-
3rd Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“KUR’AN’DA HZ. ADEM*

Adem kelime olarak sâmî dillerine mensup bir kelimedir. İbranca “âdâmâh” sözü “ekili alan” demektir ve kök olarak “âdem” “kızarmak” mastarından gelmektedir. Verimli toprağın renginin kızıl olmasına yapılan bir analojiyle “kızıl toprak” anlamındadır. Nitekim Arapça’da da “toprak ve yeryüzü” anlamına gelmektedir. İsim olarak, semavî dinlere mensup topluluklar tarafından ilk insan ve ilk peygamber olduğuna inanılan ve künyesi “ebu’l-beşer” (insanlığın atası) olan bir şahsiyetin adıdır ki buna da Hz. Adem denmektedir.

Hz. Adem hakkında yanlış inançlar ve efsaneler oldukça çoktur. Özellikle: Allah’ın yeryüzüne toprak almak için, sırasıyla Cebrail, Mikail ve İsrafil adındaki büyük melekleri gönderdiği ve onların istenen toprağı getiremeyip sonra Ölüm meleğini gönderdiği onun her çeşit topraktan birer avuç getirdiği ve Allah’ın bu toprakları çamur yaparak 80 yıl şekilsiz bıraktığı, güneşte kuruttuğu ve sonra şekil vererek 120 yıl daha ruhsuz bırakarak bilâhere ruh verdiği ve böylece canlanıp ilk insanın meydana geldiği ve adının Adem olduğu, eşi Havva’nın onun kaburga kemiğinden yaratıldığı, Cennet’te zina ettikleri, yılan hikayesi, başka bir gezegenden yeryüzüne düştükleri, Adem’in Serendib adasına, Havva’nın Hicaz’a düştüğü vs. hususundaki söylentilerin İslâmî hiçbir mesnedi yoktur. Bu hususta bu rivayetleri haklı çıkaracak ne bir ayet ve ne de sahih bir hadis mevcuttur. Bu rivayet ve efsanelerin kaynağını Yahudi, Süryani ve diğer hristiyan menşe’li kaynaklar oluşturmaktadır. Muharref Tevrat’ın “Hilkat” bahsinin Yahudi ve Süryaniler tarafından yapılmış yorumlar zamanla İslâm toplumuna girmiş ve yapılan tefsir ve kısas-ı enbiya ile ilgili kitaplarda yer alan “isrâiliyat” denen menkabeleri vücûda getirmiştir.

Yaratma mı, halife tayini mi?

Kur’ân’da insanın yaratılışı ile Hz. Adem’in “Allah’ın halîfesi” olması meselesi ayrı ayrı konuları içermektedir. Kur’ân “Biz insanı çamurdan yarattık” (Hicr, XV/26) ayetiyle hem Hz. Adem’in hem de bugünkü insanın maddi varlığının orjininin toprak olduğunu belirtmektedir. Bu açıdan bakıldığında “Adem” kelimesi ile “İnsan” kelimesi Kur’ân’da sinonim bir görünüm arz etmektedir, bu husus daha ziyade “Allah’ın halîfesi” kavramında gerçekleşmektedir. Bu itibarla Kur’ân Adem’in bütün insanlığın ilk biyolojik babası olduğu konusu üzerinde hiç durmaz. Adem’in halifeliği konusu, onun şahsında bütün insanlığın halifeliği ve diğer yaratıklara mümtaz kılınması konusudur.

 (Bakara, II/30) “Hani Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife tayin etmekteyim” dediğinde onlar da: “Orada fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olanı mı tayin ediyorsun? Halbuki biz Seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediklerinde Allah da “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.”

 (Sa’d, 38/71) “Hani Rabbin meleklere: “Ben çamurdan bir beşer yaratmaktayım. ” dedi.”

Bu durumun farkında olmayan hemen hemen her müfessir veya mütercim (Bakara, II/30)’da Hz. Adem’in insanın biyolojik babası olduğundan bahsedildiğini düşünerek kontekse aykırı şöyle tercüme etmektedirler:

“Hatırla o vakte kim Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” demişti. Melekler de “Orada kan dökecek fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz’” dediler. Allah ta “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.”

Öncelikle bu ayette yaratma söz konusu değildir. Zira fiil olarak “ce’ale halifeten” “bir halîfe tayin etmek” demektir. Yaratma çoktan bitmiş beşeriyet yeryüzünde faaliyet icra ediyor, artık halifelik tayininden bahsedilmektedir. Halbuki Hz. Adem’i insanlığın biyolojik babası sayanlar, bu ön yargı ile ayete yaratma manası vermektedirler. Aynı nedenle bu olayı, Cenab-ı Hakk’ın gelecekte yapacağı bir iş olarak anlamışlardır. Halbuki “câilun fi’l-ardı halifeten” “halîfeyi tayin etmekte olan” ya da “tayin eden” demektir.

Yeryüzünde bu ayetin insanın yaratılışı ile ilgili olduğunu zannedenler, meleklerin sözlerine de yukarıda görüldüğü gibi istikbal manası vermişlerdir. Kaldı ki bu ayette yedi adet muzari fiil (şimdiki ve geniş zaman kipi) ile yine şimdiki zaman anlamında bir adet ism-i fail olan kelime vardır. İşte tarihi meal ve tefsir yanılgısını devam ettirenler bu fiillerin üçü ile ism-i faili hiçbir sebebi olmaksızın gelecek zaman kipiyle tercüme edip diğerlerine şimdiki zaman manası vermişlerdir. Böylece aynı ayet içinde geçen bu fiillerin arasındaki zaman ahengini bozuyorlar ve güya Allah’ı zaman konusunda bir tenakuzda bırakıyorlar. Halbuki mana, hal sigasıyla (muzari=şimdiki zaman kipi) “orada fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olanı mı halîfe tayin ediyorsun?”dur. Çünkü insanın yaratılması daha önce gerçekleşmiş ve melekler insanların bu fiilleri yapmakta olduklarını söylemektedirler.

Hz. Adem ilk insan mı?

Bu konudaki yanılgıların bir sebebi de Kur’an’da “Beni Adem” tamlamasının sıkça kullanılmasıdır. Buradan hareketle Adem’in insanlığın ilk babası olduğu sonucuna varılmıştır. Halbuki Kur’ân’da yine aynı tabirle “Beni İsrâil” ifadesi de yer alır. Buna rağmen o kavim tamamen neseb itibariyle İsrail (=Hz. Yakup)’un oğulları değildirler. Aynı şekilde “Beni Adem” tabirine de neseb bağı anlamı verilmesi doğru değildir. Zira Arapça’da “Beni” tabiri onu takip eden onun sünnetinde olan için kullanılır. Keza Kur’an’da müslümanlara hitaben Hz. İbrahim için “Babanız İbrahim” (Ebîkum İbrahim) tabiri kullanılmaktadır. (Hac, 22/78) Buradan Hz. İbrahim’in bütün müslümanların biyolojik babası olduğu anlamı çıkarılmamaktadır. Baba tabiri de önder, lider vs. anlamındadır.

Hz. Adem’in biyolojik anlamda ilk insan olduğu ön yargısına sebep olan diğer bir yanlış ise, Hz. Adem’in ve eşi Havva’nın (Havva’nın adı Kur’an’da geçmez) yaratılışı ile ilgili olduğu iddia edilen ayetlerin yorumları hakkındadır. Adem’in ilk insan olduğunu iddia edenler, şu ayete yanlış bir anlam vermektedirler.

 (Nisa, 4/1) “Ey insanlar sizi bir tek nefisten ve ondan da eşini yaratan ve her ikisinden de çok sayıda erkek ve kadınlar çıkaran Rabbinize gerekli saygıyı gösteriniz.”

Bu ayette insanların tek bir nefisten yaratıldığı söz konusudur. Fakat müfessirlerin çoğu, hatta hepsi “nefs-i vâhide”den Adem, “zevceha” tabirinden de Havva’nın kast olunduğunu söylerler. Halbuki ayette buna delâlet eden hiçbir sarahat yoktur. Çünkü “nefs-i vâhide” Adem’in müradifi değildir. Adem özel isim olarak “marife” nefs vahide ise “nekire”dir. Adem müzekker (eril), bu tabir ise müennestir (dişil). Öte yandan (A’raf, 7/l89-190) ayetlerinde aynı ifadelerle “nefs-i vâhide”den bahsedilmektedir. Nefs-i vâhideden yaratılan ve eşi de ondan var edilenin Allah’tan salih bir evlat istedikleri, Allah’ın kendilerine istediklerini vermesine rağmen o ikisinin Allah’a bir çok şirk koştuğu ifade edilmektedir. Şu halde “nefs-i vâhide”yi “Hz. Adem” olarak yorumlamak mümkün değildir. Nefs-i vâhide, insanı meydana getiren prensip, su veya nutfe (sperm) anlamındadır. (bkz. İ. Yakıt, Kur’an’da İnsanın Yaratılışı ve Evrimi, S. D . Ü . İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 5, s. 9 vd). Zira Kur’an, bu ayetlerde Adem’in yaratılışından bahsetmemektedir.

 (Ali İmran, 3/59) “Muhakkak ki İsa meselesi Allah katında Adem meselesi gibidir. Onu da topraktan yarattı. Sonra da “ol” dedi, o da olur.”

Kur’an’ın Hz. Adem’in yaratılışından bahsettiğini sananlar ayete “Allah Adem’i topraktan yarattı” manasını vermişlerdir. Onlara göre bu ayette Hz. Adem’in ilk insan oluşuna delil vardır. Halbuki ayet cümle semantiği açısından ele alındığında böyle olmadığı görülecektir. Söz konusu ayette ehl-i kitabın Hz. İsa’ya uluhiyyet atfetmesi ele alınmıştır. Onlar sadece babasız olması hasebiyle İsa’ya uluhiyet atfediyorlardı. Allah da onlara mademki sizin indinizde sadece babasız olan İsa’ya uluhiyet atfediyorsunuz da yine size göre hem anasız hem babasız olan Adem’e niye uluhiyet atfetmiyorsunuz? diyerek topraktan gelen bir varlığa uluhiyet atfedilemeyeceğini beyan etmektedir.

Ayette geçen “indallah” tabiri de çok önemlidir. Bu ifade yukarıdaki meselenin bir, “indelbeşer” yani insanlar tarafından yorumlandığını bir de, “indallah” yani Allah katında gerçek yorumunun bulunduğunu ve insanlarınkinden farklı olduğunu gösterir. Bu kayıtla beraber ayette vurgulanmak istenen şey, her insanın orijini olan toprağın Hz. Adem ve Hz. İsa’nın da orijini olduğudur. Böylece “halakahu” ibaresindeki “hu” zamiri Hz. İsa’ya racidir. Yani “Onu (İsa’yı) da topraktan yarattı”. Topraktan yaratılan hiç bir kimseye de uluhiyyet isnadı mümkün değildir. Ayrıca ayet Hz. Adem’in anasız-babasız yaratılması ile de ilgili değildir. Nitekim şu iki ayet de Hz. Adem’in ilk insan olmadığına işaret eder.

(Bakara, 2/213) “İnsanlar tek bir topluluktu. Daha sonra Allah onlara müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. ”

Ayette insanların kök birliğine sahip tek bir topluluk olduğu, sonra da kendilerine peygamberler gönderildiği ifade ediliyor. Hz. Adem ilk peygamber olduğuna göre ondan önce insan cinsinin bulunması zorunlu hale gelmektedir.

 (Al-i İmran, 3/33) “Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim ve İmran sülalelerini âlemler üzerine seçmiştir”.

Görüldüğü üzere ayet, Adem’in “seçildiğini” ifade ediyor. Adem benzerlerinden oluşan bir topluluk içerisinde bulunmalı ki seçilme imkanı mevcut olsun. Yani ayete göre, İbrahim sülalesi ile İmran sülalesi diğer sülalelerin arasından seçilmiştir. Nuh da diğer nuhların yani kendi benzerlerinin arasından seçilmiştir. O halde Adem de diğer ademlerin (yani kendi benzerlerinin) içinden seçilmiş olmalıdır. Bu da onun ilk insan olmadığını, aksine, bir toplulukla beraber yaşarken seçildiğini ve peygamber olarak gönderildiğini gösterir.

Görüldüğü gibi (Bakara, 2/30)’da anlatılan “halifelik” meselesi, insanın yani beşer cinsinin yaratılışından tamamen farklıdır. Bu ayetlerde, insanlığa hilâfet makamı verilmiştir. Adem bunun temsilcisidir. Yani Adem’in şahsında halifelik temsil edilmektedir. Anlaşılması gereken bunun ne olduğudur. Adem kıssası, Kur’ân’da birkaç yerde anlatılırken, bu kıssa içinde yer alan Adem ise, halifeliği temsil eden bir karakterle sunulmaktadır. Ancak, Kur’ân bu hususta bize çok açık ve geniş malumatlar vermemektedir.

Öncelikle ayetlerden, meleklerin bu makamı elde etme isteğinde oldukları anlaşılmaktadır. Onlar, “Biz seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” sözleriyle hilafete daha lâyık olduklarını imâ ediyorlar. İnsanın fesat çıkarıcı ve kan dökücü olmasıyla, kendilerinin tesbih ve takdis edici olmalarını kıyaslayarak hilâfete talip olmaktadırlar. Fakat Allah, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” diyerek halifeliğin tesbih ve takdis ile olmadığını ifade etmektedir. Diğer yandan Cenab-ı Hakk’ın Adem’e “Esma’’yı talim edip, melekleri bununla imtihan etmesi ve onların da “Esma”yı bilememeleri ise hilâfetin, takdis tesbih ve ibadet ile olmayıp ilim ile olduğunu göstermektedir. Kur’ân halifelik hakkında kesin bir şey söylemese de bu hususta birçok yorum yapılmıştır. Bize göre halifelik hükümranlık anlamında olup, o da “Esma”yı talim hakikatinde gizlidir.

 

Esmanın Öğretilmesi

Adem’e öğretilen isimler konusuna müfessirler oldukça zengin yorumlar getirmektedirler. Onlardan bir kısmına göre, “Esma”dan maksat “müsemmiyat”tır. Yani bütün varlıkların adlarıdır. Mevlâna Celaleddin’e göre Esma’dan kasıt: Zahirde cisimler, bâtında isimlerdir. Diğer bir görüşe göre, Allah’ın insana istisnasız bütün ilimleri yapma kapasitesini vermesi ve bu kabiliyetiyle insanın onu her yerde kullanabilmesi ve her varlığa adını verebilmesidir. “Esma”yı talimin yer aldığı ayette bazı hususlar dikkati çekmektedir.

Adem’e “Esma”yı öğreten, bizzat Allah’tır. “Allame Ademe’l-esmâe” “Adem’e isimleri öğretti”. Bu iş için öğretti fiili kullanılmıştır ki; “tef’îl” kalıbı bir işin tedricen ve zaman içerisinde yapıldığını gösterir. Esma’ya “kulleha” bedelinin getirilmesi, ona isimlerin tümünün öğretildiğine delâlet ediyor.

Bir diğer durum ise, Allah’ın meleklere “Bunların isimlerini bana haber verin” derken “hâulâi” işaret zamirini kullanmasıdır ki; bu zamir, haber verilmesi istenen şeyin orada göz önünde olduğu intibaını veriyor.

Ayrıca “aradahum” ifadesindeki “hum” zamiri müzekker kullanılmış olup ayette geçen açık bir mercii de yoktur. Bu karinelerden arzedilen şeylerin, müsemmiyat olduğu ve bunları gören meleklerin, onların isimlerini bilemedikleri anlaşılmaktadır. Onların “Senin bize öğrettiklerinden başka bizde bir ilim yoktur” demelerinden, bunun bilgiye ait ve Allah tarafından bildirilmesiyle bilinen şeylerden olduğu ortaya çıkıyor ki; biz, Esma’yı öğrenmenin Adem için bir vahiy olabileceğini düşünüyoruz.

Burada akıl ve vahiy bilgisinin bir bileşkesini görmekteyiz. Şöyle ki; varlıkların isimlerini bildirmek, ancak onları tanımak ile mümkündür. Tanımak ise onları tanımlamaktır. Tanımın oluşması için önce zihinde tasavvur oluşmalıdır. Dolayısıyla duyu ve akıl vasıtasıyla zihinde oluşan tasavvurlar, varlıkların zihinsel formlarıdır. Buradan hareketle hangi formun hangi varlığa ait olduğu ve ne olduğu bilinmelidir. Dolayısıyla akıl, bu varlık hakkında hükmünü verecek ve tanımını yapacaktır. Böylece varlığı belirleme, onu tanıma ve onu diğerlerinden ayırıcı olan isminin verilmesiyle mümkündür. Bu özellik kesin bilginin veya ilmin temelidir. Zaten meleklerin cevabından onlarda bu hususun eksikliği görülmektedir. Onlar, varlığı tasavvur etseler de tanım yapamıyorlar. Yani ilim üretme yeteneğine sahip değiller. Aklî ve vahyî kaynaklı bu husus sadece insana verilmiş olup, insan bu iki kaynakla ilmin ve teknolojinin yolunu açmış ve tabiata ve içindekilere hükmetme yetkisini kazanmaya yani halifeliğe layık olmuştur.

Secde

Meleklerin Adem’e secde etmeleri konusunda kaynaklar, asıl secdenin Allah’a yapıldığı Adem’in ise sadece bir kıble olduğu görüşündedirler. Ancak secde, itaat anlamına da geldiğinden bütün varlıkların insanoğlunun emrine verildiği anlamını da bulabiliriz.

Kur’ân’da, bu konu yedi yerde geçmektedir. Bu ayetleri özellikleri itibarıyla iki grupta mütaala edebiliriz. İlk grup ayetlerde (Hicr, 15/30 ve Sa’d. 38/73) “Beşer’’ lafzı kullanılmıştır. İkinci grupta ise, (Bakara, 2/34; A’raf, 7/11; İsra, 17/61; Kehf, 18/50; Taha, 20/116) kendisine secde edilmesi gereken kişinin, ismi sarih şekilde “Adem” olarak zikredilmiştir. Bu iki ayet grubu arasındaki bir diğer fark, ilk grupta beşere akli melekeler anlamında ruh üfürme tabiri geçerken, ikinci grup ayetlerin sonrasında cennetle ilgili mevzulardan, (yasak ağaç, Adem ve eşinin Şeytan tarafından aldatılması, v. s .) bahsedilmektedir.

Birinci gruba Hicr Suresi’nin 15/28-31. ayetlerini örnek olarak verebiliriz.

 “Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde balçıktan bir insan türü (beşer) yaratmaktayım, ona insan şekli verip, ruhumdan üfürdüğümde ona secdeye kapanın” demişti. İblis hariç meleklerin hepsi secde ettiler, o, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi.”

İkinci ayet grubuna örnek olarak da Tâhâ Suresi’nin 20/116 ayetini zikredebiliriz.

 “Meleklere Adem’e secde edin demiştik, iblis hariç hepsi secde ettiler. O çekindi.”

İşte bu temel farklılıklar Kur’an’da iki secde emrinin olduğunu göstermektedir. Söz konusu secdelerden biri tekvini(yaratılıştan gelen oluşsal), diğeri ise teklifidir(buyruksal). (Kevnî ve şer’î) Şeytan her iki secdeye de aynı gerekçelerle itaat etmemiş ve yüz çevirmiştir.

Yukarıda ifade edildiği üzere meleklerin itaat edip şeytanın ise isyan ettiği bu secde olayı iki defa vuku bulmuştur. Mevzuyu bu şekilde ele almak fenomenolojik olarak namazdaki iki secdenin hikmetini de açıklayacaktır. Aynı şekilde Kur’ân’da yer alan tilavet secdelerinin de bir kısmı tekvini, bir kısmı da teklifidir.

Sa’d Suresi’nde geçen “ruhun üfürülmesi” olayı insan türüne aklî melekeler verilmesidir. Yani ruhî bir meleke olan insan aklı önünde varlıkların ve meleklerin secdesidir. Bu birinci secdedir. İkinci secde çok sonra Hz. Adem’in şahsında gerçekleşen halifelik olayındadır. Yani Adem’e öğretilen isimlerin bir diğer tabirle insana öğretilen ilmin önünde yapılan secdedir. Kısaca ilahi kaynaklı olan insan aklı ve ilminin önünde meleklerin secdesi iki kere vuku bulmuştur. Buradan Tanrı’nın Kur’an’da evrensel anlamda iki secde emrinin olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı da evrensel bir ibadet olan namazın her rekatinde iki defa secde edilmektedir.

Şeytan’ın her iki secdeye isyanında şu hususlar dikkati çekmektedir. (İsra, 17/61)de “Çamurdan yarattığına mı secde edeceğim?” sorusu ile sanki Allah’ın bu emrinin yanlış olduğunu ima etmektedir. İkinci yanlışı ise:

 (A’raf, 7/12) “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu çamurdan yarattın.” Sözüyle insanın orijini ile kendi orijinini mukayese etmesidir: Her ne kadar Kur’ân bu olayı anlatırken “ateşin topraktan daha üstün olduğu” öncülünü zikretmese de, Şeytan söz konusu iddiada bulunarak kendisinin Adem’den daha üstün olduğu sonucuna varmakta ve bunu da secde etmeyişinin gerekçesi saymaktadır.

Şeytanın, secdeden yüz çevirmesi Kur’an’da fısk ve küfür ile nitelendirilmiştir.

Şeytanın fıskı (Kehf, 18/50) tekebbüründen dolayı, küfrü (Bakara, 2/34) ise Allah’ın emrini yersiz bularak O’na cevr isnad etmesinden dolayıdır. Yani şeytan “çekinmesi, kibirlenmesi ve secde etmemesi” sebebiyle kâfir olmuş değildir. Onun küfrü, Allah’ın emrini beğenmeyerek, ona zulüm isnat etmiş olmasındandır. Bir diğer ifadeyle Allah, ona göre, emri ters veriyordu. Asıl secde kendisine yapılmalıydı. Zaten “Ben ondan daha hayırlıyım” ifadesinin altında yatan fikir de bu idi.

Öte yandan meleklerin tabiatı konusunda da fikir yürütülmüştür. Bazı hadislere göre hava, rüzgar gibi birtakım tabiat kuvvetleri melek kategorisinde ele alınmıştır. Hal böyle olunca Adem’e secde eden melekler veya bir diğer tabirle insana secde eden meleklerin tabiatı ve fonksiyonları temyiz edilmeyerek “bütün melekler” dendiğine göre, buradan bütün varlıkların insanın emrine ve hizmetine verildiğini anlamak mümkündür.

Cennet

Adem’in vahiy aldığı ve imtihan edildiği cennet hakkında tefsirlerde bir çok mülahazalar bulmak mümkündür. Bir kısmında söz konusu cennetin ahirette müminlerin gireceği cennet, hatta bunun “cennetül-adn” ve “cennetül-huld” olduğu gözlenmekte iken, bir kısmı da bunun yeryüzünde bir mekan olabileceği fikrine yer vermektedir.

Cennet, Kur’ân’da 147 defa geçen bir kelime olup bunun 117 si Ahiretteki cennet için kullanılmıştır. Geri kalan kısmı ise yeryüzünde bir bahçe anlamına gelmektedir. Gerek bu anolojiyi yapanlar gerekse ölümden sonra müttakilere vadedilen cennetle Adem’in cennetini mukayese edenler onun yeryüzünde, hatta Adem’in yaşadığı yerin adı olduğunu savunmuşlardır. Nitekim söz konusu cennetin dünyada olduğunu savunanlar şu maddelerle ifadeye çalışıyorlar:

1-Adem’in halife tayin edilmesi yeryüzünde olmuştur.

2-Allah’ın Adem’ i yaratıp sonra semaya çektiğine dair bir haber yoktur.

3-Ahiretteki cennete Şeytan’ın girmesi veya orada olması düşünülemez.

4-Ahiretteki cennette yasak söz konusu değildir.

5-Ahiretteki cennette herhangi bir yükümlülük yoktur, teklifi bir yer değildir.

6-Ahiretteki cennette emre itaatsizlik söz konusu değildir.

7-Ahiretteki cennette zaten ebedilik vardır. Ayrıca ölümsüzlük aranmaz.

8-Ahiretteki cennette, yalan, vesvese, aldatma ve isyan yoktur.

9-Ahiretteki cennete girenlerin herhangi bir şekilde oradan çıkmaları söz konusu değildir.

Adem’e ve eşine verilen “Ey Adem sen ve eşin Cennette oturun” (Bakara, 2/35) emri zaten Adem ve eşinin orada olduğunu gösterir. Yani dışarıdan oraya girmedikleri, orada oldukları ve oturmaya devam etmeleri gerektiği anlamına gelir.

Bütün bu hallerde belirtilen sebeplerden dolayı Adem’in cennetinin Ahirette gidilecek cennet olmadığı ve onun yeryüzünde bir bahçe olduğu anlaşılmaktadır.

Adem’in cennetinde de her türlü nimetin var olduğu hatta çeşitli sıkıntılardan ve problemlerden emin olduğunu şu ayetlerden anlıyoruz:

(Tâhâ, 20/118, 119) “Muhakkak ki senin için orada acıkmak, çıplak kalmak, susamak ve güneşten yanmak diye bir şey yoktur.”

Ayrıca Adem, bulunduğu cennette ölümsüz olmayı da arıyordu. Nitekim şu ayette görüleceği gibi şeytan Adem’in bu düşüncesinin gerçekleşmesine yardımcı olmak bahanesiyle telkinde bulunuyor:

(Taha, 20/120) “Şeytan ona vesvese verdi. “Ey Adem, sana ölümsüzlük ağacını ve çökmeyen saltanatı, göstereyim mi? dedi.”

Ayrıca görülüyor ki Şeytan da içeride istediği gibi dolaşıp, rahat bir şekilde faaliyetlerini sürdürmektedir.

 (A‘raf, 7/20-22) “Şeytan kendilerine gizli olan çirkinliklerini ortaya çıkarmak için ikisine de vesvese verdi ve “Rabbiniz size bu ağacı, ancak melek olmayasınız veya ebediyyen kalanlardan olmayasınız diye yasakladı.” dedi ve “Elbette ben sizin hayrınızı isteyenlerdenim” diye her ikisine de yemin etti. Şeytan o ikisini hataya düşürdü ne zaman ağacı tattılar, ikisinin de çirkinlikleri ortaya çıktı. Bunun üzerine her ikisi de cennet yaprağıyla üzerlerini kapatmaya başladı. Rableri kendilerine; “Ben sizin ikinize de şu ağacı yasaklamamış mıydım ve Şeytan her ikinizin de apaçık bir düşmanıdır dememiş miydim.” diye seslendi.

Bütün bu ifadeler Adem’in cennetinin ölümden sonraki cennetle doğrudan bir alakası olmadığı arzda bir yer olacağı fikrini kuvvetlendirmektedir.

Ayrıca Adem’in cennette ölümsüzlük araması, ölümü daha önce tanıdığı anlamına gelir ki; bu da Adem’in ilk insan olmadığı konusunda bize bir fikir verir. Zira Adem ilk insan olsaydı, ölümü görmeden ölüm ve ölümsüzlük hakkında bir bilgiye sahip olmadan nasıl ölümsüzlük teklifinin peşine düşerdi

Adem’in cennetinin yeryüzünde olduğunu savunanların başında İbn Abbas, Vehb b. Mühebbih, Süfyan b. Uyeyne, Ebu Hanife ve arkadaşları, İbn Kuteybe, Ebu Müslim el-İsfehani gibi meşhurlar gelmektedir. (İbn Kayyim, Hâdi, s. 2 5 vd.) (Prof. Dr. İsmail YAKIT, KUR’AN’I ANLAMAK)

http://www.ismailyakit.com/yayinlar/kitaplar/kurananlamak/kurandaadem.html

KUR’AN’DA İNSANIN YARATILIŞI VE EVRİMİ--Prof İsmail YAKIT

Giriş: Kur’an Nasıl Okunmalı ve Yorumlanmalıdır?

Konunun Kur’an’daki ele alınış şeklini tesbit etmeden önce, Kur’an’ın nasıl anlaşılıp yorumlanması gerektiği üzerinde birkaç hususu belirtmeğe çalışalım.

Kur’an kendi ifadesiyle, en doğruya götüren bir Kitap’tır.(İsra, 17/9) Hedefi kişinin mutluluğu ve hidayetidir. Bu anlamda yol gösteren bir rehber durumundadır. Dolayısıyla bugünkü anlamda bir felsefe ve bir ilim kitabı olmaktan uzaktır. Bununla beraber, ilmî ve felsefî düşünce ve yoruma açık ayetlerin sayısı oldukça fazladır. Böyle ayetler, Kur’an’ın asıl hedefi olan mutluluk ve hidayet için kişinin düşünüp araştırması, kendini ve kâinatını tanıması ve onları yöneten kanunları bulması, Tanrı’nın yaratma ve ilminin sonsuzluğunu anlaması gerektiğini vurgulamaktadır. Şu halde Kur’an genel hatlarında insanın inandığı ile bildiği arasında bir irtibatın kurulması gerektiğini belirtmektedir. Bu husus bizi sonunda imana götürecek bir tefekkür ve düşünce sisteminin Kur’an’da var olduğu noktasına ulaştıracaktır. Biz buna tabiri caizse “Kur’an fikir yapısı” veya “Kur’anî düşünce sistemi” diyoruz.

Kur’an’ın fikir yapısının iskeletini elde edebilmek için, ilk önce Kur’an’ı herhangi bir peşin fikre sahip olmaksızın objektif bir biçimde okumalıyız. Yani Kur’an’ı sonra çıkan İslâm düşünürlerinin kendi ekollerinin eğilimlerine uygun biçimdeki yorumlarının ve düşüncelerinin etkisi altında değil, bizzat Kur’an’ın kendi düşünce sistemi içinde anlamaya çalışmalıyız. Yani Kur’an’ı bizi götürmek istediği düşünce sisteminin atmosferi altında okumalıyız. Diğer bir tabirle, Hz. Peygamber ve sahabelerinin anladıkları şekilde anlamaya çalışmalı, sonra da kendi bilgi, fikir ve düşüncelerimizi bu temel üzerine oturtmalıyız.

Şurası muhakkaktır ki, Kur’an’ı anlama insanın kendi düşünce ve kültürüne göre seyyaldir. Kendini okuyan ve araştıran insanla beraber anlamlar büyür ve gelişir. Yani insan kendi kültürü kadar Kur’an’ı anlar ve yorumlar. Fahrettin el-Râzî’nin ifadesiyle: “İnsan ne kadar alimse Kur’an’ı o kadar fazla anlar.”

Bir diğer husus, Kur’an’da neyi ararsak onu bir parça buluruz. Mesela düşünceleri birbirine zıt İslâm mezhepleri kendi görüşlerinin daha doğru olduğunu ispat için Kur’an ayetlerini gösteriyorlardı. Bu nevi zıtlıklardan kurtulmak için, Kur’an ayetleri arasında bir anlam zinciri kurmak gerekir. Yani, bir ayete verilen anlam ve onun yorumu, bir başka ayetle tevfik edilebilmelidir. Bu husus Kur’an’ı bir bütün içinde ele alıp onun fikir sistemi doğrultusunda olmalıdır. Aksi takdirde onu okuyan ve araştıranlar, kendi inanç ve düşüncelerindeki çelişkileri nasslara atfedeceklerdir. Halbuki Kur’an, yukarıdaki satırlarda belirttiğimiz gibi, kişinin bilgisi ve inancı arasında bir irtibatı vurgulamaktadır. Öte yandan Kur’an, tefsir tarihi boyunca, müfessirlerin yaşadıkları asırların ilmî ve felsefî değerleri ve problemleri doğrultusunda yorumlana gelmiştir. Geçmişe nisbeten ondan anlaşılanla şimdi anladıklarımız arasında farklar vardır. Bu bize: 1) İnsan olgunlaştıkça, irfanı arttıkça Kur’an’ın ona göre konuştuğu 2) Kur’an’ın her asrın değer ve mantığına hitap edildiğini gösterir. Bu iki noktayı iyice müşahede edebilmek için Kur’an’daki kavramların etimolojik ve semantik analizlerini yapmak gerekir. Kısaca Kur’an büyük bir medeniyet kuran kılavuzdur, ancak Kur’an’ın hakikatlerini tefsir eden, onu anlayıp tatbik eden insandır. İnsan olgunlaştığı, ilim ve irfanı arttığı ölçüde, hattâ kendini ve kâinatı daha iyi tanıdığı ölçüde, Kur’an’ı anlayacaktır. Netice olarak, Kur’an, her insana kendi kültür düzeyine göre başka şeyler söyleyecektir.

Şimdi, yaratılış ve evrim konusunu Kur’an açısından ele alarak,, o nun fikir sistemi doğrultusunda ve günümüzün modern biyolojik bilgilerin ışığı altında ayetlerin yorumunu yapmaya çalışacağız.

Hayatın Menşei

Kur’an’da insanın yaratılışının, göklerin, yerin, bitkilerin ve hayvanların yaratılışından sonra olduğu görülmektedir. Dolayısıyla insan, yaratıklar zincirinin en son halkasını teşkil etmektedir. Orijini ise, diğer canlılarla birlikte ilk hayatın orijinine kadar uzanmaktadır.

Canlı dünyasına ilişkin olarak hayatın orijini meselesi, Kur’an’ın muhtelif ayetlerine serpiştirilerek, Kur’an’ın insanı sevk etmek istediği düşünce istikametinde, inorganik yaratma ve organik yaratma bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır.

 “İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı?”(Enbiya, 21/30)

 “Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye Kâdir’dir”(Nur, 24/45)

 “Sizin için yeryüzünü döşeyen, yollar açan, gökten su indiren O’dur. Biz bu su ile türlü türlü, çift çift bitkiler yetiştiririz.”(Taha, 20/53)

Bu ayetler bize gösteriyor ki, her canlı varlığın mâhiyeti sudur ve sudan yaratılmıştır. Bu husus, canlıyı teşkil eden her hücrenin ilk elementinin su olduğunu belirler. Dolayısıyla susuz, yeryüzünde hayatın imkansız olduğu da açıktır.

Ayetlerde geçen “min’el-ma” veya “min ma’in” ifadesi, gökten inen su, denizlerin suyu veya her hangi bir sıvı anlamlarına gelmektedir. Birinci anlamda, her nebatî hayatın zorunlu unsurudur. (20/53) İkinci anlamda, hayvanî hayatın teşekkülüne sebep olan her hangi bir su kastedilmektedir. (24/45) Üçüncü anlamda ise, dölleyici özelliği bulunan ve canlının üreme bezlerinden çıkan bir sıvı kastedilmektedir. Bu anlamda spermatozoid’ler söz konusudur. Dolayısıyla insanın hilkatini bu su tayin etmektedir.

İnsan, kendini çevreleyen varlıklar arasında yaratılmıştır. İnsanın tabiata ve diğer yaratıklara hakimiyeti, kendisine ilahî ruh verilip akıl ve idrâkını elde etmesinden sonradır. Bununla beraber insan, bedenî yönüyle kendinden önce yaratılmış diğer varlıklarla irtibat halindedir. Nitekim İslam düşüncesinde de insan, bedenî ve ruhî yönüyle ikilik arzeden bir varlık olarak düşünülmüştür. Aslında, insanı, bedenî ve ruhî yönüyle ikiye ayıran bizzat Kur’an’dır. Şu halde, insan maddi varlığı cihetiyle toprağa ve suya, ruhî varlığı yönüyle de bir üst âleme bağlıdır. Toprağa bağlılığı bize, insanın fizikî ve hayvanî görünümünü, âlem-i Emr’e bağlılığı da onun üstünlük ve halifelik yönünü verecektir.(Yakıt, l’Attitude.,, s . 139-140)

Gerçekten, “. fert olarak insan, insan ırkının bir cüz’üdür. İnsan ırkı da daha geniş bir bütünün yani hayvanlar âleminin bir cüz’üdür. Hayvanlar âlemi de daha geniş bir bütünün nebatat hayatını içine alan organik âlemin bir cüz’üdür. Organik âlem de daha geniş bir âlemin yani hayvanat ve nebatat âlemini içine alan Arz’ın bir cüz’üdür. Arz da daha geniş bir bütünün yani bizim güneş sistemimizde doğrudan doğruya sayısı bilinmeyen bir güneş sistemlerinin ve samanyollarının bir cüz’üdür ve nihayet onlar da bütün kâinatın bir cüz’üdür. ” Bu itibarla fert olarak insan, metamatik ve lojik prensiplerle kavrayamadığımız kâinatın doğrudan doğruya bir cüz’ü olmaktadır. Yani orijini, yaratılışı ve gayesinde –tıpkı kâinat gibi- bir bütün olarak ve derinliğine anlayamayacağımız bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır.(Ensarî, s. 25) Bir diğer ifadeyle, fert olarak insanı idare eden kanun, daha geniş bir bütünün yani insanlığı idare eden kanunlar sisteminin bir cüz’üdür. Bu zincirleme bizi, kâinatı yöneten genel bir kanunun cüz’ü olmaya kadar götürecektir. Dolayısıyla kâinatı yaratan ve yöneten kanunla insanı yaratan ve yöneten kanunda bir aynilik olacaktır. Bu husus Kur’an’da açıkça belirtilmektedir.

 “Ey insanlar: Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah İşitendir ve Görendir.”(Lokman, 31/28)

Evrim: İlahî Bir Kanun

Kur’anî ifadeler boyunca, insanın ister toprak ister nutfeden gelen maddî varlığının inorganik ve organik şartlara tamamen bağlı olarak tedricen gelişip tekamül ettiği ayrıca kültürü, eğitimi ve irfanı arttıkça ruhî bir tekamüle de uğradığını görmekteyiz. Genel olarak baktığımızda Kur’ân’da insan için “inorganik”, “organik” ve “ruhi” olmak üzere üç nevi evrim olduğu göze çarpmaktadır.(Ateş, Kur. Gör. Ev. T eo., s. 1 27 vd. Yakıt, l’Attitude., s. 140) Biz burada insanın inorganik ve ruhî evrimini bir yana bırakarak, organik veya biyolojik evrim üzerinde ilgili ayetlere dikkatimizi teksif edeceğiz.

Biyolojik anlamda yani inorganik evrimde insan 1) topraktan gelerek tedricen gelişen 2) nutfeden itibaren tedricen gelişen varlık olarak iki görünüm arzetmektedir. Birincisi her ne kadar inorganik safhaları muhtevi olsa da belirli bir merhaleden sonra organik safhaya dönüşmekte ve bunun etaplarını izlemektedir.(Yakıt, l’Attitude.,, s . 140 vd.)

Şurasını önce belirtmek gerekir ki, insanın evrimi Kur’an’da ilahî bir kanun olarak karşımıza çıkmaktadır.

 “Ne diye Allah’a gereği gibi bir davranışta bulunmuyorsunuz?Halbuki O sizi evrim merhalelerinden geçirerek yaratmıştır.”(Nuh, 71/13-14)

Atvâran” kelimesi, tekili “bir halden diğer bir hale geçmek” veya “bir merhaleden diğerine geçmek” anlamına gelen “tavr” kelimesinden gelmedir. Mastarı olan “tatavvur”, günümüzdeki (evolution) kelimesine tekabül eder. Sinonimi olan “tahavvul” de dönüşümcülük (istihale) yani transformisme’in karşılığıdır. Söz konusu ayette “etvâran” kelimesi insan evriminin biyolojisindeki (etapes consecutives) denilen art arda gelen evrim merhalelerinin tümünü içermektedir. Şu halde bu kelimeyi “evrim merhaleleri” şeklinde yorumlamak gerekir.(Yakıt, l’Attitude.,, s . 141 vd.) Bazı müfessirlerce bu ayet, “bir halden diğerine” gibi spiral, “farklı şekiller altında”, “merhaleler halinde” gibi vertikal bir diyalektik şeklinde düşünülerek yorumlanmaktadır. Her halükârda bu ayet bize, evrimin tabiata bahşedilmiş ilâhi bir kanun olduğu gösterir.

İnsanın yaratılışı ve evrim etaplarıyla ilgili ayetleri sıralamadan önce, bu hususta Kur’an’ın Adem yerine insan kelimesini kullandığını belirtmek gerekir. Zira insan kelimesi cins isim olarak bütün her insanı kapsamakta ve Adem de bu kapsama girmektedir. Kur’an Adem’i, bir yandan insanı temsil eden ve onu temel ve beşeri karakterleri açısından sembolize ederken, öte yandan beşeriyetin ilk peygamberi olarak göstermektedir. Şu halde, insanlığın yeryüzüne çıkışı ve evrimi konusunun, Peygamber Hz. Adem’le hiçbir ilişiği yoktur. Zaten evrime karşı çıkanların en büyük yanılgısı Adem’i ilk insan olarak telakki etmelerinden sudûr etmiştir. Muharref kitapların ve israiliyatın etkisinde kalan bazı müslümanlar bu konuda Kur’an’ın hakikatlerini maalesef anlayamamaktadırlar. Kaldı ki Kur’an vahiy öncesi beşeriyetin varlığını imâ ederken ayrıca bize bir “Vahiy tarihini” vermektedir. Günümüz insanının tarihini “ilk Vahiy alan” diyebileceğimiz Adem’den başlatmakta ise de, Adem’in ilk insan olduğunu ve bütün insanların biyolojik babası olduğunu belirtmez. Şu halde Kur’an’da insanın yaratılışı ve tekamülü ile, Peygamber Hz. Adem’in şahsında insanlığın halife oluşu ayrı ayrı şeylerdir. Şimdi konuya ilişkin ayetlerin yorumlarına geçelim.

 “Allah’ın indinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu da topraktan yarattı Sonra ona “ol” dedi o da olur.” (Al-i İmran, 3/59)

 “Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekte şüphede iseniz bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için, sizi önce topraktan sonra nutfeden sonra da alaqa (embryon)’dan yarattık.”

 “Allah sizi topraktan sonra nutfeden yaratmış ve sizi çiftler halinde varetmiştir. ” (Fatır, 35/11)

Bu ayetlerde dikkatimizi çeken, Adem’in ve bütün insanların orijinlerinin toprak olduğudur. Hayatın orijini su, insanın orijinini toprak olarak belirten Kur’an, canlı varlık insanı, toprak ve su karışımı olarak görüyor. Şu halde insan, bugünkü haline gelmeden önce, ilk canlı hücrenin orijini kadar eski bir maziye sahiptir. Zaten Kur’an bize her ne zaman insanın orijininden bahsetse, onun ilk ve ana maddesini söylüyor ve geçirdiği evrim merhalelerini konteksi olmadıkça tek tek zikretmiyor, ilk yaratılışın Allah’ın “ol” (kun) emrine müteakiben olduğunu belirtiyor.

“Ol” Emri

Ol” emri Kur’an’da sekiz yerde geçer. Bunlardan dördü Hz. İsa hakkındadır. Diğer dördü de yaratma ve yeniden dirilme hususundadır. Kur’an’da insanların yaratılışı, yeniden dirilmeye bir delil olarak getirilmektedir. (metaforik bir ifâde ile)

“Allah insanı topraktan yarattı” ayeti, topraktan hayata doğru giden bir seleksiyonu (ıstıfa) belirler. “Ol” emri bu seleksiyonun bir insan varlık olması cihetinde verilmiştir. Tanrı’nın ilmindeki mahiyet ile bu var oluş oluş bir aynilik arzetmektedir. Buna Din Felsefesinde (coexistence) denir. Mâhiyet “ol” emrine müteâkiben evrim etaplarını izliyerek varlığa gelmektedir. Kur’an’a göre her evrim etabı yeni bir yaratmadır. Kur’an’da bu oluşun keyfiyetini, önce insanı meydana getiren maddenin yaratılması sonra da ona şekil verilmesi şeklinde olduğunu aşağıdaki ayetten anlamaktayız.

 “O, seni yaratan şekil veren ve mütenasib kılan ve dilediği şekilde seni terkib edendir.”(İnfitar, 82/6-8)

Allah, eğer insanı bir heykel varlık gibi yaratmış olsaydı tıpkı Adem kıssasının halk inanışındaki şeklinde olduğu gibi ona şekil verişi, onu canlı olarak yaratmasından önce olurdu. Halbuki ayet, insanın önce canlı olarak yaratıldığını sonra da ona şekil verildiğini söylüyor. Yani “hominisation” (insanlaşma) “ol” emri doğrultusunda, “canlı bir varlık” olarak yaratılmasından sonradır.

Hayatın ve insanın ilk maddesi “ol” emrini alıyor ve bu “oluş” devam ediyor. Zira ayetin devamında “feyekun” (olur, olmaya devam eder) deniyor. Şimdiki ve geniş zaman kipi olan muzari sigası kullanılmış. Eğer geçmiş zaman kipi olan “fikane” (oldu) şeklinde bu fiil ifade edilseydi, o zaman insanın yaratılışında bir evrimin ve seleksiyonun varlığı ve bu oluşun uzun bir zamanı gerektirdiği söz konusu edilemezdi. Öte yandan yaratmanın devamlılığını da gösteren bu ifadeler ünlü kelamcı Eş’arî’yi “Allah’ın her an yaratmakta olduğu ve yaratmanın durmadığı” fikrine götürmüştür. Şu halde âlem bir halden diğerine geçen bir oluş ve akış içindedir.

 “Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi.”(Nuh, 71/17)

Nuh Suresi’ndeki bu ayetten insanın yerden bir bitki olarak çıktığını, dolayısıyla bir nebatî hayata sahip bir dönem geçirdiğini, ve bitkiler âlemiyle bir akrabalığının söz konusu olduğunu anlamamız da mümkündür. Şu halde ilâhi irade “ol” emriyle insanı, nebati ve hayvani etaplardan geçirerek sonunda ona bir insan şekli vermiştir.

 “Seni önce topraktan sonra nutfeden yaratan sonra da seni insan şekline koyanı mı inkar ediyorsun?”(Kehf, 18/37) ayeti bu gerçeği belirler.

Ol” emriyle, inorganik bir maddeden organik maddeye, organik maddeden insan şeklini alışa kadar geçen bir periyot ile, ilâhî ruhun verilişiyle insanda bir psişik hayatı başlatan periyot arasında geçen zamanı Kur’an uzun bir zaman olarak açıklıyor.

 “İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz uzun bir zaman geçmemiş midir?”(İnsan, 76/1)

Nefs Vâhide

 “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten ve ondan da eşini yaratan ve her ikisinden de çok sayıda erkek ve kadınlar çıkaran Rabbiniz’den çekinin. ”(Nisa, 4/1)

Bu ayette insanların tek bir nefisten yaratıldığı söz konusudur. Şurası muhakkaktır ki, müfessirlerin bir çoğu, hattâ hepsi, “nefs vahide”den gayenin Adem, “eşi” tabirinden de Havva olduğu üzerinde bir icmanın varlığından bahsederler. Buradan hareketle Adem’e “ebu’l-beşer” lakabının verildiğini ve bunun da biyolojik baba anlamına geldiğini söylerler. Bu ayette bir icmanın söz konusu olmaması gerekir. Çünkü icma, ahbar değil ahkâm ayetlerinde olur.

Her ne kadar bu ayet bize insanın bir nefsi vahide(tek bir nefis)’den yaratıldığını söylese de bunun Hz. Adem olduğunu belirtmiyor. Zaten “nefs vahide” Adem’in müradifi de değildir. Adem özel isim olarak “ma’rife”, nefs vahide ise “nekire”dir. Adem müzekker(eril), bu tabir(nefis) ise müennestir(dişil). Abduh ve Akseki gibi bilginler, bu anlamın ayetin kendinden çıkarılan bir anlam olmadığını bilakis, israiliyyat tesirinde olan müfessirlerin, nefs vahide’yi Adem olarak yorumladıklarını belirtirler. Menar Tefsiri ayrıca, nefs vahide’yi Kureyş’in ataları diye yorumlayanların varlığından da bahseder.(Akseki,, s . 82 vd. Tefsir el- Menar,, I V, 327) Öte yandan Araf Suresi 189-190 ayetlerde nefs vâhideden yaratılan kişinin Allah’a şirk koştuğundan bahsediliyor. Şu halde nefs vahide’yi “Hz. Adem” olarak yorumlamak hiç mümkün değildir.

Fahrettin el-Razî, nefs vahide’nin “Allah’ın İlmi’nin ve Hikmet’inin kemalini açıklamakta” olduğunu söyler ve bir mutezilî olan Ebu Müslim el-İsfehani’nin ayette geçen “zevc(eş)” kelimesini “tür” olarak yorumladığını da kaydeder.(Razi, Tefsir,, I X, 161)

R. el-İsfehanî “nefs vahide”nin “kainat” anlamına gelebileceğini söylerken H. Yusuf Alî de onu “aynı türden” şeklinde anlamıştır. Menâr Tefsiri de bu hususta: “insanı meydana getiren mahiyet veya hakikattır ki, insan bununla diğer varlıklardan ayrılır.” Diyor. Şu halde, nefs vahide kelimesini Adem’le yorumlamaktan ziyade, onu M. Abduh ve A. H. Akseki’nin anladığı gibi: “el-hakikatu’l-insaniyye” (insanî gerçek) ve hayatın nutfesi veya insanı meydana getiren su veya prensip şeklinde anlamalıdır ki, bu anlam diğer ayetlerle tevfik edilebilsin.(Akseki, s. 8 2 vd; Menar, IV, 327) Öte yandan, “Allah sizi topraktan (tın) yarattı. ” ayetindeki “kum” (sizi) zamiri bütün insanları ve Adem’i de kapsamaktadır. Diğer bir ayette de:

 “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. ”(Hucurat, 49/13) diyor.

Burada kullanılan kelimeler, erkeklik ve dişilik anlamına gelen “zeker” ve “unsa”dır. Adam ve kadın anlamına gelen “racul” ve “imre’e” kelimeleri kullanılmamıştır. Bugün “zeker(eril)” ve “unsa(dişil)”dan sperm hayvancığı ile dişilik yumurtasını anlamak mümkündür. (Yakıt,, l ’Attitude.,, s . 1 48) Ayrıca (x) ve (y) kromozomlarını da düşündürebilir. Sonuç olarak “nefs vahide”den; insanı meydana getiren ve ona hayat bahşeden sıvıyı veya prensibi anlamak gerekiyor.

Evrim Merhaleleri

 “Her şeyin hilkatini en güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayan O’dur. İnsanın neslini hakîr bir sudan yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan üfüren, ve sizin için kulak, gözler ve kalpler vareden O’dur. Doğrusu şükrünüz pek az.”(Secde, 7-9) Ayetinde “insanı yaratmaya çamurdan başladı” ifadesi, yaratmanın aniden olmadığını merhalelerle meydana geldiğini belirtmektedir.

Bu ayette dikkatimizi çeken bir diğer nokta da; kendisine ruh verilene kadar insandan üçüncü şahıs olarak bahsedilmiş, ruh ve idrak verildikten sonra muhatap sığasının kullanılmış olmasıdır.

İnsanın insan şekline gelişi de muhtelif merhalelerden sonra olmuştur. İnsanın inorganik maddesinin evrimi yedi merhale ile gerçekleşmiştir. Bunlar sırasıyla: toprak (turâb), çamur (tîn), değişken cıvık ve kokulu çamur (hama’in mesnûn), yapışkan çamur (tîn lâzib), pişmemiş kuru çamur (salsâl)ı pişmiş çamur (şalşal ke’l-fahhâr), çamurdan süzülen bir öz (sulâle min tin).

Sulâle”, insanın organik evrim döneminin ilk etabı olarak kabul edilebilir. Daha önceki merhalelerden süzülerek gelen bir öz unsuru belirler. Sulâle” kelimesi aynı zamanda meni (sperme) ve nutfe (spermatozoide) kelimelerinin sinonimidir. Ayrıca buna “protoplazma” da denmektedir.(Menar, III, 320)

İnorganik etaplardan sonra ilk canlı hücre, “Ol” emri doğrultusunda, yeni bir yaratılmaya geçmiş, ilâhî iradenin kontrolü altında çeşitli ayıklama ve değişmeler geçirerek insan olmak üzere oluşa devam etmiştir. Hayatın bu yönelişinde insan, organik âlemin bütün türleriyle bir beraberlik arzetmektedir. Önce ilkel bitkileri, sonra tohumlu yüksek bitkileri meydana getiren hayat, daha sonra da hayvanlar alemini basitten mürekkebe doğru ortaya çıkarmıştır. “Biyolojik Nesil Ağacı”nın ana gövdesi ve uzantısı olan dal diyebileceğimiz insan, daha sonra akıl ve idrakına kavuşarak, organik dünyanın en mütekâmil varlığı olmuştur.

a) Ruhun Verilişi: Balçıktan süzülerek gelen sulâle, insanın ilk organik maddesi olmuş, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra da insan şeklini almış sonra da kendisine akli melekeler anlamında “Ruh” verilmiştir.

 “Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde balçıktan bir insan türü (beşer) yaratmaktayım, ona insan şekli verip ruhumdan üfürdüğümde ona secdeye kapanın demişti”(Hicr, 28) ayetinde ruhun verilişinin insan şeklini aldıktan sonra olduğunu belirtiyor. Yani bu canlı varlığa, aklî melekeler kazandırılmıştır. Bu meleklerin insana ilk secdesidir. İkinci secdeleri ise “Esma” (isimler)in öğretilmesi ve bu isimleri Adem’in tek tek bildirmesinden sonra olmuştur. Melekler dolayısıyla insana iki defa secde etmişlerdir.  (Prof İsmail YAKIT, Kur’an’ı Anlamak)

http://www.ismailyakit.com/yayinlar/kitaplar/kurananlamak/kurandayaratilis.html

posted in YARATILIS | 0 Comments

22nd Şubat 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KABİR HAYATI TARTIŞMALARI

Bülent Şahin Erdeğer

Kabir azabı var mı? Sorusu ilk duyulduğunda akla gelebilecek başka sorular vardır. Bu soruların başında “tabi vardır bize bugüne kadar hep böyle öğretildi ne yapılmak isteniyor bu soruyla?” gibi bir soru sorulabilir. Ya da “bu tür meseleler bize ne fayda sağlayacak? Olsa ne olur olmasa ne olur? “gibi samimi ama ihmalkar bir soruda sorulabilir. Ancak birinci soruya verilecek cevap, hiç şüphesiz inanç ilkelerimizin kesin olmayan zanni rivayetlerle belirlenemeyeceği, gaybi konularda kulaktan dolma bilgilerle görüş sahibi olamayacağımızı belirtmek olacaktır. İkinci yaklaşıma ise bu tür Kur’an dışı inançlara gösterilecek müsamahanın insanların din anlayışlarındaki erozyonu ve bulanıklığı görmezlikten gelmek anlamına geldiğini söylemek yeterli olacaktır. Hayatımızın ve diğer dünya hayatımızın seyrini belirleyen yegane rehber Kur’an-ı Kerim olmalıdır. Ahiret inancımızı da şekillendiren temel kaynağımız Allah tarafından korunan Furkan olan Kur’an’dır… Öncelikle Dini algılama metodumuzu Rabbimizin istediği ve Son Rasul Sevgili peygamberimizin uyguladığı tarzda netleştirmeli ve bu usul birlikteliğinden sonra Sorulara cevap aramalıyız.

Apaçık olarak anlaşılsın diye bizlere gönderilen ( 2/75, 14/4, 43/3, 41/44) Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (as)’ın Gaybı bilemeyeceğini (6/50)[1], Ancak Rabbimizin bildirdiği ve Kur’an’ında kayıtlı tuttuğu Gayb haberleri (Kıssalar, kıyamet anı, Cennet cehennem vs.) nin Rasul’e bildirildiği Kur’ani bir gerçektir. (bknz. Kur’an 72/25-27, 28/45-6, 12/3, 12/102-103, 21/45, 33/2) Rasul’ün ancak Kur’an’a tabi olduğunu da (Bknz. Kur’an 4/105, 46/9, 10/15, 43/43) görmekteyiz.

GAYBİ KONULARDA ÖLÇÜ

İtikad, Allah’ın inanmamızı istediği esaslar bütünüdür. Müslümanlar için, hak dinin temelini bildiren tek kaynak ise, “hakk’ul yakin” (kat’i, kesin bilgi) olan Kur’an’dır. İnsanlar için Allah katından indirilen Kur’an hem gaybi, hem dünyevi alanda bizlere itikadi ölçüler bildirir. Allah’ı birlemek, Resullerine, kitaplarına, meleklerine ve ahiret gününe inanmak, İslam itikadının esaslarını oluşturur. (2/177) İtikadi esaslar veya Tevhid inancı, mutlak gayb alanını da, müşahade alanını da kuşatır.

İtikadın gaybi alanı, Rabbimizin bildirdiği dışında, mutlak bilgisizliği içerir. Zaten gayb, insan idraki ile algılanamayan ve bilgisine ulaşılamayan alandır. Müminler Rabbimizin Kur’an’la bildirdiği mutlak gayb haberlerine iman ederler. (2/3) Kur’an’ın insan sözü olmadığına, Allah katından bildirildiğine dair kesin itikadımız, Kur’an’da geçen gayb haberlerine olan imanımızı da oluşturur. O halde, mutlak Gayb konularında haktan hiç bir şey ifade etmeyen zanni bilgi ve yorumlardan (10/36)[2] kaçınmalı, gaybla ilgili bilgilerimiz sadece Kur’an’la temellenmelidir.

Gaybi haberlere dayanan itikadımızın Kur’an’la sınırlandırılması, “subut-i kat’i” (sabitliği kesin) bir kaynak muhkemliği sağlar. Kur’an’ın tümü subut-i kat’i iken Kur’an dışı hiçbir gayb haberi kesin sabitlik taşımaz. Gaybla ilgili hadis rivayetlerine gelince; bunların içerikleri bir yana; haber kesinliği itibariyle subut-i kat’ilik ölçüsüne ulaşamazlar. Ahad veya meşhur hadislerin hemen hemen hepsi sabit lafızlarla değil, mana üzere rivayet edilmişlerdir. Kesinliği sabit olmayan bir söz rivayetinin ise aktarılması, ifade kesinliği taşımaz.

Kur’an’da gaybi haberlerin değerlendirilmesinde dikkat edilecek en önemli husus, gaybi bilgi içeren ayetlerin kesinliği oluşudur. Gayb alanında zan barındıran ve asla kesin olamayacak rivayetlerle itikad oluşturulamaz. Gayb haberlerde mahiyetini bilemeyeceğimiz konularda tartışmamamız gerekmektedir. Bu konuda Kur’an’la sabit olan Rasulullah’ın tavrını örnek almalıyız. (7/187)[3]

Sahih hadis rivayetlerine dayanan gaybi bilgiler ise, ancak Kur’an’daki gayb haberlerinin bir tekrarı veya daha basitleştirilmiş bir anlatımı veya açıklaması olabilir. Zira Gayb’ın bilgisine muttali olan Rasulullah (as)’ın Kur’an dışı bir gayb haberini dinin temeli olarak bildirmesi düşünülemez. Bu bağlamda “kıyametin zamanı ve alametleri” “mehdinin zuhuru” “Kabir hayatı” gibi gaybi haberleri bildiren rivayetler Kur’a’ın kesin ayetleri göz önüne alındığında sahih olamazlar. Müminler inançlarını yakin, kesinlik temeli üzerine dayandırmalı, vehim ve zandan kaçınmalı, gaybın mutlak alanıyla ilgili felsefi ve kelami tartışmalara fırsat vermemelidirler.[4]

ZERDÜŞTLÜK’TE KABİR HAYATI İNANCI VAR MI?

Aryan mitolojisini incelerken, hemen nihai büyük hesaplaşmaya geçemeyiz. Bu mitolojide büyük hesaplaşmadan yani kıyametten önce ferdi hesaplaşma durağı vardır. Birey olarak insanın, bilinen hayat sürecinin sona ermesi. Diğer bir deyimle insanın ölümü ile başlayan ferdi hesaplaşma süreci, Aryan-Zerdüşt mitolojisinde değişik zaman dilimlerinde değişik şekillerde yorumlanmıştır.

Zerdüştlerde ölüm son değildir. Buna göre insanlar öldüklerinde, ruhlarının yeraltı ülkesine doğru “seyahati” başlar. Gitmek durumundaki bu ülke, “ölümlü ilk insan” olan Yima’nın yönettiği yeraltı krallığıdır. Fakat ruhların bu krallığa seyahati hemen başlamadığı gibi kolay da değildir. İnsanın ruhu (Urvan-Avdenak. Urvan teni şekillendiren, onun belli bir şekle girmesini sağlayan ruhsal öğedir) ayrıştığı cesedin başından, üç gün boyunca ayrılmaz. Bu üç günlük süre ölünün aşağıya doğru seyahatinde hayati öneme sahiptir. Çünkü bu süre boyunca şeytani güçler tetikte beklemektedir. Bu savunmasız ruha saldırmak için fırsat kollamaktadır. Bunu önlemek için bütün iş, ölünün geride kalan yakınlarına düşmektedir. Onlar bu süre boyunca mezarı başında ağlaşır, dua ederler[5]

Görüldüğü üzere Kabir Hayatı inancı İran Coğrafyasında etkin olan Zerdüştlük inanışında mevcuttur.

EHL-İ KİTAB’DA KABİR HAYATI İNANCI VAR MI?

“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız Ehl-i Kitab’a Sorun”. 21:7 ayeti gereğince Yüce Rabbimiz, Kur’an Ehli Müminlere Daha önceki Vahiy metinlerine de Korunmuş olan Son Vahyi Ölçüt edinerek Bilgi Sahibi olmak için başvurulabileceğini belirtmiştir. İlginç olan nokta ise Ne Eski Ahidde ne de Yeni Ahidde[6] Kabir hayatıyla ilgili hiçbir inanış ve bilgi yer almamaktadır.

Allah’a karşı sorumlu olanların eylemlerinin O’nun tarafından hatırlatılacak olmasına karşın (Malaki. 3:16 ; Esin. 20:12 ; İbranilere Mek. 6:10); İncil’de, ölüm durumu süresince herhangi bir bilince sahip olduğumuzu gösteren hiçbir şey yoktur. Buna ilişkin aşağıdaki açık ifadelerin aksini söylemek zordur:

• “(İnsanınki) nefes (ruh) çıkıp gider, kendisi toprağa geri döner; ayni günde (anda) düşünceleri yok olur” (Mezmurlar 146:4).

• “Ölüler hiçbir şey bilmezler…onların sevgisi, onların nefreti ve onların kıskançlığı, şimdi yok olmaktadır” (Vaiz 9: 5,6). “Ölüler diyarında hikmet yoktur (Vaiz 9:10) – düşünce yok ve bundan ötürü bilinç yoktur.

• Hz. Eyüp ölüm esnasında, “sanki hiç olmamış gibi” olduğunu söyler (Eyub, 10:18). O, bizim doğmadan önce sahip olduğumuz ölümü; boşluk, bilinçsizlik ve varlığın tümüyle yok olması olarak gördü.

• İnsan, hayvanlar gibi ölür (Vaiz 3:19). Eğer insan bir yerlerde bilinçli olarak ölümde yaşamayı sürdürürse, hayvanlarda da öyle olmalıdır. Yine de hem Kitab-ı Mukaddes ve hem de bilim, bu konuda sessiz kalmaktadır.

• Tanrı, “bizim toprak olduğumuzu anımsar. İnsana gelince, onun günleri ot gibidir: bir kır çiçeği gibi, öyle gelişir…sonra yok olur; ve onun yeri artık onu tanımaz” (Mezmurlar 103: 14-16).

 

Ölüm’ün, doğru olanlar için bile, tamamıyla bilinçsizlik olduğu; Allah’ın kullarının ömürlerinin uzun olmasına izin vermesi için defalarca yinelenen yalvarışları tarafından da kanıtlanır. Çünkü onlar; ölüm bir bilinçsizlik durumu olduğu için, ölümden sonra dua etmeye ve Tanrıyı yüceltmeye muktedir olamayacaklarını bilmektedirler. Hezekiel (İşaya 38: 17-19) ve Davut (Mezmurlar 6: 4,5; 30:9 ; 39:13 ; 115:17 ) bunun iyi örnekleridir. Ölüm; hem iyiler ve hem de kötüler için bir uyku, bir istirahat olarak defalarca ifade edilir (Eyub 3:11,13,17 ; Daniel 12:13).

 

Ölüm bir uyku olarak tanınlanır:

Daniel 12:2 “Yeryüzü toprağında uyuyanların birçoğu uyanacak: Kimisi sonsuz yaşama, kimisi utanca ve sonsuz iğrençliğe gönderilecek.”

Daniel 12:13 “Sana gelince, ey Daniel, son gelinceye dek yoluna devam et. Rahatına kavuşacak ve günlerin sonunda payına düşen mirası almak için uyanacaksın.”

 

Ölümün ve insanın özünün gerçek öğretisi, büyük bir huzur duygusu sağlar. Bir kişinin yaşamının tüm acıları ve yaralanmalarından sonra, mezar tam bir boşluk yeridir. Allah’ın isteklerini bilmeyenler için, bu boşluk kıyamete dek sürecektir.

BERZAH VE ETRAFINDA SÜREN TARTIŞMALARIN MANTIK ÖRGÜSÜ

“Berzah”, iki şey arasındaki hail/engele, iki deniz arasındaki dile denilir. Ve bir hicri mahcur- yani bir nefret ve zıddiyet, had, hudud demektir.[7] Berzah, “Ölüm ile yeniden diriliş arasında bir askıda kalış (bekleyiş, suspense) durumudur.[8] Öncelikle bu lügavi tanımı esas alarak “Berzah”’ta bir hayat olduğunu iddia edenlerin dayandıkları tez noktalarını belirlememiz gerekir. Berzah’ta hayat olduğunu ileri süren anlayışın delil olarak öne sürdüğü ayet ve hadis metinlerinden açıkça “bedenli ve ruhlu” aynen dünya hayatındaki bir yaşam iddiası ortaya çıkmaktadır. Oysa “Berzah”’ı Kur’an’ın muhkem nassları çerçevesinde anlam dünyalarına oturtanların bu iddiaya yönelttikleri sorular iddia sahiplerini “ruhsal azab”, “rüya” gibi başka gaybi spekülasyonlar yapmaya yönlendirmiştir. Oysa tutarlı yaklaşım sahiplerinin delil olarak sundukları verilerin arkasında durmaları gerekmektedir. Azap, bilinç sahibi varlıklar açısından mutluluk ve mutsuzluk olguları duyumsamaya ve algılamaya dayanır.[9] Ayrıca, İki şey arasındaki kesin zıtlık olarak tanımlanan Berzah’ın Dünya hayatı ile Ahiret hayatı arasındaki kesin zıtlık olduğunu kendini anlamının içinde barındırması iddia sahiplerini baştan nakzetmektedir. Sözlük anlamıyla paralel olarak terimsel anlamını okuduğumuzda Berzah hayatın olmadığı bir alandır. Bu konudaki zanni rivayetlerin dikkate alınabilmeleri için öncelikle bu anlam örgüsüne zıt düşmemeleri gerekmektedir.

Berzah ile ilgili Hadis rivayetlerine baktığımızda Kur’an’ın ölüm, kıyamet ve diriliş sahnelerinden çok farklı bir tabloyla karşılaşırız. Metin açısından bir hayli problemli olan ve metin tenkidinden olumlu not alamayacak olan bu rivayetler ayrıca isnad zinciri açısından da sorunlar taşımaktadırlar. Ayrıca bu rivayetlerin mütevatir olduğu zannı da yanlıştır. Rivayetler ahad olup isnadları sorunludur. Serahsi (ö.490/1096) kabir azabı ve benzeri konulardaki hadislerin meşhur veya ahad olduklarını söylemekle (el-Usul, I.329.) bunların mütevatir olduğu iddiasını isabetli bir şekilde reddetmektedir.[10] Bu konu hakkındaki rivayetleri bütünlüklü olarak okuduğumuzda birbirleriyle çelişen bir çok bilgiyle karşılarız.[11] Tüm bu çelişik rivayetlerin ortak noktası ise kabir hayatının mezarda, bedenli bir hayat olduğu bilgisidir.

KELAMCILARIN GAYB OLAN KABİR HAYATI KONUSUNDAKİ POLEMİKLERİ:

Rabbimizin Dünya hayatı ile Diriliş saati arasındaki boşluk süresini belirten Berzah konusunda bir gayb haberi bildirmemesine ne geçmiş vahiylerde ne de elimizdeki korunmuş vahiyde Kabir Azabına dair bilgiler bildirilmemesine rağmen Kelamcılar tarih boyunca bu konuda polemikler yapmaktan geri durmamışlardır. İslam öncesi Arap mitolojisi ve cahiliyye etkisiyle rivayetler şeklinde canlandırılan kabirlerde yaşamın olduğu görüşü (Enkarnasyon) ve bazı son dönem yorumcularının (Süleyman Ateş ve Y. Nuri Öztürk gibi) ölümden sonra tekrar bedenlenme (Reenkarnasyon) iddialarını ortaya koyduklarını görmekteyiz.[12] Tarihte ruhların öldükten sonra yaşadıkları inancı öylesine ileriye vardırılmıştır ki ruhların toplandığı yerleri konusunda ortaya atılan görüşler olmuştur. Ruhlar İbn-i Kayyım’a göre iyi olanları Adem (as)’in sağında kötü olanları solunda oturmaktadırlar[13] Cahiliyye döneminde bulunan ruhların öldükten sonra kuşlara dönüştüğü inancı da rivayet formunda yaşatılmıştır.[14]

Kelamcılar kabir azabının mahiyeti konusunda da ilginç yaklaşımlara sahiptirler. Bir görüşe göre kabirde bütün beden değil kalbin bir parçası diriltilecektir.[15] Sadece kafirler kabir azabı görecek diyenler olduğu gibi mümin günahkarlara da azab edileceğini söyleyenler de vardır.[16] İsmail Hakkı Bursevi’nin anlattığına göre vefat eden kelam imamı Ömer Nesefi’yi bir adam rüyasında görmüş, Ona kendisinin kabir sualinin nasıl geçtiğini sormuştur. Nesefi de, kabirde kendisine gelen meleklere bir şiir(!) ile cevap verdiğini söylemiştir. Adam da bu şiiri uyandığında ezberlemiştir(!)[17].

Müslüman münker nekir kurbanlarının azab sürelerinin sınırlı, kafirlerin ise kıyamete kadar azab görecekleri de nasıl oluyorsa kelamcılar tarafından bilinebilmektedir.[18] Bir kısım kelamcı azabın hemen defin anında olduğunu söylemekte[19] bir kısmı ise kıyamete yakın bir zamanda olacağını söylemektedir.[20] Karın ağrısından ölenlerin ya da Cuma gecesi veya Cuma günü ölenlerin kabir azabı görmeyecekleri bile rivayetler getirilerek söylenmiştir.[21]

Daha sonraki süreçte üretilen kabir hikayeleri ise bilim kurgu filimlerine taş çıkartacak niteliklere ulaşmıştır. Örneğin “bıyığı uzayıp dudağı örten kimseye üç türlü ceza verilecektir. Hz. Peygamberin şefaatinden mahrum olmak, havzından içememek, Münker ve nekirin gazabına uğramak. Bıyığı uzun olan kişiler mahşer gününde Allah kullarına secde emri verdiğinde bıyıkları demir kazık gibi kalıp secdeye varamayacağı hususları da eklenmiştir.[22] Osmanlı Sünniliğinde; “Münker ve Nekir cenazenin kabre konmasıyla birlikte gelen meleklerdendir. Gök renginde gözlere, kapkara yüzlere, sağır kulaklara sahip olmaları, gök gürlemesi gibi nefes almaları, gözlerinden yıldırım gibi ateşler çıkarmaları bunların dehşetini anlatan vasıflardandır. Meleklerin gürültüsüyle kendine gelen ölü, oturup bakındığında yattığı yerin bir çukur olduğunu ve ölüye “rabbin kimdir, peygamberin kimdir?” gibi sorular sorar. Amelleri iyi olan soruları kolay cevaplar. Bu kimse sağ yanına baktığında cennet nimetlerini ve makamını görür. Yürüyüp giden Münker ve Nekir’in ardından bakarken boynu sağa burulmuş olarak kalır. Dünyada iken amelleri iyi olmayanlar ise soruları cevaplayamazlar. Münker ve Nekir de onlara ellerindeki topuzlarla vurur, ölü yeryüzündeki bütün canlıların duyabileceği bir sesle hayvan gibi bağırır. Sonra sağ yanındaki cennet ile nimetlerini ve sol yanındaki cehennem ile azaplarını görür. Melekler dünyada salih amel işlemediğinden sağ taraftaki nimetlerden yoksun olduğunu ve azaba uğrayacağını bildirir ve kabrini kemikleri birbirini geçecek şekilde sıkarlar. Bu kimse de sol tarafa giden meleklere bakarken boynu sola burulmuş olarak kalır.[23]

Evet. Sorumuza geri dönelim. Kabir azabı var mıdır? Varsa dayanakları nedir? Rabbimiz Yaratılış öncesi ve yaratılış anını, bu dünyayı ve kıyamet gününü ardından da Ahiret hayatını anlatırken neden Kabir hayatını anlatmaz?

 

Kabir Hayatı ve Azabı inanışlarının kökenlerini Üç ana başlık altında sıralayabiliriz:
1. Halk arasında Kabir Hayatı anlayışının mantığı:Ruh-Beden ayrılığı….
2. Cahiliyye etkisi
3. Kitleleri korkutmak için uydurulan hadis rivayetleri

 

Temel Ayrışma Noktası: Bedenlerin Yeniden Dirilişi mi? Beden ve Ruhun bütün olarak Yeniden Dirilişi mi?

Ruhun bedenin ölümünden sonra da yaşamına devam ettiği inanışı cahiliyede çok kuvvetli bir biçimde yaşamaktaydı. Bu Anlayış “Hame” olarak tanımlanmaktaydı. Draz bu inanışı şöyle aktarmaktadır: “Elimizde, ölümden sonra ruhun bir çeşit hayat yaşadığına dair müşrik Arapların müphem bir fikre sahip olduklarını ileri sürmeye imkan veren bir takım deliller mevcuttur. İnançlarına göre katili bulunup da intikamı alınmayan bir kişinin ruhu hame kuşu şekline girer, geceleri maktulun mezarı üzerinde uçar ve intikamı alınıncaya kadar durmadan ‘bana içecek verin, bana içecek verin’ diye öter ve intikamı alınınca gidermiş”[24]

Cahiliye Araplarının inanç sisteminde ruh ve görünmeyen varlıklara inanmanın önemli bir yeri vardı. Yapılan araştırmalar cahiliye dönemi inanç sisteminin kuraban (zebaih) ve ruhlar alemini emir altına alan (teshiru alem-i ervah) esaslarına dayandığını ortaya koymuştur.[25] Görüldüğü üzere Cahiliyye inanışında ruhun ölümsüzlüğüne inanılmaktadır.

Ruh-Beden Ayrılığı Düşüncesini Kur’an Onaylıyor mu?

Ruh-Beden ayrılığına inanışını Platon temellendirmiştir. Bu inanışa göre ruh bedenden farklı bir biçimde Bedenden önce yaratılmıştır. Ve beden öldükten sonra da yaşamaya devam eder. Ancak Kur’an her zaman ruh ve bedeni ayrılmaz bir bütün olarak zikreder. Kur’an’da halk arasındaki tanımlanan ruh kavramına da rastlamamaktayız. Ruh Kur’an’da Cebrail (as), Vahiy ve Allah’ın verdiği canlılığı tanımlayan bir kavramdır. (bknz. 17/82-89, 42/52, 97/4)

Kur’an’da Ruh:

Ruh kelimesi özel anlamda 3 farklı şekilde kullanılmıştır ki Rabbimiz her türlü kullanımda da müteşabih olarak Ruhu kullanmıştır. Dolayısıyla kavramın gerçek mahiyeti insan idrakinin dışındadır.

1-İlahi Mesajın Kendisi, Sözlü, Görüntülü ya da Yazılı Vahiy ( 42/52, 40/15, 16/2, 17/82-89, 2/87, 2/252, 5/110,58/22)

2-İlahi Mesajı ileten Melek Cebrail (26/192-3 16/105, 19/17)

3-Allah’ın Emirleri, Allah’ın emri ile oluşan canlılık bir başka deyişle Yaşamsal Vahiy, İlahi Hayat Enerjisi (15/29, 38/72, 32/7-9)

Kur’an’da Nefs:

1-Kur’an’da Nefis yani bir bütün olarak insan: Nefs kavramıyla Rabbimiz bilinçli, arzuları kuvvetli ve zayıf yönleri olan bir bütün olarak İnsanı tanımlar. Bakınız Kur’an 6/151: 2/72, 4/29, 5/32, 17/33, 18/74, 20/40, 28/18,23 2/286: 2/233, 4/83, 6/152, 7/43, 65/7 Ruh ve Beden “Ben”i yani Nefsi oluşturur. Ve Bütün nefisler ölümü tadacaktır…

2-Cins (İnsan Türü) olarak Nefs: 4/1. “Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan..” Ayrıca bakınız. 9/128, 3/163 30/21 3- Zihin ve Düşünce (Bilinç) Olarak Nefs: 2/235, 12/18, 8/72, 4/63, 27/74

Sorular, Sorular, Sorular…

Ayrıca burada karşılaşılan ikinci çelişki ise Kabirde ruha mı bedene mi azab edilecektir? Kıyamet günü sorgulanacak insan neden daha önce sorguya alınacaktır? Hangi sorular sorulacaktır? Sünnilere göre kendi mezhepleri, Şiilere göre Ehl-i Beyt’e inanıp inanmadığı bile sorulacaktır?[26] İmamlar niye cenazeye eğilip kopya verirler?

1-Ölüye Kopya var mı!?

Bilinmektedir ki ölüye verilen telkin bid’attır. Dinde yeri olmayan bir uydurmadır. Bu konuda delil olarak getirilen rivayet, İbn-i Kayyım “Zad’ul Mead” isimli eserinde belirttiği gibi uydurmadır. İmam Nevevi de aynı görüştedir. Rasulün bu konudaki uygulaması cenazenin defni sırasında canlılara yapılan bir uyarıdan ibarettir.[27] Yani Ölümün dirilere nasihat olarak hatırlatılmasıdır.

2-Kabir Azabı ilk insanlarla Kıyamete yakın ölen insanlar arsında adaletsizlik değil mi?

Hz. Adem (as) ile başlayan insanlık tarihi, kıyametin kopması ile son bulacağına göre binlerce yıl önce ölen günahkar biri kıyametin kopacağı güne kadar azap görecekken, kıyametin kopmasına yakın ya da çok az bir zaman kala- örneğin bir gün önce- ölen birisi, hiçbir kabir azabı görmeyecektir. Yani birisi binlerce belki de on binlerce yıl kabir azabı görecekken; kimileri de bir gün ya da daha az azap görecektir. Bu adaletsizlik olmaz mı? Allah hiç böyle haksızlık yapar mı?[28]

 

3-Kabir’de azap olacaksa cesedi kabirde olmayanlar ne olacak?

Kabir azabı ile ilgili hadis olduğu söylenen sözlere bakılırsa kabrin, insanın bir metre yer altında gömüldüğü yere dendiğini görmekteyiz. Şayet kabir, insanların bir metre yer altında gömülmesi ise, kabre konmayanlar kabir azabından kurtulmuş mu oluyorlar? Cesetleri yangında yanarak kül olanlar, suda boğulup kaybolanlar, vahşi hayvanlara yem olanlar veya bunlara benzer nedenlerle kabre konmamış olanlar kabir azabı görmeyecekler mi? Veya başka inanç sahiplerinin (Budistler’de olduğu gibi) ölülerini yaktıklarını ve ölünün küllerini de suya serptiklerini/attıklarını biliyoruz. Şayet, kabir (mezar) azabı varsa bunlar kabre konmadıklarından, azaptan kurtulmuş mu oluyorlar? Eğer kurtuluyorlarsa o zaman biz de kurtarmak için ölülerimizi yakmalı değil miyiz? [29]

 

KUR’AN BÜTÜNLÜĞÜNDE KABİR HAYATI

Evet biraz Kur’an okuyalım; Rahman Rahim Allah Adına;

16/21 Onlar cansız, ölüdürler. Ne zaman dirileceklerine dair şuurları da yoktur.

Yukarıdaki ayet-i kerime açıkça bizlere ölülerin diriliş saatine yani kıyamete kadar şuursuz bir halde bir yokluk içinde olacaklarını bildirmektedir. Şuursuz bilinçsiz nefsimizin yani kişiliğimizin kabirde sorgu suale çekilmesi düşünülebilir mi?

 

44/56- Orada, ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar.

Bu ayete göre eğer insanlar kabirde diriltilirlerse iki defa ölümü tatmış olurlar ki bu, ayete terstir. Ayrıca insanlar kabirde hesaba çekilirlerse ahiretteki hesaba çekilme, ahirette hesaba çekilirlerse kabirdeki hesaba çekilme gereksizdir. Eğer kabirde de ahirette de hesaba çekilirlerse bir fiilden dolayı iki defa hesaba çekilmiş olurlar ki bu da anlamsız olur. Ancak Kur’an der ki sorgulanma ancak ahirettedir…

40/11- Onlar: “Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı itiraf ettik, bir daha çıkmaya yol var mıdır?” derler.

 

Yukarıdaki ayet cehennemliklerin içlerinde bulunacakları durumu tasvir etmektedir. Bu ayette iki defa ölümden ve iki defa diriltilmekten bahsedilmektedir. Bu ayet genel kabule göre şu anlama gelir: anne rahmine düşmeden önceki yokluk durumu yani ölüm hali(1. Ölüm), Doğduktan sonraki diri halimiz(1.Diriliş) Ecelimizle ölmemiz (2. Ölüm) ve Kıyamet günü yeniden Diriltilmemiz. (2.Diriliş)[30] Eğer Kabir azabı olsaydı üç defa ölüm üç defa diriliş yaşamamız gerekirdi… Ayrıca bu ayet-i kerime’yi Allah’a nasıl nankörlük ediyorsunuz?!Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Nihayet O’na döndürüleceksiniz. (2/28) ayet-i kerimesi tefsir eder.

17/52. Sizi çağırdığı gün, O’na hamd ederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız.

 

Yüce Rabbimiz bu olayı da uykuya benzetir. Nasıl saatlerce uyduğumuz halde zaman kavramını yitirip bir göz kırpması kadar uyuduğumuzu sanırız. Benzer şekilde öldükten sonra diriltilinceye kadar bir yokluk yaşarız.

 

6/60 O’dur, geceleyin sizi öldüren, gündüzün ne işlediğinizi bilen, belli yaşam süresi dolsun diye gündüzleyin sizi dirilten… Sonra dönüşünüz O’nadır ve yaptıklarınızı size haber verecektir.

 

Yukarıdaki ayette dikkati çeken diğer bir nokta da Rabbimizin ancak Ahirette diriltildiğimizde bizlere iyi ve kötü amellerimizi bildireceğidir. Bu bilgi aşağıdaki ayetlerle bütünlüklü olarak okunduğunda daha bariz biçimde anlaşılmaktadır. Ama Kabir hayatı inanışında bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Kur’an okumaya devam edelim;

36/51. Sura üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar.

36/52 “Vay halimize” derler, “Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? Bu, Rahman’ın söz verdiği şeydi. Demek elçiler doğru söylemişti.”

 

Yukarıdaki ayetlerde de büyük bir şaşkınlık ve pişmanlık görülüyor. Ancak insanlar kabir azabı gibi bir ön hazırlık azabı çekseler hiç te şaşırmazlardı inkar ettikleri şeylerin gerçek olduğuna!! Kur’an’a geri dönelim:

79/42 Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar.
79/43 Onu bildirmek, (ey Muhammed) senin görevin değildir.
79/44 Onun bilgisi Rabbine aittir.
79/45 Sen sadece kıyametten korkanı uyaransın.
79/46 Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.

 

Akla şu soru geliyor. Akıl almaz işkenceler geçiren biri için bir dakika bile yıllar kadar geçmek bilmez bir süreyi ifade ettiği halde Rabbimiz bu dünyada insanların geçirdiği süreyi (Canlı ve Cansız olarak geçirdiğimiz Dünya süresini) çok kısa bir süre olarak tasvir eder.

 

Bir de şu ayete bakalım:

2/259 Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mı? “Allah burayı ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti, “Ne kadar kaldın?” dedi, “Bir gün veya bir günden az kaldım” dedi, “Hayır yüz yıl kaldın, yiyeceğine içeceğine bak, bozulmamış; eşeğine bak ve hem seni insanlar için bir ibret kılacağız kemiklerine bak, onları nasıl birleştirip, sonra onlara et giydiriyoruz” dedi; bu ona apaçık belli olunca, “Artık Allah’ın her şeye Kadir olduğuna inanmış bulunuyorum” dedi.

 

Ayette görüldüğü gibi ölümü ve dirilişi merak eden şahıs Allah tarafından öldürülüyor ve tekrar diriltiliyor. Ne kadar kaldın sorusuna verdiği cevap ise gayet açık: Ne kadar kaldın?” dedi, “Bir gün veya bir günden az kaldım” dedi.

Vahye kulak vermeye devam edelim:

82/4. Kabirlerin içi dışa çıktığı zaman,
82/5. İnsanoğlu, ne yaptığını ve ne yapmadığını görür.

 

Ama kabir azabı inancına göre kişi zaten daha kabirde ne yaptığını ne yapmadığını görmüş bundan dolayı azaba ya da mükafata tabi tutulmamış mıydı?!

100/9-10. İnsan, kabirlerde bulunanların çıkarılacağı ve kalplerde olanların ortaya konulacağı bir zamanın geleceğini bilmez mi?

 

Ama kabir hayatı inancına göre kalplerde olanlar bir sorgulama ile ortaya çıkarılmıyor mu?

3/185. Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü, ecirleriniz size mutlaka ödenecektir. Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur. Dünya hayatı, zaten, sadece aldatıcı bir geçinmeden ibarettir.

 

Kur’an ecirlerimizin kıyamet günü ödeneceğini söylerken kabir hayatı inanışına göre ecirlerimizden dolayı kabrimizin cennet bahçelerinden bir bahçe olması ecirlerimizin kıyamet gününden önce ödeneceği anlamına gelmez mi? Bu Kur’an’ın söylediğinin zıttı bir sonuç değil mi?

Kur’an’ın bu ölüm kıyamet ve ahiretle ilgili tüm ayetlerinde hesabın ahirette verileceği vurgulanırken yargısız bir infazı andırırcasına “ölmüş” bedene nasıl sorguda bulunulur? Allah (cc)’ın aşağıdaki ayetlerinde belirttiği gibi yok iken bizi bu dünyada ruh ve bedenimizle bir bütün olarak var edip bizi canlı kılan Rabbimiz aynı şekilde bizi yaratmadan önceki halimize döndürüp öldürmektedir. Yani yokken var ettiği gibi Varken yok etmektedir. Ve yokluktan tekrar kıyamet günü var edecektir.

30/25. Göğün ve yerin O’nun buyruğu ile ayakta durması O’nun varlığının belgelerindendir. Sonra sizi kabirlerinizden bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz.
30/26. Göklerde ve yerde olanlar O’nundur; hepsi O’na boyun eğmiştir.
30/27. Önce yaratan, ölümünden sonra tekrar dirilten O’dur. Bu, O’nun icin daha kolaydır. Göklerde ve yerde olan en üstün sıfatlar O’nundur. O, güçlüdür, Hakimdir.
22/6-7. Bunlar, yalnız Allah’ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah’ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösterir.

 

Yukarıdaki apaçık ayetler kabirde bir hayat olmadığını kabirlerde olanın kıyamet günü diriltileceğini söylüyorlar…

Bir de kabir azabına delil olarak bulunabilen ve Kur’an bütünlüğünden cımbızlanarak kelami polemiklerde argüman olarak sunulmaya çalışılan Kur’an’daki tek ayete bakalım:

 

Mümin 40/45-46;

“Allah onu (kavminin) şeytani tuzaklarından korudu. Firavunun ailesi ise şiddetli bir azabın pençesine düştü (öteki dünyadaki) ateş (in ki o ateşe) sabah akşam rastgele sokulacaklar: Nitekim Son Saatin gelip çattığı Gün (Allah) “Firavun ailesini en şiddetli azabın içine atın! (buyuracaktır). (Muhammed Esed Meali)

40/45. Allah o (muttaki) adamı, kurmak istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azap Firavun’un adamlarını sardı.

40/46. Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, “Firavun’un adamlarını azabın en ağırına sokun”denir. (Diyanet Meali)

 

Yukarıdaki ayetteki azabın kıyamette olacağı anlamı çıkmaktadır. Ancak azap kıyamette verilmese de kabir azabına delil olamaz. Çünkü Kur’an ayetleri bir birini açıklar. Sabah-akşam tabiri Arapça’da süreklilik anlamında kullanılır. 6/52. Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvaranları kovma.” Ya da 18/28. “Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret.” Ayetlerinde kullanıldıkları gibi.

 

Ayrıca Kafirler bu dünyada da azaba çarptırılırlar:

3/56-Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda, hükmedeceğim. _inkar edenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır.”
9/55. Artık onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azap etmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister.
9/74.Allah ve peygamberi bol nimetinden onları zenginleştirdi ve öç almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse iyiliklerine olur; şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve ahirette can yakıcı azaba uğratır.

9/85. Malları ve çocukları seni hayrete düşürmesin; Allah bunlarla onlara dünyada azap etmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister.

13/34. Onlara, dünya hayatında azap vardır, ahiret azabı ise daha çetindir. Allah’a karşı onları bir koruyan da yoktur.

 

Dolayısıyla Kabir azabına delil olabilecek Kur’an’daki tek ayet te Kur’an bütünlüğünde diğer ayetlerin açıklayıcılığı ile anlaşılmalıdır.

 

SONUÇ

Kur’an dışı bir inanç olan kabir hayatında azap ya da mükafat inancına Kur’an öncesi vahiy metinlerinde de rastlanmamaktadır. Muhtemelen bu inanış, İslam inancının Hz. Muhammed sonrası geniş coğrafyalara yayılma süreciyle beraber tanışılan İran inanışlarından etkilenme sonucu Müslümanların gündemine girmiştir. Bu gündem saltanat döneminde güncelleşen kader, iman-amel ilişkisi tartışmalarının da etkisiyle siyasal ve toplumsal bir boyutta da işlevselleşmiştir. Müslümanlık iddiasındaki kişinin amel işlemeksizin (ya da amellerinde ihmalkar olup) iman dairesinden çıkmadığını ve cennete gideceğini savunan Mürcie ve Eş’ariyye İlahi adalet tartışmalarında “salih amelsiz mü’min(?)lerin günahlarını kabirde ve cehennem’de azap çekip arındıktan sonra cennete girecekleri” savını geliştirmişlerdir. Bu düşünceye argüman olarak ta Cahiliyye arap fikriyatında bulunan ruh inancıyla zerdüştlükteki kabir hayatı inancını kullanmışlardır. Üretilen bu ara formülün kelam tartışmalarındaki polemiklerin bir ürünü olduğu ve bu fikirlerin daha sonradan Kur’an’a söylettirilmeye çalışıldığını gayet net bir biçimde görebilmekteyiz. Rabbimiz korunmuş ve apaçık vahyinde kıyameti çok çarpıcı sahnelerle gayet net biçimde anlatmakta, hesap, ar’af, cehennemliklerin ve cennetliklerin konuşmaları, cehennemliklerin pişmanlık ve cennetliklerin sevinç duyguları edebi biçimde resmedilirken bu konunun bir iki ayette geçiştirilmiş olması Kur’an’ın üslubuna aykırı bir haldir.

Ayrıca insanları günahlardan sakındırmak için etkili bir korku aracı olarak kullanılmıştır. Çünkü bilinçsiz yığınları, görmediği ve gerçekleşmesi sonra olacak olan Kıyamet ve Ahiretle korkutmak ve uyarmaktansa her an hayatın içinde olan somut mezarlarda azap görüleceği inancı daha etkili olmaktadır.

Bu yaklaşım insanlara bilinçli bir ahiret perspektifi verme sorumluluğunun arkaya atılıp kolaya kaçılmasının da bir tezahürüdür. Ancak Gaybla ilgili zan barındıran bu tür inanışlar dinin masallaşmasına, bir korku sistemi olmasına yol açmaktadır. Dokuz tahta altında yılanlarla boğuşmak ve meleklerin demir topuzları altında parçalanmak tehdidi insanlara din diye sunulmaktadır. Yapılması gereken tek şey inançların Rabbimizin Koruduğu Kur’an’la belirlenmesidir.

DİPNOTLAR
[1] 6:50 De ki: “Size Allah’ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.” De ki: “Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?”

 [2] 10:36 Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarını şüphesiz bilir.

[3] 7:187 Sana, kıyamet saatının ne zaman gelip çatacağını soruyorlar, de ki: “Onu ancak Rabbim bilir, onun vaktini, O’ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir.” Sen sanki öğrenmişsin gibi sana soruyorlar, de ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur, ama insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. ”
[4] “İslami Kimlik: İlkeler ve Hareket” Toplu Çalışma , Ekin Yayınları 1996 İst. Sf. 54-57
[5] “Aryan Mitolojisi”, M. Siraç Bilgin,, sf. 93-94
[6] “Kitab-ı Mukaddes” Türkçe Çevirisi, Kitab-ı Mukaddes Şirketi 2000 İst.
[7] “Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler” M. Yaşar Soyalan, Ağaç Yay. 2003, İst. Sf. 77, “H.Dini Kur’an Dili”, Sf. 4672,3601
[8] “Bilgelik Peşinde” Cafer Sadık Yaran, Araştırma Yay., Ank.2002, Sf.312
[9] “Kur’an’da Azap Kavramının İfade Ettiği Anlam” Allame M.H.Tabatabai, Mizan Tefsirinden naklen, bknz. www.kurannesli.org
[10] “Alternatif Hadis Metodolojisi” M.Hayri Kırbaşoğlu, Kitabiyat Yay. Sf.100
[11] “Kabir Azabı Tartışmasına Farklı Bir Bakış” Yrd.Doç.Dr. Metin Özdemir, İslamiyat Dergisi, 5 (2002), Sayı:3 sf.155
[12] “ Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri” Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat 6/118
“Kur’an’daki İslam” Y. Nuri Öztürk, Yeni Boyut Yay. Sf.313
[13] “Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu” Dr. Erkan Yar Ankara Okulu Yay. Sf 108
[14] A.g.e, Alusi, Buluğul Ereb, 2/199, “İslam Öncesi Araplar ve Dinleri” Şemsettin Günaltay Ankara Okulu Yay. Sf.66
[15] A.g.e sf.127 “ el-İktisad fi’l- İtikad” İmam Gazzali1110
[16] A.g.e sf. 127“Şerh’ul Akaid’in Nesefiyye”, Taftazani sf. 66
[17] “Tefsiru Ruhu’l Beyan”, İsmail Hakkı Bursevi, 4/392
[18] “Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu” Dr. Erkan Yar Ankara Okulu Yay sf.128 “Tenkıhu’l Kelam fi Akaid-i Ehl-i İslam” İmam Harputi sf.319
[19] A.g.e sf. 127
[20] A.g.e sf.127 “ Kitab’ur Ruh” İbn-i Kayyım, sf. 50
[21] “Cem’ul Fevaid, Büyük Hadis Külliyatı” İmam Rudani, 2K Yay. Cilt-1 sf. 397 (Karın Ağrısı Hadisi: Hadis No:2651 Nesai ve Tirmizi. Cuma Günü Hadisi: Hadis No: 2652 Tirmizi)
[22] İmâdü’l İslam” vr.29b-30a’dan naklen “Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı” Hatice Kelpetin Arpagut, Çamlıca Yay. sf.335
[23] “Müzekki’n Nüfûs, sf.91-93 ve Kara Davud, sf.27-28’den naklen “Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı” Hatice Kelpetin Arpagut, Çamlıca Yay. sf.283-284
[24] “Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru” Abdullah Draz, sf.85-86
[25] “İslam İnancında Gayp Problemi” Dr. İlyas Çelebi, İFAV Yay.sf.36
[26] “Bihar’ul Envar: c.6 sf.223’ten naklen “Ehl-i Beyt Mektebinde Temel İnançlar” Abdullah Turan Al-i Taha Yay. Sf. 489-490
[27] “Kur’an Niçin İndirildi ?” Muhammed Ahmed Abdusselam, Fecr Yay. 1996 Ank. Sf. 71
[28] “Hangi İslam?” Erhan Aktaş, Anlam Yay.1996 Ank. Sf.170
[29] A.g.e. sf.170 ve “Felsefi ve Deneysel Dayanaklarla Ölüm Sonrası Yaşam” Metin Yasa, Ankara Okulu Yay. Sf.51
[30] Bu konu için Bknz. “Tefsir’ul Celaleyn” 40/11 Tefsiri Türkçe Tercümesi Fatih-Enes Kitabevi sf.1677
“Kur’an Mesajı” 40/11 Tefsiri M.Esed İşaret Yay. “et-Tefsirü’l Hadis” M. İzzet Derveze Cilt-3 Ekin Yay. Sf.264

http://www.kurannesli.info/bilgibankasi/yazi.asp?id=743

 

posted in KABİR AZABI | 1 Comment

24th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

AYDIN KİŞİ OLMANIN KOŞULU

Neyin neden olduğunu bir gerekçe bulup açıklayamazsanız, aydın kişi sayılmazsınız. Her olayın nedenini açıklayacaksınız, ancak açıklama yaparken de ortalığı fazla dalgalandırmayacaksınız. Kıvrak zekâlı aydın kişi olmanın koşulu budur.

Örneğin çocuk her yıl sınıfta çakıyor. Anne sızlanıp durmada, baba küplere biniyor.  Bu olayın nedenine en uygun gerekçe nasıl bulunur?

— “Ulan çocuğu sarhoşken mi yaptınız, ne halt ettiniz? Baksanıza gözleri öne doğru şaşı, sümüğünü bile çekemiyor. Cebir denklemlerini çözmek kim, o kim… Besbelli ki sersem doğmuş. Boşuna uğraşmayın hiç.” diyemezsiniz… Zaten anneyle baba böyle bir gerekçeyi kabul etmezler.

— Çok zeki ama maalesef çalışmıyor, onun için kalıyor sınıfta, derler.

— Peki, neden çalışmıyor?

— Tembel de ondan…

— Peki, neden tembel?

— Çalışmıyor da ondan…

Bu gerekçe pek yeterli görünmüyorsa, o zaman tembel olduğu için çalışmayan, çalışmadığı için de tembel olan çocuğun bu durumuna yeni bir gerekçe daha bulunur:

– Yaşından ötürü bunalım geçiriyor.

Bir kez çocuk, kafası gelişmemiş olduğu için sınıfta kalmaz. Çocuk mutlaka zekidir, ama tembeldir. Onun için sınıfta kalmaktadır. Tembelliğinin nedeni yaşından ötürü bunalım geçirmesidir.

* * *

Çocuğun yaşından ötürü bunalım geçirmesi gelişen cinsel güdülerini doyuramaması anlamındadır. Yani çocuk erkekse, sınıfı geçmesi için koynuna kadın koymak, kızsa erkek koymak gerekmektedir. Böylece bunalımı bitecek, tembellik etmeyecek ve geceleri rahatladıktan sonra karekökü nasıl alınır yahut botanikte fasulye hangi familyaya aittir daha iyi öğrenecektir.

Bu iddia biraz havada bir iddiadır aslında. Evlilerin bekârlardan daha beyinsel olduğu kanıtlanamamıştır.

O nedenle çocuğun sersem olduğu için değil de, yaşından ötürü bunalım geçirdiğinden tembellik ettiği için sınıfta kaldığı gerekçesi pek bilimsel sayılmaz. Sayılmaz ama anneyle babayı rahatlatır.

Bazıları böyle aydın kişi yorumlarını bir kıyıya koyarlar ve:

– Eşşek sıpasına basacaksın sopayı, bak o zaman nasıl çalışır, derler.

Oysa bu da yanlıştır. Fizik yahut kimya bilginlerinden hiç biri, sopa yiye yiye bilgin olmamıştır. İnsan sopa yiye yiye, erken çavuş bile olamaz. Olsa olsa biraz daha sersem olur.

Peki, ama öyleyse çocuklar neden çalışmayıp sınıfta kalmaktadırlar?

Sıkışırsan:

— Eğitim bozuk efendim, düzen sorunu, dersin, paçayı kurtarırsın.

Çocuk sınıfta çakınca, demek ki anneyle babayı kızdırmadan gösterebileceğiniz iki gerekçe var. Biri:

— Yaşından ötürü bunalım geçiriyor.

Öteki:

— Eğitim bozuk efendim, düzen sorunu…

* * *

Adam her akşam kafayı çekiyor, sonra da:

— Kül tablasını niye dökmediniz?

Yahut:

— Neden soğuk değil bu su, diye hır çıkarıp, camı çerçeveyi indiriyor.

Evde çoluk çocuk herkes ağlamaklı. Adamın her akşam yarım kiloyu devirdikten sonra yedi bela gibi ortalığı kırıp geçirmesinden perişan oluyorlar.

Aydın kişi olarak buna da usturuplu bir gerekçe bulmanız zorunludur:

— Yaşından ötürü bunalım geçiriyor, derseniz karısı anlamlı anlamlı başını sallar, ama adam kızar böyle bir gerekçeye…

Hem sonra çocuk sınıfta kalınca yaşından ötürü bunalım geçiriyor, baba ortalığı duman edince yaşından ötürü bunalım geçiriyor, anne saçını başını yolunca yaşından ötürü bunalım geçiriyor… Gerekçe monoton olmaya başlar.

Bu tür krizlere tıbbi bir gerekçeyle yaklaşmak daha iyidir:

—Karaciğer yorgunluğu…

Yahut:

—Şekeri yüksek galiba, gibi…

Karaciğeri demir gibi, şekeri de yok, derlerse, o zaman:

— Stres, dersiniz.

* * *

Stres’e her şey girer. Karın ağrısı, baş ağrısı, böbrek ağrısı, boyun, kol ağrısı, kafa kırma, göz çıkarma, küfür etme, nara atma, hizmetçiye sulanma, karıyı boşama, işten çıkma, müdürle kavga, sigarayla uyuma, meyhanede gecikme, sofraya küsme, her şey…

Kim, nerede ipin ucunu kaçırmışsa yahut kendinden sızlanıyorsa yahut kaynanasını gebe bırakmış Arnavut damat gibi süklüm püklüm düşünüyorsa, gerekçe olarak:

— Stres’e dayanırsın.

Böylece “yaşından ötürü bunalım” yahut “stres” yahut “düzen sorunu” diye cebinde üç gerekçen varsa, her olayın nedenini aydın kişi olarak, ortalığı fazla bulandırmadan kolayca çözebilirsin.

* * *

Bakkal kazık attı.

Gerekçe “düzen sorunu”

Otobüs geç geldi.

Gerekçe “düzen sorunu”

Karı evden kaçtı.

Gerekçe “stres”

Koca hırsından sürahiyi aynaya patlattı.

Gerekçe “stres”

Çocuk komşunun kızını iğfal etti.

Gerekçe “yaşından ötürü bunalım”

Para yetmiyor.

Gerekçe “düzen sorunu”

Elektrikler kesildi.

Gerekçe “düzen sorunu”

Karı ağlayıp duruyor.

Gerekçe “yaşından ötürü bunalım”

Ayakkabı ayağını sıkıyor.

Gerekçe… Ahmaklık edip ayakkabıyı ayağına küçük almışsın… Neden ahmaklık ettiğine gelince, günün yorgunluğundan dikkatin dağılmış, yani stres… Neden o kadar yoruluyorsun, düzen sorunu… Ayakkabının sıktığından ötürü sövüp sayarsan, yaşından ötürü bunalım…

Aydın kişi olarak, olayların nedenini bulmak için bu üç gerekçe yeter de artar bile. Gerekçeyi bulduktan sonra çaresini bulmayı da tanrı’ya havale edersin… Böylece aydın kişi olarak her şeyin nedenini bilir, rahat edersin… (Çetin Altan)

 

posted in GÜNCEL | 0 Comments

21st Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MEZHEPLER VE AYRILIK RAHMET MİDİR?

Hz. Muhammed(s.a.v)’in vefatından kısa bir süre sonra Müslümanlar arasında ihtilaflar baş göstermiştir. Bu ihtilafların büyümesi ile birlikte, Müslümanlar da Ehli Kitabın düştüğü duruma düşerek dinde parçalanıp fırkalara ayrılmışlardır. Fırkalar arasındaki görüş ayrılıkları nedeni ile çıkan tartışmalar kanlı kavgalara dönüşmüştür. Çıkan bu kavgalar sonucunda on binlerce Müslüman hayatını kaybetmiş, malları ve mülkleri talan edilmiş ve birçoğu da yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmışlardır.

Müslümanların ihtilafa düşme nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

– İktidar çekişmeleri,

– Siyasi çıkar ve hesaplar,

– Kabilecilik taassubunun canlanması,

– İslâm’ın yayılma sürecinde fetihlerle büyüyen coğrafyada karşılaşılan mistik ve felsefi düşüncelerin etkisi,

– Farklı dinlere mensup olan insanların büyük topluluklar halinde İslam’a girmeleri ile birlikte eski kültür ve inançlarından birçok unsuru İslam’a taşımaları,

– İslâm karşıtları tarafından kurulan gizli cemiyetlerin yıkıcı ve bölücü faaliyetleri,

– İslam dışı inançların ve uydurmaların gerçek İslami ilkeler olarak benimsenerek zamanla dini hayata yerleşmesi.

Yukarıda belirtilen nedenlerin etkisiyle yaşanan sosyal değişimler sonucunda, Müslümanların siyasi ve itikadi konulardaki anlayışlarında farklılaşmalar oluşmuştur.

Başlangıçta Müslümanlar arasında baş gösteren ihtilaflar siyasi nedenlerden dolayıdır. İlk ihtilâf, Hz. Peygamber’in vefatını müteakiben kimin halife seçileceği konusunda ortaya çıkmıştır. Daha sonra, Hz. Osman’ın öldürülmesi ile birlikte İslam’da fitne dönemi başlamıştır. M. 656’da Hz. Ali ile Hz. Aişe taraftarları arasında (Cemel Vakası) ve M. 657’de Hz. Ali ile Muaviye taraftarları arasında (Sıffin Savaşı) şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Yaşanan bu çatışmaların ardından Müslümanlar, Ali Şiası, Muaviye Şiası ve Hariciler olmak üzere üç ayrı siyasi fırkaya ayrılmışlardır. İslam tarihi kaynaklarına göre, Cemel vakasında 10 bin, Sıffin savaşında da 90 bin Müslüman hayatını kaybetmiştir. Hayatını kaybedenler arasında Talha ve Zübeyr gibi sahabelerde bulunmaktaydı.

Hicri dördüncü yüzyıla kadar mezhepler var olmasına rağmen Müslümanlar mezheplere ayrılmamışlardı. Bu döneme kadar her Müslüman istediği bir müctehidden yararlanma özgürlüğüne sahipti, mezhep taassubu yoktu. Bilgiden nasipli olanlar için ictihad kapıları açıktı.

Dördüncü hicrî asırdan önce halk malûm dört mezhebe ayrılmadığı gibi fıkıh mezhepleri de dörtten ibaret değildi. Daha birçoğu arasında el-Hasenü’l-Basrî, Ebû-Hanife, el-Evzâ’î, Süfyân es-Sevrî, el-Leys b. Sa’d, Mâlik, Süfyân b. Uyeyne, Şâfi’î ve daha sonra İshak b. Râheveyh, Ebû-Sevr, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî’nin mezhepleri meşhurdur. Bunların yaşadığı o devirde de âlimler kendilerini, muayyen bir mezhebe bağlamaya mecbur telakki etmiyorlar, bağlananlar da başkalarından istifade edebiliyorlardı.

Bu devre de, bundan önceki gibi ictihad hürriyetinin hâkim olduğu devredir. İlmî kudreti olan her Müslümanın önünde ictihadın kapıları ardına kadar açıktır. İlmî kudreti ictihad için kâfi gelmeyenler de istediği müctehidden faydalanma, sorma ve ona tâbi olma hürriyetine sahiptir. Gerek kadı ve gerekse müftü, muayyen bir kanun ve mezhebe bağlı değildir.

Dâvâ ve sualleri ictihadlarına göre çözmekte idiler. Abbâsîler devrine kadar her merkezde birçok âlim ve müctehid vardı; soruları cevaplandırıyor, dâvâları hallediyorlardı. Fakat bunlara izafe edilen mezhepler yoktu.” (Bkz:H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, s. 159, 160, İst., 2001)

Bilinen Sünni mezhepler, Abbasiler döneminin ortalarına doğru fıkıh ekollerinin kurulmasından sonra oluşmuştur. Fıkıh ekolü mensupları arasındaki yazılı ve sözlü tartışmalar fıkıh usullerinin doğmasına neden olmuş, müteakiben fıkıh kitapları yazılmıştır. Zaman içerisinde fıkıh ekolleri arasında baş gösteren gruplaşmalar mezheplerin oluşumuna zemin hazırlamışlardır.

Mezhepler din değil, dinin farklı yorumlanması sonucunda ortaya çıkan beşeri oluşumlardır. Beşeri oluşumların bütün zamanlara ve mekânlara hitap etmesi söz konusu değildir. Bu oluşumlar, görüş sahiplerinin içinde yetişmiş oldukları kültürün ve yaşadığı dönemin şartlarına göre şekillenmiş bir düşüncenin ürünüdür. Mezhep âlimlerinin ve görüşlerinin hatasızlığı söz konusu olamaz. Onlar çarşıda pazarda dolaşan, yemek yiyen beşeri varlıklardır. Her insan gibi onlarında hata yapmaları doğal bir olgudur.

Hiç bir mezhep alimi mezhep kurmak için yola çıkmamış ve kendi görüşlerinin hatasız olduğu iddiasında da olmamışlardır. Bilakis, ictihadı teşvik ve taklidi önlemeğe yönelik görüşler beyan etmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde mezhep bağlıları tamamen alimlerin bu mesajlarının aksine, taklitçi bir davranış içerisinde olmuşlardır.

Bu konu ile ilgili görüşlerinden alıntılar:

Ebû Hanife: “Nereden söylediğimizi (hükmümüzün delil ve kaynağını) tetkîk edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl değildir.”

Bu benim reyimdir ve elde edebildiğim reylerin en iyisidir. Bundan daha iyisini bulan olursa onu kabul ederiz.”

Mâlik: “Ben bir beşerim; hata da ederim isabet de. Re’y ve ictihadımı inceleyin; kitâb ve sünnete uyan her sözümü alın, onlara uymayan bütün sözlerimi de terk edin.”

Şâfi‘î: “Sahîh hadîs bulununca benim mezhebim odur.” Onun yetiştirdiği müctehidlerden Müzenî (v. 264/877), “Muhtasar”ına şu satırlarla başlamaktadır: “Bu kitabı Şâfiî’nin ilminden özetledim. Maksadım öğrenmek isteyenlere kolaylık temin etmektir. Ancak şunu haber vereyim ki Şâfiî, herkesin kendi din hayâtının bizzat şûuruna varması ve tehlikeden korunması için, gerek kendini ve gerekse diğer müctehidleri taklîd etmeyi yasaklamıştır.”

Ahmed bin Hanbel: “Evzâî’nin re’yi, Mâlik’in re’yi, Ebû-Hanîfe’nin re’yi… bunların hepsi re’ydir ve bana göre farksızdır. Hüccet ve delîl olma sıfatı yalnız “âsâr”a aittir.” ifadesinin sahibi olan bu müctehide göre, delîlini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve re’yine uyulmaz. Eğer delîli sahih ve sağlam ise buna müstenid fetvâ ve hükmü kabul edilir ki buna taklîd değil, “ittibâ” denir. O, bu sözlerini, bir başka ifadesiyle şöyle takviye etmektedir: “Ne beni, ne Mâlik’i, ne Sevrî’yi ve ne de Evzâî’yi taklit et; hüküm ve bilgiyi onların aldığı kaynaklardan al.”

Dinini hiçbir müçtehide ısmarlama, Hz. Peygamber ve ashâbından geleni al, sonra tâbiûn gelir ki kişi bunlarda muhayyerdir.” (Bkz:H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İst., 2001, s. 198-200.) Mezheplerin oluşumuyla birlikte mezhepler arasında çekişmeler baş göstermiş ve her mezhebin mensupları kendi mezheplerinin hak ve doğru yol üzerinde olduğunu ispat edebilmek için çeşitli arayışlar içine girmişlerdir. Hiç korkmadan Allah ve Elçisi hakkında yalan uydurmaktan bile çekinmemişlerdir. Kendi mezheplerini ön plana çıkartabilmek için, kendi mezhep âlimlerini öven, diğer mezhep alimlerini yeren hadisler uydurmuşlar ve görüşler beyan etmişlerdir.

Bu konuda uydurulmuş olan hadislerden ve görüşlerden birkaç örnek verebiliriz:

* “Ümmetim arasında yakında, Ebû Hanife en-Numan adı verilen bir adam gelecek ki, o ümmetimin kandilidir.” * “Ümmetim arasında Muhammed İdris (Şafii) diye anılan bir adam yakında gelecek ki, o, ümmetim arasında iblisten daha çok zararlı olacaktır.”
(Bkz. «el-Tenkîl fî tenibi Zahidi’l Kevserî Mine’l-Ebatîl» 1/19-21-446-443, Telif: Allame Abdurrahman el Muallimi el Yemânı. Tahkik: el-Elbanî; Aliyyulkari, Mevzuattı’I-Kübrâ H.4. s.76. Dpn.l, Beyrut.1971; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ:H.53. s.33-34. C11351, Beyrut; Ayrıca bkz: Harun Ünal, Uydurma Hadisler, Mirac Yayınları, Hadis no: 20 ve 21)

* İmam Ahmed’in: “Allah bu zatı hadis için yaratmıştır.” diyerek hadis ilmindeki ehliyetini takdir ettiği meşhur muhaddislerden Ahmet b. Mehdi: “Ebu Hanife, ilim nedir bilmezdi. Dalalete düşürdüğü insanların vebali yarın kıyamet günü sırtına sarılacaktır. Hak bile olsa Müslümanların tutundukları dini bağları, teker teker söküp atan Ebu Hanife’nin re’yini ve görüşlerini kabul etmeyiniz. (Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Özellikleri, s. 57, Dergah Yay., İst./1979.)

* Hadis ve Hicaz fıkıh hareketinin başında bulunan İmam Malik şöyle demiştir: “Ebu Hanife fitnesi, iblis fitnesinden daha zararlıdır.”

* Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife’nin vefat haberini alınca, derin bir memnuniyet duymuş ve: “ Allah’a şükürler olsun. Birçok insanın belaya düşmesine sebep olan kişiden bizi afiyette kıldı.” (Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Özellikleri, s. 99, Dergah Yay., İst./1979.) Kaynak: Haksöz Dergisi – Sayı: 26 – Mayıs 1993

Beşeri görüş ve düşüncelerin bir ürünü olan mezhep hükümleri Kur’ân’a göre şekillendirilmesi gerekirken, Kur’ân, tevil ve tefsir edilerek mezhep hükümlerine göre şekillendirilmiştir. Bunun yanı sıra hadisler uydurularak, mezhepler Hz. Peygambere de onaylattırılmıştır. Farklı görüş ve düşüncelere sahip olmalarına rağmen Kur’ân’ı kendi görüşleri için delil olarak kullanmışlardır.

Mezhep hükümlerinin kutsal ve dokunulmaz kılınmasıyla birlikte ictihad kapıları kapatılmıştır. İctihad kapılarının kapatılması yeni düşüncelerin ve fikirlerin üretilmesini engellemiş, akletmekten ve sorgulamaktan uzak bir anlayışın ürünü olan kör taklidin benimsenmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda, ilkeleri bütün zamanlara ve mekanlara hitap eden İslam dini, akıllarda, geçmiş dönemlere ait dondurulmuş beşeri hükümlere göre şekillenen bir din haline gelmiştir.

İnanç hayatında bu hükümlerin ölçü alınmasıyla birlikte Müslümanlar tevhid inancından uzaklaşmışlardır. Allah’ın yerine mezhep imamları, Kur’an’ın yerine de mezhep hükümleri konulmuş ve mezhepler olması gereken boyuttan çıkarılarak dinleştirilmiştir. İnançta ki bu sapmalar, geçmiş toplumlarda olduğu gibi hem Kur’an’la hem de kendi içlerinde ihtilafa düşmelerine ve dinde bölünerek parçalanmalarına yol açmıştır. Zamanla mezhepler arasındaki ihtilafların büyümesiyle meydana gelen kavgalar ve çatışmalar birçok Müslümanın hayatına mal olmuştur. Sonuçta, Hz. Peygamber‘in tebliğ ettiği İslâm’ın özüyle uyuşmayan farklı bir din anlayışı ortaya çıkmıştır.

Ortaya çıkan bu dinin kendisine özgü değişmez ve tartışılmaz hükümleri vardır. Rableştirmiş oldukları din adamlarına ait olan görüşlerin kaynağını teşkil hadisler, kendi içerisinde çelişkili olduğu gibi Kur‘an ayetleri ile de çelişkilidir. Aynı konu ile ilgili birbirinden farklı birden fazla hadis mevcuttur. Her mezhep, bu hadislerden birini delil alarak kendi hükümlerinin temellerini oluşturmuştur.

Dolayısıyla mezhep hükümleri hem diğer hadisler ile hem de Kur’an ayetleri ile çelişmektedir. Mezhep hükümlerinden biri reddolunduğunda hepsi reddolunmuş sayılacağından bu hükümlere uymayan Kur’an ayetleri ve hadisler ya tevil edilmekte ya da mensuh (yürürlükten kalkmış) sayılmaktadır. Onlara göre, mezhep hükümleri Kur’an’a ve hadislere uymuyor gibi görünse de yanlış değildir. Mezhep hükümleri, Kur’an ve hadislerle çatıştığında mezhep hükümlerine uyulmasını, Kur’an’ın ve hadislerin mezhep hükümlerini reddetmek için delil olamayacağını beyan etmektedirler.

Bu konu ile ilgili görüşlerinden örnekler:

* “Dininin hükümlerini bizim gibi cahillere derin âlimler ve olgun salihler bildirdi. Bunlar, Muhaddisler ve Müctehidlerdir. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri inceleyip, sahih olanlarını ayırmışlardır. Müctehidler de, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden ahkam çıkarmışlardır. Biz, ibadetlerimizi ve bütün işlerimizi bu ahkama uygun olarak yapıyoruz.” [Üsul-ül-erbea fi-terdidil-vehhabiyye]

* İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: “Hadis-i şeriflerle amel etmek, bize caiz olmaz. Mezhebimizin hükmüne aykırı gibi görülen hadis-i şerifler, âlimlerin sözlerini reddetmek için delil ve senet olamaz.” [Mektubat 1/312, Mebde ve Mead 31]

* Muhammed Hadimi hazretleri de buyuruyor ki: Dindeki dört delil, müctehidler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü bizler, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Mezhebin bir hükmü, âyete, hadise uymuyor gibi görünse de yanlış değildir. [Berika s. 94]

* Bir kimse, yapacağı şeyi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde arayamaz. Mezhep âlimlerinin kitaplarından okuyup öğrenmesi lazım olur. Müslüman’a yapılacak en büyük kötülük, “Kütüb-i Sitte’yi al hadisleri oku ve buradan dinini öğren veya Kur’an meali oku, dinini asıl kaynaktan öğren” demektir.

* Bir hadis, bir âyete zıt gibi görünürse, hadis-i şerife uyulur. Bir hadis, mezhebin hükmüne zıt gibi görünürse, mezhebin hükmüne uyulur. [www.dinimizislam.com – Mezhep ve Mezhebsizlik)

* Ubeydullah el-Kerhî’ (v. 340/951): “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te’vil edilmiştir yahut da mensûhtur (gerçersiz yürürlükten kalkmış); her hadîs de böyledir: ya te’vîl edilmiştir yahut da mensûhtur; başka bir hadis ile yürürlükten kaldırılmıştır.” [el-Kerhî, er-Risâle, İst. ts, s. 84.] Kerhî’nin demek istediği şudur: Nas ile mezhep çatıştığı zaman biz mezhep hükmünü alır, onu uygularız. [Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İst., 2001, İz yayıncılık, s. 236]

Yukarıda geçen söylemlerinden anlaşılacağı üzere; ortaya sunulan din, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din olmayıp hükümleri beşeri görüş ve düşüncelere göre oluşturulmuş bir dindir. Bu dinin kaynağını Allah’ın kitabı değil, bağlıları tarafından rableştirilmiş olan din adamlarının kitapları teşkil etmektedir. Kur’an’ı görmezlikten gelerek ondan uzaklaşmaları neticesinde dost edinmiş oldukları şeytanların vahiylerine uyarlarken, kendilerini hala hidayet üzere olduklarını sanmaktadırlar.

Kim Rahman’ın Zikri’ni(Kur’an’ı) görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur. (43/Zuhruf, 36)

– Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlarsa kendilerinin hâlâ hidayet üzere olduklarını sanırlar. (43/Zuhruf, 37)

Mezhep hükümlerini Allah’ın hükümlerinden üstün görmekte ve Allah’ın hükümlerini geçersiz kılmak için çaba sarf etmektedirler. Allah’ın kitabına sarılmaları gerekirken, yanlarında bulunmasından dolayı sevindikleri kitaplara sarılmaktadırlar. Dolayısıyla bu beşeri hükümleri, İlahi hükümlere tercih etmektedirler.

— Ayetlerimizi geçersiz kılmak için yarışırcasına çaba harcayanlar var ya; işte onlar için elem dolu, çok kötü bir azap vardır.(34/Sebe, 5, 38; 22/Hac, 51)

Fakat işlerini aralarında parçalayıp, çeşitli Kitaplara ayırdılar. Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir. (23/Müminûn, 53; 30/Rûm, 32)

Bunun yanı sıra, günümüze kadar yaşayan Sünni mezheplerden dördünün “hak mezhep” olduğunu söyleyerek Allah katından geldiğini iddia etmiş olmaktadırlar. “Hak, yalnız Allah katından geldiğine göre, mezhepler nasıl hak olabilir?” Sorusuna, “Bunlar hâşâ sözde değil, fiiliyatta haktır” diye cevap vererek, klasik sofist taktiği ile insanları ikna etmeye çalışmaktadırlar.

Hak yalnız Allah katından gelendir(2Bakara/147, 3/60, 18/29). Mezhepler “Hak” ise, muhakkak Allah katından gelmiş olması gerekmektedir. Yoksa, Allah’ın göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber vermektedirler!? Eğer, Allah katından gelmedi ise, -ki şüphesiz Allah katından gelmemiştir- o halde, sözde veya fiiliyatta ne şekilde olursa olsun, Allah katından olmadığı halde “Bu, Allah katındandır” demekle, Allah hakkında yalan söylemektedirler.

Onlardan bir zümre vardır, aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip bükerler. O, Allah katında olmadığı halde, “Bu, Allah katındandır.” derler. Bilip durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler.(3/Âli İmrân, 78)

De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” (10/Yûnus, 69) (Ayrıca bkz: 3/94; 6/21; 10/17)

Allah(c.c) dini kemale erdirmiş ve nimetini tamamlamıştır. Hz. Muhammed(s.a.v), Allah katından vahiy alan peygamberlerin sonuncusudur. Hz. Muhammed(s.a.v)’in vefatından sonra vahiy kapısı kapanmış olduğu için hiç kimse Allah katından özel bir bilgiye sahip olamaz. Dört mezhebin Allah katından geldiği Hz. Muhammed(s.a.v)’e vahyedilmediğine göre, dört mezhebin hak olduğunu beyan etmekle de Allah’tan vahiy aldıklarını da iddia etmiş olmaktadırlar.

– Allah’a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken “Bana vahyolundu” diyenden ve “Ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim!” diyenden daha zalim kim olabilir? …… (6/En’âm, 93)

Allah(c.c), Kur’an’da da Kur’an’dan önceki kitaplarda da inanan kullarını; Ferisiler, Sadukiler, Esseniler, Arianlar, Katolikler, Anglikanlar, Protestanlar, Ortodokslar, Hanefiler, Hanbeliler, Malikiler, Şafiler, Caferiler, Zeydiler ve İbâziler vs. gibi mensubu oldukları fırkaların adları ile değil, yalnız “Müslümanlar” olarak adlandırmıştır.

– Allah uğrunda, O’na yaraşır biçimde cihad edin. O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi; babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah Kur’an’dan önceki kitaplarda da, Kur’an’da da size “Müslümanlar” adını verdi ki, Elçi size tanık olsun, siz de insanlara tanık olasınız. Haydi namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın; sahibiniz O’dur. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır (O)! (22/Hac, 78)

Allah’ın yasalarında hiçbir değişiklik yoktur. Allah(c.c), Kur’an’dan önceki kitaplarda da, Kur’an’da da “Dini dosdoğru tutun ve onda parçalanıp ayrılığa düşmeyin!” buyruğunu tüm peygamberlerine vahyettiği gibi, Hz. Muhammed(s.a.v)’e vahyetmiştir. Önceki toplumların içine düşmüş olduğu yanlışlıklar ve hatalar çeşitli misallerle anlatmış, sonraki toplumlarda da aynı yanlışlıkların ve hataların tekerrür etmemesi için uyarıda bulunmuştur.

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra dinde parçalanıp ayrılığa düşen Ehli Kitap gibi, Hz. Peygamber’in ümmeti de -Allah(c.c)’ın müteaddit emirlerine rağmen- O’nun dosdoğru yolundan ayrılarak şeytanın yoluna uymuşlardır. Bunun sonucunda da parçalanmışlar, parçalanıp ayrılığa düşmekle de Allah’ın emirlerine karşı gelmişlerdir.

– Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz (3/Âli İmrân, 103)

— Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.(3/Âli İmrân, 105)

– İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.(6/En’âm, 153)

Dinlerini parça parça edip, fırka fırka olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.(6/En’âm, 159)

– Fakat işlerini aralarında parçalayıp, çeşitli Kitaplara ayırdılar. Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir. (23/Müminûn, 53)

– Dinlerini parçaladılar ve fırka fırka oldular. Her fırka kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. (30/Rûm, 32)

– “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır. (42/Şura, 13)

Müslümanlar kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, dinde parçalanıp fırkalara ayrılmışlardır. Mensubu oldukları fırkaların doğru yol üzerinde ve cennet ehli olduğunu uydurmuş oldukları hadislerle Hz. Peygamber’e onaylatmışlardır. Aşağıdaki hadislerde görüldüğü gibi Şia ve Ehli Sünnet fırkalarından her biri kendilerinin “fırkayı naciye” (kurtuluşa eren fırka) olduğunu iddia etmektedirler. Kendilerinin “fırkayı naciye” olduğunu ispat edebilmek için bir çok deliller ileri sürmüşlerdir. Bu fırkalardan hiç birisi de “fırkayı nâriye” olmayı kendilerine yakıştıramamışlardır.

Peki, fırkayı naciye hangisidir? Gerçek sünnet ehli kimdir?

 

KÜTÜB-İ SİTTE HADİSLERİ:

(4776)- Hz. Muâviye anlatıyor: “Resulullah (bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki: “Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir.” [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/420.

(4777)- İbnu Amr İbni’l-As anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan alenî olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir.” “Bu fırka hangisidir?” diye soruldu. “Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!” buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, (2643).] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/422-423.

 

1001 HADİS, İMÂM ALİ, IV. BÖLÜM:

İMÂM ALİ (A.S) VE ŞÎALARI
176- İMÂM ALİ (A.S) VE ŞÎALARININ FAZİLETİ

926- Ebû Akîl, diyor ki: Biz, Emirü’l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib’in (a.s) yanında olduğumuz bir sırada, şöyle buyurdu: “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Canımı elinde tutana andolsun ki, fırkaların hepsi yollarını şaşmışlardır; bana uyan ve benim Şîalarımdan olanlar hariç.”

927- Yine Emirü’l-Müminin’den (a.s) şöyle nakledilmiştir: “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte ve bir tanesi cennette olacaktır. Allah-u Teâlâ onların hakkında şöyle buyurmaktadır: ‘Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir topluluk bulunur.’ (A’râf, 181) Onlar ise ben ve Şîalarımdır.”

928- Hz. Ali (a.s), Resulullah’a (s.a) şöyle arz etti: “Ya Resulallah, ‘Fırkay-ı Nâciye’ (kurtuluş ehli olan fırka) kimlerdir?” Allah Resulü (s.a.a) şöyle cevap verdiler: “Senin ve arkadaşlarının üzerinde oldukları şeye sarılanlardır.”

Dikkat edilirse hadislerde geçen; “ümmetimden fırkalara bölünmeyenler sünnet ehli olanlardır ve bunlar cennettedir” değil de, “ümmetimden fırkalara bölünenlerden sadece sünnet ehli olan bir fırka cennettedir” ve “bu ümmetten fırkalara bölünmeyenler bana uyan ve benim şia’larımdır ve bunlar cennettedir ” değil de, ” bu ümmetten fırkalara bölünenlerden bana uyan ve benim şia’larımdan olan bir fırka cennettedir” ifadelerinden, Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin, Müslümanların fırkalara bölünmelerini her hâlükârda onayladıkları, Sünnilere göre; bu fırkalardan sadece bir fırkanın sünnet ehli olması nedeni ile, Şia’ya göre de; bu fırkalardan sadece bir fırkanın Hz. Ali’nin şia’larından olması nedeni ile cennet ehli olacağı anlaşılmaktadır. Müslümanlar, Allah’ın sınırlarına uymayarak fırkalara ayrılmış olmalarına rağmen, içlerinden sadece bir fırkanın cennet ehli olmasındaki ölçüt sünnet ehli olmak veya Hz. Ali’nin şia’sı olmaktır.

Bu durumda ateşte oldukları beyan edilen diğer fırkalardan dileyenler sünnet ehli veya Hz. Ali’nin şia’sı olduklarında cennet ehli olacaklardır. Diğer fırkaların ateşte olmalarının nedeni, Allah’ın “dinde parçalanıp fırkalara ayrılmayın” buyruğuna karşı gelmelerinden dolayı değil, sünnet ehli veya Hz. Ali’nin şia’sı olmamalarından ötürüdür.

Allah(c.c), iman edenlerin ‘dinde parçalanıp fırkalara ayrılmalarını’ kesin olarak yasaklamıştır. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Fırkalara ayrılmış olanlar, kendilerini nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar, Allah’ın buyruklarına itaat etmeyerek Allah’ın yolundan ayrılan ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmış olanlardır. Her kim Allah’ın buyruklarına itaat etmeyerek O’nun koyduğu sınırları aşarsa, ebedi olarak cehennem ehlidir. Allah’ın buyruklarına itaat etmeyenler ve O’nun koyduğu sınırları aşanlar cennet ehli olamazlar. Allah(c.c)’nın yol ve yöntemi budur. Allah’ın yol ve yönteminde hiç bir değişiklik yoktur.

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.(3/Âli İmrân, 105)

– Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.(4/Nisâ, 14)

Öyle bir ümmet düşünün ki; hem Allah’ın buyruğuna itaat etmeyerek fırkalara ayrılmış olsunlar, hem de sünnet ehli olsunlar! Hz. Peygamber’in, dinlerini parçalayıp fırkalara ayrılanlarla hiçbir ilişkisi yoktur(6/159).

Dolayısıyla dinlerini parçalayıp fırkalara ayrılanların da Hz. Peygamberle hiçbir ilişkileri olamaz.

Allah’ın ayetlerinden yüz çevirerek Hz. Peygamberin sünnetine uymak mümkün değildir. Hz. Peygamberin sünneti Kur’an’a sımsıkı sarılmak(43/43) ve Kur’an’a uymaktır (10/109; 33/2). Kur’an’a uymuş olanlar, Hz. Peygamberin sünnetine uymuş olurlar(33/21; 60/4; 68/4). Dinlerini parça parça edip fırka fırka olanlar sünnet ehli de ve Hz. Ali’nin taraftarı da olamazlar.

Görüldüğü gibi, Müslümanları fırkalara ayırarak birbirine düşürmek için Allah’a ve Elçisine hiç korkmadan iftira edebilmişlerdir.

İnsanoğlu, Allah’ın kendisine lütfettiği akıl sayesinde düşünen bir varlıktır. Aklını işlettiği ve düşündüğü sürece yeryüzündeki canlıların en üstünüdür. İnsanoğlunun kendisine lütfedilmiş olan bu nimeti en iyi bir şekilde kullanması Allah’ın bir emridir. Kur’an’da insanların düşünmesi ve akıllarını işletmesi ile ilgili olarak bir çok ayetler mevcuttur. Düşünce üretimi ile birlikte düşünce farklılıklarının oluşması insanın doğası gereğidir. Düşünce farklılıkları inanç farklılıklarına dönüşmediği sürece bir zenginliktir. Kur’ân, inananların düşünmelerini emrederken, düşünce ve görüş farklılıklarını inanç farklılıklarına dönüştürmelerini yasaklamaktadır.

Düşünen toplum akleden, sorgulayan, araştıran ve bilinçli bireylerden oluşan bir toplumdur. Her insan duyu ve algı alanı ölçüsünde düşünebilir ve bilgi sahibi olabilir. Bir insanın her şeyi bilmesi ve görüşlerinin muhakkak doğru olması söz konusu değildir. Bilginin doğruluğunun ölçütü bilginin kaynağıdır. Bu kaynak iyi bilindiğinde sunulan bilginin yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu seçimi güvenli bir şekilde yapılabilir. Bu seçim yapılamadığında; akletmekten, sorgulamaktan ve araştırmaktan uzak bir anlayışın ürünü olan kör taklidin oluşumu ve güdülen sürülere dönüşülmesi o toplum için kaçınılmaz bir sonuçtur.

Müslümanlar Kur’an’ın uyarılarına rağmen, düşünce farklılıklarını inanç farklılıklarına dönüştürmüşler ve bunun sonucunda dinde ayrılığa düşmüşlerdir.

Müslümanların mezheplere ayrılmalarını teşvik etmek ve mezhep ayrılıklarını da Hz. Peygamber’e onaylatmak amacıyla birçok hadisler uydurulmuştur. Bunlardan birisi de;

“Ümmetimin âlimlerinin farklı ictihadları, mezheplere ayrılması rahmettir” (Nasr El-Makdısi, Beyheki) hadisidir.

İslam tarihi incelendiğinde mezhep ayrılıklarının Müslümanlara çok pahalıya mal olduğu, bu ayrılığın Müslümanlar açısından bir rahmet olmadığı, ancak Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği bozmak isteyen İslam düşmanları açısından bir rahmet olduğu görülecektedir. İslâm tarihi, rahmet olduğu beyan edilen mezhep ayrılıkları yüzünden çıkan kavgalar nitecesine akıtılan Müslüman kanlarının, talan edilen malların ve mülklerin, yurtlarını terk etmek zorunda kalan insanların ve yok edilen kültür eserlerinin bir belgesi olarak karşımızda durmaktadır.

Geçmiş dönemlerde olduğu gibi bugünde mezheb ayrılıkları yüzünden Müslümanlar birbirlerinin kanlarını akıtmaya devam etmektedirler. Yemen, Cezayir, Çad, Endonezya, Pakistan, Afganistan, Irak ve Filistin’de yaşanan mezhep kavgaları yakın tarihimizin en acı ve üzücü örneklerindendir.

Dini doğru anlayamamanın, ya da işine geldiği şekilde çarpıtarak anlamanın sonucunda; barış, huzur, kardeşlik, birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışma dini olan İslam, düşmanlık, tefrika, kan, zulüm ve fitne dini haline dönüştürülmüştür. İşin ilginç yanı da her fırka Hak yolunda savaştığını ve kendisinin dosdoğru yol üzerinde olduğunu iddia etmişlerdir. Üstelik “bir Müslüman’ın Müslümanlara karşı canı, malı ve ırzı haramdır” ve “müslümanlar kardeştir” inancına sahip olmalarına rağmen!

Mezhep kavgaları, Ehli Sünnet ile Şiî fırkaları arasında yaşandığı gibi aynı zamanda Ehli Sünnet fırkaları arasında da yaşanmıştır.

Geçmiş dönemlerde yaşanmış olan mezhep kavgaları:

1. Tuğrul Beğ’in veziri Amîdu’l-Mülk Kundürî’nin tesiriyle câmilerde, minberlerde Eş’arîler lânetlenmiş, Hanefîler ile Şâfiîler birbirine düşmüş, kavgalar olmuş, kargaşa ve fitne Horasan, Şam Hicaz ve Irak’a yayılmış, Kuşeyrî, İmâmû’l-Harameyn, İbn Muvaffak gibi zevâta eziyet edilmiş, hapis ve nefyedilmişler, memleketi terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Eş’arîlerin lânetlenmesi âdeti Sultan Alparslan ve vezir Nizâmü’l-Mülk zamanına kadar devam etmiş, ancak onların zamanında önü alınmış ve ülkelerini terk eden ulemânın geri dönüşü sağlanmıştır.(İbn Sübkî, Tabakâtü’ş-şâfiiyyeti’l-kübrâ, Kahire, 1965, c. III, s. 389-405; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târih, Beyrut, 1966, c. X, s. 33; Prof. Dr. O. Turan, Selçuklular Tarihi, İst. 1969, s. 241.)

2. Ebû’l-Kâsım Kuşeyrî’nin oğlu Ebû Nasr 469/1077 tarihinde hacdan dönerken Bağdat’a uğramış ve Nizâmiye’de vaazlar vermişti. Vaazlarında Hanbelîlerin aleyhinde bulunduğu, onları mücessime olmakla itham ettiği için taraflar birbirine girdi. Hanbelîler Eş’arilere saldırıp adam öldürüyorlardı. Bağdat’ta bulunan Ebû İshâk Şirâzî ile Nizâmü’l-Mülk arasında yazışmalar oldu, vezir devletin mezhepler karşısında tarafsız olduğunu, mezheplerin ve bu arada Ahmed b. Hanbel’in muhterem olduğunu ifade etti; alınan tedbirlerle fitne yatıştı; bu arada vaazlarda mezheplerden bahsetmek yasaklandı ve vezir Fahruddevle azledildi. (İbn Sübkî, age., c. IV, s. 234 vd.; Suyûtî, Târihu’l-hulefâ, Kahire, 1952, s. 424; Prof. Turan age., s. 241.) 3. Hicrî 317 tarihinde, Halîfe Muktedir zamanında Bağdat’ta, “Makam-ı Mahmud”un tefsîri sebebiyle mezhepler arasındaki ihtilâf büyümüş, Hanbelîler ile diğer mezhep sâlikleri arasında kavgalar, çarpışmalar olmuş, birçok Müslüman ölmüştür. (Suyûtî, age., s. 384.)

4. 475/1082 yılında Mağrib’den gelen, mezhep itibarıyla da Şâfiî ve Eş’ârî olan, Ebu’l-Kâsım el-Bekrî, Nizâmü’l-Mülk tarafından kendisine maaş bağlanarak Bağdat’a gönderildi. O, vaazlarında Ahmed b. Hanbel’i medh, fakat Hanbelîleri zemmediyordu. Bu da Hanbelîleri kışkırtmış ve kadı Abdullah Damganî’nin evi bir ilmî münakaşa esnasında basılmış ve kitapları yağma edilmiştir. Bu gerginliğin devamı dolayısıyla halîfe, Ebû İshâk Şirâzî ile Ebû Bekir Şâşî’yi Melikşah’a gönderdi. Bu büyük şahsiyetler her geçtikleri beldede ta’zimle karşılanıyor ve teberrüken rikâblarına el sürülüyordu. Sultan Melikşâh ve vezîri Nizâmü’l-Mülk huzurunda onlarla İmâmü’l-Harameyn Ebû’l-Ma’âlî el-Cuveynî arasında cereyan eden müzakere ve münazaralardan sonra bütün fikir ve istekleri kabul edildi. Nizâmiye’de Eş’arîlik hakkında vaazlarına müsâade edildi ve bir hâdisenin önlenmesi için de medresenin kapılarına Türk muhafızları kondu.(İbnü’l-Esîr, age., c. V, s. 340-344.) Böylece devlet, ictimâî nizam ile birlikte fikir ve din hürriyetini temine çalışıyordu. (Murtezâ Zebidî, age., c. I, s. 282.)

5. Ebu’l-Muzaffer İbnu’s-Sem’ânî (H. 426-489/1034-1096) hac dönüşü gördüğü rüyâlara dayanarak, gürültülü bir şekilde Hanefîliği terk edip Şâfiî mezhebine geçince (H. 468) iki mezhebin mensupları arasında münakaşalar çıkmış, bunlar büyüyerek fitne ve mukatele (savaş) halini almış, Horasan’dan Irak’a kadar yayılmıştır. Bu arada Merv’de büyük câmi kapanmış ve Şâfiîler bir müddet cuma namazı kılamamışlardır.

6. Hicrî VII. asırda, İsfehan şehrini ziyâret eden meşhur coğrafyacı Yakût, Mu’cem’de şu satırlara yer vermiştir: “Zamanımızda ve daha önce bu şehir ile civarı defalarca harap edilmiştir? Bunun sebebi Şâfiîlerle Hanefîler arasındaki daimî geçimsizlik, taassup ve savaştır. Hangi grup galip gelirse diğerinin bölge ve mahallesini yağmalamış, yıkmış ve yakmıştır…” (Mu’cemu’l-buldân, Beyrut, 1957, c. I, s. 209)

7. Hicrî 617 târihinde Rey şehrini ziyâret eden Yakût burasının da harap olduğunu görünce sebebini soruşturuyor ve şu cevabı alıyor: “Sebep basit; fakat Allah bir şeyi murad edince oluyor: Bu şehrin ahâlisi üç grup idi: Şâfiî, az idi; Hanefîler, daha çok idiler ve Şiîler, bunlar ekseriyeti teşkil ediyorlardı. Civar ahâlisi ise çoğunlukla Şiî idi ve biraz da Hanefîler vardı. Önce Şiâ ile Sünnîler arasında taassup savaşı başladı, uzun müddet vuruştular; Hanefî ve Şâfiîler arasında taassup baş gösterdi, harp başladı ve sayıları az olmasına rağmen Şâfiîler galip geldiler. Civardaki Hanefîlerin silâhlı olarak gelip mezhepdaşlarına yardım etmeleri de fayda vermedi. İşte bu gördüğün harap yerler Şiîler ile Hanefîlere ait olan yerlerdir. Onlardan ancak mezhebini gizleyen kalmıştır.” (Yâkût, age., c. III, s. 117.) (Kaynak: Hayrettin Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri/İslam Tarihinde Mezhep Kavgaları)

* Mutaassıp ve mukallid bazı mezhep sâlikleri, “başka mezhebe müntesip bir imama uyarak namaz kılmanın sahih olmayacağına, çeşitli mezheplere sâlik bir erkekle bir kadının nikâhlarının sıhhatinde şüphe bulunduğuna” hükmederek İslâm camiasının birliğini zedelemişlerdir. İş bununla da kalmamış, Bağdat’ta Şâfiîlerle Hanbelîler, Merv, Isfahan ve Rey bölgelerinde Şâfiîlerle Hanefîler defalarca vuruşmuş, yekdiğerlerinin mahalle ve meskenlerini tahrip etmiş, galip gelenler mağlup olanları günlerce sokağa çıkarmamışlardır. İmam Taberî, Ahmed b. Hanbel’in farklı görüşlerini, bu mevzûdaki eserine almadığı için Hanbelîler tarafından evi taşlanmış, vefat ettiği zaman da ancak gece evine defnedilebilmiştir. (Kaynak: H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İst., 2001, s. 240.)

Bilinen sebepler beklenen sonuçları doğurur. Sebepler ortadan kalmadıkça sonuçlar değişmeyecektir. Geçmişte olduğu gibi bugünde ve gelecekte de Müslümanlar birbirlerinin kanlarını akıtmaya devam edeceklerdir.

Sebepleri ortadan kaldırmanın tek yolu Kur’an’ın çağrısına uyarak “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak”, inançta ayrılıklara neden olan her türden beşeri oluşumlardan kurtulmaktır.

Mezhep hükümlerinin kaynağını oluşturan hadisler kendi içerisinde çelişkili olduğu gibi Kur‘an ayetleri ile de çelişkilidir. Aynı konu ile ilgili olarak birbirinden farklı birden fazla hadis mevcuttur. Her mezhep bu hadislerden birini delil alarak kendi hükümlerinin temellerini oluşturmuştur.

Dolayısıyla bir mezhebin hükümleri ile diğer mezhebin hükümleri arasında doğal olarak çelişki ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda mezhep hükümleri de hem Kur’an ayetleri ile hem de delil olarak alınmayan diğer hadislerle çelişmektedir. Bunun sonucunda bir mezhebin hükümlerine göre helal veya sevap olan, diğer mezhebin hükümlerine göre haram veya günahtır. Mezhepler arasındaki ihtilafın ve çatışmanın asıl nedeni de budur.

Bu tutarsızlıklar sonucunda, mezhepler arasında oluşan sürtüşme ve kavgaları giderme adına ılımlı bir yol bulunarak, mezhep taklitçiliği icat edilmiştir.

Örneğin; bir mezhep sâliki, kendi mezhebinin hükümlerine göre haram olan bir yiyeceği diğer mezhepler arasında helal kabul eden bir mezhebi taklit ederek o yiyeceği yeme özgürlüğüne kavuşabilmektedir. Yalnız, taklit edilecek mezhebin dört hak mezhepten biri olması şartı vardır.

Bu konu ile ilgili örnek verecek olursam;

KUR’AN AYETLERİ:

– Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (2/Bakara; 173) (Ayrıca Bkz: 5/3, 6/145, 16/115.)

HADİSLER:

3887 – Esma Bintu Ebi bekr anlatıyor: “biz, Resûlullah zamanında bir at kestik. O zaman Medine’de idik. Hepimiz onu yedik.” Buhari, Sayd 24, 27; Müslim, Sayd 36, (1942); Nesai, Dahaya 33, (7, 231).

3910 – Halid İbnu’l-Velid radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah vesselâm, at, katır ve eşek etini yemeyi yasakladı.”

3911 – Ebu Davud’un bir diğer rivayetinde şöyle denir: “Hayber fethi sırasında gazvede, Resûlullah ile birlikte ben de vardım. Bir grup Yahudi, Aleyhissalatu vesselam’a gelerek, askerlerin ahırlarına hücum ederek (mallarını yağmalamalarından) şikayet ettiler. Resûlullah, bunun üzerine (Müslümanlara yönelerek): “(Olamaz!) anlaşma yapılan kimselerin malı onların izni olmadan helal değildir. Ayrıca size ehli eşekler, onların atları, katırları, vahşi hayvanlardan her bir kesici dişi olan, kuşlardan da her bir pençeleri olan haramdır!” buyurdular.” Ebu Davud, Et’ime 26, (3790), 33, Nesai, Sayd 30, (7, 202).

MEZHEB HÜKÜMLERİ:

At eti; Hanefi mezhebinde tenzihen mekruhtur. Şafii ve Hanbeli mezhebinde helâldir. Maliki mezhebinde haramdır.

Martı eti; Şafii ve Maliki mezhebinde helâldir. Hanefi ve Hanbeli mezhebinde haramdır.

Kirpi eti; Şafii ve Maliki mezhebinde helâldir. Hanefi ve Hanbeli mezhebinde haramdır.

Deniz ürünleri; Hanefi mezhebinde, balık ve balık şeklinde olan hayvanlar helâldir. Yengeç, midye, istiridye, ıstakoz, kerevit, karides gibi deniz haşaratı ile deniz aygırı, deniz hınzırı gibi balık suretinde bulunmayan diğer deniz hayvanları haramdır.
Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinde deniz ürünlerinin hepsi helâldir. Bunun gibi daha birçok örnekler vermek mümkündür.

Beşeri görüş ve düşüncelerin kurumsallaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan mezhepler Müslümanların düşünce ve inanç hayatında çok önemli bir yere sahip olmuşlardır.

Mezhep alimleri, dini açıklamak ve anlaşılır kılmak adına kendi görüşleri doğrultusunda hükümler koymuşlar, mezheplerin vahiyle ihtilafa düşmesine ve vahiy karşıtı inanca dönüşmesine neden olmuşlardır. Allah’ın kulları için ruhsat tanıdığı alanlarda helal ve haram, sevap ve günah gibi konularında kurallar koyarak vahyin alanı içerisine müdahil olmuşlardır. Mezhep alimlerinin görüşlerinin yanlış olamayacağı düşüncesi ile mezhep hükümleri dinin ilkeleri gibi kabul görmüş ve inanç hayatı bu hükümlere göre şekillenmiştir.

“Mezhepler arasında esasta hiçbir ayrılık yoktur. Ayrılık, teferruatta, dînin özüne dokunmayan fer’î meselelerdendir.” denmektedir. Fıkhi konular özünde itikadi konularla doğrudan bağlantılıdır.

Peki, “Helâl ve haram kılarak hüküm konusunda Allah’a ortak olmak, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı -Allah’a iftira ederek- haram saymak” dinin özüne dokunmayan fer‘i hükümlerden midir?

Fer’i hükümlerden değil, aslî hükümlerden ise; bir mezhepte helâl olan bir rızık diğer mezhepte haram olduğuna göre, bu durum mezhepler arasında esasta bir ayrılık söz konusu değil midir?

Dinin sahibi yalnız Allah(c.c)‘tır. Hüküm yalnız Allah’a aittir(12/40,67; 28/88) ve O hükmüne hiç kimseyi ortak etmez(18/26). Allah’tan başka hiç kimsenin helal ve haram kılma yetkisi yoktur. Her kim, Allah’ın haram kıldığını rızıkları helal, helal kıldığını rızıkları da haram kılarsa kendisini Allah’ın ortağı konumuna getirmiş olur(16/35). Ve her kimde Allah’tan başkasını hüküm koyucu olarak kabul edip onların hükümlerine tabi olursa, onları, Allah’ın berisinden rabler edinmiş olur(9/31). Allah’tan başka rabler edinmek, Allah’ın birliğine inanmamaktır. Allah’la beraber bir başka varlığı mutlak otorite olarak görmek tevhidin özüne aykırı bir anlayıştır. Böyle bir kabulde Kur’an’a göre şirk’tir. Allah’ın birliğine inanmak imanın esaslarına dair hükümlerdendir.

İtikatta, Kur’an‘ın ilkelerini baz almayan oluşumlar arasındaki farklılıklar görüş farklılığı değil, inanç farklılığıdır. Günümüz Müslümanları kendilerini İslam‘la özdeşleştirmiş olsalar da; Allah’ın hükümlerine karşı, beşeri hükümlerine tabi olduklarından, Kur’an tarafından “ihtilaf ehli” olarak tanımlanmaktadır.

Beyinsizlikleri yüzünden bilgisizce çocuklarını öldürenler, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı – Allah’a iftira ederek- haram sayanlar, mutlaka ziyan etmişlerdir. Gerçekten onlar sapmışlardır. Doğru yolu bulmuş da değillerdir.(6/Enam,140)

Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem’in oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah’tan başkasına kulluk etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah’tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır O.(9/Tevbe, 31)

– De ki: “Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (10/Yunus, 59)

Allah’a ortak koşanlar, dediler ki: “Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye kulluk etmez, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen sadece apaçık bir tebliğdir. (16/Nahl, 35)

Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü “Şu helaldir, şu haramdır,” demeyin, sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar. (16/Nahl, 116)

Müslümanlar için edinilmesi gereken dini bilgilerin tek ve temel kaynağı Kur‘an‘dır. Her Müslüman Kur’an’ın mesajını çok iyi şekilde öğrenmekten ve dünyevi yaşantısını ona göre düzenlemekten Allah’a karşı sorumludur. Çünkü Allah(c.c), kullarını sadece Kur’an’dan hesaba çekeceğini buyurmaktadır.(43/44)

Hz. Peygamber’in yolundan gitmek, ancak onun misyonunu devam ettirmekle mümkün olabilir. Hz. Peygamberi örnek almak, Kur’an merkezli bir düşünce ve yaşam biçime sahip olmakla mümkün olabilir. Hz. Peygamber’in “Ey Rabbim! Benim kavmim Kur’an’ı büsbütün terk ettiler” şikayetine maruz kalanlardan olmamak için yalnız Kur’an’a sarılmaktan başka bir seçenek yoktur.

Müslümanların barış, huzur, kardeşlik, birlik ve beraberlik içerisinde yaşayabilmeleri ancak Allah’ın kitabına sarılmaları ile mümkündür. Kur’an’ın çağrılarına uymadıkça, dinde farklılaşmalarına neden olan her türlü beşeri hükümlerden ve beşeri oluşumlarından uzaklaşmadıkça müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanması mümkün olamayacaktır.

Geçmiş dönemlerde olduğu gibi bu günde, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanamaması Kur’an’dan uzak yaşam tarzına sahip olduklarının bir göstergesidir.

Allah’ın selamı iman edenlerin üzerine olsun.

( Oğuz BAŞGÖZE http://www.kuranmuslumani.com/2008/05/22/ayrilik-rahmet-midir-1/  )

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR | 2 Comments

21st Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. Muhammed’e mucize verilmiş midir?

Hangi İslam

Sözcük olarak ‘aciz bırakan, karşı konulmayan, benzeri yapılamayan, harika’ anlamına gelen mucize; kavram olarak da: ‘İnandırmak ve ikna etmek amacıyla, Allah’ın peygamberleri şahsında yaptırdığı, yarattığı, gösterdiği fiil’ anlamına gelmektedir.

Kur’an’da kelime olarak geçmeyen mucizeyi karşılama anlamında ‘ayet, ayat, beyyine, delil ve delail’ kelimeleri kullanılmıştır. Ayet: ‘Belli olan bir alamet, bir şeyi ispat eden delil veya işaret’ demektir.

Mucizenin yaratıcısı/yapıcısı Allah’tır. Yani, mucize, Allah’a ait bir fiildir.

Kur’an, elçi gönderilen toplumlardan ve o toplumların azgın, inkarcı ve ileri gelenlerinin elçilere karşı koymalarından ve Allah’ın da karşı koyanları ikna, elçinin de haktan olduğunu ortaya koyma amacına yönelik bir çok mucizeden söz etmektedir. Kur’an’da ismi geçen hemen hemen bütün peygamberler çeşitli mucizeler göstermiş, fakat yine Kur’an’ın bildirdiğine göre, gösterilen bu mucizeler bir yarar sağlamamış ve genellikle inkarcılar yok(helak) edilmişlerdir.

Diğer peygamberlere yaptırdığı mucizelerden açık-seçik söz eden Allah, Hz. Muhammed(s)’e de mucize vermediğini aynı açıklıkla ifade etmektedir. Bu konuda, Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Bu ayetleri aktarmadan önce bazı hususları belirtmekte yarar var: Hz. Muhammed(s)’in gösterdiği mucizeler olarak Kur’an’dan gösterilen bazı ayetlerin yanında -ki o ayetlere değineceğiz- yüzlerce hadis rivayet edilmektedir.

Bu konudaki bütün hadisler uydurmadır. Ayetler de yanlış tevil edilmektedir. Allah, Rasulune mucize vermediğini bildirmiş olmasına rağmen; bunca yalanın uydurulmuş olması psikolojik tatmin ve Peygamberi yükseltme kompleksinden başka bir şey değildir. Diğer peygamberlerin göstermiş olduğu mucizelerden daha büyük ve sayı olarak da daha fazla mucizeyi peygambere mal ederek, onu diğer peygamberlerin önüne geçirme gayreti, insanları mucize uydurma yarışına sokmuştur.

Oysaki mucizelerin peygamberlerin şahıslarında gerçekleşmiş olması, onların üstün oluşundan ve kendi güçlerinden kaynaklanan bir şey değildir. Yani mucize, peygamberlerin değil; Allah’ın eseridir: “And olsun Biz, senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allah’ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah’ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman (Allah’ın ayetlerini) boşa çıkarmaya uğraşanlar, hüsrana uğrarlar.”(Mü’min -78).

Gerçek bu olunca da binlerce mucize de göstermiş olsa; bu peygamberlere bir şey kazandırmaz. Rasulullah (sav)’de isterse hiç mucize göstermemiş olsun; isterse binlerce mucize göstermiş olsun bu onun değerini, büyüklüğünü ve üstünlüğünü ne artırır ne de azaltır. Çünkü: mucize göstermiş olsa bile, Mucizede onun -diğer resullerde olduğu gibi- bir katkısı yoktur.

Zira, mucizenin kaynağı asla peygamberler değildir. Mucizeler peygamberlerin kendi yetenekleri ile gerçekleştirdikleri, kendi üstünlükleri ve güçlerinin eserleri olan şeyler değildir. Mucize: Ancak Allah’ın iradesi ve dilemesi ile insanın, eşyanın ve doğanın yapısında meydana gelen ‘olağanüstü’ değişikliklerdir. Burada, ‘aracı’ olmanın ötesinde peygamberlerin hiçbir rolü yoktur. Önemli olan araç değil, araca hükmeden güçtür. Bu bakımdan mucize, şahsında gerçekleşene bir üstünlük vermez. Çünkü, ‘yaptıran olmazsa, aracının hiçbir şey yapmaya, gerçekleştirmeye gücü yetmeyecektir.’

Peygamberlerin şahsında gerçekleşen mucizeler (ayetler), onların üstünlüklerini belirtmek için değil; yaratıcının gücünü insanın idrakine sunmak içindir.

Mucizeler, sanki onları gösteren peygamberlerin eseriymiş; sanki onların şahsi özellikleriymiş gibi algılanarak; mucize sahibi peygamberler, mucizeleri ile yüceltilerek adeta bir destan kahramanı yapılmışlardır. Böyle olunca da peygamberler, getirdikleri mesajla değil; şahıslarında | gerçekleşen mucizelerle anılmakta ve aralarında üstünlük yarışına girişilmektedir. Her ümmet/toplum kendi peygamberini yaptığı mucizelerle öne çıkarmakta; onu diğer peygamberlere üstün göstermeyi de, yaptığı/gösterdiği mucizenin büyüklüğü ile sağlamaya çalışmaktadır.

Şu gerçeği göz ardı eden zihniyete hatırlatmak gerekir ki: Müslüman olmak, peygamberlerin arasını açmadan, onları birbirinden ayırmadan hepsine iman etmeyi gerektirir, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün elçiler peygamberimiz; gönderilmiş kitaplar da bizim kitabımızdır. Hepsinin Allah’ı birdir. Hepsi aynı mesajı(dini) insanlığa sunmakla görevlendirilmişlerdir. Hz. Muhammed(sav) bizim peygamberimiz olduğu gibi, İsa(as)’da, Musa(as)’da, İbrahim(as)’de, Nuh(as)’da bizim peygamberimizdir. Allah (Bakara-4)’de Müslümanlardan bütün kitaplara ve peygamberlere iman etmelerini istemektedir.

Bu gerçeğe rağmen, Müslümanların Hz. Muhammed(s)’i üstün gösterme ve öne çıkarma yarışına katılmaları ve öne geçirmek için peygambere yapmadığı halde yüzlerce mucize(!) yaptırmaları, doğru sayılsa bile; bu mucizelerin, peygambere artı bir üstünlük sağlamayacağı gerçeğini değiştirmez. Çünkü, yukarıda da değindiğimiz gibi, mucizenin gerçek sahibi ve gerçekleştireni Allah’tır,

İnkarcılar: “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut – 50) ve

De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar verecek ve yarar sağlayacak durumda değilim. Her ümmetin bir süresi vardır. Onların süreleri dolduğu zaman, bir an bile onu geciktirmezler ve öne de alamazlar.” (Yunus -49) ayetlerinde mucizenin kaynağı açıkça belirtilmektedir.

Peygamberlerin kendiliklerinden bir şey gerçekleştirmeleri söz konusu değildir. Onun için yapılan olağanüstü işler onların adına bir üstünlük sayılamaz. Üstünlük ve güç Allah’ındır. Ayrıca biraz olsun aklını kullanan için, başta insan olmak üzere, evrende ne varsa hepsi birer ayettir(mucizedir). Bunca ayetle yetinmeyen ve Kur’an gibi bir mucize elimizde iken, uydurulan yalanları İslam’a yamamak kime ne yarar sağlayacaktır? İnanmayan; mucizeyi gözü ile gördüğü halde ikna olmayan insan, anlatılan -geçmişe ait- şeylerle inanır mı?

Elbette ki Rabb’imiz isteseydi, diğer nebilere verdiği gibi, Muhammed(sav)’e de mucize verirdi. Ancak vermemiştir; O’nun vermediğini, bizim vermeye gücümüz yetmediğine göre, geriye bir tek seçenek kalmaktadır: O da yalan uydurmak. Uydurulan bu yalanlara yaptığımız itirazlara, verilen cevaplarda alabildiğine çarpık bir imani yapının sergilenmekte olduğunu görmekteyiz. “Peygamber mucize göstermemiştir” sözüne karşılık: ne yani(!)”Allah’ın her şeye gücü yetiyor da buna mı yetmiyor?”; “Allah istese yapamaz mı?” denmektedir. Sanki onlara: ‘Allah’ın gücü yetmiyor’ diyen varmış gibi…

Elbetteki itirazımız, Allah’ın yapıp yapamayacağına değil; itirazımız, Allah’ın böyle bir şeyi Hz. Muhammed(s)’e yaptırdığı inancınadır. Zira, Kur’an’da birçok ayette Allah, Hz. Muhammed(sav)’e mucize vermediğini açıkça bildirmektedir. Allah’a rağmen bizim: “Hayır, yapmıştır, göstermiştir” demeye hakkımız var mı?

Kaldı ki, Kitab’ın bildirdiğine göre: Allah, hangi topluma mucize göstermişse, o toplumun gösterilen mucizeye rağmen inanmayanlarını genellikle helak etmiştir. Şayet, Hz. Muhammed’e de mucize verseydi, mucizeye rağmen inanmayanların sünnetullah gereği helak olması gerekirdi.

Peygamberden mucize göstermesini isteyen müşriklere karşı, Allah’ın verdiği cevaplar, Rasulullah(s)’e mucize verilmediğini açıkça belirtmektedir.

Şimdi Allah’ın; Peygamberimiz(sav)’e mucize vermediğini belirten ayetleri aktaralım:

Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!” (En’am – 35)

Hayır, dediler, (bu) karmakarışık hayallerdir; hayır onu uydurmuş; hayır o şairdir. (Eğer gerçekten peygamberse) öncekilerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin.” (Enbiya – 5) “Bundan önce helak ettiğimiz hiçbir kent(halkı) inanmamıştı, şimdi bunlar mı inanacaklar?” (Enbiya – 5,6)

İnkar edenler, “Rabbinden Muhammed’e bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler. Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir yol göstereni vardır.” (Ra’d – 7)

İnkar edenler, “Rabbinden Muhammed’e bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler. De ki: “Doğrusu, Allah, dileyeni saptırır, kendisine yöneleni doğru yola iletir.” (Ra’d – 27)

Muhammed’e, Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mi?” diyorlar. De ki: “Görünmeyen ancak Allah’a aittir, bekleyin, doğrusu, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (Yunus – 20)

“İnkarcılar: “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut – 50)

“Eğer kendisi ile dağların yürütüldüğü, yahut arzın parçalandığı, yahut ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı!… Hayır bütün işler Allah’a aittir, insanlar hala anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, bütün insanları doğru yola iletirdi? Yaptıkları işler yüzünden inkar edenlerin başlarına ani bela(lar) gelmeye devam edecek, yahut yurtlarının yakınına konacak (yahut sen onların yurtlarının yakınına konacaksın), Allah’ın vaadi gelinceye kadar bu böyle sürüp gidecektir. Allah sözünden caymaz.” (Ra’d – 31).

“Mucizeler göndermekten bizi alıkoyan husus, öncekilerin onları yalanlamış olmasıdır. Semudlulara, gözle görülebilen bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa, Biz mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz.”(İsra -59)

Yukarıdaki ayetler, Rasulullah (sav)’dan mucize rivayet edenleri yalancı çıkarmaktadır. Kuşkusuz mucizelerle ilgili haberlerin dayandırıldığı sahabeleri bu nitelemeden tenzih ederiz. Onların bu işle hiçbir biçimde ilgileri yoktur. Ne var ki yapılan rivayetlerin bir yerlere dayandırılması gerekmektedir. Bu nedenden dolayı, başta Rasulullah olmak üzere, birçok sahabe adına yalanlar uydurulmuştur, işin ilginç yanı, temel kaynak olarak kabul edilen İslami eserlerde bu konu kabul görmüş ve pekiştirilmesi konusunda birçok izahlar yapılmıştır. Haber baştan doğru kabul edilince, onu sağlamlaştırmak ta Müslüman alimlere düşmüştür. Mucizenin olduğuna dair uydurulan rivayetlerin, Kur’an’la sağlamasının yapılmamış olması, iyi niyetli birçok kimseyi yanılgıya düşürmüştür, işin başında uydurulan yalan, fark edilmediğinden -iyi niyet yüzünden-, sonra gelenler tarafından da kabul görmüş ve inancımızda tartışmasız bir şekilde yer etmiştir.

Ancak Müslümanların yeniden Kur’an’a yönelmeleri ve onu birinci kaynak olarak almaları, inancımızda yer etmiş yanlışların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Din yeniden kaynağıyla buluşmuş, bid’at ve hurafelerden arındırılmaya başlanmıştır.

Rasulullah’ın mucizelerine(!) Kur’an’dan delil olarak gösterilen ayetler, mucizenin olduğunu baştan kabul eden zihniyetin ayetleri yanlış tevil etmesinden başka birşey değildir. Özellikle, Kamer Suresi’nin l. ve 2. ayeti (ayın yarılması olayı), İsra Suresi’nin l. ayeti (Gece yürüyüşü/Mi’rac hadisesi), Necm Suresi’nin 7. ayetinden 20.ayetine kadarki ayetler (Peygamberin Sidretü-l Münteha’da Allah ile buluşması), İnşirah suresinin l. ayeti ( Peygamberin göğsünün yarılması olayı) Peygamberin mucizeleri olarak gösterilmektedir.

Bu ayetlerle ifade edilmek istenen gerçeğin şu şekilde olduğuna inanıyoruz:

Ayın yarılması:

Kamer – 1. ve 2. ayetleri: “O saat yaklaştı, ay yarıldı. Bir mucize görecek olsalar yüz çevirirler ve süregelen bir büyüdür” derler.

Benzeri birçok ayette olduğu gibi bu ayetlerde de kıyametin kopacağı(koptuğu) zaman olacak olan olaylardan birini anlatmaktadır. Kıyametin kopması ile ilgili ayetlere bakıldığında da görülecektir ki: Birçok olay, ya olmuş gibi veya olmaktaymış gibi anlatılmaktadır. Yani, gelecekte olacak birçok şey sanki olmuş gibi geçmiş zaman kipiyle veya şimdi oluyormuş gibi canlı ve kesin bir ifade kullanılarak verilmektedir. Özellikle, cennet ve cehennem sahneleri şu anda oluyormuş, gerçekleşiyormuş gibi anlatılmaktadır. Oysa biliyoruz ki, cennet ve cehennemle ilgili olacak olanlar kıyamet koptuktan sonra gerçekleşecektir. Bu da gösteriyor ki, bu Kur’an’ın sık sık kullandığı bir anlatım yöntemidir.

Bu ayet, kıyamet kopacağı zaman gerçekleşecek olan ‘ayın yarılması’ olayından söz etmektedir. Buna başka anlam vermek mümkün değildir. Zaten rivayetlerdeki çelişkiler de rivayetlerin ne denli gerçekten uzak olduklarını göstermektedir. Olayın oluş biçimi, oluş zamanı, tanıkları ve olayla ilgili verilen bilgiler incelendiğinde; rivayetlerin gerçeği yansıtmadığı gün gibi ortaya çıkmaktadır. Ayette, “saat yaklaştı, ay yarıldı” denmektedir. Yaklaşan şey kıyamettir. Saat kıyamete işarettir. Böyle olunca, ayet, ayın yarılma hadisesini kıyametin kopacağı zamanda olacak bir olay olarak belirtmektedir. Yoksa, ayın yarılmasını, saatin (kıyametin) yaklaşmasına bağlanmazdı.

Olayı rivayet edenlerin olayın oluş tarihinde ya doğmamış veya henüz çocuk yaşta oldukları ve ravilerden yalnızca bir-iki kişinin olgun yaşta olduğu ve Peygamberin çok yakınında yer alanlardan hiç kimsenin olaya tanık olmayışı da dikkate alınırsa, bu konudaki haberlere ne denli güvenilmesi gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Bu konudaki birçok rivayet, olayın bir anda olup bittiğinden; ayın iki parçaya ayrıldığından ve parçalarından birisinin dağın bir tarafına, diğerinin de diğer tarafına indiğinden söz etmektedir. Bu rivayetler akla şu soruları getirmektedir: Mucize bir gerçeği ortaya koymak için yapılmaktadır; Kur’an’ın değindiği bütün mucizelerde bu ‘işin şartı’ olarak ifade edilmektedir. Ve mucize gösterileceği zaman bu açıktan ilan edilmekte ve inkarcıların görecekleri ve tanık olacakları şekilde ortaya konmaktadır. Çünkü, mucizenin gerçek muhatabı müşrikler ve kafirlerdir. Ve Kur’an’da meydana gelmiş mucizeler açıkça yer almakta ve neticeleri ilan edilmiş olmasına rağmen bu mucizeye(!) hiçbir açıklık getirilmemektedir.

Ayın yarılarak ikiye ayrılması ve her bir parçasının dağın ayrı ayrı yanlarına inmesi ise işin ravilerce gözden kaçırdıkları başka bir yanlışları. Öyle ya, ay her ne kadar gökyüzünde küçük bir parça olarak görülüyorsa da şu bilinen bir gerçektir ki; her bir parçasının değil dağın bir yanına sığması, bütün bir Arap Yarımadasına sığması bile mümkün değildir. Çünkü ay, dünyanın dörtte biri büyüklüğündedir. Ne var ki anlaşılan, o günün şartlarında ayın gerçek büyüklüğünü bilmeyen raviler (daha doğrusu olayı o raviler adına uyduranlar) böyle bir yanlışa düşmüşlerdir.

Mucizenin amacına ulaşması için yeterli bir süreyi kapsaması gerekirken, olayın göz açıp kapayıncaya kadar bir sürede olduğunun rivayet edilmesi, yapılan rivayetin bir anlam taşımadığını ve gerçeği yansıtmadığını ortaya koymaktadır.

 

Göğsün Açılması/Kalbin Yarılması

Göğsün açılması ile ilgili rivayet özetle şöyledir: Peygamberimizin dört kez göğsü açılarak kalbi temizlenmiştir. Bunlardan, birincisi, henüz çocukken sütannesi Halime’nin yanında, ikincisi on yaşlarında çölde üçüncüsü Hira mağarasında ilk vahiy geldiğinde, dördüncüsü de Miraç esnasında meydana gelmiştir. Kütüb-i Sitte ve diğer islam kaynaklarında bu konuda birbirinden farklı ve çoğu yerde de birbiriyle çelişen birçok rivayet bulunmaktadır. Ortak olan anlatıma göre, beyaz elbiseli görevliler peygamberi yere yatırıyor, göğsünü açıyor, kalbini dışarı çıkarıp altın kaptaki zemzem suyu ile yıkayıp kalbinin üzerinde bulunan kan pıhtısını da attıktan sonra işlemi tamamlıyorlar. Ve bu işlem yukarıda da değindiğimiz gibi ayrı ayrı zamanlarda ve yerlerde dört kez tekrar edilmiştir.

Bu rivayetler ayrıca,”Ey Muhammed ! Senin göğsünü genişletmedik mi? (İnşirah -1) ayeti ile desteklenmiştir. Ayetle de desteklendiği için kesin olmuş bir hadiseymiş gibi Müslümanların düşüncesine yerleşen bu uydurma göğüsün yarılması olayının kritiğini yaptığımızda, gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı açıkça görülmektedir. Hadis rivayetleri üzerinde durmaya değer görmüyoruz. Zira uydurma oldukları, olayın hikaye edilişinden de anlaşılmaktadır. Sanki, Allah elçi seçeceği kulu bilmiyormuş gibi temiz kalpli birini yaratacağı veya seçeceği yerde; elçi seçmeye karar verdiği kimsenin kalbini temizleme gereği duymuştur. Ayrıca temiz olması gereken -her canlıda bulunan- bir et parçası olarak düşünülmesi de olayın nasıl bilinçsiz bir temele oturtulduğunu göstermektedir.

Neden bir kez değil de dört kez kalp ameliyatı yapıldığı da işin başka bir gülünç yanı. Bu ameliyata neden ihtiyaç duyulduğu da ayrı bir sorun. Dini, ‘efsaneler ve kıssalar dini’ haline sokanlar uydurdukları bu yalanla, bütün bir islam alemini kandırmış olmaları, Müslümanım diyenlerin islam’dan ve onun Kitab’ı Kur’an’dan ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Bu, ‘hurafeci ve kıssacı’ çarpık zihniyet, Hz.Muhammed(sav) için “bütün bir alem onun hatırı için yaratılmıştır” diyen zihniyettir. Bütün evrenin kendisi için yaratıldığı bir kimseyi, ameliyatla ‘kalbini’ temizlenmesi gereken bir kişi konumuna düşürmek, bu zihniyetin ne kadar gerçek dışı, basit ve dayanaksız olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu gibi yanlış, yalan ve uydurma rivayetlerin inancımızda yer etmesi Kur’an’dan uzak kalmamız yüzündendir. Göğsün açılması deyiminin geçtiği diğer bazı ayetlere baktığımızda ne anlama geldiğini gayet net bir biçimde görmekteyiz. Örneğin:

Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar…”(En’am – 125) ayetini ele alalım.

Şimdi bu ayete, “Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü meleklerine açtırarak kalbini zemzemle temizler” şeklinde anlam vermek mümkün mü? Veya, “Allah’ın göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabb’inden bir nur üzerinde değil midir?” (Zümer -22) ayetindeki “göğsün İslam’a açılması” deyimine; ‘göğsün yarılması(ameliyat edilmesi) anlamını vermek doğru olabilir mi?

Keza, “İnandıktan sonra, Allah’a nankörlük eden, kalbi imanla yatışmış olduğu halde(inkara) zorlanan değil, fakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl – 106); ayetindeki “kalbin küfre açılması”nı, Allah’ın, nankörlük, eden kimselerin göğüslerini meleklere yardırarak (ameliyatla), onları kafir yaptığı anlamını çıkarmak mümkün mü? Bu bütün küfredenlerin ameliyatla kafir yapıldıkları anlamına gelmez mi?

Gerek bu ayetler ve gerek ” (Musa) dedi ki: “Rabb’im benim göğsümü aç (risalet görevini yüklenebilmem için yüreğimi genişlet.)” (Taha – 25) ayetinde, göğsün açılmasının ne anlama geldiği açıkça ifade edilmektedir.

“Göğsünü açmadık mı” ayetini, bu ayetlerin ışığında değerlendirdiğimiz zaman görmekteyiz ki: ‘Göğsün açılması’ asla ameliyat edilme anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla bu konudaki rivayetlerin uydurma oldukları da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zaten, İnşirah suresinden bir önce inen “Duha” suresi ile bu ayetin devamı olan diğer ayetlere bakıldığında, göğsün yarılması(açılması) olayının ne anlama geldiği açıkça görülmektedir.

‘Duha’ suresinde, Allah, peygamberin giriştiği çetin mücadelede; karşılaştığı zorluklar, bitmez tükenmez saldırılar ve yaptığı davetin cevapsız kalması yüzünden, oldukça zor durumda kalmasından dolayı ona ‘moral destek’ vererek, yalnız ve sahipsiz olmadığını ve “sonunun iyi olacağını bildirerek, bıkmadan usanmadan yoluna devam etmesini istemektedir. Ayrıca, “seni yetim bulup, barındırmadı mı?, şaşırmış bulup yola iletmedi mi?, fakir bulup zengin etmedi mi?” ayetleri ile de kendisine daha önce verilen nimetler hatırlatılarak; bu sahiplenmenin devam edeceği belirtilmektedir.

“Göğsün açılması” da, ‘bir destek ve yardım anlamında’ bu nimetlerin arasında nimetlerden bir nimet olarak yer almaktadır. Bununla; bunalan, çaresizlik içinde kıvranan Rasulüne; sana düşen sadece uyarmaktır, onların iman etmeyişlerini kendine dert etme, gönlünü ferah tut, canını sıkma; kendini harap ederek bir yere varamazsın; ‘hesap görücü olarak’ onları bana bırak” denmektedir. Bu mesaj, Rasulullah’ı rahatlatarak ‘göğsünün açılmasını’ sağlamıştır.

Demek ki, “göğsün açılması” ayeti: Sıkıntılara ve zorluklara karşı yılgınlığa düşmemek; ümitsizliğe kapılmamak, morali bozmamak anlamına gelmektedir. Gerçekten de müşrik ve kafirlerin amansız saldırıları, her sahada boykota gitmeleri, iftira kampanyaları açmaları, alay etmeleri ve hakaretleri karşısında Allah Rasulü çok güç durumda kalmış ve bu durumun verdiği sıkıntıdan göğsü alabildiğine daralmıştı. Allah’ta ondaki umutsuzluk ve çaresizlik ‘hissini’ “göğsünü açarak” gidermiştir. Her türlü zorluğa katlanma ve dayanma gücünü ‘kendisinde bulma duygusunu’ Rasulüne aşılayan Allah; bunu “göğsünü açmak” olarak tanımlamıştır. Evet, göğsün açılmasının gerçek anlamı budur; yoksa ameliyat edilerek, kalbinin zemzem suyu ile yıkanması değil.

Göğsün açılması deyimini kendimize uyarlayarak açıklamaya çalışalım; örneğin, çok değerli bir eşyanızı yitirdiniz. Bu sizde sıkıntıya neden olmaz mı? Ve bu sıkıntıdan dolayı göğsünüz daralıp canınız sıkılmaz mı? Şayet yitirdiğinizi bulursanız bunun sizde meydana getirdiği rahatlamaya karşılık, “oh be göğsüm açıldı, rahatladım” demez misiniz?

Veya birine borcunuz var. Ödeme günü geldi ve ödeyecek paranız da yok. Çaresiz, ‘canınız sıkkın ve dünyanız kararmış’ bir durumdasınız. Şaşkın ve ne yapacağınızı bilememenin verdiği sıkıntısından göğsünüz daralmış bir haldesiniz, işte böyle bir durumda hiç ummadığınız bir arkadaşınızla karşılaşıyor ve o size borcunuzu ödeyecek miktarda para yardımında bulunuyor. Bu yardım sizdeki sıkıntıyı sona erdiriyor ve bunun verdiği rahatlamayı arkadaşınıza: “Allah razı olsun; göğsüm bayağı daralmıştı, sanki canım çıkacak gibiydi; yardımınla ferahladım, adeta dünyalar benim oldu”. Şeklinde veya diğer bir deyimle “oh be dünya varmış, göğsüm açıldı” demez misiniz? İşte Allah’ın Peygamber(sav)”göğüs açması” da bu anlamdadır.

 

Miraç Mucizesi

Hadis ve tarih kitaplarında anlatılan ve geleneksel kültürümüzde yer etmiş şekli ile miraç; Hz. Muhammed(sav)’in göğe yükselip, huzura kabul edilerek Allah’la bizzat görüştüğü sanılan olayın adıdır. Bu görüşmenin şöyle gerçekleştiğine inanılmaktadır:

Hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce, Recep ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşen miraç olayının iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber, Mescidü’l -Haram’dan Beytü’l- Makdis’e(Kudüs) götürülür. Kur’an gece yürüyüşü anlamına gelen bu aşamayı İsra suresinin birinci ayetinde şu şekilde anlatmaktadır:

“Eksiklikten uzaktır O(Allah) ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü, ona ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye.(böyle yaptık). Gerçekten O, işiten, görendir.”

İkinci aşama ise Hz. Muhammed (sav)’in Beytü’l Makdis’ten (Mescid-i Aksa) Allah’a yükselişi oluşturur. Kur’an’da anılmayan ve Miraç denilen bu olay çok sayıda hadisle(!) ayrıntılı biçimde anlatılır.

Hadislerde verilen bilgilerin hepsini buraya almaya gerek görmediğimizden konuyu özetlemeye çalışacağız. İsteyen daha detaylı bilgi için hadis kitaplarının konu ile ilgili bölümlerine bakabilir. Buna göre Miraç olayı özetle şöyle gerçekleşmiştir:

Peygamber, Kabe’de uykuda olduğu bir sırda Cebrail gelip göğsünü yarıyor, kalbini zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruyor. Burak adlı bir binekle Mescid-i Aksaya götürüyor. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Hz.Muhammed(sav), onlara imamlık yaparak namaz kıldırıyor. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başlıyorlar. Göğün birinci katında Hz.Adem(as), ikinci katında Hz. İsa(as)ve Hz.Yahya (as) üçüncü katında Hz.Yusuf(as), dördüncü katında Hz.İdris(as), beşinci katında Hz.Harun(as), altıncı katında Hz.Musa(as), yedinci katında Hz. İbrahim(as) ile görüşüyor. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü’l Münteha’ya kadar devam ediyor. Cebrail; “Buradan öteye geçecek olursam yanarım” diyerek orada kalıyor.

Hz. Peygamber(sav) Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürerek Allah’ın huzuruna varıyor. Bu yükseliş sırasında kendisine cennet ve cehennem gösteriliyor, ümmetinden Allah’a şirk koşmamış olanın cennete gireceği müjdesi veriliyor önce elli vakit namaz farz kılınıyor; Allah’la yapılan pazarlık neticesinde elli vakit namaz beş vakte indiriliyor.

Allah’la görüşmeyi tamamlayan Hz.Muhammed(sav), dönüşte Musa (as)’a uğruyor. Musa: “Ne ile emrolundun?” diye soruyor. Hz.Muhammed(sav): “Elli vakit namaz” diye cevap veriyor. Bunun üzerine Musa (as): “Hergün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın” diyor. Hz.Muhammed(sav)’de yeniden Allah’a giderek vakit sayısını azaltmasını istiyor, Allah’ta on vakit azaltıyor. Peygamber dönüşte yeniden Hz.Musa(as)’a uğruyor. Hz.Musa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” diyor. Hz.Musa(as)’ın bu uyarıları ile namaz beş vakte indirilinceye dek Hz.Muhammed(sav)’ın Allah’la görüşmeye gidip gelişi devam ediyor. Peygamber, namaz beş vakte indirildikten sonra yeniden Hz.Musa’ya uğruyor. Musa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceği uyarısında bulunarak yeniden Allah’a dönmesini ve biraz daha azaltmasını istemesini söylüyor. Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söylüyor. Ve miraç olayı böylece tamamlanmış oluyor.

Olayın birinci aşaması ayetle sabittir. Bu konuda hiç kimsenin bir itirazı olamaz. Bizim itirazımız olayın ikinci aşamasıyla, yani miraç kısmı ile ilgilidir. Allah, bir kısım ayetlerini göstermek amacıyla kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yürüttüğünü söylemektedir. Kur’an bu ayetlerin/belgelerin neler olduğu konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Bu tamamen gaybi bir konu olup, Kur’an bu konuda başka hiçbir şeyden söz etmemektedir.

Şimdi Miraç hadisesinin neden uydurma olduğunu izah etmeye çalışalım. Muhaddisinden siyercisine, aliminden cahiline varıncaya kadar, İslam toplumunun büyük bir çoğunluğunca gerçekliği kabul edilen miraç olayı, Kur’an’ın dışında başka kaynaklara dayandırılan bir olaydır. Ve olay tamamen uydurmadır.

Aslında olayı nakleden hadisler üzerinde düşünüldüğünde, olayın uydurma olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Ancak hadislerdeki çelişkilere değinmeden önce, olayı Kur’an açısından değerlendirmeye çalışalım:

1 – Konunun başında da izah etmeye çalıştığımız gibi Kur’an, Hz.Muhammed’e mucize verilmediğini söylemektedir.

2 – Kur’an, gece yürüyüşünün nasıllığı hakkında hiçbir ipucu vermemektedir. Eğer olayın mucize yönü bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması şarttır. Oysa olay tamamen peygamberin şahsında gerçekleşmiş bir olay olup mahiyeti bilinmemektedir.

3 – Namazın ilk kez Hz.Muhammed ve ümmetine farz kılınan bir ibadet olmayıp, daha önceki ümmetlere de farz kılınan bir ibadet olduğu Kur’an’da açıkça belirtilmektedir. “Kitap’ta İsmail’i de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekat vermeyi emrederdi…” (Meryem -54,55)

4 – Kur’an’da namazla ilgili onlarca ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerde namazın vakitleri, şartları ve önemi vurgulanmaktadır. Söz konusu ayetler değişik zaman aralıklarında vahyedilmiş olup, her biri başta namazın rükünleri ve vakitleri olmak üzere birçok değişik boyutunu anlatmaktadır. Şayet namaz Miraçla belirlenmiş olsaydı ayrıca Kur’an’da bu kadar değişik şekilde anlatılmazdı. Özellikle vakitleri bildiren ayetlere bakıldığında her bir vaktin değişik bir ayetle belirtildiği görülmektedir. Miraç hadisesinde namazın vakitleri belirlenseydi Kur’an’ın değişik yerlerinde vakitler konusu tekrar tekrar işlenmezdi.

5 – İsra suresinden önce inen surelerde de hatta ilk indiği konusunda ittifak bulunan sure olan Alak suresinin onuncu ayetinde de namazdan söz edilmektedir. “Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu(namazdan)? (Alak -9,10); “Rabb’inin adını anıp namaz kılan.”(Ala – 15). Oysa ki miraç olayının vahyin on ikinci yılında olduğu iddia edilmektedir. İlk inen Vahiy ile İsra suresinin indiği zaman aralığında birçok ayette namazdan detaylı bir şekilde söz edilmektedir. Yani namaz Miraç hadisesinden çok önce farz kılınmış bir ibadettir.

6 – Allah’a mekan izafe edilemez. Oysa ki, Peygamber’in yolculuk güzergahı ve sonu bir mekanda noktalanmaktadır. Bu olgu Kur’an’a ters düşmektedir.

 

Rivayet edilen hadislere gelince:

l – Günün 24 saat olduğunu bilen Allah, nasıl olur da 50 vakit namazı farz kılar? Uyku için 7-8 saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan 16 saate bölünecek olunursa, yaklaşık her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak nasıl mümkün olabilir? Mümkün değil diyorsak, mümkün olmayan birşeyi Allah’ın kullarından isteyebileceğini nasıl düşünebiliriz?

2 – Nasıl bir Allah ki, kullarının gücünün neye yetip yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor? Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülebilinilir mi?

3 – Hz.Musa ile karşılaşma işi olmasa, bu azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadislere bakılırsa Hz.Musa oldukça akıllı, Peygamberimiz de akılsız bir konuma düşürülmektedir. Demek ki Hz.Musa (dikkat edin, diğer peygamberler değil. Çünkü olay israiliyat olduğu için, Hz.Musa da İsrail oğulları’na gönderilen bir peygamber olduğundan olay onun adına uydurulmuştur. Ve bu olayla Hz.Musa, Peygamberimizden daha akıllı ve üstün gösterilmek istenmektedir) olmasaydı deyim yerinde ise “biz happı yutmuş” olacaktık, iyi ki Hz.Musa peygamberimize akıl vermiş(!). Öyle ki; Hz.Musa, Allah’ın ve Hz.Muhammed(sav)’in düşünemediği şeyi düşünmüş(!). Bu anlayış, Allah’ı ve Rasulünü alay konusu ettiğinin farkında olmayacak kadar kör bir anlayış değil mi?

4 – Namaz Miraçla farz kılındıysa daha miraca çıkılmazdan evvel Hz. Muhammed’in diğer peygamberlere imamlık ederek, namaz kıldırmış olduğunun ayni metinlerde anlatılması büyük bir çelişki değil midir?

5 – Elli vakitten beş vakite düşürülünceye kadar Allah’la pazarlık yapılmasının ve bunun ilk gidişte bitirilemeyip, pazarlığın birkaç kez yapıldıktan sonra neticelenmesini izah etmek mümkün mü?

Gerek Kur’an’dan, gerek bu konuda rivayet edilen hadislerdeki tutarsızlıktan yola çıkarak konuyu izah etmeye çalıştık. Kuşkusuz daha birçok şey söylemek mümkün. Ancak biz konunun anlaşıldığına inanıyor konuyu burada bitiriyoruz.

(Erhan Aktaş http://www.kuranmuslumani.com/2007/10/07/hz-muhammed-save-mucize-verilmis-midir/#comment-5782 )

 

posted in Mucize | 4 Comments

21st Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Ayın Yarılması (Şakkul Kamer) diye bir mucize var mıdır?

Giriş

Bu yazı daha önce ÎKTÎBAS’ın Ağustos-1991 sayısında yayınlanan Göğün yarılması ile ilgili yazımızın devamı niteliğindedir. Bu yazılarla amaçladığımız iki temel hedef vardır, îlki, Kur’an’ın bu tür ayetlerim vüsatimiz (gücümüz) oranında irdeleyerek, Kur’an’ın kendi özüne uygun şekilde anlaşılmasına katkıda bulunmak; ikincisi de Hz. Peygamber’e isnad edilen bir mucize de olsa, tarihi olayların gerçekliğini sorgulamaktır.

Eldeki mushafta 54., Hz. Osman Mushafında ise 37. sırada olan 55 ayetlik Mekkî Kamer suresinin ilk ayetinde “…inşakkal kamer” (ay yarıldı) şeklinde bir ifade bulunduğu için, bu, Hz. Peygamber zamanında ayın bir mucize olarak ikiye yarıldığı ve sonra yeniden birleştiği, bir takım ulema ve ravilerce anlatılagelmiş, buna ayın yarılması (şakkul kamer) mucizesi denmiştir. Sahih bir İslam tarihi yazımına olan ihtiyaç bu tür rivayetleri okudukça bir kez daha kendisini hissettiriyor.

Bu yazıda, Kamer suresinin bu ayetinin gerçek anlamının ne olduğunu ve olabileceğim izaha çalışaca­ğız. Ay yarılması denen sözde mucizenin gerçek olup olmadığı hakkında akla takılan sorulara yer vereceğiz.

 

OLAY NASIL OLDU

Hz. Peygamber zamanında hicretten beş sene evvel Mekke’de bir akşam vakti dolunay halindeki ayın ikiye bölündüğü rivayeti Buhari, Müslim, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Beyhaki ve daha bir çok kaynak tarafından nakledilmiştir. Olayın sahabe arasındaki ravileri ise Enes b. Malik, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Ömer, Cübeyr b. Mut’im, Ab­dullah b. Abbas ve Hz. Ali’dir.

Tefsir kitaplarına baktığınızda Hadis kitaplarından esinlenerek -aslında buna, hadis kitaplarının manyetik etkisi altında kalarak desek daha doğru olur-ilgili ayetin aynı şekilde, ayın gerçek anlamda yarıldığına delalet ediyor tarzında yorumlandığını görürsü­nüz.

Tüm bu klasik eserlerde ortak olan bir tarafı varsa o da “gerçekten ayın ikiye bölündüğünün” anlatılması­dır. Tüm diğer hadis kitaplarındaki rivayetlerin de özeti mahiyetinde olduğu için biz Buhari’nin konuyla ilgili olarak Kitabı’na aldığı rivayetleri ele aldık, bera­ber okuyalım:

1 – “Müsedded …İbni Mesud’tan: Dedi ki (İbni Mes’ud), Rasulullah zamanında ay iki parçaya ayrıldı. Bir parça dağın üst tarafında, bir kısmı da diğer tarafında idi. Rasulullah ‘şahid olunuz’ dedi.”

2 – “Ali (îbni Abdillah) …Abdullah’dan (İbni Mcs’ud olmalı): Biz Rasulullahla beraberdik, ay yarıl­dı ve iki parça oldu. Bize ‘şahid olun’ buyurdu.”

3 – “Yahya b. Bükeyr …İbni Abbas’dan: Ay Rasu­lullah zamanında yarıldı.”

4 – “Abdullah b. Muhammcd …Enes’den: Ay iki fırkaya ayrıldı.”(l)

Buhari’nin hadislerinin hepsi bu kadar.

Olayın hicretten beş sene önce gerçekleştiği, yu­karıda Abdullah b. Muhammed’in Enes’den yaptığı rivayete göre, müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize istedikleri, bunun üzerine gerçekleştiği, diğer rivayet­lerde ise böyle bir talebin bulunmadığı anlaşılıyor. Yine bazı rivayetlerde olayın Mina’da gerçekleştiği, ayrıca Müslim’in İbni Mes’ud’dan ve Ahmed’in Enes’den yaptığı rivayetlere göre de iki defa bölünme olayının olduğu bildirilmektedir.

Yine bu rivayetlere bakılırsa, ay yarıldığında müşrikler, “bu İbni Ebi Kebşe’nin (Peygamberimiz kastediliyor) büyüsüdür” demişler. Sonra, Muhammed bizi büyülese dahi tüm insanları büyüleyemez ya, dışa­rıdan gelenleri bekleyelim ve bir de onlara soralım de­mişler, seferden gelenler olayı doğrulamışlar. (3)

İbni Kesir de ayın yarılmasının şimşek çakar gibi çok ani bir süratte olduğu ve hemen geri kapandığı gö­rüşündedir.

 

OLAYIN KRİTİĞİ

1 – Kur’anî Bakış

Kamer süresi de diğer Mekkî sureler gibi ahiret hayatına dikkatleri çeken, ahirete imanın önemini vur­gulayan bir suredir. Allahu Teala kıyametin yaklaştığını ihbardan sonra, Kur’an’ın bir öğüt kitabı olduğunu vurguluyor. Sonra Nuh, Ad, Semüd, Lut, Firavun kavimlerinin başlarına gelen olaylar, onlara yapılan çağrıya rağmen öğüt dinlemeyip azgınlıklarına devam et­meleri ve sonuçta uğradıkları azaplar anlatılmakta ve nihayet Mekke müşriklerine söz getirilerek şöyle de­nilmektedir:

“Şimdi sizin kafirleriniz onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraat mi vardır? Yoksa ‘biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz’ mu diyorlar?” (5)

İşte surenin genel karakteristiği budur. Şimdi de konumuz olan, surenin ilk ayetlerini okuyalım:

“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar ne zaman bir mucize (ayet) görseler ‘eskiden beri devam edegelen bir büyüdür’ derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her işin bir gayesi (durma yeri) vardır. Andolsun onlara kötülükten önleyecek nice haberler gelmiştir. Bunlar, gayesine ulaşan birer hikmettir. Fakat peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor. Çağıranın görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağır­dığı gün sen de onlardan yüz çcvir.” (Kamer- 1-6. ay­etler)

Görüldüğü üzere surenin bu ilk ayetlerinde, insanlara kıyametin yaklaştığı, bir gün hesaplaşma anı­nın geleceği hatırlatılmaktadır. Sure, ilk olarak “kıya­met yaklaştı ve ay yarıldı” sözüyle başlıyor. Burada ilk olarak, kıyametin yaklaştığının ihtar edildiği kesin­dir, bunda şüphe yoktur. Fakat ayetin ikinci kısmı, yani “ay yarıldı” (inşakkal kamer) ifadesine gelince işte olayın yanlış anlaşılması buradan itibaren başlıy­or. Lakin bu meseleyi Kur’an’a bütüncül bir şekilde baktığımızda anlamakta hiç bir güçlük çekmeyiz.

Kuran’da “yarıldı” ve benzerî ifadeler:

Kamer suresinin bu ilk ayeti, yani “ay yarıldı” ifadesi esasen Kur’an’daki benzerlerinden birisidir. Bil­hassa kıyamet sahnelerini tasvir eden, ahiret ahvalin­den bahseden surelerde ve ayetlerde, bu şekilde “gök yarıldı” “yer yarıldı” gibi deyimler kullanılmıştır. Biz şimdi bu ayetlerden bazılarını okuyucunun dikkatine sunacağız:

l- “O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde yarılıp melekler bölük bölük indirilirler.”(6)

2 – “Gök yarılıp da erimiş yar gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman”(7)

3 – “Gök de yarılmış, çatlamıştır.” (8)

4 – “Gök yarıldığı zaman“(9)

Bu ayetlerin hepsinde de “yarılma” olarak tercü­me edilen fiiller ş-a-k-k-a fiilinin türevleridir ve hepsi de mazî (di’li geçmiş zaman) sîgasıyla kullanılmıştır. Yani hepsi de gele­cekte, kıyametin kopması anında vuku bulacak hadise­leri bildirmesine rağmen, hep mazi (geçmiş) sigasıyla anlatılmıştır. Ama bu ayetler nasıl “yarılacak”, (”o gün) yarılır” gibi tercüme ediliyorsa, Kamer suresinin ilk ayetinin de bu şekilde tercüme edilmesi olanaksız değildir ve tercüme edilmese de biz o anlama geldiğini bilmeliyiz.

5- “Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer varılacak, dağlar yıkılıp dağılacaktır. (10)

Bu ayet, Hıristiyanların “Rahman çocuk edindi” diye iftira etmeleri üzerine inmiştir.

6 – “Sonra toprağı bir yarışla yardık.“(l1)

7 – “O gün yer yarılır, onlar kabirlerinden dışarı çıkarlar…(12)

8- “…öylesi (taşlar)da var ki çatlar da onlardan su fışkırır.”

Yukarıda dediğimiz gibi, bizzat ‘ş-a-k-k-a” türev­li fiillerin kullanıldığı bu ayetlerin dışında), anlam ola­rak yine aynı, yani “yarılma” olayından bahseden, değişik kelime ve fiiller Kur’an’ın Mekki ayetlerinde kullanılmaktadır. Bunlardan birisi Müzzemmil suresinin (ki ilk inen surelerdendir) 18. ayetinde geçen “münfetir” kelimesidir: “Gök kubbe yarıldığı zaman” Bir diğeri ise Nebe suresinin 19. ayetindeki “fütiha” kelimesidir: “O gün gökyüzü açılır…”

Daha bu ayetlerin dışında, Mekke’de nazil olup, kıyametin kopuşu ve ahiret ahvalini tasvir eden sure­lerde böyle, alışılmışın dışında olayların cereyan ede­ceği çok sık bir şekilde vurgulanmaktadır.

“Yer yarıldığı (zaman) (13);

“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar sallanıp yürütüldüğünde… denizler kaynatıldığında…”(14) gibi ay­etler sözünü ettiğimiz tasvir ayetlerinden sadece bir kaçıdır.

Şimdi Kamer suresinin ilgili ayetini bu ayetlerden ayırmaya imkan var mıdır? “Ay yarıldı” ayetinin, bu yukarıdan beri sıraladığımız ayetlerden hiç bir farkı yoktur anlam itibariyle. Yani o da kıyametin -tıpkı se­manın yarılmasından bahsedildiği gibi, dağların atılmasından denizlerin kaynatılmasından ilh. söz edildiği gibi- ayın da yarılacağı bildiriliyor…

Kur’an’ın anlattığına göre kıyamet denen olayın normalin ötesinde bir hadise olacağı anlaşılıyor. Ama insanoğlunun tecrübe edemediği ve mahiyeti hakkında şimdilik fazla bir bilgi sahibi olmadığı bu sahnenin bir parçası olan ay yarılmasının da nasıl vuku bulacağı hakkında bir şey dememiz zordur, yazımızın konusu da bu değildir zaten.

Konuyla ilgili olarak önemle altını çizmemiz ge­reken husus, Sayın Süleyman ATEŞ’in isabetli tesbitinde olduğu gibi (15), Kur’an-ı Kerim’de gelecekle il­gili haberlerin geçmiş (mazî) sigasiyle bildirilmesidir. Buna Nahl suresinin 1. ayetini örnek vermektedir sayın Ateş: “Allah’ın emri gelmiştir…”

Kıyamet yaklaştı ay yarıldı”nın anlamı da “Kı­yamet yaklaştı o gün ay yarılacaktır” anlamındadır. Yani ayın yarılması, vukubulmuş bir olay değildir. Belki vuku bulacaktır. Araf suresinin 44-50. ayctilerinde Cennet ehli ile Cehennem ehlinin ahiretteki ahvali anlatılıyor. Bu olaylar hep, “nida ettiler”, “bulduk (derler)”, “buldunuzmu” gibi mazî sîgasındaki sözcüklerle anlatılmaktadır. Oysa anlatılanların ahiretle yani gelecekte gerçekleşeceği apaçıktır.

Öte yandan Nesefî ve Hasan Basrî’nin ay yarılmasının “gelecekte gerçekleşeceği” görüşünde oldukları da bildirilmiştir. (16)

Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

Kur’an-ı Kerim, Peygamberimize, bilinen anlam­da herhangi bir mucizenin verildiğini bildirmez. Bila­kis Peygamberimize mucize verilmediğini -gerekçeleriyle- ifade eder. Zaten eğer Peygamberimize mucize verilmiş olsaydı bu açık açık anlatılırdı. Ayın yarılması gerçek olsaydı bunun da açıkça bildirilmesi, belki de -Süleyman Ateş’in dediği gibi -Kamer suresinden sonra inen surelerde bu olaya değinilmesi gerekirdi.

Kur’an İsra suresinin 90-95. ayetlerinde, müşrik­lerin, Allah Resulünden mucize istediklerini fakat bu isteklerinin verilmediğini açık açık bildirmektedir. Bu ayetlerde müşriklerin Hz. Peygamberden, (a) yerden bir kaynak fışkırtmasını, (b) yahut hurma ve üzümler­den oluşan bir bahçe edinmesini, (c) yahut üzerlerine gökten parçalar yağdırmasını, (d) Allah’ı ve melekleri şahitler getirmesini, (e) yahut altından bir ev edinmesi­ni, (f) veya göğe çıkmasını, gökten bir kitap getirmesini talep ettiklerini, aksi takdirde O’na inanmayacaklarını söylediklerini bildirmektedir.(17) Netice itibariyle bu saçma isteklerinden hiç birisi onlar için yerine geti­rilmemiştir. ,

Yine İsra suresinin 59. ayetinde Allahu Teala, mucize vermeyişinin sebebini, önceki kavimlerin ya­lanlamaları olarak gerekçelendirmektedir. Yani Allah mucize verdiğinde buna inanmaları gerekir, inanmazlarsa azabı hak edecekleri için Allah bu ahmak insanlara mucize göndermemiştir.(18)

Aynı olguya değinen bir ayet de şudur: “Eğer kendilerine bir mucize ge­lirse ona mutlaka inanacaklarına dair olanca güçle­riyle Allah adına and içtiler. De ki, Mucizeler ancak Allah tarafındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?(19)

Kamer suresinden çok sonra inen bu En’am sure­sinin 33, 34, 35 ve devamındaki ayetlerde Allahu Teala Peygamberini teselli ediyor. 33. ayette de, ev­velki peygamberlerin de yalanlandığını ama sabrettik­lerini bildiriyor. 35. ayette ise aynen şöyle buyuruyor:

“Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel, ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getîresin! Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi. O halde sakın cahillerden olma!”

Görüldüğü üzere Allah inkârcılara, onlara veril­miş mucizelerden bahsetmiyor. Peygambere, davasını sabırla anlatmaya devam etmesini salık veriyor. Diğer yandan “biz onlara ayı ikiye böldük, yine inanmadılar” da diyebilirdi. Ama böyle bir ifade de yok!

Bu ayetlerden anladığımız şudur. Allahu Teala İslam’ın insanlar tarafından akılları hayrette bırakan bazı olağanüstü vakalar karşısında değil, aklı selim ile, hür irade ile kabul edilmesini istemiştir. Nitekim öyle de olmuştur. Her ne kadar insanlar Mekke’de 13 yıl kadar İslam’ı kabul etmemek için olanca inatlarını ve diretmelerini ortaya koymuşlarsa da aradan kırk yıl geçmeden tüm Arap Yarımadası İslamlaşmıştı.

Ayın yarılmasının müşriklerin Rasulullah’dan mucize istemeleri üzerine gerçekleştiğine dair güveni­lir bir rivayet yoktur. Mevdudi bunun sadece İbni Abbas tarafından rivayet edildiğini söylüyorsa da (20), yazımızın baş tarafında kaydettiğimiz Buhari hadislerinden Enes rivayetinde de olayın müşriklerin mucize isteklerinden sonra vuku bulduğu anlatılıyordu.

Oysa böyle bir olay gerçekleşmemiştir. Kamer suresinin bu ilk ayeti kıyametin yaklaştığını ihtar et­mekten başka bir anlamda değildir.

2 – Rivayetlere Göre Şakk-ı Kamer:

Kur’an’ı yine Kur’an’la anlamak şarttır. Kur’an’ı en iyi tefsir eden yine Kur’an’dır. Kur’an’a göre. Bunu hiçe sayan ulema kesimi her konuda olduğu gibi “ayın yarılması mucizesi”(!)nde de önümüze bir yığın kîl ü kal çıkartıp Kur’an’a rağmen bir efsanenin kabulünü müslüman halka dayatmaktadırlar. Gerek Arapça gerekse Türkçe tefsirler içerisinde sayın Süleyman Ates’den başka olayın kritiğini yapan birine rastlama­dık. Bu da bize “bilimsel statükoculuk” diye bir kav­ram ilham etti…

Kur’an’dan sonra en sahîh kitap (!) diye lanse edi­len Buhari ve sair hadis kolleksiyonlarında ayın Rasulullah zamanında yarıldığına ilişkin bir yığın hadis bu­lunmaktadır. Her ne kadar, merhum Seyyid Kutup gibi bir müellif de olayın tevatüren (!) nakledildiğini yaz­mışsa da, tevatürle hiç bir suretle ilgisi yoktur. Çünkü yazının baş tarafında da belirttiğimiz gibi bu olay en nihayetinde 5-6 tane sahabe tarafından (İbni Mes’ud, İbni Ömer, Enes, İbni Abbas, Cübeyr, Ali) rivayet edilmektedir ve sonuç itibariyle ahad haberdir. Ahad haberle tevatür olmayacağını ve bunun bir itikadi durum hasıl etmekten oldukça uzak olduğunu ise her­kes bilir.

Bu ravilerden Hz. Ömer’in oğlu Abdullah Mekke’de iken çok küçük yaşta olması gerekir. Çünkü Medine’de Uhud savaşında çocuk yaşta bulunduğu için 15 yaşlarında kabul etsek şakk-ı kamerin vuku’u zamanında (hicretten beş sene öncesi) yedi yaşlarında bulunması gerekir. Enes de bu esnada belki doğma­mış, belki de bir iki yaşlarında idi. Çünkü Medine’de dört yaşlarında bulunuyordu. Abdullah îbni Abbas ise henüz doğmamıştı.(21) O’nun hicreten üç yıl önce doğduğu biliniyor. Olayı görme ihtimali bulunan tek kişi İbni Mes’ud’dur.(22)

Görüldüğü üzere, İbni Mes’ud’un dışındaki ravilerin çoğunluğu hicrete beş sene kala, yani ay yarılmasının -sözde- vuku’u yılı çelik-çomakta, oyunda-eğleşte çocuklardır. Üstelik içlerinden bazıları henüz doğma­mıştır. Acaba Rasulullah’ın yanından hiç ayrılmayan arkadaşları, niçin bu olayı görmemişler ya da görmüşlerse rivayet etmemişler de, bu üç beş tane küçük yaştaki çocuk görmüştür? Olayın taşradan, bağdan bahçe­den gelenden v.s. hiç anlatılmamaktadır. Diğer yandan yine İbni Abbas’dan “ay yarıldı” ayetinin Rasulullah zamanında ay tutulması olayı üzerine indiği de rivayet edilmiştir. Yani rivayetler arasında çelişki ve tutarsızlık alenen göze çarpmaktadır.

Şimdi hala Müslümanlar, Kur’an’ın sarih olarak bildirmemesine rağmen, çarık-çürük rivayetlere dayanarak ayın yarıldığına inanacaklar mıdır? înanacaklarsa bu, Kur’an’ı hiçe sayan bir inanış değil midir? Körü körüne ataların izinden gitmenin adı değil midir bu?

3- Olayın İmkaniyeti:

Rivayetlerin tenkidini kabullenemeyecek Müslümanlar, “Allah ayın yarılmasını isterse neden olmasın” diye pirimitif bir itiraz yükselterek işin içinden sıyrılmaya çalışacaklardır. Evet Allah her şeye kadirdir. Bizim tartışmamız Allah’ın ay küresini yarmaya kadir olup olmadığı değildir. Bizim tartışmamız, böyle bir olayın olup olmadığı sorunudur ki olmadığını ileri sü­rüyoruz. Allah’ın her şeye kadir olması, O’nun düzen­siz ve sünnetine aykırı şeyler yaratması demek değil­dir. Allah’ın yaratması ve sünnetullah düzenlidir, ahenklidir, rasyoneldir.?! Kaldı ki ay yarılmış olsa bile, sırf bunun için bir tek müşrikin bile iman ettiği bildirilmiş değildir.

Olayın gerçekliği üzerinde düşünmeyen Müslümanlar, bu sefer oturup ayın nasıl yarılabileceğini bir­takım kozmolojik öncüllerle ispatlamaya çalışmışlar­dır. Öte yandan ayın yarılmasının şimşek çakar gibi bir iki saniye içinde olup bitmiş bir olay olduğu (!) kabul görmektedir. Bunun imkanını akıl almaz. Kaldı ki böyle olsa bile, şimşek çakması insanlar için ne oranda bir mucize ise, ayın yarılması da o oranda mu­cizedir! Şimşek çakar gibi ikiye ayrılan ay’ın (!) insan­lar hiç farkına varamayacaklar, “bize bir kez daha gös­ter” deme ihtiyacı duyacaklardır. Bir anlık böyle bir olay hiç kimsede iman kanaati oluşturamayacak, hiç kimsenin imanını artırmayacaktır.

Söz konuşu olayın, Mekke dışındaki yerlerden görülmeyişi ve bunun tarih boyunca hiç bir ülkede bir rivayet olarak duyulmamış olmasına, o anda diğer ül­kelerde havanın bulutlu olduğu, bazı yerlerde güneşin henüz batmış bulunduğu, bazı yerlerde gecenin tam ortası, yani tatlı uyku zamanı olup insanlar ayakta olma­dıkları için görülememiştir türündeki cevaplar da asla ikna edici ve sahici değildir. Çünkü dünyanın tamamı bu sayılan vasıflarda bulunuyordu da sadece Mekke’de hava ve iklim, ikiye ayrılan ayı görmeye müsait değil­di. Bu imkansız bir şeydir.

Böyle bir olay olmuş olsaydı Hz. Peygamber’in tüm Mekke’li insanları çağırması gerekirdi diye düşü­nüyoruz. Adeta Musa’nın Firavun sihirbazlarıyla mü­sabaka yaparkan tüm insanların orada hazır bulunması gibi.

SONUÇ

Şakkul kamer mucizesi denen olayla, Kur’an’ın yine Kur’an’la anlaşılması gerekliliği bir kez daha önemini hissettiriyor. Kur’an kendisine hiç danışılmadan tarihsel rivayetlerle tabir caizse hariçten gazel okuyarak yine Kur’an hakkında hüküm verilmekten artık kurtarılmalıdır.

Kur’an’ı bütüncül bir şekilde ele almak gerekir. Kur’an’ın her hangi bir ayetinden hareketle, “Allah her şeye kadir değil midir, O isterse olur” mantığıyla ulu orta hüküm kotarmak Kuran’ı katletmektir. Öyle olursa hiç kimsenin hiç bir yoruma karşı çıkıp, bunu Kuran’a isnad edemezsin deme hakkı olamaz.

Güya, Kuran’ın “Allah’ın kelamı olduğunu – ki elbette öyledir –ve bir çok ilmi gelişmeyi haber verdiğini zoraki tevillerle ve cahilce zorlamalarla çıkarsamaya çalışanlar gibi, Kuran’ın ayın yarıldığını bildirdiğini sananlar oturup inciler döktürerek ayın nasıl yarılabileceğini, bunun nasıl mümkün olduğu tartışmışlardır.

Müslümanlar arasında bilimsel zihniyetin iflası sonucu toplumsal yapı o hale gelmiş ki, bugün bir deli çıkıp da mesela son Peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’in yeniden dirilip kabrinden çıktığını ve Medine’de ikamet ettiğini, insanları yeniden dine çağırdığını duyarsa, aradan üç gün geçmeden tüm Türkiye’de halkın ekseriyetinin bu haberin sevinciyle coştuğunu görürsünüz. Üstüne üstünlük eli kalem tutan mollalar ve cami kürsülerinde hitap eden vaiz efendiler derhal olayın olabilirliğini, Allah’ın buna gücünün yeteceğini, zaten Kuran’da bu olayı telmih buyuran ayetlerin varolduğunu, ilgili hadisleri vs. sayıp dökeceklerdir.

Peygamberin devrinde ay’ın her hangi bir surette yarılıp iki parçaya ayrıldığına ve bir müddet sonra tekrar birleştiğine inanmıyoruz. Kamer suresinin söz konusu ayetinin böyle bir olayı anlattığını sananlar yanılgı içindedirler. Asırlar boyunca oluşmuş hurafelerden biridir. Böyle bir mucizeyi var kabul edip de inanmayanı tekfir etmek de ruhban sınıfının ve kendisini engizisyon mahkemesinin fetvacıbaşısı zannedenlerin işidir. Çünkü olayı gerçekten anlamaya çalışmak bir yana; formel açıdan da baksak bu konunun, inkarı halinde küfrü gerektiren bir inanç esası olması için ilgili Kuran ayetlerinin hem delalet hem de sübut açısından kati olması gerekir. Kuran ayetleri sübut açısından katidir fakat bizim sözünü ettiğimiz ayet delalet açısından zannidir. Yukarıda benzerlerini verdik. Mekke’nin müşriklerine kıyametin yaklaştığını haber veren ayetlerden biridir.

Müslümanların tekelci, ‘hocacı’, şeyhçi, felancı, iftiracı, doğmatik olmaktan ziyade aklı selimin sesine kulak verenci olmaları gerekmez mi ? Yine Kuran, sözde inancımızın başında geliyorken, en az ve en sonra okuduğumuz kitap da Kuran değil midir ? Kuran’ı anlayarak ve çokça okuduğumuzda bize doğruları kazandıracaktır. Hidayete erdirici yegane kaynak Kuran’dır.

Dipnotlar

1 – Buhari, Sahih, Kitabut Tefsir, Kamer suresi.

2 – İbn Kesir, Hadislerle Kuran Tefsiri, C. 14, S. 7585 ve 7582.

3 – İbn Kesir, a.g.e. S. 7583.

4 – a.g.e. S. 7587.

5 – Kamer, 43-44.

6 – Furkan, 25.

7 – Rahman, 37.

8 – Hakka, 16.

9 – İnşikak, 1.

10 – Meryem, 90.

11 – Abese, 26.

12 – Kaf, 44.

13 – İnşikak, 3.

14 – Tekvir, 1-6.

15 – Prof. Dr. Süleyman Ateş, Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, 9/151. Ayrıca bkz. İbn Kesir, a.g.e. S. 7580.

16 – İbn Kesir, a.g.e. S. 7587; Zemahşeri, Keşşaf, 4/431.

17 – İsra, 90-93.

18 – Tabatabai, Tefsirul Mizan, 19/61-63.

19 – En’am, 109.

20 – Mevdudi, Tefhimul Kuran, 6/47-48.

21 – İbn Kesir, a.g.e. S. 7585; Ateş, a.g.e. S. 152.

22 – Ateş, a.g.e. S. 152

(İktibas Dergisi, Mehmed Durmuş, Sayı: 160. )

 

posted in AYIN YARILMASI | 28 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bir Din Hayattan Nasıl Çekilir_İhsan Eliaçık

Önce bir mesel…

Kralın biri, huzurunda el pençe divan duran saray erkanından bir bardak su istemiş. Saray erkanın içinde muhafızlar, şairler, dalkavuklar, medyumlar, müneccimler, kahinler, din adamları vs. hepsi varmış. Geniş bir halka oluşturmuş halde krallarını ayakta dinliyorlarmış…
Kral su isteyince emri şu şekilde yerine getirmeye başlamışlar:

Şair: “-Yüce efendimiz ve haşmetli kralımızın emrindeki şu zerafete bakın. Böyle bir şiir dünya tarihinde daha söylenmedi: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Dalkavuk: “-Efendim sizin sözünüzün üstüne söz söylenmedi şu alemde: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Din adamı: “-Her kim bunu günde 100 kez söylerse cennet köşkleri onu bekliyor, aşk ile bir daha: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Medyum: “-Kralımız bu sözüyle gelecek yılın bolluk ve bereket ile geçeğini haber veriyor, şevk ile bir daha: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Kahin: “-Bana bir su getirin” cümlesinin ebced hesabı ile değeri 2015’dir. Kralımız bu yılda kıyametin kopacağını haber veriyor. O yıla dikkat edin ve bu cümleyi sakın unutmayın: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Velhasıl, bir bardak suyu getiren olmamış ama her yan “Su getirin…” sesleriyle inlemiş… Bir “su edebiyatı”dır almış başını yürümüş… Dilden dile dolaşmış, hafızlar ezberlemiş, en güzel hatlarla yazılıp duvarlara asılmış…

Ne zavallı bir kral ve ne hazin bir durum, değil mi?

***

Tabi bu bir mesel (örnek).

Sanırım Mevdudi’nin Tefhimu’l-Kur’an’ın’da okumuştum yıllar önce.

Meseldeki “Kral” ile Allah’ı, “Su getirin” emri ile Kur’an ayetlerini, diğer şair, din adamı, dalkavuk, medyum, kahin vs. ile de neyi ve kimleri kastettiğimi sanırım anladınız; şerhe gerek var mı?

Bir dinin hayattan çekilişi de işte böyle oluyor.

Unutularak, metinleri kaybolarak, hafızalardan silinerek, bir daha ne göreni ne duyanı kalmayarak bir çekiliş değil bu…

Okunarak, ezberlenerek, yazılarak, her yere asılarak, büyük saygı duyularak, çok satarak, çok konuşularak, tırlar dolusu dağıtılarak, salonlar dolusu dinlenerek ve fakat asla gereği yapılmayarak bir hayattan çekiliş…

Her yerde “Su getirin” sesleri ama bir bardak su getiren yok! Bu kral çıldırmasın da ne yapsın? Saçını başını yolmasın da ne yapsın? Üstelik de ona “büyük saygı” adına yapılmıyor mu?

***

Şimdi de bir gerçek olay…

Geçtiğimiz haftalarda TRT’de bir belgesel izledim. Dış Türkleri anlatıyordu.

Mesela Karataylar…

Karatay ismi İbranice qaray yani Arapça’da iqra/qıraat/qur’an olan okumak sözcüğünden geliyor. Yahudi dinine girmiş Türkler demek. Sürekli Tevrat okudukları için okuyanlar anlamında qaray yapanlar/qıraat edenler anlamında Karataylar olarak anılmışlar ve o isimle kalmışlar…

Din burada bir geleneksel kimliğe dönmüş ve onunla anılarak varlıklarını sürdürüyorlar. Bu dini okuma merasimi olmasa Karataylar diye bir topluluk kalmayacak, yok olacaklar…

***

Müslüman olarak kalmış bir başka Türk topluluğu da namaz kılmayı geleneksel kimlikleri haline getirmişler. Belgeselde Danimarka ve Norveçte sanırım onları anlatıyordu.

Bir piknik yerine toplanmışlar çeşitli etkinlikler düzenliyorlar. Çocuklardan oluşan bir ekip geleneksel folklor gösterisi yapıyor. Böylece geleneklerini sürdürmüş ve kimliklerini korumuş oluyorlar.

Folklor gösterisi de şu: Çocuklar saf halinde dizilmiş. Üzerlerinde “folklorik kıyafetler” var. Yani tarihi elbiseler ve başlarında takkeler ile namaz kılıyorlar. Önde “ekip başı” imam oluyor. Selam verip namaz (folklor gösterisi) bitince alandaki büyükler hep birlikte alkışlıyor!

Uzatılan mikrofona gururla geleneklerini sürdürdüklerini, kimliklerini koruduklarını, böylece Hristıyan bir toplum içinde kaybolup gitmediklerini, neredeyse konuşamaz hale geldikleri Türkçeleriyle anlatıyorlar…

Hani burada mahalli halk oyunları dediğimiz; zeybek, dadaş, efe, Kafkas oyunları var ya onun gibi bir şeye dönüşmüş namaz… Başlıyor, herkes büyük bir dikkatle oturduğu yerden izliyor, bitince de hep birlikte alkışlanıyor…

***

İşte dinin “geleneğe” dönüşerek hayattan çekilişinin en çarpıcı örneği… Gelenek gelenek deyip durmanın insanı kahreden hazin sonu…

İzlerken Akif’in o mısralarını geldi hatırıma;

“Onların nöbeti geçmiş, sıra gelmişti bana

Yol tuttum yalnızca doğruca Türkistan’a

Gece gündüz yürüdüm bulmak için Taşkent’i

Geçtiğim yerleri saymaya gerek yok şimdi

Uzanıp sonra Buhara’ya Semerkand’a kadar

Eski dünyada bakındım ki ne alemler var

Sormayın gördüğüm alemleri hiç söylemeyeyim

Hatırlamak metanetemi sarsar da kan ağlar yüreğim

O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak

Horlamanın koynunda uyuyor kendinden geçmiş olarak

İbn Sinalar doğurmuş o topraklar asırlardır

Şimdi tek çocuk vermiyor kucağına ilmin, ne kısır

Dünyanın rasathanesi o Semerkand bile

Öyle dalmış ki hurafelere o geçmişiyle

Ay tutulmuş “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek

Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek

Ya tutuculukları? Hiç sorma, nasıl maskaraca

O, uzun hırkasının yenleri yerlerde , hoca

Hem dine saldırmakta rastlanmaz benzerine

Hem ne söylersen dokunur hemen dinine

Milletin hayrına ne düşünürsen: Bid’at!

Şeriatı bozmak ve rezil etmek-haşa-sünnet!

Ne Allah’tan sıkılır ne peygamberden

Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden

Çekecek memleketin hali ne olmaz düşünün

Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün

Okunandan ne haber? On para etmez fenler

Ne bu dünyada soran var ne ahirette geçer

Çin’de, Mançurya’da din bir görenek başka değil

Müslüman unsuru gayet geri gayet cahil

(Safahat; Süleymaniye Kürsüsünde)

***

90 yıl önce görenek olarak gördüğün şey, bugün onu da geçmiş folklor olmuş… Ay tutulunca kovalım şeytanı diyerek dümbelek çalan o kadınlar, kızlar ve erkekler bugün namazı folklor olarak seyredip gururla alkışlıyorlar ey Akif!

Dinin gelenek görenek haline dönüşüp, “büyük bir saygıyla” hayattan nasıl çekildiğini şimdi görseydin o gün kan ağlayan yüreğin bugün ne yapardı acaba?

Siz, Akif’in 90 yıl önce, benim de şu an gördüğümü görüyor musunuz bilemem ama İslam’ın Türkiye’deki geleceği böyle giderse “büyük bir saygıyla” hayattan tümüyle çekilmekle bitecek.

Bu, İslam’ın izinin silinmesi ve yok edilmesi suretiyle hayattan çekilmesi gibi bir çekilme olmayacak.

Böyle böyle çekilecek.

Hatta çoktandır çekilmeye başladı bile.

Eğer bu dini, görenek değil gerçek hayat, hurafe değil gerçek bilgi, uçtu kaçtı değil akıl ve vicdan dini olarak yeniden ele almazsak hayat onu dışına atacak. Akıp giden insanlık yaşamında “folklorik” bir unsur olarak ancak yer bulacak.

“Su getirin” sesleri her yanı inletecek ama su getiren kimse olmayacak…

“Şimdi de namaz adlı oyunlarıyla Türkiye’den gelen ekibin geleneksel folklor gösterisini izliyoruz” anonsunu duyduğunuzu bir düşünün…

Gerçi “Semah” ve “Sema” çoktandır o yola girmiş zaten.

Görünen köy klavuz istemez.

***

Peki, din hayata nasıl dönecek?

Bu gidişi nasıl durduracağız?

Kur’an’ı tarih, hayat ve tabiat bağlamında yeniden yorumlayarak…

İkbal’in dediği gibi önce düşünceyi temizleyerek ve İslam’da dini düşünceyi yeniden inşa ederek…

Bu bir dinde reform çabası değildir. Tam tersi tarih, hayat ve tabiat ile bağları kopartılarak deforme olmuş zihinlerdeki algıyı dönüştürme çabasıdır. Yani zihinlerimiz zaten deforme olmuş durumda. Bunun için dinde değil; din anlayışlarında reform şarttır.

“Bana bir su getirin” sözüne methiler, şiirler, kehanetler, kerametler döktürenlerin olaya bakışını ve algılayışını değiştirme çabasıdır. Çünkü ancak o değişirse su bizzat getirilmiş olacaktır ki su isteyenin amacı da bu değil mi?

***

Bakın, bir zamanlar “Hangi suçundan dolayı öldürüldü?” sorusu, şehirde yaşanan bir dramı sona erdirmek için sorulmuştu. Yani hayatın içenden gelen bir soruydu.Bunu duyan mağdurlar ve mazlumlar bu sese doğru koştu. Kılıcını kınından çeken “Bu soruyu sorana yemin olsun ki artık kılıcımız bu sözün arkasındadır!” dedi. Muazzam bir hareket başladı. Meydan “okudu”, rüzgar gibi esti, yel gibi savurdu. Mekke’nin arka sokaklarına dağıldılar, gömülen çocukları tek tek buldular, ölmedilerse daha topraktan çıkardılar ağlaya ağlaya. Ve daha kimseyi gömdürmediler…

Sonra hayatın içinden gelen bu soru, “Tekvir” suresinin “8. ayeti” olup mushaflaştı. “Mushaf-ı Şerif” duvara asıldı büyük bir saygıyla. Abdestsiz dokunulamaz, salavatsız okunamaz hale geldi. Hafızlar ezberledi, üzerine yığınla tefsirleri yazıldı, sayı değerleri ölçüldü, ebced hesabına göre manalar çıkarıldı üzerinden…

Bugün hala ezberleniyor, cinci hocalar suya batırıp okuyor, muska yapıp koyunlara asılıyor. Her yerden “Hangi suçundan…” sesleri geliyor. Salonlar bu sesle çınlıyor. Tekkelerden “Hangi, hangi, han, ha, hu , hu, hu…” zikirleri yükseliyor.

Ama şehirlerin arka sokaklarında, okulların önlerinde ve daha nice yerlerde kızlar diri diri gömülmeye devam ediyor. Nice hayatlar mahvediliyor, gelecekler karartılıyor. “Su getirin, su getirin…” sesleri gibi “Hangi, Hangi suçundan…” sesleri en ince tecvid kaidelerine kadar okunup duruyor…

Bir tek kız çocuğu ise gömülmekten kurtarılmıyor.

İşte bu bir dinin hayattan hazin çekilişidir.

Bir zamanlar hayatın çığlığı olarak doğmuş bir dinin, yaşamla bağının koparılması, tarihin ve hayatın gerisine düşmesidir. Onun da artık bir eski çağ metni, lahuti bir ayin sesi olmasıdır. Yerini hayatın ortasından yani evler, sokaklar ve caddelerden ıssız tapınaklara taşımasıdır…

Madem öyle, genç, diri ve yepyeni bir kuşak ona sahip çıkmalı ve bu dini doğduğu yere tekrar döndürmelidir. Kur’an’ı orada anlamalı, yorumlamalı ve yaşamalıdır. Şehrin arka sokaklarına dağılmalı, hayatın mecralarına girmeli, şehrin temposuyla birlikte atmalı, Kur’an’ı gerçek hayat kitabı olarak yeniden “okuma”lıdır…

Aksi halde görünen köy kılavuz istemez; büyük bir saygıyla din hayattan çekiliyor.

AB’ye girmiş bir Türkiye’de “namaz” adlı folklorik oyunları seyretmeye ve alkışlamaya hazır olun. Siz değilse bile üç kuşak sonraki torunlarınız…

En hazini de bu kendi ellerimizle yaptıklarımızdan dolayı olacak…

(İhsan Eliaçık_ http://www.haber10.com/makale/9976/ )

 

posted in SALAVAT | 0 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Namazda Tahiyyat ve Salavatlar

 Teşehhüd, sözlükte ‘Şehadet getirmek’ anlamına gelir. Bundan maksat Kelime-i Şehadet dediğimiz ‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü’ cümlesinin söylenmesidir.

Terim olarak ise teşehhüd; namaz kılarken ‘Ka’de’ denilen oturma bölümlerinde, içerisinde Kelime-i Şehadet’in de bulunduğu ‘Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü …’ cümlelerinin (Bu cümleler dua değildir!) okunmasıdır.

Bizim burada üzerinde duracağımız konu, içerisinde Kelime-i Şehadet bulunan “Ettahiyyatü lillahi ve-s salavatü …” diye devam eden sözcükler ve bu sözcüklerin tahlilidir.

Önce  tahiyyat’ın metnini;

Ve sonra da anlamını görelim:

“Tahiyyat (Dil ile yapılan kulluklar) ve Salâvat (beden ile yapılan kulluklar) ve Tayyibat (Mal ile yapılan kulluklar) Allah içindir. EY PEYGAMBER! SELÂM, ALLAH’IN RAHMETİ VE BEREKETLERİ SENİN ÜZERİNE OLSUN. Selâm, bizim ve Allah’ın Salih kulları üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh/ tanrı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın rasülüdür.”

ŞİMDİ DE NAMAZ’IN NE OLDUĞUNU HATIRLAYALIM:

Namaz; yalnız ve yalnız Allah’a yönelinen, O’na niyaz edilen, bu niyazın gönülden ve bedenle huşu içinde ifade edildiği bir ibadettir. Dolayısıyla namaz ve niyazda Allah’ın yanında başka hiç bir şeye dua edilmez. Allah’tan başka hiçbir şey ve hiçbir kimse muhatap alınmaz. Tekbirden selâma kadar namaz içinde muhatap sadece Allah’tır. Peygamber de olsa namaz içinde hiç kimse muhatap alınamaz, ona seslenilemez.

Bu, namazın esprisi gereğidir. Zaten Rabbimiz de Cinn suresinin 18. ayetinde çok açık ve net olarak bunu emretmiştir:

“Mescitler şüphesiz Allah içindir. O hâlde Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın.

İşin gerçeği ve olması lâzım geleni bu olmasına rağmen, yukarda tahiyyat dediğimiz metinde gördüğünüz gibi Müslümanların,

ESSELÂMÜ ALEYKE EYYÜHENNEBİYYÜ (SANA SELÂM OLSUN EY PEYGAMBER)

diye namazın içinde peygamberi de muhatap almaları söz konusu olmaktadır. Allah her yerde her zaman hazır ve nazır olduğu için her yerde ve her zaman O’nu anmamız normaldir. Ama ya peygamber? Burada sanki peygamber de karşımızdaymış gibi ona selâm verilmektedir. Sonra, Allah ile sanki yüz yüze yapılan bir diyalogda Peygamberin işi nedir?

Her Müslüman’ın Allah’a en yakın olduğu bir anda, yani namazda iken en çok dikkat etmesi gereken şey; AĞZINDAN ÇIKANI KULAĞININ DUYMASIDIR, ne dediğini ne okuduğunu  bilmesidir. Bu kural Arapça bilen için geçerli olduğu gibi, bilmeyen için de geçerlidir.

Bugünkü kitaplarda yer alan Tahiyyat metni, hadis kitaplarına İbn-i Mes’ud kanalıyla geçen metindir. Bu metnin, bazı ilâveler ve değişmelerle birlikte yer aldığı daha bir çok rivayet mevcuttur. Ama maalesef hepsinde de bu ‘Esselâmü aleyke… (Selâm sana ey peygamber…)’ ibaresi vardır. Buradan da bu rivayetleri nakleden ravilerin (aktarmacıların) hiç birinin, konuya Tevhid ve namazın esprisi açısından yaklaşmadıkları anlaşılmakta, yani konunun DİRAYET eleştirisini yapmadıkları görülmektedir.

Bir de bu ‘Ettehiyyatü’ metnine bir kutsallık vermeye çalışan sivri akıllılar vardır. Bu uydurmacılara göre bu Ettehiyyatü, Miraç’ta Allah ile peygamberimiz arasında geçen diyalogtur:

Peygamberimiz, Allah’ın karşısına varıca selâm verir:

– Ettehıyyatü lillahi vesalavatü vettayyibatü

Allah da peygamberimize:

– Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatühü

Peygamberimiz sadece kendisinin esenlikte olmasına pek razı olmaz :

– Esslamü aleyna ve ala ibadillahissalihin

Bu manzarayı izleyen Cebrail ve Melekler de:

– Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü,

derler.

Nasıl senaryo ama?(!)

Evet bunlar uyutmaca, uyuşturmaca şeylerdir.

Bu Teşehhüd/ Tahiyyat konusunda en sağlam ve doğru yaklaşımı, Malikî Mezhebi İmamı İmam Malik göstermiştir. Meşhur Hadis kitabı MUVATTA’da İbn-i Ömer’den rivayetle şöyle yazmaktadır:

‘Muvatta’da şöyle gelmiştir: ‘“(Nafi der ki) “İbn-ü Ömer R.şöyle teşehhüt okurdu: ‘Bismillahi, ettehiyyatü lillahi vessalavatü lillahi Ezzakiyatü lillahi esselâmü alennebiyyi ve rahmetüllahi ve berekatühü esselâmü aleyna ve ala ibadillahissalihin. Şehidtü enla ilahe illallahü ve şehidtü enne muhammeden  resulillahi.’

Bunu ilk iki rekâtın ka’desinde okur ve teşehhüdünü tamamlayınca dua ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle Teşehhüdte bulunur ve teşehhüdü öne alırdı. Sonra dilediği duayı yapardı. Teşehhüdü tamamlayıp selâm vermek isteyince şöyle derdi:

ESSELÂMÜ ALENNEBİYYİ VE RAHMETÜLLAHİ VE BEREKATÜHÜ. ESSELÂMÜ ALEYNA VE ALA IBADİLLAHİSSALİHİN.

Sonra sağına, ‘esselâmü aleyküm’ derdi. Sonra karşılık olarak  imama selâm verirdi. Solundan biri kendisine selâm verirse karşılık olarak ona da selâm verirdi. ’”

Rezin şunu ilave etti. “Ve dedi ki:  Rasülüllah S. böyle yapılmasını emretti.”’

Bazı yerlerde ise bu ifade sözcük farklılıklarıyla (dua olduğu için hiçbir şey fark etmez.), ESSELÂMÜ ALENNEBİYYİ (PEYGAMBERE SELÂM OLSUN) diye, gramerde muhatap (ikinci şahıs) olarak değil de Ğaip (üçüncü şahıs) ibaresiyle aktarılır. Meselâ muteber Hadis kitaplarından Sünen-i Ebu Davud’da böyle yer almıştır.

Ayrıca hadis kitaplarını şerh edenler de kitaplarında, İbni Mes’ud’un rivayetindeki bu hitabın peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık ‘Selâm sana’ diye peygambere yönelinmediğini, ‘Allah Peygambere selâmet versin’ tarzında okunduğunu yazarlar. Ama bu da özrün kabahatten büyük olmasından başka bir şey değildir.

Namaz Peygambere de farzdı. O da namaz kılardı. Hem de en doğrusunu o kılardı. Peki kendisi nasıl okurdu?  Ne dersiniz?

Bu hadis kitaplarının hepsinde; “Rasülüllah teşehhüdü gizli okurdu” diye yazmaktadır. Yani hiç kimse Peygamberimizin namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamıştır. Bu kaynakların yazdığına göre, bizim okuduğumuz ve tartıştığımız teşehhüd, namaz dışında o kişilere öğretilmiştir.

Müslümanların bu hatası sadece namazdaki tahiyyatla sınırlı değildir. Cuma günleri öğleyin, kandil (!) gecelerinde yatsı vakitleri ve cenaze ilânlarında minarelerden okunan salâ da aynı hataları içermektedir. Orada da “Essalâtü ve sselâmü ALEYKE ya rasülellah” (salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın elçisi) diyerek, asırlarca evvel bu dünyadan göçüp gitmiş olan peygamberimize sanki sağ ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böylece de peygamberimize beşer olmasının ötesinde bir sıfat yakıştırılmış olmaktadır. Bu durumun ise insanı şirke sürükleyeceği aşikârdır. Salâda da yine tahiyyattaki gibi salât ve selâmı gaybî olarak ifade etmemiz gerekir. Meselâ: “essalâtü vesselâmü alâ rasülillah, veya Allahümme salli ve sellim alâ Muhahammed veya Eyyühelmü’minun sallû ve sellimû alâ Muhammed” gibi.

SONUÇ OLARAK:

Bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd/ tahiyyat okumak, YANLIŞTIR VE GÜNAHTIR. Doğrusu; ‘Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü’ bölümünün ‘esselâmü alennebiyyi’ şeklinde değiştirilerek okunmasıdır. Tüm Müslümanların, maalesef hata içinde olan atalarının arkasına sığınmaktan vazgeçerek birbirlerini AĞIZLARINDAN ÇIKANLARI KULAKLARININ DUYMASI konusunda uyarmaları ve bu bilince davet etmeleri gerekmektedir.

Salli ve Barik duaları (Ayrılış Duaları):

Bu dualar, genellikle salâvat-ı şerife adıyla bilinmektedir. Salâvat kavramı da maalesef yozlaştırılmış, dinî mecrasından çıkarılmış bir kavramdır. “Salâvat”; “destek olmak, yardım etmek, teslimde güvenlik sağlamak” demektir.

Bu dualarda;

“Allahümme salli ve sellim alâ muhammedin ve alâ âl-i Muhammed. Kemâ salleyte ve sellemte alâ İbrahim ve alâ âl-i İbrahim. İnneke hamidün mecidün” yani,

“Ey Allahım! Muhammed’e ve çevresindekilere yardım et, destek ol. Onların güvenliklerini sağla! Tıpkı İbrahim ve yakınlarına destek olduğun, yardım ettiğin ve güvenliklerini sağladığın gibi. Şüphesiz sen, Hamid ve Mecid’sin” denmektedir.

Görüldüğü üzere, bu dua ile namazlarda Yüce Rabbimizden yapılan son istek, insanın kendisine değil, dini yayan peygambere ve onun yardımcılarına yönelik olup Allah’tan, vereceği destek, edeceği yardımla onların güvenliklerinin sağlanması ve dinin yücelmesi, yayılması dilenmektedir.

Oysa peygamberimiz ve yakınları bugün aramızda yoklar ve muvazzaf değillerdir. Şu hâlde dualarımız onların misyonunu yürütenler için yapılmalıdır. Meselâ:

“Allahümme salli ve sellim alâ evliyâike ve ensârik. ve alellezîne yücâhidüne fî sebîlik. Kemâ salleyte ve sellemte alâ muhammedin ve alâ âl-i muhammed.Ve kemâ salleyte ve sellemte alâ ibrâhîm ve alâ âl-i ibrâhîm. İnneke hamîdün mecîd” yani,

“Ey Allahım! Yakınlarına, yardımcılarına (dinin yayılması için gayret eden müttekilere) ve senin yolunda çırpınanlara, çaba harcayanlara yardım et, destek ol, onların güvenliğini sağla. Tıpkı Muhammed ve yakınlarına, İbrahim ve yakınlarına yardım ettiğin, destek olduğun ve güvenliklerini sağladığın gibi. Şüphesiz sen Hamid’sin, Mecid’sin.”

Dualarımızda kişisel isteklerimiz de dile getirilebilir; dertliler deva, hastalar şifa, borçlular eda dileyebilirler. İsterseniz Kur’an ile uyumlu olarak şöyle dua edilebilir:

“Rabbena âtina fiddünya haseneten ve fi-l âhireti haseneten. Ve gınâ azâbennâr. Rabbenağfirli ve livâlideyye ve lilmüminine yevme yegûmül hısâb! Bi rahmetike yâ erhamerrahımîn” yani,

“Ey yüce Rabbimiz! Bize dünyada iyilik, güzellik ver. Ahirette de iyilik, güzellik ver! Ve bizi ateş azabından koru!

Ey Rabbimiz! Beni, anamı-babamı ve tüm müminleri, hesaba kalkılan gün bağışla! Sonsuz rahmetinle ey Merhametliler Merhametlisi!”

Yüce Allah’tan sınır, sınırlama kesinlikle olmadan başka isteklerde de bulunulabilir. (Hakkı Yılmaz)

http://www.istekuran.com/index.php?page=cinn 

posted in SALAVAT | 9 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Salavat getirmek/salavatı şerife_Hakkı Yılmaz

Maalesef din diye inandığımız ve yaşadığımız Ku’an’daki halis/saf Allah’ın dininden başka bir şey durumundadır. Dil-din ilişkisi açısından hareketler yüzlerce kavramın içi boşaltılmış, binlerce sözcüğün anlamı saptırılmak suretiyle kimsenin işine yaramayan (din tüccarları hariç) bir ucube din ortaya konmuştur.

“Salavat getirme”, “salavatı şerife okuma” da yukarıda değindiğimiz maddelerden bir tanesidir. Ki bu konuya ahzab suresinin 56. ayeti yanlış mealler verilmek suretiyle ve de yanlış tebyinlerle (onlar maalesef tefsir diyorlar) tahrifat yapılmıştır. Öyle ki çeşit çeşit salavatı şerife modelleri (salaten tünciye, salat an nariye, salatı terficiye vs. gibi) oluşturulmuş ve bu model model salavatları okumak her ibadetin önüne geçirilmiştir. Dikkat ederseniz görürsünüz ki camilerde imam namaz sonrasında okuduğu duadan (yaptığı dua değil, zira o da şablon) sonra “lillahil fatiha” der. Yani,Allah için bir Fatiha okuyun der. İşte bu sırada fatiha okumaz, Herkes “Allahümme salli ala seyyidina… diye salavat okur. (Buna iyi dikkat ediniz.) Şefaat buna bağlanmış ve salavat getirmekle ilgili onbinlerce hadis uydurulmuştur.İşte ayet. Herhangi birkaç mealden sunalım, sonra da olması gereken meali sunalım ve gerekli talileri yapalım.

Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.

(Ali Bulaç)

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin (Diyanet meali)

Şu bir gerçek ki, Allah ve melekleri, o Peygamber`e salat ederler/onun şanını yüceltirler. Ey inananlar! Siz de ona destek olun/onun şanını yüceltin ve ona içtenlikle selam verin. (Y. Nuri Öztürk)

Muhakkak ki, Allah ve melekleri, peygambere hep salat ile ikramda bulunurlar. Ey iman edenler, haydi ona teslimiyetle salat ve selam getirin! (Elmalılı)

Salavat:

Bu meallere ve daha yüzlercesine bakarsanız görürsünüz ki Allah ve melekler peygambere salavât getirirmiş, Müslümanlar da getirmeliymiş. Yani diğer bir ifadeyle, onlara göre Allah kendi yaptığını, meleklere yaptırdığını biz mü’minlere de yaptırtmak istiyor ve bunu kesin ve vurgulu olarak emrediyor.(!)

Nedir bu salatta bulunmak, salavat getirmek?

Kime sorarsanız sorun, hangi ilm-i hale bakarsanız bakın: Salavât getirmek . “Allahümme salli….. yada bunun değişik versiyonlarını söylemek” demektir.

Maalesef böyle öğrettiler, gerçeği bizden sakladılar, Türkçe diye sundukları da Arapça oldu, kimse de sözcüklerin gerçek anlamını öğrenemedi.

Salavat getirme ya da salavatı şerife okumanın ne anlam taşıdığını anlamamız için “salat” sözcüğünün analizini yapıp sözcüğün gerçek anlamını bulmak zorundayız.

Kur’an’a baktığımızda göreceğiz ki Ahzap suresi âyet 43 de ifade edildiğine göre Allah ve melekler sadece peygamber efendimize değil biz mü’minlere de karanlıklardan nura çıkmamız için salavât (!) getiriyorlar. Bunda hiç şüpheniz olmasın.

Ayrıca Bakara suresi âyet 157 de Allah’ın denemek için korku, açlık, mal noksanlığı, can noksanlığı, meyveler-ürünler noksanlığı verdiği zaman sabredip, kendilerine bir musıbet isabet ettiği zaman teslim olup muhakkak biz, Allah içiniz ve şüphesiz ona dönücüleriz” diyenlere “rabblerinden “rahmet” ve “salavât (!)” vardır. deniliyor. Kısaca Allah sabırlılara da salavât (!) getiriyor.

Ayrıca Tevbe suresi âyet 99 ve 103’te Peygamberin salavatından (!) bahsedilir. Mutlaka okuyup anlayınız.

Şimdi bu yanlış “salavat” anlayışına göre oluşan istifhamları bir düşünün. Allah, peygamberi ve kulları için kime salavât getirsin?

Niçin getirsin? Nasıl getirsin? Zira yaratan O, yaşatan O, affedecek O, Maliki yevmiddin O. Öyleyse bunun mantığı ne? Allah Cc. kendisi melekler bir salavât korosu mu kurmuşlar da bizleri de o koroya katılmaya dâvet ediyorlar? Bizim sabah akşam yüzlerce kez getirdiğimiz salavâtın kime ne faydası var. Kime ne faydası olur? Peygamberini affedecekse, ona merhamet edecekse bize yalvarttırarak edeceğine direkt kendisi affediverse olmaz mı?

Kılıf hazırlanmaya çalışılmış: Efendim, salât Allah’a nispet edilirse “kullarına rahmet etme “anlamına, meleklere nispet edilirse “Allah’tan kullar için af dileme” anlamına, kullara nispet edilirse “duâ” anlamına gelir. Bu tarz hileler meselenin daha girift hal almasından başka bir işe yaramaz.. Bu mânâlar, maalesef işin içinden çıkılamadığı için uydurulmuştur. Hakikatle alakası yoktur. Bakara suresi 157. âyete iyi dikkat ediniz. Orada “ İşte böyleleri üzerine Rablerinden salavât/destek/ yardım ve bir rahmet vardır.” buyurularak “rahmet” ve “salâvat”’ın ayrı ayrı şeyler olduğu ifade edilir. Öyleyse bu meselenin hakikati nedir? Bu meselenin hakikati salât sözcüğünün hakiki anlamına dönmek ve ondan sapmamaktır.

Gelelim tahlile:

“Salât” sözcüğü yapı olarak görünüş itibariyle “saly” ve “salv” köklerinden türemiş olabilir. Dilbilgisi kurallarına göre her ikisi de olabilir. Zira her iki sözcük de “nâkıs”tır. Yani son harfleri harfi illettir. Dikkat çeken bir husus da “salv” kökünden olan kalıpların çekimlerinin bir çoğunun “galb” neticesi “ya” ya dönüşmesidir. Ki, üzerinde ciddi bir araştırma yapılmazsa bu bir çok karışıklığa neden olabilmektedir.

Biz Arapça’daki bu mastarlar üzerinden tahlil ve anlamını açıklayalım. Birincisi:

Saly: Ateşe atmak-ateşe girmek anlamına gelir. Bu mânâda el Hakka suresi 31.âyette kullanılmıştır:

“Sonra cahime (cehennem) sallayın onu. (sallûhû)”

Bu kökten türemiş olarak ve bu anlamda Kur’ân’da “islavhâ, yeslâ, veseyeslavne, seüslîhi, layeslâhâ” gibi farklı kalıplar ile bir çok kez yer alır.

Türkçe’deki sallamak ve yaslamak sözcükleri de Arapça’daki “Saly” sözcüğünden gelmiştir.

İkincisi:

Salv: İsim olarak uyluk, fiil olarak “uyluklamak” yani uylukları hareket ettirmek demektir. Ki kişi herhangi birisinin sırtındaki yüke veya herhangi bir hayvana yüklenmiş ağır yüke destek vermek isterse uyluğun (bacağın diz ile kalça arasındaki bölümünü) birini kaldırır, uyluğu yatay haline getirip yükün altına uzatır, destek sağlar.

“Salât” sözcüğünün aslı “salvet”tir. Kelime nakıs (sonu harfi illetli) olduğundan genel dilbilgisi kuralları gereği “salât” şekline dönüşmüştür. Bize göre “salât” sözcüğünün kökü kesinlikle “salv” dır “saly” değldir. Zira kelimenin çoğulunda kelimenin asıl harfi olan “vav” açıkça ortaya çıkmakta; çoğulu “salavât” olarak gelmektedir. Bunun bir çok örneği daha vardır. Meselâ “gazâ/savaştı” sözcüğü aynı konumuz olan “sallâ” (mastarı salât’tır) sözcüğüne benzer. Onun mastarı “gazve”, Gazve’nin çoğulu “gazevât” olarak gelir. Diğer fiil çekimlerinde de “gazâ”nın “vav”ı, ya “ya”ya kalb olur yahut da düşer yok olur.

“Saly” sözcüğünün anlamı ile “Namaz, dua yakarış, çaba, gayret, destek” anlamları arasında herhangi bir anlam ilişkisi kurmaya da imkanı yoktur.

Eğer “salât” sözcüğünün kökünün “saly” olduğunu varsayarsak çok enteresandır ki Kevser suresindeki “salli” emrinden “onu ateşe at” ve Ahzab suresi 56. ayetteki “sallû aleyhi” den de Muhammed’i ateşe sallayın, atın” anlamı çıkarmamız gerekir.

Doğal olarak sözcükler yan anlamlara kayarlar. Ama hep ana eksen etrafında olur bunlar. Kesinlikle ana eksen kaybolmaz. Ki örneklerini “Nahr, Ebter” sözcüklerinin tahlillerinde görebilirsiniz.

Tamam böyledir ama yine de bu çok ciddi meselede her insanın zihninde bir “acaba” mutlaka kalır. İşte o istifhamı Kur’ân zihnimizden çeker alır. Zira “Salv, Sallâ, salât” sözcüğünün açık anlamı 75/Kıyamet suresinin 31, 32. âyetlerinde çok bariz olarak açıklanmıştır. Ki orada bu sözcüklerin karşıt anlamları da verilmiştir. Şöyle ki: “Felâ saddaqa velâ Sallâ velâkin kezzebe ve tevellâ = O, ne tasdik etti ne de çaba harcadı/destekledi. Ama yalanladı ve geri durdu.” Âyette dört eylem yer almış, ikisi diğer ikisinin karşıt anlamı olarak gösterilmiştir. Âyette “saddaka”nın karşıtı “kezzebe” Yani “tasdik etmenin” karşıtı “tekzib etme”; “sallâ” fiilinin karşıt anlamı olarak da “tevellâ = sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik, ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek ” fiili gösterilmiştir. “Tevellâ” sözcüğü kalıbı itibariyle süreklilik anlamını taşır. Buradan hareket edersek “sallâ”, “tevellâ”’nın karşıtıdır. Yani anlam olarak “destek olmak, seyirci kalmamak” anlamındadır.

İş burada bitmedi. Salât sözcüğü nasıl yanlış girdiyse İslâmi hayatımıza, “selâm” ve “teslîm” sözcükleri de yanlış girmiş durumdadır. Âyeti celilenin “ve sellimû teslimen” kısmının da tavzih zarureti doğmuş durumdadır. Zira elinize hangi meali alsanız âyeti celiledeki bu, mü’minlere verilen ikinci görev için “….ve tam bir teslimiyetle selam veriniz!” dendiğini göreceksiniz.(Bazı kelime farklılıkları olabilir.) Halbuki sözcüklerin gerçek manaları üzerinde dikkat gösterilse kolay kolay bu hata yapılmaz. Şöyle ki:

Âyette geçen “sellimû” ve “teslîmen” sözcüklerinin kökü, “slm” harflerinden oluşan muhtelif harekelerle de ifade edilebilen “selm, silm” kökleridir. Hangisi kabul edilirse edilsin manasında “selâmetlik” yani eski tabirle “isabeti mekruhtan emin olmak” anlamını taşır.

Konumuzdaki “sellimû” ve “teslimen” ifadeleri ise mezidattan “tef’il” babından emri hazır ve mastardırlar. Bu babda anlam: “emin etmek, korumak, güvenlik sağlamak”’tır.( “Sellemehüllah, Allah onu korudu, onun güvenliğini sağladı.” diye kullanılır. Burada mana: “ve tam bir güvenlik sağlamak suretiyle Peygamberin güvenliğini sağlayınız!” demektir. Yoksa “padişahım çok yaşa”, “yaşasın kral” misilli şeyler bir şey ifade etmez. Padişahı çok yaşatmak için, kralın yaşaması için canla başla çaba harcamak gerekir. Laf ile lak lak değil.

Şimdi bahsimizde yer alan âyetin manası şöyle olur:

Ahzap suresi âyet 56:

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi destekliyorlar/ ona yardım ediyorlar/ onun için gerekeni yapıyorlar. Ey mü’minler! Siz de ona destek olun ona yardım edin/ onun için gerekeni yapın ve onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız!”

Örnek verdiğimiz ayetlerin de gerçek ifadesi şöyledir:

Ahzap suresi âyet 43.

“O, odur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kendisi ve melekleri (yüsalli aleyküm) sizin için gerekeni yapıyor/ size destek oluyor. Zaten O, inananlara karşı çok çok acıyıcıdır.”

Bu âyetin mealini bir de şu âyetle karşılaştırın. Allah’ın salât’ının nasıl olduğunu ne demek olduğunu ne ma’naya geldiğini kendiniz a de anlayacaksınız.

Hadid suresi âyet 9:

“O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok çok şefkatli, çok çok acıyıcıdır.”

Görüldüğü gibi Allah’ın salavâtına/yardımından, desteğinden bir tanesi de “Kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indirmesi”’dir.

Ahzap suresi 56. âyetin yer aldığı sure, özel bir suredir. Orada Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırlarını, misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır.. Konumuz olan âyeti celileyi en iyi dereceden anlayabilmek için mümkünse surenin tamamını okuyup dikkate alınız. Ve bu destek ve güvenlik sağlama görevlerini yapmayarak peygamberi üzenlerin akıbetinin de neler olacağını 57 ve 58. âyetlerden bakınız. Sakın konu ve pasaj bütünlüklerini bozmayınız

Bir düşünelim: Bu âyetler indiği zaman Sahabe-i kiram neler yaptı? Herkes bir köşeye çekilip “Allahümme salli ve sellim..” mi dedi? Yoksa varıyla yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda Peygamberimize destek mi oldular, güvenliğini mi sağladılar?

Salavat getirmekle ilgili rivâyetleri inceleyiniz; râvilere ve rivâyetin yer aldığı kitaplara dikkat ediniz. Çoğu kastlı ihanetten kimisi de özendirme amaçlı cehaletten ortaya atılmış şeyler!

Şimdi manzaraya bir bakalım:

Allah,

– “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi destekliyorlar/ ona yardım ediyorlar/ onun için gerekeni yapıyorlar. Ey mü’minler! Siz de ona destek olun ona yardım edin/ onun için gerekeni yapın ve onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız!” buyuruyor.

Biz de çıkmışız:

– Allahümme salli ala muhammed ve sellim..” Ey Allahım! Muhammed’e sen yardım et, gerekli desteği sen yap ve onun güvenliğini sen sağla….. diyoruz.

Ne büyük tezat/çelişki ve ne iğrenç küstahlık!

Bu hal, Maide suresi 20-26 daki konu içersinde 24. âyet: “ Dediler ki: Ey Mûsa! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız.”

Beniisrail ile Musa As.’ın vaziyetine benziyor mu benzemiyor mu? Bizimkisi biraz kibarca olsa da!

Allah ve melekler gerekeni sürekli yapıp duruyorlar: (yusallûne, fiilimuzâri sıygasıyla vârid olduğundan bu mânâyı mutazammındır.) Gerekeni yapacak olan, destek olacak olan, peygamberin güvenliğini sağlayacak bu işe çaba harcayacak olan, yerinde oturmayıp kalkıp kımıldayacak olan kısaca bu işle yükümlü olan biziz, biz mü’minleriz.

Peygamber bu gün aramızda olmadığına göre bu görevi destk ve güvenlik sağlamayı toplumda peygamberlik misyonunu (Rasülüllah`ın Medinedeki konumunu; Kur`an`ın tebliği ve tebyinini, İ,müslümanların devlet başkanlığı görevini) sürdüren kişi ve kurumlara yapmalıyız. Ama padişahım çok yaşa! diyerek değil. (Hakkı Yılmaz http://www.istekuran.net/salavatsoru.html )

posted in SALAVAT | 2 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ZİKİR NEDİR?

Sözlük anlamı: Düşünmek, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, öğüt, ihtar, uyarı.

Kur’an’da zikir: Kur’anda zikir kelimesi türevleriyle birlikte 250’den fazla yerde geçmektedir. Sadece “zikr” şekliyle 63 defa zikredilmektedir. Sadece emirhaliyle 37 yerde geçmektedir.

Zikr kelimesinden türetilmiş diğer isimlerden Kur’an’da geçenlerden bazıları şunlardır: “Tezkiratün”, “Tezkir” “Mezkür” “Müzekkir”, “Zakirat”, “Zakiriyn”, “zeker”, “Zükür”, “Zükran”

Zikir kelimesi fiil şekliyle Kur’an’da daha az geçmekle beraber muzarı hali, mazi halinden daha çok kullanılmıştır. Şimdi bunlardan bazılarını okuyarak anlamlarını tesbite çalışalım:

“…Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı ümit eden ve Allah’ı çok zikreden kimse, Allah’ın Rasulünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab; 33/21) Bu ayette zikir “düşünmek” anlamında kullanılmıştır.

“Arınan ve Rabbinin ismini zikreden ve namaz kılan kurtuluşa ermiştir.” (87 Ala; 15) Burada da” arınma ile düşünce ve inanç, zikir ile “anış” namaz ile de “eylem” dile getirilmiştir.

“Hayır, Kur’an bir öğüttür. Öğüt (zikr) almak isteyen için.” (74/Müddessir: 54-55) aynı ifadeler 80. sure Abese’de de geçmektedir. Burada da “öğüt” anlamı ön plana çıkmıştır.

“Genç de şöyle demişti: “Gördün mü, kayaya sığınınca ben balığı unuttum. Onu zikrimi (hatırlamamı) unutturan da, şeytandan başkası değildir.” (18/ Kehf: 63) “hatırlama” anlamında.

“Size söylediklerimi elbette zikredeceksiniz/hatırlayacaksanız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (40/Mümin: 44)

“İnsan, önceden hiçbirşey değilken kendisini yarattığımızı hiç zikretmiyor/düşünmüyormu?”(19 Meryem: 67) “düşünmek” anlamında.

“… Allah’ın adını zikretsinler/ansınlar” (22/Hac: 28) “anmak” anlamında.

Esasen “anmak”, “hatırlamak” ve “düşünmek” birbirlerini tamamlayan üç unsurdur. Düşünülen şey, hatırlanır, hatırlanan şey de yad edilir, anılır. Dile getirilir. Bu sebeple ayetlerde geçen “zikretmek” ifadesinde bu üç unsuru da görmemiz mümkündür.

 

KUR’AN ZİKİRDİR

Allahu Teala kitabının bir çok yerinde Kur’an’ın bir zikir olduğunu belirtir. İşte bu ayetlerden bazıları:

“Sana okuduğmuz bunlar, ayetlerden ve hikmet sahibi zikir (Kur’an)dendir.” (3/Ali İmran:58)

“Ey kendisine zikir/Kur’an indirilen kimse sen bir delisin dediler.” (15/Hicr: 6)

“Zikr’i/Kur’an’ı biz indirdik, Onu koruyacak olan da biziz.” (15/Hicr:9)

“Onları apaçık delillerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın diye zikri/Kur’an’ı indirdik. Belki düşünürler.” (16/Nahl: 44)

Bunlardan başka, zikrin Kur’an olduğu hususunda şu ayetleri de zikredebiliriz: 21/Enbiya:2, 50 25/Furkan:29, 26/Şuara:5, 36/Yasin: 11, 69, 38/Sad: 8, 49, 87, 41/Fussilet:41, 54/Kamer: 17, 22, 25, 323, 40, 68/Kalem: 52, 81/Tekvir: 27.

 

ALLAH’IN TÜM KİTAPLARI ZİKİRDİR

Zikir, uyarı, hatırlatma ve öğüt olduğu için Allah’ın bütün kitapları bir zikirdir. İnsanlara cenneti ve cehennemi hatırlatarak, mükafat ile müjdelemekte, azap ile uyarmakta ve doğru yolda yürümeleri için öğüt vermektedir. Bu kitaplar, Kur’an’ın, kendisine zikir adı verildiği gibi, daha önceden Allah’ın indirmiş olduğu diğer kitaplara da “zikir” ismi verilmiştir.

Bu hususa örnek olarak Enbiya Suresi’nin 48. ayetini verebiliriz:

“Biz, Musa’ya ve Harun’a hak ile batılı ayıran ve sakınanlar için bir ışık ve zikir/öğüt olan kitabı verdik.” Bu ayette Musa’ya ve Harun’a indirilen tevrat’ın üç özelliğinden biri olarak “zikr” de belirtiliyor. Diğerleri ise hak ile batılı ayırıcı olması (furkan) ve ışık “ziya” özellikleridir.

Allah’ın kitaplarına “zikir” denildiği gibi, bu kitaplara sahip çıkanlara da “kitap ehli” denildiği gibi “zikir ehli” de denir.

“Kendilerinden önce helakettiğimiz şehir halkları da iman etmemişlerdi. Bunlar mı iman edecek? Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” /(21/Enbiya:6-7) ayetinde olduğu gibi “zikir ehli” ifadesiyle daha önce kendilerine kitap verilen ve bahsedilen olaylardan haberdar olan kimseler kastedilmektedir.

 

ZİKRİN GERÇEKLEŞMESİ

Zikir kelimesinin, düşünme, hatırlama, anma, öğüt ve uyarı anlamlarını taşıdığını görmüştük. Öyleyse zikrin gerçekleşmesi için bu anlamların bir bütünlük arzetmesi gerekir.

Kitabın zikir olması ile kişinin zikretmesi arasında bir bağlantı vardır. Zikir sadece dil ile bir “anış”tan ibaret değildir. Bir ismi tekrar tekrar söylemek tek başına bir zikir sayılmaz. Söylemenin ötesinde olması gereken şartlar vardır. Bunlar:

1. Düşünmek: “Onlar, Allah’ı ayakta, da, otururken de yatarken de düşünürler/zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünerek şöyle dua ederler. “Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın. Seni eksiklikten ve boş şeyler yapmaktan tenzih ederiz. Bizi ateşin azabından koru!” (3/Ali İmran: 191)

Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, zikir her zaman her yerde Allah’ı düşünmek, Allah’ın yarattığı varlıkları ve yaratılış gayelerini düşünmek ve Allah’a dua etmek şeklinde gerçekleşir.

Bu ayetin üstündeki 189. ve 190. ayetlere de bir göz atarsak, zikirdeki düşünme yönünün önemini daha iyi kavrarız.

2. Öğüt almak: Kitabın zikir olduğunu hatırlarsak, bu zikrin sahiplenilmesi için kitabın gösterdiği yolda yürümek gerektiğini ve verdiği verdiği öğütleri düşünmek zaruretini anlarız.

“Kendilerine öğüt/zikir verildiği zaman öğüt/zikir almıyorlar.” (37/Saffat: 13)

“Rabbinizden size indirilen (zikre) uyun. Onun dışındakileri veli edinip de onlara uymayın. Ne kadar az öğüt dinliyorsunuz! (Tezekkerun).” (7/Araf:3)

3. Hatırlamak: Allah’ın insan üzerindeki nimetlerini ve lütuflarını hatırlayarak ona şükretmek de zikrin bir yönünü oluşturur.

“Ey Meryemoğlu İsa, Sana ve annene verdiğim nimetimi zikret / hatırla!” (5/Maide:110) ayetinde olduğu gibi.

4. Rabbin ismi olması: Zikir ederken Rabbimizi düşümeli ve onu kendi isimleriyle zikretmeliyiz. Herkesi işaret etmesi mümkün olan “zamirler” le değil. Örneğin: “Hu” gibi “Hu” kelimesi “O” anlamına gelen bir zamirdir. Bir değil, bir çok kişinin yerini tutabilir. Oysa, zikirde akla gelmesi gereken tek kişi vardır, Allah… Öyleyse zikir de Allah’ın isimleriyle olmalıdır.

“Rabbının ismini sabah akşam zikret. Geceleyin de O’na secde et, ve gecenin uzun bir bölümünde O’nu tesbih et.!” (76/İnsan:25-26)

“Herşeyden kesilip, Ona yönelerek Rabbinin ismini zikret.” (73/Müzzemmil:8)

5. Zikrin çok olması ile bir kelimeyi çok tekrarlama arasındaki fark:

Rabbimiz, bizden kendisini çok çok zikretmemizi istiyor. “Rabbini çok çok zikret ve akşam sabah ona tesbih et.” (Onun her türlü eksik ve noksanlıktan uzak olduğunu ifade et.) (3/Ali İmran: 41)

“Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin, sabah akşam onu tesbih edin!”(33/Ahzab:41-42)

“Namaz kılındığı zaman da, yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan rızık arayın! Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (62/Cuma: 10)

Bu ayetlerde bizden istenen zikirin sayısal değerinden bahsedilmiyor. Yani “şu isimleri şu kadar tekrarlayın” şeklinde bir emir yok. Zikrin, sabah akşam çokça yapılması, her yerde her zaman Allah’ı zikretmenin istenmesi gösteriyor ki, dil ile çok çok tekrarlama yerine hatırlama, düşünme, idrak etme ve ifade etme ve öğüt alma, hep zikir halidir. Bilinçsiz bir şekide yapılan çok tekrarın ise bir anlamı yoktur. Gerçek zikir anlamını bilmeden tekrarlanan sözler değil; düşünerek, ibret alarak, vakıf olarak bilinçlice yapılan hareketlerdir.

6. Allah’ın zikri ile kalplerin titremesi: Zikir tam anlamıyla gerçekleştiği zaman kalpler onunla uyanır, titrer ve kendine gelir.

“İman edenlere, Allah’ın zikri ve hak olarak nazil olan (Kur’an) için kalplerinin titreme vakti daha gelmedi mi? Sakın ola ki daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşan ve çoğu yoldan çıkan kimseler gibi olmasınlar.” (57/Hadid:16)

“Müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen kimselerdir.” (8 Enfal:2)

Kalbin titremesi, duyarlılık göstergesidir. Allah’tan bahsedilmesine, kendisine Allah’ın hükmü hatırlatılmasına rağmen yanlışı değiştirmeyen, ürpermeyen ve gidişatını düzeltmeyen mümin olma vasfını kaybeder. Böylesi bir duyarlılıktan uzak olarak yapılan zikirler zikir değildir. Sarhoş bir halde atılan “Allah” naraları ancak Allah’ın gazabını celbettirir.

 

NİÇİN ZİKİR?

Zikir, Allah’ın bir emridir. Allah, insanı zikredebilecek bir yaratılışta yaratmıştır. İnsan, zikri seçerek doğru yolda yürür; zikirden uzaklaşarak sapıklığı hak eder. Allah’ın zikri yani Kur’an insana hem dünyada hem de ahirette mutluluk kapılarını açar.

“Allah sözün en güzelini, ayetleri güzellikle birbirine benzeyen ve mükerrer olarak gelen bir kitap şeklinde indirmiştir. Allah’tan korkanların ondan derileri ürperir. Sonra da hem derileri hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar. Bu, Allah’ın doğru yolu gösteren rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa onun için hiçbir yol gösteren bulunmaz.” (39/Zümer: 23)

Zikir, Allah’ın verdiği nimetlere hem şükrün bir ifadesi, hem de o nimeterin devamının gereğidir.

Nitekim Salih Aleyhisselamın kavminden bahseden ayette Ad kavminin yerine getirilişleri hatırlatılırken, Onların uğradığı felakete uğramamaları için Allah’ın nimetlerini zikretmeleri isteniyor.

“Ad kavminden sonra sizi halifeler yaptığını, ovalarında köşkler kurup, dağlarında evler inşa ettiğiniz bu topraklara yerleştirdiğini bir hatırlayın. Allah’ın nimetlerini zikredin. (düşünün) de yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin.” (7/Araf:74)

 

ZİKİRDEN UZAKLAŞMAK:

Zikirden uzaklaşmak, kişinin özünden uzaklaşması demektir. Çünkü zikir aklın, düşünce ve duyguların tertemiz bir şekilde faaliyette olması demektir. İnsanın doğru yolda yürüdüğünün işaretidir. Zikirden uzaklaşmak ise batıla geçişin ve çöküşün bir başlangıcıdır. Allah’ın kitabının zikir olduğunu hatırlarsak, Allah’ın kitabından uzaklaşmak delalete düşmektir. Allah’ın kitabının ışığından mahrum olmak, karanlıkta kalmaktır.

Rabbimiz, kitabına karşı ilgisiz kalan, kimselerin kalplerinin katılaşmış olduğunu bildiriyor ve onlara “yazıklar olsun!” hitabında bulunuyor.

“Allah’ın göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabbinden gelen bir nur üzerinde değil midir? Kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Bunlar apaçık bir sapıklık içindedir.” (39/Zümer: 22)

Allah’ın zikrinden uzaklaşanlar şeytanın kardeşi olurlar. Şeytan da onları doğru yoldan uzaklaştırır. Batıllarla oyalar. Fakat, insanın bundan hiç haberi olmaz da kendini hidayette zanneder.

“Allah’ın zikrini kim, umursamazsa, ona bir şeytanı musallat ederiz de, artık o, ondan hiç ayrılmayan bir arkadaş olur. O şeytanlar onları doğru yoldan ayırırlar da onlar kendilerinin hala doğru yolda olduklarını zannederler.”(43/Zuhruf:36-37)

Kıyamet günü Allah’ın zikrinden yani kitabından uzaklaşmış olan kimse feryad ederek şöyle der:

“Ah, ne olurdu peygamberle birlikte bir yol edinseydim. Yazıklar olsun bana Ne olrudu filanı dost edinmeseydim. İşte beni, bana Rabbinden gelen zikirden uzaklaştırdı. Zaten şeytan insanı yalnız bırakır.” diyecektir. Peygamber de diyecektir ki:

“Ey Rabbim, kavmim bu Kur’an’ı terketti.” (25/Furkan:27-30)

Sonuçta, Rabbin zikrinden uzaklaşmak azabı getirir. “Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, Allah onu çok ağır bir azaba sokar.” (72/Cin: 17)

“Onların ne malları ve ne de evlatları, Allah’ın azabından hiç bir şeyi onlardan savamayacaktır. Onlar cehennem ehlidirler. Orada daimidirler.

Allah, onların hepsini dirilttiği gün, sana yemin ettikleri gibi O’na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını zannedeceklerdir. Haberiniz olsun, işte asıl yalancılar onlardır.

Şeytan onları hükmü altına almış ve Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte bunlar, şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki asıl hüsrana uğrayacak olanlar, şeytanın taraftarlarıdır.” (58/Mücadele:17-18)

Müşrikler, kendileri için bir uyarı olan ve gerçeği gösteren Allah’ın zikrini/Kur’an’ı işittikleri zaman, son derece sinirlenirler, öfkelenirler ve ellerinden gelse kendilerine Allah’ın zikrini okuyan kimseyi gözleriyle yerin dibine geçirmek isterler. Oysa, Allah’ın ayetleri hatırlatıldığı zaman dinlemeleri, düşünmeleri ve öğüt almaları gerekir. Ona karşı düşman kesilmeleri kendilerini ateşe atmaktan başka bir şey değildir.

“Kafir olanlar, zikri işittikleri zaman, neredeyse, gözleriyle seni yere yıkacaklardı. “O, bir mecnundur.” diyorlardı. Oysa, O, herkes için bir uyarı/öğütten başka bir şey değildir.” (68 Kalem: 51-52)

 

ZİKİRDE YANLIŞ VE BATIL ANLAYIŞLAR

Zikir, Allah’ın kitabının ismi ve düşünmenin, anlayışın adı iken: Kur’an’la hiçbir ilgisi olmayan ve bilinçsizce yapılan bazı törenler vardır. Bu törenlere hiç de içeriğine uygun olmayan bir isim verilmektedir. “zikir..”

Zikir, uyanıklığın, düşüncenin ve bilincin esası iken, zikir adı verilen bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, adeta uyuşturucu kullananlar gibi hayal dünyalarında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Kimi tefle, dümbekle, zille, neyle, halay ve dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor; Kimi de kendini kaybedip, hipnotize edildikleri kimseler tarafından çeşitli yerlerinden şişleniyorlar. Kendi nefislerine zulmediyorlar. Bazıları geleneksel bir şekilde tesbihle, bazıları modernist olarak numaratörle, bazıları da daha doğal olarak taşla, çakılla, anlamını bilmedikleri bazı kelimeleri tekrarlıyorlar. Kimileri bağıra çağıra taşkınca; kimileri de sessiz sakin ama şaşkınca “zikir” yapıyorlar.

Kur’an’ın bize öğrettiği zikir anlayışında belirli sayıda, belirli isim ya da kelimelerin tekrarı yoktur. Zikir, hayatın bütün boyutlarında, düşünceyi, anlayışımızı, duygularımızı ve hareketlerimizi Allah’ın gösterdiği şekilde düzenlemektir. Hayata bakışımızı, Rabbimize kulluk bilinci içerisinde şekillendirmektir. “En yüce ve en üstün Allah’tır” demek, ve “Allah’ın otoritesine boyun eğmektir. Allah’ın kitabını okumak, anlamak ve hayat rehberi olarak benimsemektir.

Allah’ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel isimleri sürekli veya belirli sayıda tekrarlamanın insana kazandıracağı önemli bir şey yoktur. Aksine kaybettireceği şeyler çoktur. Birincisi, cehaletini meşru olarak görüp, yaptığı ile tatmin olarak Allah’ın kitabına karşı sorumluluğunu ihmal edecektir.

İkincisi; anlamını bilmeden tekrarladığı sözler içinde belki de insanı şirke götürecek batıl sözler vardır. Örneğin “La mevcude ilallah” gibi Nedir bu sözün anlamı? Allah’tan başka varlık yoktur.” bir başka deyişle “tüm varlık Allah’tır.” Yani, iyi kötü yaratılmış ne varsa hepsinin Allah olduğunu iddia etmek. Ne büyük bir hata! Ne dehşetli bir cehalet. Allah’ın yarattığını, Allah’ın kendisi yerine koymak… Çok korkunç bir gaflet. Affedilmez bir suç. Sonra bunun adını zikir koymak, Allah’ın gazabından insanı kurtarabilir mi?!

Asla kurtaramaz. Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine bilmemiz gereken Allah’ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah’ı kendi zikri olan Kur’an’dan tanımak ve Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda yürümektir.

http://www.kuranyolu.com/Kavramlar/Zikr.htm

http://www.darulkitap.com/oku/kuran/tefsirler/kavramtefsiri/z/004.htm

posted in SALAVAT | 1 Comment

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. Peygamber’e salat getirmek bir gelenektir

Soru: Salavat getirilmesinin anlamı nedir? Peygamberimiz Hz. Muhammed, namazlarını kılarken Salli ve Barik dualarını okuyor muydu? (Mehmet Tekoğlu)

Cevap: Salavat, Hz. Peygamber’i saygıyla anmak, ona Allah’tan rahmet ve bereket dilemektir. Aslında Arapça salavat, salat sözcüğünün çoğuludur. Salatın temel anlamı dua, rahmet dileme, acıma isteğinde bulunmadır. Hz. Peygamber’in adı anıldığında ona salat getirmek yani ona rahmet temenni etmek İslâmi bir gelenektir. Hatta, bunun farz olduğunu söyleyenler de vardır. Peygamber’e salavat getirmek, Ahzab Suresi’ndeki bir ayetin yorumuna dayanmaktadır: “Allah ve melekleri, Peygambere salat etmekte(onun şerefini gözetmeye, şanını yüceltmeye özen göstermektedir. Ey inananlar, siz de ona salat edin, (onun şanını yüceltmeye özen gösterin), içtenlikle selam edin (ona esenlik dileyin)” (Ahzâb: 56)

Ahzab Suresi’nin bundan önceki ayetlerinde müminlere, Peygamber’i rahatsız edecek davranışlardan kaçınmaları emredildikten sonra bu ayette de Peygamber’in, Allah katındaki yüce şanı, değeri anlatılıyor. Allah’ın ve meleklerinin ona salat ettikleri bildiriliyor, müminlere de ona salat ve selam etmeleri emrediliyor. Allah’ın Peygamber’e salatı, ona rahmet etmesi, onu melekler yanında övmesi, meleklerin salatı, ona dua ve istiğfar etmeleri, onu desteklemeleridir. Allah’ın rahmet ettiği, huzurundakilere övdüğü bir zata elbette saygı göstermek, onu incitmekten son derece sakınmak ve ona salat ve selam getirmek (yani Allah’tan rahmet ve esenlik dilemek) gerekir.

 

Tevhide aykırı değil

Bu ayetin hükmüne göre Allah’ın Elçisi’ne ömürde bir kez olsun salat ve selam etmek farzdır. Bazı alimlere göre onun ismi her anıldıkça salat ve selam getirmek gerekir. Bazılarına göre de onun ismi anıldığı zaman sadece bir kere salat ve selam getirmek yeterlidir. Her adı anıldıkça salat ve selam gerekmez. Duaların başında ve sonunda da ona salat ve selam getirmelidir. Bu görüşler içinde en uygunu, onun adının anıldığı mecliste sadece bir kere salat ve selam getirmek olanıdır. Her defasında salat ve selam okumak zor olabilir, meclisin sükunetini de bozabilir. İfrata gerek yoktur. Ben ashabın, ikide birde ona salat getirdiklerini sanmıyorum. Buna göre yazılacak dini kitaplarda da onun adı her geçtikte (s.a.v.) koymak veya bunu açıkça yazmak zorunlu değildir. Her bölümde onun adının geçtiği ilk yerde salat ve selam işareti koymak yeterlidir.

Sahih hadis mecmualarında Hz. Peygamber’den çeşitli salavat formları aktarılır ama ben Peygamberimizin, namazında kendisine salavat okuduğu kanısında değilim. Ancak ümmetinin ona salavat okuması, onun ruhaniyetiyle iletişim kurma açısından gerekli ve önemlidir kanaatindeyim. Namazda Peygamber’e salat okumak tevhide aykırı değildir. Çünkü bu, Peygamber’den bir şey dilemek değil, onun için dua etmektir. Zaten biz yalnız Peygamberimiz için değil, bütün inananlar için dua ederiz. Çünkü bu bize ayetlerde öğretilmektedir: “Rab-benâğfir lî ve livâlideyye ve lilmü’minîne yevme yekumu’l-hisâb: Rabbimiz, hesap gününde beni, ana babamı ve bütün müminleri bağışla.” Öyle ise Peygamberle iletişim kurmanın en güzel ve tevhide uygun yolu, ona çokça salat-ü selam okumaktır. (http://www10.gazetevatan.com/root.vatan?exec=yazarekstra&Newsid=75241&Categoryid=31 )

posted in SALAVAT | 0 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Salavât getirmek salat etmek midir? (Değerlerin Derece Düzeni XIV) / Ahmet Baydar

İzleyen memur, amirine uymaktadır. İzleyen çocuk annesinden yardım istemektedir. Ama izleyen amir, memurunun sorunlarına eğilmekte, izleyen anne ise çocuğunu tehlikeden korumaktadır.

Yani astın üstü izlemesi ile üstün astı izlemesinde anlam, kuvvet ve işteşlik değişir. Fiiller çıkış yerlerine ve yönlerine göre anlam, ağırlık ve işteşlik imkanı kazanır.

Kur’ân’daki “Salat etme” fiili de böyledir. Kuşlar Allah’a, Melekler de Peygambere salat eder. Ancak Allah kuşlara, Peygamber de meleklere salat etmez. Allah, Peygamber ve müminler ise birbirlerine salat ederler:

“Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Ona salat edin.” (Ahzâb 33/56)

Bu ayetteki salât etmek, genelde Peygambere “salavat getirmek” şeklinde anlaşılmış, buna dayanılarak Allah’tan bir hacet isterken Peygambere salavat getirmeyi gerekli görenler olmuştur. Ancak bu, sahabe zamanında örneği bilinmeyen garip bir tevessül türüdür. Bundan daha garip olanı ise yine bu anlamdan doğan şu inançtır: “Hz. Peygambere salât, ibadetlerin en üstünüdür. Çünkü bunu bizzat Allah ve melekleri de üstlenmiştir.” (Nakleden, Kurtubî)

Son zamanlarda, salat sözcüğüne hemen herkes istediği anlamı veriyor. Dilediği yere çekiyor. Bu tür çalışmaların saikleri üzerine  söylenmesi gereken çok şey var. Ancak bu, başka bir yazı dizisinin konusu.

Oysa anlam tayini ve kontrolü için daha basit yöntemler de var. İlk surelerde salat etme fiili, zıddıyla birlikte kullanılmıştır. Zıddının, sırtını dönmek, yüz çevirmek, üstlenmemek anlamında olduğunda herkes ittifak hâlindedir. (Tevellâ kelimesi için bkz. Alak 96/10-13, Kıyamet 75/31-32)

Bu durumda salat etmenin, yönelmek, izlemek ve arka çıkmak anlamı açığa çıkmış olur. İlk dönem sözlükleri de bunu doğrular.

Fiilin farklı makam ve yönlerdeki anlam, kuvvet ve işteşlik farkı göz önüne alınırsa, bu, salatın Kur’ân’daki temsili dil sisteminde yerini bulan; “yardım istemek” terimsel anlamıyla da örtüştüğü görülür.

Yani yukardaki ayetteki, Allah’ın elçisine yardım etmesi üstün asta salâtıdır. Allah, Elçisine melekleriyle vahyeder, onun önünü açar. Ama Elçi bu yardımın tahakkukuna kadar geliş yönünün farkında olamaz. Çünkü Allah’ın salatının temelinde beşerin imkanlarını aşan ilahi ilim vardır. Müminlerin Peygambere, yani astın üste salâtı ise, müminlerin onu izlemeleri, ona bağlanmaları ve arka çıkmalarıdır. Nitekim bu ayet, “Tam bir kabulle bağlanın” ifadesiyle son bulmaktadır. (Aynı ifade için bkz. Nisâ 4/65)

İşte Peygamberin müminlere salavatı da bu mana ile anlam kazanır. (Tevbe 9/99) Peygamber, müminleri tanır, onlara yönelir, onlarla ilgilenir, onlar için dua ederse onlara salât etmiş, başka bir pasajda ifade edildiği gibi, kendisini izleyenlere şefkat kanadını indirmiş olur. (Şuarâ 26/215, Hicr 15/88) Kısaca, sözleşmelerini tasdik etmesinden, cenazelerinde onlara dua etmesine kadar bütün yaptıkları salât cümlesindendir. Nitekim ittiba etmeyenlere salât etmesi ve kabirleri başında durması da yasaklanmıştır. (Tevbe 9/84,103)

Allah’ın salavat ve rahmetinin kulların üzerine olması da, elbette onlara “salavat getirmesi” değil, her türlü yardım ve rahmetinin onların üzerine olmasıdır. (Bakara 2/157, Ahzâb 33/41-43)

Evet, Müddesir Suresinin 43. ayetindeki “musallin” kelimesi de “salat etmek” ten özne bir isimdir. “İzleyenler” demektir.

Yani buradaki de, ikame etmek ve muhafaza etmek fiilleriyle, bazen de vakitlerle mukayyet olarak zikredilen es-Salat değildir. “Salat” ile “Vusul” ün aynı kökten olmadığını fark edemeyen modern müçtehit rahat olsun.

Ama es-Salat kesinlikle onun sandığı gibi değildir. Kur’ân’ın sıkı dokunmuş üslubu her türlü şeytanlığa kapalıdır. (Ahmet Baydar http://www.fikritakip.com/news.asp?pg=1&yazi=2511 )

 

 

Salavât, kıyamla muhafaza edilir (Değerlerin Derece Düzeni XVI)

Bir kelimenin, söz üslubunda, siyakında ve sibakında kazandığı tali anlamlar, ilk anlamı kadar önemlidir. Daha doğrusu her kelime gerçek anlamını ve tesir kuvvetini deyimlerde ve sözdeki yerinde bulur. Özellikle kadim doğu dillerinde sözcüğün anlamı ancak sözdeki yerinde tamdır. Ne var ki modern mantık; ince farkları aynılaştırmaya, sözü küçümsemeye, üslubu hafifsemeye, siyak ve sibakı bölmeye düşkündür. Bilgisayar ortamındaki seç-kes-yapıştır garabeti de bu düşkünlüğün sonucudur.

Dinde ihlâsı arayanlar, bu tür keyfilik ve kolaycılıktan kaçınmalıdır.

S-L-V kök harflerinin izlemek anlamına geldiğine, bu nedenle Kur’ân üslubunda kimi zaman vahye de izlenmesi gereken cihetiyle salât dendiğine, zayiinden söz edilen salâtın da izlenmeyen vahye işaret olabileceğine temas etmiştik. Peki, muhafaza edilmesi gereken salât nedir? Nasıl muhafaza edilir?

Evet, izlenmesi cihetiyle vahyin adı salât, hatırlatması nispetiyle de zikirdir. Zikri Allah indirmiş ve onu korumayı da kendisi üstlenmiştir. (Hicr 15/9) Ama bu korumanın sebebi, zikrin kullar tarafından yaşanacak olmasıdır. Bu nedenle Allah’ın hıfzı, kullarının elinde gerçekleşmelidir.

Kullar vahyi yazar, hıfzeder, okur ve tebliğ ederler. Böylece vahyin metni ve telaffuzu korunmuş olur. Buna bir de uygulamanın eklenmesi gerekir. Böylece anlam da korunacaktır. Nitekim Kur’ân, bazı peygamberlerin Tevrat’la hükmettiğini, ulemanın da onunla hükmederek korumakla yükümlü olduklarını söylemiştir. (Mâide 5/44)

Salâtı korumayı konu edinen ayetlerdeki koruma, acaba bazılarının dediği gibi vakitli salâtları kaçırmamak için acele etmek veya onlara devam etmek midir? Yoksa Kur’ân dilindeki salat sözcüğü kapsamında ne varsa onu hıfz ve himaye etmek midir?

Salâtın korunmasını konu edinen ayetler, nüzul zamanlarıyla, siyak ve sibaklarıyla dikkatle okunursa, korunması istenen şey vakitli salat anlamına alınsa bile bunun, Kur’ân’ın tebliğinin daha bidayetinde, Mekke ve çevresinde bilinen şekilde ve sayıdaki salât olduğu anlaşılacaktır. Şu ayetteki gibi:

“Bu, sana indirdiğimiz, kendinden öncekileri onaylayan mübarek bir kitaptır. Ana-kent ile çevresinde yaşayanları uyarasın diye. Ahirete inananlar buna da inanırlar, onlar salâtlarını muhafaza ederler. (En’âm 6/92, Ayrıca bkz. Mü’minûn 23/7-11, Me’âric 70/34)

Bu ayetlerde salâtın beraberinde zekât yerine, emanet, ahit ve kitaptan bahsedilmiş, hıfzetme yerine de muhafaza fiili getirilmiştir. Muhafaza fiilinde ise, iman, emanet ve ahitte olması gereken karşılıklılık vardır. Salâtın karşılıklılığına, ayrıca Kitap ve zikirle olan yakınlığına da işaret etmiştik.  Bu durumda salâtın muhafazasının, izlenmesi gereken vahyin muhafazasıyla ilişkisi anlaşılmış olur.

Hicretten sonra nazil olan ve hukuki meselelerin tam ortasında yer alan şu ayetteki gibi:

“Salavâtı muhafaza edin.” (Bakara 2/238)

Muhafazası istenen salatın burada da vahiy olduğu açık değilse de, vakitli salât olduğu da sarih değildir. İstenen şey, delaleti tayin edilmemiş mutlak “salâtlar”ın muhafazasıdır. Ayet şöyle devam eder:

“Salavâtı muhafaza edin ve vustâ salâtı.”

alavât kelimesinin anlamı daraltılarak sırf bazı vakitlerde salât ikame etmeye indirgenirse, “vustâ salât”ın hangi vakit olduğu belirlenemez. Ayrıca aynı mantığın modern takipçileri, bu sayfadaki vakitli salata, hukuki meselelerin arasından daha uygun bir yer aramaya koyulurlar.

Oysa burada; önce tayin edilmemiş anlamıyla salavatın muhafazası istenmekte, ardından “vüstâ” salât tembih edilmekte, daha sonra da yeni bir “ve” ile vakitli salâta işaret edilmektedir:

“Salâtları muhafaza edin ve vusta salâtı ve Allah için kanit olarak durun.”

Demek ki muhafaza ancak “kanit” bir “kıyam”la mümkündür. Salavâtın muhafazası, izlenmesi gereken ayetlerin ve bu ayetlerde zikredilen can alıcı aile hukukunun, vakitli salavâtta kıraatiyle muhafazasıdır. Nitekim sonraki ayette şöyle denir:

“Eğer korku halinde iseniz yaya veya süvari giderken de (durun). Güvene erdiğinizde ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.”

İmdi sen eğer samimi isen, kimi zaman muhaliflerini ölümle cezalandırmış olan siyasi mezheplerin ilk nesline bakıver. Düşman kardeşler bile vakitli salâtta ve onun her şartta kalıcı ve değişmez tek öğesinin kıraat olduğunda ittifak ettiler.

Bunu biliyorken, nasıl olur da vahyi ve bu sayfada temas edilen ilkeleri salât kavramının dışında tutabilirsin?

Ya da Fıkhi olsun, Kelami olsun, siyasi olsun, hiçbir anlayışta kıraatsiz vakitli salât yokken, vakitli salâtı vahiyden ve bu ilkelerden nasıl ayırabilirsin?

Şimdi de diyeceksin ki; peki, güvene erilince nasıl zikredileceğini Allah müminlere ne zaman öğretti? (Ahmet Baydar http://www.fikritakip.com/news.asp?pg=1&yazi=2513 )

posted in SALAVAT | 0 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

PEYGAMBER’E SALAVAT’I İBADETE DÖNÜŞTÜRMEK

Diyanet Tefsiri

33/56. Türkçe’de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan Salât kelimesinin kök mânası “ateşe tutmak, kızartmak”tır. İnsan kendini ya Allah’a yöneltir, O’na arzeder, O’nun şuurunda olarak yaşar veya O’ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların “salât”ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah’a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah’a vermenin, O’nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir. Müminlerin Peygamber’e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, “Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?” diye sorulduğunda, Resûlullah namazların oturuşlarında okuduğumuz “salavât-ı şerife”yi öğretmiş, “Bana böyle salât edersiniz” demiştir. Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır. Allah’ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lütuf ve rahmetti. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, “rahmet ve övgü” şeklinde tanımlanmıştır.

Ahzab 43. âyette Allah’ın müminlere rahmetiyle lütuflarda bulunduğu, meleklerin de onlara dua ettikleri salât kelimesiyle zikredilmiş, hemen arkasından da bu salâtın doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu halde Allah’ın salâtı yalnızca övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir.

“Siz de ona salât ve selâm okuyunuz” emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bîr defa Peygamber’e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın nıüstehab (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir. İbn Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahabenin, Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını kaydetmektedir. Onun tespitine göre sahabe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürreşîd zamanında hicrî 181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline getirilmiştir (s.100-101). (İbn Âşûr, İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXII, 98 vd; Cessâs, IH, 370; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, 111,1584) Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber’e, kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını, yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir. (Diyanet Tefsiri, Ahzab suresi, 56 tefsiri)

 

HAYRETTİN KARAMAN 

4444 Tefrîciyye veya 41 Yâsîn gibi belli saylarda okunan dualar, zikirler, salavât, âyetler ve sureler hakkında (namazlardan sonra 33 adet olarak söylenen tesbîh, tahmîd ve tekbîr gibi pek az müstesna tutulursa) emreden, tavsiye eden bir nas yoktur“Bunu şu kadar okumak sünnettir, farzdır, dinin emridir…” derse veya böyle inanırsa bid’at gerçekleşir… ( http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00160.htm)

posted in SALAVAT | 0 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

RİYAZUSSALİHİN’DE SALÂVAT KONUSUNDA HADİSLER

KÜTÜBÜ SİTTE’DE PEYGAMBER’E SALÂVÂT HADİSLERİ

KÜTÜBÜ SİTTE’DE SALÂT U SELÂMIN HÜKMÜ

KÜTÜBÜ SİTTE’DE SALÂTIN EHEMMİYETİ

HADİS KİTAPLARINDA PEYGAMBER’İN ARKADAŞLARI PEYGAMBER’LE MUHATAP OLURLAR İKEN SALAVAT ÇEKMİŞLER MİDİR?

 

RİYAZUSSALİHİN’DE SALÂVAT KONUSUNDA HADİSLER

1400. “Kim bana bir defa salâtü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.” Müslim, Salât 70. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 26; Tirmizî, Vitir 21; Nesâî, Ezân 37, Sehv, 55

1401. “Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir.” Tirmizî, Vitir 21

1402. – “Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur” buyurunca, ashâb–ı kirâm: – Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salâtü selâmlarımız sana nasıl sunulur? diye sordular. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm: – “Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı” buyurdu. Ebû Dâvûd, Salât 201, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cum`a 5; İbni Mâce, İkamet 79, Cenâiz 65.

1403. “Yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun.” Tirmizî, Daavât 101

1404. “Kabrimi bayram yeri haline çevirmeyiniz. Bana salâtü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salâtü selâmınız bana ulaşır.” Ebû Dâvûd, Menâsik 97

1405. “Bir kimse bana salâtü selâm getirdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder.” Ebû Dâvûd, Menâsik 96. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 527.

1406. “Cimri, yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.” Tirmizî, Daavât, 101. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 201

1407. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazdan sonra Allah’a hamd etmeden, Peygamber aleyhisselâm’a salâtü selâm getirmeden dua eden bir adamı işitti. Bunun üzerine: “Bu adam acele etti” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı. Ona veya bir başkasına şöyle buyurdu: “Biriniz dua edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamdü senâ etsin, sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e salâtü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua etsin” Ebû Dâvûd, Vitir 23. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 65; Nesâî, Sehv 48

1408. Bir gün Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelmişti. Kendisine: – Yâ Resûlallah! Sana nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, sana nasıl salavât getireceğiz? diye sorduk. O da şöyle buyurdu: – “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.” Buhârî, Daavât 32, Tefsîru sûre (33), 10; Müslim, Salât 66. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 179; Tirmizî, Vitir 20; Nesâî, Sehv 51; İbni Mâce, İkâme 25.

1409. Biz Sa‘d İbni Ubâde radıyallahu anh ile birlikte otururken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi. Beşîr İbni Sa‘d ona:– Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ sana salavât getirmemizi emretti. Sana nasıl salâtü selâm getireceğiz? diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sükût buyurdu. Sükûtun uzaması sebebiyle biz içimizden, keşke sormasaydı, diye geçirdik. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: – “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz. Selâm ise bildiğiniz gibidir.” Müslim, Salât 65. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (33), 23.

1410. Ashâb–ı kirâm: – Yâ Resûlallah! Sana nasıl salavât getireceğiz? diye sordular. Şöyle buyurdu: – “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ salleyte alâ İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ bârekte alâ İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de rahmet et. İbrâhim’e hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.” Buhârî, Enbiyâ 10, Daavât 33; Müslim, Salât 69. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 179; Nesâî, Sehv 54; İbni Mâce, İkâme 25.

 

KÜTÜBÜ SİTTE’DE PEYGAMBER’E SALÂVÂT HADİSLERİ

906-6260- Abdullah İbnu Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a salâvât okuyunca salâvâtı güzel yapın. Zira siz bilemezsiniz, belki bu salâvâtınız ona arzedilir.” Kendisine: “Öyleyse (güzel olan salâvâtı) bize öğretin!” dediler. O da: “Şöyle söyleyin:

Allahümme’c’al salâteke ve rahmeteke ve berekâtike alâ seyyidi’l-mürselîn ve imâmi’l-Muttakîn ve hatemi’n-nebiyyîn Muhammedin abdike ve Resûlike imâmi’l-hayri ve kâidi’l-hayrı ve Resûli’r-rahmeti.

Allahümme’b’ashu makâmen mahmûden yağbituhu bihi’l-evvelûn ve’l-âhirûn.

Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ sallayte alâ İbrahime ve alâ al-i İbrahime inneke hamidun mecid.

Allahümme bârik alâ Muhammedin ve ala âli Muhammedin kemâ barekte alâ İbrahime ve alâ âl-i İbrahime inneke hamidun mecid.

(Allahım, salâtını, rahmetini, bereketlerini peygamberlerin efendisi, müttakilerin imamı ve peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed’e kıl. O senin kulun ve elçindir, hayrın imamı, hayrın komutanı, ve rahmet peygamberidir.

Allahım! Onu makam-ı Mahmud üzere dirilt, ondan önce gelenler de sonra gelenler de bu makamı sebebiyle ona gıbta ederler.

Allahım! Muhammed’e, Muhammed’in âline salât et, tıpkı İbrahim’e ve İbrahim’in âline salât ettiğin gibi. Sen hamîd ve mecîdsin.

Allahım, Muhammed’i ve Muhammed’in âlini mübarek kıl, tıpkı İbrahim’i ve İbrahim’in âlini mübarek kıldığın gibi, sen hamîd ve mecîdsin).”

907-6261-Amr İbnu Rabi’a radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Bana salâvât okuyan bir mü’min yoktur ki ona melekler rahmet duası etmemiş olsun. Bu, bana salâvât okuduğu müddetçe devam eder. Öyleyse kul bunu, ister az ister çok yapsın!”

908-6262- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim bana salâvât okumayı unutursa, cennetin yolunu terketmiş olur:”

1896- Ebû Mes’ud el Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biz Sa’d İbnu Ubâde’nin meclisinde otururken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza geldi. Kendisine, Beşîr İbnu Sa’d: “Ey Allah’ın Resûlü! Bize Allah Teâla Hazretleri, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?” diye sordu. Efendimiz şu cevab verdi: “Şöyle söyleyin:”Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin kemâ bârekte alâ âl-i İbrahime inneke hamîdun mecîd. (Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in âline rahmet kıl, tıpkı İbrahim’e rahmet kıldığın gibi. Muhammed’i ve Muhammed’in âlini mübârek kıl. Tıpkı İbrahim’in âlini mübârek kıldığın gibi.” (Resulullah ilâveten şunu söyledi): “Selam da bildiğiniz gibi olacak.” [Müslim,Salât 65, (405), Kasru’s-Salât 67,(1,165,166); Tirmizî,Tefsir, Ahzâb,(3218); Ebû Dâvut, Salât 183, (980,981); Nesâî, Sehv 49, (3, 45, 46).]

Tirmizî dışındaki Kütüb-i Sitte kitaplarında, Ebû Humeyd es-Sâidî (radıyallâhu anh)’den gelen bir rivayet şöyle:

“Ashab sordu: “Ey Allah’ın Resûlü sana nasıl salât okuyalım?” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): Şöyle söyleyin, dedi: “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ salleyte alâ İbrâhime ve bârik alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ İbrâhime inneke hamîdun mecîd.(Allahım! Muhammed’e zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, tıpkı İbrahim’e rahmet kıldığın gibi. Muhammed’i, zevcelerini ve zürriyetini mübârek kıl, tıpkı İbrahim’i mübarek kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın, şerefi yücesin).” [Buhârî, Daavât 33, Enbiya 8; Müslim, Salât 69, (407); Muvatta, Kasru’s-Salât 66, (1, 165); Ebû Dâvut, Salât, 183, (979); Nesâî, Sehv 54, (3, 49).]

Ka’b İbnu Ucre’den gelen bir rivâyet de şöyle: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza gelmişti: “Ey Allah’ın Resûlü, dedik, sana nasıl selam vereceğimizi öğrendik. Ama, sana nasıl salât okuyacağız (bilmiyoruz)? ” “Şöyle söyleyin! dedi:

“Allahümme salli alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrahîme inneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd.” [Buhârî, Daavât 33: Müslim, Salât 66, (406); Ebû Dâvud, Salât 183, (976);Nesâî, Sehv 51, (3, 47); Tirmizî Vitr,20, (483).]

1897- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim bana (bir kere) salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir.” [Nesâî, Sehv 55, (3, 50).] Yine Nesâî’de Ebû Talha (radıyallâhu anh)’dan gelen bir rivâyet şöyle: “Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine: “Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!” dedik. “Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: “Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: “Sana salavât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?” [Nesâî, Sehv 55, (3, 50).]

1898- İbnu Mes’ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) buyurdular ki: “Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salavât okuyandır.” [Tirmizî, Salât 357 , (484).] Yine Tirmizî’de Hz. Ali (radıyallâhu anh)’den kaydedilen bir rivâyette şöyle denir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salavât okumayandır. ” [Tirmizî, Daavât 110, (3540).][3]

1899- Hz. İbnu Mes’ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissâlatu vessalâm) buyurdular ki: “Yeryüzünde Allah’ın seyyâh melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (ânında) bana teblîğ ederler.” [Nesâî, Sehv 46. (3, 43).]

5868- Yine Ebu Hureyre anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Ramazan girip çıktığı halde günahları affedilmemiş olan insanın burnu sürtülsün. Anne ve babasına veya bunlardan birine yetişip de onlar sayesinde cennete girmeyen kimsenin de burnu sürtülsün. Ben yanında zikredildiğim zaman bana salat okumayan kimsesinin de burnu sürtülsün!” [Tirmizî, Daavat 110, (3539).][49]

 

KÜTÜBÜ SİTTE’DE SALÂT U SELÂMIN HÜKMÜ

Hemen şunu belirtelim ki, Resûlullah’a salât u selam okumak bizzat Rabbülâlemîn’in emridir: “Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salât (ve tekrîm) ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin” (Ahzâb 56).

Bu emir bir farz mıdır, yoksa vâcib veya müstehap mı ifâde eder?

Bu sorunun cevabında ulemâ on ayrı görüş beyan etmiştir:

1- Taberî’ye göre “müstehabtır.”

2- İbnu’l-Kassâr’ın nakline göre “vacibtir ve bu hükümde icma edilmiştir.”

3- Ömürde bir kere salavât okumak vacibtir. Namazda da olsa, namaz dışında da olsa vacib yerine gelir. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. Hanefîlerden Ebû Bekr er-Râzî, İbnu Hazm bu görüştedir. Kurtubî de: “Ömürde bir kere de olsa salavât okumanın vücûbunda ihtilâf yoktur. Ancak o, müekked sünnetler gibidir, onların vacib olduğu zamanlarda o da vacibtir” der.

4- Namazda son oturuşta, teşehhüdle namazdan çıkış selâmı arasında vacibtir. Şafiî ve kendisine tâbi olanlar bu görüştedir.

5- Teşehhüdde vacibtir. (Şa’bî ve İshak’ın görüşü). Teşehhüdde salât okunması, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel’e göre farz ise de, Hanefîlere, Mâlik ve Cumhûr’a göre sünnettir. Farz diyenlere göre, salavât terkedilecek olsa, namaz iptal olur, yeniden kılınması gerekir. Bu görüşünden dolayı, Şâfiî tenkîd edilmiştir.

6- Ebû Cafer el-Bâkır’ın: “Teşehhüd diye kayıtlanmaksızın namazın herhangi bir yerinde okunması vacibtir” dediği nakledilmiştir.

7- Ebû Bekr el-Mâlikî: “Sayı ile tahdît edilmeksizin çokça okunması vacibtir” demiştir.

8- “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın zikri geçtikçe, hatırlandıkça söylenmelidir” diye hükmedenler de olmuştur. Tahâvî, bir kısım Hanefîlerle, Halîmî ve bir kısım Şâfiîler gibi Zemahşerî ve Mâlikîlerden İbnu’l-Ârabî: “Böyle yapmak ihtiyata uygun olanıdır” demiştir.

9- Zemahşerî’nin naklettiğine göre: “Bir mecliste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın zikri bir çok kere geçse de bir kere salât u selâm okunması yeterlidir, her seferinde okumak müstehabtır.”

10-Yine Zemahşerî’nin nakline göre “her dua esnasında” vacibtir.

Şu halde ulemâ, salât u selâm okumanın vacib olduğu husûsunda ihtilâf etmemiştir. Hangi şartlarda vâcib olduğunda ihtilâf varsa da, en uygunu Resûlullah’ın ismi zikredildikçe okumaktır. Hutbe dinlerken, Kur’an okurken salavât getirmek vacib değildir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/137-138.)

 

KÜTÜBÜ SİTTE’DE SALÂTIN EHEMMİYETİ

İslam dini, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a salât okumayı, kulluğun izharında mühim ve müessir bir vâsıta kılmıştır. Daha önceki hadislerde geçtiği üzere en makbul bir duadır, başkaca her çeşit dualarımızın makbul olma şartlarından biri salât kılınmıştır. Dualarımızın başında, esnasında (ortasında) ve sonunda salavât okunmalıdır.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pek çok hadislerinde kendisine salavât okumaya teşvîk buyurmuştur. Birkaç tanesini kaydedeceğiz:

* “Dua eden bir kimse peygambere salât okumadığı müddetçe duası perdelidir (hedefine ulaşamaz).”

* “Her dua semaya çıkmaktan yasaklanmıştır. Bana salât getiren dua müstesna, o çıkabilir.”

* “Kim bana salât getirmeyi unutursa ona cennetin yolu unutturulur.”

* “Cebrail (aleyhisselâm)’le karşılaştığımda bana şunu söyledi: “Sana müjdeler olsun. Allah diyor ki: “Kim sana selâm verirse ben ona selâm veririm. Kim sana salât getirirse ben de ona salât (rahmet) ederim.”

* “İbnu Ubey İbni Ka’b (radıyallâhu anh), Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm)’e sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben sana çok salavât getiriyorum, buna vaktimin ne kadarını ayırayım?”

“Dilediğin kadarını” cevabını alınca tekrar sordu:

“Dörtte biri nasıl?”

“Dilediğin kadar yap, artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Üçte biri olsa?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Yarı olsa?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Üçte ikisi nasıl?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Bütün vakitlerimde sana salât okusam?”

“Bu takdirde yeter, günahın mağrifet olunur.” (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/142-143.)

 

 

HADİS KİTAPLARINDA PEYGAMBER’İN ARKADAŞLARI PEYGAMBER’LE MUHATAP OLURLAR İKEN SALAVAT ÇEKMİŞLER MİDİR?

1. (4661)- Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir seferde Resûlullah’la beraberdik. Bir gün yakınına tesadüf ettim ve beraber yürüdük.

Ey Allah’ın Resûlü, dedim. Beni cehennemden uzaklaştırıp cennete sokacak bir amel söyle!”

“Mühim bir şey sordun. Bu, Allah’ın kolaylık nasib ettiği kimseye kolaydır; Allah’a ibadet eder, Ona hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılarsın, zekat verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Beytullah’a hacc yaparsın!” buyurdular ve devamla: “Sana hayır kapılarını göstereyim mi?” dediler.

“Evet ey Allah’ın Resûlü” dedim.

“Oruç (cehenneme) perdedir; sadaka hataları yok eder, tıpkı suyun ateşi yok etmesi gibi. Kişinin geceleyin kıldığı namaz salihlerin şiârıdır” buyurdular ve şu ayeti okudular. (Mealen): “Onlar ibadet etmek için gece vakti yataklarından kalkar, Rablerinin azabından korkarak ve rahmetini ümid ederek O’na dua ederler. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeyden de bağışta bulunurlar” (Secde 16).

Sonra sordu: “Bu (din) işinin başını, direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi?”

“Evet, ey Allah’ın Resûlü!” dedim. “Dinle öyleyse” buyurdu ve açıkladı:

“Bu dinin başı İslam’dır, direği namazdır, zirvesi cihaddır!”

Sonra şöyle devam buyurdu: “Sana bütün bunları (tamamlayan) baş amili haber vereyim mi?”

“Evet ey Allah’ın Resûlü!” dedim.

“Şuna sahip ol!” dedi ve eliyle diline işaret etti. Ben tekrar sordum: “Ey Allah’ın Resûlü! Biz konuştuklarımızdan sorumlu mu olacağız?”

“Anasız kalasıca Muâz! İnsanları yüzlerinin üstüne -veya burunlarının üstüne dedi- ateşe atan, dilleriyle kazandıklarından başka bir şey midir?” buyurdular.” [Tirmizî, İman 8, (2619).]

29. (4689)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Resûlü! Kişi hayır yapsa halk da bu sebeple onu övse (bunun hükmü nedir?)”

“Bu mü’mine (Allah’ın razı olduğuna dair) peşin bir müjdedir” buyurdular.” [Müslim, Birr 166, (2642).]

4. (2321)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanında idim. Bir adam huzuruna gelerek:

Ey Allah’ın Resûlü, dedi, ben bir hadd (suçu) işledim, cezasını tatbik et!”

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama (birşey) sormadı. Derken namaz vakti girdi. Resûlullah’la birlikte o da namaz kıldı. Aleyhissalâtu vesselâm namazını tamamlayınca, adam yanına geldi ve:

Ey Allah’ın Resûlü! dedi, ben hadd (çeşidine giren bir suç) işledim. Bana Allah’ın Kitabını tatbik et!” Efendimiz:

“Sen bizimle birlikte namazını eda etmedin mi?” diye sordu. Adam:

“Evet!” dedi. Efendimiz:

“Öyleyse git. Zîra Allah, senin günahını affetti” veya -hadd’ini affetti-” dedi.” Buhârî, Hudud: 17; Müslim, Tevbe: 44, 45, (2764, 2765), Hudûd: 24,

. (543)- Yine Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir kadın iki kızıyla gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü, bu iki kız Sâbit İbnu Kays’ın kızlarıdır. Babaları Uhud’da seninle beraber cihâd ederken şehid oldu. Kızların amcası, babalarından kalan mallarının ve miraslarının tamamını aldı ve kızlara hiçbir şey bırakmadı. Bu hususta ne dersiniz ey Allah’ın Resûlü. Allah’a yemin ederim bunlar malları olmadıkça asla evlenemezler de!” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Bunlar hakkında Allah hükmeder” cevabını verdi. Arkadan Nisa suresi nazil oldu:

“Allah çocuklarınız hakkında erkeğe, iki kızın hissesi kadar tavsiye eder…” (Nisa: 4/11).

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Bana kadını ve sahibini çağırın!” emretti. Çocukların amcasına: “Babalarından kalan malın üçte ikisini kızlara, sekizde birini kızların annesine ver, geriye kalan da senindir” dedi. Ebû Dâvud, Ferâiz: 4, 2891

14. (5682)- Haccac İbnu Haccac, babası (radıyallahu anh)’tan anlatıyor:

Ey Allah’ın Resulü dedim, benden emmenin üzerimde kalan hakkını giderecek olan şey (kefaret) nedir?”

“Erkek veya kadın bir köle (azadı)dır!” buyurdular.” [Ebu Davud, Nikah 12, (2064); Tirmizî, Rada 6, (1153); Nesâî, Nikah 56, (6, 108).]

4. (4279)- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Abbas, Ebû Süfyan İbnu Harb’i getirmitşi, Merrü’z-Zahr’dan müslüman oldu. Abbâs (radıyallahu anh) dedi ki:

Ey Allah’ın Resûlü, Ebû Süfyân, şereflenmeyi seven bir kimsedir. (Onun şerefleneceği) bir şey yapsanız!”

“Doğru söyledin! (şehre girerken ilan edin): “Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapar (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir, kim silahını atarsa o da emniyettedir. Kim Mescide (Ka’be’ye) girerse o da emniyettedir!” [Ebû Dâvud, Harâc 25, (3021, 3022).]

3. (4760)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler: “Ey Ebu Zerr!”

“Buyurun, Ey Allah’ın Resulü, emrinizdeyim!” dedim.

“İnsanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin (ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın?” buyurdular.

“Benim için Allah ve Resulü neyi ihtiyar buyurursa onu yaparım!” dedim.

“Sabrı tavsiye ederim!” buyurdular -veya, sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler:

“Ey Ebu Zerr!”

“Buyurun ey Allah’ın Resûlü, sizi dinliyorum!” dedim.

“Zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın?”

“Allah ve Resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa onu!” dedim

“Sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye ederim!” dedi. Ben sordum:

Ey Allah’ın Resulü! (O zaman) kılıcımı alıp omuzuma koymayayım mı?”

“Böyle yaparsan (fitneci) kavme ortak olursun!” buyurdular.

“Bana ne emredersiniz!” dedim.”Evine çekil!” buyurdular.

“Evime girilirse?” dedim.

“Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan, elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla dönsün!” buyurdular.” [Ebu Davud, Fiten 2, (4261); İbnu Mace, Fiten 10, (3958).]

3. (4133)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün, halka) hitabetti, (Ebu Hüreyre, hadisin vürûdu ile ilgili) bir kıssa anlattı (hadiste şu ibare de vardı): “Ebu Şah dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! (bu hutbeyi) bana yazıverin!” Bu taleb üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: “Evet Ebu Şâh’a yazıverin!” emir buyurdular.” [Tirmizî, İlm 12, (2669); Buhârî, İlm 39, Lukata 7, Diyât 8; Ebu Dâvud, İlm 3, (3649).]

8. (4929)- Mikdad İbnu’l-Esved (radıyallahu anh)’in anlattığına göre şöyle demiştir:

Ey Allah’ın Resulü! Ben küffardan bir adama rastlasam ve aramızda mukatele çıksa. O kılıcıyla vurup elimin birini kesip atsa. Sonra adam (sıkışıp) bana karşı bir ağaca sığınsa ve:

“Allah için Müslüman oldum!” dese, bu sözünden sonra ben onu öldürebilir miyim?” Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Hayır! Sakın onu öldürme” buyurdu. Ben ısrar ettim:

“Ama ey Allah’ın Resulü! O benim bir elimi kesti ve sonra Müslüman olduğunu söyledi” dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Hayır! Sakın onu öldürme, eğer öldürürsen, o adam, sen onu öldürmezden önceki senin makamındadır ve sen de, onun söylediği kelimeyi söylemezden önceki durumunda olursun!” buyurdular.” [Buharî, Diyat 1, Megazî 11; Müslim, İman 155, (95); Ebu Davud, Cihad 104, (2644).]

1. (1163)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü, dedim, cihâdı amellerin en faziletlisi görüyoruz, biz de cihâd etmiyelim mi?” Şu cevabı verdi:

“Ancak, cihâdın en efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur. Sonra şehirde kalmaktır.” Hz. Aişe der ki: “Bunu işittikten sonra haccı hiç bırakmadım.” [Buhârî, Hacc 4, Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 1; Nesâî, Hacc 4, (5, 113). “

1584-.. “Ey Allah’ın Resûlü! Amcanın oğlu Fazl’ın başını niye büktün?” diye sordu.

“İkisini de birer genç görüyorum. Onlar hakkında şeytanın şerrinden emin değilim!” dedi. Derken bir adam daha gelip:

Ey Allah’ın Resûlü, ben traş olmazdan önce ifâza tavafını yaptım!” dedi.

“Traş da ol, bunda mahzur yok!” cevabını aldı. Derken bir başkası daha gelip:

Ey Allah’ın Resûlü, ben taşlama yapmazdan önce kurbanımı kesmiş bulundum!” dedi.

“Taşlarını da at, bunda bir mahzur yok!” cevabını aldı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beytullah’a geldi, onu tavaf etti, sonra zemzem’e geldi ve:

“Ey Abdulmuttaliboğulları, eğer halk size bunun üzerine galebe etmeyecek olsa mutlaka çekerdim” dedi.” [Tirmizî, Hacc 54, (885).]

1224. (4024) (7211)- Ebu Sa’idi’l-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu vesselâm hasta yatmakta iken yanına girdim. Elimi üzerine koydum, hararetini, yorganın üstünden elimin altında hissettim. “Ey Allah’ın Resulü! Hararetiniz çok fazla!” dedim.

“Biz (peygamberler) böyleyiz. Belalar bize katmerli gelir, buna mukabil ücretleri de katmerli verilir” buyurdular.

Ey Allah’ın Resûlü! Hangi insanlar en çok bela çekerler?” dedim.

“Peygamberler!” buyurdular.

Ey Allah’ın Resûlü! Sonra kimler?” dedim.

“Sonra sâlihler! buyurdular ve açıkladılar: Onlardan biri fakirliğe öylesine müptelâ olur ki, kendini örten abadan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bollukla sevindiğiniz gibi fakirlikle sevinirler.”

9. (5437)- Esma Bintu Yezid İbni’s-Seken (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Kadınlardan biri dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Bizim sana asi olmamamız gereken şu maruf (iyi amel) nedir?” Aleyhissalâtu vesselâm:

“Mâtem yapmayın!” buyurdu. Kadın:

Ey Allah’ın Resulü! Falan sülale(nin kadınları) amcamın (vefatında mâtemime iştirak edip) yardımcım olmuşlardı. Benim de mukabeleten borcumu ödemem gerek” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm kadına (mâtem için) izin vermedi. Kadın tekrar tekrar izin istedi.”

Kadın der ki:

Resulullah, sonunda onlara borcumu ödemem için izin verdi. Onlara olan borcumu ödedikten sonra hiç mâtem tutmadım, şu ana kadar bir başka mâteme de katılmadım. Benim dışında mâtem tutmayan kadın da kalmadı.” [Tirmizî, Tefsir, Mümtehine, (3304).]

369. (1235) (6356)- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, kendisini ölüme götüren hastalığa yakalandığı vakit Hz. Aişe’nin evinde idi. “Bana Ali’yi çağırın!” buyurdular. Hz. Aişe radıyallahu anhâ: “Ey Allah’ın Resûlü! Sana Ebu Bekr’i çağırsak olmaz mı?” dedi. “Onu çağırın!” buyurdular. Hafsa radıyallahu anhâ: “Sana Ömer’i çağırsak olmaz mı?” dedi. “Onu çağırın!” buyurdular. Ümmü’l-Fadl: “Ey Allah’ın Resûlü! Sana Abbâs’ı çağırsak olmaz mı?” dedi. “Evet!” buyurdular. (Adı geçenler) toplanınca Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm mübarek başlarını kaldırarak (etrafa bir) bakıp sükut ettiler. Hz. Ömer:

“Kalkın! Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı yalnız bırakın!” dedi. Az sonra Bilâl geldi. Resûlullah’a namazı haber verdi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ebu Bekr’e söyleyin halka namaz kıldırsın!” buyurdular. Hz. Aişe “Ey Allah’ın Resûlü! Muhakkak ki Ebu Bekr, yumuşak kalpli, tutuk bir kimsedir. (Makamınızda) sizi göremezse ağlar, insanlar da (ona katılıp) ağlarlar. Emretseniz de halka namazı Ömer kıldırsa!” dedi.

posted in SALAVAT | 0 Comments

8th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

GAYBI KİM BİLİR?

Hikmet Zeyveli

A. ALLAH VE GAYB BİLGİSİ

1. Gayb Nedir?

Vasıtalı veya vasıtasız, duyu orgarılarımızla ulaşamadığımız ve ilmimizle ihata edemediğimiz her şeye “gayb” denir. Gayb sahasının zıddı “müşahede” sahasıdır.

 

Gaybı iki kısma ayırabiliriz.

a) Mutlak gayb: Beşer imkan ve kabiliyetleriyle -dünyada- hiçbir zaman ihata edilemeyen saha Allah’ın zatının ve meleklerinin mahiyeti; kıyamet, ahiret, hesap, cennet-cehennem ahvali… bu tür gayba örnek verilebilir.

b) İzafî (basit) gayb: Zaman, mekan, imkan ve kabiliyet farklarından dolayı bir kısım insanlar için ulaşılmaz, ihata edilmez iken diğerleri için ulaşılan, ihata edilen saha. Yakın bir geçmişe kadar, huzurda bulunmayan bir kimsenin hareket ve konuşmaları gayb iken, günümüzde, çeşitli imkanlarla (radyo, teyp, TV, video vb.) bunlar -kısmen de olsa- gayb olmaktan çıkarılmışlardır. Bunun gibi, geçmişte gayb olan birçok saha (coğrafya, astronomi vb. dallarda) artık müşahade sahasına sokulmuşlardır. Mesela, bir güneş veya ay tutulmasının zamanının önceden ihbarı artık “gaybden haber vermek” değildir.

 

2. Kur’an’da Gayb

Kur’an-ı Kerîm’de geçen “gayb” kelimeleriyle. yukarıda tanımladığımız iki tür gaybın her ikisi birden kasdedildiği gibi. ayrı ayrı, mutlak ve izafî (basit) gayb’ler de ifade olunmuşlardır.

“De ki: …Eğer gaybı bilseydim (daha) çok hayır elde ederdim ve bana kötülük de dokunmazdı…”(7/188) Ayette. kıyametin ne zaman kopacağı gibi mutlak gayb’le beraber, hal ve gelecekteki izafî (basit) gayb, ikisi birden kasdedilmektedir.

“…Ey babamız, oğlun hırsızlık yaptı. (Gerçi) biz ancak bildiğimize şahitlik ettik, gaybı bilenler değildik. (Yani işin içyüzünü bilmiyoruz)” (12/81) Ayette izafî (basit) gayb kasdedilmiştir.

” …Onlar ki; gaybe iman ederler, namazı ikame ederler, kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.”(2/3) Bu ayette imana konu olan gayb, izafî ı basit) gayb değildir. Çünkü basit gayba inanmanın, muttakiler için övgüye sayan bir meziyet olarak, namaz kılmak ve infak etmekle beraber anılmasının mana ve hikmeti olamaz. O halde ayette kasdedilen, Allah’ın vc meleklerin varlığı, ahiret hayatı, hesap günü. cennet-cehennem… gibi konular, yani, ’mutlak gayb” dır.

 

3. Gaybı Kim Bilir?

Kur’an-ı Kerîm’de, genel anlamıyla gayb’ın ancak Allah tarafından bilineceğini kesin ifadelerle bildiren birçok ayet vardır. Sadece birkaçını verelim:

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez.. .”(27/65) “De ki: Gayb(ı bilmek) Allah’a mahsustur…” (1O/2O)

“Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Onları. O’ndan başkası bilmez…”(6/59) “Onlar: … Bizim bilgimiz yok, derler, gayb’leri bilen yalnız sensin, sen.”(5/1O9)

 

4. Allah’ın Gaybı Bildirmesi

Gaybın mutlak sahibi ve alimi olan Allah’ın, dilediği takdirde, dilediği kimselere gaybını bildirmesi aklen mümkün ve caizdir. Ancak bunun vuku bulmuş olduğu ve kimlere gaybın bildirildiği veya bildirilebileceği ancak nass’la bilinebilecek bir konu olduğundan, ilgili gibi görünen iki ayeti inceleyelim:

Birinci ayet “…Allah sizi gaybe vakıf (muttali) kılacak değildir; fakat AIlah, resullerinden dilediğini seçer, (onlara gaybı bildirir).”(3/179)

İkinci ayet: “O, gaybı bilendir; kimseyi gaybına vakıf (muttali) kılmaz. Ancak razı olduğu resulleri (vakıf kılar).” (72/26-27)

Bu ayetlerde, Allah’ın, gaybını ancak peygamberlere bildirebileceği; Peygamberler dışında hiç kimseye bildirmeyeceği hususu gayet sarihtir. Müfessirler bunlara dayanarak her çeşit kehanet iddialarını batıl saymışlardır. (Keşşaf tefsiri, 72/27 ayetinin yorumu)

Peygamberlere bildirilen gaybın türü ve bu bildirilmenin ne şekilde olduğu konusunda müfessir Taberî (O.31O H)’nin verdiği bir yorum aydınlatıcıdır.

“Gayb bilgisinden dilediğini nebilere indirir. Resulullah (s,)’a da Kur’an gaybı’nı indirmiştir. Onda (Kur’an’da), kıyamet günü vuku bulacak gaybı bize bildirmiştir.” (Tefsîr, 72/26-27 ayetlerinin yorumunda, Abdurrahman b. Zeyd’den) Bu tefsirden, yukarıda verilen ayetlerde kasdedilen gaybın, mutlak gayb olduğu ve bu gaybın ancak tebliğ olunan bir vahiyle (son peygambere Kur’an’la) bildirildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bildirilen gayb, peygamberler aracılığıyla bütün muhataplara iletilmek zorundadır.

Gaybın yegane iletim vasıtasının vahiy olması hikmetine mebni olmalıdır ki, bizzat Kur’an’a “Gayb” isminin verildiğini ifade eden tefsirlere rastlıyoruz.

“O (Muhammed), Gayb’den dolayı itham altında tutulamaz.” Müfessirler, bu ayette geçen “gayb”le “Kur’an”ın kasdedildiğini; özellikle müşriklere hitap eden bu ayetle, gaybî ihbarları ihtiva eden Kur’an’:

Tebliğ etmekte olan Hz. Peygamber (s)’in, yalancı, kahin ve benzeri ithamlarla zan altında bulundurulamayacağını bildirmektedir. (Taberi ve ibn Kesîr tefsirleri, ilgili ayet)

Bütün bunlardan, her peygambere olduğu gibi, son peygamber Hz. Muhammed (s)’e de, Kur’an’la bazı gayb’lerin bildirildiği kesinlik kazanmaktadır.

 

5. Kur’an’da Gayb Haberleri

Kur’an, mutlak gaybın yegane kaynağıdır. Kur’an’la bildirilen mutlak gaybe (Allah’a, meleklere, hesap gününe…) inanmamız kulluğumuzun gereği ve göstergesidir. Buna karşılık, Kur’an’ın (vahyin) dışında hiçbir beşer kaynağın mutlak gayb hakkında doğru haberler verebileceğine inanmamamız da teslimiyetimizin göstergesidir.Kur’an’da mutlak gaybın yanısıra izafi (basit) gayb haberlerinin de bildirildiğine şahit oluyoruz. Mazi(geçmiş), hal (şimdiki zaman) ve istikbal (gelecek) haberleri diye sınıflandırabileceğimiz bu gaybî ihbarlara ömekler verelim.

 

a) Mazi’den gaybî ihbarlar:

Kur’an’da, geçmiş toplumlara ve peygamberlere dair verilen kıssaların büyük bir kısmı muhataplarca biliniyor olmasına rağmen, bu bilgilerinin eksik ve yanlış yönleri de mevcuttu. İşte bu eksik ve yanlış yönler, Kur’an’da, Allah tarafından gaybî ihbarlarla tamamlanıp tashih edilmişlerdir.

“Bunlar, sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberleridir..” gibi ayetlerle bu tür ihbarlar kasdedilmiştir. (11/49, 12/1O2, 3/44,..)

 

b) Hal’den gaybî ibbarlar:

Hz. Peygamber (s). vahiy aldığı dönem boyunca, kendi gıyabında ve aleyhinde vuku bulan olayların ve sözlerin bir kısmından Kur’an’ın gaybî ihbarlarıyla haberdar edilmiştir. Hasr: 11-12; Muhammed: 16:Ahzab: 1O-2O; Tevbe; 42-52, 64,68, 73, 1O1, 1O7-11O; Munafıkün: 1- ayetleri, hep münafık ve Yahudîlerin, Resulullah (S)’ın gıyabındaki tutum ve davranışlarını, sözlerini ifşa eden gaybî ihbarlara örnektirler.

 

c) İstikbal’den gaybî ihbarlar:

Kur’an’da, İslamın ve müslümanların yakın ve uzak geleceğine dair birtakım gaybî haberlerin yanısıra (3/86; 5/13, 54. 24/55; 48/16, 2O. 28; 61/8, 9, 13 gibi) özel müstakbel ihbarlara da rastlanmaktadır:

Miladî 614 yıllarında; mecüsî İranlılar kitab-ehli olan Bizanslıları Suriye’de hezimete uğrattıklarında, Cenab-ı Hakk, 4 ila 9 yıl zarfında (arapça kelime bunu ifade ediyor) Bizanslilann galip geleceğini ihbar etmiş (3O/1-2) ve bu ihbar, 622 yılından itibaren gerçekleşmeye başlamıştır. Takip eden yıllarda ise Bizanslıların galibiyeti zirveye ulaşmıştır.

 

B. HZ. PEYGAMBER VE GAYB BİLGİSİ

1. Genel

Birinci bölümde, her çeşit gaybın ancak Allah tarafından bilinebileceğini ve O’nun tarafından peygamberlere vahiy yoluyla bildirilenlerin dışında hiç bir kimsenin, hiç bir gaybe vakıf olamayacağını ayetlerle işledik.

Acaba bu genel kaideden Hz. Peygamber (S) istisna edilemez mi? Allah dilerse, vahyi vasıta kılmaksızın, Hz. Peygamber (S)’e bazı gaybleri bildiremez mi?

Aklen mümkün ve caiz olan bu durumun “vuku” bulduğuna dair, subütu ve delaleti kesin bir nassın olmadığım; yukanda, Cinn: 26-27 ayetlerini tahlil ederek ortaya çıkarmış bulunuyoruz.

Ayrıca “De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Ve ben gaybı da bilmem; size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” (6/5O, benzeri: 11/31) gibi ayetler, Hz. Peygamber (S)’in vahiy yolunun dışında, gaybı bilebileceği ihtimalini tamamen yok ediyor, kanaatındayız.

Hz. Peygamber (S)’in hayatından bazı meşhur olayların ve sözlerin Kur’an ayetleriyle nasıl uyum sağladıklarını örneklemeye geçmeden önce, zihinlerde oluşması muhtemel bir soruyu hatırlatalım.

Resülullah (S), Kur’an-dışı vahiy almamış mıdır? Kur’an’da bulunmayan bir çok rivayetlere bize gelen gaybî ihbarlar bu tür bir vahiyle bildirilmiş olamaz mı!

Kur’an-dışı (gayr-ı metlüv) vahiy iddiası ötedenberi savunulan bir tezdir. Resülullah(S)’in her söylediğinin veya -en azından- din ile ilgili konuşmalarının vahiy olduğu iddiasına, gerçekte, Kur’anî bir mesnedin bulunmadığı hususunu başka geniş bir incelemeye bırakarak, şimdilik, bu konuda Buharî’den birkaç yerde geçen bir rivayeti vermekle yetiniyoruz:

Şîa’nın iddiasına göre, güya, Hz. Peygamber (s), Ehl-i Beyt’e hususî vahiyler tebliğ etmiştir. Sahabeden Ebu Cuhayfe (r), Hz. Ali (r), ye, bu iddiayı kasdederek soruyor: “Sizin yanınızda Allah’ın kitabından ve AIlah’ın her müslümana bahşettiği kavrayıştan ve bir de şu sahîfe’den başka birşey yoktur.”(Buharî: K:3.B: 39, K: 56, B: 24, 31 K: 96, B: 5: Fethu’l-barî, Beyrut Basımı C.l.s.2O4 Aynı hadislerden sözü edilen ’sahîfe”nin; Hz. Peygamber(s)’in Medine’ye hicretinden kısa bir süre sonra yazdırdığı, bütün Medine halkımn hukukunu tanzim eden ve İbn Ishak (ö. 151 H) sîretinde tam metnini bulabildiğimiz “Medine Anayasası” olduğunu çıkarabiliriz. (Ibn Hişam Kahire Basımı C.l-2,s.5O1-5O4)

 

2. Mazi Bilgisi ve Peygamber

Hz. Peygamber (s), Allah’ın bildirdiği gayb haberlerinin dışında geçmişe dair vasıtasız hiçbir bilgiye sahip bulunmadığı gibi, bu kabil haberleri bilme sorumluluğu ve konuşma yetkisi de yoktur.

Ashab-ı Kehfin sayıları hakkında üçtür, beştir.. gibi “recmen bi’l-ğayb” . (mesnedsiz tahminlerde) makam tayin eden kimselere, Hz. Peygamber (s)’in şöyle söylemesi emredilmiştir: “De ki: ’Onların sayısım en iyi bilen Rabbim’dir” Onlan pek az kimseden başkası bilmez. Onlarla (bu konuda) tartışırken sana bildirilenden başka birşeyle tartışma ve onlar (Ashab-ı Kehf) hakkında kimseden birşey de sorma.”(18/22) Ayet mealinde altı çizilen bölüm, Taberî tefsirinde Mücahid’in yorumu esas alınarak meallendirilmiştir.

Demek ki Hz. Peygamber (s) geçmişe ait gaybi konuda, ne Allah’ın bildirdiğinden fazlasını söyleyecek ne de başkasına danışacaktır.

 

3. Hal Bilgisi ve Hz. Peygamber

“Risalet hayatı boyunca, çeşitli yerlerde gıyabında cereyan eden sayısız hadiseleri Hz. Peygamber’in şahsen bilmekte olduğunu iddia etmek, onu beşer hüviyetinden çıkarmak demektir. Muhiti haricindeki hadiseler bir yana, kendi çevresinde fakat gıyabında vukü bulan şeyleri, söylenen sözleri, zihinlerden geçirilenleri vahiy olmadan Hz. Peygamber’in bildiğine delil olabilecek Kuran-ı Kerîm’de hiç bir ayet bilmiyoruz.” (Prof. Dr. M. Said Hatiboğlu-Gaybî Hadisler Mes’elesi, A.Ü. îlahiyat Fakültesi Ders Notları, s.8) Resulullah (s)’ın hayatından, hal gaybını da bilmediğini te’yid eden bir çok olay ve rivayetlerin sadece bir kaçını vermekle yetineceğiz:

a) Hz. Peygamber (s)’in bazı istihbaratçılar istihdam ettiği tarihen bilinen bir gerçektir. Bunlardan bir kaçının ismi zikredilmektedir. (Mesela, Muslim: K:33, hadis:145, Cuheyne’li ikisi için bkz. îbn Sa’d, c.2, s.617) Demre’li Amr.b. Umeyye ise bu işte en başanlı olup müslüman olmadan önce de aynı görevi yapmıştır. (M. Hamidullah-İslam Peygamberi, 3.B..C.1.S.317-322)

Daha önce müslüman olmasma rağmen ancak Mekke’nin fethinde İslamiyetini izhar eden Hz. Abbas (r)’ın, Mekke’den müşriklerin durumunu Resulullah (s)’a rapor ettiği de bildirilmektedir. (El-îstîab, Hz. Abbas maddesi)

Gaybı bilen bir insanın böylesi beşeri yollara baçvurması gereksiz olurdu.

 

b) Resulullah (s), vahiyle ikaz edilmedikçe muhatabının sözlerindeki yalanlara -her zaman- vakıf olamamaktadır. Münafıklann, söyledikleri hilafına olan kötü niyetleri, çoğu durumlarda ayetlerle ifşa edilerek Hz. Peygamber (s) durumdan haberdar edilmiştir. (47/29-3O, 68/8,9/42-43, 64,94) Çünkü Hz. Peygamber (s)’in, çevresindekilerin içyüzlerini bilmesi münafıkları tanıması -açık deliller mevcut olmadıkça -mümkün olmamaktadır. Allah Tevbe/1O1, ayetinde şöyle buyuruyor: “Çevrenizdeki bedevilerden ve Medîne halkından nifak üzerinde direnen münafıklar vardır. Sen onlan bilmezsin, onları biz biliriz…”Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s) huzurundaki ve çevresindeki ikiyüzlüleri tanıyamamaktadır.

 

c) Mureysî gazvesi dönüşünde, Resulullah (s)’ın mubarek zevcesi Hz. Aişe (r)’ye münafıklarca en iğrenç iftira (ifk) yapılmış ve Medîne kısa zamanda bu azim iftirayla çalkalanmıştır. Hz. Peygamber (s), sevgili zevcesi hakkındaki bu dedikodulan kesinlikle tekzib edememiş çaresizlik içerisinde ashabıyla istişarede bulunmuş, bu arada Hz. Aişe (r)’yi de babasının evine göndermiştir. Günlerce süren ve hem Resulullah (s) hem de zevcesi için ızdırap veren bu ahval içerisinde, bir gün Hz. Peygamber (s) hasta yatmakta olan Hz. Aişe (r)’nin başı ucunda, ona şu sözleri söylemektedir:

 

“Ey Aişe, senin hakkında bana şöyle şöyle haberler ulaştı. Eğer günahsız isen Allah seni mutlaka temize çıkaracaktır. Yok eğer bir günaha bulaştı isen Allah’dan mağfıret dile, O’na tevbe, et…” (Birçok kaynak meyanında, Buharî, tefsîr, 24. Sure. B;)+ K;52. B;15. K;64, B;34, Muslim; K;49, hadis: 56, İbn Hişam, C.1-2,s.3O1 Taberî-Tefsir, 24, 11 ayetinin yorumu)

 

Şayet Hz. Peygamber (s) gaybı bilseydi, bu hitabından kısa bir süre sonra, Kur’an’la masum olduğu kıyamete kadar bütün insanlara ilan edilen Hz. Aişe (r)’yi ta kalbinden yaralayan ve göz pınarlarındaki yaşları kurutan bu sözleri sarfederler miydi?

Bu tasvir, gaybı bilme istidadında olmayan bir peygamberin hayatından , ızdıraplı bir kesiti sergilemektedir.

Sonunda bildirilen gayb ise kıyamete kadar okunan Kur’an olmuştur. ;(24/1O-2O) Bu nokta unutulmamalıdır.

 

d) Hicretin 9 yılında Tebük Seferine çıkılmadan hemen önce, Medîne’nin Kuba yakınlarındaki bir banliyösünde oturan bazı kimseler, Peygamber Mescidi’ne gelişin zorlaştığı yağmurlu ve soğuk günlerde namaz kılmak amacıyla bir semt mescidi inşa ettiklerini haber vererek, Resulullah (s)’tan, gelip ilk namazı kıldırmak suretiyle mescidlerini meşrulaştırmasını rica ederler. Hz. Peygamber (s), teklifi kabul etmekle beraber, sefere çıkmak üzere olduğundan bu küşadı (açılış) sefer dönüşü yapacağına dair onlara söz verir. Oysa sefer dönüşü esnasında Allah Teala, vahiyle, yeni mescidin münafıklarca bir klik oluşturmak, müslümanları zarara, küfre ve tefrikaya düşürmek amacıyla inşa edilmiş olduğunu ihbar ederek Resülune, o mescidde asla namaz kılmaması emrini verir.(9/1O7-1O8) Bunun üzerine Hz. Peygamber (s), birkaç müslüman göndererek sonradan “Dırar Mescidi” diye anılacak bu fe sat yuvasını yıktırır. (Ibn Hişam: 1-2/529-3O, Vagıdî, 1O45-49, Taberî-Tefsîr, 9:1O7 ayeti yorumunda da) Bir kere daha, Hz. Peygamber(s)’in, karşısındaki münafıkların kalblerindekini bilmediğini müşahade etmekteyiz.

 

e) Hz. Peygamber, aynı zamanda “ulu’l-emr”i bulunduğu müslümanlar için ve hatta bütün Medîne ehli için son kaza (yargı) merciidir (4/64, 65, 1O5, 2/213, 5/48)

Ancak, hüküm vermede Kur’an’ı Kerîm’i esas almasına rağmen, Hz. Peygamber, davacılarca veya şahitlerce verilen ifadelerin doğru veya yanlışlığını nasıl tefrik edebiliyordu? İşte aşağıda verilen ifadeler “gaybı bilmeyen” bir peygamberin bu konudaki endişe ve uyarısını dile getiriyor:

 

“Ben ancak bir beşerim. Siz bana bazı davalarla geliyorsunuz. Mümkündür ki bazınız (haksız olduğu halde) savunmasını (karşı taraftan) daha iyi yapabilir ve ben de duyduklarıma dayanarak (isabetsiz) bir hüküm verebilirim. Böyle bir durumda, kardeşinin hakkında kendi lehine bir şey hükmettiğim (haksız) bir kimse sakın onu almasın. Çünkü kendi lehine hükmettiğim (gerçekte) ateşten bir parçadır onun için.” (Muvatta: K:36, B:1; Buhari:K:46, B:16 ve diğer yerler Müslim: K:3O, hadîs:4 ve 5)

 

Bu bölümü bitirirken, büyük imam ve büyük alim Ebu Hanife (r)’nin de gayb ile ilgili görüşünü verelim:

“..Kalblerde olanı ancak Allah ve Allah’ın kendisine vahyettiği bir peygamberden başka kimse bilemez. Vahiy olmadan, kalblerde bulunanı bildiğini iddia eden, Alemlerin Rabbi’nin ilmine sahip olduğunu iddia etmiş olur. Kalblerde ve hariçte, Allah’ın bildiğini kendisinin de bildiği iddiasında bulunan insan büyük bir cürüm işlemiş cehennem ve küfrü hak etmiş olur.” (İmam-ı Azım’ın Beş Eseri, Çev. Mustafa öz, İstanbul, 1981, s.29, Arapça metin., s.24)

 

4. İstikbal Bilgisi ve Peygamber

Kur’an-ı Kerîm’de bütün peygamberlerin, kendilerinden sonraki olaylar hakkında bilgi sahibi olmadıklarına işaret eden ayetler vardır. (5/1O9, 116-117)

Son Peygamber Hz. Muhammed(s)’m de bu konuda bir ayrıcalığının olmadığı, yukarıda temas ettiğimiz “De ki: …Ve ben gaybı da bilmem…” (6/5O) ve “De ki:…Eğer gaybı bilseydim (daha) çok hayır elde ederdim..”(7/188) gibi ayetlerle açıklığa kavuşuyorsa da, ilave olarak iki ayet ve Resulullah (s)ın hayatından bu ayetleri te’yid eder birkaç olay vererek konuyu biraz daha netleştirmeye çahşacağız.

 

Birinci ayet : 34

“Kıyametin (ne zaman kopacağının) ilmi ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru O yağdırır ve rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. (Her şeyi) bilen ve (her şeyden) haberi olan Allah’tır.”

Bu ayetin meali, pek cüz’i farklarla hadis olarak da rivayet olunmuştur. (Mesela, Buharî: K:65, Tefsir, Luqman Suresi) Hz. Aişe (r)’den aşağıya alacağımız rivayet ise, ayet mealindeki “Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez.” hükmünün şumülü hakkında bize fikir vermektedir.

Hz. Aişe (r)’den rivayet olunan biraz uzunca hadisin konumuzla ilgili olan bölümü şöyledir:

“Üç şey var ki, kim bunları iddia ederse Allah’a en büyük iftirayı yapmış olur. (…) Ve kim, O (Hz. Peygamber) yarın ne olacağını haber vermiştir, derse Allah’a en büyük iftirayı yapmış olur, çünkü Allah “De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez.”(28/65) buyurmuştur.” (Müslim: K: 1, hadis: 287)

 

Buharî’de ise rivayetin son bölümü şöyledir:

“…Ve kim sana, O (Hz. Peygamber)yarın ne olacağını biliyordu, derse şüphesiz yalan söylemiş olur. Çünkü Allah “Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez (31/74) buyurmuştur.” (Buharî:K:65. Tefsir, Necm Suresi, B:1

Buharî’den, ilgili bir olay daha: Bir evde toplanan ve def çalarak Bedr’de şehîd düşen yakınlarına ağıt yakan kadınların yanına Resulullah (s) girince, ağıtçı bir kadın aynı nağme ile “Ve aramızda yarını bilen bir Nebî var!” diye ağız değiştirince Resulullah (s) şöyle buyurur: “Hayır, böyle söyleme (başka bir yerde ’bırak onu’) önceki söyledîklerini söyle!” (Buharî: 64, B:12, K:67. B:48)

Şarih İbn Hacer, bu haberden şu sonucu çıkarmaktadır. “Hadiste, gayb ilminin yaratılmışlardan bir kimseye nisbet edilemeyeceği hükmü de var.” (Fethu’l Barî, s.7, s.316, hadis: 4OO1)

 

İkinci ayet Ahqaf:

“De ki: (Diğer) Peygamberlerden benim bir yeniliğim (farkım veya üstünlüğüm) yok. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım:” (Ayetin ilk cümlesini Razî tefsirinde zikredilen bir görüşü tercih ederek meallendirdik)

Bazı müfessirler “Bana ve size ne yapılacağını bilmem.” cümlesiyle dünyadaki geleceğin kasdedildiğini belirtirler. (Taberî-Tefsîr, ilgili ayet) Ancak bize göre, ayetin manası, Allah’ın vahiyle bildiklerinin dışında dünyadaki geleceği de, ahirettekileri de kapsamaktadır. Aşağıda vereceğimiz olay bu kanaatımızı te’yid edici niteliktedir:

İlk müslümanlardan ve ilk muhacirlerden, ifrat derecede zahidane bir hayata düşkün Hz. Osman b. Maz’ün (r), Medine’de Ummu’l-Ala isminde bir kadının evinde misafirken vefat etmiştir. Resulullah(s) techîz ve tedfininde bulunmak üzere Ummu’l-Ala’nın evine vardığında kadın şöyle haykırmaktadır: “Ey Osman, şehadet ederim ki şu anda Allah sana ikram etmektedir.” Resulullah (s) hemen müdahale eder: “Allah’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun” Kadın: “Anam babam sana feda olsun ya Resulullah, peki Allah (ona etmesin de) kime ikram etsin?” Resulullah(s) buyurur: “Bakın, Osman’a (Allah’ın takdir ettiği) ölüm ulaşmıştır. Ben-şahsen- onun için hayır ümit etmekteyim. Fakat -Vallahi- ben, peygamber olduğum halde, bana ve size ne yapılacağını bilmem.”

Ummu’l-Ala (r) ilave ediyor” “Vallahi, bu olaydan sonra hiç kimseyi asla tezkiye etmedim. (Yani ahiretteki durumu hakkında konuşmadım)”

Bu rivayet Buharî’de çeşitli yerlerde (mesela, K:91, B:27) olmak üzere birçok kaynakta yer almaktadır.

Bu konuda son olarak İmam Malik (r)’ın Muvatta’sından bir rivayet verelim: “Resulullah (s) Uhud şehitleri için ’Bunların lehinde (Allah katında) şehadet ederim” deyince, Ebu Bekr(r) ’Ey Allah’ın Resulu, biz de onların kardeşleri değil miyiz?’ der. Bunun üzerine Resulullah (s) buyurur: ’Doğru, fakat benden sonra neler yapacağınızı bilmiyorum ki” (Muvatta, K:21, B:14, hadis: 32).

SON SÖZ

Kur’anî veriler ve Resulullah (s)’ın hayatından bu verileri te’yid eden olay ve rivayetlerle vardığımız sonuçları şöyle özetleyebiliriz:

1) Allah’tan başka hiçbir kimse gaybı bilemez.

2) Allah, her çeşit gayb haberlerinden dilediğini, yalnız peygamberlerine, vahyederek bildirmiştir.

3) Son Peygamber (s)’e bildirilen gayb haberleri, Kur’an’da yer almış olanlardan ibarettir.

4) Bunun dışında, “Allah gaybı, dilediğine -dilerse- bildirir” formülüyle, peygamberin dışındaki bazı kimselere de gaybın bildirildiği iddiası -nereden gelirse gelsin- batıldır.

Resulullah (s)’ın hayatına dair, Kur’an-ı Kerîm dışında bize intikal etmiş her eser (tefsîr, hadîs, sîret, tarih…) bu hususlar gözönüne alınarak okunursa ayıklanması gereken birçok rivayetlerin mevcudiyetinin hemen farkına varılacaktır.

Geçmişte ve günümüzde, hurafe ve safsatanın menfezi olan bu zihniyetin (gaybın bilinebileceği iddiasının) sahiplerini Kur’an-ı Kerîm’i ve Resulullah(s)’ın sarîh sünnetini -basiret üzere- anlamağa davet ediyoruz. ( Hikmet ZEYVELİ, İktibas Dergisi, Sayı: 122, Şubat-1987)

posted in İLAHİ NİTELİKLERE SAHİP | 1 Comment