SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
GAYBI İHBAR EDEN RİVAYETLER ÜZERİNE-Hikmet Zeyveli
Neden Gayb konusu? Çünkü; bu konunun yanlış anlaşılması veya istismar edilmesi, fikri seviyesi düşük toplumlarda kutsal ve manevî kişilerin çoğalmasına, çok sayıda put üretilmesine vesile kılınmaktadır.
Çünkü; kerametleri ya bizzat kendilerinden, ya da kör-kütük hayran seviyesiz taraftarlarından menkul, tasarruf ve kudret alanları Allah’ın tasarruf ve kudret alanıyla aynîleşen birçok ’beşerüstü-beşer’in türetilmesinde işbu ’gaybı bilme’, ’kalblerdekini bilme’ iddiası en önemli bir faktör olarak yeralmaktadır.
Çünkü; beşerin hakkını beşere, Allah’ın hakkını Allah’a has kılamayan; beşeriyetle ulûhiyetin sınırlarında girişimler oluşturan bir zihniyetin sahiplerinin tevhîdî bir inanca ulaşamayacakları kanaatini taşımaktayız.
İşte bu endişeyle, her dönemde önemini korumuş olan “Gayb’ı kim bilir?” konusunu, Kur’ân’dan ve Resûlullah’ın hayatından pasajlar ve yorumlar sunarak işlemiştik. (Kelime, sayı: 6). Ancak, varmış olduğumuz sonuçların herkes tarafından kolaylıkla kabul edilebileceğini ummuyorduk. Çünkü, birçokları gibi, biz de Kur’an-dışı gaybî ihbar niteliği taşıyan çok sayıda rivayetin varlığından -hem de yakînen- haberdar idik.
Ne var ki biz, birçoklarından belki biraz farklı olarak bu rivayetleri yakından tanımaya çalışmış bulunuyorduk. Bunun sonucunda, bunların birçoğunun, geliştirildiği tarihî ortam şartları ve değişik varyantları dikkate alınınca gaybî ihbar niteliğini yitirdiğini; geri kalanlarının ise başka kusur ve zaaflar taşıdığını gördük.
Bu sayıda, bu konuda varmış olduğumuz sonuçları okuyucuya ulaştırmak istiyoruz..
1. KUR’ÂN-DIŞI GAYBÎ İHBARLAR
Bize ulaşan hadis, sîret, tabakat, tefsir ve benzeri kitaplarda Resûlullah’a (s) izafe edilen çok sayıda ’gaybî ihbar’a rastlıyoruz. Bu gaybî ihbarların bir kısmı mazî ve hâl haberleri olmasına rağmen büyük çoğunluğu istikbâl (gelecek) haberleridir. Hz. Peygamber’in (s) şahsî ve peygamberi özellik ve üstünlüklerine tahsis edilen ’şemail’, ’hasâis’, ’delâil’ ve ’mu’cizât’ gibi özel bölüm ve işlemelerde O’nun gaybî ihbarlarına ve bu ihbarların gerçekleşmelerine dair geniş malûmata rastlıyoruz.
Ancak bu malzemenin büyük bir kısmı, daha geç dönemler¬de yazılmış eserlerde yeralmaktadır. Başka bir ifadeyle, bu eserler ne kadar eski ise o ölçüde az mübalağalı ve mu’cizevî haberler ihtiva etmektedir… Örneğin bir Ebu Nu’aym (430), bir Beyhaqî (458), bir Taberânî’nin (360) eserlerindeki mübalağalı ve mu’cizevî rivayetler, bir Buharî (256) veya bir Müslim’in (261) eserlerindekilerden çok fâzladır. Asr-ı Saadet müellifi Şiblî Nûmani de bu hususu tesbit ve ifade ettikten sonra şöyle demektedir: “…Bundan da anlaşılıyor ki tahkikat ne derece ta’mîq olunursa (derinleştirilirse) mübalağalı hadislerin adedi o kadar azalır.” (Asr-ı Saadet, Osmanlıca Basım, c. l s. 76).
Aynı sonuç, gaybî ihbar eden Kur’an-dışı rivayetler için de geçerlidir.
2. GAYBÎ İHBARLARIN ÇIKIŞ ÂMİLLERİ
Önce ’gaybı bilme’ inancının varolmasına sebep olan âmil ve zaafları kısaca tanıtmaya çalışacak, daha sonra da bunları örnekleyeceğiz.
Hz. Peygamber’in (s) gaybî bilmesi gerektiğine ve bilfiil bildiğine dair oluşan inancın temelindeki âmilleri şöyle tasnif edebiliriz:
a. Genel fikrî seviye düşüklüğü
Resûlullah’ın (s) hitap ettiği müşrik toplumun düşünce ve fikir seviyelerinin çok düşük olduğunu Kur’an bize haber vermektedir: Peygamber’in ’kendileri gibi’ beşer olduğuna akıl erdirememişler (11/27, 17/94, 54/34); ondan hep fevkalâde tasarruflar taleb etmişler (6/39,109-113; 10/20; 13/7, 27-29; 17/90-94; 29/49-52…) ya da kendisiyle beraber bir meleğin dolaşmasını istemişlerdir. (6/8, 11/12, 15/6-8).
Resûlullah’ın (s) çevresindeki cahil bedeviler ya da müna¬fıklar, bu geri zihniyete enteresan örnekler vermişlerdir:
Örnek-l: Müslüman ordusu Bedir’e giderken karşılaş¬tıkları bir bedevi, Hz. Peygamber’e soruyor: “Sen Allah’ın elçisi misin?” “Evet” cevabını alınca da, “O halde devemin karnındaki nedir?” diye Resûlullah’ı (s) imtihan ediyor. Fakat böyle bir sorunun Resûlullah’a (s) yöneltilmesinin abesliğini bilen bir sahabe (Seleme b. Selâme) hemen müdahale ediyor: “O soruyu Resûlullah’a (s) sorma. Bu tarafa gel, bana sor…” diyerek Hz. Peygamber’in bile kınayacağı galiz bir cevapla bedeviyi uzaklaştırıyor. (Vâqıdî: c.l, s. 460; İbn Hişam: c. 1-2, s. 613)
Örnek-2: Hz. Peygamber (s), Tebük seferinde devesini kaybetmiştir. Beşerî usul ve imkânlarla devesini aratan Resûlul¬lah’ın aleyhinde bir münafık şu sözleri sarfeder: “Kendisinin peygamber olduğunu ve gökten haberler aldığını söyleyen bir adam, kaybolan devesinin yerini bilmiyor, hayret! “(Vaqıdî: c. 3, s. 1010, İbn Hişam: c. 3-4, s.523, Taberî-Tarih: c. 3, s. 106).
Örnek-3: Mekke’nin fethinden sonra bir heyet gönde¬rerek Hz. Peygamber’e (s) bey’at edip müslüman olan Bahreyn’li Abdu’l-Qays kabilesi, Resûlullah’ın (s) vefat haberini aldıkların¬da “Eğer Muhammed peygamber olsaydı ölmezdi” diyerek irtidad etmişlerdi. (Taberî, Tarih: c. 3, s. 302)
Bütün bu zaaf sahiplerinin, Resûlullah’ın (s) vefatını taki¬ben vukubulan irtidat olaylarının bastırılmasından sonra tekrar müslüman üyeler olarak İslâm toplumunda yaşadıkları unutulmamalıdır.
b. Hz. Peygamber’e (s) karşı ölçüsüz sevgi
Peygamberlerini canlarından ve evlatlarından daha fazla gözetmeleri istendiği cihetle, O’nun için her türlü fedakârlığı ve sevgiyi besleyen müslümanlar arasında, Resûlullah’ın (s) beşerî vasıflarını unutmadan, ona gerekli ve yeterli makamı reva gören ifratsız-tefritsiz sahabeler yanında, bu alaka ve sevgilerinde ölçüyü kaçıran samimi insanlar da varolmuştur. O’nun terini, hacamat kanını, tükrüğünü, hatta idrarını diğer insanlarınkinden farklı ve özellikli gören; O’nu beşerin her türlü maddî ve tabiî ihtiyaçlarından münezzeh addeden samimî fakat yanlış kanaatler de oluşmuştur. Hz. Peygamber, farkına varabildiği bu kabil zaafları hep düzeltmeye çalışmış, bu meyanda kendisinin de -bu vasıfları ile- diğer herhangi bir insan¬dan farklı olmadığını daima vurgulamıştır.
Ne var ki, şirkin en galiz şeklinden henüz kurtulan bir toplumda, peygamberlerinin beşeri yönünü yine de farklı anlayacak, ona birçok ’hasâis’ (özellikler) atfetmeye meyledecek bir zihniyetin sahiplerine de rastlanacaktır.
c. Psikolojik Zaaflar
Bu tür zaaflar; Hz. Peygamber’den (s) sonra yarım yüzyıl kadar zaman zarfında vukubulan azîm olaylara tanık olmuş insanlarda meydana gelmiş ve daha çok istikbale dair gaybî ihbar niteliğindeki rivayetlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bu psikolojik zaafların tahlilini, Muhterem Mehmed S. Hatiboğlu’nun henüz yayınlanmamış Doçentlik tezinden aktarıyoruz:
“Hz. Peygamberin sağlığında temelleri atılmış bir İslâm nizâmı vardır. Hak, hukuk, sulh-sükûn getirmiş, insanları en yüksek duygularla birbirine bağlamış, muhitini geliştirmek yolunda büyük adımlar atmış bir nizam.
“Bu nizâmın gönüllüleri, şahsi dâvalarından önce İslâmı yaymayı, İslâmı her yerde gerçekleştirmeyi ideal edinmişlerdi. Ama tabiatları icabı bu insanlar da zamana, mekâna, imkâna göre şekilleneceklerdi ve öyle oldu. Bazılarına cemiyet hayatında yön veren temayüller artık değişmiş bulunuyordu. Dünyayı değişik camlar ardından görmeye başlayan müslümanlar da vardı artık.
“Tarihi bir gerçektir ki, İslâm Ümmetinde, Peygamberin vefatından hemen sonra başlayan çeşitli cereyanlar, seneler geçtikçe fiiliyata geçmeye başlamış, zamanın ve hâdiselerin tesiriyle, homurdanmalardan çatışmalara, kavgalardan boğaz¬laşmalara kadar gidilmiş, sulh ve selâmet, ilâhî adalet temelleri üzerine kurulu İslâm Devleti, fitne ve kardeş kavgalarından baş edemez hale gelmiştir.
“İçine düşülen bu inanılmaz durum, İslâm Cemâatini teşkil eden fertler üzerinde elbette ki derin ve çeşitli izler bırakacak; kendilerini paniğe kaptırmış ruhlar, sığınılacak melce bulmaya her zamankinden fazla koşacaklardı..
’’Muttaqî bir müslümanın, siyâsî makam ve şereflere gözünü yummuş bir mü’minin, idrâki donduracak derecedeki hâdiselerle karşılaştığı zaman kendisini teselli edecek, kendisine ve çevresine kurtuluş yollarını gösterecek kimse olarak Peygam¬berlerini bulmasından daha tabii ne olabilir? Bu doğruydu ama, artık hayatta bulunmayan Peygamber onlara nasıl şifâyâb olabilirdi?
Zaruretler karşısında hal yolları bulmak pek zor olmadı ve bulundu da: Peygamber’e, cereyan etmiş hadiseleri haber verdirtmek yolu tutulacaktı. Niçin? Çünki, felaketleri, daha eserleri dahi görülmemişken Peygamber haber vermiş olmalı; bunlara karşı ne tedbir alınacağı, hangi hal yolunun tutulacağını bildirmiş bulunmalıydı ki, İslâm cemâati perişanlıktan kurtulsun, metanetini muhafaza edebilsindi.
“Bir mü’min için kendi gözleri önünde halîfesinin katledilmiş olması müthiş bir şeydi ama, bunun vuku bulacağını daha önceden haber almışsa, kapıldığı dehşetin tesiri azalacak, hadiseyi normal karşılamaya çalışacak, kendisine kalan tek şey ise, böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini bilmek olacaktır.
’’Keyfiyeti önceden bilinen bir vakıanın, ne kadar hariku¬lade olursa olsun, tesirinden çok şey kaybedeceği aşikârdır. Güneşin tutulacağı saati günlerce evvelinden bilen bir kimseye, bu tabiat hadisesi ne kadar şaşırtıcı olabilir? Meteorolojinin tahmin ettiği sağnağı bekleyen, gafil avlananla aynı mıdır?
“İşte, Ümmetin istikbaline dair rivayetleri, tarafsız zümrele¬rin ortaya çıkarmasına sebebiyet veren esas âmil, bu psikolojik vakıada aranmalıdır.
“Şu halde paniğe kapılmaya lüzum yoktur. Hz. Peygamber zâten ümmetinin istikbalini bir-bir haber vermiştir. Yapılacak tek iş bunları bilenlerinden öğrenmek, bir şey emredilmişse yerine getirmek, değilse şahsen bulmaktır.
“Bir defa bu yol açıldıktan ve semeresi görüldükten sonra, başka çevrelerin de aynı usûlü kendi menfaatlerine kullanacakları beklenebilirdi. Nitekim, zamanımıza kadar ulaş¬mış muazzam bir rivayet edebiyatında hemen hemen bütün meselelerin teşrih masasına yatırılmış, dert ve şikâyetler adedince reçeteler yazılmış olduğunu görüyoruz.” (Hz. Peygamberin Vefatından Emevilerin Sonuna Kadar SİYASÎ-ÎÇTÎMAÎ HÂDİSELERLE HADÎS MÜNASEBETLERİ – Dr. Mehmed Hatiboğlu, s. 9-10)
3. GAYBÎ İHBARLARIN ÖZELLİKLERİ
Yukarda zikredilen zaaf ve âmillerle vücut bulan gaybî rivayetler -bizim tesbitimize göre- oluşma özellikleri yönünden dörde ayrılabilirler. Bunların ilk üçü istikbâle, sonuncusu ise hâle dair gaybî ihbarların özellikleri olup her birinin aşağıda detaylı örnekleri verilecektir:
1. Resûlullah’ın (s) sözlerinde hiçbir asıl ve esasla ilişiği kurulamayan, bazı zaaf ve sapmalarla doğrudan uydurulmuş hadisler: Dünyanın ömrü hakkında ve Türkler aleyhine uydurulan hadisler gibi.
2. Resûlullah’ın (s) sözlerinde doğru ve makul bir özü bulunmasına ve gaybî ihbar niteliği taşımamasına rağmen birtakım ilâve ve çıkarmalarla rötuşlara uğrayarak gaybî ihbar niteliğine büründürülmüş hadisler.
Bu tür rivayetlerin makul bir özü, ancak birçok kaynaktan çeşitli varyantlarının tahlili ve mukayesesiyle elde edilebilir. Bu varyantları ararken, rivayetleri aynı kaynaktan aktaran musannıflardan ziyade, birbirinden bağımsız eser vermiş musannıfları gözönüne almak daha mantıklı görünmektedir. Mamafih, bazan, tekrarları bol olan eserlerde de (Sahih-i Buharî ve Musned-i Ahmed gibi) bu sonuç kolayca elde edilebilmektedir.
Gaybî haber niteliğinde görünen rivayetlerin büyük bir kısmı, bizce, bu özelliği taşımaktadır.
3- İlgili bulunduğu olayın şahidi durumundaki bir kimsenin sözü iken Resûlullah’a (s) ref edilerek (yükseltilerek, izafe edilerek) gaybî ihbar niteliği kazandırılmış hadisler. Burada, sözün aslı doğru ve sahibi de dürüst bir kimse olsa bile, rötuşlanarak Resûlullah’a izafe edilmiş (ref edilmiş) şekli ile hadis, ’uydurma’ niteliğini kazanmış olmaktadır.
4- Hz. Peygamber’in (s), hayatında vukubulan bazı ahvâl¬den, Allah tarafından (Kur’an-dışı bir yolla) haberdar edildiğine dair rivayetlerin yanısıra, aynı ahvâlden, bizzat Resûlullah’ın (s), beşerî yollarla haberdar olduğu şeklindeki rivayetlere de rastlamaktayız.
Hz. Peygamber’in (s), hangi yolla bu ahvâlden bilgi salibi olduğuna muttali olamayan birtakım samimî insanların, onun bu istihbaratını, kestirme ve pratik bir çözümle ’Kuran-dışı ilahî ihbar’a hamletmiş olmaları uzak bir ihtimal değildir (Bu husus aşağıda örneklendirilecektir.)
4. ÖRNEKLER
Biraz önce açıkladığımız dört özelliği ayrı ayrı örnekler üzerinde gösterelim.
• Örnek: l
Dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğu, Hz. Peygamberin altıncı ’bin’in sonlarında gönderildiği; Mehdi ve Deccalin zuhur tarihleriyle kıyametin kopuş tarihinin hesaplanmasına esas alınan bütün rivayetler uydurmadır.
Yaşadığı dönemde bütün bu ihbarlara inanan ve onları “El-Keşf min mucâvezeti hâzihi’l-ummeti’l-elf’ isimli risalesinde derleyen İmam-ı Suyutî (911) günümüzde yaşamış olsaydı, herhalde bu risalesini yazdığından ötürü hayli hayıflanırdı. Çünkü zaman, İmam Suyutî’nin verdiği bütün ihbarları yalanlamıştır.
Nitekim 13. hicrî asırda yaşayan müfessir Âlûsi(1217-1270), A’raf: 187 âyetinin tefsiri münasebetiyle, Suyutî’nin adı geçen risalesini tanıttıktan sonra şöyle devam eder: ’Eğer içinde bulunduğumuz yüzyılın sonuna kadar mehdî zuhur etmezse onun (Suyutî’nin) dayandığı bütün deliller yıkılır.. .’”(Menâr tefsiri, ilgili âyetin yorumunda, naklen).
Evet Âlûsî’nin içinde yaşadığı 13. yüzyıl çıkalı bir yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ yaşyoruz ve hâlâ hesap yapanlarımız, hâlâ tarifine uygun bir mehdî bekleyenlerimiz var.
• Örnek: 2
Buhari’de şöyle bir hadis yer almaktadır. (56: 95 ve 61: 25’de):
’Siz Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz…” (Muslim;K: 52, r. 65), Ebu Dâvud (36: 9, r. 4305) ve Nesâî’de(25:42) ise hadis şu şekildedir:
“Müslümanlar Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz…”
Hepsi H:. Ebu Hureyre’den rivayet edilen bu hadislerin devamında, Türklerin fiziksel tasvirleri de verilmiştir: “…küçük burunlu yassı burunlu…”
Tirmizi ve İbn Mace’de ise ’Türk’ ismi tasrih edilmemekte “Siz, küçük gözlü, yassı burunlu… bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.” denmektedir. (Tirmizî, 34: 40 ve İbn Mâce, 56:36)
İmam Ahmed’in Müsned’inde ( 5/348-49) ise, Bureydetu’l-Eslemi’den (r)
“Ûmmetimi: yavan yüzlü, küçük gözlü… bir kavim üç defa önüne katarak Arab yarımadasına sürecek…” Dediler: Ey Allah’ın nebisi, kimdir onlar?” Cevap verdi: <:Onlar Türklerdir. Allah’a andolsun onlar, müslümanların mescidlerinin direklerine atlarını bağlayacaklar.’
Rivayetin devamı ise şöyle:
“Hz. Peygamber’den (s) duyduğu bu haberden dolayı, Bureyde(r), “Türk emirlerinin belasından (hîn-i hacette) kaçıp kurtulmak için yanında daima iki veya üç deve ile gerekli yol malzemesini bulundururdu.”
Şarih İbn Hacer, Emevîler döneminde Türklerle savaşılmış dduğunu hatırlatmasına rağmen (Feth: 6/609), kıyametin neden kopmadığını izah etmez. Yine, İbn Hacer, yaşadığı dönemde, artık Türklerin, ne Araplarla ne de müslümanlarla savaşmadıkla¬rını; çünkü kendilerinin müslümanların safına geçmiş bulunduk¬larını ve kafirlere karşı savaşmakta olduklarını da hatırlatmaz.
Fakat Türklerin menşei hakkında şu ilmî(!) izahı vermekten geri kalmamaktadır ’’Vehb b. Münebbih’den: ’Onlar (Türkler), Ye’cüc ve Me’cüc’ün amca oğullarıdır. Hz. Zulqarneyn (s), şeddi inşa ederken Ye’cüc ve Me’cüc’ün bir kısmı şeddin dışında bulunuyorlardı. Onlar (farkına varılmadan) şeddin dışına terk olunduklarından türk’ ismini aldılar.”
(Bir dönemin Türk düşmanlığının tefsir kitaplarına da nasıl yansıdığını; oralarda, yukarda verilen Vehb b. Münebbih’inkine benzer rivayetlerle Türklerin nasıl yamyamlaştırıldığını… toplu halde görmek için bkz: Ye’cüc ve Me’cüc ve Türkler – Doç. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi c. XX, s. 97-125)
• Örnek: 3
İslâm tarihinde genel olarak “Haricîler” diye adlandırılan, çoğunlukla bedevî kabilelerden oluşan ihtilalci bir fırka vardır.
Hz. Osman’ın (r) öldürülmesine sebep olan isyanda rol alan, ’hakem olayı’na kadar Hz. Ali (r) ile beraber olmalarına rağmen hakemlerin kararlarından sonra “Hüküm ancak Allah’ındır” sloganını atarak ondan ayrılan ve düşmanlıklarını sürdürmeleri sonucu Hz. Ali (r) tarafından Nehrevân’da kılınçtan geçirilen, fakat haşin tabiatları ve ihtilalci karakterleriyle Emevî ve Abbasî iktidarlarını uzun zaman uğraştıran ve hatta yer-yer bağımsız devletçikler niteliğinde görünümleriyle ve siyasî-itikadî görüşleriyle İslâm tarihine damgasını vuran bu fırka aleyhinde gaybî ihbar niteliğinde bir rivayet vardır.
Bu rivayet; hemen hemen bütün hadis, sîret, tarih ve nihal (mezhepler) kitaplarında çeşitli şekillerde yer almaktadır. Haricîlerin zemmi ve onlarla savaşılmasının emredilmesi muhtevasındaki bu rivayet (hadis) hakkında İbn Teymiyye’nin “Hadisçilere göre bu hadis mütevatirdir” dediği bildirilmektedir. (Muzumu ’1-mutenasir min’el-hâdîsi’l-mutevatir – Ca’fer el-Kettanî, Haleb, tsz, s. 34, r. 19)
Bu hadisin en yaygın haliyle önce anahatlarını bölümlere ayırarak verelim:
a) Resûlullah (s) bir ganimet dağıtımı yapmaktadır;
b) Bu fiilini seyreden bir bedevî onun adaletli davranmadığını söyler;
c) Resûlullah bu itham karşısında sinirlenir ve bedeviye teessüf eder;
d) Bazı sahabeler bedevîyi öldürmek için Resûlullah’dan izin isterler;
e) Resûlullah (s) onları bundan men eder (ve şöyle der):
f) “Bunun soyundan öyle bir kavim çıkacak ki,
g) Onların ibadetleri yanında kendi ibadetlerinizi azımsarsınız (yani onlar çok ibadet ederler);
h) Çok Kur’an da okurlar fakat okudukları Kur’an boğazla¬rından aşağı geçmez (kalplerini etkilemez)
i) Onlar, bir okun hedefini delip geçmesi gibi bir anlık İslama girmiş ve hemen çıkmışlardır.
j) Siz onlarla karşılaştığınız zaman onlarla ’Ad kavmi öldürülüşüyle (yani ’Ad kavmi nasıl yok edildiyse öyle yokedercesine) savaşın.”
Okuyucuya kolaylık sağlamak için hadisin her bölümünün bazı varyantlarını sadece Müslim’in Sahihinden (Kitab: 12, Hadis: 140-160) irdeleyelim, (parantez içindeki rakamlar hadis numaralandır):
a) Ganimet Huneyn savaşından elde edilmiştir, dağıtım Ci’rane’de yapılmaktadır (142) / Ganimeti Ali (r) Yemenden göndermiştir (144) / Ganimetin kaynağı ve dağıtım yeri belli değildir. (148)
b) Küstah bedevî Temimli Zu’l-Huveysıra’dır (148) / İsim verilmemiştir. (Diğerleri)
c) Bedevî ile Resûlullah (s) arasındaki konuşma ve bedevînin tasviri farklı farklıdır. (142, 143, 144)
d) Bedevîyi öldürmek isteyen Ömer’dir (r). (142) / Halid b. Velid’dir (r). (143) / Her ikisidir (145)
e) Halid b. Velid, bedeviyi öldürme konusunda Resûlullah’la (s) tartışmıştır (144) / tartışma yoktur. (143)
f) “Bunun soyundan öyle bir kavim çıkacak ki…” (145, 146) / “Bunun soyundan öyle bir kavim var ki…” (143) /”Bu ve arkadaşları…\l42) / “Ümmetimden bir kavim çıkacak ki…” (156)
g) İbadetlerden namaz ve oruç sayılmıştır. (148) / Bu bölüm yoktur. (142-144)
h) Okudukları Kur’ân boğazlarından aşağı geçmez (142-144) / Namazları boğazlarından aşağı geçmez (156).
i) Bu cümle her hadiste yer almamıştır.
j) Ad kavmi (143) / Semûd kavmi (şüpheli ibarelerle) (144, 145)/ Diğer hadislerde bu cümle yok.
Diğer kaynaklarda da aynı ihtilafları -hatta daha fazlasıyla-görmek mümkündür. Sadece bir kısmını verdiğimiz bu varyantlar üzerinde düşünülürse:
1) Rivayetin herhangi bir bölümünün lafzen mütevatir olmasına imkân bulunmadığı;
2) Bazı rivayetlerde, (f şıkkı varyantlarında) Hz. Peygamber’in (s) sözlerinin “geleceği ihbar’ niteliğinde olmayıp zama¬nındaki bir vakıanın tasviri olduğu sonuçlarına varılacaktır.
Bununla beraber rivayetin sahih bir özünün olması gereği de ortaya çıkmaktadır. Bu sahih özü ortaya çıkarabilmek için sîret ve tarih kitaplarında ’Huneyn ganimetlerinin taksimi’ olayı ile ’Nehrevan’ savaşını dikkatle inceledikten sonra, yukarıda verdiğimiz ’psikolojik zaaflar’ın etkisini gözönüne alarak düşünmemiz gerekmektedir. Şöyle ki:
Çok Kur’ân okumaları ve çok ibadet etmeleriyle tanınan ilk Hariciler (Harûrîler)’in oluşturduğu bir ordu Nehrevân’da Hz. Ali tarafından kitlesel bir tenkille yokedilmiştir. Öyle ki -rivayetlere göre- Hz. Ali ordusundan 9 kişinin ölmesine karşılık onlardan ancak 8 kişi kurtulabilmiştir. Öldürülen Haricilerin 4000 kişi olduğu bildirilmektedir. Rivayetlerin mübalağa ihtimalini dikkate almamız halinde bile olayın kitlesel imha niteliği yokolmamaktadır. Bu âdeta ’Ad veya Semûd kavminin âkibetine benzemektedir. Bu durum karşısında olaya karışmış veya karışmamış birçok insanın vicdanında derin izlerin meydana gelmesi tabiî idi.
Nitekim Hz. Ali’nin kendi askerleri arasında bile bazı tereddütlerin izlerine rastlıyoruz. Diğer insanların ve hatta Hz. Âişe’nin de bu olayı ilk-etapta kınadıklarını öğreniyoruz. (Müsned, c. l, s. 86-88) Fakat Hz. Ali ve taraftarlarının kendilerince haklı olduğu yönler vardır: Onlar (hariciler) çok Kur’ân okuyup ibadet ediyorlardı ama bütün bunlar, onların katı ve mütecaviz tabiatlarını etkilemiyordu.
Hem bunlar, Hz. Peygamber’in (s) hayatında da böyle idiler. Nitekim Huneyn’de Resûlüllah’a (s) ganimet konusunda küstahça kafa tutan Zu’l-Huveysıra da bunlarla aynı soydan idi. (Hatta bazı rivayetler bu savaşta öldürülen çolak ’Zu’s-Sudeyye’ ile Zu’l-Huveysıra’nın aynı kişi [Hurqus b. Zuheyr] olduğunu bildirirler. [Meselâ, bkz: El-İsâbe İbn Hacer, verilen isimler]). Nitekim Resûlullah’ın (s), Huneyn’de, Zu’l-Huveysıra ve kavmi için yaptığı tasvirler hâlâ hafızalarda canlılığını muhafaza ediyordu.
Evet, kamu vicdanına karşı böyle bir savunma gerekliydi belki. Fakat ’Irak ehli’ bu makul savunmalarla yetinmemişler, işbu Nehrevan olayına efsanevi unsurlar katmak için yalana da başvurmuşlardır. Nitekim Hz. Ali’nin (r) bir harici militan tarafından öldürülmesinden sonraki günlerde, Hz. Aişe (r) Irak’tan gelen ve olaylara tanık olan Abdullah b. Şaddâd’dan Nehrevan olayını teferruatıyla soruşturduktan sonra şöyle der:
“Allah, Ali’ye rahmet etsin, o kendini memnun eden her olay karşısında ’Allah ve Resulü doğru söyledi’ derdi. Fakat ’Irak ehli’ onun adına yalanlar uydurdular, (onun bu sözlerine; ilaveler yaptılar.” (.Musned, 1/86-87)
Irak ehli’nin kamu vicdanına karşı yapacağı en etkili savun¬ma, herhalde Resûlullah (s) tarafından; bu haricilerin dinsizliği¬nin ilân edilmiş, onlarla savaşmanın ise emredilmiş olduğunu yaymak idi. Hariciler aleyhindeki propagandada oldukça etkili olması gereken bu rivayetler, Haricileri daima düşman bilen sonraki iktidarlarca ve şiilerce de benimsenmiş olmalıdır.
Sonuç olarak, hariciler aleyhine yorumlanan ve geliştirilen hadisin bir özünün varolduğu ve fakat bunun Haricilerle ilgisi olmadığı gibi gaybî bir ihbar niteliğinde de sarfedilmediği yuka¬rıda verdiğimiz Müslim hadislerinin dikkatle incelenmesiyle anlaşılmış olmalıdır. Müslim’in şu rivayetini de birlikte okuyalım (K: 12, r. 157):
Hz. Peygamberin (s) mevlası Ebu Rafı’, Haruriler (hariciler) huruç ettiklerinde Hz. Ali (r) ile beraberdir, şöyle anlatıyor:
“Onlar ’Hüküm ancak Allah’ındır’ dediler. Ali, ’kendisiyle batıl kastedilen hak bir söz!’ dedi ve devam etti ’Resûlullah (s) bir kısım insanı tavsif etmişti (nitelemişti). Ben aynı vasıfları şu insanlarda görüyorum: Dilleriyle hakkı söylüyorlar fakat şuralarından aşağı geçmiyor…’”
Görüldüğü üzere Hz. Ali (r), “Resûlullah (s) bu insanları aynen haber vermişti” demiyor; Resûlullah’ın (s), sağlığında bir toplum için yaptığı bir tavsifi (nitelemeyi), düşmanları Harûrîler için de doğru buluyor. Bu ise istikbale ait bir gaybî ihbar değildir.
İstikbâle ait gaybî ihbar niteliğinde görülen rivayetlerin çoğunun, dirayetli bir etüdle, doğru olan ‘özlerinin’ ortaya çıkarılabileceğine inanıyoruz.
• Örnek: 4
Hadis kitaplarında aşağıdaki gibi genel nitelikli bir ihbar yeralmaktadır (Buhari ve Müslim’in, Hz. Ebu Hureyre yoluyla rivayet edilen metnini veriyoruz):
’’Resûlullah (s) buyurdu ki: Fitneler vuku bulacak. O fitnelerde oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan daha hayırlı (bir konumdandır. Kim onlara (fitnelere) doğru giderse, helâkla karşılaşır. Onlardan bir melce veya kurtuluş yolu bulabilen hemen sığınsın.” (Buhari, 61: 25, r. 3601 ve 92: 9, r. 7081-7082; Müslim, 52: 3, r. 10-12)
Bu hadisin benzerleri; Ebu Bekir, Sa’d b. Ebi Veqqâs, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Musa’l-Eş’arî, Habbab b. el-Erett, Hiraşe b. el-Hurr…tarafından merfû olarak (Hz. Peygamberin sözü olarak) rivayet edilmişlerdir.
Ancak bazı rivayetlerde, verilen hadisin ilk cümlesi değişiktir:
“Önünüzde (hayatınızın gelecek günlerinde) fitneler ola¬cak…” Musned, 4/416; Ebu Davud, 34:2, r. 4295; İbn Mâce, 36:10, r.396l: Ebu Musa’l Eş’ari’den)
Bazı tarih kitaplarında ise yukarıdaki hadis, yakın bir muhtevayla, Ebu Musa’l Eş’ari’nin (r) ’kendi sözü’ olarak verilmektedir. Şöyle ki:
Hz. Ali (r), sonradan ’cemel’ ismiyle anılacak harbe hazır¬lanırken yakınında karargâh kurduğu Küfe şehrinden de asker devşirmek için oğlu Hasan (r) ile Ammar b. Yasir’i (r) gönderir. Küfe halkı, bir süre önce Hz. Ali tarafından azledilmiş olan eski valileri Ebu Musa’l-Eş’ari’nin görüşüne başvurmuşlardır. Ebu Musa, ötedenberi, Hz. Ali’nin bu hazırlıklarının çok vahim sonuçlar (fitneler) doğuracağına inanmaktadır. Mescidde Küfe halkına şöyle hitab eder:
“Ey Kûfeliler, beni dinleyin! (…) Bu, sonu nereye varacağı belli olmayan bir fitnedir. Kılıçlarınızı köreltin, mızraklarınızın demirlerini atın, yaylarınızı kırın ve evlerinizin köşelerine çekilin. Ey nâs! Bu fitnede uyuyan ayaktakinden, ayaktaki koşandan daha hayırlı (bir konumda)dır.” Hasan ve Ammar konuşmaya müdahale edip Ebu Musa’yı alaşağı ettikten sonra minbere çıkıp halkı orduya katılmaya çağırırlar… (Dîneverî, s. 144-145)
Benzeri olay ve konuşma Taberi ( Tarih, c.4, s.482), El-İmâme ve’s-Siyase (c.l, s.66) ve İbn Ebi’l Hadid (c.3, s.297)’de de rivayet edilmiştir. Taberi’nin bir rivayetinde ise (c,4 s.483,486) Ebu Musa ile Ammar arasında münakaşa şöyle devam eder:
Ammar: – Sen bu sözleri Resûlullah’dan mı duydun? Ebu Musa: – Evet, işte elim. (İspata hazırım).
Ammar: – Herhalde senin şahsın için özel olarak tavsiyede bulunmuştur. Gerçektende senin oturman, ayakta durmandan daha hayırlı…
İbn Ebil-Hadid’in rivayetinde ise (c.3, s. 297), Ebu Musa’nın sözü ’’Sanki daha dün Resûlullah’dan şunları duymuştum: O fitnede oturan…” şeklinde olup devamında yukarıdaki münakaşa yeralmaktadır.
Görüldüğü üzere konumuzu teşkil eden sözlerin Hz. Peygamber’in sözü olduğuna herkes inanmamıştır. Ve Küfe halkı, Ebu Musa’nın tavsiyelerine uymamış; savaşlara (fitnelere) aktif bir şekilde (koşarak) katılmıştır.
Bu hadisin, yukarıda isimlerini verdiğimiz ravilerinin çoğu iç savaşlara (fitnelere) katılmayan tarafsızlardır. Olaylara karışmış bulunan birçok insan, daha sonraları bu tarafsızlara hak vermiş olmalıdır. Ve belki de, bu hâlet-i ruhiye ile, Hz. Ali taraftarları, hakem seçiminde oylarını -daha önce kendilerini isabetle uyarmış bulunan- Ebu Mûsa’l-Eş’arî’ye vermişlerdi.
Sonuç: ’Fitne hadisi’ adıyla şöhret bulan bu sözler, aslında Ebu Musa ve benzeri ‘tarafsızların’ kanaatleri iken sonradan benimseyenleri çoğalınca -yukarıda izah edilen psikolojik zaaflarla- Resûlullah’a (s) ref edilerek ’hadis’ yapılmıştır.
Bir sözün, hem Hz Peygamber’e hem de bir sahabeye izafe edilmesi, aynı hadis kitabı içinde bile müşahade olunan bir durumdur.
• Örnek: 5
Hicretin 4. yılında, bedevî ’Âmir b. Sa’sa’a kabilesinin daveti üzerine Hz. Peygamberin gönderdiği 40 (veya 70) kişilik bir müslüman heyeti, Maûne kuyusu civarında pusuya düşürü¬lerek ikisi hariç hepsi öldürülmüşlerdir.
Bu faciadan Resülullah nasıl haberdar olmuştur? Bu konuda kaynaklarda iki çeşit rivayet mevcuttur:
a) Hadis kitaplarına göre: “Cibril, Resûlullah’a gelerek, onların, Rablerinin huzuruna -Allah kendilerinden, kendileri de O’ndan razı olarak- vardıklarını (şehid olduklarını) haber verdi.” (Buhari, 56: 9, r. 2801)
b) Sîret kitaplarına göre ise, katliamdan kurtulan iki müslümandan biri (’Amr b. Umeyye ed-Demrî), Medine’ye vasıl olarak Resûlullah’ı olaydan haberdar etmiştir. (İbn Hişam, c. 1-2, s. 185; Vâqıdî, c. l, s. 351-52; İbn Sa’d, c. 4, s. 248)
5. SON SÖZLER
Yukarıda verdiğimiz gaybî ihbar örneklerini en sahih kabul edilen eserlerden seçmiş olmamıza rağmen, hiçbirinin, subûtu kat’î bir dereceye ulaşamadığı anlaşılmış olmalıdır. Bu konuda herhangi bir rivayet için ’mütevatir’ sıfatını iddia etmek ise ’usûl’de tanımlanan mütevatir kavramını bozmak demektir.
Subût yönünden bu seviyede olan gaybî ihbar nitelikli rivayetlerin, onları bu ihbar niteliğinden çıkaran alternatifleri de bulunuyorsa, artık delâletleri de katiliklerini yitirmiş olacaktır.
Subût ve delâleti kat’î olmayan bu kabil rivayetleri delil alarak, subûtu ve delâleti kat’î Kur’an âyetlerinin zahirine aykırı akîde oluşturmanın ilmî ve İslâmî bir yönü olmasa gerektir.
Herbiri teker teker zannî bir karakter taşıyan rivayetlerin yüzlercesi bir araya getirilse -hele itikadi konularda- gene de kat’î bir nass niteliğinde görülemeyeceği aklî bir esas iken, sadece bu tür rivayetlerin varlığını ve/veya çokluğunu ileri sürerek Kur’ân’ın sarih akîdesine karşı çıkmak, Kur’an’ı metbû değil, tabî durumunda görmek olur.
Kaldı ki, kaynaklar üzerinde basiretli bir araştırma yapıla¬cak olsa, hem bu zannî nitelikli gaybî rivayetlerin sanıldığı kaçlar çok sayıda olmadığının, hem de onları makul bir şekilde (Kur’ânî akideye uygun) yorumlamamıza yardımcı olacak birçok rivayetin yine aynı kaynaklarda mevcut olduğunun farkına varılacaktır.
Kur’an dışındaki her akîde ve amelin, Kur’ân’a aykırı düşmediği sürece bir değer ifade edebileceğini kabule yanaş¬mamak İslama aykırı bir zihniyet sayılmalıdır.
Bu çalışmalarımızla öngördüğümüz tarzda düşünmek ve davranmak ise, İslâm tarihine imzasını atmış şahsiyetli ilim adamlarına karşı, saygısızlık ya da ’haknâşinas’lık etmek değil, aksine tahkik yolunu açmak suretiyle onların yolunu benimsemek ve dolayısıyla onlara saygılı davranmaktır bizce.
Allah’ın vasfını Allah’a, beşerin vasfını beşere vermek ve hakikati ’kişilerle özdeşleştirmeden’ aramak borcundayız. (Kuran ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli)
posted in RİVAYETLER(Hadis) | 0 Comments