-
6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TÜRKÇE KUR’ÂN ÇEVİRİLERİNDE
“NEFS – RÛH”
KELİME ÇİFTLERİNDEKİ KAVRAM KARGAŞASI

1. Kur’ân-ı Kerîm Nefs ve Rûh kavramlarının eşanlamlı olmadıklarını ve olamayacaklarını apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Buna rağmen bu fark, çoğu kez, avâm tarafından da okumuş zümre tarafından da idrâk edilemeyebilmektedir. Bu iki kavramın yalnızca Arapça’da değil, diğer dillerde de eşanlamlı olmadığının en güzel kanıtı bu kavramlara verilen isimlerin farklılığıdır:

Dil Nefs’in karşılığı Rûh’un karşılığı
1. Eski Yunanca’da psuhe (ψυχή) nous,pneuma (νοΰς, ςνεϋμά)
2. Lâtince’de anima spiritus
3. Almanca’da die Seele der Geist
4. Arapça’da en-nefs er-rûh
5. Farsça’da nefs ruh
6. Felemenkçe’de de ziel de geest
7. Fransızca’da l’âme l’esprit
8. İngilizce’de the soul the spirit
9. İspanyolca l’alma el espíritu
10. İtalyanca’da l’anima lo spirito
11. Osmanlıca’da nefs rûh
12. Rusça’da duşa (душа) duh (дух)
13. Türkçe’de can tin1

Eski Yunanca’da psuhe (nefs) ve logon (bilim) kelimelerinden türetilmiş olan Psikoloji’nin delâlet ettiği etimolojik anlama riâyet edilirse bunun, aslında, “Nefsbilim” diye tercüme edilmesi gerekir. Nitekim bu ilim dalı Cumhûriyet’in ilânına kadar medreselerimizde ve Dârülfünûn’da, arapça kalıba uygun olarak, “İlmü-n Nefs” diye okutulagelmiştir. 1933 yılında yapılmış olan Üniversite Reformu’ndan sonra ismi, maalesef kalıcı bir kavram kargaşası ihdâs edecek şekilde, “Rûhbilim”e dönüştürülmüştür. Ve buradan yola çıkılarak da: “rûh hastalıkları”, “rûh hastalıkları hekimi” ve “rûh hastalıkları hastahânesi” gibi terimler türetilmiş ve bunlar, maalesef, umûmun artık kabûl etmiş olduğu standartlar olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bu durumda, avâmın diline pelesenk olmuş olan: rûhu bile duymamak, rûhunu şâd etmek, rûhunda güneş açmak, rûh çöküntüsü, rûh hâleti, rûhun derinlikleri,  rûh karmaşası, rûh sağlığı, rûh çağırmak, rûh göçü (reenkarnasyon), rûh ötesi, rûh hastası, rûh hekimi, rûhuna işlemek, rûhunu karartmak, rûhunu okşamak, rûhunu okumak, rûh bahş (rûh bağışlayan), rûh efzâ (rûha canlılık veren), rûh fersâ (rûhu yıpratan), rûh nüvâz (rûhu okşayan), rûh perver (rûhu besleyen) ve benzerleri gibi deyimler, ancak “rûh” yerine “nefs” ikame edildiği zaman gerçeği yansıtabilecek bir anlam kazanan “galat-ı meşhûrlar”dır, yâni meşhûr yanlışlardır.

Terminolojide Cumhuriyet döneminde vuku bulan bu ânî değişiklik, sanki, Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Ve sana Rûh’dan sormaktalar. De ki: Rûh Rabb’imin emrindendir. Ve size de ilimden pek az verilmiştir” (XVII/85) âyetine karşı bir çeşit meydan okuma gibidir. Rûh hakkında insanlara pek az bilgi verilmiş olduğunu telkîn ve te’yid eden bir husus da Kur’ân-ı Kerîm’de “nefs” ya da onun çoğulu olan “enfüs” kelimesinin 268 kere yer almış olmasına karşılık “rûh” kelimesinin “rûhü-l kuds” (4 kere) ve “rûhü-l emîn (1 kere) terkibleriyle birlikte yalnızca 20 kere yer almış olmasıdır.

İşin ilginç yanı: “rûh” kelimesinin gramer açısından çoğulu olan “ervâh” kelimesinin Kurân-ı Kerîm’de hiç bulunmamasıdır. Denilebilir ki Allah indinde yalnızca “Rûh” vardır, “ervâh” yoktur. Ervâh insanların ihdâs etmiş olduğu beşerî bir izâfettir.

Cenâb-ı Hakk VII. A’râf sûresinin 172 âyetinde bile: “Ve iz ehaze rabbüke min benî âdeme min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu belâ şehidnâ…” yâni: Ve Rabb’in Âdemoğulları’nın sulbundan soylarını çıkardığı zaman onların nefslerini şâhid tutarak: ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ demişti de onlar da ‘Evet, şâhidiz’ demişlerdi…” buyurmaktadır. Halk arasında bu hâdise “Elest Meclisi” ya da “Rûhlar Meclisi” diye yayılmıştır ki bizzât âyetin lafzı bunu yalanlamakta ve söz konusu mecliste rûhların değil nefslerin bulunduğunu beyân etmektedir.”

Dikkat edilmesi gereken önemli iki ipucu Kur’ân-ı Kerîm’de XXXIII. Ahzâb sûresinin: “Biz Emânet’i göklere, Arz’a ve dağlara arzettik. Onlar bunu yüklenmekden kaçındılar. Ve bunu insan yüklendi…” meâlindeki 72. âyeti ile XXXVIII. Sâd sûresinin: “Rabb’in meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Onu şekillendirip içine Rûh‘umdan üfürdüğümde sizler de ona secde edenlerden olun!” şeklindeki 71. ve 72. âyetlerinde bulunmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın insandan başka herhangi bir mahlûka daha Rûh‘undan üfürmüş olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur2. Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husûs da şudur ki Cenâb-ı Hakk, beşere Rûh’undan üfürür üfürmez bütün meleklerin beşere secde etmelerini yâni beşere tevdi edilmiş olan bu İlâhî Emânet‘e karşı, tıpkı Allah’a gösterilmekte olan üstün saygı gibi, bir saygı göstermelerini emretmektedir…

Her insan potansiyel olarak, yâni bilkuvve: 1) bu şerefe sâhiptir, ve 2) Allah’ın Arz’daki potansiyel (bilkuvve) Halîfesi’dir. Ama bunu potansiyel olmakdan reel olmaya, yâni bilkuvve olmakdan bilfiil olmaya dönüştürmek ise herkesin kârı değildir.  (Prof. Ahmed Yüksel Özemre)

[1] Rûh’un eski Türkçe’deki karşılığı: “Tın”, Türk Dil Kurumu Türkçe’sindeki karşılığı ise: “Tin”dir.
[2] Târih boyunca bâzı yazarların hayvanların ve bitkilerin de sanki rûhları varmış gibi “rûh-i hayvânî” ve “rûh-i nebâtî”den söz etmiş olmaları, yalnızca, hayâl ve vehimlerinin telkin ve etmiş olduğu terimlerdir. Ontolojik temeli bulunmayan bu terimler bu zevâtın bir sürü spekülâsyonuna temel teşkil etmiştir..

http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=215&Itemid=57

posted in RUH-BEDEN | 0 Comments

6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN DA RUH

Ruh kavramı bugüne kadar dinli veya dinsiz, Müslim veya gayrimüslim birçok kişinin ilgi alanına girmiş, cahil veya bilgin birçok kimse tarafından ruh hakkında yüzlerce kitap kaleme alınmıştır. Bu eserlerde genellikle şu konular işlenmiştir:

 

97Kadr 4-Melekler (haberciler), içlerinde ruh olduğu halde, Rabblerinin izniyle iner dururlar dururlar; her bir işten.

 

RUH:

  • Ruh nedir?
  • Ruh kaç tanedir?
  • Ruhlar nerede bulunur?
  • Ruh ve nefis aynı şey midir?
  • Ruh cisim midir, mahlûk mudur, enerji midir, kozmik bilinç midir, melek midir, varlıkların aslı mıdır?
  • Ruh şeffaf, billûr, cins-i lâtif midir?
  • Ruh mu yoksa ceset mi önce yaratılmıştır?
  • Ruh ölür mü?
  • Ruh kabirde cesede geri döner mi?
  • Dirilerin ruhları ölülerin ruhlarıyla buluşur mu?
  • Her şey ruhtan mı meydana gelmiştir?
  • Hayatı, hareketi, idraki sağlayan güç ruh mudur?
  • Ruhun insanî, hayvanî, nebatî olmak üzere çeşitleri var mıdır?
  • Olgun ruh ile geleceği görebilmek, gelecekten haber verebilmek, zaman ve mekân dışına çıkmak mümkün müdür?
  • Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili bu eserlerde ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir ve reenkarnasyon [ruh göçü] gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır.

Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili eserlerde ayrıca, ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir, reenkarnasyon gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır.

İnsanlık çok eski çağlardan beri bu konuların ardına düşmüş, psikoloji biliminin gelişmediği ve kuramlaşmadığı bu uzun süreçte vahyin doğrulamadığı, modern psikoloji biliminin de desteklemediği pek çok görüş ve anlayış ortaya çıkmıştır. Vahiy kontrolü dışında gerçekleşen zihin işçiliğinin en belirgin örneklerinden biri olan eski Yunan Felsefesi kendi döneminde çok etkili olmuş, bu vahiy dışı felsefenin zihnin gizemli labirentlerindeki akıl sürçmeleri VIII . Yüzyılın ortalarında başlayan tercüme hareketleri sonrasındaki süreçte bazı Müslüman bilginleri de etkisi altına almıştır. Dolayısıyla evrensel merak konularından biri olan ruh ve ruha ilişkin konular İslâm dünyasının da ilgi alanına girmiştir. Bazı Müslüman düşünürler eski Yunan-Lâtin kabullerini güya İslâmileştirerek kitaplarında İslâmî bilgiler olarak takdim etmişler, ruhun mahiyeti ve çeşitleriyle ilgili olur olmaz düşüncelerle dolu yüzlerce risale ve ciltlerce kitap yazmışlardır. Bu konuda yazılan en ciddî eser, İbn Kayyim el-Cevziyye [1299–1351, Hicrî 691–751] tarafından kaleme alınan Kitâbu’r-Rûh ‘dur. Ayrıca İmam Gazâlî de eski Yunan felsefesinden derlediği bilgileri muhtelif eserlerinde dile getirmiştir. Ancak bunların hepsi de Kur’ân’ın ifade ettiği “ruh” kavramından çok uzaktır. Sonuç olarak bugüne kadar bu konuda Kur’ân kaynaklı ciddî bir çalışma yapılmamış, tabir yerinde ise asırlardan beri havanda su dövülmüştür. Ne var ki, yazarlarının isimlerinin önünde saygınlık belirten unvanlar bulunan bu kitaplardaki bilgiler hem doğru, hem de İslâmî kabul edilmiştir. Fakat asıl esef edilmesi gereken konu, bin dört yüz seneden beri yazılmış olan “tefsir” adlı kitapların hiç birinin Kur’ân’a dayandırılmamış olması ve bu kitaplarda hep “Rivayet Tefsiri”nin ön plâna çıkarılmış olmasıdır. Her bakımdan açık ve mufassal olan Kur’ân’ın bir takım asılsız rivayetlere ve İsrailiyat kaynaklarına kurban edilmesi Müslümanlar için çok acı bir durumdur. Öyle ki, rivayetlerin çokluğu ve farklılığı zihinleri iyice karıştırmış, gerek temel kavramlarımız ve gerekse inanç ve amel konularındaki bilgilerimiz çoğu zaman bu rivayetler doğrultusunda şekillenmiştir.

 İnsanlar, tümü psikoloji bilimi kapsamında olan ve İslâmî olmayan bu konuların arkasına, eski çağlardan başlamak üzere, yani psikoloji biliminin gelişmediği, kuramlaşmadığı dönemlerden itibaren düşmüşlerdir. “Bilgin” etiketli bazı Müslümanlar da, Eski Yunan-Lâtin kabullerini kitaplarında İslâmî bilgi gibi lânse etmişler ve ruhun mahiyeti, çeşitleri vs. ile ilgili, olur olmaz düşüncelerle dolu ciltlerle kitap, risale yazmışlardır. Bu konuyla ilgili en ciddî eseri İbn Kayyim el-Cevziyye (1299-1351, hicrî 691-751) “Kitab-ür-Ruh” adıyla yazmıştır. İmam-ı Gazâlî de Eski Yunan felsefesinden derlediği bilgileri muhtelif eserlerinde dile getirmiştir. Ancak bunların hepsi de, Kur`an`ın ifade ettiği “ruh” kavramından çok uzaktır. Sonuç olarak bugüne kadar bu konuda Kur`an kaynaklı ciddî bir çalışma yapılmamış, tabir yerinde ise asırlardan beri havanda su dövülmüştür. Ama bu eserleri yazanların isimlerinin önünde “imam” veya “hazret” gibi unvanlar bulunduğu için, bu kitaplarda yazılanlar da maalesef hem İslâmî bilgi sayılmış hem de doğru kabul edilmiştir. Fakat bu gibi kitaplardan önce esef duyulması gereken asıl konu; bin dört yüz seneden beri yazılmış olan “tefsir” adlı kitapların hiç birinin Kur`an`a dayandırılmamış olması ve bu kitaplarda hep “Rivayet Tefsiri”nin ön plâna çıkarılmış olmasıdır. Bunun sonucu olarak ise, açık ve mufassal olan Kur`an, onun bunun rivayetine (söylentisine) özellikle İsrailiyat kaynaklılarına kurban edilmiş, dolayısıyla temel kavramlarımız, inanç ve amellerimiz rivayetler doğrultusunda şekil almıştır. Rivayetlerin çokluğu ve farklılığı ise yanlış yönlendirilmiş kafaları iyice karıştırmıştır.

Tekrar “ruh” konusuna dönülecek olursa, öncelikle şunun belirtilmesi gerekir ki, yukarıda sayılan konular arasındaki “ruh” kavramının araştırılıp incelenmesi dinin değil psikolojinin konusudur. Psikoloji ilmi geliştikçe Kur’ân’ın bu alandaki müteşâbih sözcüklerinin de muhkemleşeceği kesindir. Kur’ânî ve bilimsel olmamasına rağmen sırf saygın unvanlı isimlerce ileri sürülüp kitaplara geçirilen bir takım ilkel görüşler, bu tür müteşâbih konuların teviline(öncelik sırasına konmasına)  katkı sağlaması bir yana, meselelerin daha da kördüğüm olmasına yol açacak bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle o tür görüşlerin nakli ve tahlili yerine, Kur’ân’daki “ruh” kavramının yine Kur’ân ile açıklanması yoluna gidilmelidir. Amacımız Kur’ân’ı belirsiz rivayetlerle değil, Kur’ân’ın kendi iç imkânlarıyla anlamaya ve açıklamaya gayret etmektir.

Ruh sözcüğünün esas anlamı “can” demektir. Bu sözcük “vücuh” ifade eden yani eş anlamlı bir sözcük olup, hakikat ve mecaz olarak birçok anlamda kullanılır.

Sözcük, ansiklopedik anlamda ise; “Genel olarak varlığın maddî olmayan boyutu ya da özü” olarak tarif edilmiştir (Ana Britannica, cilt:26, s:383). Bu anlam ile, uyku anında geçici olarak, ölüm anında ise sürekli olarak bedenden ayrılan “nefis”, yani beyindeki ana fonksiyon olan bilinç kastedilmiştir.

“Ruh” sözcüğü, yukarıda verdiğimiz hem sözlük hem de ansiklopedik anlamlara uygun olarak, “manevî benlik” ve “can” kavramları ile eş anlamlı kabul edilmiştir. Geniş anlamda; “canlılık, duygu” demek olan ve ayrıca “karakter” anlamına da gelen “ruh” sözcüğü, mecazen bir şeyin en önemli, en can alıcı noktası, özü için kullanılır. Meselâ pasif kimseler hakkında kullanılan “ruhsuz” sıfatı sözcüğün geniş anlamına, “meselenin, bütün ruhu buradadır” şeklindeki deyimleşmiş cümle de mecaz anlamına birer örnek teşkil eder. Sonuç olarak, “ruh” sözcüğü ile yukarıdaki anlamlar merkezli yüzlerce deyim meydana getirilmiştir.

“Ruh” sözcüğü dinî terim anlamında çok genel şekilde; “İnsan bedeni yaratıldıktan sonra, tanrı tarafından üflenmek suretiyle varlığa kazandırılan canlılık” (!) olarak tanımlanmaktadır.

 

RUH SÖZCÜĞÜNÜN KUR`AN`DAKİ KULLANIMI:

Ruh” sözcüğü Kur`an`da; “İlâhî esinti, vahy/ bilgi” anlamında kullanılmıştır. Vahyin, bilgisizlikten ölü sayılan kalbe hayat verdiği, canın bedendeki işlevi ne ise vahyin de kişiler ve toplum için işlevinin aynı olduğu, yani kişileri ve toplumu kokuşmaktan koruduğu düşünülürse, “ruh” sözcüğünün sözlük, ansiklopedik ve dinî terim anlamlarıyla Kur`an`daki anlamı arasında bir paralellik var gibi gözükebilir. Ama sözcüğün kullanıldığı ayetler incelendiğinde, bu paralelliğin “ruh”un ne olduğunda değil de, sadece insan üzerindeki etkileri konusunda olduğu anlaşılmaktadır.

Kur`an`da bahsedilen “ruh”, yani “ilâhî esinti, vahy (bilgi)”, sadece isteyerek bu “ruh”a sahip olan ve bu “ruh”u hayatına geçiren kişilere ve toplumlara anlamlı bir canlılık veren, onları kokuşmaktan koruyan bir şeydir. Fakat asla, ölümün dışındaki canlılığı temsil eden ve her türlü rezilliği de kapsayan sihirli bir nefes değildir:

İsra; 85: Ve sana ruhtan sorarlar. Deki: “Ruh Rabbimin emrindendir (işindendir). Size ise az bilgiden başka, bir şey verilmemiştir. ”

Mümin; 15: O Refi`dir, dereceleri yükseltendir, Arş`ın sahibidir. Buluşma
günü hakkında uyarmak için kendi emrinden/ kendi işinden olan ruhu kullarından dilediğine ilka eder (bırakır).

Not: Bu ayette ruhun inişi “İlka (bırakmak, koymak)” sözcüğüyle ifade edilmiştir. Nitekim Âdem`e yapılan vahyler (Bakara; 37) ve Kur`an`ın inişi için “ vahy” veya “ inzal” yerine “ilka” fiili kullanılmıştır (Neml;6).

İsra suresinin yukarıda verdiğimiz 85. ayetinden 93. ayetine kadar olan pasaj bozulmadan, bir bütünlük içerisinde değerlendirilirse burada konu edilen ruhun, rivayet tefsirlerinde anlatıldığı gibi insan ya da herhangi bir canlının ruhu olmayıp “vahy” olduğu açıkça görülür. Ancak, İsra suresinin 85. ayetinde belirtildiği gibi, ruh konusu ile ilgili bize verilen bilgiler; vahyin mahiyeti, şekli, miktarı gerçekten azdır. Dolayısıyla bu konuda verilen bilgi ile yetinmek, kendi kafamızdan bilgi üretmeye kalkmamak gerekmektedir.

Bu ayetlerde ve ruhun indirildiği bildirilen bir çok ayette, ruhun Rabbimizin emrinden olduğu da belirtilmektedir. Bizim genellikle “buyruk” anlamında kullandığımız “ emr” sözcüğü, “iş (oluş)” anlamında da kullanılmaktadır. Nitekim Kur`an`da 153 kez yer alan “ emr” sözcüğünün “iş (oluş)” anlamındaki çoğulu olan “ümûr” sözcüğü, Hud suresinin 97. ve Âl-i Imran suresinin 128. ayetlerinin de aralarında bulunduğu 13 ayette geçmektedir. Bu bilgiler ışığında “emrimizden bir ruh vahyettik” ifadesi; “Allah`ın işlerinden olan ruh vahyetme işi, Allah tarafından yapılmıştır” anlamına gelmektedir. Yani Necm suresinde de değindiğimiz gibi, “ruh”, sadece Allah`ın işlerinden biridir ve ruh indirilmesi de sadece Allah`a aittir.

 

RUH/ VAHY NİÇİN İNDİRİLİR VE KİME İNDİRİLİR?

Şûra; 52: İşte böylece sana da kendi emrimizden (kendi işimizden) olan
ruhu vahyettik.
Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz
onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur (ışık) yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola kılavuzluk etmektesin.

Mücadele; 22: Allah`a ve ahiret gününe inanan bir topluluğu, Allah`a ve
elçisine karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurmuş olarak bulamazsın. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden olan ruh (güvenli bilgi) ile desteklemiştir. Onları, sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah`tan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah`ın hizbidir (yandaşlarıdır). Dikkat edin, Allah`ın hizbi (yandaşları) başarıya ulaşanların ta kendileridir.

Şuara; 192-194: Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla “güvenilir ruh” indi. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.

Bu ayetler üzerinde yeterince tefekkür edildiği takdirde, buradaki “ ruh” kavramının “orijinal (güvenilir) bilgi” demek olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Çünkü Mücadele suresinin 22. ayetinde bu ruh ile, yani Allah`tan gelen güvenilir, sağlam bilgi ile tüm inananların güçlendirildiği, desteklendiği açıkça ifade edilmekte ve Şuara suresinin 193. ayetinde de bu ruhun, “er-ruh-ul-emin” tamlaması ile ifade edilmek suretiyle “en güvenli, en yararlı bilgi” olduğu vurgulanmaktadır. Şuara suresinin 193. ayetinde geçen “er-ruh-el-emin” ifadesini kişileştirerek Cebrail olarak yorumlamak ve bir çok tefsir ve mealde olduğu gibi bu ayeti; “onu ruhul emin (Cebrail) indirdi” diye çevirmek yanlıştır. Zira ayetteki “ nezele” geçişsiz fiilini, geçişli imiş gibi anlamlandırmak, işin erbabının bileceği gibi, ilk başta ayetin lâfzî manasına aykırılık demektir. Ayrıca böyle bir çeviri, onu (Kur`an`ı) âlemlerin Rabbi Allah`ın indirdiğini bildiren 192. ayet ile de çelişmektedir.

 

RUHUN ÜFÜRÜLMESİ:

Sad; 72: Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp ruhumdan içine üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın.

Hicr; 29: Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp ruhumdan içine üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın.

Secde; 9: Sonra da ona bir biçim verdi ve ona ruhundan üfledi. Sizin için
işitme gücü, gözler ve gönüller (bilgiye ulaşma yolları) var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

Allah`ın gerçek anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, “üfürmek” ifadesinin mecaz olduğu hemen anlaşılmaktadır. Mecazen “üfürmek” ise, bir başkasına verilen şeyin en az miktarını ifade eder. Türkçe`de bu eylem “koklatmak” olarak yer almıştır. Bu durumda “ruhun üfürülmesi”; “çok az miktarda bilgi verilmesi, bilginin koklatılması” anlamına gelmektedir. Nitekim İsra suresinin 85. ayetinde de; “De ki: Ruh Rabbimin işindendir. Ve size bilgiden ancak çok az verilmiştir. ” denilerek, bu husus açıkça belirtilmiştir.

 

RUHUN ÂDEM`E ÜFÜRÜLMESİNDEN NE KASTEDİLDİĞİ DE YİNE KUR`AN`DA  AÇIKLANMIŞTIR:

Bakara; 30-34: Ve bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde Bir
halife kılacağım” demişti de onlar; “Orada bozgunculuk yapan ve kan döken birini mi kılacaksın? Oysaki bizler, seni hamd ile tesbih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz. ” demişlerdi. O; “Şu bir gerçek ki ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim. ” dedi. Ve Âdem`e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sundu ve “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz. ” dedi. Dediler ki: “Yücedir şanın senin. Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok bizim. Sen, yalnız sen Alim`sin, her şeyi en iyi şekilde bilirsin; Hakim`sin, her şeyin bütün hikmetlerine sahipsin. ” Dedi: “Ey Âdem, haber ver onlara onların adlarını. ” O onlara onların adlarını haber verince, “Dememiş miydim Ben size! Ki Ben, göklerin ve yerin gaybını en iyi bilenim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı da sakladıklarınızı da en iyi biçimde bilmekteyim. ” dedi. Ve o vakit Biz meleklere, “Âdem`e secde edin” demiştik de İblis dışında melekler hemen secde etmişti. İblis yan çizmiş, kibre sapmış ve nankörlerden olmuştu.

Dikkat edilecek olursa Sad suresinin 72. ve Hicr suresinin 29. ayetlerine göre meleklerin secde etmesi, Âdem`in belirli aşamalardan geçirilerek (amaçlanan düzgünlüğe ulaştırılarak) nihaî şekle getirilip, kendisine ruh üfürülmesinden sonradır. Bakara suresinin 30-34. ayetlerinde ise meleklerin secde etmesinden önce Âdem`in geçirdiği değişim ya da aşama; “Âdem`in bilgilendirilmesi ve bilgisinin meleklerle karşılaştırılması” olarak açıklanmıştır. Yani, Sad ve Hicr surelerinde kullanılan “ruh üfürme” tabiri, Bakara suresinde yerini “bilgi ile bilgilendirmek” tarifine bırakmış, böylece “ruh üfürme” tabirinin, “bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği açıklanmıştır.

Ruh üfürülmesi” tabiri ile, Âdem`e verilen bilginin “koklatma” mertebesinde (ölçüsünde) olduğunun kanıtı ise İsra suresinin 85. ayetidir. Burada hemen belirtmek gerekir ki, Âdem`e verilen bilginin azlığı, sadece Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetledir.

Şöyle ki:

Kehf;109: De ki: Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi hatta bir o kadarını daha getirsek bile.

Lokman; 27: Şayet yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de
arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah`ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah Aziz`dir, Hakim`dir.

Durum böyle olunca Rabbimizin ilk peygamberden son peygambere kadar hepsine yapmış olduğu vahy (kitaplar ile bildirdiklerinin toplamı) koklatmadan (üfürmeden) başka bir şey değildir.

Sonuç olarak, melekler/ yönetim güçleri, sıradan insana değil, kendisine ruh üfürülmüş (Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş), yani ADAM/ ÂDEM olmuş insana secde etmişlerdir (boyun eğmişlerdir).

 

KUR`AN`DA MERYEM’E DE RUH ÜFLENDİĞİ BİLDİRİLMİŞTİR:

Enbiya; 91: Ve o, ırzını titizlikle koruyan kadın. Ona ruhumuzdan üfledik de onu ve oğlunu âlemler için bir mucize yaptık.

Tahrim; 12: Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan Imran kızı Meryem`i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi ve içten bağlananlardan oldu.

Nisa; 171: Ey ehlikitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah`ın elçisi ve kelimesidir. Ki Meryem`e ilka ettiği (ulaştırdığı) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Artık Allah`a ve elçilerine inanın. “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah Vahid`dir, tek ve biricik ilâhtır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O`nundur göklerdekiler ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter.

Bu ayetlerden, Meryem valideye bazı özel bilgilerin lütfedildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu konunun teferruatı, Âl-i Imran, Meryem ve Enbiya surelerindeki ilgili pasajlardan alınmalı ve bu olay Kur`an`daki pasaj bütünlüğü içinde, Zekeriyya`nın durumunu açıklayan ayetler ile birlikte ele alınmalıdır. Çünkü yaşlı bir adam olan Zekeriyya ve kısır eşinin çocuk sahibi olması ile Meryem`in erkeksiz çocuk doğurması, birbirini takip eden dönemlerde meydana gelmiştir. Daha evvelki ayetlerdeki “ruh üfürme” tabiri, Nisa 171`de “ilka (bırakma, ulaştırma)” tabiri ile açıklanmaktadır.

“Ruh üfürme” tabirinin, “az bir bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği artık bilindiğine göre, yukarıdaki ayetlerde Meryem`e üflendiği bildirilen ruhun da; onun hamile kalması için rahmine (dölyatağına) yapılan fizikî bir üfürük olmadığı, Zekeriyya`nın himayesinde bulunduğu mabette kendisine lütfedilen bilgi olduğu bellidir. Kur`an`a göre bu bilgi önce Zekeriyya`ya verilmiş ve Zekeriyya`nın hem yaşlı hem de kısır olan karısı bu bilgi ile Yahya`yı doğurmuştur. Daha sonra bu kutsal bilgiyi/ mesajı Meryem`e iletmekle Allah tarafından görevlendirilen Zekeriyya, Allah`ın elçisi olarak görevini yapmış ve kutsal bilginin/ mesajın doğruluğuna kanıt olarak da, bu bilgi sayesinde “sapasağlam” bir insan olarak doğan Yahya`yı göstermiştir. Bu konuda daha detaylı açıklama inşallah Meryem suresinde yapılacaktır.

Kadr suresinin başından buraya kadar olan ve melekler ile ruhun indirilmesini de içine alan mesaj şöyle özetlenebilir:

Kim ki Allah`a teslim olur, O`nu kendisine Rabb edinir (terbiyesini ve hayat akışını Allah`ın kurallarına göre ayarlar), kendisine bir Kadir gecesi tayin edip o andan itibaren hayatını Kur`an`a göre tanzim etmeye başlarsa, Allah`tan gelen ve içlerinde kutsal bilgiler (ruh) olan ayetler o insana iner, yani insanın içine (aklına, benliğine) girer, iyice yerleşir. Böylece o insan, kendisine rehber, destek, müjdeci … olan ayetler sayesinde Allah`tan başka ilâh edinilmemesinin, sadece O`na kulluk edilip O`ndan sakınılmasının bilincine varır, mutlu olur ve gerçek başarıya ulaşır. İşte, meleklerin ruh ile inişi, girişi budur. (Hakkı Yılmaz) http://www.istekuran.com/index.php?page=kadr

posted in Anasayfa | 1 Comment

6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

YOZLAŞTIRILIP TAHRİF EDİLEN KUR’AN KAVRAMLARINA BİR ÖRNEK: “NEFS”

NEFS KAVRAMININ ANLAM VE MÂHİYETİ

‘Nefs’, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir.

‘Nefs’, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Şeriat ilminde ise, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmektedir. Nefs kelimesi zaman içerisinde birçok anlam kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi.

‘Nefs’, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, isteklerin merkezidir. İnsan, şekil yani cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın rûhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın, sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur.

İslâm’ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar. Nefs bazen şeytanın kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya başlar. O noktada kendini ve işlevini unutur. Sahibini azgınlığa ve isyâna sürükler. Aslında nefse isyanı da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır (91/Şems, 7-8). Ancak insan bu noktada sınanmaktadır. İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile, gayrı meşrû arzular arasına sınır koyuyor (91/Şems, 9-10). (1)

Allah, Kitab’ında iki ayrı yerde nefse yemin etmekte, ona dikkatimizi çekmektedir: “Nefse ve onu şekillendirene; ona fücûrunu (bozukluğunu/isyânını) ve takvâsını (korunmasını/itaatini) ilham edene yemin olsun. ” (91/Şems, 7-8). Yine, kıyâmet gününün hemen ardından nefse (kendini hesaba çeken, levvâme özelliğindeki nefse) de yemin etmektedir (75/Kıyâmet, 1-2). Allah Teâlâ, direkt olarak nefse hitap edip, onu cennetine dâvet etmektedir: “Ey mutmain (huzura eren) nefis! Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön!” (89/Fecr, 27-28)

Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona “fücur” ilham etmiştir. Fücur Arapçada, “doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması” anlamına gelir. Dinî terim olarak fücurun anlamı ise şöyle verilir: “Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü…”

Şems Sûresi’ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah’ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak… Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir.

Kur’ân-ı Kerim’den nefse fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz (91/Şems, 7-10). İnsanı Allah’a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır.

Kur’an, nefsin sadece olumsuzluğa meyilli ve tek yönlü olduğunu kabul etmez. Kur’an’a göre, insanı daima kötülüğe çağıran nefsin hevâsına karşın, onu daima iyiliğe çağıran nefsin vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan denilen nefsin bu yönü, bir anlamda doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kur’an’da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.

Nefs-i emmârenin, Yusuf (a. s. ) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bütün insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a. s. ): “…Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir” (12/Yusuf, 53) diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, her nefsin tabiatındandır. Ancak Allah’ın emirlerine yönelen ve böylece İlâhî rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibâret kalır. Zira Yusuf (a. s. ) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah’a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. ” Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır. (2)

Sûfilerin (Tarikatçıların) nefsi çeşitli mertebelere ayırıp en düşük mertebesinin nefs-i emmâre olduğunu belirtmesini Kur’an’dan ve bir peygamberden yola çıkarak doğru bulmak mümkün değildir. Bu mertebe anlayışına göre, Hz. Yûsuf’un nefsi, demek ki en aşağı mertebede olmakta ve Hz. Yusuf’a devamlı kötülüğü emretmektedir. Hâlbuki, Hz. Yûsuf, nefsin bir özelliğinden bahsetmektedir. Her insanın nefsi, ne kadar terbiye ederse etsin, yine de kötülüğü emretmektedir. Önemli olan nefsin bu emrini yerine getirmemek, nefsin hevâsının bu arzusunu kişinin reddetmesidir ki, Yûsuf (a. s. ) da böyle yapmıştır. Nefsin bu kötülüğü emredici (emmâre) özelliği, bir peygamber için bile sözkonusudur.

Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup İlâhî âleme yöneldiği zaman nefis, “nefs-i mutmainne” olarak adlandırılır. Şehvete tâbi olup üzerine gazap hâkim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157). Taberî; “kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir” demektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1).

Nefsin mertebeleri/merhaleleri olarak merdiven basamağı ve sınıf atlama şeklinde çıkılan makam olarak kabul edilen bu yaklaşımların, Kur’an’la sağlaması yapılmadan, daha çok tasavvufî anlayışa dayandığını hatırlatmamız gerekiyor. Nefisle ilgili Kur’ân-ı Kerim’deki ifâdeleri, nefsin özellikleri olarak anlamak gerekmektedir.

 

KUR’ÂN-I KERİM’DE NEFS KAVRAMI

“Nefs” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 298 yerde geçer. “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir?

“Nefs”in Allah’a ıtlak olunduğu âyetler, ya bizzat Allah Teâlâ’nın kendi sözleriyle veya başka birinin ağzından dile getirilmiştir. Bu âyetler hep “Allah’ın zâtı” mânâsını ifâde etmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya hitâben: “Seni nefsim (kendim) için seçtim. ” (20/Tâhâ, 41) buyuruyor. Başka bir âyet-i kerîmede de, bu defa Hz. İsa’nın ağzından “nefs” sözcüğü Allah Teâlâ için kullanılmaktadır: “(Ey Rabbim!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem. ” (5/Mâide, 116).

Bazı âyetlerde Allah Teâlâ, “nefs” kelimesini kendisi için kullanır: “O (Allah) rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 12); “Rabbiniz rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 54); “Allah sizi nefsinden (Kendisinden) sakındırır. ” (3/Âl-i İmrân, 28 ve 30).

Nefsin Diğer İlâhlar Hakkında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’dan başka, putperestlerin tapındıkları tanrılar için de iki ayrı yerde “nefs” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir (25/Furkan, 3; 13/Ra’d, 16).

 

KUR’ÂN-I KERİM’DE NEFS KELİMESİNİN FARKLI ANLAMLARDA KULLANILMASI

Nefsin Ruh Anlamında Kullanılması: “Nefs” ile “ruh”un aslında aynıdır; terbiye edilmemiş rûha “nefs”, terbiye edilmiş nefse de ruh denilir. Kur’an’da “nefs”in en çok “ruh” anlamında kullanıldığını görüyoruz (6/En’âm, 93); 39/Zümer, 42; 75/Kıyâmet, 2; 91/Şems, 7-10 vb).

Nefsin “Kalp, Gönül, İçdünya” vb. Anlamlarında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde nefs kelimesinin, “insanın kalbi, gönlü, içdünyası” gibi mânâlarda da kullanıldığı görülmektedir (2/Bakara, 87, 109, 235; 3/Âl-i İmrân, 154; 11/Hûd, 31; 12/Yusuf, 77; 27/Neml, 14 vb).

Nefsin “İnsan Bedeni” Anlamında Kullanılması: (12/Yusuf, 32, 51; 3/Âl-i İmrân, 61, 145; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 33; 2/Bakara, 240; 16/Nahl, 7 vb).

“Nefs”in “Bedenle Birlikte Ruh” Anlamında Kullanılması: (16/Nahl, 111; 3/Âl-i İmrân, 25, 151; 11/Hûd, 105; 21/Enbiyâ, 47; 36/Yâsîn, 54; 82/İnfitâr, 5; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitâr, 5, 19 vb).

Nefsin “Kötülüğü Emredici” Anlamında Kullanılması: İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan nefs-i emmâre ile ilgili âyet-i kerîmede Hz. Yusuf şöyle konuşuyor: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin merhamet ettiği hâriç…” (12/Yusuf, 53). İnsan nefsi, kötülük yönüne meyledicidir ve bütün gücüyle kötü işleri telkin edicidir. Genel olarak, insan nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. Nefis, kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle başbaşa kalırsa kötülüğe sürüklenebilir. Ancak, yukarıdaki âyet-i kerîmeden de anladığımız üzere Allah Teâlâ’nın koruduğu, yani Hz. Yusuf (a.s.)’un nefsi gibi Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş, başka bir deyişle terbiye edilerek rûhânî ve mânevî özellikler kazandırılmış nefisler bundan müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın himâyesi nefsin kötülüğü emredici özelliğini etkisiz kılar. Kur’ân-ı Kerim’de nefsin insanı aldatıcı ve kötü işlere sürükleyici özellikleri, özellikle şu âyetlerde belirtilir: 12/Yusuf, 18; 20/Tâhâ, 96; 5/Mâide, 30; 14/İbrâhim, 22; 50/Kaf, 16; 59/Haşr, 9 vb.

Nefsin “İnsan, Cin, Melek, Hayvan veya Bitki İçin Zât (Kişi, Kimse, Kendi, Şahıs vb. )” Anlamında Kullanılması: Nefsin bir yönüyle de, “bir şeyin zâtı ve hakikati, yani varlığı” mânâsına geldiğini biliyoruz. İşte bu anlamda Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin insanlara, cinlere, hayvanlara veya bitkilere, kısacası yeryüzündeki canlı varlıklara ıtlak olunarak, onların zâtı, varlığı mânâsında kullanıldığına şâhit oluyoruz: (2/Bakara, 48; 31/Lokman, 28, 34; 74/Müddessir, 38)

Nefsin, “Cins, Tür” Anlamında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’in zengin kullanım biçimlerinden biri de “nefs”in geçen tüm mânâlarının yanısıra, bir de “cins, tür” anlamında kullanılmış olmasıdır (9/Tevbe, 128; 30/Rûm, 28; 7/A’râf, 189; 16/Nahl, 72; 42/Şûrâ, 11).

Nefsin Diğer Kullanılış Biçimleri: Kur’ân-ı Kerim’de, “nefs”in, ana başlıklar altında toplamaya çalıştıklarımızdan başka kullanılış şekilleri de vardır. Meselâ Fahreddin Râzî, “nefs”in Kur’an’da “akıl” mânâsında da kullanıldığını söyler. Ona göre: “Odur ki; geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün de ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir…” (6/En’âm, 60) âyetinde geçen bu durum, akıl dışındaki hallerin, uyku durumunda etkisini sürdürmesi nedeniyledir. Akıl, uyku ile uyanıklık ânında değişen bir haldir. Demek ki; Râzî, uyku ânında insanın aklını kullanamaması nedeniyle, bazı âlimlerin “ruh” olarak anladıkları “nefs”i, burada “akıl” olarak kabul etmiştir. Uyku ânında aklın fonksiyonlarını yitirmesi gözönünde bulundurulursa, bu âyet-i kerîmedeki “nefs”ten “akıl” da anlaşılabilir.

Kur’an’da nefsin işkence ve cezâlandırma (3/Âl-i İmrân, 28, 30), gayb (5/Mâide, 116) nefes, gırtlak, boğaz (9/Tevbe, 118) gibi başka anlamlarda kullanıldığı da görülür.

Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de nefis, sadece kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmez. Kur’an, nefsin terbiye edilerek güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline getirilebileceğini ifade ederek bunu tavsiye eder. İnsanın gönlüne, kalbine, iç dünyasına da delâlet eden nefis, insanın bedenden oluşan cüssesini ve bedeniyle birlikte rûhunu da ifâde etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, nefs kelimesinin 298 yerde kullanılması ve nefs üzerine yemin edilmesi, Allah Teâlâ’nın bu kavrama ne derece önem verdiğini göstermektedir. (3)

 

HADİS-İ ŞERİFLERDE NEFS KAVRAMI

Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)

Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz. ” (Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45)

Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû’ 2; Buhârî, Târih)

Vâbisa ibn Ma’bed (r. a. )’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle dedi: “Rasûlullah’ın huzuruna varmıştım. Bana: “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. “Evet” dedim. O zaman şunları söyledi: “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve başkaları sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî, Büyû’ 2)

“Seni işkillendirip huzursuz edecek, sana şüphe veren şeyleri bırak, işkillendirmeyen, şüphe vermeyene bak!” (Buhârî, Büyû’ 3; Tirmizî, Kıyâmet 60; Nesâî, Kudât (Kazâ) 11)

 

NEFİSLE İLGİLİ UYDURMA HADİSLERDEN BAZILARI

Nefsi, Kur’an’da kullanılan anlamlarından soyutlayıp günah keçisi haline dönüştüren mutasavvıflar(tasavvufçular), bu konuda sağlam delil bulamayınca, hadis uydurmaktan da çekinmemişlerdir. Bunlardan sık sık tekrar edilip, halka mal edilen ve araştırma yapmayan nice hocanın bile kulaktan dolma bilgilerle doğru olduğunu zannederek hadis diye sunduğu meşhur rivâyetlerden birkaçını belirtelim:

Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur. ” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, mevzû (uydurma) olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı sâbittir’ dedi. Denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini anlamış olur. ” Bu sözün, Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r. a. )’e âit olduğu beyan edilir (Nehcü’l-Belâğa, Hz. Emir Ali bin Ebî Tâlib, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Kum, 1989, s. 419; A. Yıldırım, 229-230). Anlam bakımından bu sözün tersi daha doğru olmalıdır: “Rabbini bilen nefsini/kendini bilmiş olur.” Allah’ı tanımadan insanın kendini/nefsini doğru tanıyabilmesi hemen hemen mümkün değildir (Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T. Diyanet Vakfı Y. , Ank, 2000, s. 229-230; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Y. , Konya, 2001, s. 326-332).

Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” Hz. Peygamber böyle deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir. ” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî (a. g. e. I/187)ve Hucvirî (a. g. e. 314) bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile ilgili olarak eserlerine almıştır. Bu rivâyet, ikinci el kitaplarda yer almaktadır. Rivâyeti Irâkî, “bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirtir (Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132). İbn Hacer, bu sözün hadis değil; İbrâhim bin Able’ye ait, dillerde dolaşan bir söz olduğunu söylemiştir (İbn Hacer, Tesdîdu’l-Kavs; Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211). Hz. Peygamber’in Tebük Gazvesi dönüşü buyurduğu rivâyet edilen bu söz hakkında İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İbn Teymiyye, görüşünü âyet (4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20) ve hadislere (bkz. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128) dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir (Mecmûu Fetâvâ, c. 11, s. 197-200). Gerçekten, Kur’an’da kâfirlere karşı cihadın önemini anlatan birçok âyet vardır. Kur’an, büyük cihad olarak kâfirlere karşı cihadı göstermektedir (25/Furkan, 52). İsnâdı problemli olan bu rivâyetin metninin de âyet ve sahih hadislere ters olduğu anlaşılmaktadır (Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 227-228; Muhittin Uysal, a. g. e. , s. 324-325).

Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir. ” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir (A. Yıldırım, s. 228; M. Uysal, s. 325-326).

Nefsine düşman ol. Çünkü o Bana düşmanlığa kalkışmıştır. ” İmam Rabbânî, bu rivâyeti nefs-i emmâreyi zemmetmek bâbında zikretmiştir (Mektûbât, I/66, Mek. No: 52). Ancak, buradaki dipnotta bu rivâyetin Hz. Dâvud (a. s. )’dan rivâyet edilen kudsî hadislerden olduğu belirtilmektedir. Hiçbir hadis mecmuasında, Kitab-ı Mukaddes’te ve zühd kitaplarında bu rivayet yoktur, kaynaklarda bulunamamıştır. Hadis kaynaklarında yer almayan bu rivâyetin uydurma ihtimâli çok yüksektir. (A. Yıldırım, s. 231-232; M. Uysal, s. 325)

Ölmeden önce ölünüz. ” Aliyyu’l-Karî şöyle der: “Askalânî, sâbit olmadığını söylemiştir. Aslında bu, tasavvuf ehli sofilerin sözüdür. Ölmeden önce nefis ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kendinizi kurtarınız, demektir. ” (Aliyyu’l-Kari, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İst. 1986, s. 122; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 291, no: 2669). Genellikle tasavvuf literatüründe bulunan ve bu literatürde hadis diye kabul edilen bu vecîze, hadis kitaplarında tesbit edilememiştir. Ancak, mevzû(uydurma) ve zayıf hadisleri toplayan eserlerde mevcuttur (A. Yıldırım, s. 263). Yaptığımız araştırmalara göre Hz. Peygamber (s.a.s.)’den böyle bir söz rivâyet edilmemiştir. Kesin olan husus, bu sözün hadis olmadığıdır (M. Uysal, s. 340-342). Ölmeden önce ölmek, ölü gibi yaşamak yerine; öldükten sonra yaşamanın, ölümsüzleşmenin, şehâdet ehli şehid olmanın yolu bulunmalıdır.

 

MÜSLÜMAN NEFSE HAKARET EDİLEBİLİR Mİ?

Merhum Çekmegil, “Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?” diye sorup bu başlık altında şöyle diyor: (Başta tasavvuf kültüründen etkilenenler olmak üzere, nice müslümanın ağzından ya da kaleminden nefse hakaretler yağdırıldığına şâhit olmuşuzdur. ) “İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. ” Onun için “herkes kendi nefsiyle savaşmalıdır”, hatta bu işe “büyük cihad” denir şeklinde ifadelere rastlamayan yok gibidir. Hatipler kürsüde, imamlar minberde, yazarlar kitap ve makalelerinde, büyük çoğunlukla nefsin büyük düşman olduğunu telkin edegelmişlerdir. Bu kontrolsüz telkinler, tekrar edile edile insan zihninde öyle yer etmiştir ki, değil bu söylenenlerin kritiğini yapmak, hatalı olabileceğini bile hatırına getirmez.

Nefsi suçlama ve ona hakaret konusunda aşırıya giden, “benim nefsim Firavundan aşağıdır” diyen, “ah şu köpek nefsim” şeklinde nefsini suçlayan insanlar, toplumda bu sözleriyle takvâ sahibi olduğunu göstermiş kabul edilir.

Peygamberimizin şu hadisi konunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği husûsunda ölçü verir: “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)

Kur’ân-ı Kerim’de, kişinin kendi nefsine zulmetmesinin kınanmış olduğunu (35/Fâtır, 32; 2/Bakara, 57; 3/Âl-i İmrân, 117; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 33; 18/Kehf, 35; 23/Mü’minûn, 209; 29/Ankebût, 40; 30/Rûm, 9; 34/Sebe’, 19; 39/Zümer, 53; 37/Sâffât, 113; 65/Talak, 1), “… Nefsinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) emrini görüyoruz.

Kaynaklara baktığımızda, nefs, insanın bizzat kendisi, kendi rûhudur. Kur’an’da nefs, daha çok, insanın kendisi anlamında karşımıza çıkar (82/İnfitâr, 5, 19). İnsanın şahsiyetini meydana getiren zâtı, özüdür. (…) Bizzat, nefsi “düzenleyen” Yaratıcısının bildirdiği gibi, nefs, kötülüğe düşme tehlikesiyle de karşı karşıya olduğu halde, takvâya da tâlip olacak bir tercih hakkıyla şereflenmiştir (91/Şems, 7-8). Bu şerefe şükretme vücûbiyetine imanla “itmi’nâna, huzur ve tatmine ermiş nefs” (89/Fecr, 27) o kadar mesuttur ki, artık o, Yaratıcısından râzı olarak huzurdadır. Bu huzurlu kul Allah’ından; O’nun kendisine lâyık gördüğü fıtrattan ve imtihanındaki takdirlerden râzı ve Allah da o nefsin itmînânından râzı olduğu halde saâdete dâvet olunmaktadır (89/Fecr, 28-30). Ki, nefsin kendisini tertemiz yapmanın mükâfatı olarak umduğuna ermiştir (91/Şems, 9).

Bu kadar şerefli bir fıtratla yaratılarak en büyük saâdete namzet kılınan nefs, elbette ki ayıplanamaz, kınanamazdı. Hattâ, söz konusu her nefse, kendi nefsî kişiliğine saygı göstermesinin ve nefsini en önde beslemesinin, bazı Usûl-i Fıkıh âlimleri bu saygının vâcip olduğu kaydeder (Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, çev. Abdülkadir Şener, 1973, s. 356).

Kimse ‘nefsim pis oldu’ demesin” ayıplamasın diye mü’minleri sakındıran Allah Rasûlü, üstelik iyilik yapmaya “önce kendi nefsinden başla…” (Müslim; Fî Zılâl, Hikmet Y. c. 1, s. 458) diye emretmesi, dikkat edilmesi gereken husustur. Cenâb-ı Hak, insan nefsindeki âyetlerden (41/Fussılet, 53) haber vererek “nefsini bilmeyen, nefsini aşağılık yapanlardan başkasının” tevhid dininden yüz çevirmeyeceğini vahyetmiştir (2/Bakara, 130).

İslâm fıkhına göre, “bir kimse ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir. ” Onun için bir mü’minin kendi nefsini “Allah’tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir. ” Bir kimse birini haksız yere öldürürse büyük bir günah işlemiş olur (4/Nisâ, 93). Katilin dünya ve âhirette cezâsı çok ağırdır. Fakat bir kimse, bizzat kendi nefsini öldürürse intihar etmiş olur ki, onun cezâsı ebedî hayatta daha da ağırlaşır (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, 1344). “Kendinizi tehlikeye atmayın. ” (2/Bakara, 195), “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29). Aynı zamanda nefsinize eziyet de etmeyin. Değil nefsi eziyetlere lâyık görmek; tam aksine, onun meşrû ihtiyaçlarını temin ederek, hayatiyetini muhâfaza etmektir iş. Nefsin korunması, İslâm’da aslî görevler arasında zikredilir. Din, nefis, akıl, ırz, mal gibi temel haklar insanın vazgeçemeyeceği vazifelerindendir. Hatta, nefsi korumak, dini korumaktan hemen sonra ikinci sırada yerini alır. Nefsi her çeşit tecâvüzden koruyarak onu izzette tutmak, hayatî bir görevdir.

Böyleyken “nefsi öldürmek”ten bahsetmek, hele hele “ölmeden önce ölünüz” ve cihadın en büyüğü, nefse karşı olanıdır”, “küçük cihaddan büyük cihada döndük” gibi sözleri Allah Rasûlüne mal ederek delillendirmeden söylemek, değişik mânâlarla da olsa, insanı hadis uydurmuş olmanın vebalinden kurtaramayacağı gibi, diğer insanları da yanıltmaya götürebilir.

Başkasına hakaret eden kötülük etmiş olur da, bizzat kendi nefsine hakaret eden insan, nasıl kınanmaz? Şüphesiz nimet ne kadar büyük olursa, onu veren Allah’a şükretmeye yanaşmayan nankör insan da o kadar hakir olur. Bu imtihan âleminde fıska da, takvâdaki şerefe de tâlip olma hürriyetiyle yaşayan her nefse, bu fırsatı izzette tutmak için bazı hudutlara dikkatle yaşaması tavsiye edilmiştir. Yaratıcımız bizlere iyiye, güzele, doğruya, kişiliği muhâfazaya kabiliyetli bir nefis vermiştir. Buna şükreder halde bulunmak saâdete götürür insanı. Diğer yaratılmışlardan ayrı olarak da tâlip olma hürriyeti verdiği bu nefse, kötüyü arzulama meylini, yani hevâ ve hevesini kontrol altında tutmak için yine vahiyle çizilmiş sınırlar göstermiş; onları aşmanın tehlikesine işaret buyurmuştur (Bk. 9/Tevbe, 112; 4/Nisâ, 13-14; 2/Bakara, 187, 229; 65/Talâk 1; 58/Mücâdele, 4). Elbette bu çok önemli bildirilerin ışığı altında nefsi kötülüklere düşmekten korumak her nefse fert fert aslî bir görevdir ki, takvâ da işte budur. Bu hudutlar, izzete yetenekli, zillete temâyüllü her nefis için konulmuş sınırlardır; büyük rahmettir.

Kim bu merhamete lâyık olmak için, ihtiraslarından kendi nefsini korumuşsa kurtuluşu müjdelenmiştir (Bk. 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16; 91/Şems, 9). Hatta sevmediği halde, istemeyerek bu rahmet hudutlarını aşan, “bilmeyerek bir fenâlık” yapan, ancak sonradan pişman olarak nefsini tekrar sınırlar içerisinde muhâfazaya alan kimse, yine bu rahmete lâyık görüleceği şefkatle haber veriliyor (Bk. 6/En’âm, 54). İşte bu büyük rahmeti unutarak Allah’ın zikrinden gaflete düşersek, o zaman sadece -bizden hiçbir zaman ayrı olmayan- nefsimiz kötülüğe düşmez; topyekün bütün insanlığımızla beraber helâk olmayı hak etmiş oluruz demektir. Şüphesiz ki insanlardan “iyi hareket edeni (muhsin) de vardı, nefsine apaçık zulmedeni de” vardır (37/Sâffât, 113). Ve bu imtihan âleminde daima var olması da yadırganamayacaktır.

Kötü arzularından rahatsız olan her insan için meşrû görülmeyen hevâ ve hevesler kendi öz nefsinde bile olsa, “Ben nefsimi tebrie etmem/temize çıkarmam” (12/Yusuf, 53) diyerek haksızlığın müdâfa edilmemesi gerektiğini, bir Peygamber ifâdesiyle veriliyor. Bu haberden şunu da anlayabiliriz: Bir insan, peygamber de değilse, yaratanı tarafından özel olarak ikaz edilmiyorsa, günahsız kalacağı garantisine hiç sahip değildir. Şüphesiz ki irâde sahibi insan, şükürsüzlüğe râzı olarak yaşarken bir fenâlık ederse, kendi nefsine kötülük etmiş olur (35/Fâtır, 18). Kim ihsân eder, güzellik ve iyilik sergilerse, ancak kendi nefsi için yapmış olur (17/İsrâ, 7). Ebedî hesap gününde “artık onlardan kimi şakıy, kimi de saîd” olarak hesaplarını kendileri verecektir (11/Hûd, 105). Müslümanı günah işlemez bir melek, ya da koyun telâkkî etmek sünnet anlayışına uymaz.

Emmâreleşerek, yani Allah’ın emirleri dairesine girmeye çalışmayarak kendi kendisini diktatörleştiren; mutlak âmir olabileceğini zanneden her insan, hudutlara dikkat eden değil; sınırları tesbit etme hakkının kendisinde olduğunu vehmeden ahmaktır. İşte bu tipler, her istediğini illâ da yapmaya kalkar ki, bunlara nefs-i emmâre diyebiliriz. Hudûdunu tanımadan “kötülükleri emreden” her nefis ölmeden evvel, “kendini alabildiğine kınayan (levvâme/levm eden) nefs” (75/Kıyâme, 2) haline inkılâp ederek tevbe ibâdetini yapmaya başlarsa kurtuluşa yönelmiş olur. Yüce Allah, böylesi bir nefsin önemini anlatmak için “Kasem ederim o pişman cana (nefs-i levvâmeye)” (75/Kıyâme, 2) buyurarak yeminle bir iman esasını açıklıyor. Söz konusu emmâreleşen nefis, bir kimsenin kendi öz nefsi de olsa, babası, atası, evlâdı veya kavmi de bulunsa, İlâhî hudutları aşar halde ise elbette ki cezâlandırılmalıdır. Çünkü suçludur o haliyle.

Eğer bir nefis, ister kendisinde, isterse başkalarında bulunsun; vahyî tebliğlerle açıklanmış olan günahları âdilâne ölçülerle karşılayarak kınayabilecek bir kişiliğe yükselebilmişse, yine de takvâya tâlip olarak azizleşebilir. Hem nefsini hem de ailesini, “acı azaptan koruyun!” (66/Tahrîm, 6) emrine uyarak kim “nefsini hevâdan alıkoyduysa” muhakkak onun yeri cennettir (79/Nâziât, 40-41). Çünkü onun yaratıcısı, nefislerin zaaflarını bildiğinden tevbelerini kabul buyurarak “bağışladı” (2/Bakara, 187).

Kısacası, insan nefs olarak kerîm ve şerefli yaratılmıştır. Ve bu lutfedilmiş nefis, Kur’ân-ı Kerim’de bizzat insanın kendisi olarak zikredilir (82/İnfitâr, 5). Ayrıca, kibrin düşürdüğü zulümle kendisini ezenlerin dışında, doğruları kabullenen nefis, iyiye, güzele; takvâya kabiliyetini mahfuz tutmuş bulunur ki, müjdelenmiş olur (91/Şems, 7-9). Özellikle bu yetenek ve müjdelere şükrederek yaşıyorsa bir nefis, artık Allah’ın kendisinden râzı olduğu mutmain bir nefistir (bk. 89/Fecr, 27).

Ruh, can, nefis, yani insan, eğer Allah’ın zikrinden gafletle, kendi kendisinin emrine giren bir gâfil gibi; “Hem ogan (tanrıyız), hem kullarız” mısrâlarıyla, böbürlenen Ziya Gökalp gibi bir nefs-i emmâre olmuşsa, yani mutlak “emretmek ve hükmetmek Allah’a mahsus” olduğu halde gafletle kibirlenerek, kendi adına fermanlar çıkaran, savaşlar açan modern putperest bir nefis olmuşsa, tabiatıyla kötülüğü emreden olur. Ancak, bu kınanacak hal, nefsin kötülüğü emretmek için yaratılmış olduğundan değil; İlâhî hudûda dikkate lüzum görmeyen insanın kendinden çıkar olduğundandır. Bir kimse bu halden pişman olarak “nefs-i levvâme” haline gelemiyorsa, bu onun gafletinin, ya da küfrünün eseri olabilir. Böyle olunca da “mutmain nefis” olmaya çalışmayan hiçbir kimse elbette temize çıkarılamaz.

Aslında nefis, mükerremdir. Ve İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan malıyla olduğu gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır. “Sabredenlere müjdeler!” (2/Bakara, 155)

Bütün bu özellikleri düşünebilirse, Rasûlullah’ın, “Sakın nefsinizi kötülemeyin”, “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118) şeklindeki uyarısını daha iyi anlamış oluruz. Hele İslâm’da edâ edilmesi emredilen en büyük ibâdetin dahi insanın “… ancak nefsi için…” (29/Ankebût, 6) yapar olduğunu Kitab-ı Kerim’de görünce, herhangi bir delil göstermeden, mü’minin öz nefsini düşman olarak ilân etmesinin izahını bulamıyoruz.

İnsanın kendi nefsine haksızlık etmiş olmasının ne olduğunu, daha çok ahmak münkirlerin hakkında “Onlar nefislerine zulmedenlerdir” (11/Hûd, 21) mealindeki âyetten anlayabiliriz. İbâdet maksadıyla da olsa, nefse eziyet vermenin tasvip edilmediğini, Rasûlullah’ın bu husustaki ikazlarını da görünce, İslâmiyet’in fıtrata uygun yegâne ve tek din olduğunu bir daha idrâk ederek şükrediyoruz. Budistlerin ve benzerlerinin, nefse eziyet çektirerek, onu güya ıstıraplarla terbiye etme metodundan ilham alınan davranışlarla, nefsi, İslâm’ın sunmuş olduğu kolaylıklardan, helâl nimetlerden; hakkı bulunan meşrû hazlardan mahrum bırakmanın sünnete uymadığını görüyoruz. Allah Teâlâ, gerek lezzetleri, gerek iştihaları “zarûret miktarından daha azaltan kişileri de kınadı. ” Ebû’d-Derdâ (r. a. ) şöyle söylüyordu: Allah Teâlâ, bütün lezzetleri ve her türlü iştihaları, “aslında tamamıyla mahlûkatın yararlanması için yaratmıştır; Gadabı/kızmayı kendilerine zarar veren şeyi onunla defetsinler için yarattığı gibi. Doğudaki ruhu öne çıkaran Budizm ve benzeri dinler, nirvana kelimesiyle ifâde edilen kurtuluşa ermek için nefse eziyet vermeyi ibâdet sayan mistisizmin etkisindeki bazı kimseler, Buda’nın altı yıl oruç tutarak kendisine eziyet edip duruşunu taklit eder olmuşlardır.

Kişinin kendi nefsini kötülüklerden bizzat korumasının “vâcip” olduğunu anlayan ve “müslümanım” diyen bir kimsenin kendisini, “köpek nefsim”, “alçak nefsim”, “kâfir nefsim” gibi gereksiz hakaretlerle kötülemesi ve bizzat kendi nefsini “en büyük düşman” zannetmesi yakışık almaz; aynı zamanda, “mü’minim” deyişiyle açık bir çelişki teşkil eder ki, günahtır. Bir kimse, kendisinin hem mü’min ve insan olduğunu iddiâ edecek, hem de aynı zamanda kendisinde bir de ayrıca, kâfir bir nefsin, köpek bir nefsin bulunacağına inanmış olması, olacak şey midir? Ölçüsüzlüğün ortaya koyduğu bu nevî tezatlara ne denir ki? Cenâb-ı Hak “insanın (bizzat) kendi nefsine karşı bir şâhit (75/Kıyâmet, 14) olduğunu haber veriyor. Bizlere, İbn Kuteybe’nin “Bir şeyi kendi nefsine isnâd eden kimse, onunla anılmalıdır” vecîzesiyle hareket etmek hoş gelmiyor. Yücelerden yüce Allah, hepimizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun. (4)

Müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak için, Kur’ânî terimlerin aslından, özünden uzaklaştırılmasını önleme gayreti gerekmektedir. Tasavvufçular, nefis kavramını çok açık bir şekilde tahrif etmişlerdir. Tasavvufçular, nefis kavramını sürekli olumsuz çağrışımlarla izah etmişlerdir. Oysa Kur’an’da bu kavram, tek boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de vardır; Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de. Kur’ân-ı Kerim’de insan, bir yanda olumlu, diğer yanda olumsuz özelliklerle değerlendirilir.

“Nefis” terimi, başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece, insanın bizzat kendisini ifâde eder. Nefis kelimesi, insan için kullanıldığında insanın nefsi, onun benliği, özüdür. Yaşayan canlı varlık, hayat özü, şahsî kimlik, insanlık, insan niteliklerinin toplamı gibi tanımlamalar da nefsi anlatmaktadır. Kur’an’da nefis, insan için kullanıldığında; “benlik, kişilik, fıtrat, şâkile” anlamlarında değerlendirilimiştir; hem iyiliğin hem de kötülüğün taşıyıcısı olabilen bir vasfa sahiptir. Kur’an’da nefis, genellikle zât, şahıs, kişi anlamında kullanılmıştır (18/Kehf, 74; 2/Bakara, 72, 286; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 19, 33). Kur’an’daki ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür, takvâ ve fücur ilham edilen öz, benlik.

Kur’ân-ı Kerim’e göre nefsin tüm arzuları kötü değildir. Nefs, insan yapısındaki tabiî eğilimlerin toplamıdır. Nefsin hevâ ile ilgili istekleri önlenmelidir. Ölçüsüz isteklerde gündeme gelen hevâ, nefsin olumsuz yönüdür.

Tasavvufta Nefis: Kuşeyrî’ye göre nefis, kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen isimdir (Kuşeyri, Risâle, I/305). Nefis, tasavvufta bütünüyle yok edilmesi gereken bir şeydir. Nefis, tümüyle olumsuzdur ve öldürülmelidir. Tasavvufta nefsin ölümlü ve iğretiden ölümsüze doğru yükselişi şeklinde yorumlanan yedi aşama vardır. Nefsin merteberini mutasavvıflar şöyle sıralarlar:

1- Emmâre: Yabancılarla dolu karanlıklar mekânı,
2- Levvâme: Nurlar makamı,
3- Mülhime: Sırlara mazhariyet makamı,
4- Mutmainne: Kemal, olgunluk makamı,
5- Râdıye: Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı,
6- Mardıyye: Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı,
7- Kâmile: Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı

(Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Âlem Tic. Y. İst. 1996, s. 556).

Nefis Tezkiyesi: Tezkiye; temizlemek, arındırmak demektir. Nefsimizdeki kötü yönelimleri temizlemenin yollarını Rabbimiz bize öğretmiştir. Müridi şeyhe kul yapan, insanın hürriyetini mürşid lehine yok eden, miskinleştiren, irâdeyi yok eden, şeyhi yükseltip mâsumlaştıran tasavvuf anlayışıyla nefsin kötü eğiliminden kurtulmak mümkün değildir. Nefis tezkiyesi, ney ve kaval üfleyerek, şiş batırarak, sihirbaz ve canbazların yaptığı gibi ateş avuçlayıp kızgın demirler tutarak, râbıta yaparak ve silsile ezberleyerek, ibâdet yerine danslar yaparak, posta oturup el öptürerek olmaz. Nefis tezkiyesi, Allah’a gereğince kulluk yaparak olur.

Nefislerini tezkiye ettiklerini iddiâ eden bazı mutasavvıflar, ulûhiyete, rubûbiyete kalkışmakta, bazıları Allah’ın zâtını müşâhede ettiğini, kimisi öldükten sonra da dirilere tasarrufta bulunacağını iddia etmekte, kimi levh-i mahfûza hükmettiğini, oradaki yazıları değiştirdiğini, melekût âlemine çıktığını söyleyebilmektedir. Oysa, nefsini tezkiye eden kula kulluk yapmaktan, hevâsına kulluk yapmaktan kurtulandır. Yoksa, kendine kulluk yapmaya çağıran biri, nefsini tezkiye etmiş değil; şirkini arttırmış olur. Tezekkî, şahsiyetin kötülüklerden temizlenmesi, arındırılmasıdır. “(Nefsini/kendini) arındıran kurtuluşa ermiştir. ” (87/A’lâ, 14).

Nefis, insanın kendisidir. İnsan ise, iki yönlü bir varlıktır. İyiye de eğilimlidir, kötüye de. Kur’an’da nefis, felsefecilerin dediği gibi ruh demek değildir. Tasavvufçuların iddiâ ettikleri gibi de nefis, bütünüyle mücâdele edilmesi gereken bir şey değildir. Nefsin fücur boyutuna karşı fıtrî ve vahyî âyetlerle mücâdele etmeli, benliğimizi arındırarak takvâ eylemlerinin ortaya çıkmasını sağlamalıyız. (5)

 

NEFS KAVRAMINININ YOZLAŞTIRILMASI VE “NEFSİN MERHALELERİ” TÂBİRİ

“Kur’ân’ı Kerim’de nefsin çeşitli merhalelerinden bahsedilir mi, yoksa bunu tasavvuf mu böyle anlamıştır?” Merhale, hedefe ulaşmak için ge­çilmesi gereken konak yerine denir. Kur’ân-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Ama, tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıye ve nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye çalışılır.

Nefsin mânevî yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münâfığı pek yüksek bir mertebede göremez mi? Nitekim Kur’ân-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münâfıkları tanıyamadığını bildir­mektedir (9/Tevbe, 101; 63/Münâfikûn, 4).

Şimdi nefsin merhaleleri ile ilgili ifadelere ba­kalım: Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şey­leri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Tasavvufa göre emmâre nefis, ilk merhaledir. İnsan bir mürşide bağlanarak bu aşamayı geçer, nefs-i emmâreden kurtulur. Hâlbuki nefs-i emmâre her insanda olur. Âyete göre Hz. Yusuf gibi büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur?

Âyetin metni de önemlidir. Nefis kötülüğü emreder durur” diye tercüme edilen, “İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sû’ ” isim cümlesidir. Arapça’da isim cümlesi sübût ve devam ifâde eder. Yani isim cümlesi ile ifade edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Yani âyet, nefsin, kötülüğü emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder.

Tasavvuf, ikinci merhaleye nefs-i levvâmeyi, üçüncü aşamaya nefs-i mülhemeyi koymuştur. Tasavvuf anlayışına göre; “Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar ol­maya başlayan; neyin hayır, neyin şer olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip, şehvet istekle­rine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. ” Adını “And olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene. ” (91/Şems, 8 )âyetinden alır.

Nefsin, bir noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı yapar. Şeytanın vesvese ve saptırma­ları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayı­lır ve tartışmasız kabul edilir. Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların kutsallaştırılmasına yol açmıştır.

İçe doğan şey, şeytan ves­vesesi de olabilir. Çünkü o, “insana ves­vese veren, onların içini karıştıran” (114/Nâs, 5) varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bazısını yola getirdi, bazısı da sapıklığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliyâ edindiler. Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar. ” (7/A’râf, 30)

Aslında, nefs-i mülheme, tasavvufçuların iddia ettiği gibi olgunlaşıp ilham ve keşfe, kerâmete mazhar olan nefsin bir aşaması değildir. Mü’min-kâfir, her­kesin nefsi, nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyan­kârlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka şey­leri de ilham eder.

Dördüncü merhaleye nefs-i mutmainne, be­şincisine nefs-i râdıye, altıncısına da nefs-i mardıye adı verilmiştir. “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs! Dön Rabbine, sen O’ndan râzı olarak. ” (89/Fecr, 27-28) âyeti bu makama işaret kabul edilir. Hâlbuki Fecr sûresinin bu son âyetleri, Kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın müslüman kuluna yapacağı hitâbı bildirir. Bunla­rın öncesine bakan hiç kimse bu konuda şüphe edemez. (Bk. 89/Fecr, 21-30). Yedinci ve son merhaleye nefs-i kâmile kon­muştur. Tasavvufçular bunu şöyle ifâde eder: Nefs-i kâmile: Bu makamda sâlik, bütün ma­rifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yük­selir. Bu makam vehbîdir. ” Bu iddiaları iliştirecek bir âyet veya hadis bu­lunamaz. Allah’ın ve Rasulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir?

Yukarıda belirtilen nefsin makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir makamla ilgili akaid açısından çok tehlikeli ifâdeler vardır… (6)

Tasavvufa göre, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geli­yor ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. Nefs-i râdıye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir? (7)

91/Şems, 7-10 âyetlerinden anlaşıldığı gibi, herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.

12/Yusuf, 53’de belirtilen Hz. Yusuf (a. s. )’un sözleri, mü’minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü’min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.

 

İZZET-İ NEFS:

Evet, bazılarınca hep “zillet”le ilgili vasıflar yüklenip zelil kılınan “nefs”in izzeti vardır, olmalıdır. Nefsin onurunu korumaya izzet-i nefs denilir. İzzet-i Nefs; İnsanın insanlık, şeref ve haysiyetini koruması demektir. İzzet kelimesi kuvvet, üstünlük, şeref ve gâlibiyet anlamlarını dile getirdiği gibi, insanı zillete düşmekten alıkoyan iyi nitelikler anlamına da gelir. İzzet’in zıddı zillettir. İnsan, nefsinin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah’a iman etmek, hayatını O’nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete düşürür. Mü’min, imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini(nefsini) küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır. “Nefsini temizleyip yücelten kazanmıştır, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. ” (91/Şems, 9-10)

Önemine binâen tekrar edelim: “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir, yani O nefsiyle kaimdir, kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir.

 

İFRAT VE TEFRİT;

Kur’an referanslı düşünüp yaşamayanların en temel problemiKimi boşvermişlik, kimi de takvâ adına aşırılıklar sırât-ı müstakîmin önünde engel olmaktadır. Nefis konusunda da, nefsin oyununa gelip aşırılıklardan birini seçme durumunda kalıyor insanlar. Nefsin emmâre özelliğini, kötü arzularını, yani Kur’an’ın tâbiriyle hevâyı alabildiğine tatmin etme arzusuyla yanıp tutuşan halk yığınlarının bu tavrına Kur’an hevâyı putlaştırma diyor (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). Buna tepki de, nefsi öldürülesi bir canavar görme şeklinde tarihten bu yana ortaya çıkmış. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah; “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29) diye emrettiği halde.

Allah, nefsi insana zulüm olsun diye yaratmamış. Tam tersine insanın olgunlaşması ve derecesinin yükselme için bir araç olarak ihsan etmiş. Zâten nefis olmadan, insanın imtihana tâbi tutulması, yaratıkların en güzeli ve en hayırlısı olmasına da imkân yoktur. Kur’an, insana kendi kusurlarını ve nefsin problemlerini sayarak nasıl tedbir alınması gerektiğini belirtir. Nefsin isteklerine mubah istikametler çizmesi ve arzularına sınır koyması gerektiği halde, nefisten şikâyet edip onu yok etmeye (ki, bu mümkün de değildir) çalışıp olmayacak işlerle uğraşır nice insan.

Kur’an’ın beyanlarına göre “nefsine zulmetmek”, günahkârların ve daha çok da kâfirlerin özelliğidir. Peygamberimiz’in ifâde ettiği gibi, cesedinin/nefsinin senin üzerinde hakkı vardır (Müslim, Sıyâm 193). Hadis-i şeriflerde nefsini müdâfaa için öldürülenin şehid olduğu vurgulanır (bak. S. Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, Sönmez Y. c. 2, s. 7). Kur’an’da “…Nefislerinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) diye emredildiği halde, nefisler suçlanır hep. Halbuki nefis, insanın kendisidir. Suç ve günah varsa, insan kendisi işlemiştir onu. Ve suçu yükleyecek bir yer arayacağına kendi hatasını kabul ve itiraf edip hemen tevbeye sarılmalı, Allah’ın affına mürâcaat etmelidir. Şeytanın bir oyunu da, kişinin yaptığı suçu kabullenmesini engelleyip bir günah keçisi aratmasıdır. Bir günah veya bir dinî görevi ihmal varsa, suçlu “ya yahûdidir, ya düzendir, veya çevre, ya da nefis.” Böyle düşünen kimse tevbe kapısına yaklaşamayacak ve temiz bir sayfa açıp olgunlaşamayacaktır; kısır döngü içinde suçu bir yerlere yamayıp rahat edecektir… Ve kolaycılık bu konuda da kendini gösterecektir: “Nefis merhale merhaledir, sınıf sistemi gibi basamak basamaktır. En alttaki nefis, emmâre olan nefistir…” Bazı yaptırımlarla (ki, bunların en kolayı bir şeyhe bağlanıp, her şeyi ona havâle etmektir) insan, nefsine sınıf atlattıracak, râdıye, mardıye, kâmile gibi zirvelere tırmandıracaktır. O durumdaki nefis de kötülüğü artık hiç emretmeyeceğinden iş otomatiğe bağlanmış, kendiliğinden kurtulma yolu sonuna kadar açılmış olacaktır. Artık nefis öldürülmüş olmakta, kişi ölmeden önce ölmüş bulunmaktadır. (!)

Hâlbuki nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmâre vasfı, Hz. Yusuf tarafından dillendirilmiştir (12/Yusuf, 53). Buna göre Yusuf (a.s.), hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şiddetle emrettiğini, günahlardan hevânın zevk alacağını vurgular. Âyetin başında da nefsin tümüyle tebrie edilip temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Bu, tevhid şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır. Demek ki, insan peygamber bile olsa, hem de ölünceye kadar nefsi, bazen takvâdan râzı olurken, bazen kötülüğü de isteyip emredecektir.

Nefis altı-yedi tane değil; bir tanedir. İnsan nefsi, zaman zaman uysallaşır, kendisine ilham edilen takvâ ağır basar; zaman zaman azgınlaşır, kendine ilham edilmiş fücur isteği ile dolar. “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücûru (kötülükleri) ve takvâyı (iyilikleri) ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. ” (91/Şems, 7-10). Nefis, devamlı terbiye ve ıslah edilmeye ihtiyaç hissettirir. İnsan hangi yaşta ve hangi seviyede bulunursa bulunsun, yine insandır, beşerdir. Hata yapma ihtimali ve meyli hâlâ olacaktır. Hevâsının bazı kötülük ve günahlardan zevk alması devam edecektir. Kur’an talebesi müslümana düşen görev, ibâdet ve ihsan çizgisini sürekli yaşayarak, takvâya da meyilli olan nefsini ölünceye kadar ıslah etmeye ve onun isteklerine karşı uyanık ve dikkatli olmaya gayret etmektir. Nefsini, hevâsını aklının ve imanının kontrolünde tutmaktır. Bu dikkat gösterilmezse, hangi yaş ve hangi seviyede olursa olsun hevâ insanı mahvedebilecek, hatta insanın tanrısı olabilecektir. Nefsine hâkim olan, kimseye mahkûm olmaz. İnsan gâlibiyeti içinde kazanır veya mağlûbiyet, onu kendi içinde yakalar.

Tasavvufun etkisiyle insanlarımıza hâkim olan yanlış nefis anlayışının Kur’an’daki nefis kavramıyla sağlaması yapılmalı, ifrat ve tefritten kaçınılarak hayat boyu bize kötülüğü emredecek olan nefsin oyununa gelmeden ona hâkim olmaya gayret edilmelidir. Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Bunun yanında, nefse karşı da âdil olmak, nefsimizin de bizim üzerimizde hakkının olduğunu unutmamak gerekmektedir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı hüdâya, tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Nefsin kötülüğü emreden özelliğine, iman ve takvânın imkânlarıyla cevap verebilmektir. Esselâmu alâ men ittebea’l-hüdâ. Hevâya değil; Hüdâya tâbi olanlara selâm olsun!

Konumuzu birkaç âyet meâliyle noktayalım:

“Ancak nefsini aşağılık yapan kimse İbrâhîm (’in tevhid) dininden yüz çevirir…” (2/Bakara, 130)

“…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29)

“Velâ telmizû enfüseküm / Nefislerinizi ayıplamayın. ” (49/Hucurât, 11)

“Ey huzura kavuşmuş nefs! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl. Gir Cennetime!” (89/Fecr, 27-30)

“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. ” (7/A’râf, 32) (Ahmed Kalkan)

Dipnotlar:
1- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. , s. 492-494
2- Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 74
3- Nefs kelimesinin Kur’an’da kullanımlarıyla ilgili geniş bilgi için; Ahmed Ögke’nin, Kur’an’da Nefs Kavramı (İnsan Yayınları) adlı kitabına, özellikle s. 23-37’ye bakılabilir.
4- M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkid, Sanih Y. Ank, 1979, s. 104-112
5- Fevzi Zülaloğlu, “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Hak Söz, sayı 69, Aralık 1996
6- Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Y. , İst. 2001, s. 91-103
7- A. Bayındır, a. g. e. , s. 187-189

 http://www. mutefekkir. com/?vuslat=yazi&id=1627&k=61  

posted in RUH-BEDEN | 4 Comments

6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’ANDA RUH KAVRAMI

Kur’anda ruh kavramı hiç bir ayette insan ile ilgili olarak geçmez. Ruh kavramı vahyin diğer bir adıdır. Dolayısıyla Kur’anda ruh; vahiy ve vahyi taşıyan cibril hakkındadır.

 

“CİBRİL” ANLAMINDA RUH KAVRAMNIN GEÇTİĞİ AYETLER

Bakara 87- Celâlim hakkı için Musa’ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa’ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu’l-Kudüs ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?

Bakara 253- O işaret olunan resuller yok mu, biz onların bazısını, bazısından üstün kıldık. İçlerinden kimi var ki Allah, kendisiyle konuştu, bazısını da derecelerle daha yükseklere çıkardı. Biz Meryem oğlu İsa’ya da o delilleri verdik ve kendisini Rûhu’l-Kudüs (Cebrail) ile kuvvetlendirdik. Eğer Allah dileseydi, bunların arkasındaki ümmetler, kendilerine o deliller geldikten sonra birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat ihtilâfa düştüler, kimi iman etti, kimi inkâr etti. Yine Allah dileseydi, birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.

Meyem 17- Sonra ailesiyle kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz ona ruhumuzu gönderdik de ona tam bir insan şeklinde göründü

Bu ayetlerde vahyi taşıyan meleğe yani cibrile RUHUL KUDUS =KUTSAL RUH ifadesi kullanılmıştır. Bizlerde aynı ifadeleri kullanırız.

Mesela bir tarih profesörüne, AYAKLI TARİH ifadesini kulllanırız. Aynı şekilde Son peygamber Hz Muhammed’e YÜRÜYEN KUR’AN, AYAKLI KUR’AN dediğimiz gibi

 

VAHYİ TAŞIYAN “CİBRİL” ANLAMINDA RUH KAVRAMI GEÇEN AYETLER

Nebe 38- O gün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân’ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler

Kadr 4- Melekler ve Ruh o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler

Mearic 3- O, derece ve makamlar Allah’tandır. Mearic 4- Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.

Bu ayetteki “ila” (ona) zamiri dil bilim ve gramer kurallarına göre bir önceki kelimeye atfetmek gerekir ki o da önceki ayetteki son kelime olan meariçtir. Dolayısıyla burdaki ona zamirini kalkıpta Allah’a atfetmenin ona mekan isnadı anlamına gelir ki böyle bir düşüncenin tevhide aykırı olduğunu düşünüyoruz

Meariç; miraç kelimesinin çoğuludur. Miracın ise gerçek anlamda ne olduğu kesin olarak bilmek imkansız. Ben mahiyetini sadece Allah’ın bildiği ve meleklere ait derece veya makamlar olduğunu söylemekle yetinmeyi uygun görüyorum. En doğrusunu Allah bilir.

 

RUH KAVRAMININ, VAHİY ANLAMINDA OLDUĞU İLE İLGİLİ AYETLER

İsra 82- Biz Kur’ân’dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır. İsra 83- Biz insana nimet verdiğimiz zaman, Allah’ı anmaktan yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe kapılır. İsra 84- De ki: “Herkes bulunduğu hal ve niyetine göre iş yapar. Bu durumda kimin en doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir. İsra 85! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” İsra 86- Yemin olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bize karşı kendine bir vekil (koruyucu) bulamazsın. İsra 88- Ey Muhammed! De ki: “Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir. “

Ayetler gurubu dikkate alındığında görüldüğü gibi isra 85 teki ruhtan maksat vahiydir. Bulunduğu toplumda insanlara Allahın elçisi olduğunu ve Allahtan vahiy aldığını söyleyen peygambere bir takım insanlar vahyin mahiyeti hakkında sorular sordukları görülmektedir. Onların bu sorusuna ise Allah cevap vermiştir.

ANAHTAR KELİME: ALLAHIN EMRİ, ALLAHIN EMRİ İSE ŞÜPHESİZ VAHİYDİR

İşte Allah’ın sonsuz ve sınırsız ilminden bizlere bildirilen bu az bilgi Kur’an’daki olan kadardır.

Burayı biraz daha açalım. Asırlardan beri resullük taslayan insanlar olagelmiştir. Nitekim günümüzde de böyle insanlar vardır. Örnek olarak Ali İskender Mihr’i gösterebiliriz. Bu sahte resule hiç bir insan gidipte insanın ruhu var mı diye sormaz. Ya neyi sorar?

Sen kendine vahiy geldiğini iddia ediyorsun arkadaş; anlat bakalım bu işin mahiyeti nedir?

İşte aynen bunun gibi kendi içlerinde 40 yıl yaşamış ve onlara göre sıradan biri olan insan olan Hz Muhammed günün birinde aniden Allah’ın resulü olduğunu ve Allah’tan vahiyler aldığını ve bunlara uymazlarsa onlara ahiret azabıyla korkutuyordu. Dolayısıyla bu insanlar Hz Muhammedin bu konuda güvenilir olduğunu tesbit amacıyla vahyin mahiyeti (ruhtan) hakkında sorular soruyorlardı. Yoksa bu kişilerin insanın ruhu var mıdır yok mudur gibi bir dertleri ve sıkıntıları yoktu.

 

RUH KAVRAMININ VAHİY ANLAMINDA KULLLANILDIĞI İLE İLGİLİ DİĞER AYETLER

Mümin 15- O dereceleri yükselten Arş’ın sahibi Allah, o buluşma gününün (kıyametin) dehşetini haber vermek için kullarından dilediği kimseye emrinden Ruh indiriyor.

Nahl 2- Kendi emrinden Ruh ile melekleri, kullarından dilediği peygamberlere indirip şu gerçeği insanlara bildirin, buyuruyor: Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak benden korkun.

Nahl 102 Onlara de ki: “, iman edenlere sebat vermek, müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbin Ruhu katından hak olarak indirdi.

Mücadele 22. Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları bir Ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah’ın hizbidir.

RUHTAN ÜFLEME

Enbiya 91- Irzını koruyan Meryem’e ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu, âlemler için bir mucize kılmıştık.

Hicr 28 Rabbinin meleklere şöyle dediğini hatırla: “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş kokuşmuş çamurdan bir insan yaratacağım.” Hicr 29- Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın. “

Secde 7- Yarattığı her şeyi güzel yaratan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayan O’dur. Secde 8- Sonra da onun soyunu süzülmüş bir özden, değersiz bir sudan yaratmıştır. Secde 9- Sonra onu düzenli bir şekle sokup, ruhundan üfürdü. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. Siz pek az şükrediyorsunuz!

Sad 71- Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım.” Sad 72- “Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın. “

Tahrim 12-Irzını korumuş olan, İmrân kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendi.

RUHTAN ÜFLEME NE ANLAMA GELİR?

Suda boğulmuş bir insana canlılık kazandırmak için, nefes üflenir. Aynı şeklide sıcakların etkisinde bunalan insanlar serin yeller estiğinde, üflediğinde” oh be hayat varmış” derler. Allah’ın ise yarattığı bir varlığa canlılık kazandırması, hayat vermesi için üflemeye, püflemeye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla üfleme ifadesi tamamen mecazidir

Yasin 81- Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kâdirdir. Çünkü o her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir. 82- O’nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.

Enam 73 O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. “Ol!” dediği gün herşey oluverir. O’nun sözü gerçektir. Sur’a üflendiği gün de hükümranlık O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

KUN FEYEKUN

Alllah ol der olur yani vahyeder. İşte Allah’ın ruhundan üfürmesi demek, yarattığı varlığa vahyederek CANLANDIRMASI anlamındadır ki şu ayet açıkça buna delalet etmektedir

Ali İmran 59- Doğrusu Allah katında İsa’nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem’in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona “ol!” dedi, o da oluverdi.

Buraya kadar gördük ki Kur’an’da insanın ruhu olduğuna dair tek bir ayet yoktur. İnsan ölünce ruhu çıkar diyorlar.

Peki, olmayan bir ruh nasıl çıkıyor? Kur’an insanı NEFS olarak tanıtır. İnsan hayata gelmeden nasıl mutlak bir yokluk idi ise ölüm olayında da bir bütün olarak yok olmaktadır. İnsandan çıkan herhangi bir şey yoktur.

İnsan bir bütündür. Bir bütün olarak dünyaya gelmekte ve bir bütün olarak ölüm olayı ile yok olmaktadır. Dolayısıyla insanlar yaratılmadan önce ruhlarını yaratıldığı ve Allah’ın bu bedensiz hayaletlere ruhlar âleminde soru sorduğu “Kalu Bela” ilgili ayetin tamamen Yunan patentli ruh anlayışına göre yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Allah insanları taksit tasit yaratmadığı gibi taksit taksit öldürmesi düşünülemez. Eski Yunan mitolojisine göre insan; beden ve ruhtan meydana gelen bir varlıktır. Ölüm olayında ise beden yok olmakta ruh ise ölümsüz olduğundan başka âlemlerde yaşamına devam etmektedir. Hatta başka bir insanın bedenine girip bu şekilde yaşamına devam edebilmektedir.

 

REENKARNASYON

Bakara 28- Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.

Bu ayeti kerimede Allahu Teala yaratılış öncesini ölüm olarak tarif etmektedir (ve kuntum emvaten) işte ölüm olayı da aynen bunun gibi salt bir yokluktur.

 

Yaratılış ve dirilişle ilgili diğer ayetler

Yasin 78- Yaratılışını unutarak bize bir de örnek fırlattı: “Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?” dedi. 79- De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir. “

Hac 66- Size (ilk defa) hayat veren, sonra öldürecek olan, sonra da yeniden diriltecek olan O’dur. İnsan gerçekten pek nankördür.

Mümin 11- Kâfirler diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı?”

İKİ ÖLÜM VE İKİ DİRİLME

Dünyaya gelmeden önceki durum. 1. inci ölüm

Dünya hayatındaki ölüm. 2. inci ölüm

Dünya hayatına gelme. 1. inci diriliş

Kıyametten sonra dirilme 2. inci diriliş

Peygamberin vefatından kısa bir süre sonra Yunan eserlerinin Arapçaya tercüme edilmiş ve dolayısıyla Yunan mitolojisine ait bu tür inançlar Müslümanlar arasında revaç bulmuş ve halen de bu anlayış toplumun geneli tarafından kabul görmektedir.

Oysaki Kur’an bunların tamamen aksini söylemektedir

Araf 172 Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şahit olduk, dediler.

Allahu Teala’nın bu ayette insanlara yaratılmadan önce kalıpsız ruhlara seslendiği ile ilgili hiç bir işaret yoktur Ademoğullarının bellerinden nesillerin alınması aşağıdaki ayette bildirildiği gibidir

 

Hac 5 Ey insanlar, eğer, tekrar diriltileceğinizden bir şüpheniz varsa size açıkça gösterelim diye sizi topraktan yarattık, sonra spermden, sonra embriyodan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Dilediğimizi adı konmuş bir süreye kadar rahimlerde tutar ve sizi bebek olarak çıkarırız. Sonra siz yetişip, erginlik çağına gelirsiniz. Kiminizin canı alınır, kiminiz de bildiği şeyleri bilmez olsun diye ömrünün en düşkün dönemine ulaştırılır. Yeryüzünü kupkuru görürsün de biz ona su indirince harekete geçer, kabarır ve her çeşit güzel bitkiyi çift çift bitirir ya .

Allah’a verdiğimiz bu misak ise, yani “Kalu Bela” insan doğuştan ve iyiyi ve kötüyü ayırt edebilme çağına ulaştığında gerçekleşmektedir. Her insan yanlışı ve doğruyu anlayabilecek bir özellikte yartılmıştır

“Fe elhemeha fucuraha ve takvaha”

Şems 8 (Nefse) İsyankarlığını ve iyiliğini ilham edenin hakkı için”

Zariyat 56- “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler” diye yarattım.

 

Diğer bir ayette ise şöyle buyurulmaktadır

Rum 30 Öyleyse sen yüzünü bir hanif olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında hiç bir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.

Her insan belli bir yaşa geldiğinde çevresini ve etrafındaki kültürü Allah’ın kendine vermiş olduğu bu özellikten esinlenerek sorgular. Kainattaki bu muhteşem düzeni, yaratılış harikasını idrak ettiğinde, yaratıcısı Allah’ı sanki görüyormuş gibi, bütün benliğiyle KALU “BELA”; “EVET” DER.

Evet, yarabbi sensin herşeyi sonsuz kudretinle yaratan SENSİN SEN DER.

Bir insanın çevresindeki kültürü ve evrendeki Allah’ın ayetlerini sorgulayarak dünya hayatında “Kalu Bela”ya ulaşmasını Hz İbrahim’le ilgili şu ayetlerde dahada net görebilmekteyiz.

Enam 75- Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. 76- Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü:”Rabb’im budur” dedi. Yıldız batınca da:” Ben batanları sevmem” dedi. 77- Ay’ı doğarken gördü: “Rabb’im budur” dedi. O da batınca: “Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum” dedi. 78- Güneş’i doğarken görünce: “Rabb’im budur, bu hepsinden büyük” dedi. O da batınca dedi ki: “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım”. 79- “Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben asla Allah’a ortak koşanlardan değilim“.

İşte dünya hayatında gerçekleşen “Kalu Bela” ve Hz İbrahim’in çevresindeki kültürü sorgulamasıdır.

Enbiya 51- And olsun ki biz daha önce İbrahim’e de rüşdünü vermiştik . Biz onu biliyorduk. 52- O zaman o, babasına ve kavmine: “Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti. 53- Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapar bulduk” dediler. 54- İbrahim: “And olsun ki sizler de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi. 55- Onlar : “Sen bize gerçeği mi getirdin (Sen ciddi mi söylüyorsun), yoksa şaka mı ediyorsun?” dediler. 56- O şöyle dedi: “Hayır Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben de buna şahidlik edenlerdenim. “

İşte dünya hayatında gerçekleşen ”KALU BELA”

Enbiya 57- “Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza elbette bir tuzak kuracağım.” 58- Derken o, bunları parça parça etti. Yalnız kendisine başvursunlar diye onların büyüğünü sağlam bıraktı. 59- (Kavmi) “Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o zalimlerden biridir.” dediler. 60- (Bazıları) “İbrahim denen bir gencin, onları diline doladığını duymuştuk” dediler. 61- “O halde onu insanların gözleri önüne getirin, olur ki (aleyhinde) şahidlik ederler” dediler. 62- (İbrahim gelince ona) “Ey İbrahim! bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler. 63- İbrahim: “Belki onu şu büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun” dedi. 64- Bunun üzerine vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) dediler ki: “Doğrusu siz haksızsınız.” 65- Sonra yine (eski) kafalarına döndüler: “And olsun ki (ey İbrahim!) bunların konuşmayacağını (sen de) bilirsin.” dediler. 66- (İbrahim) dedi: “O halde, Allah’ın yanısıra size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?” 67- “Size de, Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun, siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?”

En koyu ateist bile her ne kadar dilinden söylemese bile kalbinin derinliklerinden Kalu Bela’yı söküp atamaz. Hayatın içinden çıkılmaz gibi görünen problemleri karşısında o kopkoyu materyalist ateist, bakarsınız çözülüverir ve AMAN ALLAHIM diyerek Allah’a sığınıverir.

Yunan kaynaklı ruh ve beden ayırımının getirdiği Kur’ana taban tabana ters olan inançlardan biride ölüm sonrası kabir hayatıdır. Azap veya mükafat.

Kur’anın bu konudaki mesajını anlayamamış ve hadislerle kalpleri körelmiş insanlar bu sakat inancın bıraktığı psikolojik rahatsızlıktan dolayı ölmüş yakınları için Kur’an okurlar. Ne yapsın zavallılar şimdi orda toprağın altında en sevdiği kişi belkide azap görmektedir. Bundan dolayıda belkide bir parça olsun onun azabını hafifiletebilmek için bir şeyler yapmak çabasındadır. Onun için hiç bir şeyden haberi olmayan çürümüş cesetlere Kur’an okurlar.

Kur’an’a göre ölüm sonrası hayat kabirde değil, Kıyametten sonra ahirette olacaktır. Biz yine biz olacağız hem de ta parmak uçlarına kadar eskisi gibi.

Kıyamet 4 Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.

Kuran dışı yanlış bir inanç, sadece inanç boyutunda kalmaz. Mutlaka ve mutlaka günlük yaşama olumsuz bir çok şekilde yansır.

Ruh kavramının ne kadar büyük felaketlere yol açdığına, maddelere halinde değinmek istiyorum.

1-Ruhun ölmeyeceği düşüncesiyle, mahşer günü ayetleri nesh edilmiş ve kabir azabı fikri ortaya atılmıştır.

2-Ölmüş ataların bizi izledikleri fikri çıkmışdır.

3-Adem’e ruh(vahiy) üfledik ayetleri çarpıtılırak insanın ALLAH’IN bir parçası olduğu, “Enel hak” sapkınlığı ortaya atılmıştır.

4-Reenkarnasyon sapkınlığı ortaya atılmıştır.

5-Ruhulkudüs Hristiyanlarda vahiy meleği Cebrail olmakdan çıkartılıp ALLAH’IN ayrı bir ruhu olduğu yani 2. tanrı olduğu iddia edilmiştir.

6-Ruhul kudüsün Meryem’e verdiği İsa da 3. bir tanrı olup teslis inancı ortaya atılmıştır.

7-Ruh çağırma seansları gibi saçmalıklara milyarlarca insan inandırılıp müşrik edilmiştir.

8-Ruh ölmediğinden ölmüş şanlı atalar ilahlaşmıştır. Herkese yardım eden geylani, hızır, vs ortaya çıkmıştır. İnsanların ALLAH’tan başka yardımcıları olduğu yaygınlaşmıştır.

9-Hz Muhammed’in her an bizi izlediği varsayılarak ona selam gönderme şirki ortaya atılımıştır.

10-Şefaat mitolojisi oluşturulmuştur.

11-Kalu bela ruhlar alemi safsataları ortaya atılmıştır.

12-Gavslar kutuplar olduğu dünyayı yöneten fikri ortaya atılmıştır.

13-Ruhlar aleminde evliyalar türemiştir.

14-Ölümsüz bir varlık haline gelen insan kendi kendini ilahlaştırmıştır.

15-Türbelerde mezarlarda hazır ve nazır ilahlar ortaya çıkmıştır.

16-Kuran ayetleri çarpıtılmıştır.

17-Sır kapısı adlı tv programında milyonlarca insan şirke sürüklenmiştir.

18-Piramitler inşa edilmiştir.

19-Binlerce tevhid akidesini bozan mitos-söylence ortaya atılmıştır.

20-Milyarlarca insan şirke sürüklenmiştir.

Velhasıl bu ruh konusunu asla küçümsemeyelim, şirkin her türlüsünün beslendiği kaynak bu inançdır ve inananları kesinlikle şirke götürür.

http://www.hanifdostlar.net/forum_posts.asp?TID=117

posted in RUH-BEDEN | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bireyden Cemaatleşmeye Geçiş: Âile Hayatı

Aile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. Aile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Aile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi sosyal hayata, cemaatleşmeye hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedâkâr lık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.

Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır. Ailelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâ mî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması evlilikle başlayan aile hayatıdır. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, öğretmenliği ve cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir.    

İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur’ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz. 

Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, aile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. “İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah’ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır.” (30/Rûm, 21). “Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim.” (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)

İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine yardımcı olunmasını da öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz, bülûğ yaşını aşmış ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin hükümlerini öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva kurmalarını ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl yolda tatmin olacaktır. Bugün batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik kurumunun, çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler 20 yaş civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta evlenmek isteyen bazı müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla kaplı engelleri aşıp kolay yolla yuva kuramıyorlar. Böylece ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.

Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları süslemesi, kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve mânevî nice hastalıkların artmasına sebep teşkil ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık parası, bir ev dolusu gerekli gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla (yeni lira olarak binlerle) ifade edilen düğün ve eğlence masrafları gibi İslâm’ın reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına engel oluyor. Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır. İslâm, şer’î bir mâze ret olmaksızın evlenmekten kaçınmayı ve yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah saymıştır. İslâm, evliliği övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî olmayan bir şekilde gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Aile hayatı, korunmak isteyen mü’minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm’ın bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim, her konuda olduğu gibi aile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz (s.a.s.) gençlere şu tavsiyede bulunuyor: “Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun.” (Buhâri, Savm 10)  

“Allah’ın emri, Peygamber’in kavli-sünneti” diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve aileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine uygun olmalıdır. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min erkek ve mü’mine hanıma o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

Nikâh, bir ibâdettir.  Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır. Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah’ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir. Eş seçerken, çeyiz ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan kaçınıp farzlara riâyette… imanını ispat edecektir mü’min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi sebebiyle de nikâh  gidecek, eşler birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü’min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü’min kalmak, müslüman olarak ölmek, bizim gibi İslâm’ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.

Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda  özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü’minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, aile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına, devletine… karışmayan bir Allah’a inanmak, kişiyi mü’min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya; dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah’a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil’ler de inanıyordu. 

Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım şiarları-sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları, gelenek ve görenekleri, artist, şarkıcı ve futbolcuları, liderleri, efendileri, parti ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler uğruna büyük fedâ kârlıklarda bulundukları, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir.  Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın dinine tümüyle zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri  gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik değil de; mü’min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.

Aile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur’an’ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin nikâhla, talâkla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider.         

Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurur:  “Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır.” (24/Nûr, 26). Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz, stressiz, birbirine bağlı, huzurlu yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. “İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik/ putperest bir kadından imanlı bir câriye/köle kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin.” (2/Bakara, 221). “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez…” (24/Nûr, 3). Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâ mussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil;  bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişe ve nâmussuzdur. Kızda aranan iman ve edep/nâmus, damat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.  

Allah, ilk insan Âdem (a.s.)’i topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır (4/Nisâ, 1). Havvâ’sız Âdem eksiktir; Âdem’siz Havvâ’nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. “Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz.” (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A’râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.

Gözlerin benzerini görmediği, gönüllerin hayal bile edemediği ırmaklara, köşklere, her çeşit rızıklara sahip olan cennette bile Hz. Âdem, Havvâ vâlidemizle huzur buluyor; Havvâ annemiz de Hz. Âdem’de mutluluğu yakalıyor. Rûm suresi 21. âyeti böylece tecellî ediyor. İkisinin huzurundan rahatsız olan şeytan, onların çıplak olması için bütün planlarını kuruyor ve cennetten çıkarılmalarına sebep oluyor. Ama Hz. Âdem’le Havvâ anamız bu dünya evinde birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulunuyorlar, örtünüyorlar ve Allah da onları affediyor. “Ey Adem oğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın.” (7/A’râf, 27)      

İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip’te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve  cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor.

 

Çocuk: Cennet Kokusu, veya…

Aile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önem lidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslam’da evlenmenin, ailenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Ailenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir, fitnedir.

Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah’ın bu narin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve aileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, ailenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne ve baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevabına nâil olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alırlar, sevâbına ortak olur. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilir. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (66/Tahrîm, 6). “Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitnedir/sınavdır.” (64/Teğâbün, 15). Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.” (Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.   

Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir” diyor.

İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. “Allahu Ekber = En büyük Allah’tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin “en büyük benim” sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenâze namazında yine Allahu Ekber’le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda  en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsi (hatta müşrik) yapar.” (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25)  buyuruyor.  “Müslüman yapar” demiyor. Çünkü çocuk zaten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Biz, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ailede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı  müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

İslam’da çocuk sahibi olmak, büyük sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâmiyet, bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Ailenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakım ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk alanına girmektedir (Bkz. Buhârî, Rikak 17; Müslim, İmâre 5). Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu, onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır. Çocuğun ana baba üzerindeki hakları, bir başka deyişle ana ve babanın görevlerinin başlıcaları şunlardır: Güzel isim, müslümana yakışır terbiye, kardeşleri arasında eşit muâmele ve evlendirme. 

Bunların yanında, unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Ço cuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158). Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir (20/Tâhâ, 132). Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri (Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182) bu konuda başta anne ve babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve iknâ gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.            

 Aile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. “Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız.” (2/Bakara, 187). Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helâl yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. “İyilikte ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.” (5/Mâide, 2)

Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur’ân-ı Kerim’de “ibâdet” olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gâyenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.

Ailenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine im kân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, aile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saâdet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü’min kadın ve erkeklerin bir arada ailece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.

Ailenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.

Kadının En Saygın, En Mübarek Konumu; Annelik: Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde “bir” iken; annenin hakkı “üç”tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâ dını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz. Öyleyse, haydi evlerimizi kurs, mektep, okul ve mescid yapmaya! (Ahmed Kalkan)

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1476&k=57

posted in SALİH AMEL | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Mutluluğa ve Ahirete Yatırımın Diğer Adı: İnfak

Para, madde, eşya insanı yöneten efendi olmuş, insana hizmet etmesi gereken bunlar, insanı kendisine kul köle yapmış. Çağdaş insan bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor, bunlar için âhiretini ve huzurunu mahvediyor. Bunlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Taksitlere, ay sonuna kafayı takan modern insan, dünyada varoluş gâyesini düşünemiyor; para kazanma koşturmacasından ibâdete, okumaya, düşünceye sıra gelmiyor. 

Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı  parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam denilen şeytanî câzibe; aslında dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış ve büyük pişmanlık demek. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lügatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin ve basit arzuların hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar. Dünyevîleşmiş çağdaş insan tipinin dini ekonomi, imanı para, kitabı çek koçanı, mâbedi bankadır artık.
 İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır… Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez.

En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor, insanın kendisi tükeniyor. Bunca varlık içinde şükretmiyor, şikâyetten sadistçe zevk alıyor. Dünyayı yakalamak için hayat boyu kovalamaca oynayıp koşturan insan, helâkı ve dehşetli kıyâmeti yaşadığının farkına varmıyor. Tuvalete yaptığı yatırım kadar âhirete, Cennet köşklerine yatırım yapamadan ölüp gidiyor.
 Bütün bu ve benzer problemlerin tek çözümü var: İnfak. Ne-fe-ka kökünden türeyen infak kelimesi; lügat olarak tükenmek, azalmak anlamlarına gelir. “Nafaka”; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfak ise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak, tüketmek demektir. Allah yolunda harcamaya infak denir. Terim olarak infak: Gerek akrabalardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak onların geçimini sağlamak, Allah için her çeşit hayır yapmak demektir.

“İnfak”; malın elden çıkarılması, harcanması ve sarfedilmesi demektir. İnfakın farz, vâcip, mendup kısımları vardır. Zekât ve diğer sadakaları içerdiği gibi, gerekli yerlere ve uygun tarzda Allah için yapılmış her türlü bağış, yardım ve hayırları, kendi ailesine ve yakınlarına yardım gibi bütün mal ile yapılan ibâdetleri de içine alır. İnfak, mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirilir. İlim öğretme ve benzeri mânevî şeyleri, davranış biçimlerini de kapsar. Genelde infak; mü’minin kendisinde mevcut her nimeti başkalarına yansıtması, başkalarını o nimetlerden yararlandırması demektir. İnfak; paradan, maldan olduğu gibi, ilimden, güzel sözden, güler yüzden de olur. Ayrıca sağlığın, saâdetin, gençliğin de infakı vardır. Ve infak, farz olan cihadın bir şûbesidir. “Sana infak’ı (Allah yolunda ne harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: ‘Verdiğiniz hayır, anababa, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak Allah bilir.” (2/Bakara, 215)

İnfak, Allah’a ibâdetin öyle bir parçasıdır ki, onsuz din olmaz. Bir insanın gönlünde yaktığı iman ışığının devamı, ancak namaz-infak ikilisiyle yürür. Cömertliğin göstergesi olan “infak” kavramı, Kur’anda türevleriyle birlikte 73 yerde geçmektedir. Muaz bin Cebel ile Sa’lebe, Hz. Peygamber’e “kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım?” diye sorduklarında, şu âyet inmişti: “Sana hangi şeyi infak edeceklerini, nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı verin.” (2/Bakara, 219). Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu âyete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı (S. Buhâri, Tecrîdi Sarih Terc. 11/ 371). Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde varlıklı mü’minlere “Allah yolunda infak” emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.

Verilen maddî bir varlığın infak olabilmesi için her şeyden önce onun Allah rızâsı için verilmesi gerekmektedir. Cömertlik vasfının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (59/Haşr, 5; 57/Hadîd, 1118; 5/Mâide, 13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfat beklenilmemesi (76/İnsan, 8l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (2/Bakara, 263264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (3/Âl-i İmrân, 92) şarttır.

Kur’ân-ı Kerîm’de cömertlik, cihad ile aynı seviyede tutulmakta; Allah’ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir (2/Bakara, 254). Cömertliğin, kıyâmet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir (2/Bakara, 222). Cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ’ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir (2/Bakara, 244; 5/Mâide, 13; 57/Hadîd, 11).

Kalpler Allah yolunda infak ile, cömertçe davranış sâyesinde temizlenir (bk. 92/Leyl,1720). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de; “Serveti de düşkünce seviyorsunuz.” (89/Fecr, 20) buyurulur. İşte bu sevgi ile insan, “ben bu malı sarf edersem bana bir şey kalmaz” korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder.” (2/Bakara, 268). Oysa ki Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre, “mal ve servet insan için bir imtihandır.” (39/Zümer, 49-52). Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertçe Allah yolunda infak etmektir (64/Teğâbün,1517).

İnfak, mutluluğun merdivenidir. Alan kimse, nimetlerden geçici ve sınırlı bir şekilde yararlanırken; veren mü’minin haz zı kısa sürede sona ermez. Mü’min kalp, mal ile değil; iman ile mutmain olur. Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendisi hiçbir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah’a aittir. Öyle ise Allah’a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızası için malını infak etmekten çekinmez.

 İnfakın Faydaları, Hikmetleri

 Namaz ve oruç, bireysel ve kişisel gelişme ve yükselişe; infak ise, ferdî cimrilik, bencillik gibi kötü huylardan arındırma yanında, toplumsal bünyeye girmiş zararlı mikroplardan arınmaya, toplumsal bünyenin sağlıklı bir şekilde serpilip büyümesine, gelişmesine hizmet eder. Bakara sûresinin girişinde (2/3) Kur’ân’ın hidâyet vereceği muttakîlerin özellikleri anlatılırken imandan sonra iki amele vurgu yapılır: Namaz ve Allah’ın verdiği rızıktan infak. Namaz, kişinin Allah’a karşı görevlerini belirten bir başörnek, infak da topluma karşı vazifelerin prototipi ve simgesidir. İnfak, toplumsal ibâdettir. “Onların mallarından sadaka al. Onunla kendilerini temizlemiş ve tezkiye etmiş olursun.” (9/Tevbe, 113). Temizleme ve tezkiye; bu iki kelime, zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme ve arınmasını içine almaktadır. İnfak eden, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır.

İnfak, Allah’ın verdiği nimetlere, özellikle mal ve para cinsinden maddî nimetlere şükürdür. Bu anlayışla infak eden mü’ min, her nimetin, mesela sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin de o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.

Her türlü infak, malı ve malın bereketini artırır. Yoksul zümrelerin eline geçen para, her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini arttırır. İnfak sâyesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. İslâm kardeşliği de bu yollarla hayata geçer.

Mü’min, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Her çeşit malı ve nimetleri, asıl kaynağı olan Allah’a nisbet eder. İnfakın emredildiği âyetlerde geçen “Onlara rızık olarak verdiklerimizden…” (2/Bakara, 3) ifadesi mü’minin  özel mülk ve gerçek mâlik anlayışını düzenler. Böylece infak eylemi, dağıttığı şeylerin kendi özel malı olmadığını, kendi özel mülkiyetinden tasarrufta bulunmadığını hatırlatarak onun bağış bencilliğini kırar. Mü’minlerin tüm yaptıkları, Allah’ın verdiği rızıktan infak etmektir. Bir postacıdır, bir veznedardır, bir emanetçidir mü’min. Bu telkin, asıl verenin, asıl sahip olanın Allah olduğunu hatırlatır. Böylece mü’min, Allah’ın kendisine verdiği rızıklardan sorumlu olduğunu anlar. Mü’min, malını (kendisine emânet ve sınav olarak verilen nimetleri) dilediği şekilde özgürce harcayamaz.

İnfak, paranın, mal ve mülkün gerçek sahibini hatırlatır ve kişinin emânet ve imtihan bilincini güçlendirir. Mü’min, canını yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O’nun yolunda mal ve canıyla cihad eder. Mülk Allah’ın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, mü’min için en makul bir olay olarak değerlendirilir.

İnfak, zekât ve her türlü cömertlik, kişiyi maddeperestlikten korur; kalpteki dünya sevgisine karşı bir ilâç olur. İnfak, insanı özgürlüğe kavuşturur; mala bağlanmak, ona boyun eğerek esir olmak ve paraya tapmak zilletinden kurtarıp hürriyete eriştirir. Allah’tan başkasına kulluğu sonuçlandıran paraya tapmak gibi öldürücü zehirden Peygamberimiz şöyle sakındırır: “Altın ile gümüşe (paraya) tapanlarla kadifeye (lüks yaşayışa) tapanlar helâk olmuştur.” (Buhârî, Kitabü’lCihad; İbn Mâce, K. Zühd). Burada kadifeden maksat, giyim-kuşam ve evlerin tefrişindeki/döşemesindeki aşırılıktır.
 İnfak ve cömertlik ihtiras zincirini kırar, insanı hırstan korur, nefsin hastalıklarını tedâvi eder. Hırs, insanı aşırı mal kazanmaya ve dünya için daha çok çalışmaya iter. Ölüm gelmeden bunun sonu da gelmez. İşte İslâm, bu sonu gelmeyen ihtiras kısır döngüsüne kesilecek bir nokta, insanın kurtulacağı bir fren vermiştir; o da infaktır.
 İnfak, isrâf ve lüks gibi şeytanî eğilimleri azaltır. İnfak kalbin katılaşmasını önler; kalbe sevinç, mutluluk ve huzur verir. İnfak insanlara şefkat ve merhameti arttırır, dost kazanmaya sebep olur. İnfak, insanı bir şeye muhtaç olup onsuz olamama tiryakiliğinden kurtarır; Allah’tan başkasına ihtiyaç duymama faziletine yükseltir. İnfak, insanların sevgi ve muhabbetini kazandırır. Zenginle fakir arasında kin, nefret ve kıskançlığı gidererek, birbirlerine sevgi bağı oluşturur.

Allah için infak, malı ebedîleştirir; yok olmayacak cennet nimetlerine dönüştürür. Yatırımı en kârlı yere ve kaybolmayacak şeye yapmak, en kârlı ticarettir. Kur’ân-ı Kerim, “ticâret” kavramını, bildiğimiz alışveriş anlamında kullandığı gibi, aynı zamanda Allah’la yapılacak mânevî ticâret için de kullanır. Allah Teâlâ, zâten kendisinin verdiği, dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği emâneti olan mal ve mülkü (3/Âl-i İmrân, 26), nefsi/canı Cennet karşılığında mü’min kullarından satın almak ister. Bu ticâret, hem insanın Allah’la ilişkisi yönüyle çok büyük şeref, hem de büyük bir ihsandır; çok kârlı bir ticârettir.    

İnfak malı çoğaltır, bereketini arttırır. “Allah, fâize verilen malı noksanlaştırır; sadakaları, zekâtı verilen malı ise çoğaltır.” (2/Bakara, 276). İnfak, malı âfetlerden, kişiyi belâlardan korur. Fakirin kıskançlık duygusunu körletir. İnfak, zenginin şahsiyetini geliştirir, müslümanı mal fitnesinden korur, ruh ile beden arasında bir denge sağlar. Müslümanı mâlî disipline sokar. Cömertlik, toplumun ruhî değerlerini takviye eder.

 

İnfakın Sosyal Hayattaki Yeri ve Toplumsal Hikmetleri

İnfak, fakirzengin uçurumunu önler, orta sınıf oluşturur. Dilencilik ve başa kakma gibi onur kırıcı davranışlardan insanları korur. Kapkaççılık, hırsızlık, soygun, terör gibi  olaylara giden yolu tıkar. Toplumu etkileyen ahlâksızlıkların bir kısmı açlık belâsı yüzündendir. Karnı aç olan bir insan, hele imanı da sağlam değilse, her suçu işleyebilir. Günümüzdeki suçların artışında ekonomik problemlerin yeri hayli önemlidir.
 İnfak, kapitalizmin bencilliğinden, komünizmin zulmünden sakındırır. Allah için yapılan infak; kapitalizme, sömürüye, fakirin daha fakirleşeceği düzenlere son verir, komünizm ve sosyalizme giden yolu tıkar.

İnfak ve zekât, sosyal dayanışma ve sosyal güvenlik sigortasıdır. İnfakla, sosyal çatışma problemlerine giden yol tıkanacaktır. İnfakla, evlenmeye güç yetiremeyen bekârların evlendirilerek fuhuş ve cinsel ahlâksızlığın önü tıkanacaktır.
 İnfakla, fakirlik ve işsizlik problemi en aza indirilecek, günümüzde olduğu gibi geçim derdi problemlerin ilk sırasını almayacaktır. İnfakla, iktisâdî hayat canlanacak, aynı şekilde toplumun rûhî, mânevî değerleri de yeniden ihyâ edilecektir. 
 İnfak sâyesinde insan, yarınım ne olacak kaygısını taşımayacak, ihtiyarlığı ve muhtaç olacağı zaman için para biriktirme mecbûriyeti bile hissetmeyecektir. İnfakla, doğal âfetlerin (deprem, sel, salgın hastalık vb.) açtığı yaralar sarılacaktır. Bakıma muhtaç insanların huzur içinde hayatlarını geçirmeleri sağlanacaktır.

İnfakta İslâm’ı yaymak ve kelimetullah’ı yüceltmek vardır. İnfak açısından unutulmaması gereken bir husus şudur: İnsanların midesini doyurmaktan daha önemlisi; onların gönüllerini imanla, zihinlerini ilimle doyurmaya çalışmaktır. Bu da infakı cihad ve ilim hedefine çevirmekle olur. İslâm’ın toplum plânında yayılıp hâkim olması için cihad dediğimiz fedâkârlık şarttır. Zengin, malı ile bu cihada katılmak zorundadır. İster yakın çevrede, ister ülke içinde, isterse tüm dünyada İslâm’ın kitlelere ulaştırılması için, fitne ve zulmün kaldırılmaya çalışılarak tüm beşerî zulüm düzenlerinin insanları perişan etmesine karşı Allah için yapılacak maddî fedâkârlık, önemli bir cihad aracıdır. İnfak İslâm’ı insanlara ulaştırma ve sevdirme aracıdır. O yüzden zekât verilecek sınıflardan biri Allah yolunda cihad edenler, biri de kalpleri İslâm’a ısındırılacak müellefei kulûbdur (9/Tevbe, 60).  

İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise infak köprüsü kurarak dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimizin hevâsı veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat, veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Bunlardan birini seçmemiz gerekiyor. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!               

Ne mutlu tüm mülkün ve malın Allah’a ait olduğunu, kendisinin emânetçi olduğunu unutmayıp, parayla imtihanı kazanıp Allah’la alışveriş yapanlara! Yazıklar olsun paranın kulu olan cepleri paralandıkça gönülleri de paralananlara! “Param, param!” diye param parça olanlara! (Ahmed Kalkan)

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1321&k=52

posted in ZEKAT | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Sanat Dallarına Bakış Açımız

“De ki: ‘Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) güzel sanat yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (18/Kehf, 103-104)

Sanatı ve sanat kabul edilenleri değişik biçimde tasnif etmek, farklı bölümlerde incelemek mümkündür. Güzel sanatlar, zanaatlar, göze hitap eden sanatlar, kulağa hitap edenler, fonetik sanatlar, plastik sanatlar, el sanatları, süsleme sanatları, halk sanatları, grafik sanatlar, tatbiki güzel sanatlar gibi.

Batıda mimarlık, heykeltıraşlık, resim, müzik ve edebiyat sanatın ana dalları; diğer türler bunların birer kolu kabul edilir.

Müslümanlara göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır kanaatindeyiz. Kur’an ve Sünnet’in hem edebiyat şaheserleri olmaları, hem edebiyatı, yani güzel sözü teşvik ve tavsiye etmeleri, hem de dinin tebliğine en müsâit sanat dalları olmaları hasebiyle şiir, hikâye, hiciv, edebî sanatlar ve her türlü dallarıyla edebiyat. Sonra mimarî, süsleme sanatları. Tabii ki hat, kıraat, tezhip, ebru…

Resim, müzik, tiyatro ve sinema çok sıkı kayıt ve şartlarla kabul edilebilecek dallar (Bu sanat dallarının aslının kötü olduğundan değil; özellikle günümüzde çok çeşitli haram ve hatta küfürlere bulaşmasından dolayı bu sanatlara biraz soğuk bakıyor, sıcak ortamları bekliyoruz). Heykelin özellikle soyut olanı, resmin daha çok minyatür ve karikatür şeklinde ya da figür halinde tezâhürü, zanaat denilen el sanatlarının hemen her çeşidi. Ölçü belli: Allah’ın hudûdu.

Put amaçlı veya tâğutların putlaştırılmasına hizmet eden insan ve hayvan figürlerine âit heykellerin ve dans, bale gibi etkinliklerin sanat kabul edilmesi bizim açımızdan mümkün değil. Herhangi bir şirke, küfre veya harama âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah’a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah’tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.
   Sanat deyince dejenere edilip yozlaşmış toplumun aklına gelen iki şeyden biri müzik. Müziğin helâl ve haram türleri var. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yere ve icrâ edildiği maksada göre de hükmü değişir. Haddi aşmadığı ve herhangi bir günaha sebep olmadığı takdirde çoğu âlimlerce mubah görülen müziğin günümüzdeki durumu dikkate alınmadan değerlendirme yanlış olur. Günümüzde müziğin içkili gazinolarda, fısk u fücuru ihtivâ eden, haramla birleşerek icrâ olunan, hayvanî duyguları öne çıkaran, cinsiyet ve seksin ön planda olduğu, şarkı sözlerinin çoğunun İslâmî edep ve hayâyâ ters düşmesi bir yana, küfür lafızlarını da içermesi değerlendirilince (böyle bir müziğe) mubah damgasını vurmak mümkün değildir. Vakit israfı, para israfı, sayılanların yanında daha küçük problem. Bu problemlerin hiçbiri yoksa, salt olarak müzik, insanı şeytanî düşüncelere yaklaştırmıyor ve müslümanlığını unutturmuyorsa o takdirde helâl denilebilir. Günümüzde adına yanlış olarak dinî mûsikî denilen ilâhî, marş ve ezgileri, yeşil pop denilen parçaları buna örnek verebiliriz.

Sinema için de benzer şeyler söyleyebilir, aynı hükümleri tekrarlayabiliriz. Hep kadın ve çıplaklık, gayri meşrû ilişkiler, sevgililer, kâfirlerin câhilî hayatlarının reklamı… Türk filmleri de Batı hayatının ve Batı filmlerinin hem de çok kötü birer taklidi. Konular bizim insanımıza tümüyle ters olduğu halde, izleye izleye insanımızın hayatı da film oldu. Bugünkü ortamda sinemaya gitmeyene, film seyretmeyene tavsiye edilecek, onu filme alıştıracak, yani içinde hiçbir çirkin ve haram unsur bulunmayan bir film var mı, bilmiyorum. Bana sorarsanız, bugünkü şartlarla (tevhidî ve Peygamberî) tebliğe pek müsâit görünmüyor sinema. Çünkü çözümü bugünkü şartlarla çok zor olan onlarca problemi var sinemanın. Meselâ bayan eleman, yani aktrist problemi var. Oyuncu kızcağızın kıyafetinden zarâfetine dişiliğinin ortaya çıkmaması nasıl mümkün olacak? “Bâtılı tasvir, saf zihinleri saptırır.” Müşrik veya günahkârları, kötüleri tasvir etmeyen, onların çirkefliklerini gözler önüne sermeyen film biliyor musunuz? Bu rolleri müslümanın mı, bir başkasının mı oynayacağından ve “nasıl”ından tutun, elfâz-ı küfrü ve ef’âl-i küfrü rol icabı da olsa söyleyip yapmaları… Bunların ibret alınabileceği kadar bazıları açısından kötü örnek de teşkil etmesi, bazılarını olumsuz yönde etkilemesi gibi birçok sakıncalar. Oyuncu, senaryo yazarı, yönetmen ve diğer teknik elemanların gerçek anlamda müslüman, hele dâvâ adamı olup olmamaları; olaya tüccarca mı, sanatçı olarak mı, yoksa tâvizsiz dâvâ adamı olarak mı baktıkları, bunların genel olarak İslâm’ı, Kur’an’ı ve yaptıkları işle alâkalı teferruatlı hükümleri ne oranda bildikleri, yaşadıkları değerlendirilmeli. Bütün bu problemlerin aşılması için ortam, bağımsız ve helâl finansman temini, hangi televizyonda veya hangi salonlarda oynanabileceği, rejimin sansür kurumlarını nasıl geçeceği… Film seyretmeyeni sinemaya alıştırma tehlikesi, muayyen/belirli bir şahsın taklidinin hükmü, hayalde büyük yeri olan bir zâtın veya bir peygamberin basit bir artist tarafından canlandırılması (ne demek canlandırma?), yani rol olarak taklidi. Sözgelimi gençlere Hz. Hamza dediğinizde akıllarına Yunan asıllı Amerikalı kâfir Anthony Quinn geliyor; Züleyha denilince Fatma Girik vb.

Bütün bu problemler aşılsın, ortaya gerçekten ve her şeyiyle müslümanca bir film konulsun, sonra konuşalım hükmünü.

Tiyatro için de aşağı yukarı aynı problemler sözkonusu. Hükmü de benzer.

Peki, öyleyse bunlardan İslâm adına yararlanmayalım mı? Yararlanma yollarını arayalım, ama nasıl? Din, “ille yararlanın, haram veya büyük günahlar önemli değil!” diyorsa, tamam. Haramlarla İslâm’ a hizmet ve tebliğ olmayacağını, alkolle abdest alınmayacağını bilelim. Şu anda öncelikle ilimle mi, filmle mi uğraşmalıyız, din bizden ne bekliyor, bu ortam içinde tekrar değerlendirelim. Dünyaya hizmet için değil; kulluk için geldiğimizi hesap edelim. Kulluğun içine ne kadar hizmet giriyorsa, yani yaptığımızın ne kadarı ibâdet ise, ancak o kadarını yaratılış amacımız, diğerlerinin ise nefsin aldatmacası, şeytanın sağdan yaklaşarak bizi kandırması olarak düşünelim. Biz böyle düşünüyoruz. Olaya başka açılardan bakanların delillerini ve güzel örnek olarak ortaya koydukları şeyleri tartışmaya hazırız ve önyargılı olmadığımızın bilinmesini istiyoruz.
   Edebiyata gelince… Haramlara ve küfre vâsıta olması, günahkâr yalancılar elinde şeytanî ilhamlarla küfre hizmet edilmesi Kur’an’ın dikkatleri çektiği büyük günah. İslâm için kullanılması ise Kâ’b bin Züheyr için olduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e cübbesini çıkartıp ikram ettirecek ölçüde teşvike şâyân.

Müslüman açısından sanatlar içinde ilk sırada sayılabilir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında, hitâbet ve edebiyatta söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, “İnsanlara güzel söyleyin” (2/Bakara, 83) emrine uyulmasıdır bu.

Kur’an, müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına rağmen, bundan çok az yararlanılmıştır.

Sadece müslümanlara has orijinal sanatlar daha çok Kur’an’la direkt ilgili sanatlardır. Hat sanatı bunlardan biridir. Yasaklanan put amaçlı canlı resimlerine karşı, yazıdan tablo gibi resim yapar müslüman sanatçı. Hem tebliğdir hüsn-i hat, hem süs. Tabii, Kur’an harflerine ve bu harflerle oluşan eserlere yabancı şimdiki insana ne oranda tebliğdir, hatta güzel ve sanat eseri gibi geliyordur, orası ayrı bir kanayan yara. 

Kur’ân-ı Kerim tilâveti, müslümanlara has orijinal sanatlardan bir diğeridir. Rasûlullah (s.a.s.)’ın ” Kur’an’ı seslerinizle süsleyiniz.” (Buhârî, Müslim) emri ve teşviki, bu sanatın gelişmesine en büyük etken olmuştur.

Hayber’in fethi sırasında bir sahâbî, nağme ile şiir (ilâhî-ezgi) okumaya başlayınca Rasûlullah (s.a.s.) ona duâda bulunmuşlardı (Buhârî, Müslim). Ezanı güzel sesli ashâbına okuturlardı. Güzel sesli bazı sahâbîden Kur’an dinlerlerdi. Dinin bu teşviki hoş sadâ ile Kur’an tilâvetinin, makamla ezanın ve meşrû müziğin gelişmesi açısından büyük rol oynamıştır.

“Güzel sesin ne önemi var, okunan Kur’an’ın mesajı yeterli” diyemezsiniz. Güzel ses, mesajın etkisini arttırır. Bir divan şâirinin “Bozulmaz mâni-i Kur’an, olursa bed sadâ hâfız” demesine nazîre yaparak Bağdat’lı Rûhî şöyle cevap veriyordu: “Uçar te’sîr-i Kur’an olursa bed sadâ hâfız.” (Yani, bir şâirin, “Hâfızın sesi kötü olursa, Kur’an’ın mânâsı bozulmaz” demesi üzerine şâir Rûhî: “Hâfızın sesi kötü olursa, Kur’an’ın etkisi uçup gider.” Yani “Kur’an’ın tefsiri değilse de tesiri bozulur” diye cevaplamıştır.) 

Resim ve heykele gelince… Canlı resmi, özellikle insan figürü resimde müslümanların tarihi boyunca soğuk karşılanmış. Özellikle heykel için bu soğukluk, haram ve put hükmü verilerek yasaklık yönüyle daha ileri boyutta algılanmıştır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasaklanması için diğer hikmetleri kabul edilir.

Ama, klasik değerlendirmelerin aksine, Kur’an’dan yola çıkarak put özelliği taşımayan resim ve heykellerin câiz olacağı görüşünü benimsemek daha doğru olur diyebiliriz. Çünkü;

İbrâhim (a.s.) döneminde, put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini ister. Vahyin emriyle bütün peygamberler ve muvahhid mü’minler, put-heykellerle mücâdele etmek zorunluluğunu hissetmiştir. “İbrâhim babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti.” (21/Enbiyâ, 52). Ve heykellere tapınma şeklinde saygı duyanlara şöyle haykırır: “Yuh olsun size ve Allah’ın dışında tapmakta olduklarınıza (put heykellere), siz aklınızı hiç kullanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67). Elbette, yaşadığı dönemde yine put görevi üstlenip saygı duyulan heykellere Hz. Muhammed (s.a.s.), kendisi gibi tevhid önderi olan putkıran dedesi İbrâhim Peygamber gibi onları yeryüzünden kaldırmak için savaşları göze almış, her türlü mücadeleyi yaparak putları devirmiştir. Bununla birlikte, Kur’ân-ı Kerim, Süleyman (a.s.) döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakar, eleştirmez (bkz. 34/Sebe’, 13). Biricik önderimiz Peygamberimiz’in de Hz. Âişe’nin küçük yaşlarda iken oyuncak olarak oynadığı kanatlı at heykeli gibi put özelliği taşımayan ve saygın konumda bulunmayan eserlere hiçbir yasak koymadığını değerlendirebiliriz. Ölçüyü şu şekilde güncelleştirebiliriz: Saygı duyulup putlaştırılan heykelleri ve hatta resim ve fotoğrafları bırakın sanat eseri olarak kabul etmeyi, kişiyi dinden çıkarıp müşrik yapan bir araç, put olduğu için çok çirkin ve yıkılıp yok edilesi bir nesne olarak görmek zorundadır muvahhid müslümanlar. Fakat, hiçbir put özelliği taşımayan ve salt sanat eseri kabul edilen ve başka haramlara da yol açmayan, tâğut ve küfür önderlerini de çağrıştırmayan fotoğraf, resim ve hatta heykellere Kur’an ve Sünnet, haram hükmünü koymaz (Bu konuyla ilgili olarak gerekiyorsa, İslâm’da Helâl ve Haram konusunu işleyen kitaplara ve “put” kavramına bakınız). Ama bir harama sebep oluyorsa hükmünün haram, bir şirke sebep oluyorsa hükmünün şirk olacağı da unutulmamalıdır.   

İslâm’da canlı resim ve heykellerin müslümanların tarihi boyunca tümden yasak kabul edilmesinin, bazı iddiâların aksine, sanat için çok olumlu etkileri de olmuştur. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ bir âmânın hâfızası ve hassâsiyeti normal insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer sahalarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatındaki müslüman sanatçının başarıları bunun delilidir. Resim ve heykelin soyut olanına İslâm’ın yasak koyduğunu zaten hiçbir kimse iddia etmez. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen için soyut resim ve heykelin kapıları tarihten bu yana ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Meselâ Allah’ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan ve canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.

Sanat konusunda çok az yasak vardır. Yeme-içme konusundaki birkaç yasak gibi. Geniş olan alan, meşrû olan alandır. Yasakların çoğu putçuluk, seks, fitne, fesat, israf gibi, sanatın aslına âit olmayan unsurlardır ki, şeytanın süsleyip güzel gösterdiği ârızî dış etkenlerle ilgilidir. Bunlar sanatla birlikte olmasa da yasak olan inanç ve ahlâk dışı çirkinliklerdir. Müslüman sanatkârın önünde, kabiliyetini gösterebileceği çok geniş saha vardır. Ancak, oynamasını bilmeyen gelin “yenim dar, yerim dar” der.
“Müslümanım” diyen sanatçı, Kur’ an’a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur’ an’dadır… (Ahmed Kalkan)

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1749&k=65

posted in SANAT | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. MUHAMMED  

Evrenin ve tüm varlıkların yaratıcısı Yüce Allah, yaratılanları başıboş, sahipsiz ve kılavuzsuz bırakmamış, yaşam öykülerini ilâhî bir sisteme bağlamıştır. İnsanlara da peygamberler vasıtasıyla yasa larını bildirerek onları aydınlatmaktadır. Elçilerin sonuncusu Hz. Muhammed, ilk gönderilen ilâhî kitap Tevrat ve İncil’i tasdik etmek ve bazı yeni hükümler ilâvesiyle Kur’an’ı Kerim’i tebliğ etmek üzere insanlara gönderilmiş evrensel bir peygamberdi. O yalnız bir öğretici değil, insanlığın en mükemmel temsilcisi olmuştu. Gerçek ahlâkını, sözlerini, ibadetlerini, insanlarla olan ilişkisini esas almak, Allah Sevgisi’ne de kavuşmak demekti. Ali İmran 3/31: «Resulüm de ki : Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…»

Mekke’de doğan Hz.Muhammed 40 yaşında iken peygamber oldu ve hayatının sonuna kadar 23 yıl bu görevi devam etti. 13 yıl Mekke’de, 10 yıl da Medine’de yaşadıktan sonra 63 yaşında iken bu dünyadan ayrılmıştı. Kabri Medine’de bulunmaktadır.

 

ÇOCUKLUK, GENÇLİK VE EVLİLİK DÖNEMİ

Doğumu
Yüce Allah’ın son elçisi Hz.Peygamber, 20 Nisan 571 yılında Mekke’de dünyaya geldi. Babası Abdullah iki ay önce vefat ettiğinden, dedesi Haşimoğulları’ndan Abdülmuttalib torununun ismini, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok çok övülen anlamında Muhammed koymuştu. Annesi Âmine ise Allah’ı yüce sıfatlarıyla öven, hamdeden manasında Ahmet ismini verdi.

Hz.Muhammed’in ailesi, ataları, Hz.İbrahim ve oğlu Hz.İsmail’e kadar bağlanmaktadır. Bu aileler birbirinden gelme soylar olarak; Yüce Allah tarfından itina ile süzülerek seçilmiş, örnek özelliklerle donatılmış en mükemmel varlıklardı. Ali İmran 3/33, 34: «Şu bir gerçek ki; Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesi’ni ve İmran Ailesi’ni bir kısmı bir kısmından gelme soylar olarak, alemler üzerine seçip yüceltmiştir. »

Çocukluk Dönemi
Çocuğun emzirilmesi; önceleri annesi Âmine tarafından yapıldı. Sonra da süt yetmeyince çölde yaşayan Hevazin kabilesinin kollarından Halime‘ye verildi. Çok iyi bir süt anne olan Halime, çocuğu evlat gibi sevip bağrına basmıştı. Çölün havası Mekke’ye göre daha temiz ve doğası çok daha güzeldi. Ayrıca orada Arapça, saf ve bozulmamış bir tarzda konuşuluyordu. Allah’ın Elçisi, hem bedenen ve hem de ruhen ilerde alacağı ilâhî göreve mükemmel hazırlanmaktaydı. Çocuk 4 yaşındayken süt anne Halime, onu alıp Mekke’ye götürerek annesi Âmine’ye teslim etti. Hz.Muhammed, 6 yaşına kadar annesinin yanında kalmış, ancak Medine’ye gittikleri bir seyahat dönüşü annesi de vefat etmişti. Doğumundan iki ay evvel babasını, sonra da sevgili annesini kaybeden Allah’ın Elçisi, küçücük yaşında büyük acıları yaşamış oldu. Dedesi Abdülmuttalib, yetim ve öksüz kalan torununu 8 yaşına kadar büyüttü. Kendisi 80 yaşını geçmiş yaşlı bir insandı. O da bu dünyadan ayrılınca vasiyeti gereği çocuğun yetiştirilmesini, amca olan oğlu Ebu Talib üstlendi.

Gençlik Dönemi
Hz.Peygamber (s.a.s)’in hayatının 8 yaş ile 25 yaşına kadar olan bölümüne gençlik dönemi denir ki, bu dönemi amcası Ebu Talib’in yanında ve himayesinde geçirmişti. Ebu Talib zengin bir insan değildi, iyi ahlâkı ve gönül yapıcılığı ile toplumun saygısını kazanmıştı. Yeğenini çok seviyor, onu evlâtlarından ayırmıyordu.

Mekkeliler, iklimi ziraate elverişli olmadığı için ticaret ile uğraşmaktaydılar. Ebu Talib kervan ticareti ile meşgul oluyor, Şam’a ve Yemen’e kadar gidiyordu. Allah’ın Elçisi 12 yaşındayken amcasının ticarî kervanına katılmış, Şam yakınlarında Busrâ kasabasında mola verilmişti. Burada bir manastırda bulunan Bahirâ ismindeki Hıristiyan rahip, Hz.Muhammed ile yakinen ilgilenmiş, ona sorular sormuştu. Aldığı cevaplarla çok şaşırmış, onun Tevrat ve İncil’de bir çok vasıfları yazılı bulunan Son Peygamber olacağı kanaatine varmış, bu görüşünü etrafındakilere samimiyetle belirtmişti. Ancak yıllar sonra bazı Hıristiyan yazarları, İslâm Peygamberi’nin ilâhî yasaları bu rahipten öğrendiğini ileri sürecek kadar gülünç duruma düştüler.

Hz.Muhammed geçim sıkıntısı çeken amcası Ebu Talib’e yardım amacıyla ücret karşılığında çobanlık da yapıyordu. Tabiat ile başbaşa kalıyor, Yüce Allah’ın büyüklüğünü, sonsuzluğunu doya doya hissediyor, ruhen olgunlaşıyordu. Zaten Yaratıcı Kudret’in bütün peygamberleri, doğanın en güzel bölgelerinde çobanlık yaparak kemale ermişlerdi.

Güvenilir Kişi
Hz.Muhammed, 25 yaşındayken amcası Ebu Talib ile birlikte ticaret yapıyordu. Dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, güvenirliliğiyle tanınmıştı. Verdiği sözün arkasında durur, hiçbir kimseyi kırmaz ve asla yalan söylemezdi. Yüksek ahlakı ve doğruluğu ile Mekkeliler arasında örnek bir insan olarak tanınıyor, bu bakımdan kendisine el Emin = Güvenilir kişi diyorlardı.

Birbirine hiçbir zaman güvenmeyen Mekke halkı, kendi aralarında çıkan bazı soruları Hz.Muhammed’in dürüst kişiliğinde birleşerek çözmüşlerdi. Örneğin, Allah’ın Evi Kabe‘nin yeniden inşaatı sırasında, kutsal Hacerül-esved (karataş)’ın yerine konmasında çıkan büyük tartışmanın çözümü için, onun hakemliğini oy birliği ile kabul etmeleri, kendisine olan güvenirliğin göstergesiydi. Sorunu dahiyane bir şekilde çözmesi de, Mekkelileri son derece memnun etmişti.

Allah’ın Resulü’nün Hz.Hatice’yle Evlenmesi
Hz.Hatice; Allah’ın Resulü’nün sevgili eşi, ilk iman eden, bütün malını mülkünü İslâm‘a ve Eşi’ne veren, müminlerin annesi ünvanını alan asil bir kadındı.

Kureyş’in zengin hanımlarından olan Huveylid kızı Hatice, ticaretle uğraşıyordu. Hz.Muhammed ile tanışmadan önce evlilik yapmış ve iki çocuğu da olmuştu. Mekke’nin ileri gelenlerinin kendisiyle evlenmek istedikleri akıllı, şerefli ve dürüst bir insandı. Hz.Muhammed’in ahlâkını ve güvenirliliğini öğrenince, ona ticaret ortaklığı teklif etmiş ve kervan ticareti yapmaya başlamışlardı. Allah’ın Elçisi köle Meysere’yle birlikte, ticaret mallarını develerle komşu şehirlere getirerek satıyordu.

Gayreti, çalışması ve dürüstlüğü Hz.Hatice’nin dikkatini çekiyor ve onu etkiliyordu. Karşılıklı her iki ailenin isteği ile nikâhlandıkları zaman, Hz.Muhammed 25 ve Hz.Hatice de 40 yaşındaydı.

Allah’ın Rasulü bu evlilikten çok memnun olmuş, mutlu bir yuva, kendine derin bir sevgi ve saygı ile bağlı güvenli bir hayat arkadaşı kazanmıştı. Beraberlikleri 15 yıl Hz.Hatice’nin vefatına kadar devam etmiş, 6 çocukları olmuştu. O devirde çok evlilik adet halindeydi ve aralarında yaş farkı olmasına rağmen Allah’ın Elçisi başka bir eş almamış, vefatından sonra da onu hep saygıyla anmıştı.

Hz.Peygamber’in Çocukları
Hz.Muhammed’in Hz.Hatice ile evliliğinden ikisi erkek, dördü kız 6 çocuğu olmuştu. Erkek olanlar Kaasım ve Abdullah, kızlar Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma‘dır. Erkek çocuklar küçük yaşta ölmüşler, kızlar ise babalarından daha önce bu dünyadan ayrılmışlardı. Yalnız Hz. Fâtıma, babasından 6 ay sonra vefat etti.

Küçük kızı Hz.Fâtıma Allah’ın Elçisi’ne çok benziyordu ve ona çok düşkündü. Kızını, evlâdı gibi yanında büyüttüğü sevgili yeğeni Hz.Ali ile evlendirdi. Bu evlilikten Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin doğmuş, böylece nesil devam etmişti. İslâm bilginlerinin ortak kabulüne göre; Hz. Peygamber’in en yakınları olan Ehlibeyt, geniş anlamda ev halkı olmakla beraber, dar anlamda da Hz.Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’den oluşmaktaydı.

Allah’ın Elçisi, İslâm Dini’nin yayılması için başka evlilikler de yapmış, Mısırlı Eşi Mâriye’den İbrahim doğmuş, o da iki yaşındayken vefat etmişti.

 

PEYGAMBERLİK VE MEKKE DEVRİ

Kâbe(Allah’ın Evi)’nin yeniden inşaatı sırasında Hz. Muhammed’de ruhsal ve manevî bir şuur uyanışı başlamıştı. Burası Yücelerin Yücesi Allah’ın eviydi. Hz.İbrahim zamanından beri milyonlarca insan, evrenin ve tüm varlıkların sahibi ve yaratıcısının büyüklüğünü ve kudretini düşünerek Kâbe’yi Tavaf (Kâbe etrafında 7 defa dönüş) etmişlerdi. RAB ile başbaşa kalma arzusunu şiddetle hissetmeye başlayan Allah’ın Rasulü’nde kendisini toplumdan uzaklaştırarak, sessiz ve sakin bir yerde yalnızca Yüce Yaratıcı’sını düşünerek ve hissederek yaşamak istiyordu.

Hira Dağı’nda İnziva (Yalnız kalma)
Mekke’de ki müşrikler, hem Allah’a inanıyor ve hem de Kâbe etrafında ki 300 den fazla puta; adak adıyor, kurban kesiyor onlara da tapınıyordu. Hz.Muhammed’in büyük babası Abdülmuttalib gibi Allah inancı daha kuvvetli olanlar recep (ramazan) ayında Hira Dağı’nda inzivaya çekilme alışkanlığına sahiptiler.

Ruhsal sükûnet arzusu dolup taşan Hz.Muhammed, 35 yaşındayken ramazan ayında Mekke yakınlarında ki Hira Dağı mağarasında inzivaya çekildi. Günlerce orada kalıyor, Yücelerin Yücesini gönlünde duyuyor, O’na dua ve ibadet ediyordu. Orada gördüğü rüyaların, günün ışıması gibi açık ve berrak olduğu kaydedilir. Bu hal, 40 yaşına kadar her ramazan ayında devam etti. Yüce Allah; bu inziva günlerinde Elçisini, hikmet ve ilimle olgunluğa eriştirerek kemale erdirmiş olduğu, İslâm bilginlerinin genel görüşüdür.

İlk Vahiy ve Peygamberlik
Allah’ın Elçi’si 40 yaşına geldiği zaman, Ramazan ayında beşinci defa yine Hira Dağı’nda yalnızlığa çekildi. Ruhsal doyum ve ibadetle geçen günlerden sonra Ramazan ayının 27. gecesinde, ışık saçan göksel bir varlık göründü ve ona hitap etmeye başladı. İslâmiyetin en büyük mucizesi gerçekleşiyordu. Bu olayı Hz. Muhammed’in bizzat kendisinden dinleyelim :

«O bana Cebrail adını taşıyan melek olduğunu, Allah’ın kendisini Peygamber olarak seçtiğini bildirmek üzere kendisini gönderdiğini bildirdi. Melek bana abdest almayı öğretti; bedenin tamamen arınmış hale gelince, benden okumamı istedi… Ben ise, okuma bilmediğimi cevaben bildirdiğimde beni kolları arasına alıp kuvvetle sıktı ve hemen bırakıp, bir defa daha okumamı istedi, ben ise okuma bilmediğimi yeniden cevaben bildirince yeniden beni kucakladı ve daha da kuvvetle sıktı ve sonra okumamı istedi: Okuma bilmediğim cevabını verdim. Yeniden beni kolları arasına alıp bütün evvelkilerden daha şiddetli sıktı ve gevşeterek şöyle dedi: «Yaratan RAB’binin ismiyle oku! O insanı bir kan pıhtısından yaratandır. Oku! Zira senin RAB’bin Pek Asil, Pek Kerîm olandır; kalemle öğreten O’dur. Bilmediklerini insana öğreten O’dur.» (Alak Suresi 96/1-5) Bunun üzerine melek çekilerek kayboldu. Hz.Muhammed ürpererek, titreyerek evine döndü ve olanları eşi Hz. Hatice’ye anlattı.

Yüce Allah’ın ilk vahyi oku emri ile başlamıştı. Okumanın, bilgi ve ilim sahibi olmanın büyük önemi vurgulanıyordu. Okuma, yazma bilmeyen Elçisinden öncelikli olarak okumayı öğrenmesi ve sonra da kalem ile yazarak insanlara öğretmesi emredilmişti. Sonra ki vahiylerde de ilim ve bilginin gerekliliği tekrar tekrar belirtiliyordu. Zümer 39/9: «Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?…» Diğer bir ayette de Taha 20/114: «…Şöyle de, RAB’bim ilmimi arttır.»

Vahyin oluşma tarzı ve şekli konusunda bizzat Hz.Muhammed, etrafındakilere şöyle diyordu :«Bazen vahiy bana çınlamakta olan bir çan sesi gibi geliyordu ki bu tarz tahammülü en zor olanıydı; bunun kesilmesinden sonra, hafızama tamamen işlemiş olan söylenenlerin hepsini alabiliyorum. Bazen de benimle konuşmak üzere melek bana bir insan biçiminde görünüyor ve ben de onun söylediklerini iyice tutuyorum.»

Birçok vahiyler; sahabelerin (arkadaşlarının) yanında olduğundan onlar, bu olağanüstü durumların görgü tanığı olarak bazı gözlemlere şahit olmuşlardı. Şöyle anlatıyorlardı: Vahiy geldiğinde: «Onu bir hareketsizlik hali kaplıyor» Yahut : « Ona vahiy geldiğinde, kısa bir an için sanki zehirlenmiş, hipnotize edilmiş gibi hareketsiz kalıyordu » Ve yahut da : « Pek soğuk bir havada bile şayet ona vahiy gelecek olsa, onun alnından şakır şakır terler boşandığı görülüyordu.» Yahut: «Birgün henüz vahiy gelmeye başlarken o başını sırtında ki örtünün içine çekti ve işte o sırada Resulullah’ın yüzü kıpkırmızı bir durum aldı ve hırıltı sesleri çıkarmaya başladı; sonra bu hal kendiliğinden kayboldu.» Veya : «Vücudu kaskatı kesiliyor ve dudaklarını kımıldatıyordu. » Vahyi getiren Cebrail’i, Hz. Peygamber’den başka kimse görmezdi. Melek ona vahyi tamamladıktan sonra ayrılırdı.

Hz. Peygamber tebliğ etme görevine başladığı sıralarda, verileni ezberinde saklamak maksadıyla, hatta bir vahyin alınışı henüz tamamlanmamış bir durumdayken bile yüksek sesle tekrar etme alışkanlığındaydı. Fakat daha Hicretten önce Mekke’de iken bu adeti bir kenara bıraktı ve vahiy son bulup kesilinceye kadar kendisini sükûnet içinde ve sessiz tutmaya başladı. Hemen sonra da ilâhî vahyi etrafındakilere tebliğ ediyor ve özel katiplerine de vahyi yazıyla tespit ettiriyordu. Kur’an’ı Kerim, gelen vahiyler hakkında Hz. Muhammed’i şöyle ikaz etmişti. Kıyamet 75/16: «Vahyedileni hemen okuyasın diye dilini hareket ettirip durma.» Diğer bir ayet ile de şöyle buyruluyordu. Taha 20/114 : «…Vahiy sana gelip tamamlanıncaya kadar, Kur’an’ı okumada acele edip durma ve şöyle söyle: Ey RAB’bim ilmimi arttır.» (Bkz.Prof. Dr. Muhammad Hamidullah, İslâm Peygamberi, s.74,77)

Gizli Davet ve İlk Müslümanlar
Yüce Allah, Hz.Muhammed’e ilk vahyi göndermiş ve ona Peygamberlik görevi vermişti. Fetih 48/8 :«Şüphesiz, Biz seni bir tanık, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.» Cenab-ı Allah’tan açık bir emir geldiğinden Hz.Muhammed, 3 yıl çok güvendiği kimseleri gizlice İslâm’a davet etti. İslâmiyet belirli bir topluluk için değil, bütün insanlığın hayrı ve mutluluğu için gönderilen açık bir dindi. Davetin gizli sürdürülmesi, Mekke’de yaşayan müşriklerin (putperestlerin) cahil ve acımasız olmalarından kaynaklanıyordu.

Davete önce kendi ailesinden başladı. İlk iman eden sevgili eşi Hz.Hatice oldu. Onu yanına aldığı ve öz evladından daha çok sevdiği, 10 yaşındaki yeğeni Hz.Ali takip etti. Sonradan evlat edindiği azatlı kölesi Zeyd ise üçüncü Müslüman olmuştu. Allah’ın Elçisi’nin ailesi dışında en yakın ve samimi arkadaşı, Kureyş kabilesinden büyük tüccar Hz.Ebu Bekir‘i İslâm’a davet etti. O, bu daveti hiç tereddüt etmeden hemen kabul etti. Böylece İslâmiyet onun girmesiyle büyük bir güç kazanmış oluyordu. Hz.Ebu Bekir’in aracılığıyla Mekke’nin eşrafından Affan oğlu Hz.Osman, Avf oğlu Abdurrahman, Ebu Vakkas oğlu Sa’d, Avvam oğlu Zübeyr, Ubeydullah oğlu Talha da Müslüman’lığı kabul etti. Hz.Hatice’den sonra Müslüman olan bu 8 zata İlk Müslümanlar denir.

Hz.Peygamber, üç yıl boyunca yakın akraba ve dostlarını İslâm’a davet etmişti. Ancak bu zaman zarfında iman edenlerin sayısı 30 kişiyi geçmemiş olmasına rağmen, birbirlerine kenetlenen çok inançlı bir kadro oluşmuştu. Onlar, inen ayetleri ezberleyip yazıyor, ibadeti gizli olarak kendi evlerinde yapıyorlardı.

İslâm’a Açık Davet
Nihayet peygamberliğin dördüncü yılı olan 614 tarihinde beklenen ayet gelmiş, Hz.Muhammed’e resmen halkı İslâm’a davet etmesi buyrulmuştu. Hicr 15/94 : «Sana emredilen şeyi açıkça tebliğ et, müşriklerden korkma» Bunun üzerine Hz.Muhammed halkı açıkça İslâmiyet’e davet etmeye başladı. İnen ayetleri (Kâbe’de) Harem’i şerif’te halka okuyordu.
Araf 7 /158 :« De ki : Ey İnsanlar! Ben sizin hepinize gelen Allah’ın Elçisi’yim. Göklerin ve yerin mülkü o Allah’ındır. İlâh yoktur O’ndan başka. O diriltir, O öldürür. O halde Allah’a ve Elçisi’ne iman edin; Allah’a ve O’nun sözlerine inanan o ümmî Peygamber’e iman edip uyun ki, doğruya ve güzele ulaşabilesiniz.» Bu sözlerle bütün halk Allah’ın Dini’ne davet ediliyordu. Ümmi; okuma, yazma bilmeyen demektir. Kur’an’da ki karşılığı ise, Kitap sahibinin elindeki Tevrat ve İncil’i okumamış, onların bilgileriyle beslenmemiş kişidir.

Yüce Allah’tan yakın akrabalarını da İslâm’a çağırması için yeni bir buyruk geldi. Şuara 26/214: «En yakın akraba ve hısımlarını uyar.» Bunun üzerine Hz.Peygamber, akrabalarını toplayıp etkili bir konuşma yaptıktan sonra, onları İslâm’a davet etti. Amcalarından biri olan Ebu Leheb dışında ki akrabalar, genellikle kendisine karşı çıkmamışlardı. Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği Din, yavaş yavaş Mekke ve civarında duyulmaya başlanmıştı.

Sevgi, Eşitlik ve Bağışlayıcı Olma
Hz.Muhammed Allah’ın Dini’ni tebliğ ederken öncelikle insanlarda eşitlik ilkesini esas aldı. Kadın-erkek, siyah-beyaz, zengin-fakir, asil-asil olmayan diye ayırt etmeksizin, bütün insanların doğuştan eşit olduğunu vurguluyordu. Bunun kanıtı olarak yanındaki köleleri azad etti ve diğer kölesi Zeyd’i de evlat edindi. Böylece toplumun farklı bütün insanları, Allah’ın Elçisi’nin kılavuzluğunda birbirlerini sevmeye ve saymaya başladılar.

Hz.Peygamber sevgi ile doluydu ve kendisine yapılan yanlışlıkları hep bağışlamaktaydı. Mekke’de ki müşriklerin düşmanca davranışlarına rağmen, o ve ona inananlar Cenab-ı Allah’ın her yarattığını ve bütün insanları seviyorlardı. Ali İmran 3/119: «Ey iman edenler! Siz öyle kimselersiniz ki, inanmayanlar sizi sevmedikleri halde, siz onları seversiniz.»
Hz.Muhammed tebliğinde; Allah’ın rıza ve sevgisine erişebilmek için, yalnız ve yalnız Yaratıcı Tek Kudret’e ortak koşulmadan iman edilmesini ve insanlara da onların iyiliklerine yönelik işler yapılmasını öneriyor, kazanılması gereken özellikleri şöyle vurguluyordu:

3/134 : … Takva sahipleri(korunanlar)… İnsanların kusurlarını affederler. Allah’ta iyilik edenleri sever.
2/195: … Güzel düşünüp güzel işler yapın. Çünkü Allah, güzellik sergileyenleri sever.
19/96: … İman edip insanların hayrı ve mutluluğuna yönelik iyi işler yapanları, Rahman sevgili kılacaktır.
2/222: … Allah, çok tövbe edenleri sever.
3/146: … şüphesiz ki Allah, sabredenleri sever.
3/159: … Allah, Kendisini vekil edenleri sever.
49/9: … şüphesiz ki Allah, adil olanları sever.
2/222: … Allah, temizlikte titizlik gösterenleri sever.

İman edenlerde kazanılması gereken bu sıfatların yanında, bütün sevgilerin üstünde olan Allah Sevgisi‘ni de şöyle açıklıyordu: Bakara 2/165: « … İman sahipleri, Allah’a sevgide çok şiddetlidirler…» şiddetli sevgi, sevginin en üst basamağı olan aşktır. Allah sevgisi, kemal mertebesinde erişilen en büyük sevgidir. Allah’ın sevdiği sıfatları kazanmak, iman edenlerin hedefini teşkil etmeliydi. Böylece işlerini Allah rızası için yapan, iyi ahlâklı, birbirini seven ve sayan örnek bir toplum meydana gelmişti.

Hz.Muhammed, ayrıca elçi sıfatıyla Allah’ın sevmediği sıfatları da tebliğ ediyor, bunlardan korunulması uyarısını yapıyordu :
3/57: … Allah, zalimleri sevmez.
3/32: … Allah, inkâr edenleri sevmez.
5/64: … Allah, bozguncuları sevmez.
16/23: … şüphesiz Allah, kibirlileri sevmez.
4/36: … Allah, kasılıp böbürlenen şımarıkları sevmez.
8/58: … Allah, hainlik edenleri sevmez.
6/141: … Allah, israf edenleri sevmez.

Hz.Peygamber çok bağışlayıcı ve hoşgörülüydü. Hayatı boyunca şahsına yapılan kötülüklerden dolayı hiç bir kimseden intikam almamış, bütün düşmanlarını da affetmişti. Bunun en çarpıcı örneğini Mekke şehri’ni fetih ettiği zaman vermiş, eline esir düşen bütün düşmanlarını bağışladığı gibi, sevgili amcası Hz.Hamza’yı hunharca şehit eden müşriklerin lideri Ebu Süfyan ve onun gaddar eşi Hint ile tetikçi kölesi Vahşi’yi bağışlamakla göstermişti. Ali İmran 3/159 ayeti ile Yüce Allah, Elçisi’ne hitaben şöyle buyurmuştu:

« Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz dağılır giderlerdi. Artık sen onları bağışla, Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dile…» İslâmiyet’te hoşgörü kelimesinden ziyade ve bazen onun yerine bağışlayıcı olma kavramı kullanılmaktadır.

Hz.Muhammed Allah’ın Dini’ni şöyle tebliğ ediyordu: Araf 7/199: «Sen bağışlamayı esas al…» Kötülüğün cezası ona denk bir kötülük olmasına rağmen, bağışlayıcı olmanın ödülünü bizzat Allah vermektedir. Şûra 42/40: «Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür.Fakat bağışlayıp barışmayı esas alanın ödülünü bizzat Allah verir…»

Hz.Muhammed; peygamberlik görevinden başka Medine devrinde, İslâm Devlet Başkanlığını da üstlenmişti. Her zaman olduğu gibi saygılı ve alçak gönüllü olma özelliği değişmedi. Toplantılara kendisine özel bir yer ayrılmasını hiç bir zaman istememiş, herkesin oturduğundan farklı bir yer seçmemişti. Arkadaşlarının toplandığı bir mahalle geldiğinde, neresi boş ise oraya otururdu. Zamanın devlet başkanları ve krallarına hiç benzemiyordu. Yanına gelen bütün ziyaretçilerini saygıyla ağırlardı. Onlara oturtacak bir yer bulamadığı zaman, hırkasını çıkarıp yere serer ve onun üzerine oturmasını sağlardı. Çocukları da çok sever, onları hediyelerle sevindirirdi. Torunları kucağından inmez, camide namaz kılarken omzuna çıkmalarını hoşgörü ile karşılardı.

Müşriklerin Müslümanlara Eziyet ve İşkencesi
Mekke;
Kâbe ve etrafında ki 300 den fazla puttan dolayı, puta tapıcıların merkeziydi. Şehir; her gün civar kabilelerce ziyaret ediliyor, böylece müşrikler onların ticari alışverişinden büyük gelir elde ediyorlardı. İslâm Dini’nin yayılması ile bu önemli menfaatlerini kaybedeceklerinden ve ata dinlerine de çok bağlı olduklarından Müslümanlara şiddetle karşı çıkmaya başlamışlardı. Onlara her türlü eziyet ve işkenceyi yapıyor, memleketten çıkartıp öldürmeye kadar zulüm yapmaktan çekinmiyorlardı. Korumasız fakir Müslümanlara, özellikle köle ve cariyelere vahşice işkenceler yapılıyordu. Habeşli Bilâl’i; elbiselerini çıkartarak kızgın çölün ortasında saatlerce bekletip, sonra da sokaklarda sürüklemişlerdi. Köle Ammar’ın babası Yâsir. ayaklarından iki ayrı deveye bağlanıp ters yönlerde yürütülmüş, bacakları ikiye ayrılarak öldürülmüştü. Cariye Sümeyye, Ebu Cehil’in attığı ok ile şehit edildi. Bütün bu vahşice, acımasız işkencelere rağmen, Allah’a ve O’nun Elçisi’ne içtenlikle inanan insanları yollarından döndüremiyor, İslâmiyet’e girenler azalacağına gittikçe çoğalıyordu.

Habeşistan’a Hicret
Müşriklerin Müslümanlara zulmü zamanla artıyordu ki, Yüce Allah’tan gelen ayet üzerine Hz.Muhammed, 615 yılında isteyenlerin Habeşistan’a gitmelerine izin verdi. Nahl: 16/41: «Zulme uğradıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yerde yerleştireceğiz, ahiret ödülü ise mutlaka daha büyüktür…» Müslümanlar Habeşistan’a iki defa hicret etmişler; ilk kafile16 kişi, ikinci kafile de 90 kişi olmuş, Mekke’den gizlice ayrılmışlardı. Çünkü müşrikler, Müslümanlar’ın yayılmasını istemediklerinden onların gitmesine karşıydılar. Hicret edenler; Habeşistan hükümdarı Hıristiyan olmasına rağmen güven içinde idiler ve serbestçe ibadet yapabiliyorlardı. Hicret edenler Habeşistan’da bir müddet kalmışlar. Hz.Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra da, O’nun yanına dönmüşlerdi.

Hz.Hamza ve Hz.Ömer’in Müslüman Olması
Mekke’nin aşırı müşriklerinden Ebu Cehil’in Hz.Muhammed‘e sataşması, şahsiyeti ve kuvveti ile ünlü amcası Hz.Hamza’yı çok öfkelendirmiş, ona gereken cezayı verdikten sonra Müslüman olmuştu. Onu güçlü kişilik sahibi Hz.Ömer takip etti. Mekke müşrikleri; Hz.Muhammed’i görevinden caydıramayacaklarını anlayınca onu öldürmeye karar verdiler. Tetikçiliğini üstlenen Hz. Ömer bu fiili işlemeye giderken, Cenab-ı Allah’ın yönlendirmesiyle kendisini kız kardeşinin evinde buldu. O sırada Müslüman olduğunu bilmediği hemşiresinin evinde Kur’an okunuyordu. Ayetten o kadar çok etkilendi ki hemen Hz.Peygamber‘e giderek ona biat etti. Biat, el tutarak bağlılığı açıkça bildirmedir.Bu çok önemli katılımlarla Müslümanlar, büyük güç kazanmıştı.

Müslümanlar Toplum Dışı Bırakılıyor
Müşrikler, birçok yolları deneyerek İslâm’ın yayılmasını önleyememişlerdi. Bunun için çok etkili bir yaptırım gerekiyordu. Ebu Cehil’in başkanlığında toplanarak önemli bir karar aldılar ve yaptıkları anlaşmayı Kâbe’nin duvarına asarak dinsel bir etkinlik de kazandırdılar. Buna göre Haşim Oğulları’yla ekonomik ve sosyal her türlü ilişkileri kesilecekti. Görüşülmeyecek, alışveriş yapılmayacak, kız alıp verilmeyecekti. Bu abluka kararı eksiksiz üç yıl 616 dan 619 yılına kadar uygulandı. Bunun neticesinde büyük sıkıntı ve açlık çekilmiş, bir kısım küçük çocuklar gıdasızlıktan ölmüştü. Hz.Peygamber tebliğ görevini, kan dökülmesi yasak olan 4 ay içinde, ancak dışarıdan gelen kabilelere yapabiliyordu. Büyük sıkıntı çekmelerine rağmen Müslümanlar azalmamış, bilakis yeni katılımlar olmuştu.

Kureyş’liler bu boykottan istedikleri neticeyi elde edemediler. Peygamberliğin onuncu yılında, Ebu Cehil’in aldırdığı ünlü karar iptal edilerek, bu insanlık dışı kuşatma da sona erdirildi.

Ebu Talib ile Hz. Hatice’nin Vefatları ve Taif Olayı
Müşriklerin boykotunun sona ermesinden bir müddet sonra,Hz.Peygamber iki büyük yakını olan amcası Ebu Talib’i ve üç gün sonra da sevgili eşi Hz.Hatice’yi kaybetti. Bütün Müslümanlar Allah’ın Elçisi’nin üzüntüsüne katıldılar ve Peygamberliğin bu onuncu yılına hüzün yılı denildi. Sağlığında Ebu Talib’in müşrikler üzerinde saygınlığı vardı, korumasına aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Koruma durumu ortadan kalkınca sataşmalar ve kötülükler de başlamış, tebliğ görevi çok zorlaşmıştı.Bunun için Allah’ın Dini’ni yayabileceği yeni insanlara ve yeni ortama ihtiyaç vardı.

Bu düşünce ile evlatlığı Zeyd’i de yanına alarak 620 yılında putperest olan Taif kasabasına gizlice gitti. Onlara İslâmiyet’i anlatmak için büyük gayret gösterdiyse de, katılaşmış kalpleri Allah’ın Hz.Muhammed ile onlara yaktığı ışığı göremediler. Netice olarak Taif’i terketmek mecburiyetinde kalmış, babaları tarafından kışkırtılan çocukların taş atmalarıyla da hafif yaralanmıştı.

İsra Mucizesi

[LÜTFEN DİKKAT!!! İSRA-MİRAC İLE İLGİLİ OLARAK MESCİD-İ AKSA’NIN NERESİ OLDUĞU KONUSU TARTIŞMALIDIR. ÇÜNKÜ HZ. MUHAMMED DÖNEMİNDE KUDÜS’TE MESCİD-İ AKSA DİYE BİR BİNA YOKTUR. TARİHSEL VERİLERE GÖRE ŞU AN MESCİD-İ AKSA DİYE BİLİNEN YER ÇÖPLÜK OLARAK KULLANILMAKTA İDİ. KONUHAKKINDA DAHA FAZLA DETAY İÇİN ŞU LİNKE BAKINIZ: http://www.erdemyolu.com/isra-mirac/isra-mirac-prof-suleyman-ates.html veya http://www.erdemyolu.com/isra-mirac/isra-ve-mirac-hakki-yilmaz.html   ErdemYoluSitesi]

Hz.Muhammed ilâhî tebliğ görevinde çok acı çekiyor, büyük güçlüklerle karşılaşıyordu. Sevgili eşi Hz.Hatice’yi ve yanında büyüdüğü amcası Ebu Talib’i de kaybetmişti. Bilhassa son Taif olayında yaralanmasına rağmen, sarsılmaz inancı ve kararlılığı her zaman olduğu gibi devam ediyordu.

İşte böyle bir durumdayken, onu çok mutlu eden İsra mucizesi gerçekleşmişti. Bu İslâmîyet’in Kur’an’ı Kerim’den sonraki ikinci büyük mucizesiydi. İsra 17/1: «Muhammed’i, bir gece Mescid’i Haram’dan (Kâbe’den) kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini kutsal kıldığımız Mescid’i Aksa’ya (Kudüs’e) götüren Allah, her türlü noksanlardan arınmıştır.» İsra Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye götürülmesine, Mirac da göklere çıkarılmasına, yükselmesine denir. Yüce Allah Elçisi’ni teselli etmek ve ödüllendirmek için Mekke’den Kudüs’e kadar gece yürüyüşüne çıkarmış, önemli ayetlerinden bazılarını da bu olağan üstü yolculukta göstermişti.

Kur’an’ı Kerim’de İsra mucizesi ile ilgili ayet budur. Ancak olayın detayı ile ilgili başka bir bilgi verilmemiştir. İsra mucizesi; Mekke Devri’nin sonlarına doğru, Taif olayından sonra inen İsra Suresi’nin birinci ayeti ile bildirilmişti. Mirac mucizesi de İsra Suresi’nde değil, ondan önceki bir zamanda inen Necm Suresi‘nde anlatılımıştır. Her iki olay ayrı ve başka zamanlarda gerçekleşmişti. Fakat Kur’an tefsircilerinden bir kısmı bu iki ayrı olayı karıştırıp birleştirmişlerdir. Sonradan bununla ilgili uydurma hadisler üretilmiş, İslâmiyet’in esası, arılığı bozulmak istenmiştir. Örneğin bu olayı anlatan uydurma bir hadiste de şöyle denilmiştir :« Hz.Peygamber melek Cebrail’in getirdiği Burak isimli hayvana binerek Kudüs’te ki Mescid’i Aksa’ya gelmiş, burada namaz kıldıktan sonra Mirac denilen alete binerek göğe yükselmiş, göğün 1.katında Hz.Adem 2. katında Hz.Yahya ve Hz.İsa, 3.katında Hz.Yusuf, 4.katına Hz.İdris,5. katında Hz.Harun, 6.katında Hz.Musa ve 7.katında Hz.İbrahim ile karşılaşmış, sonra da yedi kat göğün üstünden arşa çıkıp haşa Allah ile yüzyüze görüşmüştür.»

İslam bilginleri, Hz. Muhammed’in Allah ile yüzyüze görüştüğünü kabul etmezler. Peygamber de olsa bir insanın Cenab’ı Allah ile perdesiz konuşması Kur’an’a aykırıdır. Enam 6 / 103 : « İnsanın bakışları Allah’a varamaz…» Şuara 42 / 51 :«Allah bir kimse ile ya vahy yoluyla, yahut bir örtü arkasından konuşur. Ya da bir elçi göndererek izni ile ona dilediğini vahyeder.» (Bkz. Prof.Dr. Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsiri, Cilt 5, S.195)

Mirac Mucizesi
Yüce Allah’ın Elçisi‘ni göklere yükselterek bazı büyük ayetlerini göstermesine Mirac denir. Bu mucizeyi Hz.Muhammed’in birkaç kez yaşamış olduğu kabul edilir. Kur’an’ı Kerim’in Necm Suresi 1 ila 12 ayetleri yükselişi (Mirac’ı) şöyle anlatmaktadır : «Battığı zaman Süreyya Yıldızı’na hamdolsun. Arkadaşınız Muhammed sapmamıştır, azmamıştır da. O arzusuna göre konuşmaz. O ancak kendisine vahyedilen bir vahiydir. O’na çok üstün güce sahip olan (Melek Cebrail) öğretmiştir. Üstün akıl sahibi (Melek) doğruldu. Kendisi yüksek ufukta iken sonra yaklaştı, sarktı. (Muhammed ile arasındaki mesafe) İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı. Kuluna vahyettiğini vahyetti. Gönül, gördüğünde yanılmadı (yalan söylemedi, gerçeği gördü). Onun gördüğü şeylerden şüphe mi duyuyorsunuz? »

Ayette; Hz.Muhammed’in sapmadığını, doğru yoldan ayrılmadığını, havadan konuşmadığını, söylediği sözlerin yani kendisine gelen vahiylerin büyük güçlere sahip, ışıktan yaratılmış ve gönüllere hidayet ışığı getirmiş bulunan melek Cebrail tarafından kendisine öğretildiğini, önce yüksek ufukta görünen o meleğin, aşağı sarkarak Hz.Muhammed’e iki yay uzunluğu kadar bir mesafe kalıncaya dek yaklaştığını, kuluna vahyettiğini, Hz. Muhammed’in gözünün gördüğü şeyde asla yanılmadığını, onu gerçekten gördüğünü vurgulamaktadır.

Hz. Peygamber’in İsra ve Mirac olayının manevî mi yoksa bedensel mi olduğunda İslâm bilginleri arasında anlaşmazlık olmuştur. Gece uyanıkken ruhsal bir yolculuk yaptığı görüşü daha yaygın olmakla beraber bedensel olduğunu düşünenler de bulunmaktadır. Tasavvufta; Allah sevgisi ve zikir ile vücudun yoğunluğu kaybolarak nur olan, ışık olan insanın birkaç saniyede gökleri dolaşmasının mümkün olabileceği kabul edilir. Muhakkak ki doğrusunu Cenab’ı Allah bilir. (Bkz.Prof.Dr. Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsir Cilt 9 s.101)

Medine’nin İslâm’a Girişi
Hz.Peygamber Hac mevsiminde Kâbe’yi ve etrafında ki putları ziyarete gelen putperest Arap kabilelerine Kur’an’dan ayetler okuyarak onları İslâm’a davet ederdi. Böyle bir zamanda Medine’den gelen bir gurup onunla görüşmüş Kur’an’dan etkilenerek Müslüman olmuşlardı. 620 yılında gerçekleşen bu olayda İslâm’a giren bu altı kişiye Medineli İlk Müslümanlar denir. Onlar Medine’ye döndükten sonra orada Müslümanlığı yaymaya başladılar. Bir yıl sonra Hac mevsiminde Medine’den gelenlerin sayısı iki katına çıktı ve hepsi de Müslüman oldular. Medine’ye giderlerken Allah’ın Elçisi yanlarına Umey oğlu Mu’sab’ı vermiş, onlara Kur’an’ı Kerim’i öğretmesi için görevlendirmişti. Bunun neticesinde Medine’de Müslümanlar’ın sayısı hızla çoğalmaya başladı. İki kabile başkanının da İslâm’a girişiyle, Medine’de ki Arapların pek azı hariç hepsi Müslüman olmuştu.

Ertesi sene yani Peygamberliğin 12.yılında Medine’den Kâbe’ye bir kısım Müslümanlar gelmişti. Allah’ın Elçisi ile Medineliler bir gece, Mekke’nin Akabe tepesinde gizlice buluştular. Medine’liler ısrarla Hz.Peygamber’lerini memleketlerine davet ettiler, başlarına geçmesini Allah’ın ve Elçisi’nin yolunda gerekirse canlarını bile seve seve vereceklerine ant içtiler. Azgın ve sapık Mekke müşriklerinin Müslümanlara karşı yaptıkları kötülükler bardağı taşırmış, yeni insanlara ve yeni ortama ihtiyaç çok büyümüştü. Hz.Muhammed beklemekte olduğu bu teklifi hemen kabul ederek o da ant içti. Bu önemli toplantı ile Müslümanların Medine’ye hicret etmesi de kararlaştırıldı.

 

MEDİNE DEVRİ
Müslümanların göç etmesi ile ilgili buyruk İsra Suresi’nin 80. ayeti ile gelmişti : «Şöyle yakar : RAB’bim, beni gireceğim yere (Medine’ye) doğrulukla, çıkacağım yerden (Mekke’den) de doğrulukla çıkar. Bana katından düşmanlarımla başa çıkacak yardımcı bir kuvvet ver.»

Medine’ye Hicret
Müslümanlar; Hz.Peygamber’in izni ile 622 senesi ve Peygamberliğin de 12. yılında Medine’ye hicret etmeye başladılar. Bütün maddî varlıklarını Mekke’de bırakarak, Allah ve Elçisi için guruplar halinde gizlice şehri terk ediyorlardı. Medine’ye geldiklerinde de civar köylere yerleştiler.

Mekke‘de hicretleri engellenmiş olanların dışında yalnızca Hz. Muhammed kalmış, o da Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ali’yi yanında alıkoymuştu. Müslümanların bir güç olarak Medine’de toplanması müşrikleri fevkalâde endişelendirmişti. Ebu Cehil, Ebu Süfyan gibi şehrin ileri gelenleri toplanarak Hz.Peygamber’i yok etmek için öldürme kararı aldılar. Ancak bu gelişmeyi melek Cebrâil Allah’ın Elçisi’ne haber vermişti. Enfal 8/30: «İnkâr edenler seni hapsetmek, yahut öldürmek, ya da yurdundan çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar sana tuzak kurarken, Allah da onlara tuzak kurdu…»

Cebrâil’in uyarısı üzerine Hz.Muhammed, arkadaşı Ebu Bekir ile geceleyin Mekke’yi terk etti. Mekke putperestleri eve saldırdıkları zaman Allah’ın Elçisi’nin yatağında yatmakta olan yeğeni Hz. Ali ile karşılaşmış, şaşkına dönmüşlerdi. Böylece müşriklerin insanlık dışı kararı boşa çıkmıştı.

Deve sırtında tehlikeli geçen uzun bir yolculuktan sonra Medine’nin Kubâ köyüne geldiler. Medineliler’in Hz.Peygamber’i karşılamaları çok candan ve içten olmuş, büyük küçük herkes yollara dökülmüştü. Allah’ın Elçisi’ni bütün halk misafir etmek istiyordu. O da kimseyi incitmemek için devesinin oturduğu yerin en yakınında ki evde kalacağını söylemiş ve Ebu Eyyûb Halit’in evinde Mescid-i Nebî’nin inşaatının bitimine kadar, 7 ay misafir olmuştu.

Mescid-i Nebî ve Devlet Binası
Hz.Muhammed, büyük sıkıntılardan sonra bir vatana ve bir de Müslüman halkına sahip olmuştu. Toplumun ibadet yeri ihtiyacı çok büyüktü. İlk mescit Kubâ’da yapılmıştı, ama Medine’de mescit yoktu. İnşaata hemen başlandı. Hz.Muhammed, mescidin yapılmasında bir işçi gibi çalışıyordu. Duvarlar kerpiçten, direkleri hurma ağacındandı. Çatısı da hurma dallarıyla kaplandı, zemin topraktı. Mescidin bir duvarına bitişik olarak Allah’ın Elçisi’nin ve ailesinin oturması için küçük odalar ilâve edildi.

Mescidin başka bir duvarına yine bitişik olarak, üstü hurma dallarıyla örtülü bir gölgelik (çardak) yapıldı. Burası çok fakir Müslümanların içinde kalabilecekleri bir mahaldi. Onları bizzat Hz. Peygamber eğitiyor, Mescit de dershane görevi görüyordu. Masraflarını ashabın zenginleri karşılıyor, yapılan yardımların hepsini onlara veriyordu. Her akşam bir bölümünü kendi sofrasında misafir eder, diğerlerini de ashab arasında dağıtırdı. Böylece fakir, zengin tüm Müslümanlar arasında tam bir eşitlik ve kardeşlik sağlanmıştı.

Mescid, halkın ibadet ihtiyacını karşıladığı gibi, kurulmakta olan İslâm Devleti de ayni binadan idare edilmekteydi. Toplumu teşkilatlandırmak, komşu ülkeler ile ilişkileri sağlamak va asıl temel hedef olan İslâm’ı yaymak için güçlü bir devlete ihtiyaç vardı.

Ensar ve Muhacir Kardeşliği
Mekke’li Müslümanlar; Allah’ın ve Hz.Peygamber’in rıza ve sevgisini her şeyin üstünde tutmuşlar, mallarını mülklerini bırakarak Medine’ye hicret etmişlerdi. Onlara Muhacir, Medine’li Müslümanlara da Ensar deniyordu. Muhacirler, olanaklarını Mekke’de bıraktıklarından bazı imkânlardan yoksun kalmışlardı. Her nekadar Medinelileri; fevkalâde misafirperver buluyor, fakat onlara bağımlı oldukları için de üzülüyorlardı. İşte bu sırada Haşr 59/9 ayeti inmişti : «Muhacirlerden önce Medine’yi yurt ve iman ocağı kabul edenler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin hırsından korunursa, işte kurtuluşa erenler onlardır.» Ensar; yiyeceklerini muhacirlerle paylaşıyor, ayni iman bütünlüğü içinde birbirlerine sevgi ve saygı gösteriyorlardı. Daha sonra bu yakınlık, bir ayet ile kardeşliğe dönüşerek bütün topluma yayıldı. Hucurat 49/10: « Müslümanlar ancak kardeştirler…»

Bunun üzerine Hz.Muhammed muhacirlerle ensarı topladı, onları iki iki ayırarak kardeş ilân etti. Birlikte çalışıyor, yetiştirdikleri mahsulü de bölüşüyorlardı. Cins, ırk, renk, zengin, fakir ayırımı olmadan bütün insanlar eşit ve kardeşti. Allah’ın Elçisi’nin önderliğinde birleşmişler. Sevgi, saygı ve hoşgörü ile birbirlerine bağlanmışlardı. Kazandıkları yüksek ahlâk, onları dün yanın en medeni ve huzurlu örnek bir toplumu haline getirmişti. Tevbe 9 / 100 : «İyilik yarışında öne geçen muhacir ve ensar ile, bu güzel amelde onlara uyanlardan Allah razı olduğu gibi, onlar da Allah’tan razı olmuştur. Allah onlara…cennetler hazırlamıştır.»

 

Hz.Peygamber’in Çok Evlilik Sebepleri

[LÜTFEN DİKKAT!!! 1)HZ. MUHAMMED’İN ÇOKEŞLİLİĞİ İLE İLGİLİ BİLGİLER RİVAYETLERE (HADİS VE SİYER) DAYANIR. BU KONUDA ELİMİZDE KESİN BİLGİ YOKTUR. 2) HZ. MUHAMMED’İN ÇOKEŞLİLİĞİ, İLAHİ KİTAPTA MÜSLÜMANLAR İÇİN ÖRNEK BİR KONU OLARAK GÖSTERİLMEMİŞTİR. 3) HZ. MUHAMMED’İN ÇOKEŞLİLİĞİ BİREYSEL BİR TERCİHTİR; ONUN BU TERCİHİ, ONUN DÜŞMANLARI TARAFINDAN KINANMADIĞI GİBİ ALLAH TARAFINDAN DA KINANMAMIŞTIR. ALLAH BU TERCİHİNİ MÜSLÜMANLARA ÖRNEK OLARAK DA GÖSTERMEMİŞTİR. 3)ÇOKEŞLİLİK, ALLAH TARAFINDAN İDEALİZE EDİLMEMİŞTİR. TAM TERSİNE NİSA, 3’DE TEKEŞLİLİK İDEAL EVLİLİK OLARAK ÖĞÜTLENMİŞTİR. 4)ÖYLEYSE BİLİNMELİDİR Kİ HZ. MUHAMMED’İN ÇOKEŞLİLİĞİ; TARİHSEL, SOSYO-KÜLTÜREL VE KONJONKTÜREL BİR DURUMDUR. NİTEKİM 100 YIL, 300 YIL, 500 YIL VEYA 1000 YIL GERİ GİDİLDİĞİ ZAMAN BÖYLESİ EVLİLİKLERİN AHLAKİ BİR SORUN OLMADIĞI GÖRÜLÜR. ErdemYoluSitesi]
Allah’ın Elçisi, Hz.Hatice ile evlenerek tek evlilik yapmış, 6 çocukları olmuş, 25 yıllık mutlu bir beraberlikten sonra sevgili eşini kaybetmişti. Sağlığı ve gücü yerinde mutlak seçme hakkı olduğu halde, Hz.Hatice’nin üzerine ikinci bir eşi hiçbir zaman almamıştı. Ancak 53 yaş sonrası gibi ileri bir çağda, Yüce Allah’ın isteği(vahyi) doğrultusunda İslâm’ı yayma nedeni ile başka evlilikler yaptı.

Çok eşliliği Hz.Peygamber getirmemişti. Eski çağlarda Kur’an’ı Kerim’in inmeye başladığı devirlerde, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Arabistanda da birden fazla evlilik, çok yayılmış normal bir adetti. Kişilerin birçok eşleri olsa dahi evlilik bağı, o devrin insanları arasında bir akrabalık ve en etkili dostluk olarak algılanıyordu. İslâmiyet’in yayılması için bu desteklere büyük ihtiyaç vardı. Hz.Muhammed’in bu amaca uygun eşler alarak, yaşamında fedakârlık yapması gerekiyordu. Toplumlarda nüfusun yarısı kadın olduğuna göre, Kur’an’ı Kerim’i de onlara öğretecek hanımları seçmeliydi. 53 yaşından vefatı olan 63 yaşına kadar bir çoğu yaşlı ve çocuklu olan dul hanımlar ile evlendi. Böyle ileri bir çağda nefsinin hoşlandığı duygularının veya cinsel isteklerinin tatmini için eşler alsaydı; mutlaka genç, çekici ve güzel hanımları tercih ederdi. Bu evlilikler Din’in yayılmasında çok etkili olmuş, birçok düşman kabile böylece İslâmlaştırılmıştı.

Yüce Allah’ın buyruğu doğrultusunda Allah’ın Elçisi’nin yaptığı evliliklerin yöntemi, 4 başlık altında toplanmıştır.

1- İslâm uğruna çekilen sıkıntılara karşılık, onları ödüllendirme. Hz.Sevde örnek olarak verilebilir.

Hz.Sevde.
Hz.Peygamber’in 2. eşiydi. İlk iman eden Müslümanlardandı. Mekke’de ki müşriklerin Müslümanlara yaptıkları zulümlere dayanamayarak kocası ile Habeşistan’a sığındı. Orada eşi ölen Hz.Sevde tekrar Mekke’ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Müslüman saflarında savaşırken 16 yaşında ki oğlunu da kaybetti. Allah’ın Elçisi, İslâmiyet uğruna çektiği bunca sıkıntılara karşılık onunla evlendi. Bu sırada o, bir kadın için geçkin bir çağ olan 50 yaşında bulunuyordu.

2 – Kocası savaşta şehit olan kimsesiz dul hanımları koruma altına alma. Örnek olarak Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Zeynep verilebilir.

Hz.Ümmü Seleme.
Hz.Peygamber’in 5.eşiydi.Kocası Uhud savaşında şehit olunca 4 çocuğu ile dul kaldı. Allah’ın Elçisi kimsesiz kalan Hz.Ümmü Seleme ile evlenerek, onu ve çocuklarını koruması altına aldı. O; İslâm’ın azılı düşmanı, müşriklerin komutanı Halid’in de yakın akrabasıydı. Halid, bu evlilikten çok etkilendi ve iki yıl sonra İslâmiyet’e girdi.

Huzeyme kızı Hz.Zeynep
. Hz.Peygamber’in 8.eşiydi. İlk kocası Bedir savaşında, ikinci kocası da Uhud Savaşı’nda şehit oldu. Kimsesiz kalan Hz.Zeynep, Allah’ın Elçisi tarafından nikahlanarak koruma altına alındı.Ancak kendisi bu evlilikten üç ay sonra vefat etti.

3 – En yakın dostlarının kızları ile evlenerek aileyi onurlandırma. Hz.Âişe, Hz.Hafsa ve Cahş kızı Hz.Zeynep örnek olarak verilebilir.

Hz.Âişe.
Hz.Muhammed’in 3. eşi ve en yakın dostu birinci halife Ebu Bekir’in kızıydı. İyi bir terbiye ile yetişmiş çok zeki ve akıllı bir hanımdı. Allah’ın Elçisi, dostu Ebu Bekir Ailesi’ni şereflendirmek için daha çocuk yaşında iken Hz.Âişe ile nikahlandı, onu ancak büluğ çağında iken evine aldı. Peygamber eşi olarak birçok görevleri başarı ile yerine getiriyordu. Çok sayıda hadisin günümüze kadar gelmesine sebep oldu.

Hz.Hafsa.
Hz.Peygamber’in 4.eşi ve dostu ikinci halife Hz.Ömer’in kızıydı. Uhud savaşında kocası şehit olunca dul kaldı. Babası Hz.Ömer’in isteği ile kızını eş olarak almış ve böylece akrabalık bağı ile onları onurlandırmıştı.

Cahş kızı Hz.Zeynep.
Hz.Muhammed’in öz halasının güzelliği ile ünlü kızı ve 7. eşiydi. Arabistan’da azat edilen kölelere ikinci sınıf insan gözüyle bakılıyordu. İşte bu kötü geleneği silmek ve onların da diğer insanlara eşit olduğunu göstermek için Allah’ın Elçisi, azat ederek evlat edindiği eski kölesi Zeyd’i hala kızı Zeynep ile evlendirdi. Ancak eşler anlaşamıyor ve uyumsuzlukları devam ediyordu. Zeyd evliliği sona erdirince Hz.Zeynep’in gururu incinmiş ve çok üzülmüştü. Bir müddet sonra Hz.Peygamber’e Zeynep ile evlenmesi için vahy yoluyla emir (Ahzab 33/37) geldi. Böylece Zeynep koruma altına alınarak mutsuzluğuna son verilmiş ve hem de Arap geleneğine göre : «Evlatlığın boşadığı kadını onun babalığı alamaz.» adeti de sona ermişti.

4 – Düşman kabilelerden kadın alarak İslâmiyet’e kazandırma. Örnek olarak Hz.Cüveriye, Hz.Ümmü Habibe, Hz.Safiyye, Mısırlı Hz.Mariye ve son eşi Hz.Meymune verilebilir.
Hz.Cüveriye.
Düşman Mustalik Kabilesi reisinin dul kızı ve Hz.Peygamber’in 6. eşiydi. Kocası Müslümanlarla yaptığı savaşta vefat etmişti. Esir düşen Hz. Cevriye cariye olacağı yerde, Allah’ın Elçisi’nin eşi olmuştu. Bu evlilikle akrabalık bağı oluştuğundan, düşman kabilesi mensupları da İslâmiyet saflarına geçmekte gecikmemişlerdi.

Hz.Ümmü Habibe.
Mekke putperestlerinin lideri, Hz. Muhammed(s.a.s.)’in baş düşmanı Ebu Süfyan’ın kızı ve 9. eşiydi. Babasına rağmen kocası ile Müslüman olmuş ve Habeşistan’a hicret etmişti.Orada bir çocuğu olmuş, kocasını da kaybetmişti. Hz.Ümmü Habibe, içtenlikle İslâm’a sadık kalmış ve babasının lideri olduğu Mekke şehri’ne geri dönmemişti. İşte bu vefanın karşılığı olarak Allah’ın Elçisi, Habeşistan’ın Hırstiyan olan dost kralı Necasî’yi vekil yaparak Ümmü Habibe’yi nikahladı. Bu evlilikten önce şu ayet inmişti. Müntehine 60/7 : «Allah sizinle düşman olduklarınız arasında dostluk ve sevgi meydana getirmesi mümkündür.» Bu evlilik sonrası baba Ebu Süfyan’ın düşmanlığı azalmış, Mekke’nin fethinden sonra o da Müslüman olmuştu.

Hz.Safiyye.
Hayber’li Yahudi kızı ve Hz.Peygamber’in 10. eşiydi. Müslümanlar veYahudiler arasında geçen Hayber Savaşı’nda kocası ölmüş, kendisi de esir düşmüştü. Allah’ın Elçisi’nin : «Kendi dininde kal seni memleketine göndereyim, eğer istersen İslâmiyet’i kabul et, seninle evleneyim.» teklifine hemen olumlu cevap verdi. Bu evlilik; savaşta mağlup olan Yahudiler arasında etkisini göstermiş, bazılarının İslâm’a girmesine sebep olmuştu.

Mısırlı Hz.Mâriye.
Hz.Muhammed’in 11.eşiydi. Mısır kralı Mukavkıs tarafından hediye olarak gönderildi. Allah’ın Elçisi’de onu cariye değil, eş olarak kabul etti ve nikâhladı. Bu evlilik Mısır Halkı’nın İslâmiyet’e sıcak bakmasında çok etkili olmuştu.

Hz.Meymûne.
Hz.Peygamber’in son ve 12.eşiydi. Allah’ın Elçisi, putperest Mekke’liler ile münasebetlerde düşmanlığın ortadan kalkmasını istiyordu. Mekke’li dul bir hanım olan Hz. Meymûne’nin muhtelif kabilelerin hatırlı kişileri ile evli 8 kızkardeşi bulunuyordu. Bunların kocaları Mekke’de sözü geçen hatırlı kişilerdi. Bu evlilik, Mekke’liler ile gerginliğin azalmasına sebep olmuştu.

Eşlere Ahiret Ödülü
Hz.Peygamber’in eşlerinin yaşadığı mahaller
, dünya nimetleri ile değil, mahrumiyet ve sıkıntılarla doluydu. Oturdukları yer bir saray değildi. Yaşadıkları evleri Mescid duvarına dayalı küçücük odalardan ibaretti. Duvarlar kerpiçten, tavan hurma ağacı ve yapraklarından yapılmış, yağmurdan korunmak için tavanın üzerine kilim serilmişti, yeri ise topraktı. Hz.Muhammed sahip olduğu nimetleri toplumuna dağıtıyor; kendisine, eşlerine ve çocuklarına az pay ayırdığından, ashabından daha fakir bir hayat yaşıyordu. Bu fedakarlıkları Allah’ın Elçisi ile birlikte bütün aile bireyleri göğüslemekteydi. Çoğu bolluk ve varlıklı bir yaşam içinden gelen eşler, yoksulluktan zaman zaman şikayetçi olmuşlarsa da, ilâhî görevini eksiksiz yapan Hz.Peygamber tavrını hiç değiştirmemişti.

Yüce Allah, Peygamber Hanımları’na şöyle uyarıda bulundu. Ahzab 33 / 28,29 : « Ey Peygamber! Eşlerine söyle: Eğer siz, dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedelinizi vereyim ve sizi güzellikle salayım. Eğer siz; Allah’ı, Elçisi’ni ve ahiret yurdunu istiyorsanız, biliniz ki Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir ödül hazırlamıştır.» Eşlerin hiçbiri ayrılmayı kabul etmemiş, Hz.Peygamber’i ve ahiret hayatını içtenlikle tercih etmişlerdi. Birer kat elbiseleri ve toprak zeminli odaları içinde, Yüce Yaratıcı’nın sevgili Elçisi’ne ve insanların kurtuluşunu sağlayan İslâmiyet’e hizmet etmenin mutluluğunu yaşıyorlardı. Onlar sıradan bir kadın değil, Hz.Peygamber’in eşi ve müminlerin de anneleri idi. Ahzab 33/32: «Ey Peygamber Hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz…» Ahzab 33/6: «…Peygamberin eşleri müminlerin anneleridir…»

Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları
İslâmiyet’in temel prensibi barış içinde yaşamayı esas almaktır. İslâm kelimesinin anlamı da barış, güven ve huzur demektir. Ancak savaş, saldırı durumlarında zalimlere karşı yapılmalıdır. 13 yıl süren Mekke Devri’nde Müslümanlar çok zulüm görmüşler, ülkelerinden çıkarılmışlardı. Bütün bu haksızlığa rağmen onlara sabırlı olmaları, Allah’ın Dini’ni güzellikle yaymaları emredildi. Çok eziyet ve işkence görmelerine rağmen, ancak Medine’ye hicretten sonra savaş izni çıkmıştı. Hac 22/39,40: «Zülüm ve haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan müminlere savaş izni verildi. Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar, RAB’bimiz Allah’tır, dediler diye haksız yere yurtlarından (Mekke’den) çıkarıldılar.»

Bedir Savaşı.
Mekke putperestleri; 624 yılında Medine’ye hicret eden Müslümanları yok etmek için, 1000 kişilik bir ordu ile hareket ettiler. Müslüman kuvvetleri ise 300 kişiden ibaret ve savaş aletleri de yeterli değildi. Bu savaşta ayni kabilenin insanları baba, oğul ve kardeş birbirleriyle savaşacaktı. Örneğin Hz.Muhammed(s.a.s.)’ın amcası Hz.Hamza Müslümanlarla beraberdi, diğer amcası Abbas ise karşı taraftaydı. Cenab’ı Allah, Elçisi’ne savaşı kazanma müjdesini daha önceden vermişti. Kamer 54/45: «O topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.»

Savaş Bedir mevkiinde başladı. Bir avuç Müslüman, tam silahlı putperest kuvvetleriyle karşı karşıya geldiler. Hz.Peygamber ellerini havaya kaldırarak Yüce Allah’a yakarıp dua etti. Savaş bütün hızıyla devam ediyordu. Allah’ın lütfuyla müşrikler yenilgiye uğratılmış, geride birçok ölü ve esir bırakmışlardı. Komutanları Ebu Cehil ölüler arasındaydı. Enfal 8/17: «Siz öldürmediniz onları, Allah öldürdü onları. Attığın zaman sen atmadın, Allah attı. İnananları kendisinden güzel bir imtihanla denemek için yaptı bunu. Allah; işitendir, bilendir.»

Uhud Savaşı.
Mekke müşrikleri Bedir Savaşı yenilgisini unutamamışlar, Medine’yi basıp Hz. Muhammed ve beraberindekileri yok etmeyi planlıyorlardı. Bedir Savaşı’ndan bir yıl sonra, Ebu Süfyan komutasında üç bin kişilik güçlü bir orduyla Medine’ye yürüdüler. Allah’ın Elçisi’nin kuvvetleri, onların dörtte biri kadardı.Savaş, Medine yakınlarında ki Uhud Dağı eteklerinde başladı. Başlangıçta müşrikleri bozguna uğrattılar. Kaçan ve bozguna uğramış Mekke’lileri takip etmek yerine, ganimet toplamaya başlamışlar ve okçuları da görev yerlerini terketmişlerdi. Toparlanan düşmanın saldırısıyla mağlup duruma düştüler. Müslümanlar hafif yaralı olan Hz. Peygamber’in etrafında toplandıktan sonra, direnmeleri ile putperestlerin saldırılarını durdurmuşlardı. Bu savaşta bazı kayıplar verildi. Allah’ın Elçisi’nin amcası Hz.Hamza bu savaşta şehit düşmüştü.

Üstünlük müşriklerde olmasına rağmen, Allah’ın kalplerine korku salmasıyla savaşa devam etmemişler, tek bir esir bile almadan Mekke’ye geri dönmüşlerdi. Yüce Allah bu olaydan sonra Elçisi’ni şöyle teselli ediyordu. Ali İmran 3/139: «Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız üstün gelen sizsiniz.»

Hendek Savaşı.
Medine’yi savunmak için etrafına hendek kazıldığından bu savaşa Hendek Savaşı denmiştir. Hz. Muhammed ve Müslümanları ortadan kaldırmayı gaye edinen Mekke müşrikleri, büyük bir güç toplayarak son zaferlerini kazanmayı hedefliyordu, 4 bin kişilik kuvvet oluşturdular ve komşu Bedevi kabilelerin birleşmesiyle bu ordu 12 bin kişiye ulaştı. Bu tarihe kadar böyle bir kuvvet görülmemişti. Hz. Peygamber bu durumu öğrenince, ashabını toplayarak alınacak önlemi kararlaştırdılar ve Medine’nin çevresine derin bir hendek kazmaya başladılar. Allah’ın Elçisi de bizzat çalışıyor, etrafına gayret veriyordu.

Müşrikler büyük güçleriyle 627 yılında Medine’ye geldiklerinde hendeği görünce şaşırdılarsa da şehri kuşattılar. Savaş karşılıklı ok atımıyla başladı. Günler, haftalar geçmesine rağmen kuşatma devam etti. Müslümanlar için zor günler başlamıştı, yiyecek ve su sıkıntısı çekiliyordu. Medine’de birlikte yaşadıkları Beni Kurayza Yahudileri de aralarında ki anlaşmayı bozarak müşriklerle işbirliği yapınca, Hz. Peygamber çok rahatsız oldu. Yüce Allah’a dua ediyor ve yakarışta bulunuyordu. Çok geçmeden üzüntüsü sevince döndü. Ahzab 33/9 : «Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Üstünüze ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular (melekler) göndermiştik…» O akşam esmeye başlayan fırtına ordugahlarını altüst etti, çadırları söktü, atlar, develer dağıldı, hepsi paniğe kapıldılar. İçlerini korku kaplamış, maneviyatları bozulmuştu. Bir ay süren kuşatmanın henüz neticesini de alamamışlar, Mekke’ye dönmekten başka seçenekleri kalmamıştı. Ahzab 33/25: «Allah inkar edenleri, hiçbir zafer elde edemeden kinleriyle geri çevirdi. İnananlara savaşta Allah’ın yardımı yetti. Allah yegane kuvvetli ve galip olandır.»

Mekke Müşrikleriyle Barış Anlaşması
Mekkeli Müslümanlar; Kâbe’yi, doğup büyüdüklere yeri çok özlemişlerdi. Hicret edeli 6 yıl gibi uzun bir zaman geçmişti. Mekke’li müşrikler ise, onları ve Hz. Muhammed’i yok etmek için Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarını yapmışlar, fakat hedeflerine ulaşamamışlardı.

Medine dışında birçok putperest Arab kabilesi yaşıyordu. Bunlar Müslümanlığın ne olduğunu bilmiyorlardı. Eğer Mekke’lilerile sulh anlaşması yapılırsa, İslâmiyet bu kabilelere rahatlıkla tebliğ edilebilirdi.

Hz. Muhammed 628 yılında ashabından 1400 kişi ile Kâbe’ye gitmek üzere yola çıktı. Sulh için gittiklerinden yanlarına silah almamışlar, savaş yapılması yasak olan Zilkade ayını seçmişlerdi. Hudeybiye’ye kadar ilerleyerek orada konakladılar. Müşrikler Hz. Muhammed’in Mekke’ye geleceğini öğrenince telaşlanıp, savaş hazırlığına girdiler.

Barış görüşmelerinde ilk elçi müşriklerden gelmiş; teklif edilen ağır şartlar hemen geri çevrilmişti. Bu defa Allah’ın Elçisi, ashabından Hz.Osman’ı Mekke’ye gönderdi. Müşrikler gelen teklifi kabul etmedikleri gibi Hz.Osman’ı hapsettiler. Hz. Peygamber bu tutuma çok üzülmüş ve hemen savaş hazırlığını başlamıştı. Kararlı tutum karşısında müşrikler anlaşmaya yanaştılar ve yapılan bu barışa da Hudeybiye Barışı ismi verildi. Anlaşma gereği bir yıl sonra Kâbe’ye ziyaret yapılacağından Hz. Muhammed ve beraberindekiler Medine’ye geri döndüler. Bu sırada da Fetih Suresi inmişti. 48/1: « Ey Muhammed, Biz sana apaçık bir zafer sağladık. »

Hudeybiye Barışı, Müslümanların aleyhinde gibi görünmesine rağmen, aslında bir zaferdi. Allah’ın Elçisi İslâm’ı Arab kabilelerine rahatça yayıyordu. Bu tarihten Mekke’nin fethine kadar Müslüman olanlar, bugüne kadar girenleri birkaç defa katlamıştı.
Hudeybiye Anlaşması iki yıl sonra müşrikler tarafından bozulunca, Mekke fethinin zamanı da gelmiş oluyordu.

Mekke’nin Fethi
Hudeybiye Anlaşması’nı bozan Mekke müşrikleri pişmanlık duymuşlar, tekrar geçerli kılınmasını temin etmek için, liderleri Ebu Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Mekke’de her sözü yerine getirilen Ebu Süfyan’a, Hz. Muhammed’in eşi olan kızı Ümmü Gülsüm dahi gerekli alakayı göstermemiş, Müslümanlarla anlaşmayı yapamadan geri dönmüştü.

Hz. Peygamber Mekke seferi için ashabına hazırlık yapılması için emir vermiş, Allah’ın Evi Kâbe’nin putlardan temizleme zamanı gelmişti. Savaş olmasını istemediğinden fethin gizli yapılması için gerekli tedbirleri aldırıyordu. Mekke ile Medine arasında ki yollar kesilmiş, müşriklerin fetih ile ilgili bir duyum alması da önlenmişti. Seferden müşriklerin haberi olmayınca savunma için silahlanmayacaklar, böylece kan da dökülmeyecekti. Allah Elçisi, İslâm’a giren bütün Arab kabilelerine haber salarak Medine’de toplanmalarını istedi.

Sefere, 630 yılında 12 bin kişilik güçlü bir ordu ili çıkıldı ve Mekke yakınlarında konaklandı. Gece yakılan ateşin büyüklüğü Mekke’lileri çok korkutmuştu. Müşrikler, durumun ne olduğunu öğrenmek için liderleri Ebu Süfyan’ı gönderdiler. O; anlaşma teklifi yerine, Allah’ın Elçisi ve ordusunun ihtişamı karşısında hemen Müslüman olmayı tercih etti. Hz. Peygamber; karşı konulmamasını, bütün Mekke’lilerin bağışlanacağını halka ilân etmesi için, onu elçi olarak Mekke’ye geri gönderdi. Bu teklife müşriklerin büyük bir bölümü sessiz kaldı. Ordu Mekke’ye girerken bir olay hariç, karşı koyan olmamıştı. Yüce Allah’ın yardımı ve lütfu ile Mekke şehri nihayet fethedilmişti.

Kâbe‘nin içinde ve etrafında üçyüzden fazla put vardı. Hz. Peygamber bütün putları parçalatarak imha ettirdi. Sonra etrafında endişe ve korku ile bekleyen Mekke halkına hitap ederek etkili bir konuşma yaptı ve onlara Yusuf Sure’sinin 92. ayetini okudu : «Bugün size geçmişten dolayı azarlama yok diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbessiniz.»

Öğleyin namaz vakti geldiğinde Habeşi Bilâl Kâbe’nin üstüne çıktı. Gür ve güzel sesiyle okuduğu ezan, Mekke şehri’nde yankılanıyordu. Allah’ın Elçisi öğle namazını onbini geçen muhteşem topluluğa kıldırdı. Öğleden sonra bütün Mekke halkı el ele tutuşarak Hz. Peygamber’e biat etmiş, Müslüman olmuşlardı.

Arabistan’ın Tümü Müslüman Oluyor
İslâm’a girmemiş bütün Arab kabileleri, Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye gelerek Hz. Muhammed’e biat ettiler. Arabistanda Müslüman olmayan hiçbir kabile kalmamıştı. Yalnızca küçük Hıristiyan ve Yahudi toplulukları vardı. Allah’ın Elçisi; kitapları olduğu ve tek Allah’a inandıkları için onları İslâm’a girmelerine mecbur etmemiş, kendi dinlerinde kalmalarını sağlanmıştı. Ankebut 29/46: «…Kitap sahiplerine şöyle deyin: Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim Tanrı’mız da, sizin Tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olmuş kişileriz. » yalnızca cizye (vergi) alarak onları koruması altına aldı. Kur’an’ı Kerim, insanların Allah’ın Dini’ne yönelişlerini şöyle anlatıyordu. Nasır 110/1,3 : «Ey Muhammed! Allah’ın yardımı ve fetih günü gelip, insanların akın akın Allah’ın Dini’ne girdiklerini görünce, hemen RAB’bini hamd ile tespit et. şüphesiz O, tövbeleri kabul edendir.»

İslâm Bütün Dinlere Üstün Kılındı
«Allah, Elçisini hidayet ve hak dinle gönderdi ki, o Dini bütün dinlere üstün kılsın. Tanık olarak Allah yeter.» Fetih 48/28. Bu ayet ile Hz. Peygamber’in getirdiği Kur’an’ı Kerim’in zafere ulaşacağı, bütün dinlere üstün geleceği açıklanmaktadır. Müşrikler istemese de, Kur’an’ı uydurma saysalar da Hz. Muhammed’in gerçek peygamber ve Kur’an’ın da Allah sözü olduğu ve bütün dinlerden üstün kılındığı, daha önce inen Saf Suresi 9, ve Tevbe 33 ayeti ile de vurgulanmıştı.

Sizinle Bir Daha Beraber Olamayacağım
«…Bu gün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak, size İslâm’ı seçtim…» Maide 5 / 3. Dini hükümlerin tamamlandığını bildiren bu son ayet; Hz.Muhammed’in hicretinin onuncu ve miladi 632 yılında Hac için gittiği Mekke’de söylediği Veda Hutbe’sinden hemen sonra inmişti. Ayette Yüce Allah İslâm Dini’ni tamamladığını bildiriyordu. Dinin tamamlanması; Hz. Muhammed‘in ilâhî görevinin sona ermesi ve vefatının da yaklaşması demekti. Allah’ın Elçisi son hutbesinde ashabına şöyle veda etmişti: «Belki burada sizinle bir daha beraber olamayacağım.»

Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed, bu hutbeden 82 gün sonra 63 yaşında iken vefat etti. O da her peygamber gibi Allah’ın yüce makamına (melekût alemine) yükseldi.

http://www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/bolum28/baslik3.htm

posted in *PEYGAMBER | 1 Comment

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. İSA ve KUTSAL RUH’UN TANRILIĞI
Rahip Arius’un Eylemleri
Bir rahip olan Arius, 310 yıllarında İskenderiye’nin İlçesi Banealis’te göreve başlamıştı. Dini görüşleri bakımından Hz.İsa’nın meşru mirasçıları Nasraniler ile ayni düşünceyi paylaşıyordu. Ona göre, sonsuzdan beri var olan Tanrı Bir ve Tek’tir, İsa ise sonradan Tanrı tarafından yaratılmıştır. Buna kanıt olarak Matta İncili’nde ki 5/9 ve 5/44,45 ayetlerini : « Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek.» gösteriyordu. Arius tutarlı görüşlerini halka aktarıyor, onların da beğenisini ve takdirini kazanıyordu. Geniş bir halk kitlesini arkasına alan Arius’un eylemlerinden, İskenderiye piskoposu Alexander çok rahatsız oldu. Pavlus’un öğretisini kabul eden Roma Kilisesi gibi Alexander de Hz.İsa’nın tanrı olduğu tezini benimsemişlerdi. Ancak Arius görüşlerini ısrarla savunmaya devam etti. Taraftarları zamanla çoğaldıkça Ariusçuluk hareketi büyüyordu. Bu anlaşmazlıkta halk ikiye bölündü ve ülke için büyük bir sorun olmaya başlayınca, İmparator Konstantin devreye girdi.

İmparator Konstantin Tartışmaya El Koyuyor
Roma İmparatorlarından birincisi olan Konstantin, 306 yılında imparator oldu. İstanbul şehri bir Bizans kasabası iken, onu büyütüp genişletmekle ün yapmış ve bu şehre Konstantinopolis ismini vermişti.

Konstantin; Roma’nın resmi dini Sol İnviatus diye bilinen Güneş Tanrı’sına tapan bir putperest iken, politik nedenlerle Hıristiyanlığı kabul etmişti. Böylece 250 yıldan beri Romalılar’ın büyük zulmü altında ezilen Hıristiyanlar, işkence görmekten kurtulmuştu. Öncelikle ülkesinin bütünlüğünü düşünen İmparator, hem eski inancını devam ettirmiş ve hem de iki din arasında bir uzlaşma, bir kaynaşma temin etmişti. Bu arada Roma Kilisesi’ni de himayesi altına aldı. Ariusçuluk hareketi ile günden güne büyüyen dini karışıklık, memlekete zarar verebilirdi. Bu sorunu, bir konsey kurarak kendi inanışına uygun şekilde çözmeye karar verdi.

İznik Konseyi
Bu konsey, Hıristiyanlık tarihinin en önemli toplantısı olmuştu.
Konstantin bir konsey kurmak için bütün olanaklarını kullandı. 300’ü aşkın piskopos ve kilise yetkililerinin davet edildiği toplantının bütün giderleri, İmparatorluk tarafından karşılandı. 325 yılında İznikte, bugün yıkılmış olan bir kilise bu büyük anlaşmazlığın ev sahipliğini yaptı. 20 mayısta başlayan oturumlar 25 temmuza kadar sürdü. İmparator Konstantin bütün oturumlara katıldı. Onun ülkede büyük bir saygınlığı vardı. Roma – Yunan kültürü ile yetiştiğinden çok tanrılı dinlere karşı sempati duyuyordu. Himayesi altındaki Roma Kilisesi’nin tarafını tutuyor, Arius’a karşı çıkıyordu. Konseyin aldığı karar, onun desteklediği tarafın lehine olacağını tahmin etmek zor değildi.

Arius ile Athanesuus Tartışması
Toplantıda Hıristiyan halkı gibi iki karşı gurup oluşmuştu. Bir tarafını Arius (Ö.336) ve taraftarları, diğerini de Roma Kilisesi’nin desteklediği Athanasius (Ö.373) vardı. Arius, Hz. İsa’nın varisi Nasrani Hıristiyanlığın öğretisini savunuyordu. Ona göre: «İsa’da ezeli yaratılmamış Kelâm değil, bir yaratık beden almıştı. Tanrı tarafından zaman içinde yaratılmıştı.» Athanasius ise Pavlusçu Hıristiyanlığın görüşünü koruyordu. (Bkz. Bu Kitap Pavlus’un Hz. İsa’yı Tanımlaması) Ona göre :«İsa beden alan Kelâm, yani Tanrı Sözü, ezeliydi, yaratılmamıştı ve baştan beri Tanrı’yla birlikteydi.»
Bu anlaşmazlık uzun süren tartışmalarla devam etti.

Rahipler İsa Mesih’in Tanrılığını Onaylıyor
Neticede Roma Kilisesi’nin ve İmparator Konstantin’in desteklediği Athanasius’un benimsediği doktrin onaylandı. Ariusçuluk; sapkın bir öğretiş olarak ilân edilmiş ve Arius’da Roma Kilisesi tarafından afaroz edilmişti. Konseyde Hz.İsa’nın Tanrı olduğu kabul edilmiş, bu karar tanrısal vahiy yerine, insan eliyle din görevlilerinin oy çokluğu ile alınmıştı. Oysa rahip Arius’un açıklamaları ve Yuhanna dışındaki İnciller’de Matta, Markos ve Luka’nın belirttiği gibi, İsa Mesih Tanrı değil, sonradan yaratılan bir Peygamber’di. Bu husus Sinoptik İnciller’de birçok ayet ile vurgulanmıştı. Markos 12/29 : «İsa şöyle karşılık verdi: En önemlisi şudur. Dinle ey İsrail! Tanrımız Rab Tek Rab’dir.» Luka 4/8 : «İsa ona şu karşılığı verdi: Tanrın olan Rab’be tap, yalnız O’na kulluk et, diye yazılmıştır.» Matta 13/57: «…İsa onlara şöyle dedi : Bir peygamber, kendi memleketinden ve evinden başka yerde hor görülmez.» Luka 7/16 : «…Aramızda büyük bir peygamber ortaya çıktı ve Tanrı halkının yardımına geldi.»

Ünlü Dinsel Tarih Profesörü Mircea Eliade İznik Konseyi hakkında şöyle yazmıştı. cilt 2, S.462: «Dördüncü yüzyılın başlarında İskenderiyeli bir rahip olan Arius, daha tutarlı ve felsefi bir teslis (üçleme) yorumu önerdi…Ona göre Tanrı tektir ve yaratılmamıştır. Oğul ve Kutsal Ruh daha sonra Baba tarafından yaratılmıştır, dolayısiyle ondan daha alt bir konumdadır…İznik Konseyi’nde Ariusçuluğu reddeden simge benimsendi. Bununla birlikte Arius teolojisinin güçlü savunucuları çıktı ve tartışma yarım yüzyılı aşkın bir süre devam etti.»

İznik Konseyi’nden sonra Nasraniler’in devamı olan Ariusçuluk öğretisi, geniş bir çoğunluk tarafından benimsendi. Tartışma yalnız din bilimcileri arasında kalmamış halkı da çok etkilemişti. Eğer İsa Mesih Tanrı değilse, dünyayı kurtarma gücüne sahip olduğuna nasıl inanılabilirdi? Tartışma Ariusçuluğun sonu olan yedinci yüzyılın sonuna kadar devam etti.

Bugün dahi Hıristiyanlar arasında, Arius’un Tek Tanrı İnancı görüşlerini kabul edip yaşayanlar, ayrı bir mezhep (Unitarien) teşkil etmişlerdi. Konstantin; bu konseyden sonra Roma Piskoposu’na maaş bağladı. Böylece onu diğer kilise papazlarından ayırmış oldu. Kısa süre sonra Roma Kilisesi diğer kiliselerin üzerine hakimiyet kurdu ve bugünkü Papalık müessesesi oluştu.

İsa Mesih’in (Noel) Doğum Gününün Belirlenmesi
Konsey Hz. İsa’yı ilâhlaştırdıktan sonra boş durmadı. Eski bir putperest olan Roma İmparatoru Konstantin ve çevresi bir zamanlar (Sol Invictus) Güneş Tanrısı’na tapıyordu. Onların en büyük bayramları 25 aralık pazar günüydü. O gün Güneş Tanrısı’nın doğduğuna inanıyorlardı. Geleneklerine çok bağlı olan bu insanlar, Hz. İsa’nın doğum gününün aynı gün olmasını, böylece Doğuş Bayramları’nın devam etmesini istiyorlardı. Pazar gününün İngilizce karşılığı Sunday = Güneş Günü demekti. Bütün pazar günleri de ibadet günü olmalıydı.

Hıristiyanlık ile Sol Invictus dinlerini uzlaştırmak isteyen İmparator Konstantin bu arzusunu konseye kabul ettirdi. Bugüne kadar Hz. İsa’nın doğum tarihi 6 ocakta kutlanıyordu, Roma Katolik Kilisesi 325 yılından sonra, 25 aralık tarihini (Noel) doğum günü olarak kabul etti. Doğu Kiliseleri (İstanbul, Kudüs, Antakya, İskenderiye) sonraki ismiyle Ortodoks Kiliseleri, 6 ocak tarihinde Noel kutlaması yapmaktadır. ( kaynak :  Mircea Eliade, Dinsel İnançlar, cilt2, s.464)

İznik Konseyi’nde Hazırlanan İnanç Bildirgesi
325 yılında İznik Konseyi’nde hazırlanan ve bugünkü Hıristiyan mezheplerinin hemen hemen hepsinde kabul edilen inanç bildirgesi şöyledir : « Her şeye gücü yeten, görünen ve görünmeyen, bütün şeylerin yaratanı olan bir tek Baba Tanrı’ya inanıyoruz; bir tek Rab İsa Mesih’e inanıyoruz. Tanrı’nın Oğlu, Baba’dan doğan biricik Oğul, yani Baba’nın öz varlığından oluşan Tanrı’dan Tanrı, Nurdan Nur, gerçek Tanrı’dan gelen gerçek Tanrı, yaratılmış değil, Baba’nın özünden çıkmış, Baba’nın öz varlığına sahip olan, kendi aracılığıyla gökteki ve yerdeki herşeyi yapılmış, biz insanlar ve kurtuluşumuz için gökten inmiş, insan bedeni almış ve insanlar arasında yaşamış, sıkıntı çekmiş ve üçüncü günde ölümden dirilmiş, göğe yükselmiş, dirilerle ölüleri yargılamaya gelecek olan O’dur; Ve Kutsal Ruh’a da inanıyoruz.»

«Buna karşılık, Rab İsa’nın mevcut olmadığı bir devre vardı. O doğrulmadan önce yoktu, hiç yoktan meydana geldi, Tanrı’dan başka bir maddeden veya özden yaratıldı, değişebilir veya başka bir hale gelebilir, diye ileri sürenlere gelince Katolik Kilisesi onları lânetler.»

Bu inanç bildirgesi; daha sonraki konseylerde incelenerek bazı küçük değişikliklerle genişletilmiş olsa da, bugün birçok kiliselerde örneğin Süryani, Rum ve Ermeni Kilise’lerinde de okunmaktadır.

Üçleme (teslis) İnancının Resmileştirilmesi
İznik Konseyi’nde İsa Mesih’in Baba Tanrı’nın özünden çıkmış, O’nun öz varlığına sahip, Tanrı Oğlu olduğu kabul edildikten sonra, Kutsal Ruh‘un da Tanrı oluşu tartışma konusu oldu. Araştırmacılar bu inanca kanıt olarak gösterilen Matta İncili’nde ki 28 / 9 : «Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin.» alıntısı, maalesef İstanbul Konseyi’nden sonra bu İncil’e eklenmişti, görüşündedir. (Bkz. Bu kitap, Matta İncili) Diğer İncillerde üçleme ile ilgili açık bir öğreti yoktu. Ancak Pavlus Mektuplarında bu inancı anımsatan fakat kesin olmayan ifadeler kullanılmıştı. Örneğin 2. Korintliler 13/13,14 : «Bütün Kutsallar size selam eder. Rab İsa Mesih’in lütfu, Tanrı’nın sevgisi ve Kutsal Ruh’un paydaşlığı hepinizle birlikte olsun.»

Luka İncili’nde (1 / 19,26) melek Cebrail konu edilmiş fakat Kutsal Ruh ile Cebrail’in aynı varlık olduğu belirtilmemişti. Kur’an’ı Kerim ise; Kutsal Ruh’un diğer ismiyle Ruhu-l Kudüs’ün Yüce Tanrı’dan peygamberlere vahyi getiren melek Cebrail olduğunu, birçok ayetlerle açıklamaktadır. Bakara 2 / 87 : «… Meryem oğlu İsa’ya da açık-seçik deliller verdik ve kendisini Ruhu-l Kudüs (Cebrail) ile güçlendirdik.» Meryem 19/17, 19: « …Biz de Ruh’umuzu (Cebrail’i) ona (Meryem’e) göndermiştik de o kendisine bir insan şeklinde görünmüştü… Ruh dedi : Ben sadece RAB’bin elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan çocuğu bağışlamak için buradayım.»

Netice olarak 4 İncil’de de Üçleme inancıyla ilgili açık bir öğreti bulunmamaktaydı. Kilise teşkilatı, tanrısal vahye dayalı olmayan üçlemeyi, din görevlileriyle çözmeyi kararlaştırdı.Üçleme inancını resmileştirmek için, 381 tarihinde Birinci İstanbul Konseyi, 186 piskoposun katılımıyla toplandı. Konseyde şöyle karar alınmıştı :

« Kutsal Ruh’un Rab ve Hayat Veren olduğunu, Baba’dan çıktığını, Baba ve Oğul’la birlikte ibadet edilip yüceltildiğini ve peygamberler aracılığıyla konuştuğu gerçeği vurgulandı.»

Böylece Üçlü Birlik doktrini tamamlanmış ve Kutsal Ruh’un Tanrı oluşuyla, Hıristiyan inancının temeli de atılmıştı. Tıpkı İznik Konseyi’nde olduğu gibi tanrısal vahiy yerine, insan eliyle piskoposların kararı ile İsa Mesih gibi Kutsal Ruh da ilâhlaştırılmıştı. Böylece Hıristiyanlık; Bir ve Tek Tanrı inancından çıkarılarak Baba, Oğul ve Kutsal Ruh‘tan oluşan üç kişilikli Tek Tanrı inancına dönüştürülmüştü. Baba da Tanrı, Oğul da Tanrı ve Kutsal Ruh da Tanrı’ydı.

Yine aynı tarihlerde bugün elimizde bulunan ve 27 kitaptan oluşan İncil’e Üçleme İnancına uygun ilaveler yapılarak yeniden basıldı.

www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/bolum26/bolum26.htm

posted in KİTABI MUKADDES | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. İBRAHİM
Sonradan Yüce Tanrı tarafından İbrahim ismi verilen Avram, yaklaşık M.Ö. 1810 yıllarında Mezopotamya’da (bugünkü Irak) Ur şehrinde doğmuş, sonra babasıyla Haran’a (Kuzey Irak) göç etmişti. Hayatı hakkında ta ki 75 yaşına gelinceye kadar hiçbir bilgi verilmemiştir. Avram’ın hikâyesi Tanrı’nın konuşmasıyla başlar.

Avram’a Çağrı
Kendisini Yahve olarak tanıtan YüceTanrı, Avram’a özel olarak seçilmiş ve görevlendirilmiş olduğunu bildirir. Tekvin 12/1,3 : «Yahve Avram’a şöyle der: Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak; sana göstereceğim ülkeye git. Seni büyük bir millet yapacağım, seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, bereket kaynağı olacaksın. Seni kutsayanları kutsayacak, seni lânetleyeni lânetleye- ceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığın ile kutsanacak. »

Tanrı’nın buyruğundan sonra Avram hemen yola koyuldu. Beraberinde karısı Sara ile kardeşinin oğlu Lutla birlikte Haran’da kazanmış oldukları malları ve hayvan sürülerini alarak Kenan (Filistin) Ülkesi’ne gittiler. Tekvin 12/7 : « Rab Avram’a görünüp dedi : Bu memleketi senin soyuna vereceğim. » Avram kendisine görünmüş olan RAB’be orada bir sunak (RAB’be kurban kesilen taş masa) yaptı. Sonra Avram, RAB’bine kurban keserek ibadet etti

O Tek Olan Yaratıcı Kudrete İnanıyordu
Hz. İbrahim’in yaşadığı coğrafya putperestlerle çevrili olmasına rağmen, hiçbir zaman puta tapmadı.O hanif bir kişiydi. Ali İmran 3/67 : «İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı. Ancak o hanif (Allah’ın birliğine inanan) bir müslümandı, müşriklerden değildi. »

Hz. İbrahim, putlara, yıldızlara tapan Babil halkına uzun süre Allah’ın dinini anlatmıştı. Ancak başta babası olmak üzere halk inanmayıp gerçekleri inkar etmişlerdi. Enam 6/74 : «İbrahim babası Azer’e şöyle demişti: Putları tanrılar mı ediniyorsun? Seni de toplumunu da açık bir sapıklık içinde görüyorum. » Onlar da cevap olarak atalarımızdan böyle gördük dediler. Bakara 2/170 : «… Peki, ya ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler!… »

Hz. İbrahim’in Putları Kırması ve Ateşe Atılması
Hz. İbrahim, putların yanına halkın bulunmadığı bir zaman giderek onları parçaladı. Toplum, bu işi Hz.İbrahim’in yaptığını hemen anladı. Enbiya 21/62 : «Dediler: Tanrılarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim? » Enbiya 21/66 : «İbrahim dedi: Siz Allah’ı bırakıp da size hiçbir şekilde yarar sağlamayan, zarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? » Enbiya 21/68 : «Dediler: Yakın bunu… »
Yüce Tanrı, bu sapkın toplumun eylemlerini boşa çıkarmı, Hz. İbrahim’i ateşe attıkları halde o, mucizevi olarak yanmamıştı. Enbiya 21/69 : «(Allah) Biz de şöyle dedik: Ey ateş, İbrahim’e serin ol, selam ol. »

Hz. İsmail’in Doğumu ve Kutsal Kılınması
Hz. İbrahim Kenan Ülkesi’ne yerleştikten on sene sonra, bir sorunla karşılaştı. Karısı Sara kısır olduğundan Avram’ın bir çocuğu olmasını istiyordu. Kocasına, kendisinin cariyesi olan Mısırlı Hacar’ı kuma olarak almasını teklif etti. Neticede Avram ikinci eşi alır ve bir oğlu olur, ismini de İsmail (Yişmael) koyar. Bu sırada Avram 86 yaşındaydı. Tanrı İsmail’i kutsal kılar ve soyunu da büyük bir millet yapacağını açıklar. Tekvin 17/20 : « İsmail’e gelince, seni işittim, işte onu kutsal kıldım, onu verimli kılacak, fazlasıyla çoğaltacağım; 12 beyin babası olacak ve onu büyük bir millet yapacağım.» Hz. İbrahim, Hacer ile oğlu İsmail’i Paran’a götürüp bırakmıştı. Orada Hz. İsmail, gençlik yıllarını geçirdi ve annesinin soyundan Mısırlı bir kadın ile evlendi. Sonradan İsrailoğulları’nın kurduğu 12 beylik ile çoğalmışlar, ayrı bir ulus teşkil etmişlerdi.
RAB Hz. İsmail’e, babası Hz. İbrahim ile birlikte Tanrı evi kutsal Kâbe’yi inşa etme görevini vermiş, Hz. Muhammed (s.a.s.)’ e kadar uzanan kan bağı ile de Arapların atası olmuştu. Kur’an, Bakara 2/127: « İbrahim oğlu İsmail ile birlikte, Beytullah’ın(Kâbe’nin) duvarlarını yükselterek şöyle yakardıkları zamanı da an: Rab’bimiz bizden gelen duaları kabul buyur…»

Tanrı ile Hz. İbrahim’in Antlaşması
Avram 99 yaşındayken RAB ona tekrar görünerek şöyle dedi : Tekvin 17/1,11 : « Ben her şeye gücü yeten Tanrı’yım. Benim yolumda yürü, kusursuz ol… Artık adın Avram değil İbrahim olacak. Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım. Seni çok verimli kılacağım. Soyundan uluslar doğacak, krallar çıkacak. Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin ve senden sonra soyunun Tanrı’sı olacağım… Sünnet olmalısınız, sünnet aramızda ki antlaşmanın belirtisi olacak. »

Rab; antlaşmaya bağlı kalınmasını, buyruklarını ve yasalarını yerine getirmeleri uyarısını yapmış; uyulmaması durumunda günah işlemiş olacaklarından cezalandırılacaklarını açıklamıştı. Tekvin 17 / 9 : « Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız. » Bu gerçek Tevarat’ın birçok bölümlerinde de vurgulanmıştı. Yasanın Tekrarı 29/9 : « El attığınız her işte başarılı olmak için, bu antlaşmanın sözlerini yerine getirmeye dikkat edin. » Levililer 26 / 14,38: «Ama beni dinlemez, buyruklarımı yerine getirmezseniz, cezalandırılacaksınız...Size öfkeyle bakacağım. Düşmanlarınız sizi bozguna uğratacak. Sizden nefret edenler sizi yönetecek… Eğer yine karşı çıkmaya devam eder, Beni dinlemek istemezseniz, günahlarınıza karşılık cezanızı 7 kat arttıracağım… Başınıza savaş getireceğim. Kentlerinize çekildiğinizde aranıza öldürücü hastalık sokacağım. Düşman eline düşeceksiniz … Kentlerinizi harabeye çevirecek, tapınaklarınızı yıkacağım. Beni hoşnut etmek için sunduğunuz kokuları duymayacağım… Diğer ulusların arasında yok olacaksınız. »

Levililer 26 / 40,44 : « Ama işledikleri suçları, Bana karşı geldiklerini, ihanet ettiklerini itiraf eder, inadı bırakıp alçak gönüllü olur, suçlarının bedelini öderse; Ben de Yakup’la, İshak’la, İbrahim’le yaptığım antlaşmayı ve onlara söz verdiğim ülkeyi anımsayacağım… Hepsini yok etmeyecek, kendileriyle yaptığım antlaşmayı bozmayacağım. Çünkü Ben onların Tanrı’sı RAB’bim. »

Yahudi Tarihi; dünyadaki bütün ulusların ibretle öğre necekleri, bu hikmetlerden ders alacakları evrensel örneklerle doludur. İsrailliler Yüce Tanrı’nın yolunda gittikleri müddetçe mükâfatlandırılmış, aksi durumda da ceza görmüşlerdi. Bu tanrısal yasa, tabii ki tüm insanlarda ve uluslarda hükmünü sürdürmüş ve sürdürmektedir.

Hz. İshak’ın Mucizevî Doğumu
Hz. İbrahim ileri yaşlarda iken ve karısı Sara kısır olmasına rağmen, Tanrı onlara bir oğlan çocuk lütfetti. Tekvin 17/ 16, 21 : « Tanrı İbrahim’e : Karın Sara’dan bir oğul vereceğim. Onu kutsayacağım ve ulusların anası olacak. Birçokların kralları onun soyundan çıkacak,dedi.İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden: Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi? Doksan yaşında ki Sara doğurabilir mi? dedi. Tanrı : Hayır, ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın, dedi… Ancak antlaşmamı, gelecek yıl bu zaman Sara’nın doğuracağı oğlun İshak’la sürdüreceğim. »

İmanın Babası Hz. İbrahim’in Sınanması
Eski Antlaşma’da (Tevrat’ta) yer alan bu öykü, bütün inanç sahiplerine benzersiz bir örnek teşkil etmişti. Hz. İbrahim’in; sevgili oğlunu Tanrı’nın isteği üzerine kararsızlık göstermeden kurban edebilmesi, RAB’bine olan içten aşkının, derin imanın en çarpıcı göstergesiydi. Tekvin 22/1,13: « Tanrı İbrahim’i sınadı: İshak’ı, sevdiğin biricik oğlunu al. Moriya bölgesine git. Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak kurban et, dedim… Tanrı’nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak’ı bağlayıp sunakta ki odunları üzerine yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. Ama RAB’bin meleği göklerden, İbrahim, İbrahim! diye seslendi. Melek: Çocuğa dokunma, ona hiçbir şey yapma. şimdi Tanrı’dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu esirgemedin, dedi. İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak kurban etti. »

Oğlu İshak’ın yerine, Tanrı tarafından gönderilen koç kurban edilmiş, böylece imanın babası Hz. İbrahim sınanmıştı. Tekvin 22/15,18 : « RAB’bin meleği ikinci kez göklerden İbrahim’e seslendi. RAB diyor ki :...Biricik oğlunu esirgemediğin için seni fazlasıyla kutsayacağım… Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak, çünkü sözümü dinledin. »

Kur’an’ı Kerim de Tevrat’ta yazılmış bu olayı onaylamaktadır. Saffat 37/102,107: « Çocuk(İshak) onunla birlikte konuşacak yaşa gelince, İbrahim şöyle dedi: Yavrucuğum, uykuda seni kestiğimi görüyorum. Sen ne dersin? “Babacığım, emrolduğun şeyi yap! Beni sabredenlerden bulacaksın.” Böylece ikisi de teslim olup İbrahim’in onu, alnı üzerine yatırınca, Biz şöyle seslendik: Ey İbrahim! Sen rüyanı gerçekleştirdin. İşte Biz, güzel düşünüp güzel davrananları böyle ödüllendiririz. Bu hiç şüphesiz apaçık imtihanın ta kendisidir. ve ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.»

Hz. İbrahim’in Vefatı
Hz.İbrahim, 175 yıllık bir yaşam ve mutlu bir yaşlılık devresinden sonra öldü. Oğlu Hz.İshak toplumun sorumluluğunu üstlendi, Kutsal Kitap’ın açıkladığı gibi babasının Tanrı ile olan antlaşmasını devam ettirdi.

 

Hz. MUSA  
Musa (Moşe) yaklaşık M.Ö. 1390 yıllarında Mısır’da doğdu. Soyu; babası İmran’dan dolayı Hz. Yakub’a, onun da babası Hz.İshak’a ve nihayet Hz. İbrahim’e kadar uzanmaktadır.

Hz.Musa’nın Gençlik Çağı
Bu dönemde Yahudiler; Mısır’da köle olarak kullanılıyor, zulüm içinde yaşıyorlardı. Tanrı’nın seçtiği Ulus, putperest insanların kölesi olmuştu. Firavunun vezirliğine kadar yükselen ve Mısır halkına birçok hizmetlerde bulunan Hz.Yusuf’tan sonra, İsrailoğulları’nın nüfusu hızla artmıştı. Yeni tahta çıkan Firavun bu durumdan çok kuşku duyuyor, düşmanla birleşir ve bizi de bu ülkeden kovabilirler, diye düşünüyordu. Nüfus artışını önlemek için, her doğan erkek çocuğunu öldürme emri verdi. İşte Tanrı tarafından Yahudileri Mısır’dan çıkarmakla görevlendirilen Hz.Musa, bu dönemde dünyaya gelmişti.

Hz. Musa’nın annesi; oğlunu askerlerden kurtarmak için, üç aylık bir bebek iken sepetin içine koyarak, Nil Nehri’nin sazlık sularına bıraktı. (Çıkış 1 / 8,22) Bu sırada nehirde yüzmekte olan Firavun’un kızı sepeti buldu. İçindeki bebeğin İbraniler’in bir çocuğu olduğunu anladı ve ona acıdı. Bu durumu gözetlemekte olan Musa’nın kızkardeşi Firavun’un kızına, çocuğa bir İbrani süt annesi bulabileceğini söyledi. O da kabul edince, bebek gerçek annesine teslim edildi. Musa, Firavun’un kızının oğlu oldu ve adı da Moşe (Musa) olarak isimlendirildi. Böylece Yahudi Ulusu’nun Kurtarıcısı, Yahudiler’in düşmanı olan Firavun’un sarayında bir prens eğitimi alarak, anne sevgisiyle yetişiyordu. Bu Tanrı’nın mucizesinden başka bir şey değildi.

Annesinin terbiyesi ile yetişen Hz. Musa gençlik yıllarında, İbraniler’in ne zor şartlar altında yaşadıklarına tanık olmuştu. Bir gün Mısırlı bir askerin Yahudi bir işçiyi dövdüğünü görünce, kavgaya karıştı ve Mısırlı’yı öldürdü. Bu olay bütün ülkede Firavuna kadar duyuldu. Firavun Hz. Musa’yı öldürmek isteyince, o da Mısır’ı terk etmek mecburiyetinde kalmıştı. (Çıkış 3/11,15)

Tanrı’nın Musa’ya İlk Çağrısı
Hz. Musa, Sina yarımadasının karşı tarafındaki Midyan şehri’ne ulaştı. Babası kâhin olan bir sürü sahibinin kızı ile evlendi ve iki oğlu oldu. Hz. Musa tıpkı ataları Hz. Yakup, Hz. İshak ve Hz. İbrahim gibi çobanlık yapmış ve bu uğraşısı 10 yıl sürmüştü. Bir gün Horeb’de sürüsünü otlatırken Tanrı’nın meleği, ateş alevinde ona göründü. Yanan ateşin alevi bir türlü bitmiyordu. Tanrı Musa’yı alevin ortasından çağırıp şöyle dedi. Çıkış 3/1, 12 : « Musa! Musa!… Ben babanın Tanrı’sı, İbrahim’in Tanrı’sı, İshak’ın Tanrı’sı ve Yakub’un Tanrı’sıyım… Halkımın Mısır’da çektiği sıkıntıyı çok iyi biliyorum. Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum. Bu yüzden aşağı indim. Onları Mısırlılar’ın elinden kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş verimli topraklara, süt ve bal ülkesine, Kenanlılar’ın (Filistin)… topraklarına götüreceğim… Gel, halkım İsrail’i Mısır’dan çıkarmak için seni Firavun’a göndereyim. »

İsrailliler’i kurtarmak üzere Peygamberlik ile görevlendirilen Hz. Musa, Mısır’a geri döndü. Yardımcısı kardeşi Hz. Harun’la birlikte Firavun’a gittiler. Yahudi halkını; Kenan Ülkesi’ne gitmek üzere Mısır’dan çıkaracağını, bunun RAB’bin emri olduğunu söyledi. Çıkış 5 / 2 « Firavun onlara öfkelenerek şöyle dedi : RAB kim oluyor ki, O’nun sözünü dinleyip İsrail halkını salıvereyim? RAB’bi tanımıyorum. İsrailliler’in gitmesine izin vermiyeceğim. »Putlara tapan; Nil tanrısı, Güneş tanrısı, kedi tanrısı, koyun tanrısı v.s. gibi bir çok tanrıları olan Mısırlılar için, Tek ve Mutlak Kudret olan Tanrı fikri anlaşılmaz bir kavramdı. Onların düşüncelerine tamamiyle ters durumdu.

Mısır’dan Çıkış
Tanrı, Firavun’un vereceği cevabı pek tabii ki önceden biliyordu.
Hz. Musa’ya şöyle dedi. Çıkış 3 / 19,20 : « Ama biliyorum, güçlü bir el zorlamadıkça Mısır Kralı gitmenize izin vermeyecek. Elimi uzatacak ve aralarında şaşılacak işler yaparak Mısır’ı cezalandıracağım. O zaman sizi salıverecek.» Tanrı Yehova, Hz. Musa aracılığıyla Mısır’a on belâ verdi. Firavun ve halkı bu felâketlere uğrayınca, İsrailliler’in Mısır’dan çıkmasına izin vermek zorunda kaldı. Birgün Tanrı Hz. Musa ve Hz. Harun’a, hemen Mısır’ı terketmelerini vahyetti. O gece Hz. Musa, halkı ile beraber yanlarına hayvanlarını da alarak, şehirden çıkıp Kızıl Deniz’e doğru gittiler ve sahilde konakladılar. Firavun; İsrailoğulları’nın kaçtığını farkedince, kölelerini kaybedecekleri düşüncesiyle kararından caydı. Ordusu ile beraber onların peşine düştü. Firavun yaklaşırken İsrailliler, Mısırlıların arkalarından geldiğini görünce dehşete kapılarak RAB’be feryat ettiler. Çıkış 14/11-13 : « Musa’ya şöyle dediler : Mısır’da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin. Bak, Mısır’dan çıkarmakla bize ne yaptın! Bırak bizi, Mısırlılar’a kulluk edelim, demedik mi?… Musa : Korkmayın… RAB bugün bizi kurtaracak. Gördüğünüz Mısırlılar’ı bir daha hiç görmiyeceksiniz. RAB sizin için savaşacak.»

Hz.Musa değneğini denizin üzerine uzattı. Deniz ikiye ayrılarak sudan iki yüksek duvar oluştu, arası da kara parçası haline gelmişti. İsrailoğulları susuz topraktan ilerleyerek karşı sahile ulaştılar. Onları arkalarından Firavun ve ordusu takip ediyordu. İsrailliler karşı tarafa geçtikleri zaman Musa değneğini bir daha uzattı. Denizin suları büyük bir gürültü ile Firavun ve askerlerinin üstüne kapandı. Geriye dönen denizin sularında Mısırlılar’ın hepsi boğulmuşlardı. Firavun Ramses ömrünün son anında Yaratıcı Kudret’e iman etmişse de, bu ona hiçbir fayda sağlamamıştı. Kur’an’ı Kerim, Yunus Suresi 10/90-91 : «Ve İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve ordusu azgınlık ve düşmanlıkla onları izlemekteydi. Nihayet suda boğulmaya başlayınca: “İnandım; gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka tanrı yok. Ben de O’na teslim olanlardanım.” dedi. Ona : “şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan evvel isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” dendi.»

İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışı M.Ö.1312 yıllarında gerçekleşti. Onlar; Mısır’daki uzun bir kölelik hayatından sonra, Tanrı’nın lütfu ile Hz. Musa’nın önderliğinde özgürlüğe kavuşmuşlardı.

Tanrı Hz. Musa’ya Tevrat’ı Veriyor
Hz. Musa, Yahudi halkını Kızıl Denizi’ni geçirdikten sonra çöle çıkardı. Çölde şartlar ağırdı. Su, ekmek, yiyecek sıkıntısı başlamıştı. Toplum Musa’ya karşı şöyle konuşuyordu. Çıkış 17/3 « Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için mi Mısır’dan çıkardın? » İsyana çok üzülen Hz. Musa RAB’den yardım diledi. 17/4 : « Bu topluluğa ne yapayım? Az daha beni taşlıyacaklardı.» Tanrı tarafından seçilmiş İsrailoğulları, zorluklarla sınanmaktaydı. Toplum darda kaldıkça su ve yiyecek ihtiyaçları, Hz. Musa aracılığıyla mucizevî olarak karşılanıyordu.

İsrailoğulları, Mısır’dan çıktıktan üç ay sonra Sina Çölü’ne vardılar ve Sina Dağı’nın karşısında konakladılar. RAB Hz.Musa’ya şöyle dedi: Çıkış 19/ 9,12 : « Sana koyu bir bulut içinde geleceğim. Seninle konuşurken halk işitsin ve her zaman sana güvensin… Üçüncü gün bütün halkın gözü önünde Ben RAB Sina Dağı’na ineceğim. Dağın çevresine sınır çiz ve halka de ki; sakın dağa çıkmayın, dağın eteğine de yaklaşmayın. » Hz. Musa halka durumu anlattı, Tanrı’yı beklemeye başladılar. Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı, dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Sina Dağı’nın her yanından duman tütüyordu RAB dağın üstüne ateş içinde inmişti. Hz. Musa, Tanrı’nın içinde bulunduğu koyu karanlığa yaklaşırken, korku içinde olan halk uzakta durup bekledi. (Çıkış, 19/12,21) Hz. Musa RAB ile konuşmuş, ancak yüzünü görmemişti. Çıkış 33 / 18,20 : « Musa, lütfen görkemini bana göster dedi… RAB, ancak yüzümü görmene izin veremem. Çünkü yüzümü gören yaşayamaz. »

RAB; yasalarını, buyruklarını söylemeye başladı. Bunlar öncelikli olarak On Emir, Sunaklara İlişkin Yasalar, Kölelere Nasıl Davranmalı, Şiddete Karşı Yasalar, Mala İlişkin Yasalar, Üç Bayram gibi konulardı. Hz. Musa RAB’bin bütün buyruklarını yazdı ve halkına okudu. Sonra da RAB için sunak kurdu. İsrail Gençleri RAB’be yakmalık kurbanlar sundular, esenlik sunusu olarak boğalar kestiler. Hz. Musa, kurban kanlarını halkın üzerine serpti ve dedi ki: «RAB’bin sizinle yaptığı antlaşmanın bütün maddelerini işte bu kan geçerli kılıyor.» (Çıkış 24/4,8). Halk,: «RAB’bin her söylediğini yapacağız. O’nu dinleyeceğiz, diyerek antlaşmayı onayladı.»

Çıkış 24/12 : « RAB Musa’ya: Dağda yanıma gel, burada bekle, halkın öğrenmesi için üzerine yasalarla buyrukları yazdığım taş levhaları sana vereceğim.» Çıkış 31/18: « Tanrı Sina Dağı’nda Musa’yla konuşmasını bitirince, üzerine eliyle antlaşma koşullarını yazdığı iki taş levhayı ona verdi.» Kur’an’ı Kerim’de de Araf 7/145 de üzerinde ON EMİR yazılı bulunan taş levhalarla ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: «Biz Musa için levhalarda herşeyi yazdık: Öğüt olarak, “Kuvvetli tut bunları ve emret” toplumuna da onları en güzel şekliyle tutsunlar…» Eski Antlaşmanın (Tevrat’ın) bir bölümü Sina Dağı’nda verilmiş, diğer bölümleri de çölde dolaştıkları 40 yıl içinde tamamlanmıştı. Tevrat’ta, RAB ile Hz. Musa’nın 40 gün 40 gece birlikte kaldığı anlatılır.

Buzağı Heykeline (Put’a) Tapınma
Sina Dağı’nda Tanrı ile konuşan Hz. Musa, günler geçtiği halde geriye dönmemişti. Halk, kendilerine öncülük yapacak bir ilâha ihtiyaç duydu. Aralarında altınlarını toplayıp Hz. Harun’a getirdiler. O da oymacı aletiyle altından bir buzağı heykeli yapınca halk, bu putun önünde tapınıp, kurban kesmeye başladı. (Çıkış 2/1)RAB Musa’ya Çıkış 32/7 : « Aşağı in, Mısır’dan çıkardığın halkın baştan çıktı, dedi.» Tanrı Yahve mutlak sadakat istemekteydi. Çünkü O, kıskanç bir Tanrı’dır. Yasalar 5/9-10:« Beni seven ve emirlerimi tutanların binlercesine iyilik eden kıskanç bir Tanrı’yım.» Hz. Musa koşarak dağdan indi, buzağıyı ve tapınan insanları görünce çok öfkelendi. Onları yaratan, sonsuz nimetler veren Tanrı’ları RAB’be ibadet edip kulluk edecekleri yerde; kendilerine hiçbir faydası olmayan bir cisme, bir puta tapıyorlardı. Hz.Musa yapılan buzağı heykelini parçalayarak yaktı. Kardeşi Harun; başı boş kalmış halkı dizginleyememiş, düşmanların alay konusu olma nedeni olmuştu. Buzağı heykelini kimin yaptığı konusunda Tevrat ile Kur’an arasında anlaşmazlık vardır. Tevrat’a göre (Çıkış 32/4) Harun, Kur’an’a göre (Taha 20/85) Samiri yapmıştı.

Çıkış 32 / 21,22 : « Harun’a: Bu halk sana ne yaptı ki, onları bu korkunç günaha sürükledin, dedi. Harun: Öfkelenme, bilirsin halk kötülüğe eğimlidir, diye karşılık verdi.» Yasalar 9/20: « Musa: RAB, Harun’a da onu yok edecek kadar öfkelenmişti. O sırada Harun için de yakarmıştım.» Hz.Musa, ordugahın girişinde durdu, «RAB’den yana olanlar gelsin.» dedi. Bütün Levililer (İsrail’in Levi soyundan olup, tapınakta yapılan ayinlere yardım eden kişiler) çevresine toplandı. Çıkış 32 / 27,28: « Musa şöyle dedi: İsrail’in Tanrı’sı RAB diyor ki, herkes kılıcını kuşansın. Ordugâhta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün. » Levililer, Hz.Musa’nın buyruğunu yerine getirdiler. O gün halktan üç bine yakın insan öldürüldü. RAB; seçmiş olduğu ve dünyaya örnek olması beklenen kimselerin bu sapık davranışına kızmış, onları sert bir şekilde cezalandırmıştı. Yahudi kaynaklarca, o tarihte 3 milyon insandan oluştuğu kabul edilen İsrailoğulları’nın saparak puta tapmış olanı % 1 gibi bir bölümü olduğu kabul edilir.

Antlaşma Sandığı
İsrailoğulları; 40 yıllık yolculukları esnasında yanlarında bulundurdukları Antlaşma Sandığını, beraberlerinde taşımışlardı. Sandık; tahtadan yapılmış, altınla kaplı, üzerinde de kanatlı iki küçük melek vardı. İçine Hz.Musa tarafından, antlaşma koşullarının ve On Emir’in yazıldığı iki taş levha konulmuştu. Bu levhalar Tanrı’nın eliyle yazılmıştı. Çıkış 31/18: «Tanrı Sina dağında Musa’yla konuşmasını bitirince, üzerine eliyle antlaşma koşullarını yazdığı iki taş levhayı ona verdi.» Ayrıca Hz.Musa’nın kendi eliyle yazdığı, Tanrı’nın yasalarını içeren Tevrat da burada korunuyordu. Antlaşma Sandığı; toplanma çadırının içinde bulunuyordu. Hz. Musa’nın önderliğinde RAB’be sunakta kurban kesilerek ibadet yapılmaktaydı. Kolayca kurulup toplanılan bu tapınak, Yahudi halkının 40 yıl boyunca Tanrı’ya yakarıp dua ettiği manevî huzur kaynağı olmuştu. Çıkış 40 / 34, 38 : «O zaman bulut Buluşma Çadırı’nı kapladı ve RAB’bin görkemi konutu doldurdu. Musa Buluşma Çadırı’na giremedi; çünkü bulut her yeri kaplamış, RAB’bin görkemi konutu doldurmuştu. İsrailliler ancak bulut konutun üzerinden kalkınca göçerlerdi. Bulut durdukça yerlerinden ayrılmaz, kalkacağı günü beklerlerdi. Böylece bütün yolculuklarında konutun üzerinde gündüzün RAB’bin bulutu, gece de ateş İsrailoğulları’na yol gösterdi.»

Halkın İsyanı ve Kenan Ülkesi’nin Yasaklanması
Tanrı’nın buyruğu üzerine Hz.Musa’nın önderliğinde İsrailoğulları, Sina Dağı’nda yaşadıkları bir çok olaydan sonra, vaat edilen Kenan (Filistin) topraklarının sınırına geldiler. Yasalar 1/21: «Musa halkına: İşte, Tanrı’mız RAB size bu ülkeyi verdi. Haydi, atalarınızın Tanrı’sı RAB’bin size söylediği gibi, gidip orayı mülk edinin. Korkmayın, yılmayın.» Halk, ilk önce Kenan ülkesinde araştırma yapmak için oraya casus gönderelim, dediler. Hz.Musa bu fikri beğenerek bazı adamlarını göndererek inceleme yaptırdı. Oraya gidenlerin ekseriyetinin verdiği rapor olumlu değildi.Bunun üzerine halk şöyle düşünmüştü : « Ülke çok verimli olmakla beraber, halkı güçlü, kentler de sur ile çevrili ve çok büyüktü, bunun için bu halka saldıramayız, onlar bizden daha kuvvetlidir.» Oraya giden casuslardan biri olan Kalev ise, Hz.Musa’nın önünde halkı susturup şöyle dedi : « Oraya gidip ülkeyi ele geçirelim, kesinlikle buna yetecek gücümüz var. » (Sayılar 13/30-31) Halk; ekseriyetin verdiği rapora uyarak, Kenan Ülkesi’ne girmekten vazgeçti.

Hz.Musa Tanrı’nın emrine rağmen, halkın bu kararına çok üzüldü. Yasalar 1/ 26, 28 : « Musa : Ne var ki, siz oraya gitmek istemediniz. Tanrı’nız RAB’bin buyruğuna karşı geldiniz. Çadırlarınızda söylenerek RAB sizden nefret ediyor, dediniz. Bizi Amorlular’ın eline verip yok etmek için Mısır’dan çıkardı. Oraya niye gidelim? Kardeşlerimiz; yöre halkının bizden daha güçlü…olduğunu söyleyerek cesaretimizi kırdılar. » Tanrı’nın kölelikten kurtardığı, her türlü ihtiyaçlarını karşıladığı, özel olarak seçtiği İsrailoğulları; isyankar davranışlarla nankörlük yapmışlar, buyrukları dinlememişlerdi. Yaptıkları bu son itaatsizlikleri bardağı taşırmış, RAB’bin onları cezalandırması hak olmuştu.

Bu halk çöllerde 40 yıl dolaşacak ancak vaat edilen verimli topraklara girmeyecekler, onların çocukları olan yeni nesile bu ülke verilecekti. Yasalar 1 / 35, 39 : « Atalarınıza ant içerek söz verdiğim o verimli ülkeyi, bu kötü kuşaktan… Kalev dışında hiç kimse görmeyecek, yalnız o görecek, ayak bastığı toprakları ona ve soyuna vereceğim. Çünkü o bütün yüreğiyle RAB’bin yolunda yürüdü. Sizin yüzünüzden RAB bana (Musa) da öfkelenerek, sen de o ülkeye girmeyeceksin, dedi. Ama yardımcın Yeşu oraya girecek. Onu yüreklendir. İsrailliler’in ülkeyi mülk edinmesini o sağlayacak. Tutsak olacak dediğiniz küçükleriniz, çocuklarınız oraya girecekler. Ülkeyi onlara vereceğim.»

Yüce Tanrı, bu olayları Kur’an’ı Kerim’de Maide 5/20,26 ayetleri ile de doğrulamaktadır.

Hz.Musa’nın Çöllerde Geçen Yılları
Hz. Musa, İsrailoğulları’yla 40 yıl çöllerde zorlu bir hayat yaşamıştı. Sert karakterli, isyankar halkına Tora’dan (Tevrat’tan) öğüt veriyordu. Yasalar 8 / 2-6 : « Tanrı’nız RAB’bin sizi 40 yıl boyunca çölde dolaştırdığı uzun yolculuğu anımsayın! Buyruklarına uyup uymayacağınızı, amacınızın ne olduğunu öğrenmek için sizi sıkıntılara sokarak sınadı. Sizi aç bırakarak sıkıntıya soktu. Sonra sizin de atalarınızın da bilmediği man ile sizi doyurdu. İnsanın yalnız ekmekle yaşamadığını, RAB’bin ağzından çıkan her sözle yaşadığını size öğretmek için bunu yaptı… Tanrı’nız RAB’bin, çocuğunu eğiten bir baba gibi, sizi nasıl eğittiğini anlayın. Onun için, Tanrı’nız RAB’bin buyruklarına uyun. Yollarından yürüyün. O’ndan korkun.»

Hz. Musa’nın Vefatı
Tanrı ile iletişim halinde, etkileyici ve örnek bir önder olan Hz. Musa, birçok beyliklerden oluşan İsrailoğulları’nı, bir ulus çekirdeğine dönüştürmeyi başarmıştı. Hz.Musa Moab Ülkesi’nde 120 yaşında iken bu dünyadan ayrıldı. Yerine en yakın yardımcısı Yeşu geçti. Eski kuşağın yerini yeni nesil almış, M.Ö. 1272 yıllarında da Yeşu’nun önderliğinde vaat edilen Kenan Ülkesi fethedilmişti.

http://www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/bolum20/bolum20.htm

posted in KİTABI MUKADDES | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. İSA
Hıristiyanlar’ın babası Hz. İsa, M.Ö. 6 ilâ 4 yıllarında mucizevî şekilde babasız olarak dünyaya gelmişti. Doğumu; insanlık tarihinin bir dönüm noktası olarak kabul edilmiş, Batı ülkeleri de takvimi Hz.İsa’yı milât alarak düzenlemiştir.

Hz.İsa; İncil’de ve Kur’an’ı Kerim’de meshedilmiş, kutsal yağla kutsanmış anlamına gelen Mesih ismiyle ve Yüce Yaratıcı’yı anlattığı için Tanrı Sözü ile de tanımlanmaktadır. O’nun Hz.İbrahim’in oğlu Hz.İshak soyundan geldiği kabul edilir. Annesi Hz. Meryem, dört seçkin aileden biri olan İmran Ailesi’ndendi. Peygamberlik görevine genç bir çağda iken başlamış, yaklaşık beş yıl devam etmişti. Luka 3 / 23 : « İsa göreve başladığı zaman otuz yaşlarındaydı, Yusuf’un oğlu sanılıyordu. » Hz. İsa bazı araştırmacılara göre hiç evlenmemiş, bazılarına göre de Mecdelli Meryem ile evlenerek bir çocuğu olmuştu. Yaşamı boyunca aldığı vahiyleri sözlü olarak aktarmış, bunlar da yazıya geçmemişti. Dünyadan ayrılışı M.S. 30 ilâ 33 yıllarında olmuştu.

 

HZ. İSA’NIN DOĞUMU
İncil’e Göre Hz.İsa’nın Doğumu
Hz. İsa’nın doğumu
, Yüce Tanrı’nın bir mucizesidir. Kudüs Şehri yakınlarında ki Beytlehem’de babasız olarak dünyaya gelmişti. Luka İncili doğumu hakkında şöyle yazmaktadır : 1/26, 37 : « Tanrı, Melek Cebrail’i Celile’de bulunan Nasıra adlı kente, Davut’un soyundan Yusuf adındaki adamla nişanlı kıza gönderdi. Kızın adı Meryem’di. Onun yanına giren Melek : Selam, ey Tanrı’nın lütfuna erişen kız ! RAB seninledir… Korkma Meryem, gebe kalıp bir oğul doğuracak, adını İsa koyacaksın… Meryem Meleğe : Bu nasıl olur? Ben erkeğe varmadım ki, dedi. Melek ona şöyle yanıt verdi: Kutsal Ruh senin üzerine gelecek, Yüceler Yücesi’nin gücü sana gölge salacak. Bunun için doğacak olana Kutsal, Tanrı oğlu denecek… Tanrı’nın yapamayacağı hiçbir şey yoktur.»

Burada Tanrı oğlu kavramı kullanılmıştır. Bu biyolojik bir oğulluk değil, Tanrı’ya yakın olmanın, rıza ve sevgisini kazanmanın bir ifadesiydi. Tevrat ve Zebur’da da bu kavram, aynı manada pek çok kullanılmıştır.

Kur’an’a Göre Hz. İsa’nın Doğumu
Kur’an’ı Kerim’de Hz.İsa’nın doğumu, Meryem Suresi’nde anlatılmıştır. 19/17, 22: « Allah şöyle buyuruyor : Meryem gizlenmek için, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem, “Senden Rahman’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (Bana kötülük etme) dedi. Melek Cebrail, “Ben ancak RAB’bin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için gönderildim, dedi. “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım halde, benim nasıl bir çocuğum olabilir? ” dedi. Cebrail, “Evet”, öyle. RAB’bin diyor ki: O iş Benim için çok kolaydır. Onu (İsa’yı) insanlara bir mucize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu zaten (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir.” dedi. Böylece Meryem çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi. »

Hz.İsa’nın doğumu hakkında İncil ve Kur’an aynı anlatımı kullanmıştır. Ancak Hıristiyanlar sonra ki yüzyıllarda (M.S.325) Hz.İsa’yı Yaratıcı Kudret ile aynı özde kabul ederek tanrılaştırmışlardı. Kur’an’ı Kerim ise buna şiddetle karşı çıkmış Hz.İsa’da tıpkı Hz. Adem gibi “ol” emri ile babasız yaratıldığını açıklamıştır. Meryem 19 / 35 : « Bir oğul edinmek Allah’a asla yaraşmaz. O’nun şanı yücedir. Bir iş ve oluşa karar verdi mi, ona sadece “OL” der ve o hemen oluverir. » Allah katında, yaratılış bakımından Hz.İsa’nın durumu Hz.Adem’in durumu gibiydi. Ali İmran 3 / 59 : « Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona “OL” dedi, o da oluverdi.» Yüce Yaratıcı; Hz.Adem’i toprak ile şekillendirmiş ve ruh vererek onu canlandırmıştı. Kur’an’a göre Hz.İsa da Hz.Adem gibi babasız yaratılmış, Yüce Allah’ın oğlu değil, kulu ve peygamberiydi.

 

HZ. İSA’NIN ÇOCUKLUĞU
Hz. İsa’nın çocukluğu hakkında bilgiler yalnız Luka İncili’nde bulunmaktadır. İncil’e göre; o küçücük bir bebek iken sünnet edildi. Luka 2/21 : « Sekizinci gün, çocuğu sünnet etme zamanı gelince, ona İsa adı verildi. Bu, onun anne rahmine düşmesinden önce meleğin kendisine verdiği isimdi. » Hz. İsa’da her yahudi çocuğu gibi, o da bebek iken sünnet olmuş, Tanrı’nın Hz.İbrahim ile yaptığı antlaşmanın işaretini almıştı.

Hz.Meryem Kudüs yakınlarında ki Beytlehem’de Hz.İsa’yı dünyaya getirdikten sonra, nişanlısı Yusuf ile Nasıra’ya geldiler. Luka 2 / 39 : « Yusuf’la Meryem, RAB’bin yasasında öngörülen herşeyi yerine getirdikten sonra Celile’ye, kendi kentleri Nasıra’ya döndüler. Çocuk büyüyor, güçleniyor ve bilgelikte yetkinleşiyordu. Tanrı’nın lütfu onun üzerindeydi. » Çocukluğunu geçirmiş olduğu kentten dolayı Nasıralı İsa ve ona bağlı olan topluluk da Nasraniler olarak anılıyordu.

Hz.İsa’nın doğumundan sonra Hz.Meryem marangozluk yapan Yusuf ile evlendi. Hz.İsa, bu evlilikten dört erkek kardeş ile kızkardeşlere sahip olmuştu. Matta 13/55, 56 : « Marangozun oğlu değil mi bu? Annesinin adı Meryem değil mi? Yakup, Yusuf, Simun ve Yahuda onun kardeşleri değil mi? Kızkardeşlerinin hepsi aramızda yaşamıyor mu?…» Hz.İsa’dan sonra kardeşlerinin en büyüğü olan Yakup, ağabeyinin görevlerini devam ettirerek 30 yıl Nasrani topluluğuna başkanlık etmişti. Namuslu, dürüst ve Hz.İsa Mesih’in öğretisini eksiksiz uygulayan bir lider olarak tanımlanıyordu. Bugün; İncil’i oluşturan 27 kitabın, 20.sırasını, Hz.İsa’nın kardeşi “Yakup’un Mektubu” almaktadır.

Hz.İsa Nasıra’da kardeşleri ile büyüyor, insanlar tarafından beğeniliyor ve seviliyordu. Yahudi töresine uygun olarak, 12.yaşın gerektirdiği dinsel törenler ona da yapıldı. Luka 2 / 41, 51 : « İsa’nın annesi babası her yıl Fısıh Bayramı’nda Yeruşalim’e (Kudüs’e) giderlerdi. İsa 12 yaşına gelince, bayram geleneğine uyarak yine gittiler. Bayramdan sonra eve dönerken küçük İsa Yeruşalim’de kaldı…Üç gün sonra onu tapınakta buldular. Din öğretmenleri arasına oturmuş, onları dinliyor, sorular soruyordu, Onu dinleyen herkes zekâsına ve verdiği yanıtlara hayran kalıyordu...İsa onlarla birlikte yola çıkıp Nasıra’ya döndü. Onların sözünü dinledi… İsa bilgelikte ve boyda gelişiyor, Tanrı’nın ve insanların beğenisini kazanıyordu. »

 

HZ. İSA’NIN GELİŞ NEDENİ
Hz. İsa’nın geliş sebebi olarak İncil’de iki öğreti bulunmaktadır. Pavlus ve Yuhanna İncili, tanrılaşmış bir İsa Mesih’i anlatırken, Sinoptik İnciller ise peygamber konumunda bulunan Hz. İsa’nın geliş sebebini detaylarıyla açıklar. Kur’an’ı Kerim ikinci görüş ile ayni paralelliği göstermektedir.

Pavlus ve Yuhanna İncili’ne Göre
Pavlus mektuplarında
, diğer İnciller’de bulunmayan tamamıyla kendisine ait bir öğretiyi açıklamıştır. Hz. İsa, doğuştan günahlı olan insanları kurtarmak için dünyaya gelmişti. Akıttığı kanı da günahların bedeliydi. Bu inanç, Hıristiyanlığın ana direklerinden birini teşkil eder. Ona göre ilk insan ve peygamber Hz. Adem yasaklanmış meyvayı yiyerek Tanrı’ya itaatsizlik etmiş, asiliği baba – oğul vasıtasıyla soyuna da geçmiş, böylece bütün insanlar günahkâr olmuştu. Romalılar 5 / 12 : « Günah bir insan (Adem) aracılığıyla, ölüm de günah aracılığıyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi.» Tanrı; insanlara olan sevgisinden dolayı onları bu günahtan kurtarmak için bir yöntem sundu. Öz Oğlu’nu dünyaya gönderip kurban edecek, onun kanı bu günahların bedeli olacaktı. Romalılar 8 / 3: «…Öz Oğlu’nu günahlı insan benzerliğinde günah sunusu olarak gönderip günahı insan benliğinde yargıladı.» Ancak İsa Mesih’e iman edenler doğal günahlarından kurtulacak, sonsuz yaşama kavuşacaklardır. Romalılar 6/22: « Şimdi günahtan özgür kılınıp Tanrı’nın kulları olduğunuza göre, kazancınız kutsallaşma ve bunun sonucu olan sonsuz yaşamdır.»

Yuhanna İncili‘nde de Hz. İsa’nın geliş sebebinin sonsuz yaşam olduğu açıklanmıştır. Yuhanna 10/10: «…Ben (İsa) ise insanlar yaşama, bol yaşama sahip olsunlar diye geldim.» Tanrı’nın Öz Oğlu olan İsa Mesih’e iman edenler sonsuz yaşama kavuşacaktır. Yuhanna 11 / 25,26 : « İsa ona “Diriliş ve yaşam Ben’im” dedi.” Bana iman eden kişi ölse de yaşayacaktır. Yaşayan ve Bana iman eden asla ölmeyecek…»

Netice olarak Pavlus’un Mektupları ve Yuhanna İncili; Tanrı’nın insanları günahtan ve ölümden kurtarmak üzere, Öz Oğlu İsa Mesih’i gönderdiğini açıklar.

Sinoptik İnciller’e Göre
Sinoptik İnciller‘e göre Hz. İsa; Tevrat’ı doğrulamak, insan eliyle konulan yasaları temizlemek, toplumu içine düştükleri dinî ve ahlakî çöküntüden kurtarmak ve Kutsal Yasa’yı İncil ile yeniden düzenlemek için gelmişti. O, İsrailoğullarına gönderilmiş son peygamberdi.

Kutsal Yasa’yı tamamlamaya geldim. Matta 5 / 17 : « Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın.Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim.»

Tanrı Buyruğunu Geleneklerinizle Örtmeyin.Din adamları; kuşaktan kuşağa aktardıkları gelenekleri Tevrat’ın içine sokarak Tanrı sözünü örtmüş, menfaatlerine uyumlu ayrı bir din haline getirmişlerdi. Yüce Tanrı elçisi Hz.İsa Mesih’e, İncil ile bu bozulmayı temizleme görevi de vermişti. Markos 7 / 8,9,13 :« Siz Tanrı buyruğunu bir yana bırakmış, insan yasalarına uyuyorsunuz… Kendi geleneğini sürdürmek için Tanrı buyruğunu bir kenara itmeyi ne güzel beceriyorsunuz…Kuşaktan kuşağa aktardığınız geleneklere, Tanrı’nın sözünü geçersiz kılıyorsunuz. »

Korunan Yasalar. Hz. İsa Tevrat’ta ki en önemli yasayı, İncil’e kelime kelime ilâve etmişti. Markos 12 / 28,29 : «…Yahudi din bilgini İsa’ya, buyrukların en önemlisi hangisidir, diye sordu. İsa şöyle karşılık verdi. En önemlisi şudur. Dinle ey İsrail! Tanrı’mız RAB tek RAB’dır. Tanrın RAB’bi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle seveceksin. »

Aynı yasa Tevrat’ta Tesniye kitabında da vardır. 6 / 4, 5 : « Dinle ey İsrail! Tanrı’nız RAB tek RAB’dır. Tanrım RAB’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin.»

Esası Değişmeyen Yasalar. Tevrat’ta ki On Emir‘in büyük bölümü de İncil’de de yasalaşmıştır. Matta 19/16,19: «Adamın biri İsa’ya gelip, “Öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için nasıl bir iyilik yapmalıyım?” diye sordu… İsa, ‘Tanrı’nın buyruklarını yerine getir, dedi. Adam, “Hangi buyrukları”, diye sordu. İsa şu karşılığı verdi : Adam öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere tanıklık etmeyeceksin, annene babana saygı göstereceksin ve komşunu kendin gibi seveceksin. »

Tevrat’ta ise On Emir şöyledir. Çıkış 20/1, 17 : « Tanrı şöyle konuştu: Seni Mısırdan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın Yahve Benim.1) Benden başka Tanrın olmayacak. 2) Put yapmayacaksın, putların önünde eyilmeyecek, onlara tapmıyacaksın. 3) Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın. 4) Altı gün çalışacak bütün işlerini yapacaksın, ama yedinci gün Bana, Tanrın RAB’be şabat Günü olarak adanmıştır. 5) Annene, babana saygı göstereceksin. 6) Adam öldürmeyeceksin. 7) Zina yapmayacaksın. 8) Çalmayacaksın. 9) Komşuna karşı yalan yere tanıklık etmeyeceksin. 10) Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin. »

Yumuşatılan Yasalar. Tevrat’ta kısas (ödeşme) emri vardır. Yüce Tanrı, eski çağın insanları için uygun gördüğü aşağıdaki sert yasayı İncil’de hafifletmiştir. Luka 6 / 27,31 ve Matta 5 /38,40 : « Göze göz, dişe diş dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana, öbür yanağınızı çevirin. Size karşı davacı olup gömleğinizi almak isteyen ceketinizi verin… Sizden birşey isteyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin.»

Tevrat’ta kısas emri şöyledir. Çıkış 21 / 23, 25 : « Karşı taraf zarar görürse, o zaman can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara vereceksin.» Ayette görüldüğü gibi Tevrat’ta kısas emri, zamanın ilkel şartlarına göre sert bir şekilde bulunmaktaydı. Bu sert yasa, Kur’an’ı Kerim’de de “sen affetmeyi esas al” buyruğu ilave edilerek yumuşatılmıştır. (Maide 5/45)

Kur’an’a Göre Hz.İsa’nın Geliş Sebebi. Kur’an, Hz.İsa’nın geliş nedeni hususunda Matta, Markos ve Luka İncilleri ile paralellik göstermektedir. Hz.İsa; peygamber olarak Tevrat’ı doğrulamak,bazı aksaklıkları düzeltmekle görevlendirilmiş, RAB’bin mucizelerini de beraberinde getirmişti. Ali İmran 3/50: « (İsa) Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim. RAB’biniz tarafından size bir mucize de getirdim; o halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.» Allah Hz.İsa’ya İncil’i vermişti. Maide 5/46: «…O’na İncil’i verdik. Hidayet ve ışık vardı onda…»

 

Hz. İSA’NIN TEBLİĞİ
Hz. İsa Tebliğ görevine, Hz.Yahya tarafından vaftiz edilmesiyle başlar. Hz.Yahya, Hz.Zekeriya’nın oğluydu. Hz.İsa’dan altı ay daha büyüktü. Önceleri Tevrat’a sonra da İncil’e hizmet etmişti. Babası Hz. Zekeriya gibi o da halkı tarafından şehit edildi.

Hz.İsa Vaftiz Oluyor
Hz.Yahya Yahudiye Çölü’nde ortaya çıktı. Bütün yöre halkı ona geliyor, günahlarını itiraf ediyor, onun tarafından Şeria Irmağı’nda su ile vaftiz ediliyordu. Matta 3/13,16 : « Bu sırada İsa, Yahya tarafından vaftiz edilmek üzere Celile’den şeria Irmağı’na, Yahya’nın yanına geldi. Ne var ki Yahya ‘Benim senin tarafından vaftiz edilmem gerekirken, sen mi bana geliyorsun?’ diyerek ona engel olmak istedi. İsa ona şu karşılığı verdi: şimdilik buna razı ol! Çünkü doğru olan herşeyi bu şekilde yerine getirmemiz gerekir, dedi. O zaman Yahya onun dediğine razı oldu. İsa vaftiz olur olmaz sudan çıktı.»

Hıristiyanlıkta Hz.İsa tarafından öngörülen vaftiz olma emri, Tanrı’ya iman etmenin bir sembolü olmuştu. Bu ruhsal tören, su ile yapılmaktaydı. Yahudiler’de ve Müslümanlar’da ki sünnet olmanın (DOĞRUSU: GÜSLÜN) yerini, Hıristiyanlarda vaftiz olma almıştır. Bu tören; Hz.İsa ve havarileri zamanında İsa adıyla yapılmış; sonra ki yüzyıllarda da Baba, Oğul ve Kutsal Ruh ismiyle düzenlenmiştir.

Hz. İsa’nın Elçileri (Havariler)
Hz.İsa’nın yardımcıları havariler, genellikle balıkçılıkla uğraşıyorlardı. Tanrı’ya ve O’nun peygamberi Hz.İsa’ya içtenlikle iman etmişlerdi. Maddi ve manevi tüm güçleri ile Tanrı’nın Elçisi’ne destek vermişler, Hz.İsa’dan sonra da birçok ülkelere giderek İncil Yasaları’nı insanlara öğretmişlerdi. Markos 1/16, 18: «...Bu adamlar balıkçıydı. İsa onlara : ‘Arkamdan gelin, sizleri insan tutan balıkçılar yapacağım‘ dedi. Onlar da hemen ağlarını bırakıp onun arkasından gittiler.» Hz.İsa böylelikle yardımcılarını belirledi. Matta 10/ 2,4: « Bu on iki elçinin adları şöyle: Birincisi Petrus adıyla bilinen Simun, onun kardeşi Andreas, Zebedi’nin oğulları Yakup ve Yuhanna, Filipus ve Bartalmay, Tomas ve vergi görevlisi Matta, Alfay oğlu Yakup ve Taday, Yurtsever Simun ve İsa’ya ihanet eden Yahuda İskariot.» Markos 3/13,15 : «İsa, dağa çıkarak istediği kişileri yanına çağırdı… Bunlardan 12 kişiyi yanında bulundurmak, Tanrı sözünü duyurmaya göndermek ve cinleri kovmaya yetkili kılmak üzere seçti…»

Kur’an’ı Kerim‘de havarilerden övgü ile söz eder. Saf 61/14: « ‘Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun. Nasıl ki Meryem oğlu İsa havarilere, ‘Allah’ın yardımcıları kimlerdir?‘ dediğinde havariler, ‘Allah yolunun yardımcıları biziz‘, demişlerdi. Böylece İsrailoğulları’nın bir kısmı iman ederken, bir kısmı da inkâr etmişti…»

Ne Mutlu Barışı Sağlayanlara
Hz.İsa çocukluğunun geçtiği Nasıra bölgesinden ayrılarak Celile’nin Genaseret Gölü kıyısında, ilk tebliğ görevine başladı. Filistinin her tarafında mesajlarını veriyor, insanların büyük ilgisini çekiyordu. Halk arasında rastlanan hastaları iyileştiriyor, birçok mucizeleri de gerçekleştiriyordu. Ünü Suriye’ye kadar bütün ülkelere yayılmıştı.

Hz.İsa kalabalıkları görünce öğrencileri havarilerle dağa çıktı. Halka şöyle seslendi :Matta 5/1,10:« Ne mutlu ruhta yoksul olanlara! Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır. Ne mutlu yaslı olanlara! Çünkü onlar teselli edilecekler. Ne mutlu yumuşak huylu olanlara! Çünkü onlar doyurulacaklar. Ne mutlu merhametli olanlara! Çünkü onlar merhamet bulacaklar. Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Çünkü onlar Tanrı’yı görecekler. Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek. Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır.»

Göklerin Egemenliği, İncil’in bazı bölümlerinde de Tanrı’nın Egemenliği olarak geçen bu kavram, Kur’an’a göre dünyada ve ahirette gerçekleşmekte olan adalet ve hakimiyettir. Hıristiyan inanışına göre, Hz.İsa’nın dünyaya gelmesi ile Göklerin Egemenliği başlamıştır, onun bir kral olarak melekleriyle geri dönüşüyle de tamamlanacaktır. Yahudilerin inanışına göre ise, Hz.Davud’un soyundan bir mesih gelerek, inançlarına ve kurtuluşlarına aracılık edecektir.

İnsanın İçinden Kaynaklanan Kötülükler
Hz.İsa, halkı yine yanına çağırarak onlara insanı kirleten içinden, yüreğinden kaynaklanan  kötülüklerdir, dedi. Markos 7/15, 22: « İnsanın dışında olup içine giren hiçbir şey onu kirletmez. Dıştan giren, insanın yüreğine değil, midesine gider, oradan da helaya atılır… İnsanı kirleten, insanın içinden çıkandır. Çünkü kötü düşünceler fuhuş, hırsızlık, cinayet, zina, açıkgözlülük, kötülük, hile, sefahat, kıskançlık, iftira, kibir ve akılsızlık içten, insanın yüreğinden kaynaklanır. Bu kötülüklerin hepsi içten kaynaklanır ve insanı kirletir.»

Davut Soyundan Kurtarıcı Kral İsa Mesih
Hz.İsa, asırlardan beri huzur bulmamış Yahudi halkının yakında kurtuluşa ereceklerini, Tanrı’nın egemenliğinin yakın olduğunu söyleyerek moral veriyor ve inançlarını kuvvetlendiriyordu. Halk onun Davut soyundan geldiğini, kurtarıcı kral Mesih olduğuna inanıyordu. Bu Tanrının Egemenliğini kurmasını bekledikleri kurtarıcı kralla özdeşleştirilmesinden kaynaklanıyordu. Hz.Davud; İsrailoğulları’nın en ünlü, en çok sevilen, Tanrı’nın sevgisini kazanmış ve Zebur ile ödüllendirilmiş bir kralıydı. Davud oğlu peygamber İsa Mesih‘de, atası kral Davud gibi Tanrı’nın sevgisini kazanacak, halkı zulümlerden kurtaracak ve onları kurtuluşa erdirecekti. Bu inanç bütün Yeruşalim şehrine yayılmıştı. Matta 21 / 9, 11: «…Kalabalıklar şöyle bağırıyorlardı: Davud oğluna hozana (şimdi kurtar)! RAB’bin adıyla gelene övgüler olsun, en yücelerde hozana! İsa Yeruşalim’e girdiği zaman bütün kent, Bu kimdir diyerek çalkalandı. Kalabalıklar, ‘Bu Celile’nin Nasıra Kenti’nden Peygamber İsa’dır’, diyordu.»

Başkasını Bağışlayın Siz de Bağışlanırsınız
Hz.İsa etrafını çeviren topluluğa : Beni dinleyin, sizlere şunu söylüyorum. Luka 6/37,41 : « Başkasını yargılamayın, siz de yargılanmazsınız. Suçlu çıkarmayın, siz de suçlu çıkarılmazsınız. Başkasını bağışlayın siz de bağışlanırsınız. Verin, size verilecektir… Hangi ölçekle verirseniz ayni ölçekle alacaksınız… Sen neden kardeşinin gözünde ki çöpü görürsün de kendi gözünde ki merteği farketmezsin. Kendi gözündeki merteği görmezken, kardeşine nasıl, ‘kardeş izin ver, gözünde ki çöpü çıkarayım’, dersin? Seni iki yüzlü! Önce kendi gözünde ki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözünde ki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.»

 

HZ. İSA’NIN MUCİZELERİ
Hz. İsa Mesih mucizevî bir doğumla babasız olarak dünyaya gelmişti. Yüce Tanrı onu özel olarak hazırlamış, ilim ve hikmetle destekleyip göndermişti. Birçok mucizeleri sergilemesiyle büyük bir peygamber olduğunu gösteriyordu. Mucize; insanların yapamadığı, ancak Yüce Tanrı tarafından yapılan veya peygamberlerine verdiği tabiat üstü bir olaydır. Hz.İsa Tanrı’nın izniyle ölüleri diriltmiş, körlerin gözlerini açmış, cüzamlıları iyileştirmişti. İncil, Hz. İsa’nın gerçekleştirdiği mucizeleri geniş olarak anlatmaktadır. Bunlar özetlenecek olursa: « Binlerce insanın doyurulması, kötürümlerin ve felçlilerin iyileştirilmesi, kör olan gözlerin açılması, ruhsal hastaların (cinlilerin) ve cüzamlıların iyileştirilmesi, ölülerin diriltilmesi, fırtınanın dindirilmesi, hastaların ve saralıların iyileştirilmesi, Hz.İsa’nın su üstünde yürümesi, suyu şaraba çevirmesi, sağırların iyileştirilmesi.»

Kur’an’ı Kerim de Hz.İsa’nın mucizelerini doğrulamaktadır. Ancak bu olayların Allah katında, O’nun izniyle olduğunu vurgular. Ankebut 29/50 : «…De ki mucizeler Allah katındadır.» Maide 5/110 ayeti şu açıklamayı yapmıştır: «Allah, ‘Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla, buyurmuştu. Seni Kutsal Ruh’la (Cebrail’le) desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti. Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. İzninle çamurdan kuş gibi birşey yapmış, ona üflemiştin de o yine iznimle canlı kuş olmuştu. Anadan doğma körü, alacalı (cüzamlı) hastayı iznimle iyileştirmiştin. İznimle ölüleri diriltiyordun…»

 

YAHUDİ DİN ADAMLARININ DÜŞMANLIĞI
Hz. İsa zamanında Filistin, çok tanrılı putperest Romalılar’ın egemenliğindeydi. Bu Greko-Romen kültüründen etkilenen İsrailoğulları’nın inançlarında çöküntüler meydana getirmiş, dinlerini farklı yorumlayan birçok mezhepler oluşmuştu.

Din Adamlarının Durumu
Meydana gelen birçok mezheplerden en önemlileri Ferisiler ve Saddukiler‘di.

Ferisiler; dindar bir Yahudi mezhebiydi, Tevrat’a ve dinsel kurallara bağlıydılar. Ancak bu samimi inançlarını zamanla kaybettiler. Çarpık inançlara sapmış geleneklerini Tevrat’a karıştırarak bunları yasalaştırmışlardı. Halk üzerinde büyük bir otoriteye sahiptiler ve saygı görüyorlardı. Oluşturdukları sahte din, onlara hem mevki ve hem de çıkar sağlıyordu.

Saddukiler, yalnız Hz. Musa’nın kitaplarını kabul ediyorlar; ölümden sonra ki yaşam, diriliş, cennet, cehennem düşüncesine ve cin, melek gibi olağanüstü varlıklara inanmıyorlardı. Hepsi zengindi, Roma yönetimi ile işbirliği içindeydiler, onlardan büyük menfaatleri vardı.

Ferisiler ve Saddukiler‘de Romalılar’ın yönetiminden memnundular, çünkü mevcut düzenden çıkar sağlıyorlardı. Hz.İsa; Roma’nın getirdiği putperest kültürünü ve sapmış din adamlarını hedef almıştı. Onları doğru yola, Tanrı’nın yoluna davet ediyordu. Bu durumdan çok rahatsız olan din adamları, Hz.İsa’ya karşı çıkıyor, onu büyücülükle suçluyordu.

Hz.İsa Sapmış Din Adamlarını Uyarıyor
Bazı din adamları; Tevrat Yasası’nı kuşaktan kuşağa değiştirmişler, kendi çıkarlarına uygun bir din meydana getirmişlerdi. Markos 7 / 1, 8,13: «İsa, Ferisilere ve bazı din bilginlerine şöyle dedi: Siz Tanrı buyruğunu bir yana bırakmış, insan töresine uyuyorsunuz… Kuşaktan kuşağa aktardığınız törelerle, Tanrı’nın sözünü geçersiz kılıyorsunuz.»

Hz.İsa halkın önünde din bilginlerini sahterkarlıkla, zavallı dul kadınları kandırarak çıkar sağlamakla suçluyordu. Luka 20/45,46: « Bütün halk dinlerken İsa öğrencilerine şöyle dedi : Uzun kaftanlar içinde dolaşmaktan hoşlanan, meydanlarda selâmlamaya, havralarda en seçkin yerlere, şölenlerde baş köşelerde kurulmaya bayılan din bilginlerinden sakının. Dul kadınların malını, mülkünü sömüren, gösteriş için uzun uzun dua eden bu kişilerin cezası daha ağır olacaktır.»

Din adamları; Tanrı sevgisini ve adaleti herşeyden üstün tutacakları yerde, bu gerçeği ihmal ediyor, sahtekârlık yapıyorlardı. Luka 11 / 42, 46: « Vay halinize ey Ferisiler! … Adaleti ve Tanrı sevgisini ihmal edersiniz… İnsanlara taşıması güç yükler yüklersiniz, kendiniz ise bu yükleri kaldırmak için parmağınızı bile kıpırdatmazsınız.»

Menfaati Bozulan Dincilerin Düşmanlığı
Hz.İsa halkın önünde bazı din bilginleri ve Ferisiler’in iç yüzünü birer birer açıklayınca, onların düşmanlıkları daha da artmıştı. Matta 21/45,46 : « Başkâhinler ve Ferisiler, İsa’nın anlattığı benzetmeleri duyunca bunları kendileri için söylediğini anladılar. Onu tutuklamak istedilerse de halkın tepkisinden korktular, halk onu peygamber sayıyordu. »

Bir taraftan din adamları Hz.İsa’yı yalancı peygamber ilân ederek halkın gözünden düşürmeye çalışmışlar ve bunda da muvaffak olmuşlardı. Yahudi halkı içinde Hz.İsa’ya iman etmiş, ancak küçük bir topluluk olan Nasraniler vardı. Diğer taraftan Roma yönetimi ile Greko-Romen kültürünü kabul edenler Hz.İsa’dan rahatsız oluyordu. Çünkü o, ünü bütün ülkeye yayılmış Yahudilerin kurtarıcı kralı Davut oğlu İsa Mesih’ti.

Hz.İsa, tüm bu olumsuzluklar karşısında peygamberlere özgü sabrıyla, tebliğ görevine devam ederek insanları Tanrı yoluna davet ediyordu.

Kur’an’ı Kerim, Hz.İsa’ya karşı oluşan cepheyi şöyle bildirmektedir. Zuhruf 43/63, 65 : « İsa açık kanıtlarla geldiğinde demişti ki: Ben size hikmet getirdim ve tartışıp durduğunuz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin… Böyle iken aranızdan çıkan hizipler anlaşmazlığa düştüler…»

 

İNCİL’DE “İSA MESİH DİRİLDİ Mİ?”
Dindar bir Yahudi mezhebi olan Ferisiler ve Saddukiler, çarpık inançlara sapmış ve geleneklerini de yasalaştırmışlardı. Hz.İsa; bazı Yahudi din bilginlerinin iç yüzünü halka açıklıyor, böylece onların düşmanlıklarını da kazanıyordu. Hz. İsa’yı “ yalancı peygamber ” ilân etmişler, halkın gözünden düşürmekte de başarılı olmuşlardı. Onu cezalandırmak için Roma valisi Pilatus’a şikayet ettiler. İncil’de ölüm cezasına mahkûm edilen Hz. İsa’nın, çarmıha gerilerek çivilenişi ve acılar içinde vefat ettiği bildirilmiştir.

PAVLUS’A GÖRE HZ.İSA’NIN ÖLÜMÜ VE DİRİLİŞİ
Günah bir insan (Adem) yoluyla, ölüm de günah yoluyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi.
(Romalılar 5 / 12)
Tanrı Mesih’i, kanıyla günahları bağışlatan ve imanla benimsenen kurban olarak sundu. Böylece adaletini gösterdi. (Romalılar 3 / 25)

Yalnız Pavlus’a ait olan bu öğretiye göre, ilk insan Adem Tanrı’ya isyan etmiş, günahlı olmuştu. Bu günah bütün soylara babadan oğula geçiyor, böylece her çocuk da günahlı doğuyordu. Tanrı, adaleti ve insanlara olan sevgisinden dolayı yeni bir kurtarma planını yürürlüğe koydu. Oğlu İsa Mesih’i, insanları bu doğal günahlardan kurtarmak ve sonsuz yaşama kavuşturmak için dünyaya gönderdi. Onun çarmıhta insanların kurtulması için akıttığı kan, doğal günahların bedeliydi. Rab İsa Mesih’e iman ederek vaftiz olanlar, yükümlülükten kurtulacaktı. İşte bu görüş, bugün Hıristiyan Dünyasının büyük bölümünün temel inancı ve ümididir.

Tanrı’nın öz Oğlu olmasına rağmen İsa Mesih’in çarmıha gerilmesi, onun küçük düşmesine sebep olmuştu. Bu durumu, Yahudiler ve diğer toplumlar (putperestler) de küçümsüyordu. Pavlus 1. Korintlilere gönderdiği mektupta şöyle yazmıştı : 1 / 23 : « Ama biz çarmıha gerilmiş Mesih’i duyuruyoruz. Yahudiler bunu yüz karası, öteki uluslar da saçmalık sayarlar. » Olayın izahı için, insanlara uygun gelecek bir formül bulunmalıydı. Pavlus’un düşüncelerinde buna çare olarak “ diriliş fikri ” oluşmaya başladı.

Pavlus’un öğretisi Romalılara yazdığı mektuba şöyle yansıdı. 1 / 4 : «…Ölümden dirilmekle Tanrı’nın Oğlu olduğu kudretle ilân edildi. » İsa Mesih’e iman edenler, doğal günahlardan da aklanmış oluyordu. 1.Korintliler 15 / 3, 4: «…Kutsal yazılar uyarınca Mesih, günahlarımıza karşı öldü, gömüldü ve kutsal yazılar uyarınca üçüncü gün ölümden dirildi. »Dinsel Tarih Yazarı Prof. Dr. Mircea Eliade, bu konuda şu açıklamayı yapmıştı. Cilt 2, s.398, 405 : «Pavlus’un Mesihçiliği “diriliş fikri” çevresinde gelişir… Gerçekten de İsa Mesih diğer insanlardan hiç de farklı değildi. Tanrı Oğlu olmasına karşın, küçük düşürüldü ve çarmıhta öldü. Ama dirilişi tanrısallığını doğruladı. Yine de bu parlak kanıt, herkes tarafından kabul edilmedi. »

 

… Mesih …üçüncü gün ölümden dirildi. Kefas ( havari Petrus)’a, sonra Onikiler’e göründü. Daha sonra da beşyüzden çok kardeşe ayni anda göründü… Sonra (İsa Mesih’in kardeşi) Yakup’a göründü. Son olarak… bana da göründü. (1.Korintliler 15 /14-15)
…Mesih dirilmemişse, bildiriniz de imanınız da boştur. Ve bizim Tanrı’yla ilgili tanıklığımız da yalan olmuş olur. Çünkü Tanrı’nın Mesih’i dirilttiğine tanıklık ettik… (1.Korintliler 15/13)

Pavlus’a göre, Rab İsa Mesih öldükten sonra dirilmiş; havarilere, birçok imanlılara ve son olarak da kendisine de görünmüştü. Tanrı’nın dirilttiği Mesih’i bizzat gördüğüne de tanıklık ediyordu.

Bilindiği gibi Pavlus, Hz. İsa’nın vefatından iki veya üç yıl sonra Hıristiyan olmuştu.(Bkz. Bu kitap, “Saul’un Vaftiz Olması”, Ayrıca Bkz. Prof. Dr. Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 2, Sayfa:380)
O tarihlerde Saul ismiyle eylemlerde bulunan Pavlus, Hıristiyanlara zulmediyordu. Elçilerin işleri 8/3: «Saul ise Hıristiyan topluluğunu kırıp geçiriyordu. Ev ev dolaşarak, kadın erkek demeden imanlıları dışarı sürüklüyor, hapse atıyordu» Henüz Hıristiyan dahi olmamış ve o topluma düşman olan bir kimseye, dirilen İsa Mesih’in gelip görünmesi mümkün müydü?

Ayrıca Pavlus İsa Mesih’in kardeşi Yakup’a da göründüğünü söylemiştir. Oysa Yakup, İncil’in 20. sırasında yer alan mektubunda kardeşi Hz. İsa’yı ilahlaştırmamış, dirildiği ve kendisine göründüğü hakkında hiçbir anlatımı da olmamıştır.

İNCİLLERE GÖRE HZ.İSA’NIN ÖLÜMÜ VE DİRİLİŞİ
Hz.İsa’nın ölümü.
… Ama İsa yüksek sesle bağırarak son nefesini verdi. (Markos 15 / 37)
(İsa) Onlara dedi ki, “ şöyle yazılmıştır; Mesih acı çekecek ve üçüncü gün ölümden dirilecek.(Luka 24 / 46)
İsa… “Tamamlandı” dedi ve başını eğerek ruhunu teslim etti.
(Yuhanna 19 / 30)

Pavlusçu Hıristiyanlığın Dört İnci’line göre de İsa Mesih; Pavlus’un öğretisinde olduğu gibi, Ademden kaynaklanan doğal günahlardan kurtulmanın karşılığı olarak çarmıha gerilmişti. Akıttığı kan, günahların bedeliydi. Ölümünün üçüncü gününde dirilmiş, öğrencilerine göründükten sonra göğe yükselmiş, Tanrı’nın sağına oturmuştu. Matta 26 /64: «…İnsanoğlu’nun (İsa’nın), Kudretli Olan’ın (Tanrı’nın) sağında oturduğunu …göreceksiniz.»

İnciller, Roma İmparatorluğunun Yahudi Devleti’ni ortadan kaldırdığı M.S. 70 yılından sonra yazılmaya başlanmıştı. Bu; birbiriyle çatışma halinde olan iki inançtan Nasrani Hıristiyanlığın dışlandığı, Pavlusçu Hıristiyanlığın öne çıktığı bir devirdi. Hıristiyanlığın ilk temel belgeleri olan Pavlus’un Mektupları savaştan sonra çok değer kazanmış, hızlı bir şekilde derlenip toplanmıştı. M.S.62-64 yıllarında vefat eden Pavlus, ölümünden sonra Nasrani Hıristiyanlığa üstünlük kazanmıştı. Kilise Teşkilatı tarafından resmen kabul edilen 4 kitap, Pavlusçu Hıristiyanlığın İncilleri’ydi. (Bkz. Bu Kitap, İncil, İncil Yazarlarının Durumu)

Hz. İsa Mesih’in dirilişi.
Melek kadınlara şöyle seslendi:… çabuk gidin, öğrencilerine şöyle deyin: İsa ölümden dirildi…Celile’ye gidiyor, kendisini orada göreceksiniz… (Matta 28 / 5, 7)
… Adamlar ise onlara, “ Diri olanı neden ölüler arasında arıyorsunuz? ” dediler. O ( İsa) burada yok, dirildi…(Luka 24 / 5, 6)
İsa ( Mecdelli Meryem’e ), “ Bana dokunma! ” dedi. “ Çünkü daha, Baba’nın yanına çıkmadım. Kardeşlerime git ve onlara söyle, benim Baba’m ve sizin Baba’nızın, benim Tanrım’ın ve sizin Tanrınız’ın yanına çıkıyorum.” (Yuhanna 20 / 17)

Bugün Hıristiyanların büyük bölümü, İsa Mesih’in insanların doğal günahlarının bedeli olarak çarmıhta öldüğüne, sonra da dirilerek göğe yükseldiğine inanmaktadır. Tanrı’nın Kurtarma Planı’na göre; dirilişten sonra göğe yükselen İsa Mesih, bir müddet sonra melekleriyle birlikte görkem içinde yeryüzüne inecektir.
Hıristiyanlar bu olayı, Paskalya (Diriliş) Bayramı olarak her yıl kutlamaktadır.

ÇARMIH KONUSUNDAKİ ÇELİŞKİLER
İnciller, çarmıh ile ilgili açıklamalarında birbirleriyle çelişirler. Hz. İsa’nın tutuklanması ve çarmıha gerilmesi, Romalıların ve Yahudi halkının önünde cereyan etmişti. İnciller Hz. İsa’nın dünyadan ayrılışından yıllarca sonra yazıldığından, muteber görgü tanıklarının ifadelerine dayanmamıştı. Hz.İsa’nın yaşamına hiçbir zaman tanık olmamış olan İncil yazarları, gerçek şahitlerin vefatları sonrasında İncilleri kaleme almışlardı. Bu bakımdan her kitap, diğeriyle uyum sağlamıyordu. Tanrı’nın sözlerinde bu kadar tutarsızlık olması mümkün müydü?

Çarmıhla ilgili çelişkilerden birkaç örnek :
1) Hz. İsa’nın tutuklanması konusu çelişkili anlatılmıştır. Sinoptik İnciller’de (Matta 26 / 49, Markos 14/45, Luka 22/48) Yahuda beraberinde getirdiği silahlı – sopalı kalabalığa, Hz.İsa’yı öpmek suretiyle ele vermişti.
Yuhanna İncili’nde (18/6) ise, gelen kalabalığa Hz.İsa bizzat kendini tanıtarak teslim olmuştu.
Ancak 4 İncil’inde birleştiği nokta, Hz. İsa’yı tutuklamaya gelenlerin hiçbirinin onu tanımadıklarıydı. İşte bu konuda İncil ile Kur’an paralellik göstermektedir. Kur’an’a göre Hz.İsa’yı tanımayanlar, Tanrı tarafından benzetilen başka birini yakalamışlar ve yargılayarak çarmıhta öldürmüşlerdi. Kur’an, Nisa 4/157 : «…Oysa onu (İsa’yı) öldürmediler ve asmadılar. Fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa’ya) benzer gösterildi…»

2) Hz.İsa’nın tutuklanmasından sonra öğrencilerin durumu farklılık göstermektedir. Matta (26 / 69), Luka (22 / 54) ve Yuhanna (18 / 25) İncilleri; tutuklu olan Hz. İsa’yı havari Petrus‘un takip ettiğini yazarken, Markos (14 / 50) İncili bütün öğrencilerin kaçtığını açıklar.

3) Hz.İsa’nın kimler tarafından sorguya çekildiği konusunda da tutarsızlıklar vardır. Sinoptiklerde (Matta 26 / 59, Markos 14/53, Luka 22/66) Hz.İsa’nın, Yahudilerin Yüksek Kurulu Sanhedrin tarafından yargılandığını anlatır. Yuhanna (18 / 19) ise, Yüksek Kurul tarafından değil, başkahinin sorguya çektiğini bildirir.

4) Roma valisi Pilatus’un yargılaması sırasında Hz. İsa’nın verdiği cevaplar farklılık gösterir. Pilatus’un : « Sen Yahudilerin kralı mısın? » sorusuna Hz. İsa; Matta (27 / 11), Markos (15 / 2), Luka ( 23 / 3) İncilleri’ne göre şu cevabı vermişti : « Söylediğin gibidir. » Oysa Yuhanna İncili’nde ise, Hz.İsa diğer İnciller’den farklı bir karşılık vermişti : «Benim krallığım bu dünyadan değildir.»

5) Çarmıhın taşınması hususu çelişkili anlatılmıştır. Sinoptik ( Markos 15 / 21, Matta 27 / 32, Luka 23 / 26 ) İnciller’e göre Hz. İsa’nın çarmıhını Kireneli Simon taşıdı. Yuhanna (19 / 17) İncili’ne göre ise, çarmıhı Hz.İsa bizzat kendisi taşımıştı.

6) Hz.İsa’nın son sözleri de farklı anlatılır. Matta’ya (27 / 46) göre Hz.İsa: « Tanrım, Tanrım beni neden terk ettin, diye bağırdı. » Luka’da (23/46) ise : « Baba, ruhumu ellerine bırakıyorum! diye seslendi. » Yuhanna’da (19/30) : «. .. “ Tamamlandı ”, dedi »

 

KUR’AN’DA “İSA MESİH DİRİLDİ Mİ?”
Kur’an, Hz. İsa’nın öldürülmediğini, benzerinin çarmıha gerildiğini kesin bir ifade ile açıklamaktadır. O eceliyle vefat ettikten sonra ruhu, Allah katına yükseltilmiştir.

“Biz Allah’ın elçisi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük!” demelerinden ötürü (kendilerine yıldırım çarptı). Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat ( öldürdükleri ), kendisine (İsa’ya) benzer gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. Tahmin yürütmekten başka bu hususta bilgileri yoktur. onu (İsa’yı) kesinlikle öldürmediler. (Nisa 4 / 157)
Allah şöyle buyurmuştu : “Ey İsa, Ben seni vefat ettireceğim, seni Bana yükselteceğim, seni inkâr edenlerden kurtaracağım ve sana uyanları kıyamet gününe kadar inanmayanlardan üstün kılacağım… (Ali İmran 3 / 55)

Hz.İsa’nın bu dünyadan ayrılışı ile ilgili anlaşmazlık, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında yüzyıllarca devam etmiş ve bugün de durum değişmemiştir.
Kur’an’ı Kerim; Allah tarafından Hz.İsa’ya benzer gösterilenin çarmıha gerildiğini, onu kesinlikle öldürmediğini açıklar. İnkârcılar Hz.İsa’yı öldürmek için tuzak kurmuşlar, Yüce Allah’da bu tuzağı bozmuştur. Ali İmran 3 / 54 : « Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır. »

“ Ey İsa seni vefat ettireceğim, seni Bana yükselteceğim.” Hıristiyanların zannettikleri gibi, Hz.İsa çarmıhta öldürülmemiş, benzeri asılmış, böylece Yahudilerin ona kötülük yapmalarından da kurtarılmıştı. Emin bir yere giderek gözlerden kaybolmuş, orada eceliyle vefat etmiş Ruhu Allah’a yükseltilmişti. Yüce Yaratıcı’nın bir kulunu vefat ettirdikten sonra ona tekrar hayat vermesi mümkün değildir. İsra 17 / 77 : « … Allah’ın yol ve yaşamında değişme asla bulamazsın…»

Bazı İslamî kaynaklar, “ Hz.İsa, Ruhu ve bedeni ile birlikte göğe yükseltilmiştir.” tezini kabul etmişlerse de, çoğunluk bu yükselişin manevî olduğunda birleşmiştir. Ayette “ Allah’a yükseltilecektir ” ifadesi vardır. Göğe yükselmek ayrı şey, Allah’a yükselmek başka şeydir. Allah’a yükselmek, O’nun katında yüksek derece (mertebe) kazanması demektir. Meryem 19 / 56, 57: « Kitap’ta İdris’i de an. Çünkü o, özü sözü tam uyuşan bir kişiydi, bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik.» Ayetten açık olarak anlıyoruz ki, bütün peygamberlerin ruhları gibi Hz. İsa’nın Ruhu da yücelere, ruhlar ve melekler alemine yükseltilmiş kendisi dirilmemiş, Ruhu Allah katına alınmıştı.

ÇARMIHA GERİLMEYLE İLGİLİ BAZI GÖRÜŞLER
Hz.İsa’nın benzeri çarmıha gerildi.
Çarmıha gerilen kişinin kim olduğu sorusuna Hıristiyanlar arasında da farklı cevap getirenler olmuştur. Bunlar Katolik doktrininde “sapık” (heretik) bir akım sayılan bir inanca sahiptirler. Akımın adı “Dosetizm” dir. (Docetism)

Dosetizm hakkında en önemli bilgiler, Katolik Kilisesi’nin ünlü kurucularından rahip Irenaeus’un ikinci yüzyılın sonlarında yazdığı Adversus Haereses (Sapkınlara Cevaplar) adlı bildiride verilir. İrenaeus, bu akımın temsilcilerinden olan Basilides‘ten söz eder. Buna göre, İskenderiyeli Hıristiyan bir tarihçi olan Basilides, 130 – 150 yılları arasında yazdığı yazılarda Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediğini ısrarla vurgulamıştır. Çarmıha gerilen kişinin gerçekte Hz. İsa olmadığını, onun yerine Kireneli Simon adlı bir başka kişinin haça gerildiğini, Allah’ın Simon’un yüzünü mucizevî bir biçimde değiştirerek onu Hz. İsa’ya benzettiğini ve böylece, Yahudilerin ve Romalıların onu Hz. İsa sandığını savunmuştur. Basilides, Kireneli Simon çarmıha gerilirken Hz. İsa’nın da bu olayı seyrettiğini, sonra da oradan uzaklaştığını ve göğe canlı yükselerek Allah’ın katına çıktığını yazmıştır. ( William Smith, D.A Dictionary of Christian Biography. Cilt I. s.768 )

Acaba Basilides bu bilgiye nereden ulaşmıştır ? Üçüncü yüzyılda yaşamış bir Hıristiyan Teolog olan İskenderiyeli Clement’in yazılarına göre, Basilides kendisine gizli bir bilginin ulaştığı iddiasındadır. Anlattığına göre Hz. İsa’nın havarilerinden Simon Petrus‘un tercümanlığını yapan Glaucias adlı bir kişi, bu sırrı Petrus’tan öğrenmiş ve Basilides de ondan duymuştur. Basilides, Glaucias’tan öğrendiği bilgilerle, muharraf İncillerin yanlışlarını kendisine göre düzelterek yeni bir “İncil” de yazmıştır.

Disotikler arasında bu iddiayı savunan tek kişi Basilides de değildir. Ondan başka Kilise tarafından “sapkın” sayılan bazı isimler ya da tarikatlar da Hz.İsa’nın çarmıha gerilmediğini, onun yerine, ona benzetilen bir başkasının haçlandığını savunmuşlardır. Hıristiyan yazar Faris Al-Qayrawani “ Mesih Gerçekten Haçlandı Mı? ” adlı kitabında bu konuda şöyle yazar :

“ Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Thebes Rahiplerinin soyundan bir…mezhep 185 yılında “ Tanrı Mesih’in haçlanmasını yasaklar, o rahatça göklere yükseltilmiştir.” diye iddia etmişlerdir. 370 yılında da bir Gnostik mezhep Mesih’in haçlanmadığını, ancak onu haçlayan seyircilere böyle göründüğünü düşünerek haçlanmayı reddetmişlerdir. Yeniden 520 yılında, Suriye piskoposu Severus, kaçtığı İskenderiye’de İsa Mesih’in haçlanmadığını, onu çarmıha çivileyen insanlara böyle göründüğünü öğreten bir filozof gurubuna rastlamıştır… Yaklaşık 610 yıllarında da Kıbrıs valisinin oğlu episkopos John, Mesih’in haçlanmadığını fakat yalnızca onu haçlayan seyircilere öyle göründüğünü ilân etmeye başlamıştır.”  (Faris Al-Qayrawani, Mesih Gerçekten Haçlandı mı? Çev.Kemal Kaya, Sevgi Yayınları. Ankara s.23)

Ancak Katolik Kilisesi’nin mutlak Egemenliğinin kurulduğu dördüncü yüzyıldan itibaren “sapkın” sayılan diğer akımlar gibi Dosetikler de aşamalı biçimde yok oldular. Hz.İsa’nın çarmıha gerildiği öğretisi, kilisenin zoruyla Hıristiyan dünyasında temel bir dogma olarak yerini sağlamlaştırdı.
 
Kur’an’ı Kerim’i İngilizceye çeviren George Sale şöyle diyor : Bazı kimseler, bu düşüncenin Hz. Muhammed’in kendi icadı olduğunu sanırlar. Fakat yanılmaktadırlar. Onun zamanından çok önce bazı Hıristiyan mezhepleri, bu düşünceyi benimsemişlerdi. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında Basilid‘ler, İsa’nın öldürüldüğünü kabul etmemiş, onun yerine Simon’un öldürüldüğüne inanmışlardır. (Tanrı, Kireneli Simon’u mucizevi değiştirerek Hz.İsa’ya benzetmişti.) Bunlardan önce Cerinthiler, bunlardan sonra da Carpocratİ‘ler de ayni inanca sahip olmuşlardır. Photius, okuduğu “Resullerin Seyahatleri” adlı eserde gördükleri arasında şu cümlenin de bulunduğunu yazıyor : İsa çarmıha gerilmedi, bir başkası onun yerine çarmıha gerildi. Onun için, onu çarmıha gerenlere güldü.  (Kaynak: Prof.Dr. Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, cilt 2 s.405)

 

İNCİL’DE “İSA MESİH DÖNECEK Mİ?”
İncil’de bu konu üç başlık altında toplanmıştır. Pavlus’a Göre İsa Mesih’in Dönüşü, Biz Hayattayken İsa Mesih Geri Gelecek, İsa Mesih Beklentisi.

PAVLUS’A GÖRE İSA MESİH’İN DÖNÜŞÜ
Pavlus’un öğretisine göre, Tanrı’nın Oğlu Rab İsa Mesih, insanları günahlarından kurtarmak ve sonsuz yaşama kavuşturmak için dünyaya gelmişti. Çarmıhta akıttığı kan, insanların doğuştan gelen günahlarının bedeliydi. Vefatından üç gün sonra da dirilerek göğe yükseldi. Ancak insanları kurtarmak için tekrar geri gelecekti. İbraniler 9/28: «…İkinci kez, günah yüklenmek için değil, kurtuluş getirmek için kendisini bekleyenlere görünecektir. »

Böylece, Tanrı’nın İsa Mesih ile yürürlüğe koyduğu insanları kurtarma plânı, İsa Mesih’in geri gelişiyle tam olarak tamamlanacaktır. Bu görüş, bugün Hıristiyanların temel inancı ve ümididir. Pavlus’a göre İsa Mesih’in tekrar dünyaya dönüşü iki aşamalıdır.

Birinci aşama :
İşte size bir sır açıklıyorum, hepimiz ölmeyeceğiz. Son borozan çalınca hepimiz bir anda, göz kapayana dek dirileceğiz. Evet, borazan çalınacak, ölüler çürümez olarak dirilecek ve biz de değiştiriliceğiz… (
1.Korintliler 15 / 50, 52)
Kardeşlerim, yaydığım ( İncil ) Müjde’nin insandan kaynaklanmadığını bilmenizi istiyorum. Çünkü ben onu insandan almadım, kimseden de öğrenmedim. Bunu bana İsa Mesih vahiy yoluyla açıkladı.
(Galayalılar 1 / 11, 12)

Göğe kaldırılma işi, önceden bir sır olmasına rağmen, Rab İsa Mesih bunu yalnızca elçisi Pavlus‘a açıklamıştı. Dünyadaki insanların göremeyeceği birinci geliş, hiç umulmadık bir anda gizli olacaktır. Bu olay evvelce ölmüş olan Mesih inanlılarının birdenbire dirilmesi, ayrıca yaşamakta olan inanlıların diriliş vücuduna bürünerek, Rab İsa Mesih ile gökte buluşmalarıdır. Birinci aşamada göğe kaldırılma olayı, yalnızca tövbe edip yaşamını İsa Mesih’e adayanlar, sadakatla O’na hizmet edenler içindir.

İkinci aşama :
Rab’bin Kendisi bir emir çağrısıyla, başmeleğin seslenmesiyle, Tanrı’nın borazanıyla gökten inecek… (1.Selanikliler 4 / 16)
…Rab İsa alev alev yanan ateşin içinde, güçlü melekleriyle gökten gelip göründüğü zaman… Rab’bimiz İsa, Tanrı’yı tanımayanları ve kendisiyle ilgili Müjde’ye uymayanları cezalandıracak. (2.Selânikliler 1 / 8)

Rab İsa Mesih’in gelişinin ikinci aşamasında ise, yaşayan tüm gözlerin göreceği bir şimşek gibi dünya aydınlanacak, (kilisenin) kutsal kişilerin eşliğinde, melekleriyle büyük ihtişam ve görkem içinde yeryüzüne inecektir. Görkemli tahtına oturacak, bütün ulusları etrafına toplayarak yargılayacak; kötüler azaba, doğrular ise sonsuz yaşam olan cennete girecektir.

BİZ HAYATTAYKEN İSA MESİH GERİ GELECEK
Rab’bin kendisi…Tanrı’nın borazanıyla gökten inecek. Önce Mesih’e ait ölüler dirilecek. Sonra biz yaşamakta olanlar, …onlarla birlikte Rab’bi havada karşılamak üzere bulutlar içinde alınıp götürüleceğiz… (1. Selânikliler 4 / 16, 18)
…Hepimiz ölmeyeceğiz; son borazan çalınınca hepimiz bir anda, göz kapayana dek değiştirileceğiz… Ölüler çürümez olarak dirilecek ve biz de değiştirileceğiz…(1. Korintliler 15 / 50,52)

Pavlus; M.S. 51 yılında Korinthosta kaleme aldığı en eski mektubu olan 1.Selânikliler’de Rab İsa Mesih’in “Biz yaşamakta iken” geri geleceğini yazmıştı. Bu mektuptan 6 yıl sonra M.S. 57 yılında Romalılara yazdığı başka bir mektupta da kurtuluşun yani İsa Mesih’in geri gelişinin “çok yakın bir zamanda” olacağını belirtiyordu. Romalılar 13 / 11, 12: «…şu anda kurtuluşumuz ilk iman ettiğimiz zamankinden daha yakındır. Gece ilerledi, gündüz yaklaştı…» Oysa o tarihten beri asırlar geçmiş, fakat İsa Mesih geri gelmemişti.

Pavlus M.S. yaklaşık 62~64 yıllarında vefat etti. İsrailoğulları’ nın isyan etmesiyle Roma – Yahudi Savaşı başlamış, 70 yılında da Yahudiler’in ağır yenilgisi ve tapınaklarının yıkılmasıyla son bulmuştu. Roma İmparatorluğunda, Yahudiler ile birlikte (Nasraniler) Yahudi Hıristiyanlar da saygınlıklarını yitirmişlerdi. O dönemlerde iki düşman toplum olan Pavlusçu Hıristiyanlar ile Yahudi Hıristiyanlar tam bir çatışma içinde olmakla beraber, duruma Nasraniler hakimdi. 70 yılında Kudüs’ün düşmesi ile ortam tamamile tersine dönmüş, üstünlüğü Pavlusçu Yunan Hıristiyanlığı sağlamıştı. Bu da Pavlus’un ölümünden sonraki zaferi oldu.

İncil metinlerinin yazımı; 70 yılından sonra Hz.İsa’nın gerçek temsilcisi Nasrani Hıristiyanların saygınlığını kaybettiği, Pavlusçu Hıristiyanlığın üstün geldiği bir ortamda başlamıştı. Yazılış sırasına göre İnciller’in ilki olan Markos İncili‘nin yazarı, Hıristiyanlığın ilk temel belgesi olan Pavlus’un Mektuplarından, o da diğer İncil yazarları gibi çok etkilenmişti. İsa Mesih’in kısa zamanda tekrar geleceğini belirtiyordu. (Bkz. Bu Kitap, İncil-İncil Yazarlarının Durumu )

İsa, “Size doğrusunu söyliyeyim” diye devam etti. “Burada bulunanlar arasında, Tanrı’nın Egemenliği’nin güçlü biçimde gerçekleşeceğini görmeden ölümü tatmayacak olanlar var. (Markos 9 / 1)
Tanrı’nın Egemenliği kavramı, Tanrı’nın dünya üzerinde bir kral gibi egemenlik sürdüğünü anlatır. Bu egemenlik İsa Mesih’in dünyaya gelişi ile başlamıştı. O’nun ikinci gelişinden sonra da tümüyle gerçekleşecekti.

Markos İncili’nde, Hz. İsa kendisini dinlemekte olanlara, “Siz ölmeden Tanrı’nın Egemenliği gerçekleşecektir.” demiştir. Pavlus’un öğretisi gibi Markos İncili’nde de kısa bir zaman dilimi içinde Hz.İsa’nın geri geleceği açıklanmıştı. Oysa orada bulunanlar bir müddet sonra bu dünyadan ayrılmış, aradan yaklaşık iki bin yıl geçmesine rağmen İsa Mesih geri dönmemişti. Tanrı veya Hz.İsa asılsız bir kehanette bulunabilir mi? Araştırmacılara göre; böyle çelişkili bir anlatımın, ancak insan eliyle yapılabileceğidir.

İSA MESİH BEKLENTİSİ
O günlerin sıkıntısından sonra, (İsa’nın) İnsanoğlu’nun belirtisi gökte görünecek. Yeryüzünde ki bütün halklar ağlayıp dövünecek, İnsanoğlu’nun gökteki bulutlar üzerinde büyük güç ve görkemle geldiğini görecekler… (Matta 24 / 29, 30 )
Pavlus’un çok yakında geri döneceğini bildirdiği İsa Mesih’in gelişinin gecikmesi, insanların iman etmesi bakımından kararsızlıklara neden oluyordu. Bunun için Hz.İsa’dan yaklaşık 45 yıl ve Pavlus’tan da 15 yıl sonra yazılan Matta İncili’nde ve ondan daha sonra yazılan Luka İncili’nde de, İsa Mesih’in geri gelişi olgusu, kıyamete yakın bir zamana ertelendi. Dinsel İnançlar Tarihi yazarı Prof. Dr. Mircea Eliade kitabında bu olayı şöyle açıklamıştı. Cilt 2, s.405:

« Mesih’in ikinci kez gelişinin gecikmesi can sıkıcı sorunlara yol açtı. Bu sorulara verilen yanıtlar şöyle sıfatlandırılabilir. 1) Mesih’in çok yakında yeniden geleceği kararlı bir biçimde ifade edilir. (Örneğin Petrus’un Mektubu), 2) İkinci kez geliş daha uzak bir geleceğe ertelenir ve uzayan ara döneme teolojik bir gerekçe gösterilir. (Örneğin Matta ve Luka İncilleri) …İsa Mesih diğer insanlardan hiç de farklı değildi, Tanrı’nın Oğlu olmasına karşın, küçük düşürüldü ve çarmıhta öldü. Ama dirilişi Tanrısallığını doğruladı. Yine de bu parlak kanıt herkes tarafından kabul edilmedi…»

 

KUR’AN’DA “İSA MESİH DÖNECEK Mİ?”
Bazı Kur’an ayetleri Hıristiyanların etkisiyle, İsa Mesih’in dünyaya geri döneceği inancına kanıt gösterilmiş ve bu konuda hadisler de üretilmiştir. Gerçekte Kur’an’da böyle bir kanıt ve anlam bulunmamaktadır.

ALLAH’IN SON PEYGAMBERİ VE SON KİTABI
Muhammed…Allah’ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur…
(Ahzab 33 / 40)
Kur’an’ı elbette Biz indirdik, kesinlikle onu Biz koruyacağız. (Hicr 15 / 9)

Allah’ın son peygamberi Hz.Muhammed (s.a.s.) ve son Kitabı da Kur’an’ı Kerim’dir. İnsanlar için gerekli tüm temel kanunlar Kur’an’ da yazılarak İlâhî Yasalar tamamlanmış, başka bir kitaba da ihtiyaç kalmamıştır. Kur’an evvelce gönderilen kitapları doğrular. Maide 5 / 48 : « Kur’an’ı Kerim’i hak olarak indirdik. Kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak verdik.»
Peygamberlik, yukarıdaki ayette açık olarak görüldüğü gibi Hz.Muhammed (s.a.s.) ile son bulmuştur. Hiçbir peygamber de geri gelmeyecektir.

EY İSA SENİ VEFAT ETTİRECEĞİM
Allah demişti ki : Ey İsa, seni vefat ettireceğim (teveffa), seni Kendime yükselteceğim; seni, inkâr edenlerden kurtaracağım. Ve sana uyanları, kıyamet gününe kadar inanmayanlardan üstün kılacağım… (Ali İmran 3 / 55)
(İsa) Ben onlara : “ Benim ve sizin Rab’biniz olan Allah’a kulluk edin” diye, Senin bana emretmiş olduğundan başka birşey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat Sen beni vefat (teveffa) ettirince onları gözetleyen yalnız Sen oldun… (Maide 5 / 117)

Kur’an’da, Allah’ın Hz.İsa’nın canını aldığı iki ayetle de vurgulanmıştır. Bu ifadelere göre Hz.İsa’nın vefat ettiği kesindir. Kur’an’da O’nun dirilişine, ruhunun geri verileceğine ait hiçbir ayet yoktur. Arap lisanında teveffa kelimesi; vefat ettirme, canını alma, dünyadaki hayatına son verme demektir.
Yüce Allah bir kulunu vefat ettirdikten sonra, bu dünyada ona tekrar hayat vermesi mümkün değildir. İsra 17 / 77 : «…Allah’ın yol ve yasasında değişme asla bulamazsın…»
Hz.İsa’nın vefatından sonra ruhu, Allah katında yüce mertebelere yükseltilmiştir. Kur’an’a göre bütün peygamberlerin ruhları yücelere, ruhlar ve melekler alemine yükseltilir. (Bkz.Meryem 19/56,57)

HZ. İSA’NIN DÖNÜŞÜNE KANIT GÖSTERİLMEK İSTENEN AYETLER
Şüphesiz o (Kur’an, İsa?), Kıyamet için bir bilgidir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, bana uyun, doğru yol budur. (Zuhruf 43 / 61)

Hz.İsa’nın tekrar geleceğini söyleyenler, yukarıdaki ayette ki “o” zamirinin Hz.İsa’ya ait olduğunu iddia ederek, mana şaşırtması yapmaya çalışmışlardır. Onlara göre bu ayet : « “ İsa dünyaya geri gelerek kıyametin de habercisi olacaktır ”. Bunun için İsa Mesih’e uymakla doğru yol bulunur. » anlamındadır. Oysa ayetin gerçek manası şöyledir : «Kur’an kıyametin olacağını haber veren bilgi kaynağıdır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Ahiret hayatını kazanmak için Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gösterdiklerine uyulursa doğru yola, Allah’ın yoluna ulaşılır. »
Andolsun, Kitap sahibinden her biri ölümünden önce ona mutlaka inanacaktır. Kıyamet Günü de o ( İsa ), onların aleyhine bir tanık olacaktır. (Nisa 4 / 159)

Bu ayeti, Hz.İsa’nın tekrar dünyaya döneceğini iddia edenler şöyle yorumlamışlardır : «Dünyanın sonunda her Kitap sahibinin İsa Mesih’e inanması, ancak onun geri gelmesiyle mümkündür. şu halde İsa dünyaya dönecektir.» Ayette olmayan bir şartın ortaya atılması, mananın tamamiyle çarpıtılması demektir.
Oysa ayetin gerçek anlamı da şöyledir : « Kitap sahibi her fert ölmezden önce, gözünden perde kalkınca gerçeği anlayacak; Kur’an’ın İsa hakkında yazdıklarının doğru olduğunu yani onun Allah’ın oğlu değil, kulu ve peygamberi olduğunu anlayacaktır. O zaman insanlar gerçeğe inanacak, ama iş işten geçmiş olacaktır. Kıyamet Günü Hz. İsa’da kendi ümmetine tanık olacak. Onların kendisi hakkında uydurdukları gerçeklere aykırı inançların, kendisinin bildirdiklerine uymadığı için onların aleyhine tanıklık edecektir. »

http://www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/index.htm

posted in KİTABI MUKADDES | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

YAHUDİ TARİHİ
Yahudiler 4000 yıllık tarihleriyle, dünyanın en eski toplumlarından biridir. Babil, Asur, Fenike ve Araplar gibi Sami ırkından gelen İsrailoğulları, önceleri göçebe bir beylik iken İbraniler olarak anılıyordu. Bugün onlar, İsrail ve Yahudi ismini kullanmaktadır. Tevrat’ta, Tanrı ile antlaşma hakkında geniş açıklamalar yaptığından, dinleri Antlaşma Dini olarak da kabul edilir. Yahudiler; Tanrı’nın seçtiği bir topluluk olduklarını, Tevrat’ın da yalnızca kendilerine verildiğini, bu gerçeğinde Tevrat’a dayandığını söylerler. İsrailoğulları, bütün ulusların ders alabilecekleri dinsel tarihe sahiptir. Yüce Tanrı ile yaptıkları antlaşmalara uygun bir hayat yaşadıklarında ödüllendirilmiş, aksini yaptıklarında da ceza görmüşlerdi. Yahudi Tarihi; aşağıdaki başlıklar altında toplanmıştır :

 

İLK PEYGAMBERLER DÖNEMİ
Yahudi dininin tarihi, M.Ö. 1800 yıllarında Hz. İbrahim (Avram) ile başlar. Tanrı’nın lütfu ile 75 yaşındayken ona peygamberlik görevi verildi. (Bkz. Bu kitap, Hz.İbrahim) İki oğlundan Hz. İsmail Arapların, Hz. İshak’da Yahudilerin atası sayılır.

Hz. İbrahim’in vefatından sonra yaklaşık M.Ö. 1700 yıllarında, Hz. İshak dönemi başlamıştı. O, babası gibi,Tanrı’ya gönülden bağlı salih bir peygamberdi. Hz.İshak’ın da Yakub (Yakov) ve Esav adlarında iki oğlu oldu. Tanrı; iki kardeşten Yakub’u peygamber olarak görevlendirmiş, kendisine bugünkü Yahudi Devleti’ nin ismi olan İsrail adını vermişti. Yasalar 32 / 26-28: « …Tanrı Yakub’a göründü, onu kutsal kıldı ve dedi:Senin adın Yakub çağırılmayacak, İsrail olacaktır. » Yakub’un, Yusuf ve Yuda’nın da aralarında bulunduğu 12 oğlu ve bir kızı olmuştu. Bu soylar zamanla 12 beyliğe dönüşmüş ve İsrailoğulları olarak isimlendirilmişti. Yuda; Tanrı ile antlaşmaları devam ettiren bir önder olarak tarihe geçmiş, Kral Davut ve Kral Süleyman onun soyundan gelmişti. Yahudiler, Yuda’dan sonra günümüze kadar Yahudi olarak anılmaktadır.

Hz. Yusuf’un öyküsü; M.Ö. 1544 yıllarında kıskançlık sebebiyle, kardeşleri tarafından kuyuya atılmasıyla başlar. Hz. Yakub’un 12 oğlundan en küçüğü ve en sevgili olanı Hz. Yusuf, oradan geçen bir ticaret kervanı tarafından kurtarılır ve Firavun’un soylularından biri olan Potifar’a köle olarak satılır. Çok yakışıklı, akıllı ve çalışkan bir kişiliğe sahip olan Hz.Yusuf, orada kendini geliştirir. Olgunluk çağına geldiği zaman Tanrı’nın, hükmetme yeteneği ve ilim ile onu güçlendirmiş olduğu hem Tevrat’ta ve hem de Kur’an’da anlatılmaktadır. Hz. Yusuf; Firavunun gördüğü rüyayı yorumlamış, söylediği olaylar da gerçekleşince, Mısır’ın hazine bakanı olmuştu. Birçok yararlı hizmetlerde bulunmuş, daha sonraları Firavun Hz.Yusuf’un bütün ailesini Mısır’a davet etmekte sakınca görmemişti. M.Ö. 1522 yılında Baba Hz.Yakup, 11 oğlu, eşleri ve çocukları ile beraber 70 kişilik aile Mısır’a gelmiş, en güzel araziler kendilerine verilmişti. Onlar; Yahudi Ulusu’nun çekirdeğini teşkil etmiş, nüfusları hızla çoğalmıştı.

 

Hz.MUSA, YEŞU ve HAKİMLER DÖNEMİ
Hz. Yusuf döneminden sonra Firavun vefat edince, yerine geçen Mısır kıralı İsrailoğullarına kötü davranmaya başlamış, onları adeta köle durumuna getirmişti.

Hz.Musa, İsrail Ulusu’nu kölelikten kurtarmış, olağan üstü olaylar neticesinde Mısır’dan çıkarmıştı. Yüce Tanrı’nın ilk ilâhî kitabı olan Tevrat kendisine inmiş büyük bir peygamberdi. İsrailoğullarını; RAB’bin söz verdiği verimli topraklar olan Kenan Ülkesi (Filistin) hudutlarına getirmiş, fakat, halkı savaşmaktan korkarak, Tanrı’ya isyan etmişti. RAB’bi gücendiren İsrailoğulları, Hz. Musa ile beraber 40 yıl çöllerde dolaştırılarak cezalandırıldı. (Bkz. Bu kitap, Hz.Musa)

Hz.Musa’nın vefatıyla İsrailoğulları’nın başına en yakın yardımcısı Nun oğlu Yeşu geçti. Yüce Tanrı ona, bazı yeni hükümlerle peygamberlik görevi vermişti. Kenan Ülkesi’nin fetih lütfu, cezalı olan eski nesile değil Yeşu’nun önderliğinde onların çocuklarına verilmişti. Böylece İsrailoğulları, Tanrı’nın söz vermiş olduğu topraklara yerleşmiş oldular.

Çağlar boyu putperestlerle savaşan Yahudi halkı, Yeşu’dan sonra M.Ö. 1106 yıllarında şoftim denilen Hakimler ile idare edildiler. Hakimler toplumun hem ruhsal ve hem de askerî önderliğini üstlenmişlerdi. İsrailoğullarında İlk hakim olarak Deborah adında bir kadın görev yapmıştı. En sonuncusu da peygamber Samuel‘di. Yüce Tanrı; bu dönem boyunca da Yahudi halkına vahiy göndermeye, onları yönetmeye ve korumaya devam etmişti.

 

KRALLAR DÖNEMİ
Yahudi toplumu; yaklaşık 400 yıldan beri merkezi bir yönetimden yoksun olarak putperestlerle savaşmıştı. Bunun için halk merkezi bir idareye, bir krallığa ihtiyaç duydu ve bu düşüncelerini peygamberleri Samuel‘e bildirdi. Samuel M.Ö. 879 yılında Saul isminde kuvvetli bir genci buldu ve onu kral olarak meshedip kutsadı. Saul, birçok defa putperest Filistinliler ile savaşmış, bu savaşlarda genç Hz.Davud büyük kahramanlıklar göstermişti.

Hz.Davud
Saul’un bir savaşta ölümünden sonra, İsrailoğulları’na Hz. Davud (David) kral olarak seçildi. O, kahraman bir savaşçı olmanın ilerisinde, ilâhî kitap Zebur ile lütuflanacak kadar Yüce Tanrı’ya içtenlikle bağlıydı.
(Bkz. Bu kitap, Hz. Davud ve Zebur)

Hz. Süleyman
Hz.Davud ölmeden önce M.Ö. 826 yılında, 12 yaşındaki oğlu Hz.Süleyman (şlomo)‘ı kral atamıştı. O’na Tanrı’nın yolunda olmasını, Tevrat’tan hiç sapmamasını vasiyet etti. Babası fethedilecek bütün toprakları almış, İsrail’i, Yahudi tarihi’nin en üst noktasına getirmişti. Komşuları tarafından rahatsız edilmiyor ve bolluk içinde yaşıyorlardı. Tanrı’nın kutsal kıldığı Hz. Süleyman; ülkesinde 40 yıl krallık etmiş, M.Ö. 796 yılında 52 yaşında vefat etmişti. RAB’bin ismine bir tapınak yapmak, babası Hz.Davud’un büyük arzusu olmasına rağmen, Hz. Süleyman’a kısmet olmuştu. Yahudi Tarihi’nde Bet-Hamiktaş (Kutsal Ev) olarak adlandırılan I.Tapınak, M.Ö.825 yılında Yeruşalim (Kudüs) de inşa edildi. İçinde, İsrailoğulları’nın en değerli varlığı ve sembolü olan Andlaşma Sandığı bulunuyordu. Tapınak’ın yeri Tanrı tarafından seçilmiş, inşaatını ise Hz. Süleyman’ın yapması buyrulmuştu. Dönemin en görkemli mabedi, 13 yılda binlerce işçi tarafından tamamlandı.

Kur’an’ı Kerim’de Hz. Süleyman’dan övgü ile bahsetmiş, birçok ayetlerle onu yüceltmişti. Neml 27/15,16: «…Biz, Davud’a da Süleyman’a da bir ilim verdik. Onlar şöyle dediler: “Bizi, mümin kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun.” Süleyman, Davud’a mirasçı oldu ve şöyle dedi: “Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize herşeyden biraz verildi. Kuşkusuz bu, apaçık lütfun ta kendisidir.»

Hz.Süleyman hayatının son yıllarında hatalı davranışlar sergilemiş, Yüce Tanrı’nın yasalarından uzaklaşmış olduğunu Tevrat şöyle açıklamıştır. 1.Krallar 11/1-13: « Kral Süleyman firavunun kızının yanısıra Moavlı, Ammonlu, Edonlu, Soydalı ve Hititli birçok yabancı kadın sevdi. Süleyman kral kızlarından 700 karısı ve 300 cariyesi vardı… Süleyman yaşlandıkça, karıları onu başka ilâhların ardınca yürümek üzere saptırdılar… İsrail’in Tanrısı RAB, kendisine iki kez görünüp, “ Başka ilâhlara tapma! ”demesine karşın, Süleyman RAB’bin yolundan saptı ve O’nun buyruğuna uymadı. Bu yüzden RAB Süleyman’a öfkelenerek: Seninle yaptığım antlaşmaya ve kurallarıma bilerek uymadığın için krallığı elinden alacağım… Ancak baban Davud’un hatırı için, bunu senin yaşadığın sürede değil, oğlun kral olduktan sonra yapacağım.»

 

İSRAİL HALKININ İKİYE BÖLÜNMESİ
Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra oğlu Rehoboam kral oldu. Ancak halk; Yeruşalim (Kudüs)’te ki tapınak, saraylar ve zorunlu çalışmalar sebebiyle ağır vergi ödediklerinden sıkıntı çekiyorlardı. Bu durumun düzeltmesini yeni kraldan istemiş, fakat istekleri kabul edilmemişti. Buna tepki olarak M.Ö. 796 yılında 10 kabile ülkenin kuzey tarafını alarak İsrail Krallığı‘nı, 2 kabile de güneyde kral Rehoboam ile birlikte Yahuda Krallığı‘nı kurdular. Tapınağın bulunduğu Yeruşalim iki krallık arasında kalmış, fakat güneydeki krallığa bağlanmıştı. Böylece İsrailoğulları güçlerini kaybetmişler, komşu Mısır ve Asur İmparatorluklarına kolay av olma durumuna düşmüşlerdi.

İsrail Krallığı
Kuzeyde ki devletin ilk kralı olan Navat’ın oğlu Yehoboam, Yuruşalim’de ki Tapınağa alternatifi olarak iki Tapınak yaptırdı ve içlerine altından yapılmış buzağı heykeli yerleştirdi. Bu olay açıkça putperestliğe kaçmış, Tanrı’nın put ile ilgili yasalarından sapmıştı. Yahudi Tarihi’nde kötü günler başlamış, ruhsal çöküntü olunca, neticede fiziksel güç de kayboluyordu. Kralların en kötüsü Ahab‘dı. Putperest Kenanlılar’ın tanrısı Baal‘ın yanına bir tapınak inşa etti. Böylece Yahudi halkı putperestliğe alışıyor, onlar hem Tanrı’ya hem de puta tapıyordu. Bu dönemde birçok kral değişikliği olmuş, halk çok kötü yönetilmişti. Sonunda Tanrı ile olan antlaşmalarına uymayan İsrail Krallığı’na ceza geldi. M.Ö.555 yılında Asur Devleti tarafından işgal edildiler ve halkı teşkil eden 10 kabile dağıtılarak Asur topraklarına sürüldü.

Yahuda Krallığı
Güneydeki krallar, kuzey krallığının tersine Yüce Tanrı’nın istediği gibi dürüst bir yönetim sergilemişlerdi. Kuzeyde ki krallıktan 135 yıl daha fazla ömrü olmuştu. RAB’bin yolunda gidiyor, yasalarını uyguluyorlardı. Bu krallar arasında Hezekiah, en meşhur olanıydı. 2 Krallar 18/2-9: « Hezekiah, RAB’bin gözünde doğru olanı yaptı. Yüksek yerleri kaldırdı, dikili taşları kırdı…RAB’bin yoluna girdi, O’ndan ayrılmadı.» Asurlular kuzeyde ki İsrail Krallığı’nı sona erdirdikten sonra, büyük bir ordu ile Yeruşalim’i kuşattı. Ancak ilâhî müdahele gerçekleşmiş, dayanma gücü zayıf olan Yahuda Krallığı’nın şehrini fetih edemeyerek geri dönmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bu Tanrı’nın Yahuda halkına büyük bir ödülüydü.

Hezekiah’tan sonra oğlu Menase kral oldu. Babasının tam aksine halkına büyük kötülük yaptı. Önce dedesi Peygamber İşaya’yı öldürttü. Tanrı’ya ibadeti bırakıp putperestliğe yöneldi ve halkına bunu aşıladı. Sonraki kral Amon da ayni durumdaydı, bunlar kötü işaretlerdi. Krallıkta ruhsal çöküş başlamıştı. Yüce Tanrı’nın o dönemlerde gönderdiği Peygamber Amos aracılığı ile İsrailoğulları’nı uyarmış ve tövbe etmek için gerekli zamanı vermişti. Amos 2/4,5: « RAB şöyle diyor: Yahudalılar’ın cezasını kaldırmayacağım, çünkü günah üstüne günah işlediler, yasamı reddettiler, kurallarıma uymadılar. Onları yabancı putlar saptırdı , atalarının da izlediği putlar. Bu yüzden Yahuda’ya ateş yağdıracağım, yakıp yok edecek Yeruşalim saraylarını.» Ancak bu uyarılara rağmen Yahudiler, çok tanrıcıların putlarına tapmağa devam etmişlerdi.

Günümüzde de ayni hatalar yapılmakta, insanların bir kısmı yeni çağın putu haline gelen para, şöhret ve dünya nimetlerini ilâhlaştırmaktadır. Tüm varlıkların yaratıcısı ve sahibi Yüce Tanrı’nın yasalarını bırakıp kendi nefislerinin yoluna sapmaları, ne büyük bir gaflet ve yanılgıdır.

Süleyman Tapınağı’nın Yıkılması
Nihayet o felâket günü gelmiş, M.Ö. 422 yılında Asurluları yok eden Babil Devleti Yeruşalim’i fethederek Yahuda Krallığı’na son verdi. Halkın bir bölümü katledilmiş, kalanı da Babil’e sürülmüştü. 410 yılından beri ayakta duran, toplumun en kıymetli varlığı Tapınak’ı yıkmışlar Antlaşma Sandığı’nı ve içinde bulunan Tanrı’nın eliyle yazmış olduğu taş levhalar ile birlikte Tevrat’ı da yok etmişlerdi. Bu antlaşmaları yerine getirmeyen Yahudilere, Tanrı’nın verdiği büyük bir cezaydı. RAB ile aralarındaki bağ kopmuş, İsrailoğulları dağılmıştı.

 

II. TAPINAK DÖNEMİ
Babil Sürgünü
Babil sürgünü Yahudi halkını çok etkilemişse de kısa zamanda bu hayata uyum sağladılar ve ayakta kalmayı başardılar. Yerli halkın lisanı Aramice’yi öğrendiler, yıkılan tapınak yerine sinagog inşa ederek Tanrı’ya bağlılıklarını devam ettirdiler. RAB, peygamber Yeremya aracılığı ile İsrailoğulları’na şöyle buyurdu. Yeremya 29/10: « Babil’de 70 yıl geçtikten sonra, size verdiğim sözü tutacağım ve sizi kendi toprağınıza götüreceğim. »

Yurda Dönüş ve II. Tapınağın Yapılması
Pers orduları M.Ö. 375 yılında Babil İmparatorluğu’nu istilâ ederek yönetimi ele geçirdi. Pers Kralı Sirus, Yahudi halkının tekrar Filistine dönmesine müsaade etti. I.Tapınak’ın yıkılışından 70 yıllık bir aradan sonra, M.Ö. 370 yılında İsrailoğulları Filistine geri döndüler. Tapınağın tekrar yapılması gecikmeli olarak başladı ve büyük çalışmalardan sonra M.Ö. 350 yılında tamamlandı. Önce kinin mütevazi bir kopyasıydı. Antlaşma Sandığı ve içinde ki ON EMİR yazılı taş levhalar ile Tevrat I.Tapınak’ın yıkımı esnasında yok edildiğinden yerine konamadı. Yeruşalim şehri ve surların tamiri, Kâhin Ezra’nın yardımcısı Nehemya‘nın gayretli çalışmalarıyla tamamlandı.

Tevrat’ın Yeniden Yazılması
Tapınağı yapan Yahudi halkının bir lideri yoktu. Bu boşluğu, Pers İmparatorluğu’nda yaşayan Yahudilerden Tevrat bilgini ve kahin Ezra (Uzeyir) doldurdu. 1500 kişilik bir gurubuyla Yeruşalim’e geldi. İsrailoğulları’nı çevresinde toplayarak, onlara yeni bir manevi güç kazandırdı. Nehemya 8/6,8 : « Ezra yüce Tanrı’ya övgüler sundu. Bütün halk ellerini kaldırarak, Amin! Amin! diye karşılık verdi. Hep birlikte eğilip yere kapanarak RAB’be tapındılar… Tanrı’nın yasa kitabını okuyup açıkladılar, herkesin anlamasını sağlayarak yorumladılar.» Bu ayinler devam etti. İsrail halkı, günahlarını ve yaptıkları kötülükleri itiraf ederek, affedilmeleri için Tanrı’ya yakardılar ve O’na sığındılar.

İsrailoğulları’nın liderliğini M.Ö.410 ve 310 yıllarında, toplumun önde gelenlerinin oluşturduğu Büyük Meclis (San Hedrin)yapmaktaydı. Meclis Başkanlığını üstlenen Ezra, halkı ile Kutsal Yasalar’ı tekrar gözden geçirdi. Tevrat, Ezra ile bilge Yahudilerin sözlü ve yazılı aktarımıyla yeniden kaleme alındı. Babil’e ait sözlerin çokluğu da Tevrat’ın, Babil esaretinden sonra yazılmış olduğunu kanıtlamaktadır. Böylece fiziksel olarak bozulmuş olan İsrailoğulları, ilâhî ilham ve çalışmalar ile tekrar manevî bir güce kavuştu.

Kur’an’ı Kerim; bazı Yahudilerin kahin Ezra (Uzeyir) için «Allah’ın Oğlu’dur.» demelerini tenkit etmiş, bu ancak Hıristiyanlar’da olduğu gibi, onların kendi uydurulmuş sözü olduğunu açıklamıştır. Tevbe 9/30: « Yahudiler Uzeyir, «Allah’ın oğludur.» dediler; Hristiyanlar da: Mesih, «Allah’ın oğludur.» dediler. Kendi ağızlarının sözüdür bu… Oysa kendilerine, tek olan Allah’tan başkasına ibadet etmemeleri emredilmişti…»

Büyük İskender İsrail’i İstila Ediyor
Yunanlılar, B.İskender’in komutasında Pers İmparatorluğunu ortadan kaldırdıktan sonra, M.Ö. 312 yılında İsrail’i de istilâ etti. Putperest olan Yunanlılar II.Tapınak’ı yıkmak istiyordu. Ancak askeri bir dahi olan B.İskender Tapınak’ı yıkmadığı gibi, İsrail’i barışçıl bir şekilde Yunan İmparatorluğu’na kabul etti. Yunan Yönetimi, İsrail’in haklarını korudu ve ibadetlerine karışmadı. Halk, Rumca (Grekçe)’yi öğrendi ve Tevrat İskenderiye Yahudileri tarafından Grekçe’ye çevrildi. Günümüzde ki Tevrat kitaplarının çoğu, Grekçe nüshasının Romalılar’ın dili Lâtince’ye sonra da İngilizce’ye çevrilmesinden kaynaklanmıştı. Yahudiler, bugün Tevrat’ın dua ve öğrenim dili olan İbranice aslını kullanmaktadır.

Yunan Zulmü
Büyük İskender’in ölümünden sonra, Yunan İmparatorluğu üçe ayrıldı. İsrail, merkezi Mısır’da bulunan Yunan Yönetimi’nin kontrolüne girdi. Yunanlılar Yahudileri zorunlu Helenleştirme yoluna girince dostluk dönemi sona erdi. Önce Yahudiler’in manevî merkezi olan Tapınak’taki ruhsal konumu en yüksek durumda olması gerekli Koen Godol kutsal görevlisi yerine, kukla atamalar yaparak temel kurumları bozmaya başladılar. Tevrat’ın öğrenilmesi, sünnet olunması yasaklandı. Vergiler aşırı ölçüde ağırlaştırıldı.

Kasabalarda kurulan Zeus gibi pagan tanrıları için yapılan kurban törenlerine, Yahudiler’in katılması için zorlamalar yapılıyordu. İsrail bilginleri yakalanıyor veya öldürülüyordu. Bazı Yahudiler zorla, bir kısmı da kendi isteği ile Helenleşiyordu.

Makabi Ayaklanması
İsyan, M.Ö.167 yılında Yunan zulmünün devam ettiği bir kasabada başladı. Putperest Yunanlılar tanrıları için, Yahudilerden bir domuzu kurban etmelerini istemesi, suyun taşması için son damla oldu. Şehrin ileri gelen kâhini Matatya, bu sırada kurbanı kesen Helenleşmiş bir Yahudi ile Yunanlı’yı öldürdü. İsyan eden şehir halkı ile beraber beş oğlunu da yanına alarak, dağlarda bir gerilla ordusu kurdu. İsyan bütün şehirlere sıçramış, yahudiler birleşmişlerdi. Başlarında lâkabı makabi (çekiç) olan Matatya’nın en büyük oğlu Yeuda bulunmaktaydı.

Yunanlılar büyük bir kuvvetle gelerek isyanı bastırmaya çalıştılar. Ancak İlâhî Kanunlar yine işlemiş, Tanrı’nın yasalarını uygulayan az bir Yahudi kuvveti, zulmeden putperest Yunanlı büyük çoğunluğu mağlup etmişti. Yahudiler; hem kendi içlerindeki Helenleşmiş Yahudilerle ve hem de düşman ile savaştılar. Savaş 25 yıl sürmüş, sonunda Yunanlılar usanarak M.Ö. 142 yılında İsrail ile anlaşma yapmışlardı.

İsrail’in Romalılar Tarafından İstilası
Bir şehir devleti olarak başlayan Roma İmparatorluğu yükselişe geçti. Hakimiyet alanını genişletmek için büyük bir mücadeleye başlamıştı. Yunan sömürgelerini ve sonradan Yunanistan’ı da fethederek İmparatorluğu’nu genişlettiler. Romalılar kendi medeniyetlerine ilâve olarak, Yunan hayat görüşünü de esas almışlardı. Bu bakımdan kültürlerine Greko-Romen denilir. M.Ö. 63 yılında Roma orduları İsrail’i istila etti. Kukla bir kralı başa getirdi, vergileri arttırdı ve Yunan tecrübesinden kazandıkları bilgilerle dinlerine karışmadılar.

Büyük Herod ve Ruhsal Bozulma
Daha sonraki yıllarda Yahudi halkından bir kral olarak Büyük Herod, Roma Devleti’nin ataması ve tam desteği ile başa geldi. 33 yıl ülkesini idare etmişti. Ekonomik rahatlık içinde olmakla beraber, ruhsal bir bozulmaya sebep oldu. Herod, ticaretten elde ettiği kâr ile, büyük inşaat projeleri meydana getirdi. Bunların en önemlisi de II. Tapınak’ı yeniden inşa etmesiydi. Bina; beyaz mermer sütun ve duvarları, birçok altın kaplı mahalleriyle görkemli bir görünümdeydi. Ana girişe, Yahudilerin karşı çıktıkları büyük bir putperest simgesi olan Roma Kartalı Heykeli konmuştu. Sonradan heykel, bir gurup Tevrat öğrencisi tarafından parçalandı. Kral Herod onları yakalatarak öldürttü. Herod Greko-Romen kültürünü beğeniyor, Yahudi halkını da Helenleştirmek istiyordu. Bu düşüncesine karşı koyabilecek Büyük Meclis (San Hedrin)’in 46 üyesini öldürttü. Tapınak’ın yönetimine (Koen Godol) ruhsal düzeyi en yüksek kişiyi getireceği yerde, kukla adamını atamakla o kurumu da bozdu. Toplumda manevi çöküş başlamıştı. Özel hayatında Herod kendi ailesine de zulmetmiş, zaptedemediği kıskançlığı nedeniyle kardeşini, çocuklarını ve karısını da öldürtmüştü. O, bir zalim olarak tarihe geçmiştir.

Yahudilere uygulanan Helenleştirme zorlanmaları sonucunda, halk bölünerek farklı din guruplarına ayrıldı. Zengin bir din gurubu olan ve güçlerini koruyabilmek için Romalılar ile işbirliği yapan Sadusiler, Yahudilerin ana görüşünü savunan ve halkın çoğunluğunu oluşturan Farasiler, azınlıkta olan aşırı dinci Zilotlar.

Roma’ya İsyan
Roma’nın çok güçlü olduğu bir dönemde M.S.66 yılında Yahudiler, intihar eder gibi isyan etmişti. İsrailoğulları’nın çok ağır ödediği bu olayın altında birçok sebep vardı. Roma, atadığı valiler vasıtasıyla Yahudi halkından aşırı vergi alıyor, onlara zulmediyordu. Tek Tanrı’cı Yahudi dünyası ile çok tanrıcı Greko-Romen dünyası arasındaki aykırılık, uçurum gibi aralarına girmişti. Yahudi halkı bölünmüş, bir kısmı Greko-Romen kültüründen etkilenerek Helenleşmişti. Roma Devleti’ni kabul ediyor, ondan faydalanıyordu. Zengin Yahudiler olan Sadusiler, Tapınak’ı yönettiklerinden Romalılar ile işbirliği yapıyordu. Ana görüşü savunan büyük çoğunluk Farisiler ise dinsel bağımsızlık olmak şartıyla Roma Yönetimi’nin devam etmesini istiyordu. Aşırı dinci Zilotlar, Roma’nın varlığını istemiyor, diğer Yahudilere kızıyordu. Daha birçok çelişkili görüşler Yahudi halkını etkilemiş, hastalıklı bir yapı haline getirmişti. En önemlisi de birbirini sevmeyen bir toplumun oluşmasıydı.

Roma’ya karşı isyanın ilk kıvılcımı, Kesarya Yahudileri’nin alınan aşırı vergiye baş kaldırmasıyla başladı. Ancak bu olay şiddetle bastırıldı, birçok Yahudi öldürüldü. İsyan diğer şehirlere de yayılmıştı, Helenleşmiş Yahudiler baş kaldıranlara cephe aldı. Romalı askerler; Yahudi bölgelerinde tutuklama ve öldürmelere devam ediyor, çatışma daha da kızışıyordu.

II.Tapınak’ın Yıkılması
M.S.67 yılında isyan, dönüşü olmayan bir döneme girdi ve Yahudiler silahlanmaya başladı. İsrailliler bazı bölgelerde çatışmayı kazanıyordu. Ancak Roma, büyük bir kuvvetle gelerek Yeruşalim’i kuşattı. M.S. 70 yılında Yahudiler savaşı kaybettiler ve Kudüs düştü. şehir yakıldı, Tapınak yerle bir edildi. Savaş sonrası geriye kalan Yahudiler birçok bölgelere sürgün edildiler. Bu olaylarda İlâhî Yasalar yine hükmünü devam ettirmiş, birbirine kin ve öfke besleyen, birbirini sevmeyen bir toplum haline gelen Yahudi halkı, Tanrı’sını da unuttuğundan savaşta yenilmiş, böylece ilâhî ceza da gelmişti. (Kaynak: http//www.sevivon.com)

Romalılar Sonrası ve Günümüze Kadar İsrail
Roma M.S. yedinci yüzyıla kadar Filistin’de yönetimini devam ettirdi. Bugünkü İsrail Devleti 1948 yılında kuruldu. Ülke İngiliz yönetiminde iken, Birleşmiş Milletlerin teklifi ile yüzde 56, 47’si Yahudilere, yüzde 43,53’ü de Araplara verildi. Araplar ile Yahudiler’in anlaşmazlığı zaman zaman savaşa dönüşerek, günümüze kadar devam etti.

Süleyman Tapınağı, son yıkılışından İslamiyet’e kadar harabe halindeydi. Hz.Muhammed’e 620 yıllarında inen İsra Suresi’nden dolayı burası Müslüman’larca da kutsal sayılmış, ayni yere uzak mescit anlamına gelen Mescid’i Aksa inşa edilmişti. Kudüs şehri, M.S.1507 ve 1917 yılları arasında Osmanlı Yönetimi’ne girdi. Osmanlılar; şehre birçok tarihi eser kazandırmış, mevcutları korumuş, bu arada Süleyman Tapınağı’ndan kalan Batı Duvarı kalıntılarını da tamir etmişlerdi. Bugün Ağlama Duvarı olarak anılan bu yerde, Yahudiler dua ederek ağıtlar yakmaktadır.

http://www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/bolum18/baslik5.htm

 

posted in KİTABI MUKADDES | 7 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İZNİK’TEN GÜNÜMÜZE KADAR HIRİSTİYANLIK
Yüce Allah; Hz. İsa vasıtasıyla buyruklarına uyacaklarına dair Hıristiyanlardan söz almış, ama daha sonra verilen emirleri unutmuşlar, Allah’ın sözlerini, işlerine geldiği biçimde yorumladıkları için aralarında büyük anlayış farkları ortaya çıkmıştı. Hak’kın yolundan ayrıldıklarından dolayı Allah, aralarına düşmanlık sokmuştur. Kur’an, Maide 5/14: «“Biz Hıristiyanlarız” diyenlerin de sözünü almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden Kıyamet Günü’ne kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara, ne yaptıklarını haber verecektir.»

Allah’ın yolundan çıkanların yüreklerine dünya tutkusu girer. Dünya tutkusu da düşmanlığa yol açar. Onlarda da böyle olmuştu. Birbirine ters düşmüş birçok Hıristiyan mezhepleri arasındaki düşmanlık, asırlarca süregeldi. Her mezhep sahibi, diğerini küfür ile suçlamış, bu yüzden aralarında savaşlar çıkmış, bugün de düşmanlık sürmektedir. Kuzey İrlanda’daki Katolik Protestan çatışmaları, asırlarca süren bu mezhep kavgalarının bir uzantısıdır, herhalde bu düşmanlık daha asırlarca, belki de kıyamete kadar sürecektir.

Üçleme inancı, asırlar boyunca Hıristiyan dünyasında pek çok kişi,topluluk ya da mezhep tarafından reddedildi. Üçleme inancının reddeden topluluklar, tarihin her döneminde büyük baskılarla karşılaştı. Topraklarından sürüldüler, afaroz edildiler, diri diri yakıldılar, türlü işkencelerle öldürüldüler. Ancak baskılar onları tarih sahnesinden silmeye yetmedi. Üçleme karşıtlarının çok büyük bir bölümü inançlarına sadık kaldılar ve ” Tanrı birdir ” demekten vazgeçmediler. İznik Konsili’nde tasfiye edilmeye çalışılan Ariusçular, söz konusu “anti-triniteryen” (Üçleme karşıtı) Hıristiyanların öncüleriydiler. Daha sonra da Ariusçuların izinden giden birçok gurup ortaya çıktı.

Anti Triniteryen’ler (Üçleme Karşıtları)
Rahip Nestorius
. Arius akımının öncülerinden biri de Suriye doğumlu bir manastır rahibi olan Nestorius’tu. 428 yılında İstanbul Piskoposluğu gibi önemli bir makama getirilmişti. Ancak kendisini bu yere getiren kilise hiyerarşisine karşı teolojik bir mücadele başlatmakta gecikmedi. Nestorius’un hedef aldığı kavramların başında, kilise tarafından Hz.Meryem‘e verilmiş olan “Theotokos=Tanrı’nın Annesi” sıfatı geliyordu. Roma kilisesi dördüncü yüzyılda bu sıfatı Hz. Meryem’e vermiş ve onun, Hz. İsa’yı ve ondan sonra ki diğer çocuklarını doğurmasına rağmen “ebediyen bakire” kaldığını ilân etmişti. Nestorius ise buna karşı çıkarak şöyle dedi : « Kimse Meryem’e “Tanrı’nın Annesi” demesin, çünkü Meryem sadece bir insandı.»

Aslında Nestorius, kilisenin sapkın öğretisinin çok küçük bir bölümüne karşı çıkmıştı. Hz. İsa’nın Tanrı sayılmasına karşı açık bir şey söylemiyordu. Ancak bu bile kilise tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı ve Nestorius’un da aynı Arius gibi anti-trineteryen bir “sapkın” sayılmasına yol açtı. 431 yılında Efes’te toplanan bir konsülde Nestorius afaroz edildi.

Nestorius 435 yılında Mısır çölüne sürüldü, ama etkisi sona ermedi. Pers(İran) Kilisesi zaman içinde giderek Nestorius’un görüşlerini benimsedi. Mısır Kilisesi ise Nestorius’u sapkın sayan Katolik Kilisesi kararını tanımadı. Ve böylece Roma’dan ayrılarak bağımsız bir kilise haline geldi. Zaman içinde de bugünkü Koptik ( Kıpti ) Kilisesi‘ne dönüştü. Nestorius’un diğer bazı bağlıları ise ” Nasturilik ” olarak bildiğimiz mezhebi oluşturdular. Günümüze kadar varlığını sürdüren “Nasturi Kilisesi”nin merkezi bugün halen San Francisco’dadır.

Kelt Kilisesi (Celtic Church of Ireland). Arius akımının diğer bir öncüsü de İrlanda’da kurulan Kelt Kilisesi’ydi. Kıta Avrupasından tamamen izole edilmiş bir durumda “Ariusçu” çizgide gelişti. Katolik Kilisesi’nin İrlanda Kelt Kilisesi’ni resmi olarak egemenliği altına aldığı 664 yılına kadar, üçleme inancı İrlanda’ya yabancıydı.

İrlanda Kilisesi’nin Nasrani öğretisine paralelliğini gösteren önemli bir özelliği vardı : Yahudi kaynaklarına olan sadakat. Kelt Kilisesi, Hz. İsa’nın Yahudi hükümlerine titizlikle uyduğuna inanıyor, bu nedenle de Eski Ahit’e büyük önem veriyordu. Bu eğilim o kadar güçlüydü ki, Kilise’nin Roma’nın egemenliği altına girdikten sonra bile devam etti. 754 yılında bazı Katolik rahipler; “İrlandalı rahiplerin Kilise’nin kutsal metinlerini önemsemediklerini, Kilise önderlerinin yazılarını reddettiklerini ve konsillerin kararlarını dikkate almadıklarını” belirterek bundan şikayet ediyorlardı. Ancak Kelt Kilisesi’nin bu direnişi de kısa bir süre sonra kırıldı. Böylece Katolik Kilisesi dördüncü yüzyılda başlayan bir süreç ile tüm sözde “yanlış yola sapan”ları bir şekilde tasfiye etmiş oluyordu. Oysa bu tasfiye edilen akımlan, Hz. İsa’yı ilâhlaştıran batıl öğretiyi reddediyor, bir ve tek olan Tanrı‘ya iman etmeyi tebliğ ediyorlardı.

Katolikler
İlk Hıristiyan Kilisesi Yeruşalim’de (Kudüs’te) kurulmuştu. Fakat Yeruşalim’in M.S. 70 de Romalılarca harap edilmesinden sonra, Kiliseler Asya’dan batı bölgelerine kadar yayıldı. O zamanlar dünyada egemen olan politik güç Roma İmparatorluğuydu. Hıristiyanlar ilk üçyüz yıl boyunca çeşitli ve ağır baskılara maruz kalmışlardı. Ancak dördüncü yüzyılın başlarında M.S.312 de Roma İmparatoru Konstantin Hıristiyanlığı kabul edince durum tamamile değişti.

İmparator Konstantin Roma Piskopos’una ünlü Lateran Sarayı’nı hediye etti. Pavlusçu Hıristiyanlığın öğretisi esas alınarak Roma Katolik Kilisesi kuruldu. “Katolik” kelimesi “evrensel” demektir. Kilise; başlangıçtan bu yana sadık ve kesintisiz bir şekilde resullerin öğreti ve uygulamalarını devam ettirdiklerini iddia ederler. Kilise’nin başında öleceği güne kadar seçilmiş, İsa Mesih’in görünür temsilcisi olarak kabul edilmiş Papa (baba) bulunur. Roma Devleti’nin desteği ile günden güne güçlenen Roma Katolik Kilisesi, Batı dünyasının en büyük otoritesi haline gelmişti. Katoliklerin Hıristiyanlar arasında en fazla ve en yaygın üyeye sahip oldukları kabul edilir.

Ortodokslar
M.S. 395 de Roma İmparatorluğu doğuda Konstantilop (İstanbul) ve batı da Roma şehirleri başkent olmak üzere ikiye ayrıldı. Batılılar Roma’nın, doğulular da Konstantilop’un dinsel merkez olması gerektiğini ileri sürmeye başladılar. Bu istek iki toplum arasında M.S. 1054 yılına kadar devam etti. Bu tarihte Roma Katolik Kilisesi’nin Rahibi Konstantilop Patriğine, Kilisenin tek evrensel Papa’sı olduğunu hatırlatarak onun da bu gerçeği kabul etmesini istedi. Doğu Kiliseleri buna karşı çıkarak birbirlerini afaroz ettiler. Böylece batı da Roma Katolik Kilisesi ve doğuda da Ortodoks Kiliseleri oluşmuş oldu.

Doğu Kiliseleri (İstanbul, Kudüs, Antakya ve İskenderiye) Roma’dan ayrıldıktan sonra “Ortodoks Kiliseleri” ismini aldı. Ortodoks kelimesi doğru anlamına gelip, doğru inanca veya görüşe sahip olan demektir. Doğu Kiliseleri kendi aralarında bir düzen oluşturamadılar. İstanbul’da ki Patrikhane her zaman daha üstün gibi göründü, ama diğerleri kendi içlerinde bağımsızdılar. Zamanla aralarında yeni kopmalar oldu ve Ulusal Kiliseler oluştu. Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp, Rus gibi uluslar, farklı dönemlerde kendi milli kiliselerini kurdular.

Katolik ve Ortodoks Arasındaki Farklılıklar
Papa’nın yanılmazlığı ve evrensel yetkisinin kabul edilmemesinin dışında Ortodoksları Katoliklerden ayıran diğer hususlar şunlardır :
1 – Katolik Kilisesi rahiplerinin evlenmelirini yasaklarken, Ortodoks Kilisesi rahiplerinin evlenmelerine müsaade eder.
2 – Katolikler Kutsal Ruh’un hem Baba’dan hem de Oğul’dan çıktığını ileri sürerken, Ortodokslar Kutsal Ruh’un yalnızca Baba’dan İsa aracılığıyla çıktığını ileri sürerler.
3 – Roma Katolik kiliselerinde vaftiz uygulaması yalnızca su serpmekle yapılırken, doğu Ortodoks kiliselerinde bu tamamen suya daldırılmak suretiyle yapılıyordu.
4 – Ortodokslar yalnızca resimlerle yetinmekteyken, batı kiliseleri heykel veya statüler de yapıyor ve bunları da şereflendiriyorlardı.
5 – Ortodokslar Rab’bin Sofrası’nı ekmek ve şarapla yaparken, Roma Katolikleri bunu yalnızca şaraba bulandırılmış kutsal ekmekle yapmaktadır.
6 – Ortodoks ayinleri Yunanca, Katolik ayinleri Latince yapılır.
7 – Katolikler Hz. İsa’nın doğumunu 25 aralıkta kutlarken, Ortodoks lar 6 ocakta kutlamaktadır.

Protestanlar
Katolik Kilisesi 16.yüzyıla kadar Avrupa’daki egemenliğini korudu. 1520 lerde Almanya’da ortaya çıkan Martin Luther adlı bir rahip bu egemenliği sarsan kişi oldu. Önce Luther’in sonra da Calvin ve Zwingli gibi rahiplerin önderliğinde gelişen Protestan akımı, Roma Kilisesi’nin ve Papa’nın otoritesine karşı büyük bir isyandı. İsyan büyük olduğu kadar kanlıydı da; Avrupa bir yüzyılı aşkın bir süre Katoliklerle Protestanların bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarına sahne oldu. “Dini” gibi gözüken bu savaşların ardında ise yine siyasi hesaplar yatıyordu. Papa’nın boyunduruğu altında yaşamayı ve ona vergi vermeyi istemeyen prenslerle, bu egemenliği yitirmek istemeyen çevrelerin çıkar çatışmalarıydı. Aralarında Otuz Yıl süren çok kanlı savaşları oldu ve sonunda imzalanan Westphalia Barışı ile sağlanan denge, o zamandan bu yana da fazla değişmedi.

Protestanlar Papa’nın otoritesini reddederken, onun yerine bir başka otorite koymamışlardı. Bu nedenle Protestanlık, Katolik Hırıstiyanlıkta ki düzenin aksine son derece dağınık ve ” Hoşgörülü ” bir din olarak gelişti. Hemen her ülke kendisine ulusal bir kilise kurdu. Bunların yanında daha pek çok farklı mezhep ve akım gelişti. Bu nedenle bugün protestanlığın yüzlerce türü, yüzlerce farklı Protestan Kilisesi vardır. Bunların büyük kısmı da Kuzey Avrupa’da ve ABD’de faaliyet göstermektedir.

Protestanların ortaya çıkışı üçleme karşıtı akımlar açısından da önemliydi. Protestanlar, belirttiğimiz gibi kendilerini Katolik Kilisesi’nin egemenliğinden kurtardılar. Bu hem basamak, hem de temel Hıristiyanlık inanışları açısından büyük bir özgürlüktü. Artık Kutsal Kitab’ı kendileri okuyorlar ve kendileri yeni baştan yorumluyorlardı. Bunun sonucunda bazı Protestanlar, çok az bir bölümü de olsa, çok önemli bir gerçeği fark ettiler : Katolik inancının temelini oluşturan üçlemenin Yeni Ahit’te bir dayanağı yoktu. Hatta bazı pasajların bu inancı yalanladığı ortadaydı. Bu pasajlarda Tanrı’nın “Bir ve Tek” olduğu anlatılıyor, “Üçlü birlik” inancına ise Yeni Ahit’in temel mantığı içinde bir yer verilmiyordu.

İşte bazı Protestanlar, aslında çok azı, bu sonucu çıkardılar ve üçlemeyi reddettiler. Böylece Üniteryen (Birlemeci) Kiliseler doğdu.

Birlemeyi Savunan Hıristiyanlar
Protestan Reformu(nun) ardından Hıristiyanlar Yeni Ahit’i Katolik inançlarından bağımsız olarak okumaya başladılar. Bunun sonucunda da İtalya’da, üçlemenin yanlışlığı sonucuna inanan ilk Hıristiyan akımı gelişti. Lelio Socianus (1525-1562) ve kuzeni Fausto Socianus (1539-1604) tarafından başlatılan akım, kurucularının isminden dolayı Sosyanizm (Socianism) olarak bilindi. Sosyanistler gizli toplantılar yoluyla yayıldılar. The Catholic Encyclopedia bu akımın inancını şöyle özetliyor: « Sosyanistlere göre üçleme diye bir şey yoktu. Hz.İsa Rab ile ya da Kutsal Ruh’la ayi özden (dolayısıyla Tanrı) değildi… Ölümü ve acı çekmesi insanlara kurtuluş vermek için değildi. » Sosyanistler çeşitli baskılara maruz kaldılar. Kilise onları çok geçmeden afaroz etti.

Aynı dönemde Sosyanistlere benzer fikirler yayan, özellikle üçleme inancına radikal bir biçimde karşı çıkan Cenevreli Michael Servetus, fikirleri nedeniyle Calvin tarafından kazığa bağlanıp yakılarak idam edildi. Yakılırken, yazdığı üçleme karşıtı kitap da göğsüne asılmıştı. Servetus, İznik Konsilinde Hıristiyanlığın dejenere edildiğini savunmuş ve bu bozulmadan kurtulmak için İznik Konsili öncesindeki kaynaklara dönülmesi gereğini yazmıştı. 1638’de Sosyanistlere yönelik saldırılar başladı. Rokow’da ki kolejleri kapatıldı ve birlemeyi kabul etmiş pek çok insan diri diri yakıldı.

Üniteryenler 18. ve 19. yüzyılda özellikle de Anglosakson dünyasında etkili oldular. Önce İngiltere’de sonra da ABD‘de Üniteryen Kiliseler kuruldu. Sadece Hıristiyanların değil, tüm insanların Tanrı’ya iman ederlerse kurtuluşa ulaşabileceklerine inanan bu kişiler kendilerini Üniversalist olarak tanımladılar. Birbirinden bağımsız olarak gelişen Üniteryen ve Üniversalist Kiliseleri 1961 yılında birleşti. The New Catholic Enycyclopedia, Üniteryen Kiliselerin ortak inanışlarını şöyle özetlemişti:

«Hz.İsa (Üniteryenlere göre) Tanrı’nın biricik Oğlu ve Kurtarıcı değil, ama Yahudi peygamberleri geleneği içinde yer alan dini bir önderdir. Dolayısiyle “Hz.İsa ile ilgili din” (yani geleneksel Hıristiyanlık) “Hz.İsa’nın dini” ile değiştirilmelidir. Kutsal Kitap akıl ve bilim ışığında incelenmeli ve kesin değişmez bir kaynak olarak değil, insan yazımı bir eser olarak görülmelidir.»

http://www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/bolum27/bolum27.htm

posted in KİTABI MUKADDES | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TEVRAT
Tevrat; yasa, şeriat, kanun, emir, önder, ders anlamına gelir. İbranice bir kelime olan Tora, Tevrat’ın karşılığıdır ve Tanrı’nın Hz.Musa’ya verdiği beş kitaptan oluşmaktadır. İbranice lisanında Tanah olarak bilinen Yahudilerin Mukaddes Kitapları’na Hıristiyanlar, Eski Antlaşma adını vermişlerdir. Bunun sebebi; Tanrı’nın Yahudiler ile olan antlaşmayı iptal ettiği, Hz. İsa’yı takip eden Hıristiyanlar ile Yeni Antlaşma yapmış olduğu iddiasıdır. Oysa Yahudiler, seçilmiş bir ulus olduklarını ve Tanrı ile antlaşmalarının sonsuza kadar devam edeceğine inanmaktadır. Dolayısıyle Hıristiyanların bu tavrını hakaret kabul ederler.

Yahudiler; ilk beş kitabı teşkil eden Tora (Tevrat) nın Tanrı’nın bizzat Hz.Musa’ya verdiğini açıklamakla beraber Tanah (Eski Antlaşma)’yı oluşturan diğer kitapların da, Tanrı vahyi ile İsrail peygamberlerince kaleme alındığını kabul ederler.

Hıristiyanlık, Eski Antlaşma'(Tanah)nın İsrailoğullarına Tanrı tarafından verildiğini ve kutsal olduğunu kabul etmelerine rağmen; kendilerine Yeni Antlaşma verildiğinden, Eski Antlaşma’nın uygulamaya yönelik yasalarının geçersiz olduğunu ilan etmişlerdir.

Kur’an’ı Kerim ise, Tevrat’ın Tanrı tarafından verildiğini birçok ayet ile tasdik etmiştir. Maide 5/44 : « Tevrat’ı Biz indirdik. Onda, iyiye ve güzele kılavuz vardır…» Ayrıca Kur’an kitap sahibi olan Yahudi ve Hıristiyanlar’dan kendi kitabının hükümlerine uymalarını istemiştir. Ankebut 29/46: «…Bizim RAB’bimiz ve sizin RAB’biniz birdir ve biz O’na teslim olanlardanız.»

 

TANAH (ESKİ ANTLAŞMA)’YI OLUŞTURAN KİTAPLAR
Tanah; İbranice’de Tora, Peygamberler ve Yazılar kelimelerinin kısaltılmasından meydana gelmiş bir kavramdır ve İbranice olarak yazılmıştır. Kitapların sıralanması konusunda da Yahudiler ile Hıristiyanlar farklı görüşe sahiptir ve onları değişik sıralarda tanzim etmişlerdir.

Tanah üç ana kısma ayrılır.
1) Tora (Tevrat) Tanrı’nın Hz.Musa’ya Sina Dağı’nda verdiği ve yasa olarak kabul edilen 5 kitap : Bereşit (Tekvin), şemot (Çıkış), Vayikra (Levililer), Bamidbar (Sayılar), Devarim (Tesniye)

2) Neviim (Peygamberler) 21 kitaptan oluşan bu diziye İlk ve Son Peygamberler de denir: Yeşu, Hakimler, I.Samuel, II. Samuel, I.Krallar, II. Krallar, Yeşaya, Yeremya, Hezekiel, Hoşeal, Yoel, Amos, Obadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Hagay, Zekeriya, Malaki.

3) Ketuvim (Yazılar) 13 kitaptan oluşur: Zebur (Mezmurlar), Süleyman’ın Özdeyişleri, Eyüp, Ezgiler Ezgisi, Rut, Yeremya’nın Mersiyeleri, Vaiz, Ester, Daniel, Ezra, Nehemya, I.Tarihler, II.Tarihler.

 

TEVRAT NASIL YAZILDI?
Bugün elimizde bulunan Tevrat, Tanrı’nın verdiği gibi içeriğini aynen koruyor mu? Kitabın kaleme alınması ve günümüze kadar geçirdiği safhaları, başka bir dine bağlı olunsa bile tarafsız olarak incelemek bir insanlık görevi olduğu düşüncesini paylaşmaktayız.

Yüce Tanrı’nın; M.Ö.1312 yılında Hz.Musa ile Sina Dağı’nda 40 gün 40 gece devam eden buluşması, Dinler Tarihi’nde de çok önemli bir yeri vardır. Kur’an’ı Kerim bu olayı Araf 7/145 ayeti ile doğrulamaktadır. Antlaşma koşulları olan ilâhî yasalar ve iki taş levhaya yazılmış On Emir Hz.Musa‘ya Tanrı tarafından verilmiş olduğu Tevrat’ta açıklanır.

Hz.Musa’ya 40 yıl boyunca İsrailoğulları ile çölde kaldığı zaman içinde de Tanrı’dan vahiy gelmiş ve vefatına kadar devam etmişti. Yahudi toplumunun en kıymetli varlığı olan Tevrat, Antlaşma Sandığı’nda bulunuyordu. Yaklaşık 500 yıl toplanma çadırında, 400 yıl da Hz. Süleyman Tapınağı’nda korunmuştu. M.Ö.422 yılında İsrailoğulları ile yaptıkları savaşı kazanan Babil İmparatorluğu, tapınağı yıkmış Antlaşma Sandığı ile beraber Tevrat’ı da yok etmişti. Bu tarihten sonra Tevrat’ın tekrar yazılması, kâhin Ezra’nın başkanlığında bilge Yahudilerin sözlü aktarması ile gerçekleşmişti.

Dr. Maurice Bucaille Tevrat, İnciller ve Kur’an adlı eserinde şöyle yazmıştı.S.24: « Edmond Jacob‘un Eski Antlaşma isimli incelemesi (Cerf Yayınları-Paris) özlü ve tarafsızlık niteliği taşımakta, mükemmel bir genel bilgi vermektedir. Mukaddes Kitap’ın M.Ö. üçüncü yüzyıla doğru bir tek metin yerine, İbranice yazılmış en az üç ayrı metni vardı… M.Ö. birinci yüzyılda bir tek Mukaddes Kitap metni düzenleme yoluna gidilmiş, metnin tamamlanması da M.S. birinci yüzyılda olmuştur. »

Tanah (Eski Antlaşma); Yahudi Ulusu’nun başlangıcından, Hıristiyanlık dönemine kadar yazılmış, mükemmel bir tarih ve edebiyat anıtı sayılmaktadır. M.Ö. onuncu yüzyılda sözlü aktarım ile yazı haline getirilmeye başlanmış, M.S. birinci yüzyılda da son şeklini almıştı.

Sakarya Üniversitesi İlâhîyat Fakültesi web sitesinde (www.if.sakarya.edu.tr / SORU CEVAP) Prof.Dr.Ali Erbaş şöyle yazmıştır: « ABD Kaliforniya Üniversitesi profesörlerinden Eliot Friedman’ın 1987 yılında yayınladığı Tevrat’ı Kim Yazdı isimli kitap, Yahudi ve Hıristiyan dünyasını karıştırmıştır. Prof. Friedman;Tevrat’ı teşkil eden beş kitabın beş ayrı ilâhîyatçı tarafından yazıldığını ve Hz.Musa’ya indirilen Tevrat’ın aslı ile ayni olmadığını açıklamıştır… Ayrıca Tevrat’ın içerisindeki kitapların da birbirleri ile, hatta kendi bapları arasında çelişkilerle dolu olduğuna dikkati çekmiştir… Gottfried Eichorn, Alman şairi ve filozof Herder, Moody İncil Enstitüsü’nden Dr.Graham Scroggie gibi araştırmacılar da ayni anlayışı onaylayan sonuçlara varmışlardır. »

Uzmanlar Tevrat’ın yazımında insan faktörünün büyük olduğunda birleşirler. Örnek olarak Tanrı tarafından yazıldığı kabul edilen On Emir’in (Çıkış 20/1-21, Tesniye 5/1-30) de iki farklı anlatımı vardır. Özü birbirinin ayni olmakla beraber, aralarında değişiklikler bulunmaktadır. Sözlü aktarımların yazıya geçirilmesi sırasında birçok eklemeler yapıldığından, olayların anlatımında farklı ayrıntılara girilmesi, tenkit edilmeye sebep teşkil etmiştir. Ancak olayların özünü koruyarak Tanrı’nın yasalarını, öğütlerini ve peygamberlerini çağımıza kadar aktaran; bu kitaplar mazumesinin insanlık tarihindeki olumlu görevi tartışılamaz. 7. asırda inen Kur’an’ı Kerim, Yahudi peygamberlerin katkısıyla derlenen Tevrat’ın ilâhî kitap hüviyetini onaylamaktadır. (Bkz. Bu kitap, Kur’an’ın İsrailoğullarına Bakışı)

 

TEVRAT’TAKİ ÇELİŞKİLER
İsrail kaynakları; Tevrat’ı teşkil eden ilk beş kitabın Tanrı’nın Hz.Musa’ya Sina Dağı’nda verildiğini, onun eliyle kaleme alındığını kabul eder. Tanah‘(Eski Antlaşma) ı oluşturan kitapların da Yahudi peygamberleri tarafından Tanrı’nın esinlenmesi ile yazıldığına inanırlar.

Tevrat’ın aslı; Babillerce Süleyman Tapınağı’nı yıkımı sırasında yok edildiğinden, bilge Yahudilerin sözlü aktarımı ile yeniden kaleme alınmıştı. Bu esnada bazı bozulmaların olacağı, orijinali ile ayni olmayacağı pek tabiidir. Araştırmacılar; Tora (Tevrat) ve Tanah (Eski Antlaşma)da birçok farklılıklar gösteriyorki; bu metinlerin tanrısal vahy olmadığı, Tanrı’nın sözlerini de içerdiği, fakat insan eliyle yazıldığını göstermektedir. Tanrı’nın sözlerinde çelişki olması mümkün müdür?

Tevrat’ta ki birçok çelişkiden birkaç örnek :
1) Tesniye 34/5,6: «RAB’bin sözüne göre, RAB’bin kulu Musa orada, Moab diyarında öldü ve Moab diyarında Beyt-peor karşısında derede onu gömdü.»
Görüldüğü gibi Hz. Musa’nın bizzat yazmış olduğu kabul edilen Tevrat’ta, Hz.Musa’nın öldüğünün ve gömüldüğünün yazılması, kitaba başkalarının da karıştırdığının en büyük kanıtıdır.

2) Çıkış 34 / 7 : «...Hiçbir suçu cezasız bırakmam. Babaların işlediği suçun hesabını oğullarından, torunlarından, üçüncü, dördüncü nesilden sorarım.»
Tesniye 24 / 16 : « Oğullar için babalar öldürülmeyecekler ve babalar için oğullar öldürülmeyecektir. Herkes kendi suçu için öldürülecektir.»
Birinci alıntıda işlenmiş bir suçun hesabı; işleyenin babasından çocuklarından ve gelecek nesilden sorulur diye yazılmasına karşın, ikinci alıntı da ise yalnızca suçu işleyen günahtan sorumlu olmaktadır.

3) Tekvin 32/30: «Yakub o yerin adını Peniel koydu, çünkü : Tanrı’yı yüzyüze gördüm ve canım sağ kaldı, dedi.»
Çıkış 33 / 20 : « (RAB) dedi : Yüzümü göremezsin, çünkü insan Beni görüp de yaşayamaz.»
Her iki anlatım birbiriyle çelişmektedir.

4) Tekvin 1 / 11,27: «Tanrı dedi: Yer, ot, tohum veren sebze ve yer üzerinde tohumu kendisinde olup cinslerine göre meyva veren ağaçlar hasıl etsin ve böyle oldu…Ve Tanrı insanı kendi suretinde erkek ve dişi olarak yarattı. »
Tekvin 2 / 5,8: «Henüz yerde bir kır fidanı yoktu, bir kır otu henüz bitmemişti. Çünkü RAB yerin üzerine yağmur yağdırmamıştı. Toprağı işlemek için adam yoktu…RAB Tanrı yerin toprağından adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesi üfledi, adam yaşayan canlı oldu.»
Birinci alıntıda bitkilerin insandan önce yaratıldığı bildirilmekte, ikinci de ise insanın bitkilerden önce yaratıldığını yazmaktadır.

5) Çıkış 31/17 : «…RAB gökleri ve yeri altı günde yarattı ve yedinci gün de rahat etti ve dinlendi.»
Yüce Tanrı için rahat etti ve dinlendi kavramları yoktur. O her şeyden arınmış ve her şeyin üstündedir.

6) Çıkış 32 / 11,14: « Musa Tanrı RAB’be yalvarıp dedi:…Ya RAB, niçin kendi halkına karşı öfken alevlensin? Öfkelenme vazgeç halkına yapacağın kötülükten… Böylece RAB halkına yapacağını söylediği kötülükten vazgeçti. »
Yüce Tanrı adil olanların en adilidir, her şeyi yaratandır. Yaptıklarından hiç kimseye karşı sorumlu değildir ve hiç bir kimse O’nu yönlendiremez.

7) Tekvin 15/2 : « Ve İbrahim dedi : Ya RAB Yehova bana ne vereceksin…»
Çıkış 6/2: «Ve Tanrı Musa’ya söyleyip dedi : Ben, RAB’bim ve İbrahim’e İshak’a ve Yakub’a kadir olan Tanrı olarak göründüm. Fakat onlara Yehova ismimle malum olmadım. »
Birinci alıntıda Hz. İbrahim RAB’be Yehova ismi ile hitap etmiş, ikinci alıntı da ise RAB Hz.Musa’ya, Hz. İbrahim’e Yehova ismiyle malum olmadığını söylemiştir.

8) Sayılar 20 / 27,28 : « Musa RAB’bin emrettiği gibi yaptı, halkının gözü önünde Hor Dağı’na çıktılar… Harun orada, dağın tepesinde öldü…»
Tesniye 10 / 6 : « İsrailoğulları Beerot Bene-yoakan’dan Mesera’ya göç ettiler. Harun orada öldü ve orada gömüldü…»
Birinci alıntıda Hz.Harun’un Hor Dağı tepesinde öldüğü yazılırken, ikincisinde ise Mosera’da öldüğü açıklanmaktadır.

9) Hoşea 12 / 2,3 : « RAB’bin Yahuda ile de davası var ve Yakub’u kendi yollarına göre cezalandıracak, ona işlerine göre ödeyecek. Rahimde kardeşini topuğundan tuttu. Erkeklik çağında Tanrı ile güreşti ve melekle güreşip yendi…»
Yaratılmış bir insan; Tanrı ile, melek ile güreşir mi?

10) II Samuel 24 / 1: « İsrail’e karşı RAB’bin öfkesi yine alevlendi. Git, İsrail’i ve Yahuda’yı say, diye Davud’u onlara karşı kışkırttı. »
I.Tarihler 21 / 1 : « Şeytan İsrail’e karşı kalktı ve İsrail’i saymak için Davud’u kışkırttı. »
Toplumun sayılmasını Tanrı mı, yoksa şeytan mı yaptı?

 

Hz. DAVUD ve ZEBUR
Hz. Davud (David), İsrailoğulları’nın en ünlü kralıdır. O, çok iyi bir savaşçı olmanın ötesinde, Tanrı’ya bağlı kişiliği ve ruhunun güzelliği ile ön plâna çıkar.

Yahuda beyliğinden olan Hz. Davud, M.Ö. 907 yılında doğmuş, 70 yaşında iken vefat etmiştir. Ülkesini 40 yıl boyunca adaletle yönetmiş, birçok topraklar kazanarak Yahudi Tarihi’nin en büyük krallığını kurmuştu. Tanrı’ya içten bağlılığı ve büyük cesareti ile putperest komşu ülkeleri olan Amelikler ve Kenanlılar ile savaşmış, onları birçok yenilgiye uğratmıştı. Son Kenan şehir devleti olarak kalmış ve 450 yıldan beri fethedilmeyen Yeruşalayim (Kudüs)‘ü de ülkesine katması büyük bir zafer olarak kabul edilir.

Tevrat’ta Hz. Davud’un peygamber olduğu yazılmamıştır. Yahudilerin o zaman ki peygamberi Samuel, Hz.Davud’u kral olurken başına yağ dökerek meshetmiş ve böylece onu kutsamıştı. Ayrıca Peygamber Natan’a da dini konularda danışılmaktaydı.

Hz. Davud’un Tanrı’ya olan bağlılığı, RAB ile iletişim kuracak kadar derindi. Tanrı sevgisi ile dolan Hz. Davud’a Yüce Tanrı karşılık vermiş ve ona Zebur’u yazma ilhamını lütfetmişti. Tevrat’tan sonra gelen Zebur, Hz. Davut aracılığıyla Yahudilere verilmiş ilâhî bir kitaptı. İçeriğindeki mezmurlar (şiir şeklindeki sureler) ; Tanrı’ya yapılan şükürleri, yalvarış ve yakarışlarıyla İlâhî Aşk’ı terennüm ediyordu. Bunlar İbrani şiirinin abidesi olarak kabul edilir. Zebur’un büyük bölümü Hz.Davud ve küçük bir kısmı da Levili rahiplerce yazılmıştı. Bilgi için Zebur’dan küçük bir alıntı.
Zebur 145 / 1, 21: « Ey Tanrım, ey Kral, Seni yücelteceğim. Adını 211212sonsuza dek öveceğim… RAB büyüktür, yalnız O övgüye yaraşıktır, akıl almaz büyüklüğüne… RAB lütufkar ve sevecendir. Tez öfkelenmez, sevgisi engindir. RAB herkese iyi davranır. Sevecenliği bütün yapıtlarını kapsar… Senin krallığın sonsuz bir krallıktır. Egemenliğin kuşaklar boyunca sürer. RAB verdiği bütün sözleri tutar. Her davranışı sevgi doludur… RAB bütün davranışlarda adil, yaptığı bütün işlerde sevecendir. RAB kendini çağıran, içtenlikle çağıran herkese yakındır… RAB korur kendisini seven herkesi, yok eder kötülerin hepsini. RAB’be övgüler sunsun ağzım! Bütün canlılar O’nun kutsal adına, sonsuza dek övgüler dizsin. »

Hz.Davud, Tevrat’ın yasalarına göre toplumuna önderlik etmişti. Çünkü Zebur, yaptırımı olan ilâhî bir kitap değil, Allah Sevgisi’nin şiir şeklindeki ifadesiydi. Hz. Davud’un ölümü yaklaşınca oğlu Hz. Süleyman’a şöyle vasiyet etmişti. I.Krallar 2 / 3 : « Tanrın RAB’bin verdiği görevleri yerine getir. O’nun yollarında yürü ve Musa’nın yasasında yazıldığı gibi Tanrı’nın kurallarına, buyruklarına, ilkelerine ve öğütlerine uy ki, yaptığın her şeyde ve gittiğin her yerde başarılı olasın. »

Yahudiler; Hz. Davud’un Tanrı yasalarına uygun idaresiyle, kurtarıcı kimliğini ve görkemli krallığını hep anımsamışlardır. Hz.Davud’un soyundan bir mesihin gelip onları kurtarmasını ve kutsal topraklarda eskisi gibi büyük bir devlet kurmalarını günümüzde de beklemektedirler.

http://www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/bolum21/baslik3.htm

posted in KİTABI MUKADDES | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TANRI İNANCI, DİNLER VE EVRİM TEORİSİ

Başlıkta ve araştırmamız boyunca kullandığımız “dinler” ifadesiyle özellikle tek Tanrı’lı (monoteist) üç dini; Yahudiliği, Hristiyanlığı ve İslam’ı kastediyoruz. Bu bölümde önce dinlerin tüm sistemlerinin üzerine kurulduğu en temel inanç olan “Tanrı inancı” açısından Evrim Teorisi’nin ne ifade ettiğini belirlemeye çalışacağız. Bunu yaparken gerek teistlerin, gerek ateistlerin, gerekse bilinemezci (agnostik) tavır içinde olanların Evrim Teorisi’ne yaklaşımlarının farklı olabildiğini; “evrime inanmayan teist” veya “evrime inanan ateist” şeklinde kategorilerin, tüm teistler veya ateistler hakkında genellenemeyeceğini göstermeye çalışacağız. Ayrıca birbirinden farklı kategorilerin en ünlü temsilcilerini örnek olarak ele alıp, bu sayede farklı yaklaşımları tanımaya çalışacağız. Arıca Tanrı inancı açısından Evrim Teorisi’nin ne anlam ifade ettiği sorusu, teleoloji-mekanizm, teleolojik delil ve mucize ile ilgili tartışmaları karşımıza da çıkardığı için bu konuları da irdeleyeceğiz.

Tezimizin ilerleyen sayfalarında dinlerin konumuz açısından Tanrı inancı dışındaki önemli inançlarını ele alıp, Evrim Teorisi’nin bu inançlar açısından ne ifade ettiğini belirlemeye çalışacağız. Bunun için evrenin yaşı, Adem ile Havva’dan yaratılış, Nuh kavminin sel ile boğulması (tufan) ve maymunumsu canlıların insanın atası olduğu iddiasının ahlaki ve teolojik değerlendirmesi gibi konuları değerlendireceğiz. Ayrıca dinlerin kendi müstakil teolojileri açısından önemli bazı sorunsalları da, örneğin Hristiyanlığın “ilk günah” ve “Hz. İsa’nın kişiliği” gibi konumuz açısından önemli inançları da Evrim Teorisi açısından ele alacağız. Bu konuları değerlendirirken dinlerin içindeki farklı yorum ve yaklaşımları da belirleyerek, bütün bunların dinlerin Evrim Teorisi’ne yaklaşımlarını da farklılaştırabildiğini göstermeye çalışacağız. Evrim Teorisi’nin felsefi ve bilimsel açıdan ne kadar doğru ve tutarlı olduğunu ise sonraki bölümlerde irdeleyeceğiz. Bu bölümün amacı, Evrim Teorisi’nin doğru ya da yanlış olduğu sorusunu paranteze alınarak, Tanrı inancı ve dinlerin diğer inançları açısından Evrim Teorisi’nin değerlendirilmesidir. Evrim Teorisi ister doğru, ister yanlış kabul edilsin, “eğer Evrim Teorisi doğru kabul edilirse” dinler açısından ne gibi sonuçlar doğurabilecegini ve dinlerin Evrim Teorisi’ni ne şekilde yorumlayabileceğini belirlemek her halükarda önemlidir.

3.1 EVRİM TEORİSİ VE TANRI İNANCI

3.1.1 EVRİM TEORİSİ’NE İNANANLARIN SINIFLANDIRILMALARI

3.1.2 EVRİM TEORİSİ’Nİ REDDEDENLERİN SINIFLANDIRILMALARI

3.1.3 EVRİM TEORİSİ’NİN DOĞRULUĞU VEYA YANLIŞLIĞI BİLİNEMEZ DİYENLERİN SINIFLANDIRILMALARI

3.2 MUCİZELER, DETERMİNİZM VE İNDETERMİNİZM

3.3 EVREN’İN VE DÜNYA’NIN YAŞI

3.4 NUH VE TUFAN

3.5 ADEM VE HAVVA’DAN YARATILIŞ

3.6 İLK GÜNAH VE HRİSTİYAN TEOLOJİSİNDEKİ YERİ

3.7 DİNLER, EVRİM TEORİSİ VE AHLAK

3.1 EVRİM TEORİSİ VE TANRI İNANCI

Monoteist dinlerin bütün sistemi Tanrı merkezli bir ontoloji temelinde yükselir. Tanrı-evren, Tanrı-insan arasındaki ilişkinin kurulmasından, eskatolojik inançlardan, ahlaki pratik eylemlerin rasyonel temellerinin oluşturulmasına kadar tüm sistem bu ontolojiye dayanır. Bu yüzden Evrim Teorisi’nin bu ontolojiye tehdit olup olmadığı veya başka türlü ifade etmek gerekirse, Evrim Teorisi’nin bu ontoloji ile uzlaşıp uzlaşamayacağı konusu; dinler ile Evrim Teorisi arasındaki en temel sorunsaldır. Dinler ile Evrim Teorisi arasındaki geri kalan tüm sorunsalların toplamı bile bundan daha az öneme sahiptir. Bu nedenle ilk önce bu en temel meseleyi; Tanrı inancı ile Evrim Teorisi’nin ilişkisini ele alırken, diğer tüm sorunsalları sonra açmak üzere paranteze alacağız. Bu paranteze alma işleminin konunun sağlıklı işlenmesi açısından özellikle önemli olduğunu düşünüyoruz. Yoksa yerbilimsel bir tartışma veya insanın soyunun maymun ile ilişkilendirilmesinin ahlaki sonucuna dair bir tartışma; Evrim Teorisi’nin, Tanrı’nın yaratışı ile uzlaşıp uzlaşmayacağına dair en temel konuyla karışabilmekte, hatta bu en temel sorunsalın önüne geçebilmektedir. Evrim Teorisi ile dinlerin ilişkisi üzerine yapılan birçok tartışmada bu hatanın yapıldığına ve en temel sorunsalın bu yanlış sebebiyle gereğince ele alınamadığına tanık olmamız, bizi böyle bir paranteze alma ve sonra parantezi açma işlemine yöneltmiştir. Herhangi bir dine inanmadan Tanrı’ya inananlar için paranteze aldığımız meseleler önemli değildir. Çünkü bunlar, daha çok dinsel vahiylerin kendilerinden veya onların belli bir yorumundan kaynaklanmaktadır.

Evrim Teorisi ile Tanrı inancı ilişkisindeki yaygın yanılgıların en önemlilerinden biri, Evrim Teorisi’ni ortaya koyanların veya ona inananların ateizm ile, Evrim Teorisi’ne inanmayanların ise teizm ile bütünleştirilmeleridir. Oysa realite hiç de böyle değildir; Evrim Teorisine inanan birçok teist de mevcuttur. Pekçok ateist ise Evrim Teorisi’nin doğru olup olmadığı ile hiç ilgilenmeden ateist olmaktadır. Bu yüzden hem Evrim Teorisi’ne inanç ile ateizmin, hem de teizm ile Evrim Teorisi’ni reddetmenin özdeşleştirilmesi hatalıdır. Evrim Teorisi ile Tanrı inancının ilişkisinde sanıldığı gibi iki zıt kategori değil, bir çok kategori karşımıza çıkmaktadır. Birçok kişi Tanrı’nın varlığı ile yokluğunun bilinemeyeceğini iddia etmekte veya bu konu üzerinde hiç düşünmeden nötr bir tavır almaktadır. Bu kategoriyi biz Tanrı’ya inanç açısından üçüncü bir kategori olan bilinemezci (agnostik) kategori olarak ele alacağız. Evrim Teorisi için de aynı ayırım yapılabilir. Evrim Teorisi’nin doğruluğunu kabul edenler birinci, yanlışlığını kabul edenler ikinci, bu teorinin doğru mu yanlış mı olduğunun bilinemeyeceğini iddia edenler ile bu teoriye umursamaz olanlar üçüncü bir kategori olarak ele alınabilir. Şu halde Tanrı inancında da, Evrim Teorisi’ne inançta da üçer kategori karşımıza çıkar; bunların birbirleriyle kombinizasyonu ise dokuz kategori eder. Bu kategorileri şu şekilde göstermek mümkündür:

A-

1. Evrim Teorisi’ne inanan – Bilinemezciler

2. Evrim Teorisi’ne inanan – Ateistler

3. Evrim Teorisi’ne inanan – Teistler

B-

1. Evrim Teorisi’ni reddeden – Bilinemezciler

2. Evrim Teorisi’ni reddeden – Ateistler

3. Evrim Teorisi’ni reddeden – Teistler

C-

1. Evrim Teorisi Bilinemez diyen – Bilinemezciler

2. Evrim Teorisi Bilinemez diyen – Ateistler

3. Evrim Teorisi Bilinemez diyen – Teistler

Bir kategoride aynı sınıfa sokacağımız her kişinin, Evrim Teorisi’ne bakışları veya Tanrı inancına bakışı da aynı değildir. Örneğin süreç felsefesine inanan Whitehead ile Theilhard de Chardin’in her ikisi de Evrim Teorisi’ne inanan -teist kategorisinin içindedirler, fakat ikisinin Tanrı inancında önemli farklar bulunur. Ayrıca şahısları bu kategorilerden birine sokmakta da önemli zorluklar vardır. Örneğin Darwin’in en temel eserlerine baktığımızda teistik cümleler ile karşılaşırken, mektuplarından bazısında bilinemezci bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Bu nedenle bu kategoriler herkesi tam anlamıyla açıklayan kategoriler değildir, aynı kategorilerin içinde de farklılıklar olabilmektedir. Fakat bu kategoriler bize “evrimci-ateist”, “evrim karşıtı-teist” ayırımıyla herkesi sadece iki kategoriye paylaştıran yaklaşımın, kişilerin Evrim Teorisi’ne ve Tanrı inancına karşı aldıkları tavrın ilişkisini belirlememizde ne kadar eksik ve yanıltıcı olduğunu göstermektedir. Bu kategorileri daha detaylı incelememizin, konunun anlaşılmasına katkıda bulunacağı düşüncesindeyiz.

3.1.1 EVRİM TEORİSİ’NE İNANANLARIN SINIFLANDIRILMALARI

Evrim Teorisi’ne inananları hem teist, hem ateist, hem de agnostik olarak üç maddede sınıflayabileceğimize daha önce değindik. Darwin örneğinde gördüğümüz gibi iki kategori arasında gidip gelen birçok kişi de olduğu muhakkaktır. Gözlenen örneklerden anlaşıldığı kadarıyla Evrim Teorsi’ne inancın insanları ateistik bir inanca mecbur ettiği yanlış bir savdır. Fakat diğer yandan Evrim Teorisi’nin ateist yaklaşımları doğrulamak için kullanıldığı da bir gerçektir.

Evrim Teorisi’nin savunulduğu birçok kitapta, yazarlar, Tanrı inancı hakkında hiçbir görüş ifade etmezler. Bunun birçok nedeni olabilir; yazar polemik istemiyor olabilir, Evrim Teorisi’nin Tanrı inancı ile pozitif veya negatif bir bağlantısı olmadığını düşünüyor olabilir, Tanrı sorunu üzerine hiç düşünmemiş olabilir. Tanrı inancı hakkında hiç bir şey ifade etmemiş bir Evrim Teorisi savunucusunu hemen “bilinemezci” sınıfa dahil edemeyiz. Bu yazar “bilinemezci” sınıfa dahil olabildiği gibi pekala “teist” veya “ateist” de olabilir. Embriyolojide anne rahmindeki oluşum aşamalarını tarif eden bir bilim adamı, eğer Tanrı’dan bahsetmemişse, onun, “ateist” veya “bilinemezci” sınıfa hemen sokulduğuna tanık olmayız, fakat Evrim Teorisi ile ilgili eserlerde durum böyle değildir. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu ilk dönemden itibaren teolojik tartışmaların içinde yer alması gibi sebepler olsa da, yine de bu yaklaşım hatalıdır. Eğer Evrim Teorisi’ni savunan kişi Tanrı’ya inancı hakkında hiçbir şey söylemiyorsa ve bu konudaki görüşünü açıkça belli etmiyorsa, bu kişiyi aceleyle kategorize etmemek en uygunudur.

“Evrim Teorisi’ne inanan-bilinemezci” tanımlamasında ilk akla gelen örnek Thomas Henry Huxley’dir. Bunun nedenlerinden biri onun kendini açıkça böyle tanımlaması ve agnostik(bilinemezci) deyimini ilk kullanan kişi olmasıdır. Evrim Teorisi’ni savunan ve modern tartışmalara yön veren en ünlü isimlerden Stephen Jay Gould da kendini agnostik olarak tanımlamaktadır.[1] Bilinemezci yaklaşıma sahip bilim adamlarının genel eğilimi, bilim ile dini, aralarında aşılmaz bir duvar olan iki alan gibi değerlendirmeleri, bu yüzden bilimsel teorilerin teolojide herhangi bir sonucu olduğunu kabul etmemeleridir.

Dikkat edilmesi gerekli husus Evrim Teorisi’ni savunan kişilerin bir kısmının, Tanrı inancı ile Evrim Teorisi arasında hiçbir bağ kurmamasıdır. Bu kişiler de hem “teist”, hem “ateist”, hem “bilinemezci” olabilir. Fakat bu kişilerin inançlarının Evrim Teorisi ile hiçbir bağlantısı yoktur. Konumuz açısından bu çok önemli bir noktadır; çünkü bu kişiler de “Evrim Teorisi’ne inanan ateist” veya “Evrim Teorisi’ne inanan bilinemezci” gibi bir sınıfta yer alırlar, fakat bu şahısların Tanrı inancı konusundaki tavırlarının Evrim Teorisi ile hiçbir alakası yoktur. Bu şahıslar örneğin psikolojik sebeplerle ateist, geleneklerinden dolayı teist veya Tanrı inancı üzerine hiç düşünmedikleri için bilinemezci bir tavır içinde olabilirler. Evrim Teorisi’nin ateizme yol açıp açmadığı tahlil edilecekse, “evrimci-ateist” kişinin ateist görüşünün Evrim Teorisi’nden kaynaklanıp kaynaklanmadığını da saptamak gerekir. Tezimizin ilk bölümünde gördüğümüz gibi 19. yüzyılda Evrim Teorisi ortaya konmadan önce de birçok ateist vardı. Evrim Teorisi ile hiç ilişkisi olmayan birçok sebep ateizme yol açabilir. Öyleyse “evrimci-ateist” her kişinin ateizminin kaynağını Evrim Teorisi’ne bağlamak veya “evrimci-bilinemezci “ her kişinin bilinemezciliğine Evrim Teorisi’nin sebep olduğunu düşünmemek gerekir. Bazen bir kişinin “bilinemezci” tavrının kaynağını tespit etmek gerçekten zor olabilir. Örneğin Darwin’in teizm ile bilinemezcilik arasında geliş gidişlerinde “kötülük sorunu” önemli bir yer tutmaktadır; örneğin Asa Gray’a yazdığı bir mektupta masum bir insanın yıldırım çarpması ile ilgili ölümünü[2] sorarken buna tanıklık edebiliriz. “Türlerin Kökeni” ve daha birçok yerde Tanrısal yaratılışı ve doğal seleksiyonlu Evrim Teorisi’ni uzlaştıran Darwin’in, kimi zaman “bilinemezci” (bazılarına göre “ateist”) yaklaşıma doğru gidip geldiği doğru olsa da, doğal seleksiyonlu Evrim Teorisi’nin bunun mutlak sebebi olduğu söylenemez. Darwin’in dönemindeki Hristiyan din adamlarının Darwin’e karşı tavırlarının oluşturduğu psikolojik durum veya Darwin’in zihnini kurcalayan kötülük probleminin de bunda bir katkısı olabilir.

Evrim Teorisi ve Tanrı inancının ilişkisi açısından önemli bir nokta, Evrim Teorisi hakkında aynı kabulü olanların Tanrı hakkında değişik inançlara sahip olduğunu görmektir; fakat bundan daha önemlisi Evrim Teorisi hakkındaki kabullerin Tanrı inancını nasıl etkilediğini veya etkileyip ekilemediğini bulmaktır ki bu gerçekten zordur. Çünkü kişilerin Tanrı inancı sırf canlıların dünyasından gelen verilerle değil, aynı zamanda psikolojik yapı, varoluşsal sorunlar, sosyo-politik yaklaşım, şahsi tecrübe gibi birçok unsur ile de alakalıdır. Bunun örneklerinden birini Karl Marx ve Friedrich Engels ikilisinde gözlemleyebiliriz. Onlar, Darwin’in Evrim Teorisi’ni daha duymadan önce materyalist-ateist bir inancı benimsemişlerdi. Marx 1841 yılında yazdığı doktora tezinde ilkçağın en ünlü materyalistleri Demokritos ve Epikuros’u incelemişti. Daha bu eserinde materyalist yaklaşımını ortaya koyuyordu.[3] Darwin’in Evrim Teorisi’ni Marx ve Engels beğeniyle karşıladı[4], hatta Engels, Marx’ın sosyal dünyadaki teorisinin canlılar dünyasındaki karşılığının Darwin’in Evrim Teorisi olduğunu söyledi.[5] Sonuç olarak Engels ve Marx, kendilerinin sosyo-politik dünyada[6], Hegel’i takip ederek ve materyalist bir doğrultu vererek öngördükleri evrimsel süreci, canlılar dünyasında gösteren bir teoriyi severek kabul ettiler. Bu teorinin sadece maddi dünyanın içinde kalarak canlıların oluşumunu tarif etmede yararlı olacağını düşündüler. Fakat onlar, bu teori sebebi ile materyalist-ateist olmadılar; onlar materyalist-ateist yaklaşımları açısından bu teoriyi faydalı buldukları ve felsefelerindeki temel “evrim” kavramının, canlılar dünyasında karşılığını gördükleri için bu teoriyi benimsediler. Sonuç olarak Marx ve Engels, Evrim Teorisi’nden ateizme geçmediler.

Aynı sonucu Friedrich Nietzsche’nin yaklaşımında da gözlemlemekteyiz. Nietzsche bir yandan felsefesine aykırı bulduğu doğal seleksiyon kavramını eleştirirken,[7] diğer yandan insanların hayvandan türediğine dair atıflarıyla Evrim Teorisi’ni kabul ettiğini göstermiştir.[8] Fakat genel olarak Nietzsche’yi okuduğumuzda, onun evrim teorisi olmasa da ateist olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Nietzsche “teleolojik delili” muhatap olarak almaz, o rasyonel olarak kurulmuş bir ontolojiyi yıkmaya çalışıp da ahlak felsefesini sonra ortaya koymaz. O doğrudan ahlak felsefesini ortaya koyar ve sonra Tanrı’nın varlığını dışlayan ontolojisini ahlaksal görüşü çerçevesinde kurar. Bu, Kant’ın ahlaka dayalı ontolojisinde Tanrı’ya yer vermesinin tam tersidir; yani ahlaksal görüşlere dayanarak Tanrı’yı inkar etmek. Bu yüzden Nietsche’yi “Evrim Teorisi’ne inanan-ateist” olarak değerlendirmek doğru olsa da, onu “Evrim Teorisi yüzünden ateist” olarak değerlendirmek tamamen hatalıdır. O varoluşsal yaklaşımı ve ahlak felsefesi yüzünden ateisttir, Marx ve Engels’in sosyo-politik yaklaşımları sebebiyle ateizmi savunmaları gibi tüm bu düşünürler, Evrim Teorisi’ni kabul etseler de, onların ateizmi bu teoriye bağımlı değildir.

Oysa Richard Dawkins, “Evrim Teorisi’ne inanan-ateist” sınıf içinde yer almaktadır ve kitaplarının birçok yerindeki izahlarında ateizmin ancak Evrim Teorisi sayesinde rasyonel olabildiğini savunmaktadır.[9] Dawkins, Hume’un ve Darwin’den önceki ateistlerin “görünüşteki tasarımı” izah edemediğini, evrenin tasarımlanmış olduğuna karşı ciddi bir alternatif sunamadıklarını söylemekte ve bir arkadaşına karşı dile getirdiği “Darwin’in, Türlerin Kökeni’nin yayımlandığı 1859 yılından önce herhangi bir tarihte bir Tanrı tanımazın var olabileceğini hayal bile edemiyorum” şeklindeki iddialı yaklaşımını savunmaktadır.[10] Dawkins’in yaklaşımı ateizm ile Evrim Teorisi’nin adeta eşitlendiği bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Evrim Teorisi olmadan da ateizm var olabilirdi, ama bu ateizm rasyonel temellere sahip olamazdı. Bu yaklaşıma inananlar tesadüfi mutasyonların değişik canlı tipleri oluşturduğunu, doğal seleksiyonun ucube canlıları yok ettiğini ve bu tesadüfi uzun süreç sonunda oluşan canlıların tasarımlıymış gibi gözüktüklerini savunurlar. Dawkins’in ifadesine göre, doğal seleksiyon, aşılması imkansız görülen dağların bayırlarının aşılmasını gerçekleştiren baskı unsurudur.[11] Doğal seleksiyon ucubeleri elediği için var olan canlıların tasarımlıymış gibi gözüktüğünü savunan bu anlayış; canlıların tasarımından “teleolojik delile” giden yolu Darwinizmin kapadığını savunur. Gerçekten de Tanrı’nın varlığının rasyonel deliller ile temellendirilmesinde hiçbir delil “teleolojik delil” kadar etkili olmamıştır. Teleojik delilin ise en yaygın kullanılan delilleri, canlıların tasarımı ile ilgili olanlardır. Bu yüzden rasyonel temelli bir ateizmin ancak canlıların tasarımının inkar edilebilmesiyle savunulmasının mümkün olduğunu düşünen Dawkins gibi ateistler, Evrim Teorisi’nin ateizm ile eşitlendiği bir anlayışı savunmuşlardır.

Evrim Teorisi ile ateizmi eşitleyen bu anlayışa karşı bazı teistler, ateizmi yanlışlamak için Evrim Teorisi’ni yanlışlamak yoluna gitmişlerdir. Bir sonraki başlık altında Evrim Teorisi’ni reddedenlerin sınıflamasında bu yola başvuranlara değineceğiz. Birçok kişi ise Evrim Teorisi ile ateizmi eşitleyen bu anlayışa, Evrim Teorisi’ni yanlışlayarak değil, Evrim Teorisi ile ateizm arasındaki bağlantının yanlış kurulduğunu göstererek karşı çıkmışlardır. Aslında doğal seleksiyonlu Evrim Teorisi’ni ilk ortaya koyan Darwin[12] ve Wallace[13], teorilerinin tasarıma ve teizme aykırı olmadığını söylemişlerdir. Onlar bu teoriyi daha çok bilimsel bir sorunsal olarak ele alıp işlediler. Bazı düşünürler ise Evrim Teorisi’nin ve teizmin sentezini sistematik bir şekilde yapıp “teistik bir Evrim Teorisi’nin” savunmasını yaptılar. Tarihte bu tarz yaklaşımın en ünlü örneği fosil bilimci ve rahip olan Theilhard de Chardin’dir.[14] Evrim Teorisi’ne inanan tüm teistler, Chardin gibi bir dine bağlı kalmamışlardır. Örneğin Whitehead ve Hartshone de Evrim Teorisi’ne inanmışlardır, ama onların “Süreç-Teolojisi”nin yaklaşımı, tek Tanrı’lı dinlerin Tanrı yaklaşımından farklıdır. Tanrı-dünya ilişkisinde, Tanrı dünyayı değiştirip şekillendirirken bir yandan kendisi de oluşmaktadır; Tanrı değişmeyen bir yönü ve değişen bir yönü olmak üzere çift kutuplu bir mahiyete sahiptir.[15] “Evrim Teorisi’ne inanan teistleri” tek Tanrı’lı dinlere inananlar ve inanmayanlar olarak ayırabileceğimiz gibi, dine veya Evrim Teorisi’ne karşı tavırlarına göre de sınıflandırabiliriz. Örneğin Richard Swinburne daha ziyade teistik bir bakış açısıyla Evrim teorisi’ni kabul ederken[16], Theodosius Dobzhansky evrimci bir bakış açısıyla Yaratılış’ı kabul etmiştir.[17] Görülüyor ki Evrim Teorisi ve Tanrı inancı açısından yaptığımız dokuz maddeli sınıflama bile değerlendirme açısından yetersiz kalmaktadır. “Evrim Teorisi’ne inanan-teistler” arasında, “Evrim Teorisi’ne inanan-ateistler” arasında olduğu gibi alt sınıflar, farklılıklar mevcuttur. Tam bir değerlendirme için bu farklılıkları göz önünde bulundurmalıyız. Eğer bunları göz önünde bulundurmazsak “Evrim Teorisi’ne inanan-teist” olarak görülen Swinburne ve Dobzhansky’i birbirlerine çok yakın bir fikri savunuyor olarak değerlendiririz ki, bu önemli bir hata olur.

Sonuç olarak Evrim Teorisi’nin doğruluğunu kabul edenleri üç sınıfta toplayıp inceleyebiliriz;

1. Bilinemezciler (Agnostikler)

2. Ateistler

3. Teistler

Ancak bu sınıflamamız bu yazı boyunca gördüğümüz gibi yetersiz kalabilmektedir, bu yüzden belirttiğimiz hususlara da dikkat edilmelidir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

A. Evrim Teorisi’ne inancını belirtip, Tanrı konusunda hiçbir açık ifadesi olmayan ve dolaylı izahlarından açık bir şekilde Tanrı inancı konusunda bir fikir edinemediğimiz kişileri, hemen bu üç sınıftan birine sokmaya çalışmamalıyız.

B. Bazı şahısların psikolojik durumu veya diğer herhangi bir sebeple iki farklı sınıf arasında gidip gelebileceğini bilmeliyiz.

C. Evrim Teorisi’ne inanan kişinin “teistik”, “ateistik” veya “bilinemezci” görüşüne Evrim Teorisi’nin yol açıp açmadığını saptamalıyız. Ayrıca bunun tam tersi bir ilişkinin, örneğin ateistik görüşün Evrim Teorisi’ne inanmaya yol açıp açmadığını da belirlemeliyiz. Evrim Teorisi ile Tanrı inancı arasında bir ilişki varsa bu ilişkinin yönünü, neyin neye yol açtığını bilmeden yorumlamamız hatalı olacaktır.

D. Kişilerin Evrim Teorisi’ne inanç şekillerinde farklılıklar olabileceği gibi teistlerin Tanrı inançları arasında da, ateistlerin Tanrı’yı inkar ediş şekilleri ve nedenlerinde de, bilinemezci yaklaşımda olanın teizme veya ateizme mesafesinde de farklar olabilir. Bu yüzden “teist”, “ateist” ve “bilinemezci” diye nitelenen kişilerin, kendi içlerinde de farklı olabildiğini unutmamalıyız.

E. Evrim Teorisi’ne inanan kişilerin bu teoriye inancının mı daha belirleyici olduğu, yoksa teizme veya ateizme veya bilinemezciliğe inancının mı daha merkezi olduğu saptanmalı; böylece Evrim Teorisi merkezinde mi inançların ele alındığı, inançların merkezinde mi Evrim Teorisi’nin ele alındığı anlaşılmalıdır.

3.1.2 EVRİM TEORİSİ’Nİ REDDEDENLERİN SINIFLANDIRILMALARI

Evrim Teorisi’ne inananları üç maddede sınıflandırabileceğimiz gibi, Evrim Teorisi’ni reddedenleri de “bilinemezci”, “ateist”, “teist” olarak üç maddede toplayabiliriz. Dawkins ve onunla aynı görüşü paylaşanların ateizm ile Evrim Teorisi’ni adeta bütünleştiren yaklaşımına karşı Evrim Teorisi’ni reddeden ateist diye bir sınıfın olup olamayacağını merak edenler olabilir. Oysa modern ateizm açısından en önemli isimlerden biri olan pozitivizmin kurucusu Comte’un, Lamarck’ın Evrim Teorisi’nden haberdar olup bu teoriyi reddetmesi,[18] böyle bir sınıfın da var olduğunu gösterir. Üstelik Comte’un felsefesinde “evrim” kavramı çok merkezi bir rol oynamasına karşı Comte, Evrim Teorisi’ni reddetmiştir. Bazıları haklı şekilde Comte’un, metafiziksel unsurlara daha yatkın olan Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni reddettiğini, fakat Dawkinsçi anlamda Yeni-Darwinist bir yaklaşım ile karşılaşması halinde bunu kabul edeceğini düşünebilirler. Bu yorum tahminimizce haklıdır, fakat bundan çıkarmamız gerekli bir sonuç vardır. Teist, ateist veya bilinemezci yaklaşıma sahip birçok kişinin Evrim Teorisi’ne karşı tavrı, teoriyi kendisinden öğrendikleri kişinin veya kişilerin tavrına göre şekillenmiştir. Örneğin Evrim Teorisi’ni ilk olarak Theilhard de Chardin’in kitabından okuyan bir ateistin, bu teoriyi reddetmesinin olasılığının, Dawkins’den okumasına göre daha yüksek olduğu kanaatindeyiz. Sonuç olarak bir “teist”, bir “ateist” veya “bilinemezci” yaklaşıma sahip kişinin Evrim Teorisi’ni kabul veya reddetmesinin, bu teoriyi sunan kişinin yaklaşımından etkilendiğini; teorinin objektif değerlendirilmesinin, teorinin kabul veya reddinin gerçek sebebi olamayabileceğini göz önünde bulundurmalıyız.

Tezimizin bundan sonraki bölümünde Evrim Teorisi’ne “bilim felsefesi” açısından yapılan itirazları inceleyeceğiz. Söz konusu itirazları savunanlar bu teorinin yanlışlanamadığı, gözlemsel ve deneysel veriler içermediği gibi itirazlar ileri sürerler. Bu itirazları ileri sürenler Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci bir tavır da sergileyebilirler, bu teoriyi ret de edebilirler. Bazıları bilimsel kriterlerin bu teoriyi doğrulamadığını, bazıları ise bilimsel kriterlerin bu teoriyi yanlışladığını ileri sürmektedirler. Bilimsel kriterlerin bu teoriyi doğrulamadığını veya Karl Popper gibi bu teorinin totolojik önermeler üzerine kurulu olduğunu, bu yüzden bu teorinin yanlışlanamayacağını, yanlışlanamayan bir teorinin ise bilimsel olmadığını[19] ileri sürenlerden beklenen tavır bu teoriye karşı bilinemezci bir tavır takınmaları veya bu teoriyi inkar etmeleridir.

Fakat bu teorinin metafizik bir teori olduğunu söyleyenlerden, bu teorinin pratik faydaları açısından teoriyi kabul ile teoriye karşı bilinemezci bir tavrın arasında yer alanlar da vardır.[20] Oysa bu teorinin ileri sürdüğü iddiaların bilimsel bulgular tarafından yanlışlandığı da iddia edilmektedir. Örneğin fosil bilimci Duane T. Gish, Kambriyen devrinde çok hücreli canlıların birden ortaya çıktığını belirterek, bunun Evrim Teorisi’nin beklentilerine aykırı olduğunu söyler.[21] Evrim Teorisi’nin yanlışlandığı için doğru olmadığını ileri sürenler bu teorinin sadece test edilemediğini ileri sürenlere karşı daha açık bir teoriye karşı inkarcı tavır sergilemektedirler. Bu tavrı sergileyenler de teorinin test edilemeyen iddialarını kullanırlar.[22] Ama bununla yetinmezler ve teorinin test edilemeyen iddialarının, bilim dışılığına delil olmasının yanında; teoriyi yanlışlayan delillerin, reddedilmesini de gerektirdiğini ileri sürerler.

Evrim Teorisi’ni reddedenlerin içinde hem teist, hem ateist, hem de bilinemezci tavır sergileyenlerin olduğu doğrudur. Fakat Evrim Teorisi’ni reddeden en geniş grubun “teist” grup olduğunu söyleyebiliriz. 1920’li yıllarda Amerika’da Evrim Teorisi’ne inananların oranının, gerek felsefe alanından gerekse Hristiyan bilim adamları tarafından, 1960’lı yıllardan itibaren bu teoriye getirilen felsefi ve bilimsel eleştiriler sonunda dikkat çekici bir biçimde düştüğü gözlenmiştir. Gallup’un 1982 yılında Amerika genelinde yapmış olduğu araştırmada, Amerikan halkının %44’ünün türlerin birbirinden bağımsız yaratıldığına, %38’inin teistik bir evrime, %9’unun ise ateistik bir evrime inandığı belirlenmiştir. 1935’te Brigham Young Üniversitesi’nde (Mormon Okulu) insanın evriminin reddedilmesinin oranı %36 iken, bu oran 1973’de %81’e çıkmıştır.[23]

Ateistler, Evrim Teorisi’ni reddettikleri zaman, bu teorinin yerini tutacak canlıların oluşumunu açıklayan bir teori gösteremeyeceklerdir. Evrim Teorisi ortaya konmadan önce ateistlerin büyük çoğunluğu, canlıların “kendiliğinden türeme” yoluyla oluştuğunu savunmuşlardı. Daha önce gördüğümüz gibi eski dönemde farelerden kurtçuklara kadar bir çok canlının sürekli “kendiliğinden türemeyle” oluştuğuna dair bir inanç vardı. Gelişmiş mikroskopların bulunmasıyla önce kısmen, sonra tamamen “kendiliğinden türemenin” imkansız olduğu anlaşıldı. Böylece canlıların tesadüfen oluştuğunu iddia edenler, tesadüfi bir evrimsel süreçle canlıların oluşumunu açıklamaya kalktılar. Bilinemezciler de, Evrim Teorisi’ni reddettikleri zaman canlıların oluşumu ile ilgili bir mekanizma göstermekte aynı zorluğu çekeceklerdir.

Teistler için ise durum farklıdır. Onlar, Tanrı’nın varlığını ontolojilerinin merkezine koydukları için, Tanrı-alem ilişkisinde Tanrı’nın planı ve kudreti belirleyicidir. Tanrı isterse her canlıyı birbirinden bağımsız da yaratabilir, isterse her canlıyı birbirinden evrimleştirebilir de. Sonuçta bir teist, Evrim Teorisi’ne karşı “özel yaratılışı” kabul ettiğinde, ontolojisi gereği “özel yaratılışı” temellendirebileceği bir varlık anlayışına sahiptir. Bu yüzden teistler Evrim Teorisi’ni çok daha rahat inkar edebilirler. Ateistler ve bilinemezciler, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri dolduramadığını kabul etseler de, bu teoriye karşı alternatif bir teori sunamadıkları için bu teoriyi reddetmeleri zordur. Bir çok teistin, Evrim Teorisi’ni inkar etme nedeni işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Ateistlerin kabul etmeye mahkum olduğunu düşündükleri bu teoriyi yanlışlayarak ateizmi de yanlışlayacaklarını düşünmektedirler.[24] Bu yüzden bir çok teist, “Tanrısal yaratılış” ve “Evrim Teorisi’ni” birbirine tam zıt iki teori olarak konumlandırırlar. Bu konumlandırmada bu iki kategori dışında “teist-evrimci” gibi kategorileri yok sayarlar.[25] Bu yaklaşım, aslında Richard Dawkins gibi “ateist evrimcilerin” de tamamen paylaştığı bir yaklaşımdır.

Bu yaklaşımı benimseyen teistler, evrende tasarımı gösteren delilleri sadece “teleolojik delilin” doğruluğunun ispatı olarak görmezler, aynı zamanda teleolojik delilin ispatını Evrim Teorisi’nin yanlışlanması olarak gördükleri için, bu deliller ile Evrim Teorisi’nin yanlışlandığını da savunurlar. Örneğin gözün tasarımlandığını gösteren deliller, teizmin ispatı sayılmanın ötesinde Evrim Teorisi’nin reddi olarak da kabul edilir.[26] Gerçi gözün tasarımı, gözün parçalarının yavaş yavaş oluşamayacağı gibi savlarla, mikro mutasyonların toplamıyla evrimin oluştuğunu savunan hakim evrimci (özellikle Yeni-Darwinci) görüşe karşı da kullanılır; ama bunun dışında, tasarımın varlığı tek başına sırf tesadüfün veya ateizmin değil, aynı zamanda Evrim Teorisi’nin yanlışlanması olarak, bu anlayışça kabul edilir.

Burada dikkat çeken nokta “Tanrı vardır” önermesi ile “Evrim Teorisi doğrudur” önermelerinin birbirinin tersi olarak sunulmasıdır; böyle bir sunumda bu önermelerin birinin değillemesi veya bu önermelerden herhangi birinin saçmalığa indirgenmesi (reductio ad absurdum), diğerinin doğruluğunun delili olarak sayılır. Çünkü bu önermelerden her biri diğerinin değillemesi olarak ele alındığı için, değillemenin değillemesi öbür önermenin doğruluğunu verecektir. Mantık kuralları, birbirleriyle çelişik iki önermeden biri doğruysa diğerinin mutlaka yanlış olduğunu söyler.[27] Bu mantığın doğruluğunu savunanlar, Tanrı kavramının açılımının Tanrı’nın evreni tasarımladığı sonucuna götürdüğünü, Evrim Teorisi’nin savunulmasının ise evrenin tesadüfen oluştuğunun, yani tasarımlanmadığının savunulmasının tek yolu olduğunu söylerler. Bu mantığın doğru bir yönü olmakla beraber yanlış bir yönü de olduğu kanaatindeyiz. Sırf maddi evren içinde kalındığında, tesadüfen oluşumu savunanların Evrim Teorisi’ni savunmak dışında bir alternatifleri olmadığı anlaşılmaktadır. Bir anda oluşan bir göz, bir anda oluşmuş ve çalışan kanatları tesadüfle izah etmek tamamen saçma görünecektir. Bu organların kompleks yapılarının ve mikro seviyedeki hücrelerinin tasarımının mükemmelliğinin anlaşılmadığı bir dönemde “kendiliğinden türeme” yoluyla tesadüfi oluşum savunulmuştu. Ancak gelişen bilimsel veriler “kendiliğinden türeme” ile canlıların oluşumunu savunmayı tamamen imkansız kılmıştır. Sonuçta “kendiliğinden türemeyi” savunamayacak olan ateistlerin, Evrim Teorisi’ni savunmak veya canlıların orijinini tamamen bilinemezciliğe terk etme dışında bir seçenekleri yoktur. Canlıların orijinine bilinemezci yaklaşım ise sadece tavırsal bir alternatiftir; Evrim Teorisi’ne veya “özel yaratılışa” karşı bir seçenek getirme anlamında alternatif değildir. Sonuçta Evrim Teorisi’nin yanlışlanması, “Tanrısal yaratılış” dışında bir alternatif bırakmadığı için Tanrı’nın varlığını ispatladığı söylenebilir. Ama Evrim Teorisi’nin doğrulanmasının, Tanrı’nın varlığını yanlışladığını söylemek mümkün değildir. Çünkü birçok kişinin kabul ettiği gibi pekala Tanrı’nın yarattığı bir evrim de mümkündür.

Bazı teistler “Tanrı canlıları neden evrim ile yaratsın ki?” diye sorabilir ama kanaatimizce hiçbir teist “Tanrı, istese de canlıları evrim yoluyla yaratamaz” diyemez. Sonuçta eğer Tanrı’nın yarattığı bir evrim mümkün ise, o zaman “Tanrı vardır” ve Evrim Teorisi doğrudur” önermeleri birbirlerinin değillemesi olamazlar. Evrim Teorisi’nin değillemesi, tasarım kanıtının doğruluğunu ispat ettiği iddia edilebilecek olsa bile; bu, Tanrı’nın varlığı ispat edildiğinde, Evrim Teorisi’nin reddedilebileceğini göstermez. Fakat “Tanrı vardır” önermesinin eğer değillemesi yapılabilirse, o zaman Evrim Teorisi ispat olunmuş olur. Çünkü Tanrı’nın yer almadığı bir ontolojide Evrim Teorisi’ne bir alternatif üretmek mümkün gözükmemektedir. Sonuç olarak bir teistin, Evrim Teorisi’ne hem inanması, hem inanmaması, hem bu teoriye karşı bilinemezci bir tavır içinde kalması mümkündür. Evrim Teorisi’ne inanan birinin teist veya ateist yada bilinemezci olması mümkündür. Bir ateistin ise Evrim Teorisi’ni ya kabul etmesi, ya da bilinemezci bir tavır içinde kalması gerekir. Evrim Teorisi’ni reddeden birinin ise ya teist olması, ya da bilinemezci bir tavır içinde kalması lazımdır. Bir materyalist-ateist (en yaygın ateist tipi), evrime karşı olur ise onun alternatifini savunacak bir ontolojiyi göstermesi mümkün gözükmemektedir. Aynı şekilde Evrim Teorisi’ni reddedenin de, Richard Dawkins’in dediği gibi, Tanrı merkezli bir ontolojinin temellendirdiği tasarıma karşı gösterecek hiçbir ciddi alternatifi gözükmemektedir.[28] Sonuç olarak “Evrim Teorisi’ni reddeden-ateist” kategorisinde Comte ve daha başkaları yer alsa da; tüm kategoriler içinde en savunulamayacak kategori bu olacaktır. Teistlerin dikkat etmeleri gerekli husus ise, Evrim Teorisi’ne ateistlerin adeta mahkum olması, teistlerin bu teoriyi inkar etmesi için yeterli sebep değildir. Asıl olan bu teorinin doğru olup olmadığıdır. Eğer bu teori doğru ise ve teizm, sırf ateizmin bu teoriye mahkumiyetinden dolayı bu teoriyi reddediyorsa, o zaman teizmin bu teorinin yanlışlanmasına ihtiyacı olduğu gibi isabetsiz bir sonuç çıkarılacaktır (ne yazık ki bunun gerçekleştiğine tanık olmaktayız). Bu ise teorinin doğrulandığına dair iddiaların, sanki Tanrı’nın varlığını yanlışlamayı içerdiği gibi hatalı bir anlayışa sebep olacaktır.

Aslında Evrim Teorisi’ne en tarafsız gözle bakma imkanına sahip olanlar teistlerdir. Çünkü teistik ontoloji, Evrim Teorisi’ni hem kabul edecek, hem de reddedecek imkanı içinde taşır. Oysa ateistlerin aynı objektif tavrı Evrim Teorisi’ne karşı göstermeleri kolay değildir. Çünkü materyalist-ateist ontoloji, birbirinden bağımsız ortaya çıkan canlı türlerini sadece maddi evren içinde kalarak açıklama konusunda çok zor durumda kalacaktır. Bu tespitimiz, teistlerin Evrim Teorisi’ne daha önyargılı yaklaşmasının beklenmesine dair genel önyargıya tam aksi bir durumu ifade etmektedir. Pratikte durum ne olursa olsun, teistler ateistlere göre Evrim Teorisi’ne daha objektif yaklaşabilecek bir pozisyondadırlar. Bu yüzden teistlerin ontolojilerinin elverdiği objektiflikten faydalanmaları ve sırf ateistleri zora sokmak endişesiyle Evrim Teorisi’ni ele almamaları daha mantıklı gözükmektedir. Ancak objektif yaklaşımlarının sonucunda teorinin yanlış olduğuna kanaat getirirlerse, bilimsel itirazlarını açıkça ortaya koymalıdırlar. Çünkü bir teist, Evrim Teorisi’ni alternatifsiz bir teori olarak görmek zorunda değildir. Bir teist için, Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı, Tanrı’nın varlığına ve yokluğuna dair bir mesele olarak değil, Tanrı-evren ilişkisinde Tanrı’nın canlıları hangi yöntemle yarattığının belirlenmeye çalışılmasına dair bir mesele olarak görülmelidir. Bu yüzden bu bilimsel teori, bilim felsefesinden ve bilimin doğasından gelen yöntemlerle önyargısız bir şekilde sorgulanmalıdır.

3.1.3 EVRİM TEORİSİ’NİN DOĞRULUĞU VEYA YANLIŞLIĞI BİLİNEMEZ DİYENLERİN SINIFLANDIRILMALARI

Evrim Teorisi’nin doğruluğunun veya yanlışlığının bilinemeyeceğini söyleyenler de bilinemezci, ateist, yada teist olarak sınıflandırılabilirler. Daha önce belirttiğimiz gibi birçok kişinin teist, ateist veya bilinemezci olmasında Evrim Teorisi’nin etkisi sanıldığı oranda etkin olmamıştır. Evrim Teorisi’ne yaklaşımın “neden”; teizm, ateizm veya bilinemezciliğin “sonuç” olarak görüldüğü yaklaşımlar birçok zaman hatalı olabilmektedir. Bazen teizm, ateizm veya bilinemezcilik “neden”; Evrim Teorisi’ne yaklaşım tarzı “sonuç” olabilir. Bazen ise Evrim Teorisi’ne yaklaşım ile teizm, ateizm, bilinemezcilik arasında hiçbir bağlantı olmayabilir. Evrim Teorisi’ne yaklaşım ve “Tanrı inancı” konusundaki tavrın dokuz ayrı kategoride incelenilebileceğini gördük. Bu kategorilerde nedensellik ilişkisi açısından üç ayrı alt sınıflama yapılabileceğini de göz önünde bulundurmamız faydalı olacaktır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

1. Evrim Teorisine yaklaşımın neden, Tanrı inancı konusundaki tavrın sonuç olması.

2. Evrim Teorisi’ne yaklaşımın sonuç, Tanrı inancı konusundaki tavrın neden olması.

3. Evrim Teorisi ve Tanrı inancı arasında neden ve sonuç ilişkisi olmaması.

Birçok kişi gelenekleri, şahsi tecrübeleri, varoluşsal sebepler ve ailesinin yaklaşımları gibi etkenlerle teist, ateist veya bilinemezci olabilir. Bu kişiler eğer biyoloji ile hiç ilgilenmemişlerse veya biyolojiye ilgileri Evrim Teorisi konusunda bir sonuca varmalarına sebep olmadıysa, Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci bir tavır içinde kalabilirler. Bu kategorilerde yer alanlar genelde Evrim Teorisi ile Tanrı inancı arasında nedensel bir bağlantı bulunmadığını düşünürler. Bu yüzden teizm, ateizm veya bilinemezcilik yönündeki tavırlarını Evrim Teorisi’nden bağımsız olarak oluştururlar.

Fakat, Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci tavır içinde kalanların, her zaman için Evrim Teorisi ile yeterince ilgilenmedikleri için bu tavrı sergiledikleri düşünülmemelidir. Örneğin dünyadaki en kalabalık ve en organize dini mezhebin bir önceki lideri olan Papa II. John Paul’un kendi yaşam süresi boyunca hep gündemde olan Evrim Teorisi ile ilgilenmediği düşünülemez. Eğer kendisi bu konuyla yeterince ilgilenmemiş olsa bile, açıklamalarını yaparken danıştığı geniş grup içinde bu konuyla ilgilenmiş olanlar herhalde pek çoktur. Papa John Paul II, Evrim Teorisi ile Hristiyanlığın uzlaştırılabileceğini açıklamıştır, ama bunun Katolik öğretiler ile çelişmeden yapılması gerektiğini söylemiştir.[29] Örneğin insanın mahiyetinin ontolojik farklılığına dair inançtan asla vazgeçilemez, insan ile ontolojik bir sıçrama olduğu kabul edilmelidir.[30] Daha önce gördüğümüz gibi doğal seleksiyona dayalı Evrim Teorisi fikrini Darwin ile beraber ilk ortaya koyan Wallace da insanın mahiyet farklılığına inanıyordu.[31] Papa II. John Paul, Evrim Teorisi’nin din ile uzlaşabileceğini belirtmiş olmakla Evrim Teorisi’ni kabul etmiş değildir. Ama bu teoriyi kabul etmemesine rağmen, din ile uzlaştırılabilineceğini söyleyerek teoriyi reddetmemesi; sınıflamamızda Papa’yı “Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci-teist” sınıfa sokmamıza sebep olmaktadır.

Papa’nın bu açıklaması, Katolikliğin dünyanın en büyük teist mezhebi olması yanında, Katolikliğin teolojik kabulüne göre Papa’nın yanılmaz bir otorite olarak kabul edilmesi[32] açısından da özel bir öneme sahiptir. Bu da “Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci-teist” sınıfın dikkate alınması gerekli bir sınıf olduğunun delilidir. Kanaatimizce, bu sınıf içinde yer alanlar hem tutarlı, hem de teizm açısından akılcı bir tavır içindedirler. Çünkü bu tavırlarıyla, Evrim Teorisi’nin doğrulanmasının Tanrı’nın varlığını yanlışladığı gibi bir sonucun anlaşılmasına kapıları kapatmaktadırlar. Daha önceden belirttiğimiz gibi teistik ontolojide, Tanrı’nın canlıları gerek evrim ile gerekse birbirlerinden bağımsız olarak yarattığını kabul etmeye bir engel yoktur. Teistik dinler zaten canlıların bir hammaddenin (toprak ve su) dönüşümü sonucu oluştuğunu kabul ederler. O zaman bu hammeddenin yanında, canlıların da birbirlerine dönüştürüldüğünü kabul etmenin Tanrı inancı açısından bir olumsuzluk getirmemesi gerekir. Bir teist Evrim Teorisi’ni mümkün olarak gördüğü için kabul etmek zorunda değildir; teistin kabul ettiği Tanrı’nın, toprak ve su ile canlıların yaratılışı arasına, diğer canlıları ara form olarak sokmamış olması da mümkündür. Bir teistin, Evrim Teorisi’ne karşı bilinmezci bir tavır içinde olması, din-bilim çatışmasına kapıları kapayacaktır. Ateistlerin, canlıları sadece maddi evren içinde kalarak açıklama çabaları; onları, Evrim Teorisi’ni kabul etmeye yönelik dogmatik bir tutum içine sokabilir. Oysa teistler “Tanrı’nın yaratılışta dilediği metodu seçeceğini” düşünerek, Evrim Teorisi’ni kabule veya redde dogmatik yaklaşmama konusunda ontolojik imkana sahiptirler. Bu dediğimiz sadece imkanları göstermek açısındandır, pratikte kimin daha dogmatik olduğuna dair bir saptama yapmadığımızı belirtmeliyiz.

Popper ve diğer felsefecileri takip ederek Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayan bir teori olduğunu söyleyerek Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci bir tavır geliştirenler de olmuştur. Buna göre Evrim Teorisi ile ilgili iddialar, kendine özgü tek bir süreçle ilgilidir, bunlar ne test edilebilir, ne de bilimsel bir kanun olabilir.[33] Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağını ileri sürenlerden bir kısmı, bu teorinin yararlı bir hipotez olduğunu ileri sürmek eğilimindeyken[34], bir kısmı ise yanlışlanamayan bir teorinin bilimsel kriterlere uymadığı için tamamen ortadan kalkması gerektiğini savunmaktadırlar.[35] Görüldüğü gibi Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağını söyleyip bilimsel kriterlere uymadığını söyleyenlerin hepsinin Evrim Teorisi’ne yaklaşımı tamamen aynı değildir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, gerek Evrim Teorisi’ne gerekse Tanrı inancına karşı bilinemezci tavır içinde olanlar ile ilgili tespit, kabul veya reddedenlere dair tespitlerden daha zor olmaktadır. Fakat Evrim teorisi’ni veya Tanrı’nın varlığını da kabul veya reddetmeden; olumlu veya olumsuz şıkların dışında kalmak (Evrim Teorisi’ne veya Tanrı’nın varlığına karşı bilinemezci tavır içinde olmak) hem Evrim Teorisi hem de Tanrı inancı açısından küçümsenmeyecek kadar yaygındır. Bu yüzden Evrim Teorisi açısından üçlü bir ayırım, Tanrı inancı açısından üçlü bir ayırım yapıp; ikisi açısından ise dokuz tane sınıf olduğunu göstermeye çalıştık.

 

3.2 MUCİZELER, DETERMİNİZM VE İNDETERMİNİZM

Özellikle monoteist üç büyük dine inanan teistlerin, mucize konusuna bakışlarının ne olduğunun ortaya konulmasının Evrim Teorisi’ne bakış açılarının belirlenmesi açısından özel bir önemi vardır. Mucizelerin nasıl gerçekleştiği ile ilgili kanaat, Tanrı-evren ilişkisinin nasıl olduğu ile ilgili kanaati de belirlemektedir. Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise, peygamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delalet eden fiil anlamına gelmektedir. Peygamber, doğruluğunu kanıtlamak için olağanüstü bir iş yaparak inanmayanlara meydan okur ve inanmayanları aciz bırakır.[36] Mucize kavramının İngilizce karşılığı olan “miracle” da İlahi müdahaleyi ifade eden olağan dışı olayları ifade etmek için kullanılır.[37] “Miracle” kelimesi etimolojik olarak aciz bırakma anlamını içermese de, ıstılahtaki anlamının “mucize” ye karşılık geldiğini söyleyebiliriz.

Burada karşımıza çıkan soru, Tanrı’nın, mucize gösterilmesi için doğa yasalarını askıya alıp almayacağı ile ilgilidir. Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal etmeyeceğini, bu yasaları kısa bir süre için bile olsa devre dışı bırakmayacağını düşünenler, genelde teistik bir Evrim Teorisi’ni savunmaya daha eğilimlidirler. Buna mukabil, Tanrı’nın doğa yasalarını bazen askıya alıp evrene müdahale ettiğini düşünenler, canlı türlerinin birbirlerinden bağımsız olarak yaratıldığını savunmaya daha eğilimli olmuşlardır. Türlerin yaratılmasını, Tanrı’nın bir yaratılış mucizesi olarak düşünürsek, Tanrı’nın bu yaratışları ile Peygamberlerine mucizeler göstertmesi ile ilgili karşımıza çıkan sorular aynı olmaktadır. Her iki durumda da, Tanrı’nın önceden koyduğu evrensel yasaları ihlal edip etmeyeceği ve eğer Tanrı bu yasaları ihlal etmeden türlerin yaratılışını gerçekleştirdiyse veya Peygamberleri aracılığıyla mucize gösterdiyse, bunun nasıl olduğu ile ilgili sorunsallarla yüzleşiyoruz. Bu da bize, mucizeler konusundaki yaklaşımımızın, türlerin yaratılışı ile ilgili yaklaşımımız ile alakalı olduğunu, bu iki konudan birindeki yaklaşımımızın diğerini etkileyeceğini göstermektedir. Birçok teistin bu konudaki tartışmada sorguladığı Tanrısal hikmetin ne şekilde olduğu, Tanrısal hikmetin doğa yasalarının askıya alınmasına kısa süre için bile olsa izin verip vermeyeceğidir. Birazdan göreceğimiz gibi birçok düşünür bu sorunsala karşı farklı yaklaşımlar göstermişlerdir.

Descartes, Tanrı’nın mükemmelliği sebebiyle doğasında bir değişikliğin olmayacağını ve Evren’de mekanistik bir şekilde işleyen doğa kanunlarının değişmezliğinin güvencesinin, Tanrı’nın doğasındaki bu değişmezlik olduğunu söyler.[38] Kendi döneminin Kartezyen felsefesinin etkisinin altındaki Spinoza (1632-1677), evrensel doğa kanunlarının, Tanrı’nın doğasının ve mükemmelliğinin bir sonucu olduğunu, Tanrı’nın bu kanunlara aykırı hareket ettiğini iddia edenlerin, Tanrı’nın kendi doğasına aykırı hareket ettiğini söylemek gibi bir saçmalığa düşeceğini iddia etti.[39] Her ne kadar söylemleri benzer olsa da Descartes ile Spinoza’nın yaklaşımını ayırdetmek lazımdır. Descartes için Tanrı ile evren farklı cevherlerdi, Descartes’ın yaklaşımı, doğa üstü müdahale anlamında mucizeleri inkar etmek için değildi. O, mekanistik bir bilim anlayışının temellerini kurmaya çalışıyordu. Oysa Spinoza monist idi, Tanrısal cevher ile doğayı özdeşleştirmişti. Bu yüzden Spinoza için Tanrısal doğa ile doğa yasaları arasındaki geçiş doğrudandı.[40]

Spinoza’dan derinden etkilenen Schleiermacher (1768-1834) sorunu şu şekilde ifade etmektedir: Doğa, birbirleriyle neden-sonuç ilişkisiyle karşılıklı bağımlılık ilişkisinde bulunan olayları içeren bir sisteme sahiptir. Bu sistemde bir olay oluştuğunda onu açıklayan bir sebebi vardır. Mucizeyi doğa üstü anlamında alırsak, bu sistemde “M” mucizesini oluşturan doğal bir sebep yoktur ve “M”, “A” olayı kendisine sebep olmamak ile beraber “A” olayının sonucu gibi yerini alır ve sonra “X” olayına sebep olur. Normalde “A” olayı “B” olayına sebep olacakken “M”, “B” olayının yerini doldurur. Schleiermacher, bu şekilde mucize anlayışının sadece doğa kanunlarına ters düşmediğini, aynı zamanda doğal olarak oluşacak “B” olaylarının yerinin de “M” mucizesiyle doldurulduğunu söyler. Schleiermacher’e göre mucizelere bu yaklaşım Hristiyan teolojisinden atılmalıdır.[41] Schleiermacher, nedenselliği sadece fiziki değil aynı zamanda mantıki bir zorunluluk olarak görmektedir. Bu yüzden nedenselliğe aykırı gördüğü “M” olayının gerçekleşmesini kabul etmemektedir.[42]

Gerek Spinoza, gerek Schleiermacher klasik fiziğin oluştuğu yıllarda yaşamışlardır ve felsefelerinde muhakkak bunun etkisi vardır. Klasik fiziğin bize en doğru evren tablosunu verdiğini düşünenlerin mucizeleri temellendirmeleri için birkaç açıklama biçimi olabilir. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Tanrı’nın mucizeleri gerçekleştirmek için bir süreliğine doğa yasalarını askıya aldığı söylenebilir. Buna göre Tanrı bir süreliğine bu yasaları askıya alıp Peygamberlerin destekleneceği veya türlerin yaratılacağı bir sistemi öngörmüştür. Tanrısal yasalar (Sünnetullah) doğa yasalarını da içeren fakat daha geniş bir anlamda anlaşılmalıdır. Buna göre Hz. Musa’ya denizin yarılması için mevcut yasalar durdurulmuştur.[43] Tanrı Hz. Musa için bu mucizeyi gerçekleştirerek, kendisinin doğa yasalarına hakimiyetini ve istediği zamanda bu yasaları askıya alacağını göstererek insanlara kanıt sunmuştur. Doğa yasalarının bazen askıya alınması, Tanrısal yasaların ve sistemin bir parçası olduğu için, bu yaklaşımda, doğa yasalarının askıya alınması Tanrı’nın kendisiyle çelişkiye düşmesi olarak görülmez. Mekanistik kurallarla çalışan bir makinenin, bazen durdurulup, parçalarının, makinenin geliştirilmesi için değiştirilmesi gibi bir istisna, nasıl makinelerle ilgili daha geniş bir yaklaşım açısından, makinenin mekanist sistemine aykırı bir hareket olarak görülmemesi gerektiği gibi; aynı şekilde, Tanrı’nın tüm sistemi açısından, Peygamber yollamak gibi bir istisnanın, doğa yasalarını ihlal etmek gibi bir istisna ile birleştirilmesi, Tanrı’nın en geniş anlamıyla sistemi (Sünnetullah) açısından bir çelişki oluşturmaz.

2- Tanrı evrende olacak her olayı önceden bilecek ve hesaplayabilecek güce sahip olduğundan, en baştan her şeye müdahale ettiği de savunulabilir. Bu görüş, Tanrı’nın baştan müdahale ile varlık arası uyumu sağladığını[44] söyleyen Leibniz’in felsefi sisteminde de savunulmuştur. Kanaatimizce, bu görüşün savunulması, İzafiyet Teorisi ile zamanın izafi olduğunun ortaya konmasından sonra daha da kolaydır.[45] İzafiyet Teorisi ile onbeş milyar yıl önce (Big Bang’in tahmini zamanı)[46] yapılan bir müdahale ile, bir olay olmadan bir saniye önce yapılan müdahale arasında ciddi bir fark kalmamıştır. Einstein ile “mutlak zaman” kavramı kırılmış, zamanın hız (özel görecelik kuramı) ve yer çekimi (genel görecelik kuramı) gibi değişkenlerden etkilendiği ortaya konulmuştur.[47] Bu sarsıcı fikirler teorik platformda kalmayıp deneysel verilerle de desteklenmiştir.[48] Tanrı’nın her an müdahalesi ile, en baştan her şeye müdahale etmesini kavramakta en önemli sorun “zaman” kavramından çıkmaktadır. İzafiyet Teorisi’nin zamanın mutlak olmadığını göstermesi, onbeş milyar yıllık bir süreci önemsizleştirmesi açısından çok önemlidir. Leibniz’in, klasik fiziğin egemen olduğu bir dönemde ileri sürdüğü baştan müdahale yaklaşımının, Einstein’dan sonra daha da rahat savunulabileceği kanaatindeyiz.

Baştan müdahale yaklaşımıyla, Tanrı’nın, evrensel kanunları araçsal sebepler olarak kullanıp, bu kanunların hiç dışına çıkmadan birçok mucizeyi gerçekleştirdiğini savunmak mümkündür. Örneğin Hz. Musa’ya denizin yarılmasının, Tanrı’nın evrenin en başından planladığı ve gelgit olayındaki gibi fiziksel kanunları araçsal sebep olarak kullanarak bunları gerçekleştirdiği söylenebilir. Bu yaklaşım ile Tanrı’nın baştan tüm detaylarını planladığı bir evrim ile canlıları yarattığı da savunulabilir. Eğer biri “Tanrı tüm türlerin ayrı ayrı yaratılmalarını baştan planlayarak ve fiziksel süreçlerin hiç dışına çıkmayarak bunu gerçekleştirmiş olamaz mı?” diye sorarsa, Tanrı’nın her şeye gücünün yettiğine inanan bir teist, bunu da mümkün görmek durumundadır. Çünkü Tanrı’nın baştan müdahalesi ile her an müdahalesi arasında bir fark olmadığını düşünürsek, Tanrı’nın her an müdahale ile gerçekleştirebildiği şeylerin tümünü baştan müdahale ile de gerçekleştirdiğini düşünmek durumunda kalırız. Tanrı’nın fiziksel süreçleri araçsal sebep olarak kullanması, Etienne Gilson’un deyimiyle bir işçinin bir aleti kullandığı gibi maharetle kullanması[49] veya Karl Barth’ın yaklaşımıyla doğanın Tanrı’nın hizmetçisi olması[50], Tanrı’nın istediği her türlü yaratılışı (evrimci, bağımsız veya ikisinin karması) ve her türlü mucizeyi bu aracıyı ihlal etmeden gerçekleştirebileceği (gerçekleştirdiği değil) anlamını taşır. Bu yaklaşım, Tanrı’nın müdahalesine ve doğa yasalarının askıya alınmadan bunun gerçekleşmesine olanak tanıdığı için, Spinoza ve Schleiermacher’in bahsettiğimiz eleştirilerine maruz kalmadan mucizeleri savunmayı mümkün kılar.

3- Tanrı’nın mucizeleri gerçekleştirmek için melekleri aracı olarak kullanmasına vurgu yapılarak da mucizelerin nasıl gerçekleştiği açıklanmaya çalışılabilir. Gerek Eski Ahit’te, gerek Yeni Ahit’te, gerekse Kuran’da Tanrı’nın birçok mucizeyi melekler aracılığıyla gerçekleştirdiği zaten ifade edilmektedir. Mucizelerin melekler aracılığıyla gerçekleştirildiğini söylemek, mucizeler gerçekleştiğinde doğa yasalarının ihlal edildiği veya ihlal edilmediğine dair kesin bir şey ortaya koymaz. Melekler fizik-ötesi varlıklar olarak algılandıkları için, melekler aracılığıyla müdahale doğa yasalarının askıya alınması anlamına gelebilir. İnsanların otoyol için dağların şeklini veya enerji için barajlarla ırmakların akışını değiştirmeleri gibi, melekler, Tanrısal iradenin doğrultusunda mucizelerin gerçekleşmesinde aracı sebep olmuş da olabilirler. Aynı şekilde türlerin yaratılışında da meleklere aracı bir rol verildiği düşünülebilir.

Klasik fizik yasaları, insan dışında gözlemleyemediğimiz melek gibi varlıkların olduğunun yanlışlamasını da, doğrulamasını da içermez. Tanrı’nın, mucizeleri melek aracılığıyla gerçekleştirdiğine dair iddia, Tanrı merkezli bir ontolojide, Tanrı-evren ilişkisinin nasıl kurulmuş olabileceğine veya mucizelerin nasıl gerçekleşmiş olabileceğine dair imkanları göstermiş olması açısından önemlidir. Meleklerin fizik-ötesi varlıklar olduğu ve onların kullanıldığı her müdahalenin, doğa yasalarının ihlali yoluyla müdahale olduğu düşünülebilir. Bu düşüncenin haklı olma ihtimaliyle, haklılığı kesin olmayan bir yönü de bulunmaktadır. Doğa kanunlarını sadece bilinen fizik kanunlarıyla sınırlarsak bu iddia doğru gözükmektedir. Fakat mahiyeti tam olarak bilinemeyen meleklerin, evrende nasıl içselleştikleri ve olaylara nasıl müdahale ettikleri ortaya konamaz. Swinburne’ün de dikkat çektiği gibi, doğa yasaları Newton ve Einstein fiziğinde öngörülenden daha komplike olabilir.[51] Bu yüzden Tanrı’nın direkt veya melekler aracılığıyla müdahalesinin ne şekilde doğa yasalarının ihlal edilmesi anlamına geldiğini söylemek oldukça zordur. Eğer doğa yasalarının askıya alınması söz konusuysa bile, Tanrı’nın doğrudan müdahalesinde olduğu gibi, bu aracı varlıklarla müdahale, Peygamber gönderilmesi ve türlerin yaratılması gibi durumlar için oluşturulmuş istisnai bir müdahale şekli olarak da algılanabilir.

Buraya kadar incelediğimiz üç madde, klasik fiziğin deterministik yaklaşımıyla mucizelerin nasıl uzlaştırılabileceği ile ilgiliydi. Bu açıklamalarda görüldüğü gibi, Tanrı’nın doğa kanunlarını da kapsayan daha geniş içerikli sisteminin, doğa kanunlarının askıya alınmasını içerdiğini söyleyen yaklaşım da, Tanrı’nın tamamen deterministik doğa kanunları ve nedensellik ilkesi çerçevesinde mucizeleri gerçekleştirdiğini söyleyen yaklaşım da bulunmaktadır. Fiziğin 20. yüzyıldaki gelişmelerinden sonra, klasik fiziğin deterministik yaklaşımı sorgulanmaya ve nedenselliğe dayalı yasaların aslında olasılıksal yasalar olduğu söylenmeye başlanmıştır.[52] Bu yaklaşım, fiziksel yasaları Tanrı’nın daha geniş bir sisteminin parçası olduğuna veya baştan müdahaleye vurgu yapmaya gerek bırakmadan, Tanrısal müdahalenin nasıl gerçekleştiğini açıklamak için olanaklar sunmaktadır. Fizikteki yasaların olasılıksal karakteri, aslında fiziğin en temel yasalarından olan termodinamiğin ikinci yasası (kimilerince en temel yasası) Entropi ile açığa çıkmıştı. Bu yasaya göre, ısı akışı tek yönlüdür ve bu akış olasılıksal kanunlar çerçevesinde gerçekleşir.[53]

Fizikte, olasılıkçı yaklaşımın ve bunun yanında determinizme (belirlenimciliğe) karşı indeterminizmin (belirlenimsizciliğin) daha yaygın bir şekilde gündeme gelmesi ise Kuantum (Quantum) Teorisi’nin ortaya konması ile oldu. Kuantum durumunu açıklayan Heisenberg Belirsizlik İlkesi’ne göre atomun içindeki elektronun konumunu ve hızını aynı anda tam olarak hesaplayamayız.[54] Kuantum durumunda sadece olasılık hesabına dayalı tahminler yapılabilmektedir. Bu görüşler Newton’dan beri hakim olan deterministik evren görüşüyle tamamen çelişkilidir. Laplace ve Leibniz, Newton’un keşfettiği doğa yasalarının, evrenin o andaki durumunu bilecek ve onun gelecekteki durumunu öngörmek için gereken hesaplamaları yapacak kadar büyük bir zeka tarafından, geleceğin tamamen bilinebilecek bir durumda olduğunu söylüyorlardı. İnsanın bu zekaya erişmesi zor bile olsa, böylesi bir zeka ile arasında mahiyet değil derece farkı vardı[55]. Bu tamamen determinist bir evren savunusuydu ve fizikçiler arasında bu yaklaşım, Kuantum Teorisi ortaya konuncaya kadar hep hakim oldu. Tanrı’nın baştan müdahale ile veya bazen bu kanunları askıya doğrudan veya melekler aracılığıyla alarak mucizeler oluşturduğunu savunanlar bile, Evren’in genelde geçerli kanunlarının tamamen determinist olduğunu düşündüler. Felsefe alanında Gazzali’nin[56] ve Hume’un[57] nedenselliğe yaptığı eleştirilerin fizik alanında etkisi az olmuştur.

Kuantum Teorisi, fiziğin içinden, gözlem ve deney destekli bir determinizm eleştirisini mümkün kılıyordu. Bazı düşünürler genelde veya tamamen deterministik olan evrende mucizelerin açıklamasını yapmaktansa, olasılık hesapları çerçevesinde işleyen indeterministik bir evrende mucizeleri açıklamanın daha kolay olacağını düşündüler. Buna göre Tanrı, meydana gelmesi çok düşük olan olasılıkları seçerek mucizeleri gerçekleştiriyordu; mucize doğa yasalarına aykırı olarak değil, olma olasılığı düşük olanın seçilmesiyle gerçekleşiyordu. 1950 yılında fizikçi ve rahip William Pollard, atom seviyesindeki indeterminist ortamdaki mevcut olasılıklar arasında seçim yapmak suretiyle Tanrı’nın evrene müdahalelerde bulunduğunu söyledi. Kuantum seviyesinde yapılan bu müdahalelerin, bilimsel araçlarla tespit edilemeyeceğini ve böylesi bir müdahalenin hiçbir fizik yasasını ihlal etmeyeceğini belirtti.[58] Özellikle beyindeki mikro bir değişim veya genetikteki mikro bir mutasyon çok büyük değişikliklere yol açabilmektedir. Kaos teorileri üzerine çalışmalar da determinizm ve olasılıkçı yaklaşımın bir karışımını yapmış ve bir noktadaki ufak bir değişikliğin nasıl çok büyük sonuçlara yol açabileceğini göstermiştir.[59] Sonuç olarak bütün madde kuantum parçacıklardan oluşmaktadır, bütün evrensel hammaddenin mikro seviyesinden, Tanrısal bilinçle yapılan müdahaleler ile evrensel oluşumların düzenlendiği iddiası hem yanlışlanamayan, hem de fiziğin verilerini ihlal etmeyen bir iddiadır. Bu iddia yanlışlanamadığı gibi doğruluğunu belirleyecek bir kriter de yoktur. Bu yüzden Tanrı’nın evrene müdahalesini, kuantum seviyesindeki müdahaleler ile gerçekleştirdiği iddiasının mutlak olarak doğru olduğunu söylemek hatalı olacaktır. Fakat 20. yüzyıl fiziğinin en önemli teorilerinden birinin, Evren’in determinist açıklamasının yerine olasılıkçı bir açıklamayı ön plana çıkarması önemlidir. Fizikteki bu gelişme, daha önceden üç maddede incelediğimiz, deterministik evren görüşüne karşın mucizelerin temellendirilmesinde yeni ufuklar açmaktadır. Bu ufuk açış, evrensel fizik kanunlarının mutlak olarak deterministik olmayabileceğini (veya olmadığını) göz önüne alarak mucizelerin temellendirilebileceğini söyler. Daha önceden üç maddede saydığımız şıkların, bu bakış açısıyla, senteziyle de mucizelerin izah edilmesi mümkün olabilir.

Bir teist, Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal etmeden müdahalesini, Tanrısal hikmete daha uygun olarak gördüğü için baştan müdahale, kuantum seviyesinde müdahale gibi açıklamalarla; Tanrı’nın, fizik yasalarını araçsal sebep olarak kullanarak Evren’e müdahalelerde bulunduğunu temellendirebilir. Fakat bir teist, mekanistik yasalar sonucu gerçekleşen oluşumları sanki Tanrı’nın iradesinin dışındaymış gibi algılamaz, tüm mekanist süreci de Tanrısal iradenin kontrolü altında kabul eder. Özellikle üç teist dinin kaynakları incelendiğinde, bu kitaplarda doğanın mekanistik işleyişindeki tüm olağan hadiselerin Tanrı’nın yaratışı olarak sunulduğunu, sadece olağandışı veya olağanüstü hadiselerin Tanrısal yaratılış olarak sunulmadığını görmek mümkündür. Kutsal Metinler’e göre bir bitkinin bitişi de -sırf yaratılması değil- Tanrısaldır. Kutsal Metinler’in şu bölümleri buna delildir:

O Allah ki bulutlarla gökleri kaplar, yer için yağmur hazırlar, dağlarda ot bitirir. Hayvanlara, çığırışan karga yavrularına yiyeceklerini verir.[60]

Siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız; zira O, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine doğdurur ve salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmur yağdırır.[61]

Şimdi ekmekte olduğunuzu gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık, böylelikle şaşar kalırdınız.[62]

Türlerin oluşumunu örnek olarak alalım; tek Tanrı’lı dinlerin hepsi, sadece türün ilk canlılarını değil, canlıların her birini Tanrı’nın yaratışının ürünü olarak görürler. Sürüngenin yumurtadan çıkması, tek hücrelilerin bölünerek üremesi veya memelilerin cinsel ilişkileri gibi yeni canlının oluşumunu determine eden sebeplerin hiçbiri, tek Tanrı’lı dine inanan teistleri, Tanrı’nın tüm varlığı bu araçsal sebepler ile yarattığı düşüncesinden vazgeçirmez. İbn Rüşd gibi birçok teist filozof, nedensellik ilkesi sayesinde Tanrı hakkında bilgi edindiğimizi düşünmüşler ve hikmeti nedenleri bilmek olarak değerlendirmişlerdir.[63] Bu yüzden İslam dünyasının İbn Rüşd’ünden, Hristiyan dünyada klasik fiziğin kurucusu Newton’a kadar birçok teist filozof, deterministik yasaları Tanrısal iradeye karşıt görmek bir yana, bu yasalara teistik düşünce açısından önem atfetmişlerdir ve bu yasaların işleyişini, Tanrı’nın sürekli koruması ve sürekli yaratması ile mümkün görmüşlerdir.[64]

Teistler, deterministik evren kanunlarının kesintiye uğradığını ve bu kesinti anlarında türlerin ve mucizelerin yaratıldığını düşünebilir; ama, evren kanunlarının kesintiye uğramadan yaratılışın gerçekleştiğini savunan bir düşüncenin ateistik olduğunu iddia edemez. Çünkü, tek Tanrı’lı dinlerin her birinde, sebeplerin (fiziksel kanunlar gibi) Tanrı’nın kullandığı aracılar olduğuna dair inanç vardır. Bir teist, doğum yapan bir aslanı, Tanrı’nın yarattığı bir varlık olarak görebiliyorsa; ilk aslanın, başka bir kedimsi canlıdan doğması olasılığını da, bu canlının Tanrı tarafından yaratılmasına aykırı olarak görmemelidir. Teist dinlerin hiçbiri, Tanrı’nın yaratışını, fiziki süreçlerin kesintiye uğramasıyla sınırlamazlar. Tam aksine, gerek Eski Ahit’in, gerek Yeni Ahit’in, gerek Kuran’ın ayetleri fiziksel süreçlerdeki gözlenen tüm oluşumların Tanrısal iradenin kontrolü altında olduğunu söylerler. Dinler sadece Hz. Adem’i değil, doğan her canlıyı tüm fiziksel özellikleriyle Tanrı’nın yaratışının eseri olarak görürler. Anne ve babanın cinsel ilişkisi ve annenin bebeği taşıyarak doğurması gibi mekanistik süreçlerin hiçbiri Tanrısal yaratılışa aykırı kabul edilmez. Bu yüzden teistler, sanki inançları, mekanistik oluşumların dışında oluşumlar bulmaya bağlıymış gibi çabalamaları hatalı olur. Çünkü, o zaman, mekanistik süreçlerin Tanrısallığını adeta inkar ediyorlarmış gibi bir noktaya gelirler.

Teist ontolojinin çok geniş imkanlar tanıyor olması mevcut tartışmaların en önemli kaynağıdır. Tanrı ontolojinin merkezine konunca, Tanrı’nın, melekleri kullanarak da, kullanmayarak doğrudan evrene müdahale ettiği, baştan deterministik sonuçları en son noktasına kadar hesaplayıp baştan müdahale ile tüm oluşumları belirlediği de, fizik yasalarının içindeki olasılıksal işleyişte belli olasılıkları seçerek müdahale ettiği de, fizik yasalarını Tanrısal sistemin daha genel yasaları gereği askıya alıp müdahale ettiği de, fizik yasalarını araçsal sebep olarak kullanarak müdahale ettiği de ve tüm bu olasılıklardan veya sayamadığımız başkalarından oluşacak bir kombinizasyon da mümkündür. Tek Tanrı’lı dine inanan bir teist, hangi olasılık doğru olursa olsun, Tanrı’nın mucizeleri ve türleri yarattığını kabul eder. Kutsal Kitaplardaki mucize anlatımlarıyla ilgili farklı yorumlar, türlerin yaratılışı ile ilgili evrimci veya bağımsız yaratılışçı seçenekler olsa da, teist dinlerin hepsi Tanrı’nın merkezde olduğu bir ontolojide ve Tanrı’nın aktif olarak Yaratıcı, Şekil Verici, Belirleyici olduğu Tanrı-evren ilişkisinde ittifak halindedirler.

Oysa materyalist-ateist (ateistlerin en önemli bölümü) ontolojinin imkanları sınırlıdır. Bu ontolojiye göre tek cevher maddedir, bu inancın doğal sonucu olarak doğa kanunlarının kesintiye uğraması mümkün değildir, çünkü madde dışı bir Güç olmadığı için, doğa kanunlarının kesintiye uğramasının mantıksal bir nedeni bulunamaz. Oysa bazı teistlerin de, Tanrısal hikmete daha uygun gördükleri için, mucize ve türlerin oluşumu gibi olayları bile mümkün olduğunca doğa kanunları çerçevesinde açıkladıklarını gördük. Teistlerin, kendi ontolojilerinin imkan tanıdığı tüm olanakları düşünmeleri doğrudur, ama sırf ateistlere karşı pozisyon almak için doğa kanunlarının askıya alındığı yaklaşımı savunmaları hatalı olur. Asıl önemli olan, ateistleri en güç durumda bırakacak modeli savunmak değil, fakat Tanrısal hikmete en uygun modeli savunmaktır.

Teistlerin ontolojisinin geniş imkanından dolayı, teistler ile ateistlerin arasındaki temel ayırım maddi kanunların askıya alınıp alınmaması meselesinde değildir. Ancak teistler araçsal sebep olarak gördükleri fizik yasalarının da, bu yasalar aracılığıyla oluşan canlı ve cansız doğanın da Bilinçli bir tasarımın ürünü olarak görmelerine karşın, ateistler bilinçli tasarımı reddedip, arka arkaya gelen tesadüflerle canlı-cansız doğayı açıklamaya çalışırlar. Teistler, canlı ve cansız doğanın tasarımlandığını ispatlarlarsa, mucizelerin ve türlerin yaratılışını temellendirmekte bir sorun yaşamayacaklardır. Bu arada Tanrı’nın, türleri bağımsız yaratacak gücü olduğunu temellendirmek (birçok kişinin mucizenin karşılığı gördüğü), Tanrı’nın hikmetinin bağımsız yaratılışı gerektirdiği anlamını taşımaz. Çünkü Tanrı’nın doğa kanunlarını askıya alabilecek olması, aldığı anlamını taşımaz.

Sonuç olarak teizm ve ateizmden hangisinin daha tutarlı olduğu sorusunun cevabı evrende bilinçli bir tasarımın olup olmadığında aranmalıdır, türlerin birbirinden bağımsız mı evrimle mi oluştuklarında aranmamalıdır. Ayrıca Tanrı’nın doğa kanunlarını askıya alıp almadığını, Tanrı’nın varlığını ya da yokluğunu net olarak belirlemeden tartışmak anlamsızdır. Doğa kanunlarının bir kere konduktan sonra askıya alınabilmesi, Tanrı merkezli bir ontolojinin olanağıdır, ama mecburiyeti değildir. Günümüzde geçmiş peygamberlere kendi dönemlerinde verilen mucizeleri veya türlerin yaratılışını gözlemleyemediğimiz için, bunları duyu organlarımızla doğrulayamaz veya yanlışlayamayız. Ancak evrende bilinçli bir tasarım olduğuna veya olmadığına dair vereceğimiz kararla, diğer soruların da cevabına ulaşabiliriz. Çalışmamızın son bölümünde bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.

3.3 EVREN’İN VE DÜNYA’NIN YAŞI

Yerbilim ile ilgili tartışmalar, Evrim Teorisi ortaya konduğundan beri bu teori ile bir arada yürümektedir. Yerbilimsel bulguların, Kutsal Kitaplar’ın (özellikle Tevrat’ın) bazı yorumları ile çelişmesi, yerbilim ile din arasında bir gerilimin doğmasına sebep olmuştur. Bu gerilimin en önemli sebebi, bazı din adamlarının, Dünya’nın yaşını yerbilimsel bulguların tersine, çok genç olarak tahayyül etmeleriydi. Bu tahayyüllerin, özellikle Tevrat’a dayandırılmış olması sorunun kaynağıydı. Birçok ateist, yaratılışçıların evrimcilerden farkını ortaya koyarken, yaratılışçıların genç bir dünya öngörmelerine karşı evrimcilerin yaşlı bir dünya öngördüğünü söylerler.[65] Bunu yaparken de özellikle Henry M. Morris gibi genç bir dünya öngören yaratılışçıların izahlarını ön plana çıkarırlar. Böylece dünyanın yaşının dört-beş milyar yıl arasında olduğunu gösteren tüm deliller, Evrim Teorisi’ni de destekliyormuş gibi bir tarzda sunulur. Dünya’nın yaşı ile ilgili tartışmaların Evrim Teorisi ile birleştirilmesi ve Dünya’nın yaşının dört-beş milyar yıl olduğunun gösterilmesi, Evrim Teorisi’nin doğrulanması veya yaratılışın yanlışlanması olarak gösterilemez. Her şeyden önce yeryüzünün yaşlı olduğunun gösterilmesi Evrim Teorisi’nden farklıdır, ayrıca günümüzde tek Tanrı’lı dinlerin Kutsal kitaplarına bağlılarının çoğu, Dünya’nın dört-beş milyarlık yaşının, kutsal kitaplarıyla çelişmediği kanaatindedirler.[66]

Özellikle İslam dünyasında Dünya’nın uzun zaman dilimlerinde yaratılmış olduğu fikri hiçbir zaman ciddi bir problem oluşturmamıştır. Hristiyanlarda ise Dünya’nın 6000 yıl kadar önce yaratıldığı görüşü özellikle daha önce belirttiğimiz gibi 17. yüzyılda İrlanda başpiskoposu James Usher’in yaptığı hesaba dayanmaktadır.[67] Birçok Yahudi ve Hristiyan din bilimci Usher’in Tevrat’ta “oğlu” olarak aldığı ifadelerin “soyundan olan” anlamına da geldiğini ve onun hesaplarının güvenilir olmadığını söylemişlerdir. Zaten bu tarih Tevrat’ta apaçık çıksaydı, Usher’den binlerce yıl önce vahyedilen Tevrat’taki bu tarihin bulunmasının Usher’in dönemine kalmaması beklenirdi.

Evren’in ve Dünya’nın yaşı ile ilgili tartışmalarda Tevrat’ta ve Kuran’da geçen “altı gün” ifadesi gündeme gelmiştir. Bu ifade Tevrat ve Kuran’da şu şekilde geçer:

Ve Allah yaptığı her şeyi gördü, ve işte, çok iyi idi. Ve akşam oldu ve sabah oldu, altıncı gün.[68]

O, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan ve sonra arşa istiva edendir. Rahmandır. Bunu haberi olana sor.[69]

Tevrat’ta geçen “gün” kelimesinin İbranicesi “yovm” dur. Bu kelimenin İbranicesinin, 24 saatlik bir günü ifade ettiği gibi, “bir dönemi” de ifade ettiğini; Tevrat’ın Tekvin bölümünde geçen “altı gün” ibaresinin “uzun zaman dönemleri” anlamında anlaşılması gerektiğini hem Yahudi, hem de Hristiyan teologlardan söyleyenler olmuştur.[70] 2005 yılını takvimlerinde 5765. yıl olarak gösteren Yahudiler, takvimlerini Hz. Adem’in yaratılışıyla başlatırlar, ama Dünya’nın ve Evren’in yaratılışını Hz. Adem’in yaratılışından ayıran birçok Yahudi, Evren’in onbeşmilyarlık ve Dünya’nın beşmilyarlık yaşını, Tevrat’ın anlatımlarına ters görmemişlerdir. Adem’den önce insanımsı maymunların olabileceğini, Tevrat’ın dilinde, ancak Adem’in nesline insan dendiğini söylemişlerdir.[71] Tevrat’taki “günler” ifadesinin Dünya ve Güneş arasında ilişkiye dayanan 24 saatlik dönemleri kastetmediğini, çünkü Tevrat’ta Güneş’in ancak dördüncü gün yaratıldığının geçtiğini söyleyerek de bunu desteklemişlerdir. [72] İlgili Tevrat ifadeleri şöyledir:

16- Ve Allah, daha büyük olan ışık gündüze hükmetmek için ve küçüğünü geceye hükmetmek için, iki büyük ışık yaptı; yıldızları da yaptı.

17- Ve yer üzerine ışık vermek ve gündüze ve geceye hükmetmek ve ışığı karanlıktan ayırmak için.

18- Allah onları göklerin kubbesine koydu ve Allah iyi olduğunu gördü.

19- Ve akşam oldu ve sabah oldu, dördüncü gün.[73]

Yahudi bilginler gibi, Hristiyan teologlar da Dünya gününün kaynağı Güneş’in, yaratılış günlerinden dördüncü günde yaratıldığına, bu yüzden gün kavramının Dünya günleri anlamında anlaşılmaması gerektiğini söylemişlerdir.[74] Günümüzdeki Hristiyan teologların birçoğu, Usher’in kronolojisini ve Yahudi takvimini reddedip, Hz. Adem’in daha önce yaratılmış olabileceğini savunmakta ve türlerin özel yaratılışını yaşlı bir dünya görüşüyle birleştirmektedirler.[75] Bu görüşü ayırdetmek için “Yaşlı Dünya Yaratılışçılığı” (Old Earth Creationism) ismi sıkça kullanılmaktadır.

Yahudi ve Hristiyan düşünürler arasında “Yaşlı Dünya Yaratılışçılığı” daha yaygın olsa da, buna karşın türlerin özel yaratılışını genç bir dünya görüşüyle birleştirenler de vardır ki bu görüşe “Genç Dünya Yaratılışçılığı” (Young Earth Creationism) denmektedir. Bu görüşte olanlar Evren’in ve Dünya’nın “altı-günde” yaratılmasını dünyevi 24 saat anlamında gün olarak algılamaktadırlar.[76] Bu görüşü savunanların çoğu, bilim ile dinin ayrı alanlar olduğunu, bunları birbirine karıştırmamız gerektiğini söylememektedirler. Fakat bilimsel delillerin genç bir Dünya’nın ve Evren’in varlığını desteklediğini savunmaktadırlar. Dinazor kemiklerinde bulunan hemoglobinin, bu canlıların birkaç bin yıl önce yaşadığını gösterdiği, çünkü hemoglobinin birkaç bin yıldan fazla dayanamayacağını, Ay’ın Dünya’dan yılda 4 cm uzaklaştığını, milyarlarca yıllık Dünya ömrüne bunun aykırı olduğunu söylemektedirler.[77] Kayaların radyometrik ölçümü gibi bilimsel metotları ele alıp, bunların güvenilmez olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar.[78] Yerbilimsel olayların hiçbirinin tekdüzenlilik (uniformatism) ilkesine göre açıklanamayacağını; günümüzün yerbilimsel olaylarının geçmişe anahtar olamayacağını ve yaş tahmini ile ilgili yanılgıların kaynağının yanlış tekdüzenlilik ilkesinin apriori kabulü olduğunu, yer katmanlarının hızlı oluşumla açıklanabileceğini savunmaktadırlar.[79] Daha önce de gördüğümüz gibi tekdüzenlilik ile ani-yıkımcılığın (catastrophism) arasındaki tartışmaların yerbiliminde önemli bir yeri vardır. Yakın dönemlerde de birçok yerbilimci, ani-yıkımcı olayların tek-düzenlikli olaylardan yerbilimi açısından daha önemli etkilerde bulunduğunu kabul etse de, ani-yıkımcı yaklaşımı ön plana çıkaran bilim adamları yine Dünya’nın yaşını milyarlarca yıl olarak tahmin etmektedirler.

Kutsal Metinlerin birçok yorumu, Dünya’nın ve Evren’in yaşlı olarak algılanmasına imkan tanımıştır. Birçok bilim adamı ve teolog gibi Darwin de, Tevrat’taki altı günde yaratılış ile ilgili ifadenin, uzun zaman dilimlerinde yaratılışı kastettiğini savundu.[80] Darwin’den sonraki tüm “Hristiyan-evrimciler” de bu yorumu benimsedi ve özel yaratılışı savunan “Yaşlı Dünya Yaratılışçıları” ile Tevrat’ın bu yorumunda aynı fikri paylaştılar.[81] Bu yorumu savunanların bir kısmı gün (yovm) kelimesinin zaman dilimlerini de doğrudan ifade ettiğini söylerken, bir kısmı “altı gün” ifadesinin kastının Tanrı’nın yaratılış emirleri olduğunu, bu günlerin arasına uzun zaman dilimleri girdiğini, böylece altı ayrı günde verilen yaratılış emirlerinin uzun zaman diliminde yerine geldiğini savunurlar; bu ikinci görüşe “aralıklı-günler görüşü” (intermittent-day view) ismi verilmiştir.[82]

Kuran’da geçen “altı gün” ifadesindeki “gün kelimesinin Arapçası “yevm”dir ve hemen fark edileceği gibi aynı dil ailesinden gelen Arapça ve İbranicede, gün kavramı, aynı kökten gelen bir kelimeyle ifade edilmektedir. “Yevm” kelimesinin 24 saatlik gün gibi, zaman dilimlerini de ifade ettiği belirtilmiştir.[83] Kuran’da ellibin yıllık bir süreç için de, bin yıllık bir süreç için de “yevm” kelimesinin kullanılması, “altı gün” kavramıyla “altı uzun devir” kastedilebileceğine dair bir anlayışı oluşturmuştu.[84] İlgili Kuran ayetleri şöyledir:

Gökten yere her işi çekip çevirir. Sonra O, sizin saymakta olduğunuz bin yıla denk bir günde O’na yükselir.[85]

Melekler ve Ruh, süresi elli bin yıl olan bir günde O’na yükselirler.[86]

Benzer bir ifade Eski Ahit’in Mezmurlarında geçer:[87]

Çünkü senin gözünde bin yıl, geçen dünkü gün ve bir gece nöbeti gibidir.[88]

Kutsal Metinlerdeki “gün” kelimesinin bu kullanılışı, bu kelimenin uzun zaman dilimlerini ifade etmesinin yanında, modern bilimin önemli kabullerinden olan zamanın izafiliğine de bir işaret olarak algılanmıştır.[89] Zamanın izafiliği, bizim zaman algımızın mutlak bir zaman kavramına işaret etmediğini, zaman ile ilgili yanılgılarımızın kaynağında; zamanı, herkes için, her yerde, her şartta aynı ontolojik mutlaklığa sahip zannetmemizin yattığını öğretmiştir.

Usher’in kronolojisine ve Hz. Adem’in yaşadığı dönemi gösteren bir takvime sahip olmayan İslam aleminde, yerbiliminin Dünya’nın yaşlı olduğuna dair verileri ve fosil bilimin bunu destekleyen delilleri, ciddi bir bilim-din çatışmasına sebep olmamıştır. “Yaşlı Dünya Yaratılışçılığı” ve “Genç Dünya Yaratılışçılığı” şeklinde Hristiyan alemindekine benzer bir tartışmanın İslam aleminde yapıldığına dair bir bilgiye rastlamadık. Gerçi Hristiyan aleminde, Kitabı Mukaddes’e ve İbranice dilinin özelliklerine de dayanılarak bu gerilim önemli anlamda aşılmıştır, ama bu gerilimin tamamen giderildiğini söyleyemeyiz.

Dünya’nın ve Evren’in yaşı ile ilgili tespitler birçok ayrı hesaplama yönteminin neticesinde elde edilmiştir. Evrenin genişleme hızına ve uzaydaki madde yoğunluğuna bağlı ölçümlerde elde edilen sonuçlar arasında farklılıklar olsa da, sonuçlar 15 milyar yıl civarında bir tarihi vermektedir.[90] Big Bang Teorisi’nin doğruluğunu ispat eden ve Evren’in çok sıcak ve çok yoğun başlangıçtan sürekli genişleyerek bu hale geldiğini gösteren aşamalar için milyarlarca yıl geçmesi gerektiği anlaşılmıştır.[91]

Modern bilimin verileri ile Evren’in ve Dünya’nın yaşının milyarlarca yıl ile ifade edilmesi gerektiğinin ortaya konması, Evren’in ve Dünya’nın yaşını binlerle ifade eden “Genç Dünya Yaratılışçılığı”nı savunmanın imkanının kalmadığını göstermektedir. Özel yaratılışı savunanların önemli bir kısmı da zaten Kutsal metinler açısından Dünya’nın yaşlı olmasının bir sorun teşkil etmediğini söylemişlerdir. Durum böyleyken Evren’in ve Dünya’nın yaşlı olduğuna dair verileri özel yaratılışa karşı bir delilmiş gibi sunmak hatalı olacaktır. Dünya’nın ve Evren’in yaşı ile ilgili tartışmalar, tezimizin başından beri gördüğümüz şekilde Evrim Teorisi ile iç içe geçmiştir. Başta özel yaratılışı Usher’in kronolojisiyle birleştiren yaklaşım ile Evrim Teorisi’ne karşı çıkıldığı için; yaşlı bir Dünya’nın ispatının, Evrim Teorisi’nin ispatıymış gibi sunulması yanlışı yapılmıştır. Bunun sebebinin, Evrim Teorisi’nden çok daha sağlam argümanlara ve matematiksel verilere dayalı yerbiliminin milyarlarca yıllık Dünya öğretisinin, özel yaratılışı yanlışlamak için kullanılmasının istenmesi olduğunu söylemek mümkündür. Oysa görüldüğü gibi yaşlı Dünya fikri, özel yaratılışın alternatifi değildir; fakat sadece bazı özel yaratılışçıların kabul ettiği genç Dünya öğretisinin tersidir.

Evren’in ve Dünya’nın yaşı ile ilgili tartışmaların, Kutsal Metinler’e uygunluk dışında da önemli bir boyutu vardır. Ateist-evrimciler, canlıların tasarımlı gibi göründüğünü, bunun bir yanılsamadan ibaret bulunduğunu, bunun sebebinin ise uzun zaman diliminde birbirine eklenen tesadüfler olduğunu söylemektedirler. Tesadüflerin mutasyon olarak açığa çıktığı ve doğal seleksiyon ile korunduğu söylenir. Bizi yanıltanın ise zaman olduğu, uzun zaman diliminin mevcut canlıları oluşturmaya yeterli olacağı söylenir. Bu iddia açısından, Evren’in hesaplanan yaklaşık 15 milyar yıllık ömrünün ve Dünya’nın hesaplanan yaklaşık 5 milyar yıllık ömrünün tesadüfen canlıları oluşturmaya yeterli olup olmadığı önemlidir. Bu konuyu detaylı bir şekilde tezimizin son bölümünde ele alacağız.

3.4 NUH VE TUFAN

Yerbilimsel bulgularla Kutsal Metinler’in uyumlu olup olmadığı konusu, Evrim Teorisi ile ilgili tartışmalarla bir arada ele alındığı zaman karşımıza çıkan en temel sorun, Dünya’nın ve Evren’in yaşıdır. Bu en temel sorunu takip eden ikinci en tartışmalı konu, Nuh ve Tufan ile ilgili Kutsal Metinler’deki anlatımlarla ilgilidir. Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve de İslam’da, Nuh’un insanlara gönderilmiş bir peygamber olduğu, kavminin onu yalanlaması neticesinde bir tufanla yok edildikleri, Nuh’un ise yaptığı bir gemiyle bu tufandan kurtarıldığı anlatılır. Bu temel anlatım üç dinin inananlarında aynı olmakla beraber, tufanın tüm yeryüzünü kaplayıp kaplamadığı gibi yerbilim açısından en kritik nokta tartışmalıdır.[92] Yahudilik ve Hristiyanlığın her ikisi birden dinsel ortak kaynakları olan Tevrat’tan, Nuh ve tufan hadisesini öğrenmektedirler. Tevrat’taki ilgili pasajların bir kısmı şöyledir:

13- Ve Allah Nuh’a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebiyle yeryüzü zorbalıkla doldu ve işte, Ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim.

14- Kendine gofer ağacından bir gemi yap; gemide odalar yapacaksın ve onu içerden ve dışardan ziftle ziftleyeceksin.

15- Ve onu şöyle yapacaksın: geminin uzunluğu üçyüz arşın, genişliği elli arşın ve yüksekliği otuz arşın olacaktır.

16- Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarıya doğru bir arşına tamamlayacaksın ve geminin kapısını yan tarafına koyacaksın; alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak onu yapacaksın.

17- Ve Ben, işte Ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum, yeryüzünde olanların hepsi ölecektir.

18- Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım ve sen ve seninle beraber oğulların ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz.

19- Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her neviden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar.

20- Cinslerine göre kuşlardan ve cinslerine göre sığırlardan, cinslerine göre toprakta her sürünenden, her neviden ikişer olarak sağ kalmak için sana gelecekler.[93]

Bazı yorumcular, tufanın bütün Dünya’yı kapladığını, Nuh’un gemisinin bütün hayvan türlerinin kurtuluşunu sağladığını savunmuşlardır.[94] Aralarında Charles Lyell’in de olduğu bazı yerbilimciler ise, yeryüzünde ciddi bir etkisi olmayan bir tufanın gerçekleştiğini savunmuşlardır; buna Sakin Tufan Teorisi (The Tranquil Flood Theory) denir. Bazı yorumcular ise, Nuh’un döneminde, Adem’in soyundan olan tüm insanların bir arada yaşadığını; tufanın bütün yeryüzünü değil, sadece bu insanların olduğu bölgeyi kapladığını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe Bölgesel Tufan Teorisi (Local Flood Theory) denir.[95] Bölgesel tufanı savunanlar, Kutsal Metinler’de geçen evrensel atıfların (bütün her, v.b.) mutlak anlamda evrensel anlamı ifade etmek yerine geniş bir kapsamı ifade etmek için de kullanıldığını söylemektedirler. Buna örnek olarak yine Tevrat’ın Tekvin bölümünden şu alıntıyı vermektedirler:[96]

Ve bütün memleketler buğday satın almak için Mısır’a, Yusuf’a geldiler; çünkü bütün yeryüzünde kıtlık şiddetli idi.[97]

Ayrıca Avustralya’da yaşayan kanguru gibi hayvanların Ortadoğu’ya gelip Nuh’un gemisine bindiklerini söylemenin anlamsız olacağını vurgulamakta ve Tekvin bölümünde hayvanların mucizevi transferine bir atıf yapılmadığını belirtmektedirler.[98] Suların tüm yeryüzünü ve dağların üzerini kapladığına dair ifadelerin ise, Nuh’un bakış açısından anlatıldığını ve Nuh’un içinde bulunduğu alan ile sınırlı olduğu yorumunu yapmaktadırlar.[99]

Genel mantık ve mevcut bilimsel bilgiler açısından bize göre Bölgesel Tufan Teorisi daha tutarlı gözükmektedir. Tevrat’ın Tekvin bölümündeki anlatımlara göre Nuh’un gemisinin uzunluğu 144 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 14,4 metredir. Bu hesapla geminin bahsedilen üç katının her birinin alanı yaklaşık 3456 m2’dir. Bazı otoritelere göre ise arşının (İbranicesi: ama) ölçüsü farklıdır. Buna göre geminin üç katının her birinin alanı 5766 m2’dir.[100] Bu ölçüler bir gemi için önemli bir büyüklüğü ifade etse de, dünyada varolan yüz binlerce canlı türü için çok küçük kalacaktır. Ayrıca Tevrat’tan anlaşılan Nuh’un yaşadığı dönemde çevresindekilerin yaptığı kötülüklerin sebebiyle tufanla cezalandırmanın gerçekleştiğidir. O zaman, bütün yeryüzünün ve hayvanların cezalandırılmasını beklemek için bir sebep yoktur. Nuh’un hayvanları taşımasını, hayvanları bir kurtarma operasyonundan ziyade, Nuh ve yanındakilerin ihtiyaçlarını beraberinde götürmeleri şeklinde görmek daha doğru olabilir.

Tüm bu sebepler “Bölgesel Tufan Teorisini” daha savunulur kılmaktadır. Bu yaklaşım, canlıların fosilleriyle, tufan öğretisi arasında bir çelişkinin olmasını engeller. Ayrıca evrensel tufanı yanlışlamayla, canlı türlerinin özel yaratılışını yanlışlayıp Evrim Teorisi’ni tek seçenek olarak sunma imkanını ortadan kaldırır. Evrim Teorisi’ni savunan çevrelerin bir kısmı, özel yaratılış görüşü ile genç Dünya ve tüm dünyayı kaplayan tufan öğretilerini aynı kategoride birleştirmekte ve bunlara karşı Evrim Teorisi’ni yerleştirmektedirler. Oysa genç Dünya görüşü ve de tüm dünyayı kaplayan tufan öğretisi bütün teistlerin ortak savundukları fikirler değildir. Bunların yanlışlanmasıyla Evrim Teorisi’ni doğrulama kolaycılığına sapmak hem felsefi açıdan, hem de bilimsel açıdan yanlıştır. Kutsal Metinler’i yorumlarken, onların ilk ortaya çıktığı dönemden değişik bir zamanda, yerde, kendi oluşturduğumuz kavramlarla bu metinleri anlamaya çalıştığımızı ve bu metinlerin tercümeleriyle muhatap olduğumuzu unutmamalıyız.[101] Ayrıca Yahudilerin ve Hristiyanların Nuh Tufanı ile ilgili görüşlerini dayandırdıkları Tevrat’ın, Hz. Musa’ya Tanrı tarafından verilen Tevrat’a ne kadar uygunluk gösterdiğine dair tartışmalar da vardır. Edmond Jacob’un belirttiği gibi M.Ö. 3. asırda üç tane Tevrat metni vardı ve Hz. İsa’nın yaşadığı döneme yakın zamanda tek bir metin tespit edildi.[102] Mevcut Tevrat’taki Nuh ve tufan ile ilgili izahları da kapsayan birçok bölümün M.Ö. 6. asırda hahamların yazdığı Saserdotal Metin’e dayandığı söylenmektedir. Bazı yazarlar Tevrat’ın içindeki bilime aykırı hususların sorumlusu olarak, hahamların Tevrat’a yaptıkları bu tip müdahaleleri görmektedirler.[103] Yahudi mezheplerinden Samiri’lerin kabul ettikleri Tevrat’ta, günümüz Tevrat’ına göre önemli farklar olması da[104] günümüz Tevrat’ının, Hz. Musa’ya verilen Tevrat’ı tamamen temsil ettiğini söyleyemeyeceğimizi gösterir. Bu noktanın da, Tevrat ve bilim çelişkisi ile ilgili izahlarda göz önünde bulundurulması gerekir. Bir kutsal kitabın kendisine gerekli otoriteyi kazanabilmesi için, otantikliğine itiraz edilememesi; doğrudan doğruya Tanrısal vahyin ürünü olduğundan veya adeta Tanrı tarafından dikte ettirildiğinden şüphe edilmemesi gerekir.[105]

Buraya kadar özellike Yahudi ve Hristiyan dinleri açısından Nuh tufanı ve onunla ilgili sorunsalları inceledik. Kutsal Metinler’in otoritesini kabul etmeyen teistler için elbetteki böyle bir sorunsal yoktur. İslam dininin kaynağı Kuran’da ise bilimin alanına giren konulara daha çok atıf olmakla beraber, Tevrat’taki tufan hadisesinin anlatımındaki ayrıntıların çoğu yoktur ve mevcut bilimsel bulgulara uygun bir yorum yapmak için daha rahat imkan bulunmaktadır. Birçok Kuran ayetinde; peygamberleri yalanlamak suretiyle Allah’a isyan eden kavimlerin çeşitli doğal afetlerle cezalandırıldığı anlatılmaktadır. Nuh kavmi de böyle bir kavim idi. Aşağıdaki Kuran ayetleri konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:

37- Nuh’un kavmi de, elçileri yalanladıklarında onları suda boğduk ve insanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere acıklı bir azap hazırladık.

38- Ad’a, Semud’a, Ress halkına ve bunlar arasında birçok nesillere de.

39- Biz her birine örnekler verdik ve her birini darmadağın edip mahvettik.[106]

Birçok İslam düşünürü, Nuh tufanının bölgesel bir tufan olabileceğine, çünkü yalanlayanın Nuh kavmi olduğuna ve sadece bu kavme verilecek bir cezanın, tüm Dünya’yı kaplamasına gerek olmadığına dikkat çekmişlerdir.[107] Ayrıca Yahudilerin takviminin güvenilir olmadığına, bu takvimdeki Adem ve Nuh hakkında tespit edilen tarihlere güvenilemeyeceğini vurgulamışlardır. Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde bu konuyu şöyle açıklar: “Ya Adem’in yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya o Adem’den maksadın, insanlığın babası olan Adem olmadığına inanmak gerekir. Biz ise Adem’i özel isim olarak Kuran’da bir tanıdığımızdan, Nuh ile Hz. Adem arasında ne kadar bin sene geçmiş olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez deriz. Burada Nuh’un bütün insanlara değil kavmine gönderildiği anlaşılıyor. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir… Bundan Nuh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma özelliği, Nuh Kavmi’ne ve onların hepsine ait demek olup, bütün yerkürenin her tarafını kapsaması gerekmeyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da kestirilemeyeceği anlaşılıyor ki, Alusi’nin de tercihi budur.”[108]

Görüldüğü gibi İslam düşünürlerince, tufanın bölgesel olmasının yanı sıra, Nuh’un yaşadığı dönemde başka kavimlerin de var olabileceği savunulmuştur. Nuh döneminde insanların tek bir kavim olup daha farklı kavimlere ayrılmadıkları söylenirse, bu, sonuç açısından bir şey değiştirmeyecektir. Çünkü tek bir kavmin Dünya’nın bir bölgesi ile sınırlı olması gerektiğinden, bütün yeryüzüne bir yayılma olmayacaktır ve tüm yeryüzünü kaplayan bir tufana yine ihtiyaç yoktur. Konumuz açısından ana nokta, Nuh’un döneminde başka kavimlerin var olup olmadığı değil, tufanın bölgesel olup olmadığıdır. İsrailiyattan gelen bilgilerin etkisinde olan müfessirler olsa da, birçok müfessir bu rivayetlerin otoritesini reddetmişlerdir. Tufan’ın bölgesel olma düşüncesinin bizi götüreceği sonuç, Nuh’un gemiye aldığı hayvanların, daha ziyade gemide olan insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla alındığıdır. O zaman, Nuh’un gemisine yüz binlerce canlı türünün alındığı bir kurtarma operasyonunun olduğunu düşünmemizi gerektirecek bir şey yoktur.

Yeni Darwinciliğin en önemli isimlerinden Ernst Mayr’ın dediği gibi, yaratılışçıların yerbilim hakkındaki görüşleri ve tüm hayvanların Nuh’un gemisinden dünyaya yayıldığını söylemeleri, bu fikrin karşı görüşü olarak kabul edilen Evrim Teorisi’nin yayılmasında önemli etkisi olmuştur.[109] Oysa Darwin Evrim Teorisi’ni ortaya koymadan önce, birçok kişi Dünya’nın ve Evren’in zannedilenden daha yaşlı olduğunu savunmuşlardır. Yahudi ve Hristiyan Kutsal Metinlerine inanan birçok din bilimci, bu metinler açısından Evren’in ve Dünya’nın yaşlı ve Nuh tufanının bölgesel olmasının bir sorun olmadığını söylemektedirler. Günümüzde de genç bir Evren’i ve Dünya’yı kabul eden ve Nuh tufanının tüm Dünya’yı kaplayacak büyüklükte olduğunu savunanlar olsa da, bu görüşün tüm Yahudi ve Hristiyanlar’a mal edilemeyeceği açıktır. İslam düşüncesi açısından ise yaşlı bir Evren’i ve Dünya’yı, ayrıca bölgesel bir tufanı kabul etmekte hiçbir zorluk yoktur. Bunun aksine görüşü savunanların İsrailiyat etkisi altında kaldıklarını söyleyebiliriz. İslam düşüncesinde Yahudi takvimi ve Usher’in kronolojisi gibi, yaşlı Evren ve Dünya, ayrıca bölgesel tufan fikrine inanmayı engelleyecek ciddi bir gerekçe yoktur. İslam’ın kaynağı Kuran açısından da bunları kabul etmekte bir sorun bulunmamaktadır. Hatta Elmalılı Hamdi Yazır’ın dediği gibi, Kuran’daki kavimlerin yok edilişinin mantığına baktığımızda, bölgesel bir tufanı düşünmek mümkün görünmektedir.

Buraya kadar yerbilimsel konular ve Nuh tufanı ile ilgili gördüklerimizden şu sonuçları çıkarabiliriz: Birincisi, tek Tanrı’lı dinin Kutsal Metinler’ine inananların, Evren’in ve Dünya’nın yaşı ile Nuh tufanı gibi konular yüzünden Evrim Teorisi’ni reddetmeleri için bir sebep yoktur. İkincisi, Evren’in ve Dünya’nın yaşlı olduğunu ve Nuh tufanının bölgesel olduğunu kabul edenlerin, bu kabulleri yüzünden Evrim Teorisi’ni kabul etmeleri de gerekmez. Üçüncüsü, üç tek Tanrı’lı dinin Kutsal Metinler’inin yerbilimsel verilerle çeliştiği söylenemez, sadece Tevrat’ın belli bir şekilde yorumunun yerbilimsel modern verilerle çeliştiği söylenebilir. Dördüncüsü, Evren’in ve Dünya’nın yaşlı olduğu ile evrensel bir tufan olmadığı ispat edilerek Evrim Teorisi’nin doğruluğu ispatlanamaz. Evrim Teorisi’nin doğruluğuna, yanlışlığına veya bilinemezliğine canlılar üzerindeki çalışmalar ile karar vermek doğru olacaktır.

3.5 ADEM VE HAVVA’DAN YARATILIŞ

Tek Tanrı’lı dine inananlardan Evrim Teorisi’ni reddedenler, en çok insanın maymunumsu bir canlıdan geldiği iddiası yüzünden bu teoriye karşı çıkmışlardır. Bazıları Evrim Teorisi’ni Adem ve Havva’dan yaratılışı tarif eden Kutsal Metin ifadelerine uygun bulmadıkları için, bazıları ise maymunumsu bir canlıdan yaratılışı, insanın onuruna ve ahlaksal yapısına yakıştıramadıkları için itirazlarını seslendirmişlerdir. Daha önce belirttiğimiz gibi dinler, aracı sebepler ile yaratılan her şeyi de Tanrısal yaratmanın bir parçası görürler. Bu yüzden, insan türünü paranteze alırsak, diğer türlerin birbirinden evrimleşmiş olmasının, Tanrı inancı ve Kutsal Metinler açısından bir sakıncası gösterilemez. Bir anne ve babadan doğan canlı, Kutsal Metinler açısından, türün ilk yaratılmış üyesi kadar Tanrı’nın yaratışının bir eseridir. O zaman dinler için her canlının özel yaratılışını savunmak bir ihtiyaç değildir.

Bir anne ve babadan doğmuş olmak dinler için nasıl aracı sebep olup, Tanrı’nın yaratışına ters düşmüyorsa, bir türün diğer bir türden oluşumunu (evrimini), Tanrısal yaratılışa aykırı görmek için bir sebep yoktur. Kutsal Metinler’de birçok zaman aracı sebeplerle oluşan olaylar -yağmur yağması, bitkilerin büyümesi, canlıların rızıklanması gibi- Tanrı’nın yaratışı, Tanrı’nın gerçekleştirdiği süreç ve olaylar olarak sunulur. Kutsal Metinler bu tip anlatımlarla doludur, örnek olarak bu Metinler’den bir iki pasajı ele alalım:

Hayvanlar için ot ve insan işine yarayan sebze çıkarır, ta ki yerden yiyecek[110]

Balta ile kesen adama karşı balta övünür mü? Testere kullanan adama karşı testere kendini büyütür mü?[111]

65- Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti, işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.

66- Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size karınlarındaki sindirilmiş gıdalar ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz.[112]

Eski Ahit’in Mezmurlar bölümünde, sebze ve ot gibi canlı unsurların Tanrı tarafından yerden bitirildiği söylenir. Kuran’da Nahl Suresi’nde, yağmurun yağışı da, hayvanların süt verip insanın onu içmesi de Tanrı’nın gerçekleştirdiği lütuflar olarak nitelendirilir. Ne bir Yahudi ne de bir Hristiyan, sebzelerin büyümesinde tohum ekme ve sulama gibi sebepleri inkar ederler; ne de bir Müslüman, bir hayvanın süt vermesi için, o hayvanın bir dişi ile bir erkekten doğmuş olması, beslenmesi ve sütünün sağılması gibi sebepler olduğunu inkar eder. Fakat bu üç dinin teist inananları, tüm bahsettiğimiz sebepleri, Tanrı’nın yaratışındaki araçsal sebepler olarak gördükleri için, Tanrı’nın sebzeyi yerden bitirmede veya insana süt vermede, tüm araçsal sebepleri anmadan doğrudan sebzeyi kendisinin bitirdiğini ve sütü verdiğini söylemesini doğal karşılarlar. Kutsal Metinler’de canlılarla ilgili süreçler ve tarihsel birçok olay da, Tanrı’nın kullandığı araçsal sebepler önemsenmeden anlatılır. Bu yüzden Eski Ahit’in İşaya bölümünde, balta ile testerede övünecek bir şey olmadığı, asıl marifetin bu aletleri kullananda olduğu söylenir. Bu analoji ile, balta ile testere, Tanrı’nın kullandığı araçsal sebeplere benzetilir ve insanın balta ve testere kullanarak gerçekleştirdiği işler, nasıl balta ve testerenin eseri olarak algılanmıyorsa, Tanrı’nın doğada ve tarihte gerçekleştirdiği olaylarda kullandığı araçsal sebeplerin Tanrı’ya nispetle bir ehemmiyetlerinin olmadığının dersi verilir.[113]

Eğer birisi, Tanrı’nın canlıları ortak bir atadan türetip, birbirinden evrimleştirerek yarattığını, evrimleşmenin, aynı her bir birey canlının annesi ile babasından doğuşu gibi araçsal sebep olduğunu söylerse, bu iddiaya karşı Kutsal Metinler’den aleyhte hiçbir kanıt bulamayacağımız kanaatindeyiz (Adem ve Havva ile ilgili anlatımları paranteze alırsak). Bu iddiaya, Kutsal Metinler’den aleyhte kanıt getirilememesi, bu iddiayı Kutsal Metinlerin doğruladığına da delil teşkil etmez. Çünkü böyle bir iddia için, ayrıca Kutsal Metinler’in bu konuyu açıkça anlatımı veya işareti gerekir. Oysa bu konuda Kutsal Metinler’in açık bir desteği olmadığı aşikar olduğu gibi, Kutsal Metinler’de Evrim Teorisi’ne işaret olduğuna dair itirazlar çok zorlama birkaç yorumdan ibarettir. Zorlama yorumlara konu olan bu ayetler daha çok Kuran’a referansla gösterilmektedir. Bu ayetler özellikle şunlardır:

Oysa O, sizleri aşama aşama yaratmıştır.[114]

Allah sizi yerden bir bitki gibi bitirdi.[115]

O inkar edenler görmüyorlar mı ki, göklerle yer, birbirleriyle bitişikken onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?[116]

Nuh Suresi’nde geçen birinci ayet, insanın aşamalarla yaratıldığını söylemektedir; “aşama aşama” ifadesini evrim olarak anlasak bile, tezimizin ilk bölümünde belirttiğimiz gibi “evrim” ile Evrim Teorisi arasında önemli farklar vardır. Kuran insanların anne rahminde geçirdikleri aşamaları ayrıntılı bir şekilde anlatır.[117] Bu aşamaları da bir “evrim” olarak niteleyebiliriz; ama bu evrimin, Evrim Teorisi ile bir ilgisi yoktur. Bu yüzden Kuran’da “evrim” anlamına gelecek bir kelime bulmak ile, bütün türlerin birbirinden evrimleşip ortak bir atadan geldiklerini söyleyen Evrim Teorisi anlamına gelecek bir ifade bulmak çok farklıdır. İnsanın yerden bitki gibi bitmesinden de Evrim Teorisi’ne bir delil bulmak mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Kuran insanların toprak ve sudan yaratıldığını söyler, aynı hammaddeden yaratılan bitki ile analoji kurulmasını, bu hammadde ortaklığına bağlamak daha tutarlıdır. Kuran yağmurla topraktan bitkilerin çıkmasıyla, insanın ölümünden sonra diriltilmesi[118] arasında da analoji kurar. Evrim Teorisi, insana soy ağacında sürüngenleri, balıkları daha yakın görür. Bu yüzden, Evrim Teorisi’ne göre insanla soy ağacındaki yakınlığı çok daha uzak olan bitkilerle olan bir benzetmeyi Evrim Teorisi’ne delil olarak görmek, kanaatimizce aşırı bir zorlamadır. Enbiya Suresi 30. ayette geçen canlıların sudan yaratıldığı şeklindeki ifadeyle Evrim Teorisi arasında bir bağlantı kurmak da tutarlı değildir. Çünkü Kuran gerek suya[119], gerek toprağa[120], gerek ise çamur[121] ifadesi ile bu iki unsurun karışımına atıf yaparak insanın yaratıldığı hammaddeye dikkat çeker. Türlerin birbirlerinden bağımsız yaratılışını kabul edenler de bu hammaddelerden yaratılışı kabul etmişlerdir. İnsan vücudunun mikroskop altında incelenmesi, insanın maddi bedeninin, toprağın ihtiva ettiği maddeler ve sudan oluştuğunu göstermektedir. Bu yüzden, insanın sudan yaratıldığını söyleyen ayetlerden, Evrim Teorisi’ne Kuran’dan destek bulmak; Kuran’a, Evrim Teorisi’ne bir destek bulma koşullanmasıyla yaklaşmanın bir ürünü gibi gözükmektedir. Ayrıca Kuran’ın şu ayetlerinin de Evrim Teorisi’ne işaret ettiğini düşünenler olmuştur:

65-Sizden cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette biliyorsunuzdur. Onlara “aşağılık maymunlar olun” dedik

66- Bunu hem çağdaşlarına, hem de sonra gelecek olanlara ibret verici bir ceza ve sakınanlara bir öğüt kıldık.[122]

De ki; “Allah katında ceza olarak bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah’ın lanetlediği, gazablandığı ve onlardan maymunlar, domuzlar ve tağuta tapanlar kıldığıdır onlar. İşte bunlardır yer bakımından daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmış olanlar”.[123]

Bu ayetlerde özellikle maymuna dönüştürme ile ilgili ifadenin, Evrim Teorisi’ne delil olduğunu söyleyenler olmuştur. Oysa Maide Suresi 60. ayette görüldüğü gibi sadece maymuna değil, domuza dönüştürmeden de bahsedilmektedir ve Evrim Teorisi’nin soy ağacı açısından domuz, insana yakınlığı açısından özel bir yer teşkil etmez. Bazı müfessirler Allah’ın emrine karşı gelen bahsedilen kişilerin, dış görünüş olarak bu hayvanlara dönüştüklerini söylerken, bazıları da iç dünyaları ve huyları açısından bu hayvanlara dönüştüklerini söylemişlerdir.[124] Kuran’da her iki hayvana dönüşümden bahsedilmesi, domuzun Kuran’da “pis” olarak nitelenmesi,[125] maymunun dış görüntüsüyle insana benzemesine rağmen insani niteliklere sahip olmaması gibi sebeplerden dolayı, ayetlerde bahsedilen hayvanlara dönüştürülme (mesh) olayından manevi dönüştürmenin anlaşılmasının daha doğru olduğu kanaatindeyiz.

Bazı araştırmacılar söz konusu ayetlerde Arapça’nın dil kuralları açısından gerçek maymuna dönüşmeyi anlamamamız gerektiğini şöyle anlatmaktadırlar: “Ayetteki ‘hasiin’ ifadesinin çoğul olarak kullanılması da, onların gerçek anlamda maymun olmadıklarına işaret etmektedir. Çünkü onlar gerçek anlamda maymun olsalardı ‘kıredeten hasieten’ şeklinde sıfat mevsuf uyuşmasının olması gerekirdi.”[126] Bu ayetlerde gerçek bir dönüştürmeden bahsedildiği düşünülse bile, onlarda yeni bir tür oluşumu için dönüştürmeden değil, cezalandırma için dönüştürmeden bahsedilmektedir. Ayetlerde hayvanlara dönüşmenin imkanından bahsedildiği için, Evrim Teorisi’ne işaret bulunduğu söylenebilir. Fakat Tanrı’ya inanan her Müslüman, isterse Tanrı’nın türleri birbirine dönüştürebileceğini esasen kabul eder, çünkü “Tanrı’nın her şeye kadir olduğu” İslam’ın en temel inançlarındandır. Bu yüzden türlerin birbirine dönüşmesinin imkanına dair bir ifadeden, Evrim Teorisi’ne Kuran’da yer verildiğine veya işaret edildiğine dair bir sonuca varmanın zorlama olacağı kanaatindeyiz. Evrim Teorisi insanın diğer hayvanlardan türediğini söylerken, hiçbir hayvanın insandan türediğini ileri sürmez.

İnsan dışındaki türlerin evrim geçirdiğini de geçirmediğini de Kutsal Metinler’e göre söylemek mümkün gözükmemektedir. Ancak burada şunu hatırlamalıyız ki, Tanrı’nın ontolojideki merkezi rolü ve Tanrı-alem ilişkisinde O’nun müdahale edici etkinliği göz ardı edilmemesi şartıyla teist ontoloji geniş imkanlar sunar.

Bu noktada Kutsal Metinler’deki Adem ve Havva ile ilgili anlatımların, tek Tanrı’lı dinlere inananların Evrim Teorisi hakkında ne düşünmelerini gerektirdiği sorusuna geliyoruz. Önce Yahudi ve Hristiyan teolojisinin bu konudaki görüşlerinde önemli belirleyici rolü olan Tevrat’ın Tekvin bölümünü ele alalım:

7- Ve Rab Allah, yerin toprağından Adam’ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve Adam yaşayan can oldu.

8- Ve Rab Allah, şarka doğru Aden’de bir bahçe dikti ve yaptığı Adam’ı oraya koydu.[127]

21- Ve Rab Allah Adam’ın üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga kemiklerinden (veya yanından) birini aldı ve yerini etle kapladı.

22- Ve Rab Allah, Adam’dan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve O’nu Adam’a getirdi.[128]

Yahudi hahamların hazırladığı bir Tevrat tefsirinde, Tekvin bölümünün insanın yaratılışını anlatan kısımları ile ilgili olarak şöyle söylenmektedir: “Tevrat’ın ilk bölümü, Yaratılış’ı oldukça kısa ve ana hatlarıyla anlatmıştır. Zira daha önce de belirtildiği üzere, Tevrat’ın buradaki amacı insanın tüm bu süreci anlaması değildir, bu insanın anlayış kapasitesinin üzerindedir. Amaç, Yaratıcı’nın kim olduğu konusunda bir fikir edinilmesidir.”[129] Bu tarzda bir yorum, Tanrı’nın açıklamadığı detaylarda insanların spekülasyon yapmasını mümkün kılmaktadır. Bu yüzden, Tanrı’nın Adem’i topraktan yaratışını, onun topraktan doğrudan (aracı bir tür olmaksızın) yaratılışı olarak algılayanlar olduğu gibi, bu yaratılış sürecinde Tanrı’nın türleri birbirinden evrimleştirdiğini, Adem’in de diğer türlerden evrimleştiğini, toprak hammadde olduğu için, bu tarz bir anlayışın Kutsal Metinler ile çelişmediğini söyleyenler de olmuştur. Evrimci anlayışı savunanlar, Kutsal Metinler’de, Tanrı’nın aracı sebepler kullanarak yaratılıştan bahsettiği bir çok olayda; otun bitmesi ve yağmurun yağması gibi olaylarda aracı sebeplerden bahsetmemesini, insanın topraktan yaratılışından söz eden pasajlarda, evrim gibi aracı sebeplerden bahsedilmeden insanın yaratılışının aktarılmış olabileceği için delil olarak gösterirler. Tevrat’ın Tekvin bölümünün Tanrı-insan ilişkisini Tanrı’nın yaratıcılığı merkezinde kurmasını ve insanın hammaddesinin biyokimyasal verilerle uyumlu şekilde toprak olarak gösterilmesini önemli bulduklarını söylemektedirler.[130]

Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması ile ilgili bölümde kaburga kemiği diye çevrilen kelimenin İbranicesi “yan taraf” anlamına da gelmektedir.[131] Ünlü Tevrat tefsircilerinden Raşi’ye göre, Adem’den alınan kısım, kaburga kemiği değil, vücudunun diğer cephesidir. Midraş, Adam’ın tek vücutta iki cephe, iki kısım şeklinde yaratıldığını belirtir. Buna göre, Tanrı erkeğin bir cephesini ayırıp, bundan kadını inşa etmiştir, böylece tek bir vücuttan iki insan oluşmuştur.[132] Evrim Teorisi’nin Tevrat ile çeliştiğini savunanlar, Havva’nın normal bir süreçle doğmadığını ve Adem’in kaburga kemiğinden veya yanından yaratılışının anlatıldığını söylerler. Buradan hareketle Havva için özel bir yaratılış varsa, bunu Adem’e ve diğer türdeki canlılara genellemenin mantıklı olacağını belirtirler. Teistik evrimi savunanların, eğer Havva için bir istisna öngörürlerse özel yaratılışı savunanların görüşüne yaklaşmış olacaklarına; bu durumda teistik evrimi savunanların da, özel yaratılış istisnalarına yer verdiklerine, fakat sayısal olarak tüm türleri değil de insanla ilgili bir iki istisnayı kabul ettiklerine işaret ederler.[133] Yahudi ve Hristiyan inancı ile Evrim Teorisi’ni uzlaştıranların bir kısmı, Adem ve Havva ile ilgili istisna öngörüyorlarsa da, diğer bir kısım ise Kutsal Metinler’de detay olmamasının ve metinlerin belli şekillerde yorumlanmasının Adem ve Havva için de istisna öngörmeden Evrim Teorisi’ne inanmanın mümkün olduğunu söylemektedirler.[134]

Kuran’da, Adem’in eşinin, onun kaburga kemiğinden veya yanından yaratıldığı ifadesi yer almaz. Ayrıca Adem’in eşinin isminin Havva olduğu da Kuran’da yer almaz. Kuran’da Adem ve eşi ile ilgili anlatımlar şu şekildedir:

30- Hani Rabbin, meleklere “Ben yeryüzüne bir halife atamaktayım” demişti. Onlar da: “Biz seni şükrünle yüceltir ve takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi atıyorsun?” dediler. “Şüphesiz Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.

31- Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere yöneltip “Doğru sözlüyseniz bunları Bana isimleriyle haber verin.” dedi.[135]

Müfessirlerin bir kısmı Adem’in bu dünyamızın dışında bir cennette (cennet bahçe anlamı da taşır) yaratıldığını söylemelerine karşın, bazı müfessirler Adem’in yaratıldığı bahçenin bu dünyada olduğunu söylerler. Buna delil olarak zikrettiğimiz, Bakara Suresi’nin 30. ayetinde Adem’in yeryüzüne halife atanmasını gösterirler.[136] Adem’in işlediği günahtan sonra “hubut”unu (iniş, halden hale geçiş) ifade eden ayeti,[137] Adem’in cenneti gökyüzünde diyenler yukarıdan aşağı inişi, yeryüzü cenneti (bahçesi) diyenler ise dünya içinde yer değiştirmesi anlamında düşünmüşlerdir.[138] Adem’in yeryüzündeki bir yerde yaratıldığını savunanlar, eğer Adem yeryüzüne sonradan indirilseydi, su gibi maddi ve vahiy gibi manevi şeylerin yeryüzüne inmesini ifade eden “nezele” fiilinin kullanılacağını söylemektedirler.[139] Tevrat’ın Tekvin bölümünün, 2. babı 7 ve 8’de de Adem’in yeryüzünde yaratıldığı ifade edildiği için, Kuran’ı bu tarzda yorumlayanların Yahudi ve Hristiyan dininin Kutsal Metinler’iyle de uyumlu olduğunu söyleyebiliriz. Adem’in eşinin yaratılışı ile ilgili konuda aşağıdaki Kuran ayetleri tartışma konusu olmuştur:

Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden çok sayıda erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.[140]

O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup yatışması için ondan eşini var etti…[141]

Bu ayetlerde geçen tek bir nefisten (nefs’i vahide) yaratılma[142] ifadesini bir çok tefsirci aynen Tevrat’ta olduğu gibi, Hz. Adem’den alınan bir materyalden eşinin yaratılması olarak almışlardır. Bazı yorumcular ise, Kuran’ın bu şekilde yorumlanmasının İsrailiyat tesiri altında gerçekleştiğini, nefisten eş yaratılmasından kastın Adem ile eşinin aynı cinsten yaratılması olduğunu söylemektedirler.[143] Kuran’da “Allah sizin nefsinizden eşler yarattı”[144] ve “Allah nefislerinizden elçiler gönderir”[145] ifadelerinin yer alması, tek bir nefisten yaratılıp, ondan eşinin yaratılmasının Adem’den Havva’nın yaratılışını değil de, Adem ile aynı cinsten Havva’nın yaratılışını ifade ettiğine delil olarak gösterilmektedir. Kuran’daki nefsten yaratılma ile ilgili metinlerin, her iki anlayışın anlaşılmasına da imkan tanıdığını söyleyebiliriz.

Diğer bir tartışma konusu ise, hayvanların, mahiyet bakımından mı yoksa derece itibariyle mi insandan farklı olduğuna dairdir. Evrim Teorisi’nin hayvanların insandan derece itibariyle farklı olduğunu, dinlerin ise insanın mahiyet itibariyle hayvanlardan farklı olduğunu söylediğine dair yaygın bir kanaat vardır. Bu kanaati taşıyanların bilmesi gereken iki önemli nokta vardır ki; bu noktaların her biri, mahiyet-derece arasındaki gerilimin Evrim Teorisi-dinler arası bir gerileme taşınmasının yanlış olduğunu göstermektedir.

  1. Evrim Teorisi’ne inananların tümü, insanlar ile hayvanlar arasında sadece derece farkı olduğunu söylemezler.
  2. Teistlerin hepsi de insanlar ile hayvanlar arasında mahiyet farkı olduğunu savunmazlar.

Birinci madde açısından en çarpıcı örnek, doğal seleksiyonlu Evrim Teorisi fikrini Darwin’le beraber ortaya atan Wallace’ın, bir önceki bölümde gördüğümüz gibi insan zihnini ve ahlaki kimliğini mahiyet farkı ile açıklamasıdır. Diğer yandan kimi teistler de ruh ile bedeni ayrı iki cevher olarak görmemişler, insanın ayrı bir cevher olan ruha sahip olması anlamında mahiyet farkları bulunmadığını savunmuşlardır.[146] Platon’un ve Descartes’ın felsefelerinde “ruh”, insan bedeninden farklı ve bedenden bağımsız bir cevhere sahiptir. Kuran’da “ruh” ve “nefs” diye ayrı terimler geçse de, bunların iki ayrı cevhere (farklı mahiyet unsuruna) karşılık gelip gelmediği tartışılabilir.

Burada karşımıza çıkan sorun, daha önce de en temel tartışmalarda karşılaştığımız sorundur. Bu sorunu “teistik ontolojinin imkanının genişliği” şeklinde isimlendirebiliriz. Bir teist açısından Tanrı, isterse canlılık, düşünme, hissetme ve ahlaki davranma gibi özelliklere toprak ve su gibi maddi cevherden bağımsız ayrı bir cevher olan “ruhu” yaratarak imkan verir, isterse saydığımız tüm bu özellikleri maddi cevhere (toprak ve suya) vererek maddi cevheri “ruhlandırır”. Bu ikinci bakış açısına göre, maddeye Tanrı’nın, enerjiden atomik partiküllere, bu partiküllerden kimyevi bileşiklere, bunlardan da canlı organlarına geçişte bahsettiği özellikler kazanma yeteneğini, insanı “ruhlandırırken” de bahşetmiştir. Buna göre maddi cevherin, ruhlu insan ve canlı yaratılmasına imkan veren potansiyelle yaratıldığı söylenmektedir.

Teistler, ister insanda maddi olan ve olmayan iki cevher, isterse maddi tek cevher kabul etsinler, kendi kabullerinin zıddı bir yaratılışın da Tanrı için mümkün olduğunu kabul etmelidirler. Bu durum teistlerin, canlıların birbirinden evrimleşerek yaratıldığını kabul etsinler veya etmesinler, kendi kabullerinin aksi şıkkının da Tanrı için mümkün olduğunu kabul etmelerine benzemektedir. Fakat bir materyalist ontoloji, bu imkanların aynısına sahip değildir. Madde dışında bir cevher olmadığını savunan materyalist-ateistler, mutlaka ayrı bir cevher anlamını taşıyan “ruhu” inkar etmek zorundadırlar. Teistler için asıl önemli olan maddi cevher dışında Tanrı’nın varlığıdır, insan ruhunun ayrı bir cevhere sahip olup olmaması temel bir kritik nokta değildir. Dualist sistemle adı özdeşleşen Descartes da, Tanrısal cevherin yanında ruh ve beden cevherlerinin önemsizliğini ve Tanrı’ya bağımlılığını vurgulamıştır.[147] Sonuç olarak ateist bir yaklaşımla Evrim Teorisi’ni savunanlar, madde dışında ayrı bir cevher olarak insanın veya diğer canlıların ruhunu inkar etmek zorundadırlar. Teistler ise, Evrim Teorisi’ni ister inkar ister kabul etsinler, her iki durumda da ruhun ayrı bir cevher olduğunu kabul veya reddedebilirler. Teistler daha önce gördüğümüz gibi, nasıl Evrim Teorisi’ni kimisi kabul, kimisi reddedip, kimisi de bu teoriye bilinemezci bir tavır içinde kalabiliyorsa; aynı şekilde ruhun bağımsız bir cevher oluşunu da kimisi kabul, kimisi reddedip, kimisi de bu konuda bilinemezci bir tavır içinde kalabilir.

Ruhun bağımsız bir cevher olup olmadığı iki düzlemde tartışılabilir. Bunlardan birisi felsefi ve bilimsel açıdan konunun incelenmesidir. Bu iki çalışma alanını ayrı olarak ele almak mümkün olsa da, günümüzde bilimsel verilerin öncülüğünde biyolojinin zihin felsefesiyle beraber yaptığı çalışmayı tek bir araştırma alanı olarak da kabul edebiliriz. Teizm, ruhun ayrı bir cevher olarak var olup olmamasını da kabullenecek imkanı ontolojisinde taşıdığından, bu çalışma alanından gelecek verilerden çekinmesi için bir neden olamaz. Günümüzde de insanın beden dışı bir cevhere sahip olup olmadığı, insan zihninin sırf materyalist bir yaklaşımla açıklanıp açıklanamayacağına dair tartışmalar hararetle devam etmektedir.[148] Diğer bir tartışma zemini ise Kutsal Metinler’den gelen verilerin dualist bir inancı gerektirip gerektirmediğiyle alakalıdır. Konuyla ilgili Kutsal Metinler’de geçen ifadelere aşağıdaki pasajlar örnektir:

Ve Rab Allah yerin toprağından Adam’ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve Adam yaşayan can oldu.[149]

28- Rabbin meleklere demişti ki: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım.”

29- “Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üflediğimde hemen ona secde ederek kapanın.”[150]

Kutsal Metinler’de zikri geçen “ruh üflemesini”, Tanrı’nın ilmi ile maddi bedene canlı özelliklerin verilmesini anlayanlar olduğu gibi, ruh ile maddi bedenden ayrı bir cevher kastedildiğini ve bu ayrı cevherin maddi beden ile birleştirildiğini savunanlar da olmuştur. Felsefi terminolojide kullanılan “cevher” kavramının Kutsal Metinler’de varolmadığı; bizim felsefe alanındaki terminoloji ile Kutsal Metinler’i düşünmeye çalıştığımıza özellikle dikkat etmemiz gerekir. Ayetlerde geçen “ruhum” ifadesini özellikle sufiyyenin büyük bir kısmı Allah’ın kendinden bir parça veya özelliği insana vermesi şeklinde yorumlamış olmalarına karşın, Kuran’da, Kabe’den de “evim”[151] diye bahsedilmesi, insanlara hitapların “kullarım”[152] diye gerçekleştirilmesi, “ruhum” ifadesinden “sahip olmayı” anlayabileceğimizi göstermektedir. O zaman ruhun, Tanrısal bir öz olduğunu savunup, “ruhun” mutlaka ayrı bir cevher olduğunu söylemek mümkün gözükmemektedir. Bazı araştırmacılar, Eski Yunan felsefesinden gelen etki ve terminolojinin Ehli Sünnet alimlerinden Gazzali ve Rağıb el-Isfehani, Mutezile alimlerinden Ma’mer bin Abbad es- Sülemi, Şia alimlerinden Nevbahti, Basenci ve Muhammed bin Numan’ın ruhu ayrı bir cevher olarak değerlendirmelerine yol açtığını söylemektedirler.[153] Kuran’ın ahiret tanımlarından da soyut bir cevher olan ruhun bedene iadesi değil, insani varlığın iadesi anlaşılmaktadır. Kuran, ahirette bedensiz ruhlardan hiç bahsetmez, çünkü Kuran ruh ve beden ikiciliğini ileri süren bir insan tasviri yapmaz, bedenden ayrı bir ruhun var olduğunu ve ölümden sonra onun varlığının bedensiz de olsa devam edeceğini söylemez.[154]

Görüldüğü gibi ruhun, maddi bedenden ayrı soyut bir cevher oluşu Kutsal Metinler açısından bile temellendirilebilmesi tartışmalı bir husustur. İnsanın Tanrı katında sorumlu bir canlı olduğunu temellendirmek için, onun hayvanlardan derece değil mahiyet açısından farklı olduğunu söylemek zorunda olduğumuza dair yargı doğru değildir. Ruhu soyut bir cevher olarak kabul edenler, bebeklerin ruh sahibi olduğunu kabul ederler, yani bebekler mahiyet açısından değil derece açısından insandan farklıdır. Fakat hiç kimse derece açısından farklı gözüken bebeklerin sorumlu varlıklar olmamasında bir gariplik görmez. Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:

  1. İnsanlarla diğer canlılar arasında mutlak şekilde mahiyet farkı olması gerektiği iddiası yapay bir sorundur.
  2. Kutsal Metinler’den ruhun ayrı bir cevher olduğuna dair bir sonuç çıkarılıp çıkarılmayacağı tartışmalıdır.
  3. İnsan ile hayvanlar arasındaki mahiyet ve derece farkıyla ilgili bir tartışma, dinler ve Evrim Teorisi arasında bir gerginliğe dönüştürülemez. Beklenenden çok farklı bir şekilde, dinlerin içinde insanın diğer canlılardan mahiyet farkı olmadığını savunanlar olduğu gibi; Evrim Teorisi’ni savunan ve ortaya koyan isimlerden, insanlarla hayvanlar arasında mahiyet farkı olduğunu savunanlar da olmuştur.

Kuran’ın izahlarıyla Evrim Teorisi’nin çeliştiğini savunanlar, Adem’in “ol” emriyle yaratıldığını, bunun ise Tanrı’nın Adem’i doğrudan yarattığını gösterdiğini söylerler. İlgili ayet şöyledir:

Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona “ol” demesiyle o da hemen oluverdi.[155]

Kuran’dan Allah’ın “ol” emriyle dilediğinin oluşacağını anlıyoruz. Fakat bu oluşmanın, dünyevi zamanda bir anda olduğu anlamına gelmez. Allah’ın “ol” emrinin yeterli olduğu anlamına gelir. Kuran’dan Allah’ın gökleri ve yeri altı günde (devirde) yarattığını anlıyoruz.[156] Fakat diğer yandan göklerin ve yerin yaratılışı için “ol” emrinin yeterli olduğu da şu ayetlerden anlaşılmaktadır:

81- Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette, O, yaratandır, bilendir.

82- Bir şeyi dilediği zaman, onun emri yanlızca “ol” demesidir, o da hemen oluverir.[157]

Gökleri ve yeri gerçek olarak yaratan da O’dur. “Ol” dediği gün hemen oluverir…[158]

Einstein’ın İzafiyet Teorisi ile zamanın mutlak olmadığı ve yerçekimi ve hız gibi evren içindeki parametrelerle değiştiği teorik bazda ortaya konmuş[159] ve sonra deneysel verilerle de desteklenmiştir.[160] Evren içinde bile değişkenliği olan zamanın, Tanrı’yı bağlayıcı bir niteliği olduğu düşünülemez. Bu yüzden, Tanrı’nın “ol” emri ile, dünyevi süreçte anındalığı anlayamayız. Evrenin tahmini olarak onbeş milyar yaşında olduğu sanılmaktadır[161], ama bu Tanrı’nın katında bir “ol” emrinin karşılığıdır. Aynı şekilde Kuran’da “ol” emri, İsa’nın yaratılışı anlatılırken de kullanılmıştır:

Meryem dedi ki: “Rabbim, çocuğum nasıl olur benim? Bana hiçbir insan dokunmadı ki!” Allah cevap verdi: “Allah dilediğini işte böyle yaratır. Bir iş ve oluşa karar verdiğinde sadece ona “ol” der, o hemen oluverir.[162]

İsa’nın dünyaya gelmesi “ol” emrine tabidir, ama annesi Meryem onu rahminde belli bir zaman süreci boyunca taşımıştır. Tüm bunlar gösteriyor ki, Adem’in “ol” emriyle yaratılışından onun dünyevi süre olarak bir anda yaratıldığını mutlak olarak anlamamız gerektiği sonucunu çıkaramayız.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Kutsal Metinler açısından Evrim Teorisi’ni incelediğimizde en sorunlu ve üzerinde iyi düşünülmesi gerekli konu, Adem’in ve eşinin yaratılışıdır. Johns Hopkins Üniversitesi’nin ünlü fizikçisi Howard A. Kelly gibi, Adem ve Havva’nın yaratılışı dışında Evrim Teorisi’ne inandığını söyleyip insanı Evrim Teorisi’nden ayırıp teoriye inanan örnekler bile olmuştur.[163] Kutsal Metinlerde anlatılan Adem ile eşinin yaratılışının Evrim Teorisi’ne aykırı olduğunu söylemek, bütün Kutsal Metin yorumcularının paylaştığı bir kanaat değildir. Kutsal Metinler için Tanrı’nın varlığı, yaratılıştaki merkezi rolü asıl önemli unsurlardır, Tanrı’nın yaratma metodu olarak kabul edilen bir Evrim Teorisi görüşünü, Kutsal Metinler’e dayanarak yanlışlamak kolay değildir. Kutsal Metinler’de birçok zaman “araçsal sebepler” dışlanarak Tanrı’nın yaratışı anlatılır. Örneğin Kuran’da, Zekeriya peygamberin hiçten yarattığını söylenir.[164] Bu ifadenin, Zekeriya peygamberin anne ve babasını, doğum öncesi evrelerini, çocukluğunu dışlamak anlamına gelmediği açıktır. Eğer Adem’in yaratılışı için de benzer bir durumun olduğu ve evrim gibi aracı sürecin dışlanarak anlatımın yapıldığı -çünkü bu süreci de yaratan Tanrı’dır- söylenirse, buna Kutsal Metinler’e dayanarak itiraz etmek zor olacaktır. Diğer yandan Kutsal Metinler’e dayanarak, onların -özellikle Kuran’ın- Evrim Teorisi’ne işaret ettiğini söyleyenler olmuştur. Bahsedilen metinleri incelediğimizde, bu iddianın zorlama kabul edilebilecek bazı yorumlar ile gerçekleştirildiğine, Kutsal Metinler’in Evrim Teorisi’ne işaret ettiğinin söylenemeyeceğine kanaat getirdik. Bu ise bizi, Kutsal Metinler adına (özellikle Kuran) Evrim Teorisi’ne karşı çıkmadan ve desteklemeden bir konum edinebileceğimiz sonucuna; Kutsal Metinler eğer tek hareket noktamız olursa Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci olabileceğimiz yargısına ulaştırmaktadır.

3.6 İLK GÜNAH VE HRİSTİYAN TEOLOJİSİNDEKİ YERİ

İslam ve Yahudi teolojilerinden farklı bir anlayışla, Hristiyan teolojisinde Adem’in ilk günahının önemli bir yeri vardır. Hristiyan düşüncesinin oluşumuna yol açan Tevrat’taki ve Yeni Ahit’teki ifadeler şunlardır:

3- Fakat bahçenin ortasında olan ağacın meyvası hakkında Allah: “Ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz” dedi.

4- Ve yılan, kadına: “Katiyen ölmezsiniz” dedi.

5- “Çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız”[165]

17- Ve Adem’e dedi: “Karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu, ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin.

18- Ve sana diken ve çalı bitirecek ve kır otunu yiyeceksin.

19- Toprağa dönünceye kadar alnının teri ile ekmek yiyeceksin, çünkü ondan alındın, çünkü topraksın ve toprağa döneceksin.”[166]

22- Ve Rab Allah dedi: “İşte, Adam iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden biri gibi oldu ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye.”

23- Böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı.

24- Ve Adam’ı kovdu ve hayat ağacının yolunu korumak için Aden bahçesinin şarkına Kerubileri ve her tarafa dönen kılıcın alevini koydu.[167]

12- Bir tek insan yüzünden günah nasıl dünyaya girdiyse, günah yüzünden de ölüm dünyaya girdi. Böylece bütün insanları ölüm sardı, çünkü tümü günah işledi.[168]

17- Bir tek kişinin suç işlemesinin ölüm egemenliğini getirdiği ve bunun o tek kişi aracılığıyla olduğu önümüzdedir. Ama kayra bolluğu ve doğruluk armağanını alanların bir tek kişi -İsa Mesih- aracılığıyla yaşamda egemenlik sürecekleri daha kesindir.

18- Demek ki, bir tek insanın suçluluğu yüzünden suçlu çıkarılma nasıl bütün insanları kapsadıysa, bir tek insanın doğru çıkarma eylemiyle de yaşam doğruluğu bütün insanları kapsamıştır.

19- Çünkü bir tek insanın buyruğa uymazlığıyla nasıl birçokları günahlı kılınmışsa, bir tek insanın buyruğa uymasıyla da birçokları doğru kılınacaktır.[169]

Hristiyan Kilisesi’nin öğretisi, her ne kadar Tevrat’ın Tekvin bölümüne dayanıyorsa da, öğretiyi esasen şekillendiren Yeni Ahit’in Romalılar bölümü olmuştur. Buna göre Adem’in işlediği günah bütün çocuklarına geçer ve her insan günahla doğmuş olur. Bu durumdan ise ancak İsa’nın lütfu ile kurtulunabilinir.[170] Kilise öğretisinde Adem’in günahı ile başlayan “düşüş” ile ilgili anlatım, İsa’nın çarmıha gerilmesinin insanların günahlarına kefaret olması ile ilgili anlatımla birleştirilir[171] ve bu inanç, Kilise’nin en temel imani akidelerinden biridir. Bazı Hristiyan teologlar, “miras günah” kavramıyla insanın doğuştan suçlu sayılacağı bir günahın kastedilmediğini; bunun ile insanın günaha eğilimli bir “doğayı”, “miras” aldığını anlamamız gerektiğini söylemektedirler.[172] Kilise akidesi açısından önemli bir yeri olan “miras günah” ile ilgili öğreti Yahudiler tarafından reddedilmektedir; Yahudiler hem günahlı doğmayı, hem de insanın doğası gereği kötü olduğu inancını reddederler.[173] Tevrat’ın ve Eski Ahit’in kimi pasajları da çocukların ebeveynlerinin günahlarını taşımayacaklarını dile getirmektedir.[174] İslam inancında da “asli günah” fikrine karşı çıkılır, Kuran’da Adem’in tövbesinin kabul edildiğine dair ifadeler, ebeveynlerinden çocuklarına aktarılan “miras günahın” olmadığına delil gösterilir:

121- Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp örtmeye başladılar. Adem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı.

122- Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti.[175]

Konumuz açısından, ilk günah ile ilgili en önemli iddialardan biri, ilk günahtan sonra dünyadaki hayvanların da insanlar ile beraber ölmeye başlaması iddiasıdır.[176] Oysa bulunan fosiller üzerinde yapılan incelemelerden yüz milyonlarca yıl önce canlıların yaşadığı tahmin edilmektedir. Örneğin beşyüzmilyon yıl kadar önceki Kambriyen çağına ait önemli miktarda, çok hücreli fosili bulunmuştur.[177] Bazı Hristiyanların bu iddiası, sadece Evrim Teorisi ile değil, fosil-biliminin birçok bulgusuyla da çelişkilidir. Oysa Hristiyanların birçoğu, Eski ve Yeni Ahit’teki anlatımların sadece insan ile ilgili olduğunu, ilk günahtan sonra hayvanların ölmeye başladığını söylemenin, Kitabı Mukaddes’e dayalı bir temeli olmadığını belirtmektedirler.[178] Hayvanların ilk günahtan sonra ölmeye başladığı ile ilgili yorumun; Yeni Ahit, Romalılar, 5, 12’de geçen ifadelerin yanlış yorumundan kaynaklandığını belirtmekle ve Adem günah işlemeden önce kendisine “o meyveden yediğinde ölürsün”[179] dendiğini, Adem eğer diğer canlıların ölümünü gözlemlememişse, ölümün ne anlama geleceğini bilemeyeceğini, kendi karşı delilleri olarak ifade etmektedirler.[180]

İlk günah ile ilgili diğer önemli bir husus ise, bu inancın, insanlığın mutlak tek bir çiftten türediğine (monogenism) dair bir inancı gerekli kılmasıdır. Gerçi Yahudiler ve Müslümanlar -bazı farklı yorumcular olmakla birlikte- da bu inancı paylaşmaktadırlar, fakat, Yahudilik ve İslam’da “asli günah” gibi bir inanç olmadığı için, tek bir çiftten türemenin gerekliliğine dair inanç Hristiyanlık kadar merkezi bir role sahip değildir. İsa’nın çarmıha gerilmesi[181] ile insanın kurtuluşu için bir yol açılması, asli günahla başlayan bir düşüş sürecini geriye çevirmesi açısından önemlidir.

Burada iki soru karşımıza çıkmaktadır. Birincisi Evrim Teorisi’nin, insanlığın tek bir çiftten türemesi ile ilgili görüşünün ne olduğuna dairdir. İkincisi ise Kutsal Metinler’in tek bir çiftten türemeyi zaruri görüp görmemesiyle ilgilidir. Evrim Teorisi’ne inananlar, yüz binlerce canlı formunun tek bir tek-hücreli canlının evrimleşmesiyle oluştuğunu savunmaktadırlar. Bu inanca sahip olan kişilerin insanların tek bir çiftten türediklerine dair inancı reddetmesi çok garip olur. Buna rağmen insanların bir çiftten türemesinin Evrim Teorisi’ne aykırı olduğunu savunanlar olmuştur. Fakat hücrenin organellerinden mitekondri üzerinde yapılan araştırmalar, bütün insanların tek bir dişiden türediğini göstermiştir. Bu görüşün dayanağı mitekondrilerdeki DNA’ların incelenmesidir. Mitekondrinin DNA’sı, hücre çekirdeğindeki DNA’dan farklıdır ve her insana sadece annesinden geçmektedir. İncelemeler sonunda insanlarda 133 çeşit mitekondrial DNA tipi tespit edilmiştir ve bu tipler üzerindeki araştırmalar, insanların mitekondrilerinin tek bir mitekondrial DNA tipine sahip atadan türediğini göstermiştir.[182] Bu bulgu, insanların tek bir çiftten türediğine dair inancı daha da güçlendirmiştir. Bu bulguyu, Evrim Teorisi’ne inananlar da inanmayanlar da insanların tek bir çiftten türediğini göstermek için kullanmaktadırlar. Bu bulgu, modern genetiğin verileri açısından, tüm insanların tek bir çiftten türediği fikrine karşı çıkmaya gerek olmadığını, genetikteki verilerin -tartışmalar olmakla beraber- tek bir dişiden tüm insanların türediği fikriyle çelişmediğini gösterir.

Dinlerin Kutsal Metinleri’nin tek bir çiftten türemeye inanmayı gerektirip gerektirmediği ayrı bir konudur. Üç tek Tanrı’lı dindeki genel görüş, insanların tek bir çiftten (Adem ve Havva) türediği yönündedir. Fakat, “asli günah” kavramının olmadığı İslam dininde, Adem ve Havva’nın ilk insanlar olmadığına dair görüşü de savunanlar olmuştur. Bunu savunanlar Adem’in yeryüzüne halife atandığının söylendiğini, Kuran’dan, Adem’in tüm insanlığın biyolojik babası olduğunun temellendirilemeyeceğini savunmaktadırlar.[183] Bu görüşte olanlar, Kuran’da geçen “Benî-Adem” ifadelerine neseb bağı anlamı verilmemesi gerektiğini, “benî” ifadesinin onu takip eden, onun sünnetinde olan anlamlarını verdiğini, “Benî-İsrail” ifadesinin de Kuran’da geçtiğini, fakat Kuran’ın hitap ettiği Yahudilerin hepsinin Hz. Yakub’un oğulları olamayacağını söylemektedirler. Ayrıca Kuran’da Müslümanlara hitaben “babanız İbrahim”[184] (Ebikum-İbrahim) ifadesinin yer almasını görüşlerine delil olarak göstermektedirler.[185]

İbn Babveyh’in Kitabut-Tevhid isimli eserinde, Caferi Sadık’a atfen Adem’den önce insan benzeri canlılar olduğunu söyler. İmamiyye’den Camiul Ahbar yazarı ve Muhammed Bakır’a da benzer izahlar atfedilir.[186] Yahudilerin kaynaklarından Midraş’ta da Adem’den önce yarı insan-yarı maymun varlıkların olduğu söylenir.[187] Görüldüğü gibi tek Tanrı’lı dinlere inanan bazı kişiler, Adem’den önce insanlara maymunlardan daha çok benzeyen insanımsı yaratıklar olduğunu kabul etmekte inançları açısından bir sorun görmemişlerdir. Ama, ufak bir azınlığın dışında çoğunluk, tüm insanların genetik bağının tek bir çiftte, Adem ve eşinde birleştiğini kabul etmişlerdir.

İlk günah ile ilgili iddialardan, fosil biliminin verileriyle ve Evrim Teorisi ile en uzlaşmaz iddia, Adem ve eşinin ilk günahından sonra bütün hayvanların ölmeye başlamasıdır. Günümüzde Hristiyan’ların içindeki azınlık bir grup dışında bu iddiayı savunanın olmadığını söyleyebiliriz. Kuran’da bu anlamın verilebileceği hiçbir ifade yoktur. Kilise öğretisinde ise “asli günah” kavramı, Yahudi ve İslam öğretilerinden farklı bir şekilde önemlidir, İsa’nın insanların kurtuluşu için çarmıha gerilmesi gibi Hristiyan akaidi açısından en temel konular “asli günah” öğretisi ile birleştirilmektedir. Bu yüzden Hristiyan teolojisi için insanların tek bir çiftten (Adem ve Havva) türediği inancı, diğer iki tek Tanrı’lı dinden daha da özel bir yere sahiptir.

Kanaatimizce bütün canlıların tek bir tek-hücreliden oluştuğunu söyleyen Evrim Teorisi’nin, bütün insanların tek bir çiftten türediği iddiasına karşı çıkması için bir sebep yoktur. Genetikte mitekondriye dayalı incelemeler, tüm insanların tek bir dişiden türediğini gösterip, tek bir çiftten türemenin, bilimsel olarak daha kabul edilebilir bir argüman olduğunu ortaya koymuştur. Sonuç olarak, “asli günah” öğretisinin, hayvanların ölümünü bu günah ile başlatan görüşü modern bilimsel verilerle uzlaştırılamaz, fakat bu öğretinin tek bir çiftten türemeyi gerektirmesinin modern bilimsel verilerle veya Evrim Teorisi ile çelişkili olduğu da söylenemez.

İsa’nın kimliğinde tanrısal bir yön bulunmasının, “asli günah” öğretisi gibi, Hristiyanlığın diğer iki tek Tanrı’lı dinden farklı olarak Evrim Teorisi ile arasındaki özel sorun olduğu düşünülebilir. Uzun tartışmalardan sonra 451 yılındaki Kadıköy Konsili, İsa’da; hem tanrısal hem de insani (günaha eğilim dışında) doğanın karışmadan, değişmeden ve ayrılmadan bir arada olduğunu kabul etmiştir.[188] İsa’nın kimliği ile ilgili tartışmalar, İsa’dan sonraki ilk yüzyılların en tartışmalı konusu olmuştur. İsa’nın kimliği, üçleme ve Tanrı’nın tarifi gibi konular bir arada ele alınmıştır. Sonunda Tertullianus’un kullandığı dili Stoacılık’tan ve Roma yasasından alarak, Tanrı’nın üç ayrı kişiden oluşan (personae), tek bir cevher olduğuna (substantia) dair açıklaması hakim görüş oldu. İsa ve Kutsal Ruh’un, Tanrı’nın bölünmesiyle ortaya çıkmadığı, Güneş ışınlarının Güneş’in uzantısı olması gibi Tanrı’nın uzantıları olduğuna dair görüş hakim oldu. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un üç ayrı ilahi varlık olduğuna ve Tanrı’nın dışında İsa ile Kutsal Ruh’un ilahi yönleri olmadığına dair izahlar arka plana düştü.[189]

Günümüzde Uniteryanlık[190] gibi bazı mezhepler dışında Hristiyan mezheplerin büyük kısmı İsa’nın tanrısal doğasını kabul ederler. Fakat Newton gibi üçlemeyi reddetmesine rağmen gönülden Hristiyanlığa bağlı ünlü tarihsel figürler de olmuştur.[191] İsa’nın tanrısal doğası olduğunu kabul edenler, onun gerçek Tanrı olduğu kadar, gerçek insan da olduğunu kabul etmişlerdir.[192] Bu yüzden topraktan yaratılmış insanların, İsa’nın, Meryem vasıtasıyla soyu olması Hristiyanlıkta kabul edilmektedir. Tahminimizce insanların ve İsa’nın soyunun toprak olmasını, insanların (ve İsa’nın) onuruna aykırı görmeyenlerin, insanların soyunun ayrıca topraktan yaratılmış başka canlılarla -balıklar, sürüngenler, maymunlar- ilişkilendirilmesinde de bir sorun görmemeleri gerekir. Üç tek Tanrı’lı dinde, Allah’a karşı isyan edenler ve putperestler, hayvanlardan daha aşağı kabul edilir.[193] Tarih boyunca birçok insanın ailesinde putperest bulunmuş olabilir -İbrahim peygamberin babasının putperest olduğu Kuran ayetlerinde ifade edilir-[194]; tek Tanrı’lı dinler bunda bir sorun görmezler. O zaman tek Tanrı’lı dinlerin, insan soyunun hayvan ile bir bağı olduğuna dair Evrim Teorisi’nin iddiasını, bu iddianın insanlık onuruna veya İsa’nın onuruna yakışmadığı gerekçesiyle reddetmesinin bir temeli yoktur.

İnsanların aldığı gıdalar hayvansal veya bitkisel kökenlidir. Bu gıdaları yediğimiz zaman, aslında hayvanların ve bitkilerin vücudunu yemiş oluyoruz ve vücudumuzda, bu canlıların bedenlerinin parçaları olan protein gibi yapıtaşları değişerek bizlerin vücudunun birer parçası olmaktadırlar. İnsan vücudunu meydana getiren hücreler sürekli ölmekte ve yeni hücreler, yediğimiz besinlerin (hayvan ve bitkilerin) vücudumuzda hammadde vazifesi görmeleriyle oluşmaktadır. Sonuç olarak, her bir insanın vücudu, her an, hayvan ve bitki bedenlerinden oluşmaktadır. Etini yediğimiz bir tavuk, yediğimiz bir elma “biz” olmaktadır. Hiç kimse her an bedenimizin hayvan ve bitki bedenlerinden oluşmasını insan onuruna aykırı bulmamaktadır. İsa’nın insani doğası gereği yemek yediğini düşünürsek, aynı değişim süreci İsa’nın bedeni için de olmuştur ve bunu kimse İsa’nın onuruna aykırı bulmamıştır.

Bu yaklaşımımız, Evrim Teorisi’nin dinler açısından kabul edilmesi gerekli bir teori olduğu anlamını taşımaz. Biz burada sadece, insanlık onuru veya İsa’nın onuru gibi başlıklarla Evrim Teorisi’ne karşı çıkmak için bir neden olmadığını göstermeye çalıştık. İsa’nın tanrısal kimliğine dair iddialardan dolayı, Hristiyanlığın Evrim Teorisi ile ilişkisinde fazladan problemler yaşadığı düşünülebilir. Evrim Teorisi’nin, İsa’nın tanrısal doğası ile ilgili problemleri çoğalttığını düşünmüyoruz. Büyük Hristiyan mezhepler, İsa’nın insani kimliğini zaten kabul etmiştir. Gerçek insani kimlik ile gerçek tanrısal kimliğin bir arada olmasıyla ilgili sorunsallara büyük Hristiyan mezhepler, zaten sahiptir. Bu konunun Hristiyan mezheplerin en sorunlu konusu olduğu doğrudur, ama Evrim Teorisi’nin bu sorunları daha da arttırıp arttırmadığı ayrı bir konudur. Nitekim papaz olan birçok evrimci-Hristiyan mevcuttur, hatta en büyük Hristiyan mezhebi olan Katolikliğin lideri Papa da Evrim Teorisi ile Hristiyan inancının uzlaştırılabilineceğini söylemiştir.[195] Papa’nın, açıklamalarını uzman heyetiyle bir arada hazırladığı ve Katolikliğin sırf lideri değil aynı zamanda sözcüsü olduğu düşünülürse, bu açıklamanın önemi ortaya çıkar. Sonuç olarak “miras günah” ve “İsa’nın Kimliği” gibi başlıklar teist dinlerde yalnız Hıristiyanlığa ait sorunlardır. Birçok Hristiyan bunlardan kaynaklanan sorunları Evrim Teorisi açısından problem olarak görmemiş olmasına karşın, bu sorunların hiçbir şekilde Evrim Teorisiyle uzlaşamayacağını savunanlar da olmuştur.

3.7 DİNLER, EVRİM TEORİSİ VE AHLAK

Tek Tanrı’lı dinlerin en temel özelliği Tanrı merkezli ontolojileridir. Teist dinlerin varlığı değerlendirişi, Tanrı-alem ilişkisini kurması, kozmolojik kuramı ve de etik öğretisi hep bu ontoloji ile alakalıdır. Dinlerin etik ile ilgili yaklaşımında, bireylerin özgürlüğü hakkında tartışmalar[196], iyilik ve kötülüğün yahut güzellik ve çirkinliğin insanların fiillerin özünde mi yoksa sadece Tanrı’nın emrine bağlı olarak mı bulunduğuyla ilgili farklı yaklaşımlar[197] olmuştur. Dinin içinde, etik açıdan farklı yaklaşımlar bulunmakla beraber, dinin ahlaksal emirlerinin, ontolojinin merkezindeki Tanrı ile ilişkisi açısından bir ittifak olduğunu söyleyebiliriz. Ontolojinin merkezindeki Tanrı’da tüm güç toplanmıştır, bu gücün başkalarına dağıtılması şirktir ve teist dinler bunu kabul etmez. Tüm gücü elinde toplayan Tanrı’nın “ahlaki emri” kadar güçlü bir emir olamaz. Ne ebeveynin, ne devletin, ne de toplumun emirleri bu kadar güçlü değildir, çünkü bir buyruğu güçlü yapan o buyruğu verenin gücüdür. Tanrı’nın gücü yanında, Tanrı’dan ahlaki buyrukları alan insanın hayatını, bedenini kısaca her şeyini Tanrı’ya borçlu olmasının vereceği minnet duygusu, bu buyrukları daha da etkili kılar. Tanrı’nın hem dünyada, hem de ölümden sonraki yaşamda her türlü mükafat ve cezayı verebilecek olması ve ahlaki buyruklara uymanın mükafatı, uymamanın ise cezayı gerektiriyor olması, tek Tanrı’lı dinin inananlarını bu buyruklara uymaya iyice mecbur eder. Tanrı’nın her şeyi her an görüyor olması da, bu buyrukların mutlaka, kaçınılmaz olarak yerine getirilmelerini gerektirir.

Sayılan tüm bu nedenlerden dolayı, hiçbir sistemin ahlaki kuralları, tek Tanrı’lı dinlerin ahlaki buyrukları kadar güçlü değildir. Bütün bu nedenler ise Tanrı’nın varlığına bağlıdır. Tanrı’nın varlığını reddeden sistemler, doğal olarak tek Tanrı’lı dinlerin ontolojiye dayalı etik kurgusunu da reddederler. Tanrı’nın varlığına, kimileri ontolojik delille, kimileri şahsi tecrübeyle, kimileriyse bir delile ihtiyaç duymadan fideist bir yaklaşımla ulaşmışlardır. Fakat, Tanrı’nın varlığını rasyonel kanıtlama çabasında en önemli yerin teleolojik delillerin aldığı bilinmektedir. Teleolojik delillerin içinde ise, özellikle insanın kendi bedeninin ve en kolay şekilde gözlemlediği canlılar dünyasının çok özel bir yeri vardır. Evrim Teorisi’nin önemi işte tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Ateist-materyalist görüşü savunanlar, Tanrı kanıtlamalarının en önemli delili sayılan teleolojik delilin geçersizliğini gösterebilmek için Evrim Teorisi’ni kullanmaktadırlar. Teist-evrimciler bu bakış açısına karşı çıktıkları ve evrimi, Tanrı’nın canlıları yaratmadaki araçsal sebebi olarak gördükleri için ontolojilerini değiştirmediklerinden, etik sistemlerini değiştirmeleri için de bir sebep bulunmamaktadır. Ateist evrimcilerin en önemlilerinden Richard Dawkins’e göre ise, canlıları Tanrı’nın yarattığının rasyonel alternatifi ancak Darwin’den sonra ortaya konmuştur.[198] Ezelden beri varolan madde tesadüfen Dünya’yı ortaya çıkarmış, Dünya’nın içinde olan tesadüfi oluşumlar ve doğal seleksiyon sonucunda bütün canlılar ortaya çıkmıştır. Bu bakış açısına göre canlılar tasarımlı gibi gözükseler de esasen bir tasarım yoktur ve tasarımdan Tanrı’ya ulaşan bu kanıt geçersizdir ve Tanrı yoktur. Tanrısız materyalist ontolojinin, Tanrı merkezli ontolojinin yerini alması, bu ontolojinin gerektirdiği etik sisteminin iptalini de gerektirir.[199] Böyle olunca ateist-materyalist ontolojide, ahlaki buyrukların arkasındaki Güç de, her ahlaki eylemin böylesi bir Güç tarafından bilinmesi de, ahlaki eylemleri takip eden ölüm sonrası bir mükafat ve ceza sistemi de yoktur.

Saydığımız tüm bu sebeplerden dolayı Evrim Teorisi’nin ahlak açısından asıl önemi, bu teoriye bina edilmeye çalışılan doğalcı etik öğretilerinden çok, ateist-evrimci yaklaşımın dinlerin ahlak öğretilerine son vermede kullanılmaya çalışılmasıdır. Daha önce Sosyal Darwinizm’i işlerken gördüğümüz gibi doğadan ahlak reçeteleri çıkarmaya çalışan Sosyal Darwinizm’in kurucusu Herbert Spencer, Darwin’in en yakın arkadaşı olan ve fikirlerinin gelişiminde katkısı olan Huxley tarafından eleştirilmiştir. Huxley, Spencer’ın, Stoacı’lığın kötü bir uygulamasını gerçekleştirdiğini, doğayı takip etmemizin yanlış, doğaya karşı gelmemizin doğru olduğunu söyler.[200] Moore, Evrim Teorisi’nden de, herhangi bir biyolojik teoriden de ahlaki sonuçlar çıkarılamayacağını savunur; biyoloji gibi bilimler olgular ile ilgilidir. Etik ise normatiftir, bu yüzden etik ile doğal bilimler arasında bir bağlantı kuramaz.[201] Bu yaklaşım, David Hume’un , olandan (is) olması gerekene (ought) yükselmenin yanlış olacağına dair hatırlatmasının bir tekrarıdır.[202] Olandan olması gereklinin bu üretimi felsefede doğalcı yanlış (natural fallacy) olarak bilinir ve Evrim Teorisi’nden etik bir sistem üretmeye çalışan herkes bu eleştiri ile karşılaşacaktır.[203]

Evrim Teorisi’nden ahlak alanına geçmeye çalışmanın ağır bedelleri olmuştur. Buna verilen en çarpıcı örnek, bu teorinin en önemli simalarından Haeckel aracılığıyla Evrim Teorisi’nin Almanya’da öğretilmesi ve bu teoriden çıkarılan ahlaksal sonuçların Hitler’i etkilemesidir. Haeckel’in kitapları Almanya’da yüz binler ile ifade edilen rakamlarda satışa ulaşıp, yirmi beş dile çevrilmişti. Daha önce değindiğimiz gibi Darwin, hayvan yetiştiricilerinin yapay seleksiyonla türleri ıslah edişlerine atıflar yapmış ve doğal seleksiyonun etkilerine dair inancını da buradan çıkarsamıştı. Haeckel, Avustralya yerlileri gibi ırkların, maymunlar ve köpekler gibi canlı türlerine, medeni Avrupalılar’dan daha yakın olduklarını söylemiştir. Ayrıca Darwin’in yapay seleksiyon ile ilgili anlattıklarının insanlara da uygulanabileceğini, eski çağlarda Sparton’ların zayıf ve hasta çocuklarını öldürerek güçlü bir ırk oluşturduklarını övgü ile anlatmıştır. Wilhelm Bölsche, Haeckel’in fikirleriyle Hitler’i tanıştırdı ve Nazilerin 200.000 vatandaşını sadece zihinsel özürlü oldukları için öldürmelerinde bu fikirler etkili oldu.[204] Hitler, doğanın kanununa saygı gösterilmezse, kendilerinin güçlü olmalarından doğan haklarını kullanamazlarsa, vahşi hayvanların bir gün kendilerini, böceklerin vahşi hayvanları ve mikropların ise böcekleri yiyip Dünya’ya egemen olacaklarını söylemiştir. Darwinizm’den aldığı terminolojiyi kullanarak, seleksiyon kanununun en güçlünün hayatta kalmasını sağlayarak, kavgalarını meşrulaştırdığını ve Hristiyanlığın, doğa kanununa karşı geldiğini iddia etmiştir.[205]

Tarihin en kanlı savaşının baş sorumlusu olarak kabul edilen kişinin insan ırkının ıslahı (eugenic) adına yaptığını iddia ettiği katliamlarda, Darwinci Evrim Teorisi’nden ilham almış olması gibi örnekler, Evrim Teorisi’nden etik bir sistem çıkarmaya yönelik istekleri olumsuz etkilemiştir. Evrim Teorisi’nden etik bir öğreti çıkarılmaması gerektiğini, Evrim Teorisi’ne inananların, bu teoriye karşı çıkanlardan birçok zaman daha şiddetli savundukları söylenebilir. Evrim Teorisi’nin ahlak alanında verdiği olumsuz sonuçların bu teoriye karşı cephe alınmasına sebep olabileceğine dair çekince, bu teorinin birçok önemli savunucusunu, söz konusu teoriden ahlaki sonuçlar çıkarmaya kalkanları eleştirmeye yönelten önemli faktörlerden biri olmuştur. Richard Dawkins’in doğayı kör, tasarımsız, iyilik ve kötülüğün olmadığı bir yer olarak tanımlaması ve böyle bir doğanın bizim tüm eylemlerimize karşı kayıtsız, umursamaz olduğunu söylemesi, ateist-evrimci yaklaşımı en iyi ifade eden tanımlar olarak kabul edilebilir.[206] Kuralcı bir etik sistemi oluşturmaya dair elbette çabalar olabilir ve böylece bir sistem oluşturulabilir. Fakat bu sisteme, materyalist bir ontoloji kabul edildiği taktirde temel bulunmasında önemli zorluklar ortaya çıkar. Normları olan ama temelleri gösterilmeyen bu sistemin “etik septisizmden” kurtulması mümkün değildir.[207] Mackie’nin de belirttiği gibi ahlak, insanların nesnel temelleri olduğuna inanması durumunda işler. Tesadüfen oluştuğu iddia edilen bir canlının, her şeyi ile beraber ahlaki değerleri de tesadüfen oluşmuş olacağı için, doğa da şuursuz ve ahlaka karşı umursamaz olacağı için, bu ontolojiden nesnel ve evrensel ahlak kuralları çıkamaz, ancak nesnel temeli olmayan toplumun iyiliği için bir takım normlar konabilir.

Özetlemek gerekirse ateist-evrimci yaklaşım materyalist bir ontolojiyi savunacağı için bu ontolojiden nesnel temelleri olan bir ahlak sistemi üretilemez. Çünkü bu ontolojinin tek cevheri olan madde iyi ve kötü gibi ahlaki kavramlara karşı umursamazdır. Evrim Teorisi’nden doğayı taklit etmemiz gerektiğine dair Spencercı veya Haeckelci çıkarsamalar insanlık adına çok büyük yıkımlara sebep olmuşlardır ve Evrim Teorisi’ni savunanların birçoğu da “doğalcı yanlış” dedikleri bu tip çıkarsamalara karşı çıkmaktadırlar. Huxley gibi ünlü evrimciler, erdemi doğayı taklitte değil, doğaya karşı çıkmakta bulmamız gerektiğini söyleyip, aynı teoriden tam zıt bir etik sistem arama yoluna gidilebilineceğini göstermeye çalışmıştır. Teist evrimciler, Tanrı merkezli ontolojilerini Evrim Teorisi’ne inanmakla değiştirmedikleri için, Evrim Teorisi’ne inançlarının etik görüşleri açısından bir değişiklik yapmasına gerek yoktur. Sonuç olarak Evrim Teorisi’nden nensel bir etik sistem çıkarsamak mümkün değildir. Bu teorinin etik sistemler açısından önemli sonucu, ateist-evrimcilerin bu teoriyi kullanarak teist ontolojiyi ve teizmin bu ontolojiye dayalı etik sistemini yıkmaya çalışmalarıdır. (Doç. Caner Taslaman)

[1] Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, Harper Collins, New York, (2000), s. 99-100; Türkçe Tercümesi İçin Bakınız: Ian G. Barbour, Bilim ve Din, Çev: Nebi Mehdi-Mübariz Camal, İnsan Yayınları İstanbul 2004.

[2] Francis Darwin, Charles Darwin Yaşamı ve Mektupları, s. 83

[3] Karl Marx, Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri, çev: Hüseyin Demirhan, Sol Yayınları, Ankara (2000), s. 9-76.

[4] Karl Marx, Friedrich Engels, Din Üzerine, çev: Kaya Güvenç, Sol Yayınları, Ankara (2002), s. 127,151,175,233.

[5] Micheal Ruse, Can A Darwinian Be A Christian, s. 174-175.

[6] Aydın Topaloğlu, Ateizm ve Eleştirisi, 3. Baskı, Diyenet İşleri Başkanlığı Yayınları, (2002), s. 139-147.

[7] Friedrich Nietzsche, Güç İstenci, çev: Sedat Umran, Birey Yayınları, İstanbul (2002), s. 337-339.

[8] Friedrich Nietzsche, Deccal, çev: Oruç Aruoba, Hil Yayınları, İstanbul (2001), s. 25; Friedrich Nietzsche, Güç İstenci, s. 338.

[9] Richard Dawkins, The Selfish Gene, Oxford University Press, Oxford (1989), s. 1.

[10] Richard Dawkins, Kör Saatçi, s. 7-9.

[11] Richard Dawkins, Climbing Mount Improboble, W. W. Norton, New York (1997), s. 198.

[12] Michael Ruse, The Darwinian Revolution: Science Red in Tooth and Claw, s. 180-183.

[13] Richard Milner, Charles Darwin Bir Doğa Bilimcinin Evrimi, s. 163.

[14] Theilhard de Chardin, The Phenomenon of Man, çev: Bernard Wall, Harper Colophon Books, New York (1975), s. 291-310.

[15] Mevlüt Albayrak, Tanrı-Alem İlişkisi Ve Kötülük Problemi, s. 135-151.

[16] Richard Swinburne, The Existence of God, Clarendon Press, Oxford (1991), s. 173; Richard Swinburne, The Evolution of The Soul, Oxford Press, Oxford (1997), s. 1-20.

[17] Theodosius Dobzhansky, Nothing In The Biology Makes Sense Except In The Light of Evolution, s. 261-262.

[18] Erik Nordenskiöld, The History of Biology, s. 446.

[19] Karl Popper, Darwinism As A Metaphysical Research Program, (ed: Michael Rose, ‘But Is It Science’ içinde), Prometheus Books, New York (1996), s. 144-147.

[20] Karl Popper, Darwinism As A Metaphysical Research Program, s. 147-148.

[21] Duane T. Gish, Creation, Evolution And The Historical Evidence, (‘The American Biology Teacher’ içinde) Mart, 1973, s. 272-273.

[22] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 5.

[23] Ronald L. Numbers, Creationism In 20th Century America, (‘Science 218 November’ içinde) (1982). s. 544.

[24] Mark Hartwig, Challenging Darwin’s Myths, (‘Darwinism Under The Microscope’ içinde, ed: James P. Gills ve Tom Woodward) Charisma House, Florida (2002), s. 23-33; J. P. Moreland, Theistic Science And Methodolical Naturalism, (‘The Creation Hypothesis’ içinde) Inter Varsity Press, Illionis (1993). s. 41-65.

[25] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 13.

[26] George Ayoub, On The Design of The Vertebrate Retina, (ed: James P.Gills, Tom Woodward, ‘Darwinism Under The Microscope’ içinde) Charisma House, Florida (2002), s. 151-159.

[27] Necip Taylan, Mantık Tarihçesi Problemleri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul (1996), s. 118.

[28] Richard Dawkins, Universal Darwinism, ( ed: D. S. Bendall, ‘Evolution Molecules to Men’ içinde) Cambridge University Press, Cambridge (1983), s. 404.

[29] John Paul II, The Pope’s Message On Evolution, (‘Quarterly Review of Biology 72’ Journal, içinde), s. 377-383.

[30] John Paul II, The Pope’s Message On Evolution, s. 383.

[31] Stephen Jay Gould, Darwin Ve Sonrası, çev: Ceyhan Temürcü, Tübitak, Ankara (2000), s. 38.

[32] Osman Cilacı, Günümüzün Dünya Dinleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara (1995), s. 84.

[33] Karl Popper, Tarihsiciliğin Sefaleti, çev: Sabri Orman, İnsan Yayınları, İstanbul (2000), s. 113.

[34] Karl Popper, Darwinism As A Metaphisical Research Program, s. 147-148.

[35] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 6-7.

[36] İlyas Çelebi, İslam İnanç Sisteminde Akılcılık Ve Kadı Abdulcebbar, Rağbet Yayınları, İstanbul (2002), s. 316.

[37] Merriam Webster’s Collegiate Dictionary, Merriam Webstor Massachusetts (1993), s. 742.

[38] Rene Descartes, Metod Üzerine Konuşma, s. 44.

[39] Spinoza, Tractatus Theologico Politicus, çev: S. Shirley-Leiden Brill, London (1989), s. 126; Aktaran: William A. Dembski, Intelligent Design, s. 53.

[40] William A. Dembski, Intelligent Design, s. 55.

[41] Friedrich Schleiermacher, The Christian Faith, ed: H.R. Mackintosh ve J.S. Stewart, T. Clark, Edinburg (1989), s. 181-182 ; Aktaran: William A. Dembski, Intelligent Design, s. 57.

[42] William A. Dembski, Intelligent Design, s. 58.

[43] Tevrat, Çıkış 14-21, Kur’an-ı Kerim, Şuara Suresi, 26/63.

[44] G. W. Leibniz, Monadoloji, çev: Suat Kemal Yetkin, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul (1997), s. 9-11

[45] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, çev: Gülen Aktaş, Say Yayınları, İstanbul (2001), s. 26-28. ; 57-59.

[46] Josph Silk, Evrenin Kısa Tarihi, çev: Murat Alev, Tübitak, Ankara (2000), s. 1.

[47] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, s. 20-22. ve 60-62.

[48] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, s. 46-50 ve 109-114.

[49] Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, s. 160

[50] Karl Barth, Church Dogmaties 3, Clark, Edinburgh (1958), s. 148; Aktaran: Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, s. 160

[51] Richard Swinburne, The Existence Of God, s. 230.

[52] Ilya Prigogine, Keskinliklerin Sonu, çev: İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları, İstanbul (2004), s. 11.

[53] Jeremy Rıfkin -Ted Howard, Entropi, çev: Hakan Okay, İz Yayıncılık, İstanbul (1997), s. 39-64; Ilya Prigogine -Isabelle Stengers, Kaostan Düzene, çev: Senai Demirci, İz Yayıncılık, İstanbul (1998), s. 279-286.

[54] Werner Heisenberg, Einstein’la Yüzleşmek, çev: Kemal Budak, Gelenek Yayıncılık, İstanbul (2003), s. 33-36.

[55] John D. Barrow, Olanaksızlık, çev: Nermin Arık, Sabancı Üniversitesi, İstanbul (2002), s. 71-72.

[56] Gazzali, Filozofların Tutarsızlığı, çev: Bekir Karlığa, Çağrı Yayınları, İstanbul (1981), 17. Mesele.

[57] David Hume, An Enquiry Concerning Human Understanding, Open Court, London (1958), 10.bölüm.

[58] Pollard, William, Chance and Providence, Scribner, New York (1958), Aktaran: Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, s. 86

[59] Ian Percival, Chaos: A Science For The Real World, (ed: Nina Hall, ‘Explorin Chaos’ içinde), W. W. Norton and Company, New York (1994), s. 11-21.

[60] Eski Ahit, Mezmurlar, 147, 8-9.

[61] İncil, Matta, 5, 45.

[62] Kur’an-ı Kerim, Vakıa Suresi, 56/63-65.

[63] İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, çev: Kemal Işık – Mehmet Dağ, Kırkambar Yayınları, İstanbul (1998), s. 24-30; Hüseyin Sarıoğlu, İbn Rüşd Felsefesi, Klasik, İstanbul, (2003), s. 112.

[64] John D. Barrow, Frank J. Tipler, The Anthropic Cosmological Principle, s. 60.

[65] Philip Kitcher, Abusing Science The Case Against Creationism, MIT Press, Cambridge, (1982), s. 41.

[66] Pattle P.T. Pun, Evolution: Nature And Scripture in Conflicts. Zondervan, Grand Rapids (1982), s. 52.; Mustafa Mlivo, Quran Ispred Nauke I Civilizacije, Medzliz Islamske Zajednice, Bugojno, Sarajevo (2001), s. 110.

[67] Bertrand Russell, Bilim ve Din, s. 35.

[68] Tevrat, Tekvin, Bap 1, 31.

[69] Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi, 25/59.

[70] R. Laird Harris ve diğerleri, Theological Wordbook of The Old Testament, Volume 2, Moody Press, Chicago (1980), s. 672-673; Aktaran: Hugh Ross, The Fingerprint of God, Whitaker House, 2. Baskı, New Kensington (1989), s. 146-147.

[71] Gerald L. Schroeder, Genesis And The Big Bang, Bantom Books, New York (1990), s. 21.

[72] Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, çev: Estreya Seval Veli, Gözlem Yayın, İstanbul (2003), s. 165.

[73] Tevrat, Tekvin, Bap 1,16-19.

[74] David Sterchi, Does Genesis I Provide A Chronological Sequence, (‘Journal of The Evengelical Theological Society 39’ içinde) (1996), s. 429-536; Aktaran: Vern s. Poythress, Response to Paul Nelson and John Mark Reynolds, s. 93.

[75] Robert C. Newman, Progressive Creationism, s. 105-152.

[76] Paul Nelson ve John Mark Reynolds, Young Earth Creationism, (ed: J. P. Moreland ve John Mork Reynolds ‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan, Publishing House, Michigan (1999), s. 41-75.

[77] Jonathan Sarfeti, Refuting Evolution, 10. Baskı, Master Books, Green Forest (2000), s. 112-114.

[78] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 131-160.

[79] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 101.

[80] Charles Darwin, Voyage Of The Beegle, s. 404-405.

[81] Howard J. Van Till, The Fully Gifted Creation, (ed: J. P. Moreland ve John Mark Reynolds, ‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan, Publishing House, Michigan (1999), s. 161-225.

[82] Robert C. Newman, Progressive Creationism, (ed: J. P. Moreland ve John Mork Reynolds ‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan, Publishing House, Michigan (1999), s. 155.

[83] Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kuran, çev: Mehmet Ali Sönmez, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara (1998), s. 214-216 ; Şakir Kocabaş, Kuran’da Yaratılış, Pınar Yayınları, İstanbul (2004), s. 92.

[84] Kuran Araştırmaları Gurubu, Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize, 7. Baskı, İstanbul Yayınevi, İstanbul (2004), s. 73-76.

[85] Kur’an-ı Kerim, Secde Suresi, 32/5.

[86] Kur’an-ı Kerim, Mearic Suresi, 70/4.

[87] Mezmurlar Hz. Davud’a verilen kitabı ifade eder ve Tanrı’ya övgü, şükran, nedamet gibi duyguları dile getiren ilahileri içerir; Thomas Michel, Hristiyan Tanrı Bilimine Giriş, Ohen Basımevi, İstanbul (1992), s. 28.

[88] Eski Ahit, Mezmurlar, 90-4.

[89] Gerald L. Schroeder, Genesis And The Big Bang, s. 50-54 ; Kuran Araştırmaları Gurubu, Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize, s. 73.

[90] William B. Drees, Beyond The Big Bang, Open Court Publishing, Illionis (1993), s. 219. ; Ralph A. Alpher, Robert Herman, Genesis Of The Big Bang, Oxford University Press, New York (2000). s. 18-19.

[91] Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, s. 30-84.

[92] J. P. Moreland ve John Mark Reynolds, Three Views On Creation And Evolution, Zondervan, Publishing House, Michigan (1999), s. 32.

[93] Tevrat, Tekvin, Bap 6, 13-20.

[94] Henry M. Morris, Scientific Creationism, 22.Baskı, Master Books, Green Forest, (2001), s. 235-255.

[95] Walter L. Bradley, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, (‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan Publishing House, Michigan (1999), s. 78.

[96] John Jeferson Davis, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, (‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan Publishing House, Michigan (1999), s. 83.

[97] Tevrat, Tekvin, Bap 41, 57.

[98] John Jeferson Davis, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, s. 84.

[99] Vern S. Poythress, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, (‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan Publishing House, Michigan (1999), s. 92.

[100] Rav Yitshak Haleva ve diğerleri, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, Gözlem Yayınevi, İstanbul (2002), s. 41.

[101] Howard J. Van Till, The Fully Gifted Creation, s. 207.

[102] Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kuran, s. 24-25.

[103] Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kuran, s. 38-41 ve 331-333.

[104] İsmail Taşpınar, Duvarın Öteki Yüzü, Gelenek Yayıncılık, İstanbul (2003), s. 154 -158.

[105] Zeki Özcan, Teolojik Hermenötik, 2. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000, s. 123.

[106] Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi, 25/37-39.

[107] Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kuran, s. 334-335.

[108] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Din Kuran Dili, Cilt 8, sadeleştiren: İsmail Karaçam ve diğerleri, Zehraveyn, İstanbul, s. 348.

[109] Ernst Mayr, The Growth Of Biological Thought, s. 318.

[110] Eski Ahit, Mezmurlar, 104, 14.

[111] Eski Ahit, İşaya, 10, 15.

[112] Kur’an-ı Kerim, Nahl Suresi, 16/65-66.

[113] Robert C. Newman, Progressive Creationism, s. 156-157.

[114] Kur’an-ı Kerim, Nuh Suresi, 71/14.

[115] Kur’an-ı Kerim, Nuh Suresi, 71/17.

[116] Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresi, 21/30.

[117] Kur’an-ı Kerim, Muminun Suresi, 23/12-14. ; Hac Suresi, 22/5.

[118] Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi, 7/57. ; Casiye Suresi, 45/5. ; Hadid Suresi 57/17. ve Hac Suresi, 22/5.

[119] Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi, 25/54.

[120] Kur’an-ı Kerim, Rum Suresi, 30/20.

[121] Kur’an-ı Kerim, Muminun Suresi, 23/12.

[122] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/65-66.

[123] Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi, 5/60.

[124] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, 1.cilt, s. 317.

[125] Kur’an-ı Kerim, Enam Suresi, 6/145.

[126] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara (2000), s. 154.

[127] Tevrat, Tekvin, 2, 7-8.

[128] Tevrat, Tekvin, 2, 21-22.

[129] Rav Yitshak Haleva ve diğerleri, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, s. 15.

[130] Kenneth R. Miller, Finding Darwin’s God, s. 256.

[131] Vern S. Poythress, Response To Howard J. Van Till, (‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan Publishing House, Michigan (1999), s. 236.

[132] Rav Yitshak Haleva ve diğerleri, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, s. 18.

[133] Vern S. Poythress, Response To Howard J. Van Till, s. 237.

[134] Kenneth R. Miller, Finding Darwin’s God, s. 257.

[135] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 30-31.

[136] Süleyman Ateş, Kuran Ansiklopedisi, 1.Cilt, Kuran Bilimleri Araştırma Vakfı, İstanbul (1997), s. 129-131.

[137] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/36.

[138] İsmail Yakıt, Kuran’ı Anlamak, Ötüken Neşriyat, İstanbul (2003), s. 84-85.

[139] Mehmed Bayrakdar, İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, s. 146.

[140] Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi, 4/1.

[141] Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi, 7/189.

[142] Kur’an-ı Kerim, Enam Suresi 6/98. ; Kur’an-ı Kerim, Zümer Suresi 39/6.

[143] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 78-79.

[144] Kur’an-ı Kerim, Rum Suresi, 30/21 ; Nahl Suresi 16/72 ; Şura Suresi 42/11.

[145] Kur’an-ı Kerim, Ali İmran Suresi, 3/164.

[146] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 43-49.

[147] Descartes, Meditasyonlar, s. 159.

[148] J. Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, çev: Muhittin Macit, Litera Yayıncılık, İstanbul (2004), s. 13-33.

[149] Tevrat, Tekvin, 2, 7.

[150] Kur’an-ı Kerim, Hicr Suresi, 15/28-29.

[151] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/125.

[152] Kur’an-ı Kerim, İbrahim Suresi, 14/31.

[153] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 49-50.

[154] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 207.

[155] Kur’an-ı Kerim, Ali İmran Suresi, 3/59.

[156] Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi 7/54.; Hud Suresi, 11/7. ; Yunus Suresi ,10/3. ; Furkan Suresi , 25/59. ; Secde Suresi, 32/4 ; Hadid Suresi, 57/4.

[157] Kur’an-ı Kerim, Yasin Suresi, 36/81-82.

[158] Kur’an-ı Kerim, Enam Suresi, 6/73.

[159] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, 26-28 ve 57-59.

[160] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, 46-50 ve 109-114.

[161] Joseph Silk, Evrenin Kısa Tarihi, s. 1.

[162] Kur’an-ı Kerim, Ali İmran Suresi, 3/47.

[163] Ronald L. Numbers, The Creationists, s. 541.

[164] Kur’an-ı Kerim, Meryem Suresi, 19/9.

[165] Tevrat, Tekvin, 3, 3-5.

[166] Tevrat, Tekvin, 3, 17-19.

[167] Tevrat, Tekvin, 3, 22-24.

[168] Yeni Ahit, Romalılar, 5, 12.

[169] Yeni Ahit, Romalılar, 5, 17-19.

[170] P. Luigi Ianitto ve diğerleri, Hristiyan İnancı, çev: Leyla Alberti, Sent Antuan Kilisesi, İstanbul (1994), s. 63-64.

[171] P. Luigi Ianitto ve diğerleri, Hristiyan İnancı , s. 104.

[172] Christian W. Troll, Müslümanlar Soruyor Hristiyanlar Yanıtlıyor, çev: Robert Kaya, Sent Antuan Kilisesi, İstanbul (1992), s. 28-29.

[173] Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, s. 61.

[174] Tevrat, Tesniye, 24,16. ; Eski Ahit, Hezekiel, 18, 20.

[175] Kur’an-ı Kerim, Taha Suresi, 20/121-122.

[176] Paul Nelson ve John Mark Reynolds, Young Earth Creationism, s. 41-73.

[177] Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları I, Yedinci Baskı, Meteksan, Ankara (1995), s. 636.

[178] Robert C. Newman, Progressive Creationism, s. 111.

[179] Tevrat, Tekvin, 2, 17.

[180] John Jefferson Davis, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, s. 83.

[181] Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi, 4/157’de İsa’nın çarmıha gerilmediği söylenir. Yahudilik ve İslam, İsa vasıtasıyla kurtuluşa dair Hristiyan teolojisinin görüşünü reddederler.

[182] Rebecca L. Cann, Mark Stoneking ve Allan C. Wilson, Mitochondrial DNA and Human Evolution, ‘Nature’ dergisinde, vol: 325, (1987), s. 31-36.

[183] İsmail Yakıt, Kuran’ı Anlamak, s. 68-69.

[184] Kur’an-ı Kerim, Hac Suresi, 22/78.

[185] İsmail Yakıt, Kuran’ı Anlamak, s. 70.

[186] Süleyman Ateş, Kuran Ansiklopedisi 1, s. 123.

[187] Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, s. 266.

[188] Christian W. Troll, Müslümanlar Soruyor Hristiyanlar Yanıtlıyor, s. 22.

[189] David F. Wright, İlk Hristiyanlar Neye İnanıyordu, çev: Sibel Sel-Levent Kınran, (ed: Ronald Albinet ve diğerleri, ‘Hristiyanlık Tarihi’ içinde) İstanbul (2004). s. 115-117.

[190] Ian Sellers, Uniteryanlar, (ed: Ronald Albinet ve diğerleri, ‘Hristiyanlığın Tarihi’ içinde), İstanbul (2004), s. 506-508.

[191] Karen Armstrong, The Battle For God, Ballentine Books, New York (2001), s. 69.

[192] P. Luigi Ianitto ve diğerleri, Hristiyan İnancı , s. 31.

[193] Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi, 25/44.

[194] Kur’an-ı Kerim, Enam Suresi, 6/74.

[195] John Paul II, The Pope’s Message On Evolution, s. 377-383.

[196] Hüsameddin Erdem, Ahlak Felsefesi, 2.Baskı, Hü-Er Yayınları, Konya (2002), s. 78-82.

[197] Kasım Turhan, Kelam Ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, 2. Baskı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul (2003), s. 43.

[198] Richard Dawkins, Kör Saatçi, s. 4 ; Richard Dawkins, The Selfish Gene, s. 1.

[199] John Dewey, Influence Of Darwin On Philosophy And Other Essays, Henry Holt And Company, New York (1910), s. 10-11.

[200] Thomas Henry Huxley, Evolution And Ethics, s. 299-300.

[201] Suzanne Cunningham, Philosophy And The Darwinian Legacy, University of Rochester Press, New York (1996), 33-34.

[202] David Hume, A Treatise of Human Nature, s. 87.

[203] Antony Flew, Darwinian Evolution, 2. Baskı, Transaction Publishers, New Brunswick (1996), s. 124-125.

[204] Benjamin Wiker, Moral Darwinism, Intervarsity Press, Illinois (2002), s. 260-263.

[205] Antony Flew, Darwinian Evolution, s. 124-125.

[206] Richard Dawkins, Cennetten Akan Irmak, s. 131.

[207] Michael Ruse, Evrimci Etiğin Savunusu, çev: Nermin Acar (ed: Jean Pierre Changeux, ‘Etiğin Doğal Temelleri’ içinde) Doruk Yayıncılık, Ankara (2002), s. 55.

http://www.canertaslaman.com/kitap/3.htm

posted in YARATILIS | 0 Comments