin ya onların başkaları için yapacakları şefaat, ya da başkalarının onlar için yapacakları şefaat olabileceği gibi iki yönlü bir anlam çıkıyor gibi görünse de, Âyetteki istisna cümlesinden buradaki şefaatin başkalarının onlar için yapacakları şefaat olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla buradaki şefaate sahip olmayacaklar ifadesi, “kimse onlara yardım etmeyecek” demektir. Zaten cehennemdekilerin -kendileri yardıma muhtaçken- bir başkasına yardımda bulunmaları da anlamsızdır. Ancak Rabbimiz Âyette Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç diye bir istisna yaparak âhirette kimlerin yardım göreceğini açıklamıştır. Onlar, “Rahmân’ın katında ahd almış olanlar“, yani “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler’dir.” Bilindiği gibi, Rabbimiz iman eden ve Sâlihatı işleyenlere yardım edeceğini yüzlerce Âyette haber vermiştir.
Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm Sûresi’nin tahlilinde verilmiştir. [44–41] (Tebyinü’l-Kur’ân; c. 1, s. 421–424. bkz.)
88–95. Ve onlar “Rahmân, çocuk edindi” dediler. An olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın, bundan; Rahmân’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı. Hâlbuki Rahmân için çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahmân’a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun ki O [Rahmân] onların hepsini kuşatmıştır ve kendilerini bir bir saymıştır. Hepsi de kıyamet günü O’na [Rahmân’a] tek başlarına gelirler.
Bu Âyet grubunda müşriklerin tamamı muhatap alınmakla birlikte, Âyetlerin muhatabı özellikle Allah’a çocuk isnat eden müşriklerdir. Bu isnadın ne kadar çirkin olduğu, göklerin neredeyse çatlayacağı, yerin yarılacağı, dağların parçalanıp dağılacağı ifade edilmek suretiyle gösterilmiştir. Bu çirkin sözlerin sahiplerinin kimler olduğu yine Kur’ân tarafından açıklanmaktadır. Bunlar, “Üzeyr Allah’ın oğludur” diyen Yahudiler, “Îsâ Allah’ın oğludur” diyen Hıristiyanlar ve “Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyen Araplardır:
(Tövbe: 30) Ve Yahudiler “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar.
(Bakara: 116) Ve onlar “Allah, çocuk edindi” dediler. -O, arınıktır.- Aksine göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O’nundur. Hepsi O’nun için boyun bükenlerdir.
(Sâffât: 158) Ve onlar, O’nunla [Allah’la] cinnler arasında bir nesep [hısımlık bağı] kıldılar. Oysa Andolsun cinnler kendilerinin mutlaka hazır edilenler [mahşerde toplananlar] olduklarını bilirler.
93. Âyette, göklerde ve yerde bulunanların Allah’a sadece “kul” sıfatıyla geleceklerinin vurgulanması, Allah’ın dünyada seçip Elçilik payesi verdiği kişilerin de âhirette sadece “kul” sıfatını taşıyacaklarını göstermektedir.
94–95. Âyetler, Allah’ın herkesi kuşattığı, onlar hakkında her şeyi bildiği ve müminler hariç herkesin orada eşsiz dostsuz, çocuksuz, arkadaşsız olacağını bildirmektedir:
(Şu’arâ: 88–89) O gün ki, mal fayda vermez, oğullar da… Ancak Allah’a tertemiz bir kalple gelenler hariç.
Âyetlerde Rahmân adının tekrar edilmesi dikkat çekici bir husustur. Bu, Rabbimizin rahmeti gereği suçlulara tövbe kapısını açık tuttuğunu, hatalarından döndüklerinde onlara merhametiyle muamele edeceğini göstermektedir.
96. Şüphesiz şu iman eden ve Sâlihatı işleyenler; Rahmân onlar için sevgi kılacaktır. [var edecektir] (Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=meryem )
MAHKEME-İ KÜBRÂ’DA İLTİMAS OLUR MU? (1)
(ŞEFAAT)
Arapça Ş-F-A kökünden türemiştir.Üç anlamda kullanılmıştır.
1-Torpil ve iltimas anlamında cahiliyyeden günümüze kadar kullanılmıştır.Cahiliyye Arapları Allah’tan başka taptıkları ilahları Allah’a yaklaştırsınlar diye aracı(şefaatçı) kabul etmişlerdir.(Yunus/18)
2-Bir şeyi çift yapmak,ikilemek anlamında kullanılır.”Bilal ezan okurken her cümleyi ikilemekle emrolundu”(Buhari,Ezan,1/2)
3-Kelimenin bir başka türevi şüf’â sigasıdır.Satılmakta olan bir malı ortağın veya yakınların öncelikli alma hakkıdır.
Geçmişten günümüze bu kelimenin kullanılışı; torpil,bir sayıyı çiftlemek,ve ortaklık hakkı.Allah müşriklerin ilahlarını şefaatçi kabil etmelerini şirk olarak kabul edip reddediyor.Müşriklerin şefaat anlayışı aracıları iltimasçı konumuna getirmekle onları Allah’a ortak yapıyor affetme konusunda onlara şuf’â hakkı tanımak anlamını taşıyor.
ŞEFAAT KONUSUNDAKİ AYETLER
Şirkin şefaat şeklinde belirdiği bir toplumda indirilen Kur’an’ın bazı ayetleri çok açık bir şekilde reddeder.Bazı ayetler de toplumun şefaat anlayışını açıklama ve şefaatin imkansızlığını delillendirme sadedinde bilgiler içerir.
A-Şefaati açıkça ve bütünüyle reddeden ayetler:
-“Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez”74/48
-“…Allah’tan başka bir veli ve şefaatçiniz yoktur.Düşünüp öğüt almıyor musunuz?” 32/4
-“Kıyamet koptuğu gün,suçlular umutsuz kalıverirler.Koştukları ortaklarından da kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz ve onların ortaklarını inkar ederler.”30/12,13
-Kimsenin kimseye bir yararı dokunmayacağı,kimseden fidye alınmayacağı,kimseye şefaatın fayda vermeyeceği ve kimsenin yardım görmeyeceği günden korkun” 2/123
-Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler.De ki “Ya onlar hiçbir şeye malik değillerse ve akıl da etmiyorlarsa?”De ki” Şefaatin tümü Allah’ındır
Göklerin ve yerin mülkü O’nundur.Sonra O’na döndürüleceksiniz.”39/43,44
-Ey iman edenler! Hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun,ve hiçbir şefaatın olmadığı gün gelmeden evvel,size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Kafirler zalim kimselerdir.2/254
Burada dikkat edilmesi gereken şefaatin reddi kafirlere has olsaydı, neden ey iman edenler diye hitap edilecekti veya infakı emredecekti?Kafirlerin infak diye bir yükümlüğü yoktur.
“Sadece sana kulluk eder,sadece senden yardım dileriz” Fatiha/5 ayetin de geçen iki hükmün kulluk kısmını alıp yardım talep etme kısmını atacak mıyız?
B-Şefaat konusunda yoruma müsait ayetler:
-Allah dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe,göklerde bulunan nice melekler vardır ki onların şefaati bir işe yaramaz.53/26
-Rahmanın katında bir söz almış olandan başkası asla şefaatte bulunamaz.19/87
-O gün Rahmanın izin verdiği ve konuşmasına rıza gösterdiği kimseden başkasına şefaat fayda vermez 20/109
-..O’nun izni olmadan şefaat edecek yoktur.Rabbiniz Allah budur.O’na kulluk edin.Hala öğüt almayacak mısınız? 10/3
-O’nun katında,O’nun izin verdiklerinin dışında kimseye şefaat yarar sağlamaz.34/23
-Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir.Bunlar,Allah’ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaat edemezler.Halbuki onlar da Allah korkusundan titrerler.21/28
Bu ayetlerde de görüleceği gibi şefaat edecek kimseye de, şefaat edilecek kimseye de Allah’ın izin vermesi,onlardan razı olması,ahid vermesi,konuşmasına izin vermesi gibi istisnalardan söz ediliyor.
Buradan; “Biz size veya şefaatçilerinize izin verdik mi ki siz onlardan şefaat bekliyorsunuz? Veya biz size şefaat edebilecek birilerinin bulunduğuna dair ahid mi verdik,yada bizim razı olmadığımız insana kim şefaat edebilir? “gibi bir mesaj çıkmaz mı?
Bu bölümde son olarak hem şefaat edecek,hem de şefaat edilecek kimseye izin çıkması gerekiyorsa kime izin verildi? Böyle bir ahid kimler arasında gerçekleşti ve buna dair bir ayet var mıdır?
Zaten Allah razı olmuşsa şefaate ne gerek var? ../.. (1)
MAHKEME-İ KÜBRA’DA İLTİMAS OLUR MU? (2)
(ŞEFAAT)
ŞEFATLA KONUSUNDAKİ HADİSLER
Kur’an O elçinin Allah’ın ayetlerine muhalefet etmeyeceğini söylemesine rağmen (69/44-47) bazı hadislerin ayetlerle örtüşmediği görülmektedir.
A-Şefaate delil getirilen hadisler:
Meşhur hadis mecmualarının hemen hepsinde zikredilen çok uzun meşhur şefaat hadisi özetle;
-Kıyamet günü insanlar bütün peygamberleri dolaşırlar.Hz Adem’e(as) varırlar işlediği günah sebebiyle,Nuh (as) duası nedeniyle insanlığın helak olmasından dolayı, İbrahim (as) söylediği yalandan dolayı,Musa (as) adam öldürdüğünden dolayı,İsa (as) şefaat etmesinin mümkün olmadığını belirterek onları Hz.Muhammed (sav) ‘e gönderir.Peygamber Efendimiz (sav) de kalbinde zerre kadar hayır bulunanlar dahil herkesi cehennemden çıkarır.(Buhari,Enbiya3- Müslim,İman 327-Tirmizi,Kıyamet 10-Ahmed, Müsned 2/435-Darimi,Rikak 84-İbn-i Mace,Zühd 37)
Hz. Muhammed (sav) dışındaki peygamberlere isnat edilenlere haşa demek zorundayız.
Çünkü Adam (as) günahının affedildiğini Kur’an söylüyor(2/37) Günahın kıyamete kadar sürdüğüne inananlar ise Hıristiyanlardır.Tufan cezasını Allah takdir etmiş,cezanın geri çevrilmesi için müracaat etmemesi yönünde Nuh (as) uyarmıştır.(11/37,46-47) İbrahim (as) yalan söylememiş,bunlar Tevrat’a sokulmuş iftiralardır.Musa (as) adam öldürmesi peygamberliğinden öncedir,affedilmese peygamber olamazdı.(26/19-20)Hadise baktığımızda Hz.Peygamber’imizi(sav) yüceltmek için diğer peygamberlere hakaret edildiğini ve Allah’ın açık ayetlerini iptal etmek olduğu düşündürücü.
-“Cennette şefaat edeceklerin ilki benim,tabi olanları en çok olanda benim”
(Müslim,İman 330-332)
Cennete girdikten sonra şefaate gerek yoktur.Şayet Peygamberimiz (sav) ilk şefaat edecek olansa başka şefaat edeceklerde var demektir. Bu durumda diğer peygamberlerin şefaatını reddeden yukarda ki hadisle çelişki ortaya çıkmaz mı ?
Görüleceği gibi ayetlerle çelişen bu hadisler aşağıdaki hadislerle de çelişmektedir.
B-Şefaatın olmadığına dair hadisler:
-“Annemin kabrinde şefaat istedim de bundan men edildim”(Ahmed,Müsned 5/357)
-Ubade bin es-Samit’ten(ra)” Ölümü esnasında Rasul’ün (sav) huzuruna girip ağladığımda bana şöyle dedi;Dur bakalım niçin ağlıyorsun?Allah’a yemin olsun ki şehadetim mümkün olarsa şahitlik ederim,şefaat etmem mümkün olunsa sana şefaat ederim.Gücüm yeterse sana fayda veririm..Ubade (ra) daha sonra; Bu konuda Rasulullah’tan rivayet ettiğim hadisler arasında bundan daha hayırlısı yoktur.İnanın nefsim gamla doldu.”(Müslim,İman 47)
Hadiste şehadetle şefaatin birlikte zikredilmesi ilginçtir.Şehadet kısmı ayetlerle uyum arz ederken şefaat bölümü ters düşmektedir.
-Peygamber’imiz (sav)”Kızım Fatıma! Babam peygamber diye güvenme,sana faydam dokunmaz.”
Tüm bunlardan sonra Peygamber’imizin (sav) şefaat etmek için izin aldığını farz etsek bu durumda O’nun şefaat edeceği insanlar için Allah’ın izin vermesi ve razı olması gerekiyor.(20/109,34/23)Dolayısıyla O’nun şefaat etmesi garanti olsa bile şefaat edeceği insanların bir garantisi yok.Allah’ı razı etmek için çalışmak doğru ve kaçınılmaz olanı.
Allah Rasulu’nun (sav) Kur’an dışında Allah’tan bir vahiy alabileceği hesaba katılsa bile vahiy almamış Şehidin şefatı (Ebu Davud cihad,26),Osman Bin Affan’nın(ra)(Tirmizi Kıyamet,12),Sıdıkların (Ahmed 1/5)şefaatleri, Arapları aldatanın şefaatten mahrum kalması (Tirmizi ,Mehakip 69)…. O halde dileyen dilediğini yapsın.
Sonuç:
Kur’an ayetleri şefaati reddetmektedir.Hadislere gelince ne kendi çinde tenasüd var nede Kur’an ayetleriyle.Mü’minlerin yapması gereken “Ey (Allah’ın vahyi ile) tatmin olmuş kişi,Allah’ı razı etmiş ve karşılığında razı edilmiş olarak Rabbine dön.Allah’ın kullarına katil ki cennete gir.”(fecr 27-30) İnsanların yaptıkları amellerin insana şefaat edeceğini söyleyen hadislere sözümüz yok.(Ebu Davud Ramazan 10-1400, Ahmed 2/174)
Meleklerin,Peygamberlerin,insanların birbirine şahadeti ise Kur’an beyanlarına göre olması gereken bir durum.Bu şehadeti şefaate çevirmek ,tamamı Allah’a ait olan şefaat kavramını yanlış anlamaktan ibarettir.
Allah’ı,peygamberleri,melekleri,ashabı,şehidleri,sıdıkları ruhunda kutsal barındıran herkesi torpilci ve iltimasçı yapan bir zihniyetin oluşturacağı bir toplum iradesi kaybetmiş,önüne gelene kul olan ,yükümlüğü başkalarına havale eden sorumsuzlardan oluşacaktır.
Bir avuç gözü açıkta bu durumu istismar edip Allah’ın kullarını kendisine kul yapacaktır.Dünyayı torpil dünyasına çevirenler ahrette ki iltimasın olmayacağı o büyük mahkemede bütün şefaatin Hakimler Hakimi’ne (cc) ait olması sebebiyle hüsrana uğrayanların ta kendisi olacaktır.
Allah’ı razı etmek için çalışmak,şefaati ondan beklemek duasıyla.
(Kaynak:Fecre Doğru Sayı: 23 http://www.kurannesli.net/forum/viewtopic.php?f=45&t=682 )
posted in Anasayfa | 0 Comments
P | S | Ç | P | C | C | P |
---|---|---|---|---|---|---|
« Şub | ||||||
1 | ||||||
2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 |
9 | 10 | 11 | 12 | 13 | 14 | 15 |
16 | 17 | 18 | 19 | 20 | 21 | 22 |
23 | 24 | 25 | 26 | 27 | 28 | 29 |
30 | 31 |