-
26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kuramsal Yaklaşımlar Çerçevesinde Milliyetçiliğin Niteliksel Sabitelerine Genel Bir Bakış

Haldun ÇANCI

Yrd. Doç. Dr. Uluslararası İlişkiler Bölümü, İşletme ve Ekonomi Fakültesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi

Özet

Soğuk Savaş döneminin bitişi ile hız kazanan küreselleşme olgusunun en çok etkilediği olgulardan biri de milliyetçilik ideolojisidir. Bu dönemde, milliyetçiliğin aşındığı yönündeki iddialar yoğunluk kazanmıştır. Bu çalışma, milliyetçilikte değişmekte olan boyutların tespitini yapmadan önce, temel nitelikleri bağlamında, milliyetçiliğe dair değişmezlerin altını çizme amacı taşımaktadır.

Son Yirmi Yılın ortaya çıkardığı değişimler bağlamında, Milliyetçi siyasal ideolojinin, etimolojik kökeni, hakkındaki kavramsal yaklaşımlar, içerdiği temel paradokslar, üzerinde yapılmış belli başlı tanımlamalar ve sınıflandırmalar bağlamında, temel değişmezlerinin altını çizmek kadar, bu siyasal ideolojinin, niteliksel sabitelerini ortaya koymak da büyük önem taşımaktadır.

Yirminci Yüzyılın sonu ve Yirmi Birinci Yüzyılın başlangıcı, hemen her kavram ve olgunun anlamını ya yitirdiği ya da yeniden tanımlanmayı gerektirdiği bir sürecin başlamasına neden oldu. Birçok siyasal kavram ve olgu da bu süreçten payını aldı.

Bu süreçte, eski siyasal biçim ve kavramları en çok etkileyen ve aşındıran olgu, küreselleşme olmuştur. Soğuk Savaş döneminin bitişi ile hız kazanan küreselleşme olgusunun en çok etkilediği siyasal kavramlardan biri de, bilindiği gibi milliyetçiliktir.

Modern bir siyasal ideoloji olarak milliyetçilik, yaklaşık iki yüzyıllık tarihinde, belki de ilk defa iniş sürecine girmiş bulunmaktadır. 1789 Fransız İhtilali’nin hemen sonrasında, çok uluslu imparatorlukların yıkıcı, ulus-devletlerin de kurucu ideolojisi olan milliyetçilik belki de son dönemine girmiş bulunmaktadır.

Son dönemde hızlanan küreselleşmenin, milliyetçilik üzerinde yaptığı etkiler, yine son dönem çalışmalarında çokça yer almış ve açıklanmaya çalışılmıştır. Kimi çalışmalara göre, küreselleşme süreci, milliyetçiliği ve onunla bağlantılı, ulus-devlet, ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık gibi kimi kavramları zayıflatıcı, hatta, anlamsızlaştırıcı bir ekti yaparken, diğer bazı yaklaşımlara göre, söz konusu olgular ve kavramlar, küreselleşme çağında, belli bir dönüşümle birlikte varlıklarını ve etkilerini sürdüreceklerdir.

Bu süreci daha iyi anlamak için, küreselleşmenin, milliyetçilikte neleri değiştirdiğini açıklamak kadar, milliyetçilikle ilgili olarak nelerin değişmeden kaldığını görmeye çalışmak da yararlı olacaktır.

Diğer bir ifade ile, milliyetçilik gibi bir ideolojinin, böyle bir iniş sürecine girip girmediğinin tespiti, ancak, milliyetçiliğin, tüm kavramsal ve teorik literatürünün yeniden taranarak, mevcut durumda etkisi ve modası geçmiş olan yönlerinin belirlenmesi ve ortaya konması ile gerçekleştirilebilir. Böylelikle, milliyetçiliğin, hala etkin olan boyutlarının da belirlenmesi mümkün olacak, bu siyasal ideolojinin devrinin kapanıp kapanmadığı konusundaki analizlerle, böyle bir şeyin ilerde meydana gelip gelmeyeceği yönündeki tahminler daha sağlıklı yapılabilecektir. Bu çalışma, bu uzun soluklu çabaya küçük bir katkı yapma amacı taşımaktadır.

Bu çalışma, bu bağlamda, niteliksel sabiteleri çerçevesinde, milliyetçiliğe dair temel değişmezlerin altını çizme amacı taşımaktadır.

 

Milliyetçiliğin Niteliği

Milliyetçilik literatüründe milliyetçiliğe dair oldukça fazla sayıda sınıflandırma yapılmıştır.1 “Liberal milliyetçilik”, “gelenekselci muhafazakar milliyetçilik”, “entegral milliyetçilik”, “sosyalist milliyetçilik”, “anti-sömürgeci milliyetçilik” ve “romantik milliyetçilik” bunlardan sadece birkaçıdır.

Liberal milliyetçilik liberal öz değerleri ihtiva etmektedir. Kökleri geniş bir biçimde Aydınlanma Çağı’na uzanmaktadır. Liberal milliyetçiliğin bir takım biçimlerine bağlı olan yazarlar onu kozmopolitik ve edilgenlikten ayrı bir biçimde değerlendirmektedirler. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Başkan Wilson tarafından ortaya konan ilkeler sadece sembolik bir biçimde de olsa liberal milliyetçiliğin üst bir noktasını temsil etmektedir. Bu ilkeler, ulus-devletlerin mutlak egemenlikleri prensibine vurgu yapmakla birlikte, her bir ulusal yapı içerisinde siyasal, iktisadi ve dinsel açılardan bireysel özgürlüklerin de altını çizmek suretiyle bu prensibin olumsuz yan etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu ilkeler bağlamında her millet kendi devletine sahip olmalıdır. Fakat bunların her biri anayasal bir hükümeti, demokrasiyi ve bireysel hak ve özgürlükleri içermelidir. Bu genel fikirlerin en iyi bilinen ilk mümessili Guiseppe Mazzini’dir (1805-72). O’nu ilk aşamada sistematik bir teorisyen olarak sınıflandırmakta tereddüt göstermek mümkün ise de, Mazzini, liberal milliyetçilik düşüncesini en çok etkileyen düşünürlerden biridir. Essays on the Duties of Man adlı eserinde Mazzini, milliyetçiliğin, geniş anlamıyla insanlık ile nihai uygunluğu doktrinini ortaya koymuştur. Mazzini, hümaniter bir enternasyonalisttir.

 

1 Örneğin Hayes, beşli bir tasnif yapmakta ve milliyetçiliği jakoben, liberal, gelenekselci, iktisaden korumacı ve entegral milliyetçilikler şeklinde ayırmaktadır. Öte yandan Kohn, Batı ve Doğu milliyetçiliği olmak üzere ikili; Kellas, etnik, toplumsal ve resmi milliyetçilikler olmak üzere üçlü bir ayrıma gitmektedirler. Diğer taraftan Snyder tarihsel dönemleri baz alarak: 1815-71 arasında kaynaştırıcı milliyetçilik, 1871-1900 arasında bölücü milliyetçilik, 1900-45 arasında saldırgan milliyetçilik ve 1945’den bugüne milliyetçiliğin tüm dünyaya yayılması dönemi olmak üzere dörtlü bir sınıflandırma yapmıştır. Bunlara ilaveten daha başka tasnifler de mevcuttur. Ancak burada hepsini aktarmaya gerek duyulmamıştır.

 

Mazzini’nin 1850’lerdeki idealleri, en çok on bir milletten oluşan bir Avrupa için öngörülmüş hedeflerden meydana gelmekteydi. O’na göre milliyetçiliğin önündeki en büyük engelleri çok uluslu emperyal devletler oluşturuyordu. Örneğin Hapsburg İmparatorluğu bunlardan biriydi. Liberal milliyetçilik temelde, ayakta kalacak kadar geniş ve büyük her milliyetin bağımsız olması gerektiğini, ancak anayasal-demokratik bir hükümet tarafından yönetilmesi lazım geldiğini vurgulamaktaydı. Buna göre Avrupa’da 1830’larda, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde Yunanlıları ve Çarlık Rusya’sına karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde de Polanyalıları motive eden şey liberal milliyetçilikti. Bu yüzden liberal milliyetçiliğin altın çağları diyebileceğimiz dönem, 1814 yılında yapılan Viyana Kongresi’nden, Versay Antlaşması ve Wilson İlkeleri’ne kadar ki zaman dilimidir demek çok da yanlış olmaz. Milletlerin self-determinasyon hakları, liberal milliyetçilikte ortaya konulan en önemli temayı oluşturuyordu. Bu milliyetçilik biçiminde ortaya çıkan en büyük sorun, bir kez “self-determinasyona sahip milletler” fikrinden bahsettikten sonra, bu sürecin nerede durdurulacağının tespit edilebilmesindeki zorluk konusunda yaşanmaktadır. Başkan Wilson’un da hemen tespit ettiği gibi, her büyüklükteki topluluğun kendisini millet olarak algılamasını ve bir devlet kurmaya kalkışmasını önlemek nasıl mümkün olacaktır. Buna ilaveten ulus devletler arasındaki ihtilafları ve daha kötüsü bu devletler içerisinde ortaya çıkabilecek ayrılıkçı milliyetçilik hareketlerini belli bir çözüme kavuşturmak nasıl mümkün olacaktır.

Liberal milliyetçiliğe yönelik son zamanlarda yeniden bir ilgi artışı gözlemlenmektedir. Örneğin, John Plamenatz, Kohn’un daha önce ortaya koyduğu yaklaşımları da gündeme getirerek kendi tanımladığı iki milliyetçilik biçimi arasında belli bir ayırımın varlığına işaret etmektedir. Bunlardan biri, daha kabul edilebilir olan ılımlı Batı Avrupa milliyetçiliği (daha özelde liberal milliyetçilik), diğeri ise daha kavgacı bir görüntü arz eden Doğu Avrupa kültürel milliyetçiliğidir. Bu ayırım daha güncel bazı teorisyenler tarafından yeniden su yüzüne çıkarılmaya çalışılmıştır. Ancak Mazzini türü bir liberal hassasiyetin taklit edildiği bu yeni çalışmalarda ahlaki söylem kaygısı fazla görünmemektedir. Bunlarla yapılmaya çalışılan şey, makul ve ılımlı milli hassasiyet ile kozmopolitiklik yanlısı liberalizm arasında belli bir uzlaşmayı sağlamaktır. Ilımlı, liberal milliyetçilik düşüncesi, 1945 sonrası dönemde bir diğer argüman ile karşı karşıya gelmektedir. Bu argüman ise liberalizm ile milliyetçiliğin bütün bütün uyuşmadığı iddiasını taşımaktadır. Liberalizm bu anlamda kozmopolitlik ve evrenselcilik ile eşit sayılmaktadır. Bu açıdan da milliyetçilikle alakalı olamayacağı düşünülmektedir. Mamafih, son yıllarda bu konu üzerinde tartışmalar yapılmaktadır. Son döneme ait liberal milliyetçi yaklaşım milliyetçiliği, insan hayatını yaratıcı ve anlamlı kılan durumun kapsamlı bir şekilde anlaşılması için gerekli olan bir alan olarak takdim etmektedir. Aynı zamanda liberaller farklı biçimlerin ve tarzların birbirleriyle uzlaşmaya zorlanmalarına ise karşı çıkmaktadırlar.

Gelenekselci muhafazakar milliyetçilik bir diğer ekolü oluşturmaktadır. Bu ekol romantik kültürel milliyetçilik ekolünün unsurlarına benzer unsurlar taşımaktadır. Romantik milliyetçilik, liberal ve entegral milliyetçilikleri de etkilemiştir. Kohn, Plamenatz ve Friedrich Meinecke’nin belirttiklerine göre gelenekselci milliyetçilik, Doğulu ve kültürel milliyetçilik düşüncesiyle yakın bir benzeşme içerisindedir. Geleneksel milliyetçilik gücünü, Fransız Devrimi’ne duyulan tepkiden almaktadır. Tarihsel süreklilik ve gelenek, akla ve devrime karşı bir set oluşturmaktadır. Millet, kanuni, siyasi ve toplumsal hayatta ifadesini bulmuş geleneksel ve organik bir topluluğun ortak kaderi ve sürekliliği adına var kılınmaktadır. Edmund Burke ve Joseph de Maistre gibi yazarların çalışmalarında millet, eşit vatandaşların oluşturduğu bir bütünden ziyade organik bir topluluğun hiyerarşik düzeni olarak telakki edilmiştir. Diğer bir deyişle bu yazarlarda milliyetçilik, gelenekselci muhafazakarlığın söylemi haline dönüştürülmüştür.

Yukarıda açıklanan bu tezin bazı Alman varyantlarında, özellikle Friedrich Schlegel, Adam Müller ve Friedrich Novalis gibi yazarlarda romantizm ön plana çıkmaktadır. Bu yazarlara ait düşüncelerin birçoğu, Herder ve Fichte’nin özgün bir tarzda yorumlanmalarından ortaya çıkmıştır. Schlegel ve Novalis özellikle milleti, dilin saflığı, halk mitolojileri ve kültür ile özdeşleştirmektedirler. Bu yazarlar, eskiye ait toplumsal gelenekler olarak algıladıkları şeylerin restorasyonundan yanadırlar. Milletler öncelikle, dilde, mitlerde, kanunlarda, adetlerde ve tarihte ifadesini bulmuş ortak bir ruh ile ortaya çıkmış bir genel kültür üzerinde tesis edilirler. Dolayısıyla burada kültürel çeşitliliğin manevi gerekliliğinin açık bir kabulü söz konusudur. Bu bakış açısında dil büyük bir öneme sahiptir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yüzyıl’ın sonuna değin halk sanatlarına, şiirlerine ve müziğine karşı ilgi aynı yaklaşım içerisinde yerini almıştır. Aynı temalar On dokuzuncu yüzyılda bazı devletlerin eğitim müfredat programlarında, ulusal festivallerinde hatta mimari tarzlarında ve anıt niteliğindeki tarihsel yapılarında belirgin bir hal almıştır. Gelenekselci muhafazakar düşünceye ilk ivmesini kazandıran şey, söyleminde var olan Aydınlanma karşıtlığıdır. Aydınlanma düşüncesi fazla mekanik ve materyalist bulunmaktadır. Millet, tarih tarafından şekillendirilmiş, bireylere karşı önceliği olan, biricikliği temin edilmiş, zaman zaman şahıslaştırılmış manevi bir organizma olarak görülmüştür. Dönemin akademisyenlerinin çoğu bu fikirlere katılmış ve kendilerini dili ve folkloru ile birlikte bu manevi organizmanın kadimliğini ortaya çıkarma görevine adamışlardır. Dili konu alan felsefi literatür Herder, Grimm, Fichte, Schlegel ve Humboldt tarafından geliştirilmiştir.

Bu dönemde yukarıda zikredilen teorisyenlerin bir çoğu Alman devletlerindeki siyasal ve kültürel Fransız hegemonyasına da reaksiyon gösteriyorlardı. Bu tepkilerden en ünlüsü Fichte’nin Addresses to the German Nation adlı eserinde ortaya konmuştur. Bu hareketin siyasal biçimi Friedrich Meinecke’nin “Kulturnation” fikrinde somutlaşmıştır. Kültür burada kendilerini diğerlerinden ayıran özellikleri bulunan özgün bir insan topluluğu ile özdeşleştirilmekte ve bu kültürel bütünlük “estetik devlet” kavramı içerisinde ifade edilmektedir. Bu romantiklerin gözünde devlet, kutsal bir rol üstlenmektedir. Bunlar Rousseau ve Hegel’den uyarladıkları ve geliştirdikleri fikirlerle bu noktaya ulaşmışlardır. Kültürel olarak cisimlendirilmiş millet, bir yandan self-determinasyonu öte yandan estetik olarak kendi kendini gerçekleştirmeyi (bildung) hedeflemektedir. Fichte’de ise özellikle milletler arasında üstün olanlar ve aşağı olanlar ayrımına dayalı fikirler ön plana çıkmaktadır. Buna rağmen milletler arasında hiyerarşik bir ayrıma dayalı bu fikirlerin kesinkes romantik bakış açısıyla alakalı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu hiyerarşik anlayış biraz da dil konusuyla ilgilidir. Bununla birlikte ilk Romantiklerde milletlerin nihai uyuma sahip oldukları yönünde bir kanaat mevcuttur. Romantikler aynı zamanda demokrasi ile de özel ve sancılı bir ilişki içindedirler. Her şeye rağmen Fichte’nin argümanlarını demokratik self-determinasyonun değer ve önemini gösteren örnekler olarak okumak mümkündür. Kimilerine göre Fichte, Jakoben halk demokrasisinin aşığı idi. Bu yüzden Romantizm hem gelenekselci-muhafazakar hem de liberal özelliklere sahiptir. Bir yandan modernleştirici demokratik eğilimleri aşırı bir şekilde desteklemekte öte yandan bu tür değişimlerin önündeki geleneksel engeli oluşturmaktadır.

Lord Acton ve son yüzyılda Elie Kedourie gibi yazarlar romantik milliyetçiliği, aslında milliyetçiliğin özü olarak telakki etmişlerdir. Bu yazarlara göre, milliyetçilik genel anlamda Yirminci yüzyılda insanlığın felaketine neden olmuş zararlı bir doktrindi. Kedourie ise milliyetçiliğin gücünü ve orijinal dürtüsünü Alman felsefesinde aramaktadır. Bu bağlamda özellikle Fichte ve özgürlükle ilgili fikirleri açısından Kant üzerinde durmaktadır. Fakat düşünürlerin bir çoğu milliyetçiliği daha geniş bir yapıda değerlendirmektedirler.

Bir diğer ekol olarak “entegral milliyetçiliği” ele almak mümkündür. İntegral milliyetçilik genellikle Faşizm ile birlikte kavranmaya çalışılmaktadır. Alman Nasyonal Sosyalizmi’nde ırk teması önemli bir şekilde ön plana çıkmıştır. Bu milliyetçi tartışmanın içeriğinde aynı zamanda halk (volk) geleneği, Sosyal Darwinizm ve diğer fikri kaynakların belli bir tasnifi yer almaktadır. İtalyan Faşizmi’nde ise daha açık bir biçimde devlete (statism) vurgu yapılmaktadır. Bu düşünce aynı zamanda totaliter bir mizaca sahiptir. Mamafih, hem İtalyan Faşizm’i hem de Alman Nasyonal Sosyalizm’i saldırgan, yabancı düşmanı ve irrasyonalist bir milliyetçilik kavramsallaştırmasına dayanmaktadır. Her ikisi de Enternasyonalizm’e ve liberal milliyetçi düşüncelere düşmanca tavır içerisindedirler. Bazı yorumcular Jakobenizm’i entegral milliyetçiliğin ilk nüvelerini ortaya çıkaran yaklaşım olarak görmektedirler. Tüm bu farklılıklara rağmen entegral milliyetçilik ile diğer milliyetçilik türleri arasında bir takım bağlar mevcuttur.

Liberal, gelenekselci ve entegral milliyetçilikler farklı gerekçelerden hareket etseler de ulus devletlerin self-determinasyon hakları konusuna yoğunlaşmışlardır. Bu tür bağımsız devlet yapılarının ortaya çıkmaması durumunda milliyetçiliğin geleceği de olmayacaktır. Diğer bir deyişle liberal milliyetçiliğin On dokuzuncu yüzyıldaki başarısı hem entegral milliyetçiliğin yükselişine ve self-determinasyon konusundaki fikirlerinin güç ve yankı bulmasına zemin hazırlamış hem de entegral milliyetçiliğe ait bu konudaki düşüncelerinin biçimsel esasını temin etmiştir. Mamafih entegral milliyetçilik, liberal milliyetçilikten farklı olarak bilinçli bir biçimde emperyalist, anti-liberal, irrasyonalist ve militarist bir öze sahiptir. Belli bazı hakların ve milletlerin üstünlüğü anlayışı üzerine kuruludur. Diğer bir deyişle, entegral milliyetçilik milletleri hiyerarşik biçimde tasnif etmiştir.

Diğer ideolojilerin çoğunda müşahede edildiği gibi milliyetçilikte de biçimsel anlamda düzenleyici fikirlerin varolduğu görülmektedir. Çeşitli milliyetçilik ekolleri bu fikirleri farklı şekilde yorumlamışlardır. Biçimsel olarak milliyetçilik dünyanın birbirinden farklı milletlere bölünmüş olduğunu varsaymaktadır. Bu milletlerin her biri özgün tarihsel sürekliliğe, dile ve kadere sahiptir. Milletlerin geçmişte derin köklere sahip oldukları düşünülmüştür. Millet siyasal ve toplumsal gücün kaynağıdır. Bu işlevini ise ancak devlet şeklinde örgütlendiği zaman ifa edebilir. Millet olma olgusu aynı zamanda belli sınırları bulunan bir toprağa sahip olma durumu ile özdeşleştirilmiştir. Her milletin kendi içinde dayanışmasını sağlayacak geleneklere, folklora, adetlere ve sembollere sahip oldukları kanıtlanmaya çalışılmıştır. Din, milliyetçilik içerisinde güçlü bir öğe olabilir. Ancak illa her milliyetçilikte mutlak olarak bulunması gereken bir öğe değildir. Örneğin Polonya, İrlanda, İran ve İsrail’de milliyetçilik din öğesinden bağımsız olarak çalışılamaz. Ancak bu durum her yerde aynı şekilde zuhur etmemiştir. Millet aynı zamanda siyasi ve manevi anlamda egemendir ve bu haliyle meşruiyetin ve sadakatin nihai zeminini oluşturur. Değişik milliyetçilik türlerinde mahiyeti değişse de millete duyulan sadakat başka bağlılık biçimleriyle üst üste getirilmek suretiyle daha da güçlendirilmektedir. İnsanlar kendilerini realize etmek ve daha özgür olmak istiyorlarsa kendi milletleriyle özdeşleşmelidirler. Daha çok liberal milliyetçilikte görülmekle birlikte genel anlamda milliyetçilik düşüncesi, milletlerin eşitliği ve kardeşliği fikrinin yayılmasına katkı yapabilir. Ancak yaşanan tarihsel pratik bunun gerçekleşmesinin oldukça zor olduğunu kanıtlamaktadır. Günümüzün milletlerarası düzeninde barış ve adalet gibi değerler hala birer ütopyadır.

 

Milliyet Olgusunun Kendi Unsurlarıyla Bağlantısı

Milletin bir inşa süreci sonunda mı (nation building) yoksa tarihsel dinamizm içerisinde doğal ve kaçınılmaz olarak kendiliğinden mi varolduğu tartışmasını şimdilik bir kenara bırakırsak, milleti, onu mümkün kıldığı düşünülen etnisite, kültür, dil, tarih ve din gibi unsurlarla ilişkisi bağlamında ele almak milliyetçiliğin görüntüsünü daha da netleştirmek açısından faydalı olacaktır.

Kandaşlık ya da etnisitenin milleti millet yapan öğelerden birisi olup olmadığı uzunca bir zamandır tartışılmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde antropolojik ve etnolojik açıdan başka ırklarla hiç bir şekilde kan karışmasına maruz kalmamış saf ırklara rastlayabilmek hemen hemen imkansızdır. Diğer ırklarla karışmayıp kendi kapalı alanında yaşamlarını sürdüren ırkların fizyolojik açıdan bazı hastalıklara maruz kaldıkları ve yok olup gittikleri iddiası, antropoloji ve etnolojinin bilimsel literatüründe bile yerini almıştır. Dolayısıyla burada doğal olan gerçeklik, ırkların karışması gerekliliğidir. Diğer taraftan aynı ırktan olan insanların mutlaka bir arada yaşamaları da gerekmemektedir. Dünyamızın mevcut siyasal yapısı bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Dile baktığımız zaman milleti oluşturan öğeler içerisinde hakikaten önemli bir yere sahip olduğunu görürüz. Çünkü milli bir üstünlüğün sağlanabilmesinde, ortak değerlerin oluşturulabilmesinde ve milli bölüntülerin sınırlarının kesin çizgilerle belirlenebilmesinde dil önemli bir yere sahiptir. Ancak dil tek başına milli bir bütünlüğü belirlemede yeterli bir öğe değildir. Bir milli bütünlük içerisinde farklı farklı diller konuşulabildiği gibi farklı ırklardan ve milletlerden oluşmuş topluluklar aynı dili konuşabilmektedir. Öte yandan dil de aynı canlı organizmalar gibi doğup, gelişip bir gün yok olabilmekte ya da sürekli değişerek tamamen farklılaşabilmektedir. Dilin bu değişken ve dinamik yapısı onun bir milli bütünlüğü tek başına belirlemesini engellemektedir. Etnik-linguistik ölçüt çoğu zaman bir milleti tanımlamanın bir standart ölçütü gibi değerlendirilmekte ve dil hemen hemen her yerde etnik kimliğin ifadesi ve simgesi sayılmaktaysa da örneğin Hobsbawm’a göre tarihsel araştırmalar, böyle bir etnik kimliği ve milliyeti ifade etmek için çok gerekli olan standartlaşmış bir yazı dilinin oldukça geç (genellikle 19. yüzyıla veya hatta daha sonrasına ait) bir tarihsel icat olduğunu kanıtlamaktadır. Hatta Sırplar ve Hırvatlar’da olduğu gibi kimi milliyetlerde böyle bir ayrı yazı dilinin hiç mevcut olmadığı görülmektedir (Hobsbawm, 1992, s. 109.). Milliyetçi programa göre her milli devletin içerisinde tek bir dilin hakim olduğu düşünülmektedir. Eğer gerçekten milletler bu şekilde etnik-linguistik bir temelde tanımlanacaksa halen mevcut bulunan 170 küsur kadar milli devletin en fazla bir düzine kadarının bu tanım çerçevesinde bir yere oturabileceğini, diğerlerinin ise bu tür bir etnik-linguistik homojeniteden uzak olduğunu belirtmek gerekir.

Kültür de tanımı ve kapsamı üzerinde henüz ittifak edilmemiş bir kavram olarak, milleti tek başına belirleyen bir unsur değildir. Geniş anlamıyla kültür ırktan ırka ya da milletten millete değil medeniyetten medeniyete, bölgeden bölgeye ya da farklı iktisadi kalkınmışlık düzeylerine göre değişen bir olguyu teşkil etmektedir. Farklı coğrafyalarda farklı farklı medeniyetlerin etkisinde kalmış aynı milliyete mensup toplulukların kültürel değerleri de farklılaşmaktadır. Aslında her biri birer temsili sistem olan milli kültürlerin asıl fonksiyonu, gerçekte ırksal açıdan karmakarışık olan modern milliyeti tek bir etnik grubun başlangıçtan beri birliği olarak göstermek ve onların kopuşlardan ve kesintilerden oluşan tarihlerini kesintisiz bir süreklilik olarak yansıtmak bu bağlamda gelenekler icad etmektir.

Tarih de bir milliyetin çerçevesini belirlemede reel anlamda işleve sahip bir olgu değildir. Elbette ki bir milleti geçmiş oluşturur hatta bir milletin başkalarına karşı haklılık gerekçelerini geçmiş sunar. Ancak örneğin Eric Hobsbawm’a göre bu geçmiş, tarihçiler tarafından üretilir. O’na göre milliyetçilerin tarihçilerden talep ettikleri tarih, onların akademik kriterleri göz önüne alarak tahlil etmeleri gereken tarih olmayıp geriye dönük mitolojilerden ibaret bir tarihtir. Yine Hobsbawm’ın aktardığına göre Ernest Renan 1882 tarihli ünlü “millet nedir?” adlı konferansında meseleyi şöyle izah etmektedir: “Tarihi unutmak ya da tarihi yanlış yazmak bir milletin oluşumunda çok önemli yer tutar; bu nedenle de tarihsel araştırmaların ilerlemeye devam etmesi çoğu zaman söz konusu milliyet açısından tehlike taşır”.

Bir diğer öğe olarak üzerinde durulan din ise yine bir milletin temel unsuru değildir. Hatta din ile milliyet arasında hiç bir alaka yoktur dersek çok da yanlış olmaz. Daha da önemlisi asli yapıları bağlamında din ile milliyetin taraftar oldukları sadakat birimleri birbirinin tam da zıttı olan birimlerdir. Milli bütünleşmeler ya da tersinden okursak milli bölüntüler evrensel dinlerin pek de murat etmedikleri ve zararlı gördükleri oluşumlardır. Aynı şekilde dinlerin dayattığı ümmet yapıları milli bakış açısına uymazlar. Öte yandan milliyetçi ideolojinin seküler boyutu, bir milleti millet yapan unsurlar içerisinde dinin önemini daha da zayıflatmaktadır.

Tüm bu unsurlar milleti belirlemeye yetmediğine göre, millet olgusu hangi öğe üzerinde yükselmektedir? M.A. Kılıçbay’a göre bir millet, ancak belli bir coğrafya üzerinde kurulacağına göre bu öğe belli bir toprak parçası ya da ülkedir. Buna göre belli bir coğrafyada yaşayan insanlara belli bir ad verilmektedir. Bu insanlardan oluşan topluluk farklı etnik yapıların, dillerin, dinlerin ve kültürlerin bir harmanı olabilmektedir. Ancak o ülkede yaşayan halka verilen ad aynı zamanda belli bir milliyetin de ismi olmaktadır.

Kılıçbay’a göre milliliğin tabanını ülke oluşturmakla birlikte, bu oluşumu meydana getiren fermantasyon iktisattır. Yani önce coğrafya sonra iktisat gelmektedir. Bu bağlamda milletleşme sürecinde siyaset iktisadı izlemektedir. Batı Avrupa’ya özgü bu milletleşme biçimi Kılıçbay’a göre ideal olanı yansıtmaktadır. Oysa Batı Avrupa dışında çoğu zaman siyaset belirleyici olmakta bu da milletleşme sürecini tam anlamıyla başarılmasına yetmemekte ya da birtakım sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Buradan hareketle millet ve milliyetçilik algımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekirse ister siyasetin ister iktisadın ön belirleyici olduğu millet yapısı, Benedict Anderson’un da vurguladığı gibi bir hayali cemaattır. Burada millet düşüncesi, toplumsal olarak yaratılmış bir kavramsal örgü üzerine oturmaktadır. Bir çeşit kültürel oluşumdur. Bu bağlamda, tahayyül edilen siyasi bir topluluk olan millet belli bir işbirliği sonucunda yaratılmıştır. Dolayısıyla bağımsız bir değişken değil bağımlı bir değişkendir. Doğal ve kendiliğinden varolan bir olgu değil belli ihtiyaçların giderilmesine yönelik olarak oluşturulmuş bir mekanizmadır. Gellner de benzer bir biçimde millet olma durumunun tarımsal bir toplumdan sanayi toplumuna geçiş sürecinin belli bir aşamasında ortaya çıktığını, bununla koşut olarak milliyetçiliğin ön plana çıktığını çünkü ortak dil ve kültürün değişen bir sanayi toplumu için gerekli olduğunu belirtmektedir. İşte tam da bu süreç içerisinde kişinin kendisiyle özdeş sayabileceği en geniş topluluk olarak millet gitgide “öteki”(ler) tarafından edinilmesi daha da imkansızlaşan özelliklere dayandırılmaya başlar. Bu özellikler doğuştan elde edilen ırksal ve ecdattan miras kalan tarihsel-kültürel değerlerde gizlidir. Biraz önce bir milleti belirlemede kendi başına yeterli olmadığını belirttiğimiz dil bile bu süreç içerisinde anadil yabancı dil ayrımıyla, doğuştan o dili konuşanla sonradan öğrenen arasında belli bir ayrımın yapılmasını sağlamak suretiyle bir millete mensubiyetin sınırlarının net biçimde çizilmesine katkı sağlar. Aslında bu noktada Batı Avrupa ülkeleri ile azgelişmiş ülkeler arasındaki oluşum farkını ortaya koymak gerekmektedir. Millet olgusunun 12. ve 16. yüzyıl arasındaki 400 senede ortaya çıktığı, bundan 200 yıl sonra (18. yüzyılda) da milliyetçiliğin zuhur ettiği Batı Avrupa’nın aksine azgelişmiş ülkelerde önce millet ortaya çıkıp milliyetçilik sonra gelişmemiş, önce milliyetçilik varolmuş ve milleti zorla yaratmaya başlamıştır. Mamafih Batı Avrupa’da da özellikle dil ve tarih konusunda milli oluşum gereği bir takım manipülasyonlar gerçekleştirilmiştir hatta İngiltere ve Fransa dışında hemen hemen tüm Batı Avrupa’da millet olgusu milliyetçilik ideolojisi tarafından olgunlaştırılmıştır. Ancak azgelişmiş ülkelerdeki durum, varolmayan bir milletin resmen baştan sona “inşa” edilmesi olayıdır. B. Oran’a göre bu inşa sürecinin İngilizce’deki adı bu yüzden “nation building” (ulus inşası) olarak belirlenmiştir.

 

Sonuç

Bu çalışmada gözlemlenen şey, içinde yaşadığımız mikro bölünmeler ve makro bütünleşmeler çağının başat olgusu olan küreselleşmenin, ulus-devletleri ve onun kurucu ideolojisi olan milliyetçilikleri aşındırdığı bir süreçte, milliyetçilik ve onunla ilintili kavramlar bağlamında yukarıda yapılan analizlerin geçerliliklerini sürdürmeleridir.

Yukarıda sunulan analizler, küreselleşme sürecinde aşınan milliyetçiliğin nitelik açısından değişmezlerini oluşturmaktadırlar. Bir başka ifade ile, içerisinde bulunduğumuz süreçte, içeriksel bir takım değişiklikler yaşamakta olan, milliyetçilik, ulus-devlet ve ulusal egemenlik gibi kavramların, değişmeden kalan unsurlarından bazıları bunlardır.

Dünyada, çeşitliliklerin ve en uçtaki farklılıkların bile, küresel anlamda tek tipleştiği ya da her şey gibi çeşitliliğin de, merkez ülkelerde üretilip, sonra da, dünyanın geri kalan kısmı için kesin kalıplara dönüştüğü bir dönemde, milliyetçiliğin, merkez için sürdürdüğü önemin, kenar için de bağlayıcı olacağı açıktır.

Sistemin merkez unsurlarının, kendi ulusal çıkarları adına şekillendirdiği küreselleşmenin, bu sürecin, edilgen-kenar unsurları için ulusal olanın aşınması biçiminde etki yapması, söz konusu sürecin temel çelişkisini ortaya koymaktadır.

Milliyetçiliğin temel niteliklerine dair yukarıda sunulan kavramsal ve teorik yaklaşımların, küresel sistemin merkez-kenar farklılaşmasının ötesinde, tüm düzeyde hala geçerli ve anlamlı olduğu görülmektedir.

 

Kaynaklar

HAYES, C. J.(1949), The Historical Evolution of Modern Nationalism, New York: MacMillan, s. 135.

MAZZINI, G.(1924), Essays on the Duties of Man, London: J. M. Dent, passim, Zikreden;

VINCENT, A.(1995), Modern Political Ideologies, Cornwall: T.J. Press, 2nd Ed., s. 275.

ALTER, P. (1989), Nationalism, London and New York: Edward Arnold, s. 33.

245 Review of Social, Economic & Business Studies, Vol.9/10, 233-246 246

TAMIR, Yael. Liberal Nationalism, New Jersey: Princeton University Press, 1993, ss. 6 ve 10.

EADE, J. C. (1983), Romantic Nationalism in Europe, Canberra: Australian National University Press, passim.

ACTON, L. ( 1907), “Nationality”, History of Freedom and Other Essays, ed. Lord Acton, London: MacMillan, passim.

KEDOURIE, E. (1974), Nationalism, London: Hutchinson University Press, 2nd Ed., passim.

ALTER, a.g.e., s. 40.

ALTER, a.g.e., ss. 41-42.

MOSSE, G. L. (1976), “Mass Politics and the Political Liturgy of Nationalism”, Nationalism: The Nature and Evolution of an Idea, ed. E. Kamenka, London: Edward Arnold, s. 39.

VINCENT, a.g.e., s. 252.

HALL, S. (Ocak-Şubat 1992), “Melez Şahsiyetlerimiz”, Birikim Dergisi, Çev. Özgür Gökmen, s. 55.

HOBSBAWM, E. (Ocak-Şubat 1992), “Ulusçuluk”, Birikim Dergisi, s. 109.

KILIÇBAY, M. A. (Yaz 1993), “Tarihsel Bir İnşa Olarak Ulus”, Türkiye Günlüğü, Sayı 23, ss. 6-7.

KILIÇBAY, a.g.m., ss. 7-8.

ANDERSON, B. (1983), Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, London: Verso, passim.

ANDERSON, a.g.e., s. 63.

GELLNER, E.(1983), Nations and Nationalism, Oxford: Blackwell, s. 99.

ORAN, B. (Ocak-Şubat 1992), “Milliyetçilik Nedir, Ne Değildir, Nasıl İncelenir?”, Birikim Dergisi, s. 46.

ÖZKIRIMLI, U. (2003), Nationalism and Its Features, New York: Palgrave Macmillan, passim.

BERBEROĞLU, B. (2004), Nationalism and Ethnic Conflict: Class, State, and Nation in the Age of Globalization, Lanham, Md.: Rowman & Littlefield, passim.

NAIRN, T., and JAMES, P.(2005), Global Matrix: Nationalism, Globalism, and State Terrorism, London: Pluto Pres, passim.

Review of Social, Economic & Business Studies, Vol.9/10, 233-246

http://fbe.emu.edu.tr/journal/doc/9-10/12.pdf

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ VE TÜRKLER HAKKINDAKİ UYDURMALAR


Bundan önceki bölümde de gördüğümüz gibi dürüstlük, din adına mücadele, üstün ahlak, ibadetlerde titizlik, Allah’ı çok anma gibi Kuran’daki sünnetler bizleri bağlayan yegane sünnetlerdir. Oysa Emeviler ve Abbasiler sarık, cübbe, sakal, yerde elle yemek, kadınların haklarını kısıtlayan uygulamalar gibi Kuran’da yer almayan birçok konuyu Peygamber sünneti diye ibadet gibi halka yutturmuşlardır. Bu yutturmacanın en önemli sebeplerinden biri Araplar’ın örf, adet, kadına bakış açılarını dinselleştirerek Arap olmayan Müslümanlar’ı da Araplaştırmaktı. Eğer ki bu örf ve adetler dinsel kisveye sokulup kitlelere sunulmuş olmasaydı kimse Arapların örf ve adetlerini benimsemeyecekti. Fakat kitlelere Arap örf ve adeti başlığında değil de Peygamber sünneti, sevap kazanmanın yolu, İslam’ın şartı tipi başlıklarla sunulan bu örfler Arap olmayan milletlerin Araplaştırılmasını sağlamıştır. Bugün Türkiye’deki birçok cemaatin hatta milliyetçi geçinen çevrelerin bu örf ve adetleri Araplar’dan bile daha şiddetle savunması Arap milliyetçiliğinin bu taktiklerinde ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir. Abbasi döneminde kaleme alınan Buhari, Müslim gibi Ehli-Sünnetin benimsediği hadis kitapları, yine aynı dönemde kurulup, yayılan Hanefi, Şafi , Maliki, Hanbeli gibi mezhepler Arap milliyetçiliğini kitlelere sünnet ve sevap nitelendirmeleriyle yutturmuşlardır. Emevi ve Abbasi döneminin bu eserlerinde ve mezheplerinde dinin nasıl Araplaştırıldığının, Kuran’ın önüne nasıl ciltlerle eserler konduğunun izahlarını bundan önceki bölümlerde yaptık. Ne yazık ki kitleler, mezheplerin Kuran’da geçmeyen binlerce izahı, nasıl din diye yutturduklarının ve bu yutturmaların büyük bir kısmının nasıl Arap örf ve adetlerinin dinselleşmesi olduğunun farkında değillerdir.

 

ARAPÇANIN KUTSALLAŞTIRILMASI

Halkların yıllarca cahil kalmasının ve bu oyunların farkedilmemesinin en önemli sebeplerinden biri Kuran’ın Türkçe’ye ve diğer dillere tercüme edilmesinin yasaklanmasıdır. Böylece din Araplar’ın ve Arapça bilen küçük bir azınlığın tekelinde kalmıştır. Halka Kuran yerine ilmihal kitaplarındaki din öğretilmiş, halk da ilmihal kitaplarında okuduğu bilgilerin birçoğunun Kuran’da yer almadığını tespit edemediğinden, gerekli çıkarım ve eleştirileri yapamamıştır. Ayrıca mezhepten ayrılanlara da despotça ceza uygulamaları konmuş, böylece tahrif edilmiş ve Araplaştırılmış İslam korumaya alınmıştır. Hıristiyanlığın Ortaçağ’da İncil’in Latince’den başka dile çevrilemeyeceğini savunan, dinini mezhepçi papazların ellerine teslim eden zihniyetiyle, Kuran’ı Türkçe’ye ve diğer dillere çevirttirmeyen, böylece dini mezhep imamlarının tekelinde tutan zihniyet tamamen aynıdır. Kuran’da namazın ve diğer hiçbir ibadetin Arapça yapılması şeklinde bir emir verilmemişken, kişilerin anladıkları dilde Allah’a yönelip daha fazla yakınlaşmasını engelleyen hep Arap milliyetçiliğinin etkisiyle türemiş, mezhepçi Ehli Sünnet anlayışıdır. Bunlar Arapça’nın cennet dili olduğu ve kutsal olduğu şeklinde uydurma hadislerle diğer milletleri sömürüde en önemli unsur olan dil hakimiyetini kurmaya çalışmış ve büyük oranda başarılı olmuşlardır. Kuran’da her Peygamber’in kendi milletinin dilinde onlara din getirdiği ve hitap ettiği söylenir. Yani Kuran’da adı geçen ve geçmeyen (Kuran’ın kendisi birçok Peygamber’den bahsetmediğini söylüyor.) birçok Peygamber vardır. Bunların herbiri kendi kavminin diliyle din getirmiştir. Bu dillerden hiçbirinin diğerine göre kutsallığı yoktur. Kuran böyle bir üstünlüğe onay vermez. Arapça’nın Cennet’in yazı ve konuşma dili olduğu Kuran’ın değil, uydurma hadislerin bir izahıdır.

 

ARAP OLMAYANLARLA EVLENMEK

Mezhepçi Arap’lar Arap olmayanlara “mevali” adını takmışlardır. İkinci sınıf gözüken bu sınıfın Arap’larla evlenmemesi gerektiği şeklinde izahlar yapanlar, bu şekilde hadis uyduranlar bile olmuştur:

 

Arap’lar Arap’ların eşitidir. Mevali de Mevali’nin. Ey Mevali, içinizde Arap’lar ile evlenmiş olanlar suç işlemiş olurlar, kötü yapmış olurlar. Muttaki 8/24-28- Lewis Çevirisi

 

Ey Arap kendinden olanla ve kendi denginle evlen ve yapacağın çocukların safiyeti bakımından dikkatli ol ve asla zenci ile evlenme. Çünkü zenciler çarpık yaratık olduklarından onlarla evlenenlerin çocukları sakat ve çarpık doğar. Muttaki 8/24-28- Lewis Çevirisi

 

Bizim asıl göstermek istediğimiz hadislerin ve mezheplerin kısacası Kuran dışı tüm dini kaynak ve izahların güvenilir olmadıklarıdır. Kuran Allah kelamıdır ve biz onun her kelimesini, her hükmünü savunur ve uygulamaya çalışırız. Eğer hadisler dinin kaynağı olsalardı onların da her kelimesine, her hükmüne sahip çıkmak gerekirdi. Kişilerin keyfince beğenip aldığı, keyfince beğenmeyip attığı bir kaynak nasıl dinin kaynağı olabilir? Arapçı anlayışın dine soktuğu bu uydurmalardan kurtulmanın yolu da kitabın başından beri anlatmaya çalıştığımız şekilde sadece Kuran’dan dini öğrenip, Kuran’ı din konusunda yeterli ve eksiksiz bilmektir. Bunun aksine hareket dinimizin ırkçı, Türk’ü kötüleyen bir din olarak görülmesine sebep olacaktır. Bu uydurmaların kökenindeki uydurma hadislerden ikisi şöyledir:

 

TÜRKLER HAKKINDA UYDURULAN HADİSLER

Dünyadaki dört şehir cehennem şehridir: İstanbul, Antakya, Tabarriye ve Sana. Suyuti-Lealil Masnua 1/458

 

Size ilişmedikçe siz de Türkler’e ilişmeyiniz. Çünkü severlerse sizi soyarlar. Sevmezlerse sizi gebertirler. Suyuti-Lealil Masnua 1/440

 

Yıllarca aynı dinin mensubu olmalarına rağmen Türkler ve Araplar bu tarz uydurmalar ve gereksiz kışkırtmalar yüzünden birbirlerine düşman olmuşlardır. Bu düşmanlıktan her iki taraf zarar görmüş, fakat Fransızlar ve İngilizler gibi İslam topraklarında menfaat arayanlar bu durumdan istifade etmişlerdir. Napolyon Arap milliyetçiliğini kullanarak, hatta kendini İslam dostu, Türkler’i İslam düşmanı göstererek, İslam topraklarına girmiş, Mısır gibi topraklarda bu planıyla ayakta kalabilmiştir. İngilizler de yıllarca Arap-Türk düşmanlığını, Osmanlı’yı bölmek ve petrol gibi stratejik kaynaklara hükmedebilmek için kullanmışlardır. Türklerin içinde de bu manasız düşmanlığı “Arap köpek” , “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” tarzında deyimlerle kışkırtanlar elbette olmuştur. Fakat işin korkunç yanı şudur ki, Araplardaki Türk karşıtı sözler, Peygamber’e fatura edilerek hadis başlığı altında dinselleştirilmiştir. Aslında cahil fakat etiketi alim olan birçok Türk din adamıysa tüm bu hadislerle beraber Arapçı İslam anlayışına Araplar’dan bile daha şiddetle sahip çıkmışlardır. Arapçı İslam anlayışının Türkler hakkında uydurduğu en meşhur hadislerse Türkler’i felaket kaynağı sayan Yecuc-Mecuc olarak gösteren hadislerdir.

“Küçük gözlü, kırmızı yüzlü ve suratları kalın deriden yapılmış kalkanlara benzer Türkler’e (Yecuc- Mecuc’e) karşı savaşlar yapmadıkça hüküm günü gelmiş olmayacaktır.” Buhari-K. Cihad 95,96; Müslim K. Fitan 63,64-66

 

ARAPÇI, KAVMİYETÇİ DİN ANLAYIŞI

Hayvani, vahşi, medeniyetsiz bir yaratık şeklinde tarif edilen Yecuc-Mecuc’un kim olduğu hakkında ayrılıklar çıkmıştır. Fakat gelenekçilerin tek hadisini inkar eden kafir olur dedikleri Buhari ayrıca Taberi, Bağdadi, Belhi, Beyzavi, NeseŞ, Nüveyri, İbni Kesir gibi gelenekçilerin itibar ettiği kişiler hatta Asım Efendi ve Ahteri Mustafa Efendi gibi gelenekçilerin alim ve muteber bildiği bazı Türkler Yecuc-Mecuc’un Türkler olduğunu savunanlardır. Hadislerde Yecuc-Mecuc’un Hz. Adem’in rüyasında gördükleri sonucu akan spermlerden oluştukları tipi saçma açıklamalara da yer verilir. Tüm bu anlattıklarımız Arap milliyetçiliğinin gelenek ve görenekleri dinselleştirme, Arapça’yı kutsallaştırma, Arap soyunu kutsallaştırıp ırkçılığa yol açmasının yanında, kendileri haricindeki milletlere ve örnekte gördüğümüz gibi Türkler’e ilişkin hadis uydurarak, Türkler hakkındaki olumsuz kanaatleri de dinselleştirme yoluna gittiklerini göstermektedir. İnsanların en hayırlısının Araplar olduğuna dair hadisler de uydurulmuştur.(Bakın İbni Arrak, Tenzihuz Şeria fil Merfua 2-36) Fakat unutulmamalıdır ki Peygamberimiz’e karşın, büyük din düşmanları Ebu Lehep, Ebu Cehil de Arap’tır. Kuran’da da Peygamber’in etrafındaki birçok kişinin savaştan kaçışı, ikiyüzlülüğü, iman etmeden iman ettik demeleri, küfür ve nifakta şiddetleri anlatılır ki bunlar da Arap’tır. Kuran’ın mesajına göre insanlar takvalarına, dindeki titizliklerine göre, Allah’a karşı sevgi ve saygılarına göre üstünlük kazanırlar. Irkçı ve politik kaygılarla uydurulan hadisler ve oluşturulan mezhepler Kuran’ın saf, arı mesajına ilaveler olarak dine sokulmuşlardır. Dini mantıksız, zor, ırkçı, Arapçı, çelişkili gösteren bu safsatalardan kurtulmanın yegane yöntemi Kuran dışındaki tüm dini kaynakları çöpe atıp, din konusundaki tekeli bir tek Kuran’a teslim etmektir.

http://www.kurandakidin.com/bolumler/17-arap-milliyetciligi-ve-turkler-hakkindaki-uydurmalar.asp#2

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kürt milliyetçiliği diyalektiği-Baskın Oran

Kürt milliyetçiliğinin burada ele alacağım yönü yalnızca onun kendi dışıyla etki-tepki ilişkileri. Bu, Osmanlı İmparatorluğundaki bu “geç” milliyetçiliğin kendi iç dinamiğinin ötesinin (dış dinamiğinin) incelenmesi anlamına geliyor. Yani, Kürt milliyetçiliği, a) kendisinden önce ortaya çıkan Ermeni ve özellikle de Türk milliyetçilikleriyle nasıl bir etki-tepki ilişkisi içinde oldu, bir de, b) uluslararası ve bölgesel dinamikten nasıl etkilendi, bunu ele alacağım. (Yalnız, tahlil sırasında genellikle tırnak içine alarak kullanacak olduğum temel kavramları burada açıklamak yer açısından mümkün olmadığından, şu kaynaklarda daha önce yazdıklarımın okunması kolaylık sağlayacaktır: Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Kara Afrika Örneği, 3. Basım, Ankara, Bilgi Y., 1997 (ilk 80 sayfa); Atatürk Milliyetçiliği, Resmî İdeoloji Dışı Bir İnceleme, 5. Basım, Ankara, Bilgi Y., 1999; Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. Basım, Ankara, İmaj Y., s.65-118 ve 139-180; “Kemalizm, İslamcılık, Küreselleşme; Türkiye’de ‘Yüce Sadakat Odağı’ Kavramı Üzerine Düşünceler”, SBF Dergisi, Cilt 54, no.2 (Nisan-Haziran 1999), s.133-162).

* * *

Birbirine Tepkiden Doğan Milliyetçilikler Üzerine Teorik Not

A) Doğduğu ülkeye vs. bağlılık anlamına gelen ve her insanın içinde doğuştan bulunan “yurtseverlik”ten farklı bir kavram olan milliyetçilik 1 değil 3 anlama gelir: a) Kitleler arasında yaygın bir “biz”lik duygusu; b) Egemen sınıf tarafından ortaya atılan bir tutunum ideolojisi; c) Bu ideolojinin bu duyguyu, millet’i (toplumsal birim) ve onun içinde örgütlendiği ulusal devlet’i (siyasal birim) yüce sadakat odağı olarak gösterecek biçimde yönlendirmeye başladığında ortaya çıkan bir toplumsal hareket. Dünyada ilk ortaya çıktığı 18. Yüzyıl sonu K. Amerika ve B. Avrupasında milliyetçilik bu sırayı izlemiştir. Bir süreç olarak simgelemek gerekirse, bu şöyle yazılabilir:

Kral-burjuvazi koalisyonu sonucu doğan merkezî devlet → asayiş → ticaret → ortak ekonomik pazar → ortak duygular → ulusal bilinç → milletmilliyetçi ideolojimilliyetçi hareket. Buna, “A  milliyetçiliği” diyelim.

B) Bu “sıra”, bu iki bölge dışında bozulur ve farklılıklar başlar. En başta, feodal dönem boyunca güçlenen burjuvazi “ulusal” sınırlar inşa ederek kendini başka burjuvazilerin rekabetinden korumak zorunda olduğu için, milliyetçilik ideolojisi kapitalizme tekabül etmektedir. Oysa bu ideoloji kapitalist üretim biçiminin egemen olmadığı yerlerde de görülür. Çünkü Avrupa milliyetçiliği, 19. Yüzyıl ortasından sonra emperyalizmi desteklemeye girişmiş ve bunun üzerine azgelişmiş ülkelerde yaptığı etki ve doğurduğu tepki sonucu (diyalektik, yani “her şey kendi zıddını kendi karnında taşır” icabı)  ortaya ikinci dereceden bir milliyetçilik türü çıkmıştır. Bu, gayrimeşru babasından (Avrupa milliyetçiliğinden) ciddi biçimde farklıdır. Bununla birlikte, burjuvazinin yokluğunda/zayıflığında ideolojiyi formüle edecek olan aydınlar yine millet’e ve onun bağımsız ulusal devlet’ine sadakati öngörür (zaten, adı bunun için “milliyetçilik”tir). Yani, aydınlar bağımsız devleti kurunca, milliyetçilik ideolojisini harekete geçirerek millet’i inşa etmeye başlarlar. Buna da “B milliyetçiliği” diyelim.

Bir tepkiden doğan bu “nation building” süreci, bir süre sonra bizatihi kendisi bir tepki yaratmaya başlar. Ülkede yaşayan farklı etnik/dinsel vs. gruplar, bu ideolojinin kendilerini tek bir kalıba (başat etnik/dinsel grubun kalıbına) dökmeye koyulduğunu görünce yabancılaşmaya ve sonuçta tepkilerini üçüncü dereceden bir milliyetçilik biçiminde ortaya koymaya başlarlar. Diyalektik ikinci defa işlemiş, tepkiye tepki başlamıştır.

C) Bu üçüncü dereceden milliyetçilik de (buna da “C milliyetçiliği” diyelim) aydınlar  tarafından ortaya atılır (önemli not: “aydın”, John Kautsky’nin enfes tanımıyla, “modernleşme kendi ülkelerine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan kişi”dir ve bu yüzden de kaçınılmaz olarak Batı’yı kendi ülkesinde kurmaya koyulur). Bu nedenle, o da millet ve bağımsız ulusal devlet’e sadakat duyar. Ama, kapitalizmin burada daha da zayıf oluşu yüzünden, azgelişmiş ülke milliyetçiliğinin Avrupa milliyetçiliğinden gösterdiği farklılıkları daha da ileriye götürür. Bu farkları şöyle özetlemek mümkün:

1) Bir ortak ekonomik pazar (ve onun içinde gelişerek millet’e yönelecek “biz” duygusu) oluşamadığından, “biz bilinci” millet’e değil, aşiret’e yönelmiştir. İdeolojiyi ortaya atacak aydınların başlıca sorunu budur, yani aşiretler biçiminde parçalanmışlıktır.

2) Bu aydınlar biz bilincini bir biçimde yaratmak zorundadırlar. Burada imdatlarına iki diyalektik süreç yetişebilir: Birincisi, uzun vadede, ülkede çeşitli olumsuzluklar üst üste binerse, kitleleri tutunum bunalımına sokarlar ve bu da biz bilincini bir anlamda ikame edebilecek bir tutunum bunalımı/ihtiyacı yaratabilir ki, milliyetçi seçkinler ideolojiyi ancak böyle bir tutunum bunalımının yarattığı boşluk içinde ileri sürebilirler. İkincisi çok daha kısa vade bir diyalektik etkidir: B’nin uyguladığı milliyetçiliğe duyulacak tepki bir “onlar bilinci” yaratarak biz bilincini önemli ölçüde ikame edebilir. Bu ikame unsurunun etkisi, B milliyetçiliğinin aşırılığı ve irrasyonelliğiyle doğru orantılıdır. Yani, daha önce de A ile B arasında söz konusu olduğu gibi, milliyetçilik milliyetçiliği doğurur.

Bu arada asimilasyon olamaz mı? Mümkündür, fakat düşük olasılıktır. Bir defa, B’nin doğal asimilasyon gücü zayıftır; çünkü hem milliyetçiliği bizatihi tepki milliyetçiliği olduğu için yenidir ve serttir, hem de kapitalizmi (“doğal asimilasyon”u mümkün kılacak) bir ulusal ekonomik pazar oluşturacak gelişmişlikte değildir. Zaten, doğal asimilasyon kronolojik bir önceliğe bağlıdır: B’nin ulusal ekonomik pazarı, C’nin biz bilincinin oluşmasından önce kurulmuş olmalıdır. Bunun tersi olursa (yani C’nin biz bilinci B’nin ulusal ekonomik pazar kurmasından önce oluşursa) doğal asimilasyon için artık fazlasıyla geç kalınmıştır. Bu durumda B olsa olsa “zorla asimilasyon”a gider ki, bu da bizi aynı noktaya getirip bırakıyor: Şiddetli bir “mağduriyet” duygusu sonucu C’nin onlar bilincinin güçlenmesine. Zaten, bu geç kalış sırasında uluslararası ortam uygun hale gelirse, C’ye dışarıdan bilinç şırıngası da (“dış mihrakların tahriki”) yapılabilir.

3) C milliyetçiliği, feodal bir bünyede doğmak zorunda kaldığı için, bu bünyenin tutunum ideolojisi olan din’le iyice karışık halde ifade edilmek zorundadır. Din’in yüce sadakat odağının “millet” değil “Tanrı” kavramı olduğu anımsandığında, ideolojinin işinin daha da zorlaştığı anlaşılabilir.

Diğer yandan, bu ideoloji bir de durmadan mazinin “mağduriyet anıları”na ve efsanelerine vurgu yapmak zorundadır ki, “ne olduğu”yla değil “neye karşı olduğu”yla tanımlanmak zorunda kalan her şey gibi ciddi bir zayıflık öğesi taşır.

4) Burada bir de “devlet” kavramının büyük önemine dikkatleri çekmek gerekiyor: Bu ideolojinin işinin bir zorluğu da, kendi bağımsız devletinin yokluğunda (yani, B devletinin egemenliği altında) ifade edilmek mecburiyetinde oluşundan doğar. Bu “başka” devlet, parçalanma korkusuyla, onu önlemeye çalışacaktır.  Zaten, K. Amerika ve B. Avrupa’da bile millet’in oluşması doğal süreç sonucu oluvermiş değildir; devletin yarattığı maddi ortam içinde olmuştur.

Bu teorik önermeleri bu yazının en sonunda “sonuç” olarak da yazmak mümkündü. Ama sonunda söylenecek şeyler en baştan söylenirse çoğu zaman anlatmak ve anlamak daha kolay oluyor. Şimdi bu önermelerin ışığında Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğine geçelim.

 

I) Kürtlerde Milliyetçi Duygu’yu Hazırlayan Ortam

Başlıkta, Kürt milliyetçilik duygusunu “yaratan” değil, “hazırlayan” ortam dendiği dikkatleri çekmiş olmalıdır. Çünkü bu duygu ancak ideolojinin uğraşa uğraşa inşa etmeye çalışacağı bir duygudur ve bu inşa süreci de, tarih içindeki olumsuzlukların yaratacağı bir ortam sayesinde mümkün olacaktır.

Bu olumsuz öğeler, 1639’da Osmanlıların İran’la Kasr-ı Şirin barışını yapmalarıyla başladı. Bu tarihten sonra, Osmanlı’nın bölgedeki yarı bağımsız Kürt beyleriyle İran’a karşı yaptığı ittifak önemini yitirmişti. Sonuç olarak bunlar Osmanlı tarafından etkisizleştirildiler. Bunun ardından gelen dönemin Kürtler için perişanlığını ve doğan birlik ihtiyacını, sonradan Kürt milliyetçiliğinin “kitab-ı mukaddes”i olacak Mem-u Zin’de (1695) Ahmede Hani iyi anlatır.

Bunun arkasından gelen asıl olumsuz öğe, Osmanlı’nın inişe geçişi sonucu ortaya çıktı. İltizam ve enflasyon başlamıştı, vergiler ağırlaşmıştı, Batı’nın çok daha kaliteli ve ucuz malları Anadolu’yu istila ederek el tezgahlarını kapattırmıştı, II. Mahmut yeniçeriliği kaldırınca (1826) askerlik 15 yıla çıkmış ve üretici güçler yine felce uğramıştı; o bölgede görevli Moltke’nin Türkiye Mektupları bu dönemi iyi anlatır. Üstelik, Balkanlarda da bağımsızlık kalkışmalarının başladığı bir ortamdı bu.

Bu ortamda, milliyetçilikle ilgisi olmayan ama ileride Kürt milliyetçi aydınları tarafından yüceltilerek kullanılacak olan Kürt bey isyanları 1806’da başladı ve içlerinden en güçlüsü olan Bedirhan Bey yenildiğinde 1847’de bastırıldı. Bastırıldıklarında, o zamanki adıyla Kürdistan’da (günümüzün acayip ortamında, mahkemeye verilmeyeyim diye eklemek zorundayım: bu terim İttihat ve Terakki tarafından 1908 sonrasında “Vilayat-ı Şarkiye” terimiyle değiştirilene kadar resmen kullanılmıştır) iktidar boşluğu doğdu, kaos başladı. Üretim güçleri bir darbe daha yediler ve Kürt insanının içine girdiği tutunum bunalımı/ihtiyacı yoğunlaştı.

Burada, bir diyalektik olgusuna daha değinmeden geçmemek gerek: Kürtlerin bu sosyo-ekonomik karmaşada güçleşen yaşamı, Kürt beylerinin Ermenilere uyguladıkları sömürüyü katmerlendirecek, bu da “mağduriyet” duygusu icabı Ermeni milliyetçiliğinin doğmasında önemli rol oynayacaktır. Arkasından, diyalektik süreç devam edecek ve II. Abdülhamit’in Ermeni ayaklanmalarını bastırmak için Sünni ve büyük Kürt aşiretlerinden topladığı Hamidiye Alayları Kürt milliyetçilik duygusuna katkıda bulunacaktır. Ama biz bunu iki paragraf aşağıya bırakıp yine ortama devam edelim.

Doğa boşluk kabul etmeyeceği için, Bedirhan Bey’in bastırılmasından bir süre sonra Kürt beylerinin yerini Kürt şeyhleri aldı. Bu yeni durum Kürtlük duygusunu ciddi biçimde güçlendirdi, çünkü “din” öğesi hiç kuşkusuz “aşiret” öğesini aşıyor ve bir bütünleşme yaratıyordu. Üstelik şeyhler, feodal ortamın tutunum ideolojisinin din olduğu hatırlanırsa, doğal lider idiler (“tespih kadar tüfeği, seccade kadar da atı iyi kullanabiliyorlardı”). Üstelik, Kadirilik’e oranla “halife”lere çok kolay “el verdiği” için baş döndürücü bir hızla yayılan Nakşibendilik’i Anadolu’ya bir Kürt getirmişti (Mevlana Halit, 1808). Rusya’yla yapılan 93 Harbi (1877-78) felaketinin yaşamı altüst ettiği bu ortamda ilk şeyh ayaklanması 1880’de, Bedirhan’ın oğlu Bahri’nin danışmanlık yaptığı Nakşibendi Şeyhi Ubeydullah tarafından çıkartılacak, bunların sonuncusu ise Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdülkadir’in de idamına yol açan 1925 Şeyh Sait isyanı olacaktır. Şeyhlerin kuramsal açıdan önemi ve ilginçliği şuradadır ki, Kürt milliyetçiliği zincirinde bu şeyhler, dünyevi iktidarı temsil eden Kürt beyleri (1847 öncesi) ile yine dünyevi iktidarı temsil eden Kürt milliyetçilik hareketi (1925 ve sonrası) arasındaki uhrevi baklayı oluşturmuşlardır.

1925 öncesi dönemde Kürt milliyetçilik duygusunu ayakta tutmuş “olumlu öğe” yok muydu? Vardı; iki olumlu öğeden söz edilebilir: Birincisi, Kava destanı. Ama buradaki olumsuz öğeyi de not ediniz: Demirci Kava, “beyinlerini yiyip yutan” zalim Dahhak’ı öldürmek suretiyle Kürt kitlelerini kurtaracak ve Nevroz ateşi bunun üzerine yakılacaktır. İkincisi, hemen yukarıda adı geçen Hamidiye Alayları ve yine Abdülhamit’in Kürt aşiret reislerinin oğullarını istediği biçimde eğitmek için kurdurduğu Aşiret Okulları. Her iki müessese de, kuruluş amaçlarıyla hiç ilgisiz hatta zıt bir sonuca neden olacaklar,  farklı aşiretlerden Kürtlerin biraraya gelmelerine ve bir Kürt aydın kuşağı yaratılmasına yol açacaklardır. Özellikle Aşiret Okulları, bu açıdan, İngilizlerin Afrika’da kabile şeflerinin oğullarını eğitmek için kurdukları (ve aynı sonucu, yani Afrikalı milliyetçi aydın yaratma sonucunu veren) misyoner okullarını anımsatıyor!

 

II) Milliyetçi İdeolojinin Doğuşu

Tekrar edelim: Bütün bunlar, milliyetçilik duygusunu yaratan değil, hazırlayan ortamdı. Yaratan, Kürt milliyetçi aydınları oldu. Onlar da Türk milliyetçisi Jön Türkler arasında doğdular, milliyetçiliği onlardan öğrendiler ve onlara tepki (veya, antitez) olarak ortaya çıktılar.

İdeolojinin ilk gelişme ortamı, Bedirhan Bey’in oğullarından Mikdat Mithat Bedirhan tarafından çeşitli kentlerde 1898’den itibaren çıkarılan Kürdistan gazetesi oldu (transkripsiyonunu M.Emin Bozarslan’a borçluyuz). Milliyetçilik yapmıyordu henüz ama, çeşitli açılardan ilk Kürt aydınlarını yaratacaktır. Abdülhamit’in baskısına direniş temasını işleyişi, Mem-u Zin’den parçalar yayınlayışı ve çocukların Aşiret Okullarına gönderilmesini isteyişi temaları arasında sayılabilir.

İkinci ortam, çok daha güçlü olarak, Meşrutiyet oldu. İmparatorluktaki bütün belirgin etnik/dinsel unsurlar gibi Kürtler de bir kültürel ve örgütsel filizlenme yaşamaya başladılar. Fakat buradaki en ilgi çekici durum, İstanbul’a hukuk, baytar vs. mektebi okumak için gelmiş tanınmış Kürt ailelerin oğullarının, İsmail Gasprinski ve Hamdullah Suphi [Tanrıöver] gibilerin Türkçü konferanslarını dinleye dinleye Kürt olduklarının farkına varmaları olgusudur. Kadri Cemilpaşazade’nin Doza Kürdistan’ı ve Kürt milliyetçileri içinde (en hafif deyimiyle) en su katılmamışı olan Nuri Dersimî’nin Dersim ve Kürt Milli Mücadelesine Dair Hatıratım’ı bu olguyu iyi yansıtır. Diyalektik ilişki sonucu Kürt milliyetçi aydınlarının güçlenmesi ise, İttihat ve Terakki’nin tüm kulüp ve yayınları kapatması ve 1913’te başlayan Enver Paşa diktatörlüğünün Türkçü söylemi koyulaştırmasıyla gerçekleşecektir.

Üçüncü ve en güçlü ortam, Mütareke’dir (1918). İmparatorluk dağılmaktadır ve herkesle birlikte Kürtler de gelecek paniğine düşmüştür. 1919’da kurulan ve 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını çıkartacak olan Kürdistan Teali Cemiyetinin organı niteliğindeki Jin dergisi (bunun da transkripsiyonunu M.Emin Bozarslan yapmıştır), Wilson ilkelerinin simgelediği uluslararası ortamın da etkisiyle ilk defa (ve ondan sonra hep kullanılacak) güçlü milliyetçi temalar ortaya koyar ki, burada olumsuz öğelerin yanına olumlu öğeler de eklenmiştir: Kürtlerin İÖ 17. Yüzyıldaki Medyalılara ve hatta Hz. Nuh’a kadar götürülen tarihsel kökeni, Kürt efsaneleri, özellikle de Kava Destanında ifadesini bulan ihtilal hakkı, ortak bir Kürtçe ve bir yazı ihtiyacı, Kürtçe lehçelerinin bir zenginlik sayılması, hegemon güç İngiltere’ye gösterilen güven, örgütlenmenin önemi gibi. Diğer yandan “Biz Jön Kürtler”, “Daimi Lisan Encümeni”, “Fert ölür, millet yaşar”, “Kürdüm, iftihar ediyorum” gibi kavram ve sloganlar, Kemalizm’in kökeni olan İttihat ve Terakki ideolojisinden Kürt milliyetçiliğinin ne denli etkilendiğini anlatır.

 

III) Milliyetçi Hareket’in Doğuşu

Koçgiri ayaklanması sayılmazsa, Kürtler Kurtuluş Savaşına güçlü biçimde katıldılar. Bunda en etkili öğe, Kürtler için çok önemli olan “Halife Sultan’ı kurtarmak” temasını Ankara’nın ustalıkla işlemesi ve 1915 tehcirinde kaçan Ermenilerin geri dönerek yağmalanan mallarını geri almalarını öngören 1920 Sevr Barış Antlaşmasından (md.144) Kürtlerin duyduğu endişe idi. Ayrıca, aynı antlaşmanın tanıdığı (md.88) Ermenistan’ın güney sınırının (yani, Sevr’in 62. ve 64. maddeleriyle kurmayı tasarladığı Kürdistan’ın kuzey sınırının) belirsiz oluşu da işbirliği için diğer bir önemli neden oldu.

Diğer yandan, yine Kurtuluş Savaşı içinde başlayan bir örgütlenme sonucu, Kürtler 1925 ayaklanmasını çıkarttı. Burada da olumlu öğeden çok olumsuz öğenin varlığı dikkatleri çekmeli: Yeni Türk devleti 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırmıştı. Yine aynı yıl çıkartılan ikinci anayasa devletin resmî dilini Türkçe olarak ilan etmiş (md.2), M.Kemal’in Ocak 1923 İzmit Basın Toplantısında Kürt yoğun illerin özerk olacağından bahsederken zikrettiği il temelinde özerklik (md.11) kaldırılmış, “22 yaşını bitiren kadın erkek her Türk mebus seçmek hakkını haizdir” (md.10) ve “Türkçe okumaya yazma bilmeyenler mebus intihap olunamazlar” (md12 gibi  Türklüğe gönderme yapan hükümler kabul edilmişti.

Niteliği (dinsel/feodal/ulusal) çok tartışılmış olan 1925 ayaklanması, dinsel temanın tamamen önde tutulduğu bir isyan olmakla birlikte, ilk Kürt milliyetçi hareketiydi. Çünkü yaratıcısı Şeyh Sait değil, eski Hamidiye Alayları komutanlarının (büyük olasılıkla 1921 sonunda) çok gizli bir oluşum olarak kurduğu Kürt milliyetçisi Azadi örgütüydü. Amaçları bağımsız bir Kürt devleti oluşturmak olan bu muvazzaf Kürt subayları, laik nitelikleri yüzünden, feodal (dolayısıyla da dinsel) ortam içindeki Kürt halkını etkileyebilmekten uzak olduklarını bildikleri için, vitrine, örgüt lideri Cibranlı Halit Bey’in eniştesi Nakşibendi Şeyh Sait’i koymuşlardı. Burada, milliyetçilik yapabilmek için baştan aşağıya dinsel söylemi kullanmak zorunda kalışlarının dışında önemli olan hususlar, Halit Bey’in Mem-u Zin’i köylere dağıttırması ve “milli bir hükümet kurmak”tan bahsederken hep Bedirhan Bey’in adını telaffuz etmesidir.

Bununla birlikte, Orta Doğu’nun çeşitli ülkelerine kaçarak Hoybun (Xwebun) örgütünü kuran Kürt milliyetçileri Ağrı dağında yeni bir ayaklanma çıkardıklarında çok daha modern bir tutum sergileyeceklerdir. Örneğin, Ermenistan’dan topçu ustası getirtecekler, “tayyare” düşürdükleri zaman hemen saldırıp parçalayan 1925’çilerin aksine uçağın mitralyözünü sökerek aşağıdan saldırmakta olan orduya karşı kullanacaklar, Ağrı ayaklanmasının 1930’da başarısızlığa uğraması üzerine faaliyetlerine Ronahi ve Havar dergileri ile çoğu yabancı dilde propaganda broşürleri yayınlayarak devam edecek olan örgüt, Batı dünyasında bu yönlerinin iyice zayıf olduklarını görünce de 1915’in bilediği Ermeni milliyetçilerinden yoğun yardım isteyeceklerdir.

1930’dan sonra Hoybun, Kürt milliyetçileriyle ilgilenmekten fazlasıyla uzak bir uluslararası ortamda, her feodal bünyeye özgü iç çekişmelerin de etkisiyle yurt dışında yavaş yavaş dağılacaktır. Yurt içinde ise Ankara durumu çok ciddi biçimde ele almıştır. Bir yandan “perakende”leri askerî harekatlarla temizlerken, bir yandan da çok radikal ve sistematik asimilasyona girişilir: Açık resmî raporlarda “Kürt” sözcüğü hiç telaffuz edilmezken, bu sözcüğün açıkça kullanıldığı ve enine boyuna tartışıldığı gizli raporlar hazırlanır. Şark Islahat Planı (1925) gibi erken master projeler Kürt kadınlarının Türk aileler yanına verilerek Türkçe öğrenmelerini planlarken, kasabalarda konuşulacak Kürtçe kelime başına para cezası konur. Sonunda, kalan son Kürt direnişi olan Dersim de planlı biçimde fethedilir ve Tunceli yapılır: Önce kara ve demiryolları tamamlanarak fethin altyapısı hazırlanır. Arkasından iskan yasaları (1927, 1934) ve Tunceli Kanunu (1935) hukuksal yapıyı kurar. Son olarak da Sadabad Paktı (1937) fethin uluslararası yönünü tamamlayacaktır.

 

IV) İdeoloji’nin Gelişmesi

Dersim’in fethinden sonra Kürt milliyetçiliği 1959’a kadar derin dondurucuya girer. Bununla birlikte, 1950’de gelen Demokrat Parti’nin doğuda jandarma dayağını durdurup rahatlık getirmesi sonucu Kürtlerin iç dinamiği yavaş yavaş da olsa işlemeye başlar. TBMM’de doğulu milletvekilleri kulislerde Kürtçe konuşabilmeye başlarlar. Kürt gençleri İstanbul gibi büyük kentlerde üniversite okurlar ve bölgelerinin sorunlarını dile getiren yayınlar çıkartırlar: 1948’de Diyarbakırlı gençlerin çıkardığı Dicle Kaynağı bunların en anlamlısıdır ve Doğu’nun zor koşullarını, fakirliğini anlatır.

Derin dondurucudan çıkmak ise bu kadar utangaç bir iç dinamikle değil, ancak bir dış dinamik unsuru sayesinde olabilecektir: K.Irak’a dönmüş olan Mustafa Barzani’nin etkisindeki 50 Kürt 49’lar Tevkifatı adı verilen olayla tutuklanırlar. Bundan hemen sonra 27 Mayıs hareketi yapılır ve iktidara bir süreliğine de olsa askerler gelir. Artık iki zıt süreç işlemeye başlamıştır: Birincisi, askerler yine sertliğe başlamıştır. Devlet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel “Dağlı Türkler rahat durmazlarsa öyle bir kan banyosu…” gibi gözdağı vermenin yanı sıra, Diyarbakır’a gittiğinde dinlemeye gelen Kürtlere bir kara mizah örneği de verir: “Size Kürt diyenin yüzüne tükürünüz!”. 1 Haziran 1960’da 485 Kürt gözaltına alınır ve Sivas’ta bir kampa yollanır. 19 Ekim’de 55 Ağa sürgünü yapılır. Köy isimleri sistematik olarak değiştirilir. Bölge Yatılı Okulları kurulur. Türkçe sözlerle radyoda yayınlanmak üzere  Fikret Otyam’a Kürtçe türküler derletilir.

İkinci ve zıt olan sürece gelince, 1961 Anayasası Türkiye’ye o zamana (ve, bu zamana) kadar görülmedik bir özgürlük ortamı getirmiştir. 1962’de Dersim, Ağrı, Dicle-Fırat, 1963’te Keko, Deng, Roja Newe çıkar. Artık jandarma zorbalığı dile getirilmekte, “Kürt kızı” gibi terimler kullanılmaktadır. Bu ortamda ırkçı sağdan Ötüken dergisinin Kürtlere hakaret olarak algılanan yayını Kürt milliyetçiliğinin büyük bir çıkış yapmasına yol açarak diyalektiği yine işletir ve 1967 ve 69’da Kürtlerin ilk gövde gösterisi olan Doğu Mitinglerine yol açar. Diğer yandan, dış dinamik de harekettedir: Mart 1970’de K.Irak’ta elde edilen Kürt özerkliği Türkiye’dekileri de etkiler.

Kürt milliyetçiliğinin iç dinamiği, sonunda, o zamana kadar Türk solunun şemsiyesi ve etkisindeki Kürt milliyetçi hareketinin ilk legal ve özgün örgütü olarak 1969’da DDKO’ları doğurur. Bununla birlikte, örgütün çıkardığı Haber Bülteninde Vietnam’daki Mai Lai Katliamı ve Bask-Kürt benzeştirmesi gibi dış dinamik ve diyalektik öğeleri çoktur. Fakat DDKO’ların asıl önemi, 12 Mart darbesi sonucu açılan davadaki “siyasal savunma”da sergiledikleri kavramlardır. Bunlar Marksizm ile milliyetçiliğin bağdaştırılmasını simgeler: “İç ve dış sömürgecilik” kavramı daha sonra ortaya çıkacak (ve hemen aşağıda sözü edilecek) iki önemli kavramın öncülüdür. 70’lerde çıkan dergiler hep dış dinamikten kalkarak iç dinamiği oluşturmaya çalışırlar. Burkay’ın Özgürlük Yolu (1975) Irak Kürtlerinden, ulusal kurtuluş savaşlarından, Vietnam ve Kamboçya’dan söz ederek “gelin”e dokundurmak suretiyle demokrasiye, ayrılma hakkına, daha sonra da “Kürt toplumu”, “Kürt halkı” ve nihayet “Türkiye Kürdistanı”na varır. Ertesi yıl çıkan Rızgari ile Kürt milliyetçiliği ideolojisi kemale erecek, sol ideolojiyi kullanarak özgün milliyetçi temalar üretecektir: Lenin’in self-determinasyon ilkesinden, Sadabat Paktının doğrudan Kürtlerle ilgili 7. Maddesinden, Lausanne’ın bir emperyalist paylaşım olduğundan başlayarak, yukarıda sözü edilen iki önemli kavrama varır: “Sömürge Teorisi” ve “Ezilen Ulus Milliyetçiliği”. Birincisi sayesinde Türkiye’nin “kapitalizmin son aşamasında” olduğunu söylemeden Kürdistan’ı sömürdüğü söylenebilmekte, ikincisi sayesinde de Marksist kalınarak milliyetçilik yapma olanağı yaratılmaktadır; çünkü ezen ulus milliyetçiliği kötüdür, ezilen ulus milliyetçiliği iyidir. Yani, kendi sınırları içinde epey sofistike bir entelektüel çaba söz konusudur.

Ayni durumu resmî ideolojide görmek kesinlikle mümkün değil. DDKO İddianamesi, milliyetçi Kürtleri haklı çıkartmak ve diyalektik süreci işletmek için hazırlanmış gibidir: Türk ve Kürt kelimelerinin ikisi de dört harfidir ve bu harfler aynıdır; demek ki Kürtler Türk’tür. Zaten, savcıya göre “Anayasamız soyut bir ırkçı görüş yerine; birleştirici, ülkücü, ilerici bir milli ırkçılığı kabul etmiştir”. Kürtlerin kökleri ve ataları Türk’tür ve bu iş “bir avuç aydının marifeti”dir.

Türk resmî ideolojisi bu dönemde de Kürtleri zapturapt altında tutmak için geceleri çok alçaktan jet uçurmayı uygun ve yeterli bulacaktır.

 

V) Milliyetçi Hareket’in Gelişmesi

Bu gelişmeyi A’dan Z’ye  bir diyalektik unsurlar demeti yaratır.

1) Hepsinden önemlisi, 12 Eylül mezalimidir. Sanki daha milliyetçi olsunlar diye, cezaevindeki Kürtlere İstiklal Marşının tümü ceza olarak ezberletilir ve söyletilir. Toplatılan paralarla alınan boyalar, cezaevinin her yerine “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” türünden sloganlar yazdırmakta kullanılır. Kurt köpeği saldırtma, pislik yedirme, copla sarkıntılık yapma, fare yutturma, görüşmecisi Türkçe bilmiyorsa görüş izni vermeme çok görülen uygulamalardır. O kadar ki, 16 Mart 1982’de Devlet Bakanı İlhan Öztrak cezaevlerinde 15 işkence kurbanı olduğunu açıklayarak dedikoduları durdurmak ister. Şubat 86’da ise Diyarbakır Askerî Savcısı cezaevlerinde 30 ölüm olduğunu belirtecektir: 4 kendini yakarak, 4 kendini öldürerek, 6 açlık grevinden, 16 muhtelif biçimlerde. Askerî mahkeme bir kararında, Ortaçağ engizisyon kararlarını andıran biçimde şöyle yazacaktır: “İşkence, sanıktan doğru cevap almak içindir”.

Onun için, buradan bir biçimde çıkanın soluğu dosdoğru dağda, 1984’te kurulacak ve yöntem olarak 12 Eylül terörüne karşı karşı-terörü seçecek olan PKK saflarında alması, doğrudan doğruya 12 Eylül diyalektiğinin sonucu olur. Diğer yandan, teröristlerin barınmaması için köy yakmalar sonucu Kürtler batıya göç edecek, büyük kentlerde gerçek bir “diaspora” oluşturacak, diaspora da daima daha milliyetçi olduğundan Kürt hareketi yurt sathına alabildiğine yayılacak ve gelişecektir. İç göçün Türkiye ortalaması yüzde 3 iken, Şırnak’ınkinin yüzde 14,5 olması karşısında başka bir sonuç çıkması zaten mümkün değildir.

Buna bir diyalektik olgu daha eklenir: Özellikle Ege’de, yoğun Kürt göçü sonucu yerliler Kürtlere tepki göstermeye, işten çıkarmaya, işe almamaya başlarlar ve bu Kürt bilincini daha da sivriltir. Bu arada doğudan durmadan gelen, üstü Türk bayrağı örtülü şehit cenazeleri de Türk milliyetçiliğini güçlendirir; askere genç gönderme kutlamalarının herbiri ciddi birer Kürt aleyhtarı gösteri halini alır. Bununla birlikte, PKK’nın büyük kentlerde bomba vs. yollarla teröre çok az başvurması, diyalektiğin bu tersine işlemesini korkulduğu ölçüde azdırmayacaktır.

12 Eylül’ün direkt etkilerine, dönemin “Özal ekonomisi” sonucu oluşan işsizleşme ve fukaralaşmayı da eklemek şart. Çünkü bunun sonucu, işveren ile Türk ve işçi ile de Kürt dikotomisi kemikleşecektir.

2) Bir diğer diyalektik unsur, resmî söylemdeki tutarsızlıklardır ve bunlar Kürt milliyetçiliğini daha da biler. Aralık 1991’de Demirel ve E.İnönü’nün Diyarbakır’a giderek “Kürt realitesini tanıyoruz” demelerinden sonra Kürt ve Kürtçe kavramlarının inkârına eskisi gibi devam edilmesi bunu sağlar. Bu tarihten sonradır ki faili meçhul cinayetler serisi başlar ve PKK’nın panzehiri olarak dinci Hizbullah (“Hizbülkontra”) devletin en azından hoşgörüsüne mahzar olur. Nevroz yasaklanır, Kürtçe yasağı devam eder, Kürt Enstitüsü kurdurulmaz ve bütün bunlar PKK’nın Kürt halkına “Ben dememiş miydim!” demesine olanak sağlamaya devam eder.

3) Üçüncüsü, dış dinamiğin artık devleşen önemidir. Uluslararası etki muazzamdır. Bir defa, 1984 sonundan itibaren Bulgaristan’da Türklere uygulanan akıldışı isim değiştirme kampanyası Kürtleri çok etkiler. O zamana kadar çocuğuna Kürt adı vermesi yasaklanan Kürt köylüsü “Devlet bilür” diye tevekkül göstermiştir ama, “devlet” bu Bulgaristan işinde tam bir “çifte standart” uygulayınca, Kürt köylüsü bu kavramı bilmediği halde anlar ve uyanır. Diğer yandan, Kürt milliyetçiliği Filistin İntifadasından çok şey öğrenerek uygular; çocuk ve kadınları öne sürüp taş attırmak bunlardan biridir. Vietnamlı Budist rahiplerden kendini yakmayı öğrenir. AGİK sürecinin getirdiği olanaklardan yararlanır. Irak’ta Kürt özerkliğinin yanı sıra, oradan gelen 1988 ve özellikle de 1991 mülteci dalgaları çok işine yarar.

 

VI) Milliyetçi Hareket’in Başarısızlığa Uğraması

Kitlelere yayıldıkça dinsel temalara ağırlık veren PKK, 1990’ların ikinci yarısında askerî olarak yenilmeye başlar. Bunun nedenleri üzerinde durmak burada konumuzun dışında; önemli olan, bundan sonraki sürecin nereye gidebileceğini tahmine yarayabilecek olaylar dizisini vermek. Şubat 1999’da Öcalan’ın ABD tarafından izlenip ve yakalanıp, Nairobi havalimanında Türk komandolarına teslimi, PKK’nın ve bu son Kürt milliyetçiliği ayaklanmasının/hareketinin sonu olur. Fakat devlet, en azından bu satırların yazıldığı 2002 yaz aylarında, Kürt milliyetçiliğini en zayıf ve en bölünmüş durumda yakalamanın avantajını kullanabileceğe benzememektedir. Çünkü diyalektiğin işleyerek Kürt milliyetçiliğine çok ihtiyacı olan “yaşam öpücüğü”nü vermesi için adeta her şey yapılmaktadır. Ana-babaların çocuklarına Kürtçe ad vermeleri “terör örgütünün propagandasına alet olmak” ve “propaganda koluyla terör örgütüne yardım ve yataklık yapmak” suçuyla DGM’ye verilmeye yol açmaktadır. Suç işlemek için çete kurmanın cezasının azami 2 yıl olduğu bir ülkede okullara seçmeli Kürtçe dersi konması için dilekçe veren öğrencilere 7,5 yıl istenmektedir. Bu dilekçelerin postayla gönderilmek istenmesi durumunda mektuplar postanede açılarak gönderenler saptanmakta ve tutuklanmaktadır. Minibüsünde Kürtçe kaset çalan şoförler “bölücülük” ve “örgüte yardım”dan 4,5 ilâ 7,5 arası hapis istemiyle yargılanmakta ve mahkum edilmektedir. Türk ana-babaların çocuklarını Türkçe okula değil İngilizce okula gönderdikleri bir küreselleşme ortamında, Kürt ana-babaların çocuklarını Kürtçe okula gönderecekleri korkusu, “Sevr Sendromu”nun çok mümtaz bir örneği olarak verilebilir.

 

Sonuç

En azından 1925’ten beri, Türk devleti, Kürt sorunu konusunda fevkalade istikrarlı bir politika izlemeyi sürdürmektedir. O tarihten bu yana baskı ilkesi değişmediği için diyalektik sürecin etkisi de değişmemekte, Kürt milliyetçiliğin esas beslenme kaynağı Türk milliyetçiliğinin akıldışı uygulamalarının yarattığı olumsuz öğe, yani gündelik terimle “mağduriyet duygusu” olmaktadır. Kürtlük bilinci 1925’den sonra ortaya çıkmaya başladığı halde, ortak ekonomik pazarın ancak 1980’den sonra ortaya çıktığını (yani, asimilasyonun artık kesinlikle imkansız olduğunu) Türkiye Cumhuriyeti hiç anlamıyor gözükmektedir.

Bu arada, sabun köpüğü tedbirler dizisi de değişmediği için, devletin bu sorunu çözmek için uyguladığı yöntemler doğudaki çocukların Ankara’da Atakule ve İstanbul’da Tatilya’ya götürerek gezdirilmesinden, Galatasaray maçlarının Diyarbakır’da oynatılmasından, Diyarbakırspor ile Vanspor’a büyük yardımlar yapılmasından, ses-film sanatçılarına doğu ve güneydoğuda konser verdirilmesinden ve bale sanatçılarına başlarında poşuyla gösteri yaptırılmasından daha radikal bir düzeye henüz ulaşmamıştır.

Her ne kadar şu anda Kürt milliyetçiliği had safhada yenilmiş ve sakin gözükmekteyse de, “batı cephesinde yeni bir şey”in olmadığı Türkiye’de, yakın bir gelecekte doğu cephesinde de yeni bir şey olmamasından korkmak paranoya sayılmamalıdır.

* Milliyetçilik (Ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil), Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce dizisi, Cilt 4, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s.871-879)

http://www.durde.org/index.php/2010/02/21/kurt-milliyetciligi-diyalektigi-baskin-oran/#more-1117

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Engelli Kişilerin Haklarına Dair Uluslararası Sözleşme

Giriş

Sözleşmeye taraf Devletler,

(a) Birleşmiş Milletler Kuruluş Sözleşmesi’nde yer alan ve dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olarak insanlık ailesinin bütün üyelerinin doğuştan sahip oldukları onur, değer ve eşit ve reddedilemez hakları hatırlatarak,

(b) Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Uluslar arası İnsan Hakları Sözleşmesinin herkesin, herhangi bir ayrım olmadan bunlarda belirtilen bütün haklar ve özgürlüklerden yararlanma hakkına sahip olduğunun beyan ve kabul edildiğini dikkate alarak,

(c) Bütün insan haklarının evrenselliği, bölünemezliği ve karşılıklı olarak bağımlı ve birbirleri ile bağlantılı oldukları gerçeğini ve engelli kişilerin bu haklardan herhangi bir ayrımcılık olmadan yararlanmalarının teminat altına alınması gerektiğini yeniden teyit ederek;

(d) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Dair Uluslararası Sözleşme, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, İşkence ve Diğer Zalimce, İnsalıkdışı veya Onur Kırıcı Davranış veya Cezalandırmalara Karşı Sözleşme, Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Bütün Göçmen İşçilerin ve Aile Bireylerinin Haklarının Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme’yi dikkate alarak,

(e) Engelli olmanın evrim geçiren bir kavram olduğunu ve engelli olma durumunun bedensel veya zihinsel rahatsızlıkları bulunan kişilerle başkaları ile eşit olarak topluma tam ve etkin şekilde katılmalarını önleyen davranışsal ve çevresel engeller arasındaki etkileşimden kaynaklandığını kabul ederek;

(f) Engelli Kişilerle İlgili Dünya Eylem Programı ve Engelli Kişiler için Fırsatların Eşit Hale Getirilmesine İlişkin Standart Kurallarda belirtilen ilkeler ve politika tavsiyelerinin, engelli kişiler için fırsatların daha çok eşit hale getirilmesi amacıyla ulusal, bölgesel, ve uluslar arası düzeylerdeki politikalar, planlar, programlar ve eylemlerin teşvik edilmesi, oluşturulması ve değerlendirilmesi süreçlerinin etkilenmesi açısından önemlerini kabul ederek,

(g) Engellilikle ilgili konuların ilgili sürdürülebilir kalkınma stratejilerinin ayrılmaz bir parçasını oluşturacak şekilde dahil edilmelerinin önemini vurgulayarak,

(h) Bir kişiye karşı engelli olması nedeniyle ayrımcılık yapılmasının, insanın doğuştan gelen onuru ve değerinin bir ihlali olduğunu da kabul ederek,

(i) Engelli kişiler arasında farklılıklar olduğunu dikkate alarak,

(j) Daha yoğun desteğe gereksinim duyanlar dahil olmak üzere engelli bütün kişilerin insan haklarının teşvik edilmesi ve korunması gereksinimini kabul ederek,

(k) Çeşitli belgeler ve taahhütlere karşın engelli kişilerin, toplumun eşit üyeleri olarak katılımları konusunda dünyanın her yerinde engellerle ve insan hakları ihlalleri ile karşılaşmaya devam etmelerinden kaygı duyarak,

(l) Engelli kişilerin bütün ülkelerde, özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacıyla uluslar arası işbirliğinin önemini kabul ederek,

(m) Engelli kişilerin içinde yaşadıkları toplumun refahı ve çeşitliliğine yaptıkları değer verilen mevcut ve muhtemel katkıları ve engelli kişilerin insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarının ve engelli kişilerin tam katılımının aidiyet duygusunu güçlendireceğini ve toplumun insani, sosyal ve ekonomik gelişiminde önemli ilerlemelere ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yol açacağını dikkate alarak,

(n) Kendi seçimlerini yapma özgürlüğü dahil olmak üzere kendi bireysel özerklik ve bağımsızlıklarının engelli kişiler için önemini dikkate alarak,

(o) Engelli kişilere doğrudan kendilerini etkileyenler dahil olmak üzere politika ve programlara ilişkin karar verme süreçlerine etkin biçimde katılma fırsatının verilmesi gerektiği görüşünden hareketle,

(p) Irk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya başka görüş, ulusal, etnik, yerli veya sosyal köken nedeniyle birden fazla veya yoğun biçimlerde ayrımcılığa maruz kalan engelli kişilerin karşı karşıya bulunduğu güç koşullardan duyduğu kaygıyı ifade ederek,

(q) Engelli kadın ve kızların gerek evde gerekse ev dışında genellikle şiddet, yaralanma veya taciz, ihmal veya ihmalci davranış, kötü muamele veya istismar edilme riski ile daha fazla karşı karşıya bulunduğunu dikkate alarak

(r) Engelli çocukların, öteki çocuklarla eşit olarak bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmaları gerektiğini kabul ederek ve bu konuda Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan Devletlerin bu amaçla üstlendiği yükümlülükleri hatırlatarak,

(s) Engelli kişilerin insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarının teşvik edilmesine yönelik bütün çabalara cinsiyetle ilgili bir bakış açısının dahil edilmesinin gerektiğini vurgulayarak,

(t) Engelli kişilerin çoğunluğunun yoksulluk içinde yaşadığı gerçeğinin altını çizerek ve bu çerçevede yoksulluğun engelli kişiler üzerindeki olumsuz etkisinin ortadan kaldırılmasının önemini kabul ederek,

(u) Birleşmiş Milletler Kuruluş Sözleşmesi’nde yer alan amaçlar ve ilkelere tam olarak saygı gösterilmesine ve ilgili insan hakları belgelerine uyulmasına dayalı barış ve güvenlik koşullarının, özellikle savaş ve işgal sırasında engelli kişilerin tam olarak korunması açısından büyük önem taşıdığını dikkate alarak,

(v) Engelli kişilerin bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanabilmeleri için fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamın, sağlık, eğitim ve bilgi ve iletişimin erişilebilir olmasının önemini kabul ederek,

(w) Başka kişiler ve ait olduğu topluma karşı görevleri olan bireyin, Uluslar arası İnsan Hakları Sözleşmesinde kabul edilen hakların teşvik edilmesi ve bunlara uyulması için çaba göstermekle yükümlü olduğunu dikkate alarak,

(x) Ailenin toplumun doğal ve temel grubu olduğunu ve toplum ve Devlet tarafından korunması gerektiğini ve ailelerin engelli kişilerin haklarının tam ve eşit olarak kullanılmasına katkıda bulunabilmeleri için engelli kişilerle aile bireyleri için gerekli koruma ve yardımın sağlanması gerektiği görüşünden hareketle,

(y) Engelli kişilerin hakları ve onurunun korunması ve teşvik edilmesi için kapsamlı ve bütünleştirilmiş bir uluslar arası sözleşmenin, engelli kişilerin karşı karşıya bulunduğu büyük sosyal dezavantajın ortadan kaldırılmasına önemli bir katkıda bulunacağını ve gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde eşit fırsatlarla sivil, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlara katılımlarını teşvik edeceği görüşünden hareketle

aşağıda belirtilen şekilde anlaşmaya varmışlardır:

 

Madde 1 Amaç

İşbu Sözleşme’nin amacı, bütün engelli kişilerin insan hakları ve temel özgürlüklerinden tam ve eşit olarak yararlanmalarını teşvik etmek, korumak ve sağlamak ve bu kişilerin doğuştan gelen onuruna saygı gösterilmesini teşvik etmektir.

Engelli kişiler, çeşitli engellerle karşılıklı etkileşimleri nedeniyle başkaları ile eşit olarak topluma tam ve etkin olarak katılmalarını engelleyebilecek uzun dönemli fiziksel, ruhsal, zihinsel veya duyusal rahatsızlıkları bulunan kişilerdir.

 

Madde 2 Tanımlar

İşbu Sözleşme amaçları çerçevesinde:

“İletişim” lisanlar, gösterilen metinler, dokunma ile iletişim, büyük basım, erişilebilir çoklu ortamlar yanı sıra erişibelilir bilgi ve iletişim teknolojisi dahil olmak üzere yazılı, sesli, düz lisanlı, insanlar tarafından okunan ve büyütülmüş ve alternatif iletişim yöntem, araç ve biçimlerini içerir;

“Lisan”, konuşulan ve işarete dayanan lisanları ve bütün öteki konuşulmayan lisan biçimlerini içerir;

“Engelli olmaya dayalı ayrımcılık”, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, sivil veya başka herhangi bir alanda bütün insan haklarından ve temel özgürlüklerden başka kişilerle eşit olarak yararlanılması veya kullanılması ve bu hak ve özgürlüklerin tanınmasını engellemeyi veya etkisis kılmayı amaçlayan veya böyle bir etki yaratan engelli olmaya dayalı ayrım, hariç tutma veya kısıtlama anlamını taşır. Makul imkanların sağlanmasının reddedilmesi dahil olmak üzere her türlü ayrımcılığı kapsar;

“Makul imkanlar”, engelli kişilerin başka kişilerle eşit bir şekilde bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden yararlanmaları veya kullanmalarını sağlamak için belirli bir durumda gerekli olması halinde orantısız veya gereksiz bir yük oluşturmayan gerekli ve uygun değişiklikler ve ayarlamalar anlamını taşır.

“Genel tasarım”, ürünlerin, ortamların, porgramların ve hizmetlerin bütün kişiler tarafından uyarlama veya özel tasarım gerektirmeden azami ölçüde kullanılabilir şekilde tasarlanması anlamını taşır. “Genel tasarım”, bunun gerekli olması halinde belirli bir engelli grubu için hazırlanan yardımcı araçları da içerir.

 

Madde 3 Genel ilkeler

İşbu Sözleşme’nin ilkeleri şöyledir:

(a) Kişinin doğuştan gelen onuru, kendi seçimlerini yapma özgürlüğü dahil olmak üzere bireysel özerkliği ve kişilerin bağımsızlığına saygı gösterilmesi;

(b) Ayrımcılık yapılmaması;

(c) Topluma tam ve etkin bir biçimde katılım ve dahil olma;

(d) İnsani çeşitlilik ve insanlık çerçevesinde engelli kişilerin farklılığına saygı gösterilmesi ve kabul edilmeleri;

(e) Fırsat eşitliği;

(f) Erişebilirlik;

(g) Erkek ve kadınlar arasında eşitlik;

(h) Engelli çocukların gelişme kapasitesine saygı gösterilmesi ve engelli çocukların kimliklerini koruma hakkına saygı gösterilmesi.

 

Madde 4 Genel yükümlülükler

1. Taraf Devletler, engelli olmaya dayalı herhangi bir türde ayrımcılık olmadan engelli bütün kişiler için bütün insan hakları ve temel özgürlüklerinin tam olarak gerçekleştirilmesini sağlamayı ve teşvik etmeyi taahhüt ederler. Taraf Devletler, bu amaçla aşağıdakileri yapmayı taahhüt ederler:

(a) İşbu Sözleşme’de kabul edilen hakların uygulanması için gerekli bütün yasal, idari ve öteki önlemlerin alınması;

(b) Engelli kişilere karşı ayrımcılık oluşturan mevcut yasalar, yönetmelikler, örf ve adetler ve uygulamalarda değişiklik yapılması veya yürürlükten kaldırılması için mevzuat dahil olmak üzere bütün gerekli önlemlerin alınması;

(c) Bütün politika ve programlarda engelli kişilerin insan haklarının korunması ve teşvik edilmesinin dikkate alınması;

(d) işbu Sözleşme ile çelişen herhangi bir fiil veya uygulamadan kaçınılması ve kamu makamları ve kuruluşlarının işbu Sözleşme’ye uygun şekilde hareket etmelerinin sağlanması;

(e) Herhangi bir kişi, kuruluş veya özel işletme tarafından engellilere uygulanan ayrımcılığa son verilmesi için gerekli bütün önlemlerin alınması;

(f) Engelli kişilerin özel gereksinimlerinin karşılanması, bunların bulunmaları ve kullanımlarının teşvik edilmesi ve standartlar ve kuralların geliştirilmesinde genel tasarımın teşvik edilmesi amacıyla işbu Sözleşme’nin 2. Maddesinde tanımlanan ve mümkün olan asgari uyum ve en düşük maliyeti gerektirecek genel olarak tasarlanmış mallar, hizmetler, teçhizat ve tesislerin araştırılması ve geliştirilmesi veya bunların teşvik edilmesi;

(g) Uygun maliyetli teknolojilere öncelik vererek engelli kişiler için uygun olan bilgi ve iletişim teknolojileri, hareket etmek için yardımcı araçlar, cihazlar ve yardımcı teknolojiler dahil olmak üzere yeni teknolojilerin araştırılması ve geliştirilmesi veya teşvik edilmesi ve bunların bulunmaları ve kullanımlarının desteklenmesi;

(h) Engelli kişilere yeni teknolojiler dahil olmak üzere hareket etmek için yardımcı araçlar, cihazlar ve yardımcı teknolojiler konusunda erişilebilir bilgiler yanı sıra başka biçimlerde yardım, destek hizmetleri ve kolaylıkları sağlanması;

(i) Engelli kişiler için hizmet veren meslek mensupları ve personelin, işbu Sözleşme’de kabul edilen haklarla teminat altına alınan yardım ve hizmetleri daha iyi bir şekilde sunabilmeleri için söz konusu haklar konusunda eğitim görmelerinin teşvik edilmesi;

2. Taraf Devletlerden her biri ekonomik, sosyal ve kültürel haklar konusunda işbu Sözleşme’de yer alan ve uluslar arası hukuk uyarınca derhal yerine getirilmesi gereken yükümlülükleri olumsuz bir şekilde etkilemeden mevcut kaynaklarının elverdiği azami ölçüde ve gerektiğinde uluslar arası işbirliği çerçevesinde bu hakların aşamalı biçimde tam olarak gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla önlemler almayı taahhüt etmektedir.

3. Taraf Devletler, işbu Sözleşmenin uygulanmasına yönelik mevzuat ve politikaların oluşturulması ve uygulanmasında ve engelli kişilerle ilgili konuları kapsayan başka karar verme süreçlerinde kendi temsilci kuruluşları aracılığı ile engelli çocuklar dahil olmak üzere engelli kişilerle yakın danışma içinde olmalı ve kişileri sürece dahil etmelidir.

4. İşbu Sözleşme’de yer alan hiçbir şey, engelli kişilerin haklarının gerçekleştirilmesi açısından daha yararlı olabilecek ve bir Taraf Devletin hukukunda veya bu Devlet için geçerli olan uluslar arası hukukta yer alabilecek herhangi bir hükmü etkilemez. İşbu Sözleşme’nin bu hakları veya özgürlükleri tanımadığı veya bunları sınırlı biçimde tanıdığı gerekçesiyle yasalar, sözleşmeler, yönetmelikler veya örf ve adet uyarınca işbu Sözleşme’nin bir Taraf Devletinde kabul edilen veya mevcut olan herhangi bir insan hakkı ve temel özgürlük, hiçbir şekilde kısıtlanamaz veya buna aykırı hareket edilemez.

5. İşbu Sözleşme hükümleri, herhangi bir sınırlama veya istisna olmadan federal yapıya sahip devletlerin bütün bölümlerini kapsar.

 

Madde 5 Eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması

1. Taraf Devletler, bütün kişilerin yasa önünde eşit olduklarını ve herhangi bir ayrımcılık gözetilmeden yasalarla eşit korunma ve bunlardan eşit yararlanma hakkına sahip olduklarını kabul etmektedir.

2. Taraf Devletler, engelli olma nedeniyle uygulanan her türlü ayrımcılığı yasaklamalı ve engelli kişilere, her türlü gerekçeye dayalı ayrımcılığa karşı eşit ve etkin yasal koruma sağlanmasını teminat altına almalıdır.

3. Taraf Devletler, eşitliğin teşvik edilmesi ve ayrımcılığa son verilmesi amacıyla makul imkanların sunulmasının sağlanmasına yönelik bütün gerekli adımları atmalıdır.

4. Engelli kişilerin fiili olarak eşitliğinin hızlandırılması veya gerçekleştirilmesi için gerekli olan özel önlemler, işbu Sözleşme’nin hükümleri çerçevesinde ayrımcılık olarak kabul edilmeyecektir.

 

Madde 6 Engelli kadınlar

1. Taraf Devletler, engelli kadınlar ve kızların çeşitli biçimlerde ayrımcılığa maruz kaldıklarını kabul etmektedirler ve engelli kadınlar ve kızların bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam ve eşit biçimde yararlanmalarını sağlamak için bu konuda önlemler alacaklardır.

2. Taraf Devletler, işbu Sözleşme’de belirtilen insan hakları ve temel özgürlükleri kullanmaları ve bunlardan yararlanmalarının teminat altına alınması amacıyla kadınların tam gelişimleri, ilerlemeleri ve yetkin olmalarının sağlanması için bütün gerekli önlemleri alacaklardır.

 

Madde 7 Engelli çocuklar

1. Taraf Devletler, engelli çocukların öteki çocuklarla eşit bir biçimde bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarını sağlamak için gerekli bütün önlemleri alacaklardır.

2. Engelli çocuklarla ilgili olarak alınan bütün önlemlerde çocukların menfaatleri, dikkate alınacak temel husus olacaktır.

3. Taraf Devletler, engelli çocukların yaşları ve olgunluk düzeylerine göre görüşlerine gerekli önem verilerek kendilerini etkileyen bütün konulardaki görüşlerini öteki çocuklarla eşit olarak serbestçe ifade etme hakkına sahip olmalarını ve bu hakkın gerçekleştirilmesi için engelli çocuklara engellilik yardımında ve yaşlarına uygun yardımda bulunulmasını sağlayacaklardır.

 

Madde 8 Bilinçlendirme

1. Taraf Devletler, aşağıdaki amaçlarla acil, etkin ve uygun önlemleri almayı taahhüt etmektedirler:

(a) Aile düzeyi dahil olmak üzere bütün toplumun engelli kişiler konusunda bilinçlendirilmesi ve engelli kişilerin hakları ve onuruna saygı gösterilmesinin teşvik edilmesi;

(b) Yaşamın bütün alanlarında cinsiyet ve yaşla ilgili olanlar dahil olmak üzere engelli kişilerle ilgili klişeler, önyargılar ve zararlı uygulamalarla mücadele edilmesi;

(c) Engelli kişilerin yapabilecekleri işler ve katkıları konusundaki bilinç düzeyinin yükseltilmesi;

2. Bu amaçla alınacak önlemler, şunları içermektedir:

(a) Aşağıdakilerin gerçekleştirilmesini amaçlayan etkin kamuoyu bilinçlendirme kampanyalarının başlatılması ve sürdürülmesi:

(i) Engelli kişilerin haklarının kabul edilmesinin sağlanması;

(ii) Engelli kişilere karşı olumlu algılamaların ve daha fazla sosyal bilinçlenmenin teşvik edilmesi;

(iii) Engelli  kişilerin becerileri, liyakatleri ve kabiliyetleri ile işyeri ve işgücü piyasasındaki katkılarının kabul edilmesinin sağlanması;

(b) Küçük yaştaki bütün çocuklar dahil olmak üzere eğitim sisteminin bütün düzeylerinde engelli kişilerin haklarına saygı gösterilmesine yönelik davranışların pekiştirilmesi;

(c) Bütün medya organlarının haber ve programlarında engelli kişilere işbu Sözleşmenin amacı ile uyumlu bir şekilde yer vermelerinin teşvik edilmesi;

(d) Engelli kişiler ve bu kişilerin hakları ile ilgili bilinçlendirme ve eğitim programlarının teşvik edilmesi.

 

Madde 9 Erişilebilirlik

1. Engelli kişilerin bağımsız olarak yaşayabilmeleri ve yaşamın bütün yönlerine tam olarak katılabilmeleri için Taraf Devletler, engelli kişilerin başkaları ile eşit olarak kentsel ve kırsal alanlarda kamuya açık olan veya sağlanan fiziksel ortama, ulaşıma,bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemleri dahil olmak üzere bilgi ve iletişime ve öteki tesislere ve hizmetlere erişimini sağlamak için gerekli önlemleri alacaklardır.Erişim konusundaki engeller ve güçlüklerin belirlenmesi ve kaldırılmasını içerecek bu önlemler, başka hususlar yanı sıra aşağıdakiler için geçerli olacaktır:

(a) Binalar, yollar, ulaşım ve okullar, konutlar, sağlık kuruluşları ve işyerleri dahil olmak üzere öteki açık ve kapalı tesisler;

(b) Elektronik hizmetler ve acil hizmetler dahil olmak üzere bilgi, iletişim ve öteki hizmetler.

2. Taraf Devletler, aşağida belirtilen amaçlarla gerekli önlemleri alacaklardır

(a) Kamuya açık olarak veya sağlanan tesisler ve hizmetlerin erişilebilirliği konusunda asgari standartlar ve kuralların oluşturulması, yayınlanması ve uygulanmasının izlenmesi;

(b) Kamuya açık olan veya sağlanan tesisleri veya hizmetleri sunan özel kuruluşların, engelli kişilerin erişimine ilişkin bütün hususları dikkate almalarının sağlanması;

(c) Engelli kişilerin karşı karşıya bulunduğu erişimle ilgili meseleler konusunda paydaşlar için eğitim verilmesi;

(d) Kamuya açık olan binalara ve öteki tesislere kolay okunabilir ve anlaşılabilir biçimde Braille (kabartma) alfabesi ile yazılmış levhalar konulması;

(e) Kamuya açık binalara ve öteki tesislere girişin kolaylaştırılması için rehberler, okuyucular ve profesyonel levha lisanı çevirmenleri dahil olmak üzere yardımcı kişi ve aracılar temin edilmesi;

(f) Engelli kişilerin bilgiye erişiminin sağlanması için bu kişelere başka uygun biçimdeki yardım ve destek sağlanmasının teşvik edilmesi;

(g) Engelli kişilerin İnternet dahil olmak üzere yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinden yararlanmalarının teşvik edilmesi;

(h) Erişilebilir bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemlerinin, bunlardan asgari maliyetle yararlanılabilmesi için erken aşamada tasarlanmaları, geliştirilmeleri, üretilmeleri ve dağıtılmalarının teşvik edilmesi.

 

Madde 10 Yaşam hakkı

Taraf Devletler, her kişinin doğuştan yaşama hakkına sahip olduğunu yeniden teyit etmektedirler ve engelli kişilerin bu haktan öteki kişilerle eşit olarak etkin bir şekilde yararlanmalarının sağlanması için gerekli bütün önlemleri alacaklardır.

 

Madde 11 İnsani acil durumlar ve tehlikeli durumlar

Taraf Devletler, uluslar arası insani hukuk ve uluslar arası insan hakları hukuku dahil olmak üzere uluslar arası hukuk çerçevesindeki kendi yükümlülüklerine uygun olarak savaş durumları, insani acil durumlar ve doğal afetlerin meydana gelmesi dahil olmak üzere tehlikeli durumlarda engelli kişilerin korunması ve güvenliğinin sağlanması amacıyla gerekli bütün önlemleri alacaklardır.

 

Madde 12 Yasa önünde eşit tanınma

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin yasa önünde her yerde kişi olarak tanınma hakkına sahip olduğunu yeniden teyit etmektedirler.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin, yaşamın her alanında öteki kişilerle eşit olarak hukuki ehliyete sahip olduklarını kabul etmektedirler.

3. Taraf Devletler, engelli kişilerin kendi yasal ehliyetlerini kullanırken ihtiyaç duyabilecekleri desteği alabilmeleri için gerekli önlemleri alacaklardır.

4. Taraf Devletler, yasal ehliyetin kullanılması ile ilgili olan bütün önlemlerin, uluslar arası insan hakları hukukuna uygun olarak istismarın önlenmesi için uygun ve etkin mekanizmaları içermesini sağlayacaklardır. Bu mekanizmalar, hukuki ehliyetin kullanılması ile ilgili önlemlerin, kişinin hakları, iradesi ve tercihlerine saygı göstermelerini, herhangi bir çıkar çatışması ve gereksiz etkiden ari olmalarını, kişinin koşullarına uygun ve orantılı olmalarını, mümkün olan en kısa süre boyunca uygulanmalarını ve yetkili, bağımsız ve tarafsız bir makam veya adli organ tarafından düzenli olarak gözden geçirilmelerini sağlayacaktır. Bu mekanizmalar, bu önlemlerin kişinin hakları ve menfaatlerini etkileme derecesi ile orantılı olacaktır.

5. Bu madde hükümlerine tabi olarak Taraf Devletler, engelli kişilerin mülk sahibi olma veya miras edinme, kendi mali işlerini denetleme ve banka kredileri, ipotekler ve başka biçimdeki finansal kredilerden eşit şekilde yararlanma konusunda eşit haklara sahip olmalarını sağlamak için gerekli ve etkin bütün önlemleri alacaklar ve engelli kişilerin mülklerinin keyfi bir şekilde ellerinden alınmamasını sağlayacaklardır.

 

Madde 13 Yargıya erişim

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin soruşturma ve öteki ön aşamalarla birlikte bütün hukuki muamelelerde tanıklık yapmak dahil olmak üzere doğrudan veya dolaylı katılımcılar olarak etkin rollerini kolaylaştırmak amacıyla usule ilişkin ve yaşlarına uygun imkanların sağlanması dahil olmak üzere öteki kişilerle eşit olarak etkin biçimde yargıya erişimlerini sağlayacaklardır.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin yargıya etkin bir şekilde erişmelerine yardımcı olmak amacıyla polis ve cezaevi personeli dahil olmak üzere yargının idaresi alanında çalışmakta olan kişiler için uygun eğitimi teşvik edeceklerdir.

 

Madde 14 Kişinin hürriyeti ve güvenliği

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin öteki kişilerle eşit biçimde:

(a) kişisel hürriyet ve güvenlik hakkından yararlanmalarını;

(b) hürriyetlerinden yasal olmayan veya keyfi bir şekilde mahrum bırakılmamalarını ve her türlü hürriyetten mahrum bırakma durumunun hukuka uygun olmasını ve bir engellilik durumunun hiç bir şekilde hürriyetten mahrum bırakılmayı haklı göstermemesini sağlayacaklardır.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin herhangi bir hukuki muamele sonucunda hürriyetlerinden mahrum bırakılmaları durumunda başka kişilerle eşit olarak uluslararası insan hakları hukukuna uygun olarak teminatlardan yararlanma hakkına sahip olmalarını ve makul imkanların sağlanması dahil olmak üzere işbu Sözleşme amaçları ve ilkelerine uygun olarak muamele görmelerini sağlayacaklardır.

 

Madde 15 İşkence veya zalimane, insanlık dışı veya küçültücü muamele veya cezalara maruz bırakılmama

1. Hiç kimse, işkence veya zalimane, insanlık dışı veya küçültücü muamele veya cezalara tabi tutulmamalıdır. Özellikle hiç kimse, kendi özgür rızası olmadan tıbbi veya bilimsel deneylere tabi tutulmamalıdır.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin, işkence veya zalimane, insanlık dışı veya küçültücü muamele veya cezalara tabi tutulmasının önlenmesi için başka kişilerle eşit biçimde bütün etkin yasal, idari, adli veya başka önlemleri alacaklardır.

 

Madde 16 İstismar, şiddet ve tacize maruz bırakılmama

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin evde ve ev dışında bunların cinsiyetle ilgili yönleri dahil olmak üzere her türlü istismar, şiddet ve tacize karşı korunması için gerekli bütün yasal, idari, sosyal, eğitimle ilgili ve öteki önlemleri alacaklardır.

2. Taraf Devletler, ayrıca başka hususlar yanı sıra istismar, şiddet ve taciz durumlarının önlenmesi, belirlenmesi ve bildirilmesi konusunda bilgi ve eğitim sağlanması dahil olmak üzere engelli kişiler ve bunların aileleri ve bakıcıları için cinsiyet ve yaşla ilgili uygun yardım ve desteği sağlayarak her türlü istismar, şiddet ve tacizi önlemek için gerekli bütün önlemleri alacaklardır.

3. Taraf Devletler, her türlü istismar, şiddet ve tacizin meydana gelmesini önlemek amacıyla engelli kişilere hizmet verilmesini amaçlayan bütün tesisler ve programların, bağımsız makamlar tarafından etkin bir şekilde izlenmesini sağlayacaklardır.

4. Taraf Devletler, koruma hizmetleri sağlanması dahil olmak üzere her türlü istismar, şiddet veya tacize maruz kalmış olan engelli kişilerin fiziksel, zihinsel ve psikolojik açıdan iyileşmeleri, rehabilite edilmeleri ve topluma geri kazandırılmalarının teşvik edilmesi amacıyla gerekli bütün önlemleri alacaklardır. Bu iyileşme ve topluma geri kazandırma, kişinin sağlığı, refahı, kendine saygısı, onuru ve özerkliğini güçlendiren ve cinsiyet ve yaşla ilgili gereksinimleri dikkate alan bir ortamda gerçekleşecektir.

5. Taraf Devletler, engelli kişilere karşı istismar, şiddet ve taciz olaylarının belirlenmesi, soruşturulması ve gerektiğinde yargıya intikal ettirilmesinin sağlanması amacıyla kadın ve çocuklara yönelik mevzuat ve politikalar dahil olmak üzere etkin mevzuat ve politikaları uygulayacaklardır.

 

Madde 17 Kişinin bütünlüğünün korunması

Engelli her kişi, başkaları ile eşit olarak bedensel ve ruhsal bütünlüğüne saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.

 

Madde 18 Tabiyet ve seyahat özgürlüğü

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin başkaları ile eşit biçimde seyahat özgürlüğü ve ikamet edecekleri yeri ve tabiyetlerini seçme özgürlüğü konusundaki haklarını, engelli kişiler için aşağıdaki imkanları sağlayarak tanıyacaklardır:

(a) Bir tabiyeti elde etme ve değiştirme hakkına sahip olmaları ve tabiyetlerinden keyfi bir şekilde veya engelli olmaları nedeniyle mahrum bırakılmamaları;

(b) Engelli olmaları nedeniyle tabiyetlerine ilişkin belgeleri veya başka kimlik belgelerini elde etme, taşıma ve kullanma ya da seyahat hürriyeti hakkının kullanılmasının kolaylaştırılması için gerekli olabilecek göçmenlik işlemleri gibi ilgili süreçleri kullanma kabiliyetlerinden mahrum bırakılmamaları;

(c) Kendi ülkeleri dahil olmak üzere herhangi bir ülkeden serbestçe ayrılabilmeleri;

(d) kendi ülkelerine girme hakkından keyfi biçimde veya engelli olmaları nedeniyle mahrum bırakılmamaları.

2. Engelli çocuklar, doğumdan hemen sonra kaydettirilmeli ve doğdukları anda bir isim verilme hakkına, bir ülkenin vatandaşlığını elde etme hakkına ve mümkün olduğu ölçüde kendi anne ve babalarını bilme ve onlar tarafından bakılma hakkına sahip olmalıdır.

 

Madde 19 Bağımsız yaşama ve topluma dahil olma

İşbu Sözleşme’nin Taraf Devletleri, engelli bütün kişilerin, öteki kişilerle eşit seçimler yaparak toplum içinde yaşama konusundaki eşit haklara sahip olduğunu kabul etmektedirler ve engelli kişilerin bu haktan tam olarak yararlanmaları ve topluma tam olarak dahil olmaları ve katılımlarının kolaylaştırılması amacıyla aşağıdakilerin sağlanması da dahil olmak üzere etkin ve uygun önlemleri alacaklardır:

(a) Engelli kişilerin, ikamet edecekleri yeri ve nerede ve kiminle birlikte yaşayacaklarını başkaları ile eşit olarak seçme fırsatına sahip olmaları ve belirli bir şekilde düzenlenmiş bir yerde ikamet etmek zorunda olmamaları;

(b) Engelli kişilerin, yaşama ve topluma dahil olmalarının desteklenmesi ve toplumdan tecrit edilmeleri ve toplum dışında kalmalarının önlenmesi için gerekli olan kişisel yardım dahil olmak üzere ev içindeki, yerleşim yerindeki ve başka toplam destek hizmetlerinden yararlanmaları;

(c) Vatandaşlara yönelik toplum hizmetleri ve tesislerinin, eşit biçimde engelli kişilerin yararlanmasına açık olmaları ve onların gereksinimlerini karşılamaları.

 

Madde 20 Kişisel hareket imkanları

Taraf Devletler, aşağıdakiler de dahil olmak üzere engelli kişiler için mümkün olan en fazla bağımsızlık sağlayan kişisel hareket imkanlarının sağlanması amacıyla etkin önlemler alacaklardır:

(a) Engelli kişilerin kişisel hareket imkanlarının, kendi seçtikleri şekilde ve anda ve ayrıca karşılayabilecekleri bir maliyetle kolaylaştırılması;

(b) Engelli kişilerin kaliteli hareket araçları, cihazları, destekleyici teknolojiler ve kişilerin ve aracıların sağladığı yardımdan yararlanmalarının, bunların karşılayabilecekleri bir maliyetle sunulması dahil olmak üzere kolaylaştırılması,

(c) Engelli kişiler ve engelli kişilere hizmet veren uzman personel için hareket becerileri konusunda eğitim verilmesi;

(d) Hareket araçları, cihazları ve yardımcı teknolojiler üreten kuruluşların, engelli kişilerin hareketine ilişkin bütün unsurları dikkate almaya teşvik edilmeleri.

 

Madde 21 İfade ve görüş özgürlüğü ve bilgiye erişim

Taraf Devletler, aşağıda belirtilenlerin gerçekleştirilmesi de dahil olmak üzere engelli kişilerin, işbu Sözleşme’nin 2. Maddesinde tanımlandığı şekilde başkaları ile eşit biçimde ve seçtikleri her türlü iletişim yöntemi yoluyla bilgi ve fikirleri araştırma, alma ve açıklama hürriyeti dahil olmak üzere görüş ve ifade özgürlüğü hakkını kullanabilmeleri için gerekli bütün önlemleri alacaklardır:

(a) Kamuoyuna yönelik olan bilgilerin, farklı engellilik türlerine uygun erişilebilir biçimler ve teknolojiler kullanarak zamanında ve ilave masraf gerektirmeden engelli kişiler için sağlanması;

(b) Engelli kişilerle resmi yazışmalar ve iletişimde işarete dayalı lisanların, Braille alfabesinin, yükseltilici ve alternatif iletişimin ve kendi seçecekleri bütün öteki yararlanılabilir araçlar, tarzlar ve biçimlerin kabul edilmesi ve kullanımlarının kolaylaştırılması;

(c) İnternet dahil olmak üzere kamuya hizmet veren özel kuruluşların engelli kişiler tarafından erişilebilir ve kullanılabilir biçimde bilgi ve hizmet sağlamaya teşvik edilmeleri;

(d) İnternet üzerinden bilgi sağlayanlar dahil olmak üzere kitle haberleşme kuruluşlarının, sağladıkları hizmetlerden engelli kişilerin de yararlanmalarını sağlamaya teşvik edilmeleri;

(e) İşarete dayalı lisanların kabul edilmesi ve kullanımlarının teşvik edilmesi.

 

Article 22 Gizliliğe saygı gösterilmesi

1. Engelli hiç kimse, ikamet ettiği yere veya yaşam düzenlemelerine bakılmaksızın özel yaşamı, ailesi, evi veya yazışmaları ya da başka türdeki iletişimlerine keyfi veya yasal olmayan müdahalelere veya onuru ve itibarına yasadışı saldırılara maruz kalmamalıdır. Engelli kişiler, bu tür müdahaleler veya saldırılara karşı yasa ile korunma hakkına sahiptir.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin kişisel, sağlıkla ilgili veya rehabilite edilmeleri ile ilgili bilgilerin gizliliğini başka kişilerle eşit bir şekilde koruyacaklardır.

 

Madde 23 Ev ve aileye saygı

1. Taraf Devletler, aşağıdaki hususların sağlanması için evlilik, aile, anne ve babalık ve ilişkilerle ilgili bütün konularda engelli kişilere karşı ayrımcılığın, başka kişilerle eşit şekilde ortadan kaldırılması için etkin ve uygun önlemleri alacaklardır:

(a) Evlenme yaşında olan bütün engelli kişilerin, seçilen eşlerin serbestçe ve tam muvafakatine dayalı olarak evlenme ve bir aile kurma haklarının kabul edilmesi;

(b) Engelli kişilerin, çocuklarının sayısı ve ne zaman dünyaya gelecekleri konusunda serbestçe ve sorumlu bir şekilde karar verme ve yaşla ilgili bilgiler ve üreme ve aile planlaması eğitiminden yararlanma haklarının kabul edilmesi ve bu hakları kullanabilmeleri için gerekli imkanların sağlanması;

(c) Çocuklar dahil olmak üzere engelli kişilerin, başka kişilerle eşit olarak doğurganlıklarını muhafaza etmeleri.

2. Taraf Devletler, bu kavramların ulusal mevzuatta mevcut olması halinde vasilik, koruyuculuk, çocukları evlat edinme veya benzeri düzenlemeler konusunda engelli kişilerin haklara ve sorumlululara sahip olmalarını sağlayacaklardır ve her türlü durumda çocuğun çıkarları büyük önem taşıyacaktır. Taraf Devletler, engelli kişelere çocuk yetiştirme ile ilgili sorumlulukları konusunda gerekli yardımı sağlayacaktır.

3. Taraf Devletler, engelli çocukların aile yaşamı konusunda eşit haklara sahip olmalarını sağlayacaklardır. Bu hakların gerçekleştirilmesi ve engelli çocukların saklanması, terk edilmesi, ihmal edilmesi ve öteki çocuklardan ayrılması için Taraf Devletler, engelli çocuklara ve ailelerine erken ve kapsamlı bilgi, hizmetler ve destek sağlamayı taahhüt etmektedir.

4. Taraf Devletler, yetkili makamların, bir adli incelemeye bağlı olarak ilgili yasa ve usullere uygun olarak bu ayrılığın çocuğun çıkarlarına uygun olduğunu belirlemeleri dışında bir çocuğun, anne ve babasından, onların isteklerine aykırı olarak ayrılmamasını sağlayacaklardır. Bir çocuk, hiçbir durumda anne ve babasından, çocuğun veya annesinin, babasının ya da her ikisinin engelli olması nedeniyle ayrılmayacaktır.

5. Taraf Devletler, anne ve babasının engelli bir çocuğa bakabilecek durumda olmaması halinde başka akrabaları tarafından bakılmaları veya bunun mümkün olmaması durumunda toplum içinde bir aile ortamında bakılmaları için gerekli her türlü çabayı göstermeyi taahhüt ederler.

 

Madde 24 Eğitim

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin eğitim hakkını tanımaktadır. Taraf Devletler, bu hakkın ayrımcılık olmadan ve eşit fırsat esasına göre gerçekleştirilmesi amacıyla aşağıdaki hedeflere yönelik olan her düzeydeki kapsamlı bir eğitim sistemini ve yaşam boyu öğrenimi sağlayacaklardır:

(a) İnsan potansiyeli ve onur ve kendine değer verme duygusunun tam olarak geliştirilmesi ve insan hakları, temel özgürlükler ve insani çeşitliliğe gösterilen saygının güçlendirilmesi;

(b) Engelli kişilerin kişilikleri, becerilerive yaratıcılıkları yanı sıra zihinsel ve fiziksel kabiliyetlerinin tam olarak geliştirilmesi;

(c) Engelli kişilerin özgür bir topluma etkin bir şekilde katılabilmelerinin sağlanması.

2. Taraf Devletler, bu hakkın gerçekleştirilmesi için aşağıdakileri sağlayacaklardır:

(a) Engelli kişilerin, engelli olmaları nedeniyle genel eğitim sisteminden dışlanmamaları ve engelli çocukların, engelli olmaları nedeniyle serbest ve zorunlu temel eğitim veya orta öğretimden mahrum bırakılmamaları;

(b) Engelli kişilerin, kapsamlı, kaliteli ve serbest temel eğitimden ve orta eğitimden içinde yaşadıkları toplumdaki öteki kişilerle eşit olarak yararlanabilmeleri;

(c) Kişinin gereksinimlerinin makul şekilde karşılanması;

(d) Engelli kişilerin, genel eğitim sistemi içinde etkin eğitimlerinin kolaylaştırılması için gerekli desteği almaları;

(e) Dahil olma amacı ile uyumlu şekilde akademik ve sosyal gelişimi azami düzeye çıkaran ortamlarda etkin kişiye yönelik destek önlemlerinin sağlanması.

3. Taraf Devletler, engelli kişilerin toplumun üyeleri olarak ve eğitime tam ve eşit katılımlarını kolaylaştırmak için yaşamı ve sosyal gelişim becerilerini öğrenmelerini sağlayacaklardır. Taraf Devletler, bu amaçla aşağıdakiler dahil olmak üzere gerekli önlemleri alacaklardır:

(a) Braille alfabesi, alternatif yazı ve alternatif yükseltici ve alternatif iletişim yöntem, araç ve biçimleri ile yönlendirme ve hareket becerilerinin öğrenilmesinin ve arkadaş desteği ve yönlendirmesinin kolaylaştırılması;

(b) İşaret lisanının öğrenilmesinin kolaylaştırılması ve işitmi engelli kişilerin dil kimliklerinin teşvik edilmesi;

(c) Görme, işitme veya hem görme hem işitme engelli kişilerin ve özellikle çocukların eğitiminin, birey için en uygun lisanlarda ve iletişim yöntemleri ve araçları kullanılarak ve akademik ve sosyal gelişimi azami düzeye çıkaran ortamlarda verilmesinin sağlanması.

4. Taraf Devletler, bu hakkın gerçekleştirilmesinin sağlanmasına yardımcı olmak için engelli öğretmenler dahil olmak üzere işaret lisanı ve/veya Braille alfabesi konusunda eğitim görmüş öğretmenlerin istihdam edilmesi ve eğitimin bütün düzeylerinde çalışan meslek mensupları ve personelin eğitilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Bu eğitim, engelli olma konusunda bilinçlendirmeyi ve engelli kişilerin desteklenmesi için uygun yükseltici ve alternatif yöntemler, araçlar ve biçimler, eğitim teknikleri ve malzemelerinin kullanılmasını içerecektir.

5. Taraf Devletler, engelli kişilerin genel yüksek öğrenim, mesleki öğrenim, yetişkin öğrenimi ve yaşam boyu öğrenmeden ayrımcılık olmadan ve başka kişilerle eşit olarak yararlanabilmelerini sağlayacaklardır. Taraf Devletler, bu amaçla engelli kişiler için makul imkanların temin edilmesini sağlayacaklardır.

 

Madde 25 Sağlık

Taraf Devletler, engelli kişilerin, engelli olma nedeniyle herhangi bir ayrımcılık yapılmadan gerçekleştirilmesi mümkün en yüksek sağlık standardından yararlanma hakkına sahip olduğunu kabul etmektedir. Taraf Devletler, engelli kişilerin sağlıkla ilgili rehabilitasyon dahil olmak üzere cinsiyete duyarlı sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını sağlamak için gerekli bütün önlemleri alacaklardır. Taraf Devletler, özellikle aşağıdakileri gerçekleştireceklerdir:

(a) Cinsel ve üreme ile ilgili sağlık ve nüfusa dayalı kamu sağlığı programları alanındakiler dahil olmak üzere başka kişilere sağlanan aynı alan, kalite ve standarttaki ücretsiz veya uygun ücretli sağlık hizmetleri ve programlarının engelli kişiler için de sağlanması;

(b) Çocuklar ve daha yaşlı kişiler dahil olmak üzere engelli olma durumunun asgari düzeye indirilmesi veya başkalarının önlenmesini amaçlayan hizmetler ve duruma göre erken belirleme ve müdahale dahil olmak üzere engelli kişilerin özellikle engelleri nedeniyle gereksinim duydukları sağlık hizmetlerinin sağlanması;

(c) Bu sağlık hizmetlerinin kırsal alandakiler dahil olmak üzere insanların kendi toplumlarına mümkün olduğu kadar yakın bir şekilde sağlanması;

(d) Sağlık mesleği mensuplarından, eğitim ve kamu ve özel sağlık hizmetlerine ilişkin mesleki standartların yayınlanması yoluyla başka hususlar yanı sıra engelli kişilerin insan hakları, onur, özerklik ve gereksinimleri konusundaki bilinç düzeyilerini yükselterek serbest ve bilinçli muvafakate dayalı olarak temin edilenler dahil olmak üzere engelli kişilere başkaları ile aynı kalitede sağlık hizmeti vermelerinin istenmesi;

(e) Bu sigortaya ulusal hukuk çerçevesinde izin verilmesi halinde adil ve makul bir şekilde sağlanması gereken yaşam sigortası ve sağlık sigortası temini konusunda engelli kişilere karşı ayrımcılığın yasaklanması;

(f) Engelli olma nedeniyle sağlık bakımı, sağlık hizmetleri, gıda ve sıvı temininin ayrımcılığa dayalı bir şekilde reddedilmesinin önlenmesi.

 

Madde 26 Uyum ve Rehabilitasyon

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin azami bağımsızlık ve tam fiziksel, zihinsel, sosyal ve mesleki kabiliyetleri elde etmeleri ve sürdürmeleri ve yaşamın bütün yönlerine tam olarak dahil olmaları ve katılmaları için aynı statüye sahip kişilerin desteği dahil olmak üzere etkin ve uygun önlemleri alacaktır. Taraf Devletler, bu amaçla özellikle sağlık, istihdam, eğitim ve sosyal hizmetler alanındaki kapsamlı uyum ve rehabilitasyon hizmetleri ve programlarını bu hizmetler ve programların aşağıdaki özelliklere sahip olmalarını sağlayacak biçimde düzenleyecekler, güçlendirecekler ve kapsamını genişleteceklerdir:

(a) Bu hizmetler ve programlar, mümkün olan en erken aşamada başlayacak ve bireysel gereksinimler ve avantajların çeşitli branşlarda değerlendirilmesine dayalı olacaktır;

(b) Topluma ve yaşamın her alanına katılım ve dahil olmayı destekleyecekler, gönüllülük esasına dayanacaklar ve engelli kişilere, kırsal bölgeler dahil olmak üzere yaşadıkları yerleşim birimine mümkün olduğu kadar yakın bir yerde sağlanacaklardır.

2. Taraf Devletler, uyum ve rehabilitasyon hizmetleri alanında çalışan meslek mensupları ve personel için ön ve sürekli eğitim sağlanmasını teşvik edeceklerdir.

3. Taraf Devletler, uyum ve rehabilitasyonla ilgili olan engelli kişiler için tasarlanmış yardımcı cihazlar ve teknolojilerin bulunmasını, bu konuda bilgi sağlanmasını ve kullanımlarını teşvik edeceklerdir.

 

Madde 27 İş ve istihdam

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin başkaları ile eşit bir şekilde çalışma hakkına sahip olduklarını kabul etmektedirler. Bu hak, engelli kişilere açık olan, onları dahil eden ve erişebildikleri bir işgücü piyasasında ve çalışma ortamında serbestçe seçilen veya kabul edilen bir işte çalışarak geçimini sağlama hakkını da içerir. Taraf Devletler, aşağıdaki amaçları gerçekleştirmek amacıyla mevzuat dahil olmak üzere gerekli adımları atarak istihdam sırasında sakatlananlar dahil olmak üzere herkes için çalışma hakkının gerçekleşmesini teşvik edecek ve koruyacaklardır:

(a) İşe girme koşulları, işe alma ve istihdam etme, istihdamın devam etmesi, işte ilerleme ve güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları dahil olmak üzere her türlü istihdam biçimlerine ilişkin bütün konularda engellilik nedeniyle ayrımcılığın yasaklanması;

(b) Eşit değerdeki işler için eşit ücret ve eşit fırsatlar, tacize karşı korunma dahil olmak üzere sağlıklı ve güvenli çalışma koşulları ve haksızlıkların düzeltilmesi dahil olmak üzere engelli kişilerin öteki kişilerle eşit bir biçimde adil ve elverişli çalışma haklarından yararlanma haklarının korunması;

(c) Engelli kişilerin başkaları ile eşit bir şekilde işgücü ve sendikal haklarını kullanabilmelerinin sağlanması;

(d) Engelli kişilerin, genel teknik ve mesleki yönlendirme programları, işe yerleştirme hizmetleri ve mesleki ve sürekli eğitimden etkin şekilde yararlanabilmeleri;

(e) Engelli kişiler için işgücü piyasasında istihdam fırsatları ve işte ilerleme imkanlarının teşvik edilmesi ve ayrıca iş bulma, işte çalışma ve işe dönme konusunda yardım sağlanması;

(f) Serbest meslek, girişimcilik, kooperatifler kurulması ve kendi işini kurma fırsatlarının yaratılması;

(g) Engelli kişilerin kamu sektöründe istihdam edilmesi;

(h) Olumlu eylem programları, teşvikler ve öteki önlemleri içerebilecek uygun politikalar ve önlemler yoluyla engelli kişilerin özel sektörde istihdam edilmesinin teşvik edilmesi;

(i) İşyerinde engelli kişiler için makul imkanların bulunmasının sağlanması;

(j) Engelli kişilerin açık işgücü piyasasında iş deneyimi kazanmalarının teşvik edilmesi;

(k) Engelli kişiler için mesleki ve profesyonel rehabilitasyon, işte çalışma ve işe dönme programlarının teşvik edilmesi;

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin köle veya hizmetkar olarak kullanılmamalarını ve başkaları ile eşit bir şekilde zorla veya zorunlu çalışmaya karşı korunmalarını sağlayacaklardır.

Madde 28
Yeterli yaşam standardı ve sosyal koruma

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin kendileri ve aileleri için yeterli gıda, giyecek ve konut dahil olmak üzere yeterli bir yaşam standardına sahip olma ve yaşam koşullarının sürekli olarak iyileştirilmesi hakkına sahip olduklarını kabul etmektedirler ve engellilik nedeniyle herhangi bir ayrımcılık uygulanmadan bu hakkın gerçekleştirilmesini teşvik etmek ve korumak için gerekli adımları atacaklardır.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin sosyal koruma ve bu haktan engellilik nedeniyle herhangi bir ayrımcılık uygulanmadan yararlanma hakkına sahip olduklarını kabul etmektedirler ve aşağıdaki amaçlara yönelik önlemler dahil olmak üzere bu hakkın gerçekleştirilmesinin teşvik edilmesi ve korunması için gerekli adımları atacaklardır:

(a) Engelli kişilerin temiz su hizmetlerinden eşit şekilde yararlanmalarının sağlanması ve engelli olma ile ilgili gereksinimler konusunda gerekli ve uygun maliyetli hizmetler, cihazlar ve başka yardımlardan yararlanmalarının sağlanması;

(b) Engelli kişilerin, özellikle de engelli kadın ve kızların ve engelli yaşlıların sosyal koruma programları ve yoksulluğun azaltılması programlarından yararlanmalarının sağlanması;

(c) Yoksulluk içinde yaşayan engelli kişilerin ve ailelerinin, yeterli eğitim, danışmanlık, mali yardım ve geçici bakım yardımı dahil olmak üzere engelli olma ile ilgili giderler konusunda Devletin sağladığı yardımlardan yararlanmalarının sağlanması;

(d) Engelli kişilerin sosyal konut programlarından yararlanmalarının sağlanması;

(e) Engelli kişilerin emeklilik imkanları ve programlarından eşit olarak yararlanmalarının sağlanması.

Madde 29
Siyasi ve toplumsal yaşama katılım

Taraf Devletler, engelli kişilere siyasi hakları ve bu haklardan başkaları ile eşit bir şekilde yararlanma fırsatını tanıyacaklardır ve aşağıdaki taahhütlerde bulunmaktadırlar:

(a) Aşağıdakilerin gerçekleştirilmesi yoluyla engelli kişilerin, seçme ve seçilme hakkı ve fırsatı dahil olmak üzere doğrudan veya serbestçe seçilen temsilciler yoluyla başkaları ile eşit bir şekilde siyasi ve toplumsal yaşama etkin ve tam olarak katılmalarının sağlanması:

(i) Oy kullanma usulleri, yerleri ve malzemelerinin uygun, erişilebilir ve kolayca anlaşılabilir ve kullanılabilir olmasının sağlanması;

(ii) Engelli kişilerin seçimlerde ve referandumlarda baskı olmadan gizli oy kullanma, seçimlerde aday olma, hükümetin her düzeyinde etkin şekilde görev yapma ve bütün kamu görevlerini ifa etme haklarının korunması ve gerektiğinde yardımcı ve yeni teknolojilerin kullanılmasının kolaylaştırılması;

(iii) Engelli kişilerin seçmen olarak iradelerinin serbestçe ifade edilmesinin sağlanması ve bu amaçla gerektiğinde talepleri üzerine kendi seçecekleri bir kişinin yardımı ile oy kullanmalarına izin verilmesi;

(b) Engelli kişilerin, ayrımcılık olmadan ve başkaları ile eşit koşullarda kamu işlerinin yürütülmesine etkin ve tam olarak katılabilecekleri bir ortamın etkin şekilde teşvik edilmesi ve aşağıdakiler dahil olmak üzere engelli kişilerin kamu işlerine katılmalarının teşvik edilmesi:

(i) Ülkedeki toplumsal ve siyasi yaşamla ilgili sivil toplum kuruluşları ve derneklerine ve siyasi partilerin faaliyetleri ve yönetimine katılım;

(ii) Engelli kişilerin uluslar arası, ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde temsil edilmesi amacıyla engelli kişiler için örgütler kurulması ve bunlara üyelik.

Madde 30
Kültürel yaşam, dinlenme, eğlence ve spora katılım

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin kültürel yaşama başkaları ile eşit bir şekilde katılma hakkını kabul etmektedir ve engelli kişilerin, aşağıdakilerden yararlanmaları için gerekli bütün önlemleri alacaklardır:

(a) Kültürel malzemelerden erişilebilir biçimlerde yararlanılması;

(b) Televizyon programları, filmler, tiyatro ve öteki kültürel faaliyetlerden erişilebilir biçimlerde yararlanılması;

(c) Tiyatrolar, müzeler, sinemalar, kütüphaneler ve turizm hizmetleri gibi kültürel oyunlar veya hizmetlere yönelik yerlere giriş ve mümkün olduğu ölçüde ulusal kültürel öneme sahip anıtlar ve yerlere giriş.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin sadece kendi yararları için değil, aynı zamanda toplumun zenginleşmesi için kendi yaratıcı, artistik ve fikir potansiyellerinin geliştirilmesi ve kullanılması fırsatına sahip olmaları için gerekli önlemleri alacaklardır.

3. Taraf Devletler, fikri mülkiyet haklarını koruyan yasaların engelli kişilerin kültürel malzemelerden yararlanmalarına yönelik makul olmayan veya ayrımcılığa dayalı bir engel oluşturmamasını sağlamak için uluslar arası hukuka uygun olarak bütün gerekli adımları atacaklardır.

4. Engelli kişiler, başkaları ile eşit bir şekilde işaret lisanı ve işitme engellilere özgü kültür dahil olmak üzere kendi özel kültürel ve dil kimliklerinin kabul edilmesi ve desteklenmesi hakkına sahiptir.

5. Taraf Devletler, engelli kişilerin dinlenme, eğlence ve spor faaliyetlerine başkaları ile eşit bir şekilde katılabilmeleri için aşağıdaki amaçla gerekli önlemleri alacaklardır:

(a) Engelli kişilerin her düzeyde yaygın spor faaliyetlerine mümkün olan azami ölçüde katılımlarının cesaretlendirilmesi ve teşvik edilmesi;

(b) Engelli kişilerin engelli olma durumu ile ilgili spor ve dinlenme faaliyetlerini düzenleme, geliştirme ve katılma fırsatına sahip olmalarının sağlanması ve bu amaçla uygun talimat, eğitim ve  kaynakların başkaları ile eşit bir şekilde temin edilmesinin sağlanması;

(c) Engelli kişilerin sport, dinlenme ve turistik tesislere girişlerinin sağlanması;

(d) Engelli çocukların, okul sistemindeki bu tür faaliyetler dahil olmak üzere oyun, dinlenme, eğlence ve spor faaliyetlerine başka çocuklarla eşit bir şekilde katılımlarının sağlanması;

(e) Engelli kişilerin, dinlenme, turizm, eğlence ve spor faaliyetlerinin düzenlenmesinde görev alan kişilerin hizmetlerinden yararlanmalarının sağlanması.

Madde 31
İstatistik ve veri toplama

1. Taraf Devletler, işbu Sözleşme’nin yürürlüğe konulmasına yönelik politikaları oluşturmaları ve uygulayabilmeleri için istatistiksel ve araştırma verileri dahil olmak üzere uygun bilgileri toplamayı taahhüt etmektedirler. Bu bilgilerin toplanması ve muhafaza edilmesi süreci:

(a) Engelli kişilerin yaşamlarının gizliliği ve buna saygı gösterilmesinin sağlanması amacıyla verilerin korunmasına yönelik mevzuat dahil olmak üzere yasal olarak belirlenmiş kurallara uygun olacak;

(b) İstatistiksel verilerin toplanması ve kullanılmasında insan hakları, temel özgürlükler ve mesleki ilkelerin korunmasına yönelik uluslar arası düzeyde kabul edilmiş kurallara uygun olacaktır.

2. Bu madde uyarınca toplanan bilgiler, gerekli şekilde ayrılacak ve Taraf Devletlerin işbu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerinin uygulanmasının değerlendirilmesine ve engelli kişilerin haklarını kullanırken karşılaştıkları engellerin belirlenmesi ve çözüm bulunmasına yardımcı olmak amacıyla kullanılacaktır.

3. Taraf Devletler, bu istatistiksel verilerin yayılması konusunda sorumluluk üstlenecek ve engelli kişilerle diğerlerinin bunlardan yararlanmalarını sağlayacaklardır.

Madde 32
Uluslar arası işbirliği

1. Taraf Devletler, işbu Sözleşme’nin amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesine yönelik ulusal çalışmaların desteklenmesinde uluslar arası işbirliğinin ve bunun teşvik edilmesinin önemini kabul etmektedirler ve bu konuda Devletler arasında ve gerektiğinde ilgili uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşları, özellikle de engelli kişilerin örgütleri ile ortaklık halinde uygun ve etkin önlemleri alacaklardır. Bu önlemler, başka hususlar yanı sıra şunları içerebilir:

(a) Uluslar arası kalkınma programları dahil olmak üzere uluslar arası işbirliğinin, engelli kişileri kapsaması ve onlar tarafından erişilebilir olmasının sağlanması;

(b) Bilgi, deneyim, eğitim proğramları ve en iyi uygulamaların değişimi ve paylaşılması yoluyla dahil olmak üzere kapasite oluşturmanın kolaylaştırılması ve desteklenmesi;

(c) Bilimsel ve teknik bilgilerin araştırılması ve erişimi konusunda işbirliğinin kolaylaştırılması;

(d) Erişilebilir ve yardımcı teknolojilerin paylaşımı ve erişiminin kolaylaştırılması ve teknoloji transferi dahil olmak üzere duruma göre teknik ve ekonomik yardım sağlanması.

2. Bu madde hükümleri, Taraf Devletlerden her birinin, işbu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmesini olumsuz şekilde etkilemez.

 

Madde 33 Ulusal uygulama ve izleme

1. Taraf Devletler, kendi düzenleme sistemlerine uygun olarak işbu Sözleşme’nin uygulanması ile ilgili konularda hükümet bünyesinde bir veya daha fazla sorumlu belirleyecekler ve çeşitli alanlarda ve farklı düzeylerde ilgili çalışmaların kolaylaştırılması amacıyla hükümet içinde bir eşgüdüm mekanizmasının oluşturulması veya belirlenmesini dikkate alacaklardır.

2. Taraf Devletler, kendi yasal ve idari sistemlerine uygun olarak işbu Sözleşme’nin teşvik edilmesi, korunması ve uygulanmasının izlenmesi amacıyla bir veya daha fazla bağımsız mekanizma dahil olmak üzere bir çerçeve uygulayacaklar, güçlendirecekler, belirleyecekler veya oluşturacaklardır. Taraf Devletler, böyle bir mekanizmayı belirlerken veya oluştururken insan haklarının korunması ve teşvik edilmesine yönelik ulusal kuruluşların statüsü ve görevleri ile ilgili ilkeleri dikkate alacaklardır.

3. Sivil toplam, özellikle de engelli kişiler ve onları temsil eden kuruluşlar, izleme sürecine tam olarak katılacaklardır.

 

Madde 34 Engelli Kişilerin Hakları Komitesi

1. Aşağıda belirtilen görevleri gerçekleştirecek bir Engelli Kişilerin Hakları Komitesi (bundan sonra “Komite” olarak anılmaktadır) kurulacaktır.

2. Komite, işbu Sözleşme’nin yürürlüğe girdiği tarihte on iki uzmandan oluşacaktır. Sözleşme’nin altmış ülke tarafından daha onaylanması veya katılmasından sonra Komite’ye altı üye daha ilave edilerek azami üye sayısı on sekize çıkarılacaktır.

3. Komite üyeleri, kişisel ehliyetlerine dayalı olarak görev yapacaklar ve işbu Anlaşma’nın kapsadığı alanda bilgi ve deneyim sahibi oldukları kabul edilen ve yüksek ahlaki ilkelere sahip kişiler arasından seçilecektir. Taraf Devletler, kendi adaylarını belirtirken işbu Sözleşme’nin 4.3 maddesinde açıklanan hükmü gerekli şekilde dikkate alacaklardır.

4. Komite’nin üyeleri, hakkaniyete uygun coğrafi dağılım, çeşitli biçimlerdeki uygarlıkların ve başlıca hukuki sistemlerin temsil edilmesi, kadın ve erkeklerin dengeli bir şekilde temsil edilmesi ve engelli uzmanların katılımı dikkate alınarak Taraf Devletlerce seçileceklerdir.

5. Komite üyeleri, Taraf Devletlerin kendi vatandaşları arasından aday gösterdikleri kişiler arasından Taraf Devletler Konferansı oturumlarında gizli oyla seçileceklerdir. Taraf Devletlerin üçte ikisinin yeter sayıyı oluşturacağı bu toplantılarda, Komite tarafından seçilen kişiler, en fazla sayıda oyu ve katılan ve oy kullanan Taraf Devletlerin temsilcilerinin mutlak çoğunluğunun oyunu alan kişiler olacaktır.

6. İlk seçim, işbu Sözleşme’nin yürürlüğe girdiği tarihten sonra en fazla altı ay içinde yapılacaktır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, her seçim tarihinden en az dört ay önce Taraf Devletlere bir mektup göndererek adaylarını iki ay içinde bildirmelerini isteyecektir. Genel Sekreter, daha sonra bu şekilde aday gösterilen bütün kişilerin alfabetik listeye göre bir listesini hazırlayacak ve bunları aday göstermiş olan Taraf Devletleri belirterek işbu Sözleşme’nin Taraf Devletlerine sunacaktır.

7. Komite’nin üyeleri, dört yıllık bir süre için seçileceklerdir. Üyeler, sadece bir kez yeniden seçilebileceklerdir. Ancak, ilk seçimde belirlenen üyelerden altısının görev süresi, iki yıl sonra sona erecek; ilk seçimden hemen sonra bu altı üyenin isimleri, bu maddenin 5. bendinde belirtilen toplantının başkanı tarafından kura ile belirlenecektir.

8. Komite’nin altı ilave üyesinin seçimi, bu maddenin ilgili hükümleri uyarınca düzenli seçimler sırasında gerçekleştirilecektir.

9. Komite’nin bir üyesinin ölmesi veya istifa etmesi ya da başka bir nedenle görevlerini artık ifa edemeyecek duruma gelmesi halinde bu üyeyi aday göstermiş olan Taraf Devlet, üyenin geri kalan görev süresi içinde görev yapmak üzere bu maddenin ilgili hükümlerinde belirtilen şartlara uygun ve gerekli niteliklere sahip başka bir uzmanı atayacaktır.

10. Komite, kendi usul kurallarını belirleyecektir.

11. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Komite’nin işbu Sözleşme kapsamındaki görevlerinin etkin bir şekilde ifası amacıyla gerekli personel ve imkanları sağlayacak ve ilk toplantısını düzenleyecektir.

12. İşbu Sözleşme kapsamında oluşturulan Komitenin üyeleri, Genel Kurulun onayı ile Birleşmiş Milletler kaynaklarından Genel Kurul’un Komite’nin sorumluluklarının önemini dikkate alarak belirleyebileceği kayıt ve şartlarda ücret alacaklardır.

13. Komite üyeleri, Birleşmiş Milletlerin Ayrıcalıkları ve Dokunulmazlıkları Hakkındaki Sözleşmenin ilgili bölümlerinde belirtilen Birleşmiş Milletler için çalışan uzmanlara sağlanan imkanlar, ayrıcalıklar ve dokunulmazlıklardan yararlanacaklardır.

 

Madde 35 Taraf Devletlerin Raporları

1. Taraf Devletlerden her biri, işbu Sözleşmenin ilgili Taraf Devlet için yürürlüğe girmesinden sonra iki yıl içinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri aracılığı ile Komite’ye işbu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerinin yürürlüğe girmesi için alınan önlemler ve bu konuda kaydedilen ilerleme konusunda kapsamlı bir rapor sunacaktır.

2. Taraf Devletler, daha sonra en az dört yılda bir ve Komite talep ettiğinde raporlar sunacaklardır.

3. Komite, raporların içeriği ile ilgili olarak uygulanacak bütün kuralları belirleyecektir.

4. Komite’ye kapsamlı bir ön rapor sunmuş olan bir Taraf Devletin daha önce sağlanmış olan bilgileri daha sonraki raporlarında tekrarlaması gerekmez. Taraf Devletler, Komite için raporlar hazırlarken bunu açık ve saydam bir şekilde ve işbu Sözleşme’nin 4.3 maddesinde belirtilen hükmü dikkate alarak yapacaklardır.

5. Rapor, işbu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerin yerine getirilmesi derecesini etkileyen unsurlar ve güçlükleri belirtebilir.

 

Madde 36 Raporların değerlendirilmesi

1. Her rapor, Komite tarafından değerlendirilecek ve Komite, rapor konusunda uygun görebileceği öneriler ve genel tavsiyelerde bulunarak bunları ilgili Taraf Devlete gönderecektir. Taraf Devlet, seçtiği her türlü bilgi ile Komite’ye yanıt verebilir. Komite, işbu Sözleşme’nin uygulanması ile ilgili olarak Taraf Devletlerden başka bilgiler isteyebilir.

2. Bir Taraf Devletin bir raporu sunmakta önemli ölçüde gecikmesi halinde Komite, ilgili Taraf Devlete, raporun bildirimden sonra üç ay içinde sunulmaması halinde Komite’nin elinde bulunan güvenilir bilgilere dayalı olarak bu Taraf Devlette işbu Sözleşme’nin uygulanmasının incelenmesi gerektiğini bildirebilir. Komite, ilgili Taraf Devleti bu incelemeye katılmaya davet eder. Taraf Devletin bunun üzerine ilgili raporu sunması halinde bu maddenin 1. madde hükümleri uygulanır.

3. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, raporları bütün Taraf Devletlere gönderecektir.

4. Taraf Devletler, raporları kendi ülkelerinde kamunun bilgisine yaygın olarak sunacaklar ve bu raporlara ilişkin tavsiyeler ve genel tavsiyelere erişimi kolaylaştıracaklardır.

5. Komite, uygun gördüğü taktirde bunlarda yer alan teknik tavsiye veya yardıma ilişkin bir gösterge veya talebin karşılanması amacıyla Taraf Devletlerden gelen raporları, Komite’nin bu talepler veya göstergeler konusundaki gözlemleri ile birlikte Birleşmiş Milletler’in uzmanlaşmış kuruluşlarına, fonlarına ve programlarına iletecektir.

 

Madde 37 Taraf Devletler ve Komite arasındaki işbirliği

1. Her Taraf Devlet, görevinin ifa edilmesi konusunda Komite ile işbirliği yapacak ve üyelerine yardımcı olacaktır.

2. Komite, Taraf Devletlerle olan ilişkilerinde uluslar arası işbirliği dahil olmak üzere işbu Sözleşme’nin uygulanmasına ilişkin ulusal kapasitelerin güçlendirilmesi yollarını ve araçlarını gerekli şekilde dikkate alacaktır.

 

Madde 38 Komite’nin öteki organlarla ilişkisi

İşbu Sözleşme’nin etkin bir şekilde uygulanmasını desteklemek ve işbu Sözleşme kapsamında bulunan uluslar arası işbirliğini teşvik etmek için:

(a) Uzmanlaşmış kuruluşlar ve öteki Birleşmiş Milletler organları, işbu Sözleşmenin kendi yetki alanlarına giren hükümlerinin uygulanmasının incelenmesinde temsil edilme hakkına sahiptir. Komite, uzmanlaşmış kuruluşların ve öteki yetkili organların kendi yetki alanlarına giren alanlarda Sözleşmenin uygulanması konusunda uzman tavsiyesi sağlamak amacıyla uygun gördüğü uzmanlaşmış kuruluşları ve öteki yetkili organları davet edebilir. Komite, kendi faaliyetlerinin kapsamına giren alanlarda sözleşmenin uygulanması konusunda raporlar sunmaları için uzmanlaşmış kuruluşları ve öteki Birleşmiş Milletler organlarını davet edebilir.

(b) Komite, görevlerini yerine getirirken duruma göre uluslar arası insan hakları sözleşmeleri uyarınca oluşturulan öteki ilgili organlarla, kendi ilgili bildirim kuralları, öneriler ve genel  tavsiyelerinin uyumlu olmasını ve görevlerinin ifasında tekrar ve çakışmanın önlenmesini sağlamak amacıyla danışmalarda bulunacaktır.

 

Madde 39 Komitenin Raporu

Komite, faaliyetleri konusunda Genel Kurul’a ve Ekonomik ve Sosyal Konsey’e faaliyetleri konusunda rapor sunacaktır ve Taraf Devletlerden alınan raporlar ve bilgilerin incelenmesine dayalı olarak önerilerde ve genel tavsiyelerde bulunabilir. Bu tür öneriler ve genel tavsiyeler, eğer varsa Taraf Devletlerin açıklamaları ile birlikte Komite’nin raporuna dahil edilir.

 

Madde 40 Taraf Devletler Konferansı

1. Taraf Devletler, işbu Sözleşme’nin uygulanmasına ilişkin her türlü konuyu görüşmek üzere bir Taraf Devletler Toplantısında düzenli olarak bir araya geleceklerdir.

2. İşbu Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden sonra en geç altı ay içinde Taraf Devletler Konferansı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından toplantıya çağrılacaktır. Daha sonraki toplantılar da Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından iki yılda bir veya Taraf Devletler Konferansında alınan karar üzerine düzenlenecektir.

 

Madde 41 Emanet yetkilisi

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, işbu Sözleşme’nin emanet yetkilisidir.

 

Madde 42 İmza

İşbu Sözleşme, bütün Devletler ve bölgesel entegrasyon kuruluşları tarafından New York’daki Birleşmiş Milletler Genel Merkezinde 30 Mart 2007 itibarı ile imzaya açılacaktır.

 

Madde 43 Muvafakat verilmesi

İşbu Sözleşme, imzalayan Devletler tarafından onaya ve imzalayan bölgesel entegrasyon kuruluşları tarafından resmi teyide tabidir. İşbu Anlaşma’ya, Sözleşme’yi imzalamamış herhangi bir Devlet veya bölgesel entegrasyon kuruluşu katılabilecektir.

 

Madde 44 Bölgesel entegrasyon kuruluşları

1. “Bölgesel entegrasyon kuruluşu”, belirli bir bölgedeki egemen Devletlerin oluşturduğu ve üye olan Devletlerin, işbu Sözleşme kapsamında bulunan konularla ilgili yetkilerini devrettikleri bir kuruluş anlamını taşımaktadır. Bu tür kuruluşlar, resmi teyit veya katılma belgelerinde işbu Sözleşme kapsamında bulunan konulara ilişkin yetkilerinin kapsamını beyan edeceklerdir. Daha sonra da kendi yetkilerinin kapsamındaki her türlü önemli değişikliği emanet yetkilisine bildireceklerdir.

2. İşbu Sözleşme’de “Taraf Devletler” terimi, kendi yetki sınırları çerçevesinde bu kuruluşlar için geçerlidir.

3. Madde 45, bent 1 ve madde 47, bent 2 ve 3 çerçevesinde bir bölgesel entegrasyon kuruluşu tarafından sunulan herhangi bir belge dikkate alınmaz.

4. Bölgesel entegrasyon kuruluşları, kendi yetki alanlarına giren konularda Taraf Devletler Konferansında işbu Sözleşme’nin Tarafları olan kendi üye Devletlerinin sayısına eşit sayıda oy ile kendi oy kullanma haklarını kullanabilirler. Bu tür bir kuruluş, kendi üye Devletlerinden herhangi birisi kendi hakkını kullandığı taktirde oylamaya katılma hakkını kullanamaz ve bunun tersi de geçerlidir.

 

Madde 45 Yürürlük

1. İşbu Sözleşme, yirminci onay veya katılım belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

2. Bu yirminci belgenin sunulmasından sonra Sözleşme’yi onaylayan, resmi olarak teyit eden veya katılan her Devlet ya da bölgesel entegrasyon kuruluşu için Sözleşme, kendi belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

 

Madde 46 Çekinceler

1. İşbu Sözleşme’nin amacı ve hedefi ile çelişen çekincelere izin verilmez.

2. Çekinceler, herhangi bir anda kaldırılabilir.

 

Madde 47 Değişiklikler

1. Herhangi bir Taraf Devlet, işbu Sözleşme’de değişiklik yapılmasını önerebilir ve bunu Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine sunabilir. Genel Sekreter, önerilen değişiklikleri Taraf Devletlere bildirir ve onlardan önerileri görüşmek ve karar almak amacıyla bir Taraf Devletler konferansı düzenlenmesini isteyip istemediklerini kendisine bildirmelerini talep eder. Bu bildirim tarihinden itibaren dört ay içinde Taraf Devletlerin en az üçte birinin bu konferansı desteklemesi halinde Genel Sekreter, Birleşmiş Milletler himayesinde bu konferansı düzenler. Katılan ve oy kullanan Taraf devletlerin üçte ikisinin oluşturduğu çoğunluk tarafından kabul edilen bütün değişiklikler, Genel Sekreter tarafından onay için Genel Kurul’a ve daha  sonra da kabul için bütün Taraf Devletlere sunulur.

2. Bu maddenin birinci bendi uyarınca onaylanmış olan her türlü değişiklik, sunulan kabul belgelerin sayısının, değişikliği kabul edildiği tarihte Taraf Devletlerin sayısının üçte ikisine ulaşmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer. Bundan sonra değişiklik, herhangi bir Taraf Devlet için kendi kabul belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer. Her türlü değişiklik, sadece bunu kabul etmiş olan Taraf Devletler için bağlayıcı olur.

3. Taraf Devletler Konferansı tarafından oybirliği ile bu tür bir karar alınması halinde bu maddenin 1. bendine uygun olarak kabul edilen ve onaylanan ve sadece 34, 38, 39 ve 40′ıncı maddelerle ilgili olan bir değişiklik, bütün Taraf Devletler için sunulan kabul belgelerin sayısının, değişikliği kabul edildiği tarihte Taraf Devletlerin sayısının üçte ikisine ulaşmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

 

Madde 48 Reddetme

Bir Taraf Devlet, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine yazılı bildirimde bulunarak işbu Sözleşme’yi reddedebilir. Reddetme, bu bildirimin Genel Sekreter tarafından alındığı tarihten bir yıl sonra geçerli olur.

 

Madde 49 Erişilebilir biçim

İşbu Sözleşme’nin metni erişilebilir biçimlerde sunulacaktır.

 

Madde 50 Resmi metinler

İşbu Sözleşme’nin Arapça, Çince, İngilizce, Fransızca, Rusça ve İspanyolca metinleri aynı derecede resmi belgelerdir.

Kendi Hükümetleri tarafından usule uygun olarak yetkili kılınan aşağıda imzası bulunan tam yetkili diplomatik temsilciler, işbu Sözleşme’yi imzalamışlardır.

Engelli Kişiler Sözleşmesi’nin Seçmeli Protokolü

İşbu Protokol’ün Taraf Devletleri, aşağıdaki şekilde anlaşmaya varmışlardır:

 

Madde 1

1. İşbu Protokol’ün bir Taraf Devleti (“Taraf Devlet”), Engelli Kişilerin Hakları Komitesi’nin (“Komite”), söz konusu Taraf Devletin Sözleşme hükümlerini ihlal etmesi nedeniyle mağdur olduklarını ileri süren kendi yetkisi kapsamındaki kişilerden veya gruplardan veya onlar adına yapılan başvuruları alma ve inceleme yetkisini kabul etmektedir.

2. Komite, işbu Protokol’e taraf olmayan Sözleşme’nin bir Taraf Devleti ile ilgili olan başvuruları kabul etmeyecektir.

 

Madde 2

Komite, aşağıdaki durumlarda bir başvuruyu kabul etmeyecektir:

(a) Başvuruda bulunan kişinin adı belirtilmemişse;

(b) Başvuru, bu tür başvuruların sunulması hakkının bir suistimalini oluşturyorsa veya Sözleşme hükümleri ile çelişiyorsa;

(c) Aynı konu, Komite tarafından başka bir uluslar arası soruşturma veya çözüm usulü çerçevesinde daha önce incelenmiştir veya incelenmektedir;

(d) Bütün iç yolların tüketilmiş olması gerekir. Bu kural, çarelerin uygulanmasının makul olmayan bir şekilde uzaması veya etkin bir çözüm sağlaması olasılığının muhtemel olmaması halinde uygulanmayacaktır.

(e) Başvurunun, geçersiz nedenlere dayanması veya yeterli bir şekilde kanıtlanmaması halinde veya

(f) Başvurunun konusunu oluşturan olayların, bu olayların söz konusu tarihten sonra da devam etmesi dışında ilgili Taraf Devlet için işbu Protokol’ün yürürlüğe girdiği tarihten önce meydana gelmiş olması.

 

Madde 3

İşbu Protokol’ün 2. maddesi hükümlerine tabi olarak Komite, kendisine sunulmuş olan herhangi bir başvuruyu gizli bir şekilde Taraf Devlete iletecektir. Alan Devlet, altı ay içinde konuyu açıklığa kavuşturan yazılı açıklamaları veya beyanları ve eğer varsa bu Devlet tarafından başvurulan hal çaresini Komite’ye sunacaktır.

 

Madde 4

1. Bir başvurunun alınmasından sonra herhangi bir zamanda ve esası konusunda bir belirleme yapılmasından önce Komite, ilgili Taraf Devletin, iddia edilen ihlalin mağdur veya mağdurlarının maruz kalabileceği telafisi mümkün olmayan zararın önlenmesi için gerekli olabilecek geçici önlemleri alması konusundaki bir talebi, derhal incelemesi için bu Taraf Devlete iletebilir.

2. Komite’nin

Komite’nin bu maddenin 1. bendi kapsamındaki takdir yetkisini kullanması durumunda bu, başvruunun kabul edilebilirliği veya esası konusunda bir belirleme yapıldığı anlamını taşımaz.

 

Madde 5

Komite, işbu Protokol kapsamındaki başvuruları incelerken kapalı toplantılar yapacaktır. Komite, bir başvuruyu inceledikten sonra eğer varsa önerilerini ve tavsiyelerini ilgili Taraf Devlete ve başvuru sahibine iletecektir.

 

Madde 6

1. Komite’nin bir Taraf Devletin, Sözleşme’de belirtilen hakları ciddi veya sistematik bir şekilde ihlal ettiğini gösteren güvenilir bilgiler alması halinde Komite, söz konusu Taraf Devlet’ten bu bilgilerin incelenmesi için işbirliği yapmasını ve bu amaçla söz konusu bilgilerle ilgili gözlemleri sunmasını isteyecektir.

2. Komite, ilgili Taraf Devlet tarafından sunulmuş gözlemler yanı sıra elinde bulunan bütün öteki güvenilir bilgileri dikkate alarak bir veya daha fazla sayıda üyesini, bir araştırma yapmak ve acil olarak Komite’ye bir rapor sunmakla görevlendirebilir. Bu araştırma, gerektiği taktirde ve Taraf Devletin rızası ile bu ülkeye yapılacak bir ziyareti içerebilir.

3. Komite, bu araştırmanın bulgularını inceledikten sonra bu bulguları, görüşleri ve tavsiyeleri ile birlikte ilgili Taraf Devlete iletecektir.

4. İlgili Taraf Devlet, Komite tarafından gönderilen bu bulguları, görüşleri ve tavsiyeleri aldıktan sonra altı ay içinde gözlemlerini Komite’ye sunacaktır.

5. Bu tür bir araştırma, gizli olarak yürütülecek ve Taraf Devletin, soruşturmanın bütün aşamalarında işbirliği yapması istenecektir.

 

Madde 7

1. Komite, Sözleşme’nin 35. maddesi çerçevesindeki raporuna, işbu Protokol’ün 6. maddesi uyarınca yürütülen bir araştırma ile ilgili olarak alınan bütün önlemlerle ilgili bilgileri dahil etmesini bir Taraf Devletten isteyebilir.

2. Komite, gerektiği taktirde madde 6.4′te belirtilen altı aylık dönemin sona ermesinden sonra bu araştırma ile ilgili olarak alınan önlemleri kendisine bildirmesini isteyebilir.

 

Madde 8

Her Taraf Devlet, işbu Protokol’ü imzaladığı veya onayladığı ya da buna katıldığı tarihte Komite’nin 6 ve 7. maddelerde belirtilen yetkisini tanımadığını beyan edebilir.

 

Madde 9

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, işbu Prokotol’ün emanet yetkilisidir.

 

Madde 10

İşbu Protokol, bütün akit Devletler ve bölgesel entegrasyon kuruluşları tarafından New York’daki Birleşmiş Milletler Genel Merkezinde 30 Mart 2007 itibarı ile imzaya açılacaktır.

 

Madde 11

İşbu Protokol, onaylamış veya katılmış olan işbu Protokol’ün akit Devletleri tarafından onaya tabidir. Protokol, bunu resmi olarak teyit etmiş veya katılmış olan işbu Protokolün akit bölgesel entegrasyon kuruluşları tarafından resmi teyide tabidir. İşbu Protokol’e, Sözleşme’yi imzalamış, resmi olarak teyit etmiş veya katılmış ancak Protokol’ü imzalamamış herhangi bir Devlet veya bölgesel entegrasyon kuruluşu katılabilecektir.

 

Madde 12

1. “Bölgesel entegrasyon kuruluşu”, belirli bir bölgedeki egemen Devletlerin oluşturduğu ve üye olan Devletlerin, Sözleşme ve işbu Protokol kapsamında bulunan konularla ilgili yetkilerini devrettikleri bir kuruluş anlamını taşımaktadır. Bu tür kuruluşlar, resmi teyit veya katılma belgelerinde Sözleşme ve işbu Protokol kapsamında bulunan konulara ilişkin yetkilerinin kapsamını beyan edeceklerdir. Daha sonra da kendi yetkilerinin kapsamındaki her türlü önemli değişikliği emanet yetkilisine bildireceklerdir.

2. İşbu Protokol’de “Taraf Devletler” terimi, kendi yetki sınırları çerçevesinde bu kuruluşlar için geçerlidir.

3. Madde 13, bent 1 ve madde 15, bent 2 çerçevesinde bir bölgesel entegrasyon kuruluşu tarafından sunulan herhangi bir belge dikkate alınmaz.

4. Bölgesel entegrasyon kuruluşları, kendi yetki alanlarına giren konularda Taraf Devletler Konferansında işbu Protokol’ün Tarafları olan kendi üye Devletlerinin sayısına eşit sayıda oy ile kendi oy kullanma haklarını kullanabilirler. Bu tür bir kuruluş, kendi üye Devletlerinden herhangi birisi kendi hakkını kullandığı taktirde oylamaya katılma hakkını kullanamaz ve bunun tersi de geçerlidir.

 

Madde 13

1. İşbu Protokol, Sözleşme’nin yürürlüğe girmesine tabi olarak onuncu onay veya katılım belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

2. Bu onuncu belgenin sunulmasından sonra Protokol’ü onaylayan, resmi olarak teyit eden veya katılan her Devlet ya da bölgesel entegrasyon kuruluşu için Protokol, kendi belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

 

Madde 14

1. İşbu Protokol’ün amacı ve hedefi ile çelişen çekincelere izin verilmez.

2. Çekinceler, herhangi bir anda kaldırılabilir.

 

Madde 15

1. Herhangi bir Taraf Devlet, işbu Protokol’de değişiklik yapılmasını önerebilir ve bunu Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine sunabilir. Genel Sekreter, önerilen değişiklikleri Taraf Devletlere bildirir ve onlardan önerileri görüşmek ve karar almak amacıyla bir Taraf Devletler konferansı düzenlenmesini isteyip istemediklerini kendisine bildirmelerini talep eder. Bu bildirim tarihinden itibaren dört ay içinde Taraf Devletlerin en az üçte birinin bu konferansı desteklemesi halinde Genel Sekreter, Birleşmiş Milletler himayesinde bu konferansı düzenler. Katılan ve oy kullanan Taraf devletlerin üçte ikisinin oluşturduğu çoğunluk tarafından kabul edilen bütün değişiklikler, Genel Sekreter tarafından onay için Genel Kurul’a ve daha  sonra da kabul için bütün Taraf Devletlere sunulur.

2. Bu maddenin birinci bendi uyarınca onaylanmış olan her türlü değişiklik, sunulan kabul belgelerin sayısının, değişikliği kabul edildiği tarihte Taraf Devletlerin sayısının üçte ikisine ulaşmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer. Bundan sonra değişiklik, herhangi bir Taraf Devlet için kendi kabul belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer. Her türlü değişiklik, sadece bunu kabul etmiş olan Taraf Devletler için bağlayıcı olur.

 

Madde 16

Bir Taraf Devlet, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine yazılı bildirimde bulunarak işbu Protokol’ü reddedebilir. Reddetme, bu bildirimin Genel Sekreter tarafından alındığı tarihten bir yıl sonra geçerli olur.

 

Madde 17

İşbu Sözleşme’nin metni erişilebilir biçimlerde sunulacaktır.

 

Madde 18

İşbu Sözleşme’nin Arapça, Çince, İngilizce, Fransızca, Rusça ve İspanyolca metinleri aynı derecede geçerli belgelerdir.

Kendi Hükümetleri tarafından usule uygun olarak yetkili kılınan aşağıda imzası bulunan tam yetkili diplomatik temsilciler, işbu Protokol’ü imzalamışlardır.

Kaynak: İHOP

http://www.durde.org/index.php/2009/12/09/engelli-kisilerin-haklarina-dair-uluslararasi-sozlesme/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Nefret Suçları ile Mücadele: Ceza Hukukunun Olanakları ve SınırlarıGiriş

Kin ve nefret suçlarından kriminolojik olarak söz ederken hangi fiillerin akla gelmesi gerektiğini aşağıdaki iki örnek çok açık olarak ortaya koymaktadır:

Irkçı dazlaklarlardan (“Skin-Head”)’ oluşan bir müzik grubu bir konserinde aşağıdaki sözleri içeren bir şarkı söylemiştir:

“Sen de benim gibi düşün; anlayabiliyor musun? Dayanabiliyor musun binlerce Türkün burada olmasına? Sonunda bitir bu işi, yetersin sen bu işe. Eskisi gibi yap ve hepsini tık trenlere”.

Bu metin Almanya’da Gençlere Zararlı Metinleri Denetleme Kurulu tarafından gençlere zararlı bir metin olarak kabul edilmiş ve onlara dağıtımı ve propagandası ceza tehdidi altına alınmıştır.[1]

İkinci örnek yalnızca sözde kalmayan ve şiddet içeren yabancı düşmanlığının boyutlarını göstermektedir:

Farid Guendoul diğer adı ile Omar Ben Noui 13.2.1999 tarihinde Guben’deki (Brandenburg) dazlak (”Skin-Head”) gençler tarafından önce tehdit edilmiş ve bir grup tarafından kovalanmıştır. Panik içinde kendisini kovalayan dazlaklardan kaçan genç bir eve sığınmaya çalışırken camlı bir sokak kapısının içinden geçmiş ve camın, atardamarlarından birini kesmesi yüzünden, sığınmaya çalıştığı apartmanın girişinde kan kaybından ölmüştür. Bu ölümcül insan avının üzerinden yirmibir ay geçtikten sonra Cottbus’da bulunan Eyalet Mahkemesi sekiz sanığı sadece taksirle ölüme sebebiyet vermekten mahkum etmiştir. Hakkında dava açılan 11 sanıktan yalnızca üçüne hürriyeti bağlayıcı cezalar verilmiştir. Verilen hafif cezalar Almanya’da tepki ile karşılanmıştır. Alman Musevi Cemaatinin Başkan Yardımcısı Michel Friedman bir insanın ölümüne sebebiyet veren gençlerin tecille kurtulmuş olmalarının anlaşılır bir şey olmadığını ifade etmiştir.[2]

On yıl önce işlenmiş bu suçun benzerleri türlü türlü azınlık ve kesimlere karşı bugün de artan oranda işlenmekte ve sayıları, salt ABD veya Almanya’da değil, dünyanın her yerinde ve Türkiye’de de gitgide artmaktadır.

Nefret Suçları

Mağdurun dini, dili, ırkı, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti, felsefi ya da siyasal inancı, cinsel tercihleri vb. özelliklerine karşı duyulan düşmanlığa dayalı olarak işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail, mağdura salt farklı bir toplumsal kesim kimliğini taşıdığı için ya da salt belirli bir toplumsal ya da kültürel kesimin mensubu olduğu için zarar vermek istiyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç, genel olarak aynı zamanda bir nefret suçudur (Ayrıntılı Almanca analiz iç. bkz. Öykü Didem Aydın, Bekaempfung von Hassdelikten …: tıklayın) Ayrımcı ve ırkçı suçlar veya halkın bir kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri de bir yönüyle nefret suçlarıdır.

Nefret suçları terimi ABD kaynaklı bir terimdir. Yakın zamana kadar Batı Avrupa ceza hukukunda nefret suçları kavramına yer verilmiyordu. Nefret suçları kavram alanı altındaki suçlar, kendilerine özgü kategorilerde ayrı ayrı değerlendiriliyordu. Ancak artık nefret suçlarının da farklı bir sosyo-kriminolojik gerçekliği anlattığı, oldukça ciddi bir toplumsal sorun olduğu ve kendine özgü tipolojisinin bulunduğu Avrupa’da da kabul edilmiş ve bu konuda gerek kuramsal gerek pratik çalışmalar artmaya başlamıştır. Nefret suçları kategorisinin yaratılmasında, azınlık kesimlerinin güçlenmesinin ve haklarına sahip çıkma konusunda seslerini çıkarmaya başlamalarının da önemli bir rolü vardır.

Nefret suçları, hem ABD’nde hem de Avrupa’da artan oranda işlenmekte ve bugünün çok kültürlü toplumlarında barış içinde birarada yaşamayı dönem dönem ciddi ölçüde engelleyen boyutlara varabilmektedir. Hem öldürme, yaralama, cinsel taciz, yangın çıkarma, mala zarar verme gibi ağır saldırılar biçiminde işlenmeleri yüzünden, hem de, sadece bireysel zarar vermekle kalmayıp aynı zamanda çeşitli toplumsal kesimlere mensup kimseleri korku, endişe, hatta dehşet içine düşürmeleri yüzünden özellikle tehlikeli sayılan nefret suçları ile mücadele stratejileri konusundaki tartışmalar sürmektedir.

Nefret suçları, zaman zaman çeşitli toplumsal kesimler arasındaki siyasal çatışma ve kamplaşma eğilimleri ile ilgili görünse de, failleri, her zaman, belirli siyasal kesimlere mensup, yönelimleri kararlı kimseler değildir. Ancak nefret suçlarının failleri; bu suçları her zaman siyasi saiklerle işlemiyor olsalar da, kriminolojik olarak, belirli kesimlere karşı egemen toplumsal önyargılardan, “tarihsel” düşmanlıklardan, genel kışkırtmalardan etkilenen kimseler oldukları söylenebilir. Bu nedenle nefret suçları, belirli toplumsal kesimlere yönelik egemen-siyasal ya da sosyo-kültürel tahammülsüzlüğün veya düşmanlıkların, bireysel izdüşümleri olarak görülebilir. Aslında her suç için geçerli olan önemli bir kriminolojik gerçek, nefret suçları için de geçerlidir: Bireysel olsun toplu olsun suç olgusu; salt bireysel bir “şaşırmışlığın” ya da gayrimeşru bir “ölçüsüzlüğün” değil, aynı zamanda devletin yapısının, toplumsal ilişkilerin ve hiyerarşik yapılanmaların örgütlenmesinin, egemen ahlâk ölçülerinin, ekonomik paylaşımın, toplumsal, ekonomik ve kültürel iletişim kodlarının niteliğinin ya da niteliksizliğinin de bir göstergesidir.

Türkiye’de de belki teknik olarak yabancı düşmanlığı olarak adlandırılamayacak ancak etnik köken, felsefi inanç ya da cinsel tercih düşmanlığı olarak adlandırılabilecek çeşitli kriminojen ortam ve hareketlerin bulunduğu ve bunların kendilerini zaman zaman oldukça çok tehlikeli suçlarla “ifade ettikleri” bilinmektedir. Gün geçmiyor ki Türkiye’de de etnik kökenleri, dinsel, siyasal ya da felsefi inançları ya da inançsızlıkları veya cinsel tercihleri yüzünden insanlar bir aşağılamaya ya da fiili saldırıya maruz kalmasın. Bugün internet ortamında da nefret suçlarının körüklendiği gruplaşmaların yaşandığına tanık oluyoruz. Nefret suçları gitgide yaygınlaşmakta, özellikle gençleri kıskacına alabilen “çetecilik hevesleri” ile de işlenegelmektedir.

ABD’nde ya da artık sınırlı ölçüde de olsa Avrupa’da, polis teşkilatları, nefret suçları istatistikleri tutmaktadır. Türkiye’de benzer istatistiki çalışmalar yoktur. Bununla birlikte, dönemsel olarak gazete haberlerini taramak, sivil toplum örgütlerinin haber, yıllık rapor ve kampanyalarını taramak, Türkiye’de de ciddi bir nefret suçları sorununun olduğunu anlamaya yeter. “Kürt açılımı”, “dinsel azınlıklar”, “eşcinsel hakları” vb. konulardaki tartışma ve gruplaşmaları pek genel olarak takip etmek dahi, hem sözlü şiddet hem de fiili şiddet içeren nefret suçlarının ülkemizde de yaygın olduğunu göstermektedir.

Bu yazıda önce ABD ile Avrupa karşılaştırmasından yola çıkmak, sonra da Türkiye için de bazı tartışma perspektifleri sunmak istiyorum.

 

Nefret Suçları Konusundaki Deneysel Bulgular

* Almanya’da aşırı sağcı, musevi düşmanı ve yabancı düşmanı suçların son on yılda da ciddi oranlar gösterdiğine ilişkin yaygın kanıyı somut istatistiki bilgiler de desteklemektedir.[3] Irkçılığı ve Yabancı Düşmanlığını Gözlemleme Avrupa Dairesi’nin raporlarına göre bu durum yalnızca Almanya değil tüm Avrupa için geçerlidir. Bu tip suçlar Almanya’da 2000 yılında büyük bir artış göstermiş ve 2001 yılından günümüze kadar dönemsel olarak düşüş ve artış göstermeye devam etmiştir. Son on yılda 20.000 eşiğinin aşıldığından sözedilebilir. Çünkü örneğin 2000 yılında bu alanda 15.951 suç kaydedilmişti. Bu, önceki yıla göre % 58,9 oranında bir artışı ifade etmekteydi. Kuzey Ren Westfalya eyaletinde % 74,1’lik bir artıştan sözedilmişti.

* Bu suçlar yıllar içinde düşüş ve artışlar göstermişlerdir ancak 2008 yılında yine de 20.422 adet “sağ eğilimli” suç; 6724 “sol eğilimli” suç ve 1484 adet de yabancıların işlediği suçlar olmak üzere toplam 24605 “siyasal” eğilimli suç işlenmiştir.

* 2008 yılında işlenen toplam 31.801 “siyasal” eğilimli suçun 24.605’i “aşırı” eğilimli suçtur ve bu aşırı eğilimli suçların 19.894 adeti, “aşırı sağ eğilim”le işlenmiş suçlardır. 19.894 adet aşırı sağ eğilimli suçun 1042 adeti ise “şiddet suçları”dır.

* Özellikle endişeye sevkedici bir durum şiddet içeren aşırı sağ eğilimli suçların adam öldürme, yaralama, yangın çıkarma, kamu emniyetini bozma, yağma gibi ciddi suçlar şeklinde işlenmesidir.

* Dönemsel olarak aşırı sağcı, yahudi düşmanı ve yabancı düşmanı şiddet suçu işlendiği ve artış dönemlerinde suçların birbirlerini tetiklediği gözlemlenmektedir. Şiddet içeren suçlarda artış oranı yüksektir. Bu grup içinde “aşırı sağ siyasi saikli” suçlar da yükselmiştir.

* Aşırı sağ bir siyasi motivasyonu olsun olmasın yabancılara karşı genel olarak işlenen şiddet suçları, sözü edilen grup içinde en yaygın grubu oluşturmaktadır.Yine, motivasyonu yahudi düşmanlığı olan şiddet şuçlarının sayısı da fazladır. Örneğin 2008 yılında aşırı sağ eğilimli şiddet suçlarının % 37.9’u yabancı düşmanlığı saikine dayalı olarak işlenmiştir.

* Bu eğilimlerin ve istatistiki verilerin analizinde; son yıllarda Alman toplumunu çok rahatsız eden yabancı düşmanlığına dayalı suçlarda mağdurların ve toplumun diğer kesimlerinin duyarlılığının artmasına paralel olarak şikayetlerin ve ihbarların da artmış olabileceği ve yine polisin bu suçları takipte artan dikkatinin de istatistikleri yukarı çekmiş olabileceği noktaları gözönünde tutulmalıdır. Her durumda nefret suçu olgusu, batı dünyasında önemli bir toplumsal sorun olmaya devam etmektedir.

* Yine dikkat edilmesi gereken nokta özellikle yabancılara yönelik tehdit ve saldırıların kitle iletisim araçlarında yoğun olarak yeralmasından sonra paralel taciz ve saldırıların kısa dönem içinde yoğun olarak artması ve medyanın ilgisi ortadan kalktıktan sonra düşmesi olgusudur.[4]

* Bütün bu noktalara karşın yabancı düşmanlığı nedeni ile işlenen suçlar Alman toplumunda her zaman güncelliğini korumakta ve kamu güvenliği ve barışı için önemli bir tehdit oluşturmaya devam etmektedir.

* Aşırı sağ grupların ya da diğer yabancı düşmanlarının işlediği suçlar eski Doğu Almanya sınırlarının içinde bulunan bugünkü yeni eyaletlerde batı eyaletlerine göre çok daha endişe verici boyutlarda olsa da bu sorun yalnızca doğu Almanya’nın değil tüm Almanya’nın hatta tüm Avrupa’nın sorunudur.

* Batı Almanya’da saldırılar kimliği çoğu olayda tespit edilemeyen tek tek kişiler tarafından yapılmasına karşın Doğu Almanya’da genç kimseler tarafından oluşturulan gruplarca yapılan “insan avı” biçiminde işlenmektedir.

* Gözönünde tutulması gereken önemli bir diğer nokta ise yabancı düşmanlığına dayalı olarak suç işleyen ya da genel olarak nefret suçu işleyen faillerin mutlaka ideolojik temelli olarak hareket etmedikleri gerçeğidir. Gerek sözlü taciz ve sövme, kin ve düşmanlığa tahrik cürümleri gerek şiddet içeren fiiller, bir ırkı yoketmeye yönelik ideolojik soykırıma yönelik organize eylemler olmaktan ziyade, tek tek faillerin ya da belirli alt-kültüre mensup grupların, toplumun korunmadan yoksun zayıf kesimlerine karşı işlediği suçlar olmaktadır. Bu suçlar, bazen önyargılar ve eğitimsizlik bazen kin ve düşmanlık, bazen rekabet duyguları, bazen ailevi ve toplumsal bağların küreselleşmede çözüldüğü bir dünyada sağlıklı toplumsal yönelimini bulamamış gençlerin kimlik arayışı ve tepkiselliği biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ancak unutulmaması gereken bir gerçek, Almanya’da ideolojik temelli, yahudi ve yabancı düşmanlığından beslenen aşırı sağ siyasi parti ve oluşumların varlığı ve toplumda seslerini duyurabilmeleridir. Almanya’da masa başı faili[5] olarak da adlandırılan ve böylesi oluşumlara karşı olsa da, bunların ürettikleri bazı fikir ve çözümleri benimseyen muhafazakar parti ve oluşumlar da çoğu zaman aşırı sağın ekmeğine yağ sürebilmektedir.

* Yabancı düşmanlığına dayalı şuçlar çoğunlukla genç kimseler[6] tarafından işlense de özellikle soykırımın inkarı[7] olarak adlandırılan ve Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere ve bazı diğer gruplara yapılan soykırımı inkar etme, boyutlarını küçültme ya da övme ve zararsız gösterme filleri[8] işleyen “revizyonistler”; tarihçi ya da bilim adamı kisvesi altında böylesi iddialarda bulunan yaşça olgun kimseler de suç istatistikleri arasındaki yerini almaktadır. Berlin’de çıkan Tageszeitung’un 12 Ağustos 2009 tarihli sayısında yine bir soykırım inkârcısının haberi vardı. Soykırımı inkar iddiaları yalnızca ülkede bulunan Yahudilerin yalancı oldukları iddiası olarak bir hakaret ya da türlü kesimlere karşı bir tür kin ve düşmanlığa tahrik anlamına gelmemekte, yabancı düşmanı gençlere bu düşmanlıklarına temel oluşturacak tezler de sağlamaktadır.

 

Nefret Suçları ile Mücadelede Farklı Perspektifler

Makalemin başında verdiğim iki örnek iki tür yabancı düşmanlığına veya nefret suçuna işaret etmektedir: Sözlü nefret suçu ve şiddet içeren, fiilî nefret suçu. İki farklı nefret suçu ile mücadele biçimleri de farklı farklı biçimde olmaktadır. Nefret suçu kavramı birbirlerinden farklı ve çok çeşitli fiilleri içermektedir. Bu çeşitlilik ceza hukukunda hem nefret suçunun hem de yabancı düşmanlığının yapısı ve ortaya çıkış biçimlerinin farklılığının gözönünde tutulmasını ve farklı stratejiler geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu yaklaşımlar, yalnızca Almanya’da değil tüm dünyada nefret suçları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele ile ilgili soruların yanıtlanması açısından çok önemlidir.

* Önyargılarla Mücadele PerspektifiÞ Bu yaklaşım ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını, farklı kesimlere karşı düşmanlık duygularını psikolojik temelli bir önyargı olarak görmektedir. Bu nedenle sözü edilen olguyla mücadele için çok küçük yaşlarda başlaması gereken bir hoşgörü eğitiminin öneminin altı çizilmektedir. Yine önyargıya dayalı olarak işlenen suçlarda genç faillerin cezalandırılması yerine ıslah edilmeleri görüşü, bu temel yaklaşıma dayanmaktadır. Bu yaklaşımda, cezalandırmadan ziyade eğitimin ve ıslah programlarının altı çizilmektedir.

* Nasyonel Sosyalist (veya diğer ülkeler açısından Aşırı Milliyetçi) İdeoloji İle Mücadele ve Militan Demokrasi Perspektifi Þ Bu yaklaşım Anayasayı Koruma Dairesi veya benzeri resmi ya da yarı resmi kurumların izleme ve raporlama (”Überwachung”) etkinlikleri yolu ile özellikle ırkçı, aşırı milliyetçi ve yabancı düşmanlığı propagandasını ve ayrıca şiddet içeren yabancı düşmanlığı ile mücadeleyi hedeflemektedir: Bu mücadelenin esası, Alman Anayasayı Koruma Dairesi’nin Anayasa karşıtı hareketlerin takibi ve demokratik düzen karşıtı derneklerin ve partilerin kapatılması uygulamalarıdır.[9]

* “Nefret Suçları” Perspektifi Þ Bu yaklaşım yabancı düşmanlığı ve buna benzer diğer (din, dil, milliyet, ırk, etnik köken, cinsiyet, cinsel tercih düşmanlığı) saiklerle işlenen suçlarda, paralel diğer suçlara oranla daha ağır cezai müeyyideler getiren Amerika Birleşik Devletleri sistemini savunur. Örneğin ırkçı saiklere ya da etnik köken düşmanlığına veyahut mağdurun cinsel tercihine dayalı bir insan öldürme fiilinin, başka saiklerle işlenen insan öldürmeden çok daha ağır bir öldürme eylemi olduğu düşünülüp failler daha fazla cezalandırılır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, gerek federal devlet gerek eyaletlerin çoğu; ırkçılık, yabancı düşmanlığı, dini düşmanlık veya mağdurun dinine, milli ve etnik kökenine, cinsine, cinsel tercihine dayalı olarak nefret temelinde işlenen şiddet şuçlarında, “kin ve nefret suçu” modelini getirmiştir. Bu model, eyaletlere göre farklı farklı uygulansa da genel olarak ya suçun, mağdurun sayılan kesimlere mensup olması yüzünden işlenmesi halinde ya da mağdurun mensup olduğu kesime karşı kin veya nefret ya da düşmanlık saikiyle işlenmesi halinde ceza arttırımına gidilmektedir. Düşünce özgürlüğünün Avrupa sisteminden daha geniş olarak korundugu Amerikan sisteminde “nefret içeren ifadeler” ya da “nefret sözleri” (“hate speech”) adı verilen ayrımcılığa dayalı tahkir veya ayrımcılık, kin ve düşmanlığa tahrik filleri haklı olarak korunan hukuki bir değer için açık ve yakın tehlike oluşturmadıkça cezalandırılamamaktadır[10]. Buna karşın gerek Federal düzeyde gerek eyaletler düzeyinde meşru olarak cezalandırılabilen başka bir suçun saiki eğer ayrımcılık ise, suçun kanunen zorunlu olarak ağırlaştırılarak cezalandırıldığı görülmektedir.

* Ayrımcılığın Önlenmesi PerspektifiÞ Bu yaklaşım toplumdaki zayıf grupların ve azınlıkların maruz kaldıkları özel ve kamusal ayrımcılığa karşı korunmasını savunur. Bu perspektifte, ayrımcılığı önleme komisyonlarının ve ayrımcılığa karşı toplu dava olanaklarının sağlanması gerekliliğinin altı çizilir. Bu çerçevede, cezai müeyyidelerden çok, toplumdaki zayıf gruplara karşı ayrımcılık yapılmasının önlenmesi yoluyla ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele amaçlanır. Bu yolla azınlıkların toplum içindeki durumları iyileştirilir.

* Zayıfların Korunması Perspektifi Þ Bu yaklaşım; failin, mağdurun zayıf[11] durumunu kullanarak saldırıda bulunmasını[12] genel geçer bir şiddet sebebi kabul eder. Böylece yalnızca bazı ırkçı suçlar değil evsizler, eşcinseller ve yabancılara karşı işlenen suçlar daha fazla cezalandırılabilmektedir. Bu perspektifin, nefret suçlarıyla mücadelenin “çeşitli toplumsal kesimler arasındaki bir çatışma biçiminde” ya da “çeşitli toplumsal kesimler üzerinden” yapılmasının kamu barışını korumaktan çok sarsacağı fikriyle de ilgisi vardır. Bu perspektifte, nefret suçunun bireysel mağdurlarının, grup aidiyetlerinden çok bireysel durum ve konumlarına dikkat çekilmekte ve siyasal ya da grup aidiyeti olmayan bir evsize, bir engellenmişe, yaşlılara, her kesimden çalışan kadınlara ve çocuklara karşı da nefret temelli suçlar işlenmekte olduğu ancak çoğu zaman nefret suçu ile mücadele eden grupların, bu gibi mağdurlardan çok, siyasal kampanya aracı olabilecek kesimleri korumaya yöneldiği, örneğin milliyet, din veya etnik köken düşmanlığına odaklandığı vurgulanmaktadır.

* Gruplararası Rekabet ve Toplumsal-Kültürel Çekişme Perspektifi ÞBu yaklaşım yabancı düşmanlığına dayanarak işlenen suçların ya da genel olarak nefret suçlarının toplumun geneline egemen olan “yabancılara”, “başkasına”, “öteki”ye karşı olma olgusundan beslendiğini savunur. Toplumun “siyasi-orta”sında egemen olan ve kamuoyunu iligilendiren milli birlik, etnik köken, azınlık hakları ve özgürlükleri, eşitlik, otonomi, göç ve iltica, cinsel tercih tartışmaları, azınlıklar tarafından işlenen suçların artması, çifte vatandaşlık gibi temel konularda geçerli görüş ve çözümlerin değerlendirilmesine önem verir.[13] Bu yaklaşıma göre asıl olan suçlarla cezalandırma yolu ile mücadele değil, toplumu ilgilendiren temel sorunlara sağlıklı “toplumsal” çözümler üreterek nefret suçlarını önlemektir.

 

Avrupa Ceza Hukuku Irkçı vb. Suçlarla Nasıl
Mücadele Etmektedir?

* Gerek Almanya gerek diğer Avrupa ülkeleri ırkçı propaganda ile yukarıda açıklanan nasyonel sosyalist ideoloji ile mücadele ve militan demokrasi perspektifine dayanan siyasetle mücadele etmektedir. Ancak ırkçı ve yabancı düşmalığına dayalı şiddet suçları için bu ülkelerde İngiltere dışında bir özel düzenleme yoktur. Bunun anlamı ırkçı bir yaralamanın kıskançlığa dayalı bir yaralama ile normal koşullar altında aynı cezai müeyyideye tabii olacağı anlamına gelir.

* Bu yaklaşımda, toplum içindeki grupları diğer gruplara karşı kin ve düşmanlığa tahrik suçunun (Alman Ceza Kanununun 130. maddesi, bazı önemli farklar dışında aşağı yukarı TCK’nun 216/2. maddesine karşılık gelmektedir), dernek ve parti kapatma müeyyidelerinin, gruplara hakaretin önlenmesinin, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğüne getirilen bazı sınırlamaların önemi büyüktür. Irkçı propaganda bu ülkelerde soykırıma bir hazırlık hareketi olarak görülmekte ve militan demokrat araçlarla bastırılmaya çalışılmaktadır. Soykırımın inkarının cezalandırılması bu yaklaşımın sertliğine bir örnektir.

* Almanya’da motivasyonu ırkçılık ya da yabancı düşmanlığı olan suçlara ceza hukukunun verebileceği yanıt ancak adam öldürme suçlarında dolaylı olarak sertleşebilir. Ahlaki olarak düşük bir saike dayanarak adam öldürme Almanya’da basit adam öldürmeden farklı ve bir tür şiddet sebepli adam öldürme olmaktadır.[14] Alman Federal Mahkemesi önüne gelen birkaç olayda ırkçı olan arkadaşlarından takdir görmek için adam öldürmenin ırkçılık saiki ile ve ahlaki olarak çok düşük saikle adam öldürme olduğuna hükmetmiştir.[15]

Yine Almanya’da yargıç ceza kanununu 42/2. maddesine göre sanığın işlediği fillinden akseden inanç ve fikirlerini cezanın tayininde gözönünde tutmak durumundadır. Irkçı bir saldırıda failin bu “inancı” şüphesiz ona uygulanan cezanın en aşağı hadden en yukarıya kadar çekilmesine neden olabilecektir.

 

Sorular

* Irkçı ve yabancı düşmanı suçların, nefret suçlarının çeşitli ülkelerde ve bu arada özellikle Türkiye’de yıldan yıla artması karşısında bu gelişmeyi önlemek için neler yapılabilir soruları akla gelmektedir. Cezai müeyyideler daha da ağırlaştırılmalı mıdır?
* Bu konuda meşru ve etkili bir ceza siyasetinin nasıl olması gerektiğine ilişkin görüşler farklı farklıdır. Örneğin, Alman eski Federal Adalet Bakanı Herta Daeubler-Gmelin cezai müeyyidelerin daha da ağırlaştırılması görüşlerini reddetmekte ve Amerikan modelinin Almanya’da işlemeyeceğini savunmaktadır. Sabık bakana göre ırkçı ya da yabancı düşmanı saikini bir genel şiddet sebebi olarak kabul etmektense yargıçların olaydan olaya ceza tayininde aşağı hadlerden dağil en yukarı hadden cezalandırmaya gitmeleri gerekmektedir. Buna karşı Hirıstiyan Demokratlardan Postdam eski Adalet Bakanı Kurt Schelter yabancı düşmanı suçlarla ABD’deki gibi yargıcın takdirinden bağımsız genel geçer ağır cezalarla mücadele edilmesini savunmaktadır. Basit yaralama ile düşük ahlaki sebeplere dayalı yaralama ya da kin ve nefrete dayalı yaralama birbirinden ayrılmalıdır.

* Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı suçların daha ağır cezalandırılması gerektiğine ilişkin görüşün gitgide yaygınlaşmasına karşın yargının bu suçlar karşısından nasıl bir tavır aldığı konusu açıklığa kavuşmamıştır. Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı suçların benzer saiklere dayalı diğer suçlara nazaran ne derece farklı yargılandığı ve ne derece farklı müeyyideler uygulandığı konusu kriminolojik olarak henüz açıklığa kavuşturulmamıştır.

* Yine, yabancı düşmanlığına dayalı olarak işlenen suçların ya da genel olarak nefret suçlarının gerek suç oluşturan fiilin maddi unsuru ve hukuka aykırılığı (”Unrecht”) gerek failin kusur derecesi bakımından daha zararlı ya da daha tehlikeli olduğunu kanıtlayan bir ceza teorisine gereksinim vardır. Bunu ortaya koymak oldukça zordur çünkü örneğin nefrete dayalı olarak bir yabancının öldürülmesi ile hooliganların, karşı takımın bir taraftarını öldürmesi arasındaki farkın (hangi fiilin daha zararlı ya da tehlikeli olduğunun) ortaya konulması, salt ceza hukuku kuramı ile halledilebilecek bir iş değildir.[16] Bu gibi karşılaştırmalarda ceza hukuku siyaseti kuramı ile kriminolojik verilerden, suç istatistiklerinden yararlanılması gerekli olduğu için bir dizi ön çalışma yapılması şarttır. Örnekler çoğaltılabilir ve bir kimsenin eşcinsel olduğu için öldürülmesi ile para hırsına dayalı insan öldürmenin farkının açıklıkla ortaya konulması gerektiği de söylenebilir.

* Nefret suçlarının paralel motivasyona dayalı diğer suçlara nazaran, somut olarak, ne derece farklı yargılandığı ve ne derece farklı yaptırımlara bağlandığı konusunun ötesinde örneğin Almanya’da bu suçlara ilişkin resmi istatistik sistemi de sorunludur. Polis istatistikleri gereksinim duyulan çoğu bilgiyi içermemektedir. Bu hususu Alman Federal Polis Örgütü’nün Başkan Yardımcısı da bir konferansında dile getirmiştir.[17] O konferanstan günümüze, istatistik sisteminde nefret suçlarının kaydedilme şekilleri ile ilgili ciddi bir reform yapılmamıştır. Belirli bir fiilin motivasyonunun ırkçılık veya yabancı düşmanlığı olup olmadığını hususu, her halde durumu istatistiklere geçiren polis memurunun takdirine bağlıdır. Kriterlerin belirsizliği, birbirine benzeyen olayları birbirinden ayıramama ya da bazı siyasi ve opportunist etkiler, suçun ırkçı ya da yabancı düşmanı niteliğinin belirlenmesini güçleştirmektedir. Yine eyaletler arası istatistiki veri tabanlarının ve veri toplama yöntemlerinin farklılığı işi daha da güçleştirmektedir. Fiillerin özellikleri konusunda yeterince bilgi toplanamamakta, mağdurların özelliklerine ilişkin istatistiki bilgi de bulunmamaktadır. Oysa, nefret suçlarının ayırıcı ölçütü, özellikle mağdurun grup aidiyeti ve toplumsal-kesim kimliğidir. Nefret suçlarında, failin saiki çok önemli bir ayırıcı unsur olsa da, mağdurun “kim” olduğu da önemlidir. Yine bu alanda ihbar ve şikayetlerin nispeten zor olması ve medyada sansasyon yaratılması ve olayların politize edilmesi olasılığı karşısında polis haddinden fazla ihtiyatlı olmakta ve bir çok olay gizli kalmaktadır.

 

Modeller

* Amerika Birleşik Devletleri’nde, yukarıda ele aldığımız perspektiflerden “nefret suçları perspektifi” ile “ayrımcılığın önlenmesi persfektifi birlikte uygulanmaktadır. Ülkenin önemli bir sivil toplum örgütü olan Anti-Defamation-League’in ortaya koyduğu aşağıdaki örnek-yasa-taslağına dayarak bir çok eyalet benzer hükümleri ihdas etmistir (ADL hakkında bilgi ve ırkçılıkla mücadele stratejisi icin bk. www.adl.org)
o “A. A person commits a Bias-Motivated-Crime if, by reason of the actual or perceived race, color, religion, national origin, sexual orientation or gender of another individual or group of individuals, he violates Section ———- of the Penal code ( insert code provisions for criminal tresspass, criminal mischief, harassment, menacing, intimidation, assault, battery and or other appropriate statutorly proscribed criminal conduct) .
o B. A Bias-Motivated Crime under this code provision is a——misdemeaner/felony ( the degree of criminal liability should be at least one degree more serious than that imposed for commision of the underlying offense ).”

* Yine ABD’nde Ceza Tayini İlkeleri (”United States Sentencing Guidelines”) kanun hükmündedir ve aşağıdaki “modification”u (ceza tayini ayarını) öngörmektedir. Buna göre tüm federal suçlar kin ve nefret temeline dayalı olarak işlenirlerse haddinden fazla cezalandırılacaklardır: o “If the finder of fact at trial or, in the case of a plea guilty or nolo contendere the court at sentencing determines beyond a reasonable doubt that the defendant intentionally selected any victim or any property as the object of the offense of conviction because of the actual or perceived race, color, religion, national origin, ethnicity, gender, disability, or sexual orientation of any person, increase by 3 levels.”[Section 3A1.1(a)].”

* Yine, Amerikan sisteminde kin ve nefret suçu modelinin yanında ayrımcılığı önleme modeli de yürürlüktedir: Özellikle federal alanda “Civil Rights Act” (Medeni Haklar Yasası) adı verilen yasanın 7. Babı; gerek iş yaşamında gerek mal ve hizmet sunumunda din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı yasaklanmıştır [Civil Rights Act of 1965 (42 U.S.C. A. § 2000, Voting Rights Act of 1965 ( 42 U.S.C.A. § 1973, Civil Rights Act of 1968 ( 42 U.S.C.A. § 3601 ): Ayrımcılığa karşı çıkarılmış olan bu üç önemli yasa, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’nin okullarda siyah beyaz ayrılığını (”segregation”) Amerikan Anayasasının eşitlik ilkesini öngören 14. Ek Maddesi’ne (”14th Amendment”) aykırı bulan “Brown v. Board of Education” kararından sonra çıkarılmışlardır [yine bkz.18 U.S.C.A. § 245(b); 42 U.S.C.A. 1983, 18 U.S.C.A. § 242, 42 U.S.C.A. § 1982, 42 U.S.C.A. § 1981, 18 U.S.C.A. § 241, 42 U.S.C.A. § 1985(3)].
* Öte yandan ABD’nde, zayıfların korunması perspektifi de kullanılarak, failin mağdurun zayıf konumundan yararlanarak suç işlemesi hallerinde arttırılmış cezalar uygulamaktadır.

Nefret suçları ile mücadelede ceza hukukunun olanakları böyle suçların diğerlerine nazaran çok daha ağır cezalandırılmasını gerektiren Amerikan modelinin alınması ile sınırlı değildir. Aşağıda başka yolları ve önerileri şöyle sıralayayım:

* Irkçı, aşırı milliyetçi, ayrımcı ya da yabancı düşmanı veya nefret propagandasını cezalandırmaktan ziyade toplum içindeki grupların güvenlikleri ve özgürlükleri konusunda ciddi endişe ve korkuya düşürülmeleri ceza tehdidi altına alınabilir. Doktora tezimde ortaya koyduğum ve Türk Ceza Kanunun 212. maddesi (mülga 312. maddesi) tartışmalarına da (çünkü 312. Madde de bir yönü ile ırkçılık ve toplumsal gruplararası düşmanlık olgusu ile yakından ilgili ve özünde buna da cevap verebilecek bir maddedir) yeni bir boyut getireceğini düşündüğüm modelde Alman Ceza Kanununu paralel 130. maddesinin aşağıdaki biçimde değiştirilmesini savunmuştum:

(1) “Toplumun bir kesimini ya da bu kesime mensup kimseleri yaşamlarına, kişi bütünlüklerine veya özgürlüklerine halel gelebileceği yolunda haklı bir korkuya düşürmeye elverişli bir biçimde, başkalarını şiddet ya da keyfi muameleler uygulamaya tahrik edenler… cezalandırılır.”

(2) Toplumun bir kesimini ya da bu kesime ait kimseleri yaşamlarına, kişi bütünlüklerine ve özgürlüklerine halel gelebileceği yolunda haklı bir korkuya düşürme niyeti ile ve bu sonucu doğurmaya elverişli olabilecek biçimde; toplumun bir kesimine karşı söven, bu kesimi aşağılayan ya da bu kesime karşı iftirada bulunan ya da muhatabında kişi bütünlüğüne zarar gelebileceği haklı korkusunu yaratma niyeti ile ve bu sonucu yaratmaya elverişli biçimde toplumun bir kesimini taciz eden …cezalandırılır.”

Yine nefret suçlarına karşı ceza ve ceza usul kanununda yapılması önerilen bazı değişiklikleri de aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:

 

Nefret suçlarında,

* tutuklama sebebi olarak “yineleme tehlikesinin” kabulü
* ağır adam yaralamada, yağmada ve yangın çıkarma gibi bazı tehlikeli suçlarda “suçun özel ağırlığının” tutuklama sebebi olarak kabulü
* kamu barışını bozma suçunun genişletilmesi
* adam yaralama suçunun cezasının artırılması
* toplumun şiddetten korunması amacının çocuk ve genç suçluların yargılanmasına ilişkin yasalar çerçevesinde bir önleme amacı olarak kabul edilmesi
* cezaların tayinine ilişkin hükümlerin; mağdurun somut olaydaki zayıflığından failin yararlanması halinin, cezayı arttırıcı bir neden olarak gözönünde tutulmasını gerektirecek bir şekilde değiştirilmesi
* suçların, birden fazla kişi ile işlenmesi halinde ceza arttırımı
* istatistiki verilerin geliştirilmesine yönelik yasa çıkarılması.

 

Türkiye Bağlamında Tezler

* Türkiye’de nefret suçlarına işilkin toplumsal ve bilimsel çabaların artması gereklidir. Nefret suçlarının mağdurlarının seslerini daha fazla çıkarması ve “farklı olma haklarının” teslim edilmesi çok önemlidir.

* Nefret suçlarının kriminolojik boyutları ayrıntılı olarak araştırılmalıdır.
* Nefret suçlarını önleme yolunda Avrupa genelinde geçerli ve birbiri ile uyumlaştırılmış politikalar uygulanmalı ve kurumlar kurulmalıdır. Roma Anlaşmasının 13. maddesi ve 1999 tarihli Amsterdam Anlaşması gözönünde tutulmalıdır.

* Öte yandan özellikle şiddet içeren nefret suçları ile mücadelede daha etkili bir ceza adaleti siyaseti uygulayan Amerikan örneği de değerlendirilmelidir.

* Nefret suçlarının önlenmesi amacına yönelik olarak çalışan şeffaf kurumların oluşturulmasına gereksinim vardır. Bir çok Avrupa ülkesinin aksine Türkiye’de ayrımcılığın önlenmesi amaçlı ve ayrımcılığa maruz kalanların şikayette bulunabilecekleri müesseseler yoktur, olanları da etkili çalışmamaktadır.

* Nefret suçlarında yargılamaların uzun sürdüğü ve çoğu zaman sürüncemede bırakılabildiği örneğin Almanya’da bilinen bir vakıadır. Türkiye’de de yargılamaların haddinden uzun sürmesi sadece nefret suçları açısından değil genel suçlar açısından da ciddi bir sorundur. Bu soruna karşı önlem alınması ve özellikle yargıçların ceza tayininde suçun nefret suçu niteliğine eğilmeleri gereğinin altı çizilmelidir. Kararların da daha sağlıklı gerekçelendirilmesi gerekmektedir.

* Ulusal, dinsel, ırksal, etnik, cinsiyet, cinsel tercih vb. unsurlarıyla bilinen azınlık kesimleri ile ve özellikle sivil toplum örgütleriyle emniyet teşkilatı arasında işbirliği mekanizmaları kurulmalı, polis nefret suçlarıyla mücadelede bu gruplardan yardım almalıdır. Bunun ötesinde polisin kendi içindeki ırkçı, aşırı milliyetçi, cinsiyetçi veya homofobik unsurların önlenmesi için farklı kesimlere mensup gençlerin emniyet teşkilatına kazandırılması gerekmektedir. Örneğin, bugünün Türkiye’sinde eşcinsellerin kamusal görevler almaları, hele hele kamu görevlilerinin “eşcinsel olduklarını” (“outing”) açıklamalarının önünde ciddi toplumsal, kültürel ve psikolojik engeller vardır. Bir memur ya da bir polis neden eşcinsel olduğunu açıklayamasın ve neden eşcinsellere karşı işlenen nefret suçlarını önleme yolunda emniyet teşkilatı tarafından kamuoyuna mesajlar verilmesin?

* Failin, mağdurun zayıf durumunu kullanarak saldırıda bulunmuş olması hali genel geçer bir şiddet sebebi olarak kabul edilebilir. Bu, özellikle evsizler, eşcinseller, kadınlar, yabancılar, mülteciler gibi gruplara karşı girişilen sokak saldırılarını yıldırmada etkili olabilecektir.

* Ceza Kanununun 216. maddesinin (mülga 312. madde) asıl amacının devleti azınlıklardan korumak değil, kin ve nefret suçlarına karşı azınlıkları korumak olduğunun farkına varılmalıdır.

* Yeni ihdas edilmiş olan ayrımcılık suç tipi, uygulamada da etkili olarak kullanılmalıdır.

* Polis istatistikleri bu suçları tüm boyutları ile ortaya koyabilecek şekilde genişletilmeli ve geliştirilmelidir. Olay, fail, mağdur özellikleri bütün boyutları ile ortaya konabilmelidir. Örneğin ABD’nde yirmi yıla yakın bir süredir uygulanan Nefret Suçlarının İstatistiki Olarak Ortaya Konması Yasasına[18] (Hate Crime Statistics Act) dayanan uygulamalardan sadece Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri ders alacak değildir. Türkiye’nin de bu gibi yasalara gereksinim duyduğu açıktır.

* Irkçı propaganda ile militan demokrasinin araçları ile çok sert bir biçimde mücadele eden Avrupa ırkçı şiddet fiillerini daha ciddiye almak durumundadır. Avrupa’da ırkçı propaganda kimi zaman düşünce özgürlüğününün genel sınırları da aşılarak bastırılmakta, ırkçı şiddete karşı ise özel önlemler alınmamaktadır. ABD’nde ise, tam tersi, ırkçı ya da genel olarak ayrımcı propaganda yapılması, sembollerin kullanılması, halkları veya toplum içindeki grupları kin ve düşmanlığa tahrik, ayrımcı toplantı ve gösteriler düşünce özgürlüğünün koruması altında olurken bu saiklerle girişilen şiddet eylemleri paralel diğer suçlardan çok daha ağır cezalarla karşılaşmaktadır. İşte Türkiye açısından da sözlü nefret suçundan çok şiddet içeren nefret suçlarına özel bir dikkat gösterme zamanı gelmiştir.

* Belçika’daki gibi bir fırsat eşitliği ve ırkçılıkla mücadele kurumu Türkiye’de de yararlı olabilir. Böylesi kurullar ayrımcılığı önleme yasalarının pratikte işletilip işletilmediğini denetlemede etkili olabilir (Ama bu satırları yazdığımız sırada bir göçmen Türk’ün Belçika’da bir hapishanede öldürüldüğü haberini ve Belçika idaresinin de olayı soruşturmaktan kaçındığını (tıklayınız) okuduk, acaba benzer yapısal ayrımcılık olaylarında ayrımcılık komisyonları ne derece etkindir?)

* Yeni Ceza Kanunu, ayrımcılık suçunu öngörmüş olsa da henüz genel bir “ayrımcılığı önleme yasası” çıkarılamamıştır. Toplumun türlü kesimlerine karşı toplumsal-yapısal ayrımcılığın şiddet içeren nefret suçlarını körüklediği olgusu unutulmamalıdır. Bazı kesimlere karşı girişilen saldırıları önlemek için o kesimlerin haklarını sınırlamaktan ziyade suçlarla mücadele edilmelidir. Şiddet yolu ile belirli siyasetleri dayatmak demokratik kültürün egemen olduğu toplumlarda geçerli olamamalıdır.

* Akılda tutulması gereken en önemli nokta; etnik, dinsel, cinsel vb. azınlıklar konusundaki egemen toplumsal eğilimin, çok kültürlülük bağlamında yapılan tartışmaların ve egemen siyasal söylemin, nefret suçlarını ister istemez arttırabileceği ya da azaltabileceği gerçeğidir. Ayrımcılığa, ırkçılığa , nefret suçlarına ve azınlık düşmanlığına karşı ceza hukukunun dışına taşan siyasetin önemi çok büyüktür. Bunlar arasında en önemli olanı azınlıkların, ülkenin siyasi iradesinin belirlenmesine katılımlarının sağlanması, hukuksal eşitliğin sağlanması ve fiili eşitliği gerçekleştirme yolunda destek politikalarının üretilmesi, yapısal ayrımcılığın önüne geçilmesidir. Almanya konusunda yaptığım çalışmalarda, Almanya’nın bu açılardan özellikle Hollanda, Belçika, Danimarka, Fillandiya ve İrlanda gibi ülkelerden geride bulunduğunu yazmış ve bu görüşlerime destek olarak Irkçılığı Gözlemleme Avrupa Örgütü tarafından hazırlanan raporları göstermiştim. Avrupa’da pek çok ülke eşitlik komisyonlarına şikayet mekanizmaları ihdas etmiştir. Luxemburg, işyerinde ya da mal ve hizmet sunumunda ırk, din, dil, cinsiyet, cinsel tercih vs. ayrımcılık yapılmasını cezai müeyyideye bağlayacak kadar ileri gitmiştir. Artık Türkiye’de de ayrımcılık suçtur. Portekiz’de 1999’dan bu yana ırkçılık karşıtı yasalar bulunmaktadır. Irklar-arası ya da etnik-kesimler-ararası ilişkilerin tansiyonu yükselttigi Avrupa’da en deneyimli ülke olan İngiltere’de 1976 yılından bu yana Irklar Arası Ilişkiler Yasası (”Race Relations Act”) bulunmaktadır. Bu yasa ile kurulan bir komisyon Ayrımcılığın Önlenmesi Komisyonu olarak görev yapmaktadır. Türkiye’de de bu alandaki eksikliklerin giderilmesi gereklidir.

 

Sonuç

Türkiye’de de türlü etnik, dinsel, cinsel ve siyasal azınlık kesimleriyle ilgili siyasetteki perspektif değişimi, toplumun siyasi orta kesimlerine de rahatça şıçrama potansiyeli gösteren kin ve nefret eğilimini ortadan kaldırabilir. Dengeli bir azınlıklar siyasetinin ve ayrımcılığın sistematik olarak önlenmesinin ayrımcı, ırkçı ya da azınlık düşmanı suçluluğu da dolaylı olarak önleyeceği tartışmasızdır. Ceza hukukunun bu konudaki rolü ikincil olmalıdır. Toplumsal barışı tehdit eden fiillerle ceza hukuku yolu ile mücadele, özünde meşru bir girişimdir. Yukarıda bu mücadelerde hangi araçlardan yararlanılabileceğini belirttik. Bununla birlikte, başka yollarla daha etkili bir mücadelenin mümkün olduğu zaman ceza hukuku, anayasanın hükmettiği orantılılık ilkesi gereği, ikincil planda kalmalıdır. Toplumsal-kesimler-arası her sorunla başa çıkmanın yolu ceza hukuku olamaz. Ceza hukuku ile mücadele kısa dönemde iyi sonuçlar verebilirse de uzun vadede toplumlar-arası güvenin sarsılmasına ve her tür sorunun etnik, ırksal vb. “biz” ve “onlar” gözlüğüyle görülmesine, birbirine karşıt gruplar arasında çifte standartlı değerlendirmelerin egemen olduğu çarpık bir psikolojinin nüfuzuna yol açabilir. Bu psikolojinin altında, suçun ne olduğuna değil, suçlunun ya da mağdurun kim olduğuna bakan tehlikeli bir ceza hukuku anlayışı yatmaktadır. Suçlunun ve mağdurun milli, etnik, dinsel, dilsel, ırksal, cinsel vb. kimliği yanında ya da karşısında oluşacak siyasal gruplaşmaların, sağlıklı bir ceza adaletine ve doğru yargı kararlarına varmayı olumsuz etkileyebileceği de gözönünde tutulmalı; nefret suçları olgusuyla mücadelenin, en azından ceza hukuku bakımından, siyasal ve kültürel kamplaşmanın savaş alanı değil, bireyin “farklı olma hakkı” savaşı olduğu düşünülmelidir.

* Bu makale; Dr. Öykü Didem Aydın’ın 12 Haziran 2001 tarihinde Freiburg’da bulunan Max Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü’nde, Federal Alman Adalet Bakanı Dr. Herta Daeubler-Gmelin’in Enstitüyü ziyareti onuruna verdiği konferansına dayanarak hazırladığı makalenin güncelleştirilmiş ve Türkiye’ye dair değerlendirmelerle zenginleştirilmiş halidir. Konferansın daha kısa, orijinal metni ilk olarak Enstitü’nün www.iuscrim.de adresindeki Internet sitesinde yayınlanmış ve MaxPlanckForschung adlı bilimsel dergide tam metin halinde yayınlanmıştır. Sayın Profesör Dr. Adem Sözüer’e konferansı Türkçe olarak makaleleştirme fikrini verdiği için çok teşekkür ederim.

** Yrd. Doç. Dr. jur. Öykü Didem Aydın, romancı (Eski Sinagog Meydanı, İletişim Yayınları 2009); akademisyen, avukat ve çevirmendir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Ankara Üniversitesi ve Milano Üniversitesi’nde tamamladığı yüksek lisans çalışmalarından sonra Almanya’da Freiburg Üniversitesi‘nde Profesör ve Max-Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü Eş Başkanı Dr. Hans-Jörg Albrecht’in danışmanlığında doktorasını tamamlamıştır. Doktorası sırasında ABD’nde araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. 1998-2003 yılları arasında Freiburg’daki Max Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü’nde araştırmacı olarak ”Toplumsal Grupları Tahkir ve Kin ve Düşmanlığa Tahrik Suçu (Alman Ceza Kanununun 130. Maddesi) Özel Bağlamında Almanya; ve ‘Nefret Suçları’ Özel Bağlamında Amerika Birleşik Devletleri’nde Irksal, Dinsel, Ulusal, Etnik, Cinsiyet ve Cinsel Tercih Temelli Ayrımcılıkla ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele” konusunda çalışmıştır. Dr. Öykü Didem Aydın’ın Almanca kaleme aldığı doktora tezi (“Almanya’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Nefret Suçları İle Mücadele”) 2006 yılında iuscrim Yayınevi tarafından Almanya’da yayınlanmıştır.

Öykü Didem Aydın’ın “Eski Sinagog Meydanı” adlı romanı 2009 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştır.

[1] Innenministerium Mecklenburg-Vorpommern: Skineads, rechtliche Voraussetzungen für ein Verbotextremistischer Organisationen. Strafrechtliche Erläuchterungen. Kennzeichnen, Propagandamittel und Symbole. Erläuterungen zur ”Reichskriegsflagge. Stichwort: ”Konzerterlass”, veröffentlicht, 4. Überarbeitete Auflage, August 1999, S. 21.

[2] Tageszeitung, Bericht vom 14.11.2000.

[3] Almanya’da gerek polis tarafından takip edilen ve hakkında hazırlık soruşturması açılmış bulunan olaylara ait istatistikler gerek mahkumiyet kararlarına ait istatistikler tutulmaktadır. Birinci gruba ait istatistikleri her eyaletin kriminel polis teşkilatı tutmakta ve Federal Polis de bunları yıllık bültenler halinde yayınlamaktadır. Aşırı sagcılık ve yabancı düsmanlığına dayalı olarak işlenen suçlarla ilgili olarak 1992 yılından bu yana özel istatistikler tutulmaktadır. Bu istatistikler, yıllık raporlarında anayasaya karşıt hareketlerin analizini ve tablosunu ortaya koyan Anayasayı Koruma Dairesi (Bundesamt für Verfassungsschutz) tarafından da yayınlanmaktadır. Bk. Bundesministerium des Innern, Bundesamt für Verfassungsschutz: Verfassungsschutzbericht, 1995’den başlayarak 2008 yılına kadar olan yıllık raporlar.

[4] KUBINCK, Michael: Fremdenfeindliche Straftaten, Polizeiliche Registrierung und justizielle Erledigung –am Beispiel Köln und Wuppertal”, Berlin 1997.

[5] ”Schreibtischtäter”.

[6] WİLLEMS, Helmut/WÜRTZ, Stefanie/ECKERT, Roland: Analyse fremdenfeindlicher Straftäter, Forschungsprojekt im Auftrag von Bundesministeriums des Innern, Bonn 1994.

[7] ”Holocaust-Leugnung.

[8] Alman Ceza Kanununun 130. maddesinin 3. fıkrası bu fiilleri ceza tehdidi altına almıştır.

[9] Almanya’nın demokratik tarihi boyunca iki parti kapatılmıştır. Bunlardan biri Anayasa Mahkemesi’nin BVerfGE 2 1.numaralı 23. Oktober 1952 tarihli kararı ile nasyonal sosyalist “Sozialistische Reichspartei”’in kapatılmasıdır. Bu kararın akabinde Komunist Partisi de programındaki hükümlerin militan demokrasinin gerekleri ile bağdaşmaması gerekçesi ile kapatılmıştır (BVerfGE 5 85). Bugün de aşırı sağcı olarak tanınan “Republikaner”ler (Cumhuriyetçiler) kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Aşırı sağcı ve göçmen düşmanı bu partinin hem demokratik siyasal sistem içinde bulunması hem de Anayasayı Koruma Dairesi tarafından izlenmesi ve Daire’nin yıllık raporları içinde yeralması ilginç bir not olarak kaydedilmelidir.

[10] ”Açık ve yakın tehlike” ölçütü modern biçimi ile ilk kez Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Brandenburg v. Ohio [395 U.S. 444 (1969)] kararı ile ortaya konmuştur. Brandenburg kararına konu olan olay tam olarak halkın bir kısmını diğer kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri oluşturmaktadır. “Ku Klux Klan” adlı ırkçı örgütün 60’lı yıllardaki liderlerinden Brandenburg, yaptığı bir konuşmada ”kişisel olarak inancım, zencilerin (Brandenburg ‘negro’ ifadesini kullanmıştır) Afrika’ya, yahudilerin İsrail’e dönmesi geregidir…Biz kinci bir örgüt degiliz ama eger Baskanımız, Kongremiz ve Yüksek Mahkememiz biz beyaz kafkas ırkını ezmeye devam ederse yapılacak bir şeyler, alınacak öclerin olması muhtemeldir” sözlerini sarfetmistir. Bu sözler korunması gereken hukuki bir değer olan hedef kitlenin canına ve malına ya da kamu düzenine yönelik açık ve yakın tehlike olusturmadığı gerekcesi ile düşünce özgürlüğünün koruma alanı içinde görülmüş ve Amerikan Anayasasının 1. Ek Maddesi’nin (First Amendment) böyle ifadelerin sınırlanmasına engel olacağı kabul edilmiştir.

[11] “The vulnerability of a person to a crime depends on the expected costs of crime for this person. The greater an individuals expected costs of crime, the more vulnerable she is.” “The expected costs of crime can be calculated by multiplying the probability of a crime by the size of the harm caused by the crime.” (Alon Harel & Gideon Parchomovsky, On Hate and Equality, 109 YALE L. J. 524 (1999), S. 527. Issız bir yerde yaşayan bir Afro-amerikalı aileye karşı girişilen ”haç yakma” saldırısında, mağdurların çevredeki beyazların yardımını isteyemeyecek olması, kolluk güçlerinin de uzak olması nedeni ve failin bu nedenleri bilmesi gerekçesi ile “vulnerable” oldukları kabul edilmiştir [935 F.2d 1211-1212 (11th Cir. 1991)].

[12] Bir Amerikan mahkemesi; bir kadını, kadının, umutsuzca romantik aşk peşinde olmasından yararlanarak dolandıran failin böyle bir “zayıf” durumdan yararlandığını kabul etmiştir [United States v. Scurlock, 52 F.3d 531, 541-542 (5th Cir. 1995)].

[13] Yeşiller Partisi Milletvekili Marieluise Beck Alman Federal Polis Teşkilatı’nın ırkçılık konusunda düzenlediği bir konferansta yaptığı konuşmasında bu noktaların altını çizmiştir (“Ausländerintegration und Fremdenfeindlichkeit” von, in: Herbsttagung des Bundeskriminalamtes “Rechtsextremismus, Antisemitismus und Fremdenfeindlichkeit” [www.bka.de, 05.03.2001 tarihli arama)].

[14] Alman Ceza Kanunu’nun 211. maddesi ırkçı ya da ayrımcılık saiki ile işlenen adam öldürme gibi bir fiilden sözetmese de Alman Federal Yüksek Mahkemesi içtihatları, ırkçı saikli adam öldürmeyi ”ahlaki olarak çok düşük bir saikle adam öldürme” olarak saymaktadır (BGH NJW 1994 395).

[15] BHG NJW 1994, S. 395: ” “Aus dem Gesamtzusammenhang der tatrichterlichen Feststellungen ergeben sich auch keine Anhaltspunkte dafür, dass der Angeklagte bei seinem Handeln aus dieser Motivation von gefühlsmäßigen oder triebhaften Regungen bestimmt gewesen wäre, die er gedanklich nicht hätte beherrschen und willensmäßig nicht hätte steuern können. Nach den Urteilsfeststellungen war er sich seiner Beweggründe, die ihm das BezG bei der Strafzumessung uneingeschränkt angelastet hat, wie der Umstände, die ihre Niedrigkeit ausmachen, klar bewußt…Ob der Angeklagte seine Motive selbst als niedrig bewertete, ist bedeutungslos” (BGH NJW 1994, S. 396).

[16] Amerika Birleşik Devletleri’nde bu tartışma müellifler arasında hala sürmektedir. Bir kısım müellif; ayrımcı saike dayalı adam öldürmenin ya da yaralamanın, ayrımcı olmayan fillerden daha zararlı ya da tehlikeli olduğu ya da faillerin kusur derecelerinin daha fazla olduğu düşüncesine karşı çıkmakta ve bu müelliflerden bazıları, tezlerini, ayrımcılık saikinin şiddet sebebi olarak kabul edilmesinin Amerikan Anayasasının düşünce özgürlüğünü düzenleyen 1. Ek Maddesi’ne (1stAmendment) aykırı olduğıu savına kadar vardırmaktadır [JAMES JAKOBS & KIMBERLY POTTER, HATE CRIMES, CRIMINAL LAW & IDENTITY POLITICS (1998); Susan Gellman, Sticks and Stones Can Put You in Jail But an Words Increase Your Sentence? Constitutional and Policy Dilemmas of Ethnic Intimidation Laws, 39 UCLA L. REV. 333 (1991); Susan Gellman, ”Brother, You Can’t Go to Jail for What You’re Thinking”: Motives, Effects and ”Hate Crime” Laws, 11 CRIM. JUST. ETHICS 26 (1992)]. Buna karşılık özellikle Afro-amerikalıların ve Yahudilerin başını çektiği azınlık din ve ırk gruplarına mensup müellifler ”nefret suçları” adı verilen uygulamanın anayasal bakımından meşru ve gerekli olduğunu, ceza hukuku siyaseti bakımından da etkili olduğunu savunmaktadır [FREDERICK LAWRENCE, PUNISHING HATE, BIAS CRIMES UNDER AMERICAN LAWS 91 (1999); David Goldberger, Hate Crimes Laws and Their Impact on the First Amendment, 1992-1993 ANN. SURV. AM. L. 569]. Bu tartışmalara cevabı Amerikan Yüksek Mahkemesi Wisconsin v. Mitchell [508 U.S. 476 (1993)] kararı ile vermiştir. Buna göre mahkumun ırkçı motivasyonu nedeni ile ceza tayini aşamasında cezasının arttırılmasını öngören yasa Anayasaya uygun bulunmuştur.

[17] Herbsttagung des Bundeskriminalamtes “Rechtsextremismus, Antisemitismus und Fremdenfeindlichkeit” [www.bka.de, 05.03.2001 tarihli arama].

[18] Hate Crime Statistics Act Pub. L. 101-275, 104 Stat. 140, 23 April 1990, 28 U.S.C. 534 (note) (1988 ed., Supp. III). Bu yasanın tarihi iç. bkz. J.M. Fernandez, Bringing Hate Crime into Focus- The Hate Crime Statistics Act of 1990, Pub. L. No. 101-275, 26 HARV. C.R.-C.L. L.REV. 261 (1991); J.B. Jakobs und B. Eisler, The Hate Crime Statistics Act of 1990, 29 CRIM.L. BULL. 99 (1993).

» “Nefret Suçları” başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Öykü Didem Aydın’e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır. (Yard. Doç. Öykü Didem Aydın)

http://www.sosyaldegisim.org/index.php/2009/12/nefret-suclari-ile-mucadele-ceza-hukukunun-olanaklari-ve-sinirlari/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Aşırı Milliyetçi Kapanım ve Nefret Suçları – I

Öykü Didem Aydın

Giriş

Bu yazıda dünyanın her coğrafyasında rastlanan temel bir “insani-toplumsal” sorun “takımadası”na; ırkçılık, zenofobi, aşırı milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, islam düşmanlığı, islamofobi, anti-semitizm, homofobi, kurumsal, yapısal veya özel ayrımcılık olgularına bağlı tehlikeli bir suç kategorisine değineceğim: nefret suçları.

Nefret suçlarından söz ederken hangi eylemlerin akla gelmesi gerektiğini aşağıdaki “dış kaynaklı” iki örnek açık olarak ortaya koyuyor. Önce “dış kaynaklara” bakalım, sonra içeride de başımızı ağrıtan bazı örneklere değineceğiz.

Irkçı bir müzik grubu konserlerinden birinde aşağıdaki sözleri içeren bir şarkı söylemiştir:

“Sen de benim gibi düşün; anlayabiliyor musun? Dayanabiliyor musun binlerce Türk’ün burada olmasına? Sonunda bitir bu işi, yetersin sen bu işe. Eskisi gibi yap ve hepsini tık trenlere!”.

İkinci örnek yalnızca sözde kalmayan ve şiddet içeren yabancı düşmanlığını gösterir:

Farid Guendoul diğer adı ile Omar Ben Noui 13.2.1999 tarihinde Guben’deki (Brandenburg) dazlak (”Skin-Head”) gençler tarafından önce tehdit edilmiş ve bir grup tarafından kovalanmıştır. Panik içinde kendisini kovalayan dazlaklardan kaçan genç bir eve sığınmaya çalışırken camlı bir sokak kapısının içinden geçmiş ve camın, atardamarlarından birini kesmesi yüzünden, sığınmaya çalıştığı apartmanın girişinde kan kaybından ölmüştür. Bu ölümcül insan avının üzerinden yirmibir ay geçtikten sonra Cottbus’da bulunan Eyalet Mahkemesi sekiz sanığı sadece taksirle ölüme sebebiyet vermekten mahkum etmiştir. Hakkında dava açılan 11 sanıktan yalnızca üçüne hürriyeti bağlayıcı cezalar verilmiştir. Verilen hafif cezalar Almanya’da tepki ile karşılanmış; Alman Yahudi Cemaatinin (o zamanki) Başkan Yardımcısı Michel Friedman bir insanın ölümüne sebebiyet veren gençlerin tecille kurtulmuş olmalarının anlaşılır bir şey olmadığını ifade etmiştir.

On yıl önce işlenmiş bu suçların benzerleri bugün de artan oranda işleniyor ve sayıları, salt ABD veya Almanya’da değil dünyanın her yerinde ve bu arada Türkiye’de gitgide artıyor. Yukarıda verdiğimiz iki örneğin benzerlerine, özellikle ırksal ya da etnik köken, dini inanç ya da inançsızlık veya cinsel tercih düşmanlığına dayalı olarak Türkiye’de sık sık rastlamıyor muyuz? Yukarıda özetlenen eylemleri hangi “Türk milliyetçisi” savunabilir?! Han Çinlilerinin Uygur Türklerine reva gördüğü muameleyi hiçbir “Türkçü” savunmaz. Ama “mağdur”, “Türk” değil de “başkası” ise ve olanlar “Türkiye’de, yanıbaşımızda meydana geliyorsa” iş başkadır. O zaman, “biz Türkler” “çılgınca” “milli birlik ve beraberliğimizi” savunuyoruzdur, ayrımcılık filan yapmıyoruzdur!

Almanya’daki neo-naziye sorsanız o da size kimbilir neler anlatır “nasyonel kültür”ünün, “hayat alanı”nın ve nedense virgül üstüne virgülle ayrılmış sıra sayılı pek çok başka değerinin Türkler tarafından nasıl da sarsıldığına; Türklerin veya müslümanların, Afrika’lıların, şunların, bunların yaşam tarzları ve “geri kalmış” töreleriyle nasıl da uyumsuz olduklarına dair… Mesela modern zamanların Avrupa muhafazakârı minareye düşmandır; ince minarenin uzandığı belirsiz çizgilerde, pek yakında çakacak şimşekleri; akacak yıldırımlarla yüklü kurşuni bulutların karabasanını görür. Çağdaş zamanların Türkiye’sinin muadil-kâbusu, manastır mumlarının cılız ve titrek alevinin yangın yerine çevirivermesidir ortalığı. Mumların üstüne elbirliğiyle su döküp son vermek lâzımdır bu kâbusa. Hep aynı korkuya dayanan aynı karabasandan boşanan aynı ilkel kovuşturma: “Birliğimizi koruyoruz, bize karşı yıkıcı komplolar kurmuş can-alıcı zararlılardan uzak tutuyoruz kendimizi çünkü biz de biliriz ideal birliğin, totaliter-ikili-delilikten başka bir şey olmadığını ama uzatmayın! İmkânsız idealin,  tekçi-birliğin yerini alacak fetişler, semboller bulduk, kısa-yoldan etiketler; benliklerimizi o gölgelerin gölgesi kıldık ki bize pek güvenli ve geleceği hesaplanabilir bir dünya vaad etsinler ve kalın kafamız alamayacağı için önüne yüksek duvarlar ördüğümüz çok-seslilikten uzak tutsunlar bizi…”

Hayır uzatacağım. Salt düşman-kabilecilik değil aynı zamanda da modern bir “Avrupa” hastalığı olan ırkçılık “söylemi” Türkiye’de de canımızı sıkıyor! Bu yazıyı yazarken uzun uzun Tuna, Ren, Seine boylarını da düşündüm! Türlü türlü Avrupai coğrafyalarda, türlü türlü “muassır medeniyet” iklimlerinde yaşamış azınlıklar yeteri kadar almışlardır ırkçılıktan nasiplerini. Ve o nasipleri alırken hep, “genel-geçer”in özgünü ve bireyseli ezemeyeceği; basmakalıbın, toplu etiketlerin, sembollerin altında benliklerini yitirmek zorunda kalmayacakları zamanları ve coğrafyaları düşlemişlerdir. Basit sembol, türlü türlü oluşun çok sesliliğini dillendirmekten uzak; karmaşık oluş sembolün gölgesine tutsak, bir gölgenin gölgesinde kalmak gibi bir şeydir çünkü şu alemlerin su geçirmez, paslanmaz çelikten, urgan boğuğu “tekçi-kültür-milletleri”.

 

Nefret Suçları

Mağdurun dini, dili, ırkı, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti, felsefi ya da siyasal inancı, cinsel tercihleri vb. özelliklerine karşı duyulan düşmanlığa dayalı olarak işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail, mağdura salt farklı bir toplumsal kesim kimliğini taşıdığı için ya da salt belirli bir toplumsal ya da kültürel kesimin mensubu olduğu için zarar vermek istiyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç, genel olarak aynı zamanda bir nefret suçudur. Ayrımcı ve ırkçı suçlar veya halkın bir kesimine karşı kin ve düşmanlığa tahrik eylemleri de bir yönüyle nefret suçlarıdır. “Önyargı”lara dayalı aşağılamaların, alayların, farklılıklara tahammülsüzlerin, çoğunlukla “zararsız” sayılan masabaşı örneklerine sıkça rastlanır da kin ve nefret, salt sözde kalmaz. Kin ve nefret propagandasının, eyleme dökülmüş biçimleri, doğallıkla, çok daha tehlikelidir.

Nefret suçları terimi ABD kaynaklı bir terimdir. Nedeni açık değil mi? Kölelik düzeninden bugüne uzanan çizgide temel bir “ayrımcılık” meselesi olmuştur ABD’nin. ABD’nde ayrımcılık biçiminde, Avrupa’da totaliter biçimde, aslında modern öncesi kabilecilikten farklılaştığı oranda, bildiğimiz pek çok ideoloji gibi gene “Batı” kaynaklıdır ırkçılık.

Aslında Batının “ilmine bilmine”, “muassır medeniyeti”ne ulaşmayı ilke edinen pek çok Batı-dışının da bu nedenle tuhaf bir ilişkisi vardır Batıyla. Tuhaf bir “baba” figürüdür “Batı”. Hem o baba figüründen nefret etmek, o babanın otoritesine karşı romantik bir isyana kapılmak, hem de onunla özdeşleşecek bir yol aramak vardır” kaderinde bu çevrenin. Türk ulusalcılığı da romantik isyanla, özdeşleşme arzularını birarada barındıran, barındıramayan, barındıran, barındıramayan iki uçlu duygudurum sarkacında sallanmaktan muzdariptir. Bir “medeniyet” fikri alınmıştır “ağababadan” ama onunla birlikte o ağanın “üniter devlet” fikri de alınmıştır ve o fikrin  totaliter ya da otoriter abartma eğilimi de aynı paket programdan çıkmıştır sanki. Bugün bile dehşet içinde şaşmaya devam ederiz Wagner’in muhteşem müziğine duyarlı o derin, o medeni  kulakların nasıl olup da milyonlarca Yahudinin, Sinti ve Romanın, eşcinselin, karşıt-siyasinin, engellenmişin gaz odalarına gönderilişine tıkanıvermesine ve konu komşusunun da meraklı kalabalık gibi durumları seyredişine. Tamam. Tarihten “resmen” ders almıştır Batı, Batıdaki (ya da en azından Batının gözü göre göre) en son soykırım 1992 civarında (işte yüzyıl önce!) filan gerçekleşmiştir ama yine de “ders alamamış” ve tek ayak üstünde bekletilen “şimdilik (?) sınırlı” bir kitle barındırılır aynı bünyede. Neyse. Bu düşünce çizgisini uzatmayayım çünkü konumuzla neredeyse hiç alakası yok!

Yakın zamana kadar Batı Avrupa hukukunda nefret suçları kavramına yer verilmiyordu. Nefret suçları kavram alanı altındaki suçlar, kendilerine özgü kategorilerde ayrı ayrı değerlendiriliyordu. Ancak artık nefret suçlarının da farklı bir sosyo-kriminolojik gerçekliği anlattığı, oldukça ciddi bir toplumsal sorun olduğu ve kendine özgü tipolojisinin bulunduğu Avrupa’da da kabul edilmiş ve bu konuda gerek kuramsal gerek pratik çalışmalar artmaya başlamıştır. Nefret suçları kategorisinin yaratılmasında, azınlık kesimlerinin güçlenmesinin ve haklarına sahip çıkma konusunda seslerini çıkarmaya başlamalarının da çok önemli bir rolü vardır. Hem Avrupa’da hem de ABD’nde tarihsel “miras”la “bugünün” sorunlarının içiçe geçtiği son derece karmaşık bir “çok kültürlülük” olgusu ve bu olguyu kabullenmemekte direnen bir “ırkçılık” sorunu vardır. Irkçılık sorunu değişip dönüşmüş, “üstün-kültürcülük” sorunu olmuştur. Öte yandan, şimdilik öyle pek korkutucu boyutta olmadığına inanılsa da hem ABD hem de Avrupa meseleyi seyretmemekte, çözmek için pek çok kaynağı seferber etmektedir.

Nefret suçu terimini, bir kesime mensup olanın diğer kesime mensup olandan “nefret” etmesini anlatıyor görünse de “nefret” değildir her olayda söz konusu olan. Kimi zaman önyargıdır, kimi zaman nefrete varmayan başka düşmanca hislerdir kimi zamanda haklı olduğuna inanılan tepkisel eylemler, kimi zaman da basitçe alay etme ya da aşağılamadır. Nefret suçu, belirli toplumsal kesimlere karşı türlü türlü ayrımcı saiklerle işlenen eylemleri anlatmak için kullanılan bir “torba kavram”dır.

Nefret suçlarının bugünün çok kültürlü toplumlarında barış içinde birarada yaşamayı dönem dönem ciddi ölçüde engelleyen boyutlara vardığını biliyoruz. Bu suçlar, zaman zaman çeşitli toplumsal kesimler arasındaki siyasal çatışma ve kamplaşma eğilimleri ile ilgili görünse de, failleri, her zaman, belirli siyasal kesimlere mensup, yönelimleri kararlı kimseler değildir. Ama her zaman siyasi saiklerle işlenmiyor olsalar da, nefret suçlarının; belirli kesimlere karşı egemen toplumsal önyargılardan, “tarihsel” düşmanlıklardan, genel siyasal kışkırtmalardan etkilenen kimseler tarafından işlendikleri söylenebilir. Bu nedenle nefret suçları, belirli toplumsal kesimlere yönelik egemen-siyasal ya da sosyo-kültürel tahammülsüzlüğün veya düşmanlıkların, bireysel izdüşümleri olarak görülebilir. Nefret suçları çizgisinde iz sürmek, sokaktaki basit sövmeden, azınlık karşıtı “protesto” eylemlerine, o eylemlerden pogromlara, pogromlardan soykırıma dallanıp budaklanan bir fenomenin, adi suçlarla siyasal şiddetin birbirleriyle temas ettiği ya da etmediği “gölge topraklarında” dolaşmayı gerektirir.

Aslında her suç için geçerli olan önemli bir kriminolojik gerçek, nefret suçları için de geçerlidir: Bireysel olsun toplu olsun suç olgusu; salt bireysel bir “şaşırmışlığın” ya da gayrimeşru bir “ölçüsüzlüğün” değil, aynı zamanda devletin yapısının, toplumsal ilişkilerin ve hiyerarşik yapılanmaların örgütlenmesinin, egemen ahlâk ölçülerinin, ekonomik paylaşımın, toplumsal, ekonomik ve kültürel iletişim kodlarının niteliğinin ya da niteliksizliğinin de bir göstergesidir.

 

Türkiye’de Nefret Suçları

Türkiye’de de belki teknik olarak yabancı düşmanlığı olarak adlandırılamayacak (herhalde Türkiye’de yeterince fazla sayıda yabancı yaşamadığı için!) ama ırk, din, etnik köken, felsefi inanç ya da cinsel tercih düşmanlığı olarak adlandırılabilecek çeşitli “kriminojen” ortam ve hareketlerin bulunduğunu ve bunların kendilerini zaman zaman oldukça çok tehlikeli suçlarla “ifade ettikleri”ni biliyoruz. Gün geçmiyor ki Türkiye’de de etnik kökenleri, dinsel, siyasal ya da felsefi inançları ya da inançsızlıkları veya cinsel tercihleri yüzünden insanlar bir aşağılamaya ya da fiili saldırıya maruz kalmasın. Bugün internet ortamında da nefret suçlarının körüklendiği gruplaşmaların yaşandığına tanık oluyoruz. Nefret suçları özellikle genç yaştaki kimseleri kıskacına alıveren “bizim çete”cilik hevesleri ile yaygınlaşıyor.

ABD’nde ya da artık sınırlı ölçüde de olsa Avrupa’da, polis teşkilâtları, nefret suçları istatistikleri tutmaktadır. Türkiye’de benzer istatistiki çalışmalar yoktur. Bununla birlikte, dönemsel olarak gazete haberlerini taramak, sivil toplum örgütlerinin haber, yıllık rapor ve kampanyalarını taramak, Türkiye’de de ciddi bir nefret suçları sorununun olduğunu anlamaya yeter. “Kürt açılımı”, “hıristiyan azınlıklar”, “eşcinsel hakları” vb. konulardaki tartışma ve gruplaşmaları pek genel olarak takip etmek dahi, hem sözlü şiddet hem de fiili şiddet içeren nefret suçlarının Türkiye’de de yaygın olduğunu gösterir.

Yabancı düşmanlığına dayalı olarak suç işleyen ya da genel olarak nefret suçu işleyen faillerin mutlaka ideolojik temelli olarak hareket etmedikleri biliniyor. Gerek sözlü taciz ve sövme, kin ve düşmanlığa tahrik suçları gerek şiddet içeren eylemler, artık bir ırkı yoketme amaçlı ideolojik soykırıma yönelik organize eylemler olmaktan çok, tek tek faillerin ya da belirli kültüre mensup grupların, toplumun, korunmadan yoksun zayıf kesimlerine karşı işlediği suçlardır. Bu suçlar, bazen önyargılar ve eğitimsizlik bazen siyasal ve kültürel düşmanlık, bazen rekabet duyguları, bazen ailevi ve toplumsal bağların küreselleşmede çözüldüğü bir dünyada yönelimini bulamamış gençlerin kimlik arayışı ve tepkiselliği biçiminde ortaya çıkıyor. Çoğu zaman da çoğunluktan farklı olan, salt farklı olduğu için birilerinin “ajanı” olmakla suçlanıyor. O suçlanan, Joseph Skvorecky’nin -bir bilimsel toplantıda vatanını karalamakla ve Batı’ya iltica etmekle itham edildiğini (tam da vatanına dönmüş iken) gazeteden okuyan- “Mühendis”i gibi, bir türlü haberi yalanlatamaz; sürekli izlendiği için uyku uyuyamaz! Yurt dışına sığınmakla suçlanan Mühendis sonunda türlü tehlikeleri göze alarak kaçar ve gerçekten de yurt dışına sığınır!  Irkçı söylem, hakikaten kendi hainini yaratmakta pek ustadır; olmasa da ortada ihanet filan, bir tane kendi yazar, yönetir ve izletir…

Ama örneğin Avrupa’da ideolojik temelli, Yahudi veya Müslüman ya da Yabancı düşmanlığından beslenen aşırı sağ siyasi parti ve oluşumların varlığı ve toplumda seslerini duyurabilmeleri de dikkat çekicidir. Bu tip siyasal oluşumların bir “arka bahçesi”, partiyle organik bağı olmasa da kendisini “davanın neferi” olarak gören bir “genç takımı” vardır hep. Masabaşı faili olarak da adlandırılan ve böylesi oluşumlara karşı görünse de, bunların ürettikleri bazı fikir ve çözümleri benimseyen “yaşlı” muhafazakar parti ve oluşumlar da çoğu zaman aşırı sağın, aşırı milliyetçiliğin ekmeğine yağ sürer.

Siyasal oluşumlar bir yana, bu alanda toplumsal madalyonun bir yüzü yapısal ayrımcılık örnekleri ile kararmıştır: “…Aaa göçmen Türk’e hapishanede işkence yapılmış…”

Toplumsal madalyonun diğer yüzünde ise yapısal ayrımcılığa karşı tepkisel şiddet gösteren azınlıklar ve o şiddeti yaratan koşulları görmezden gelenler vardır: “Aaaa, ‘kopuk’(!) ‘Mağribi’ gençler Fransız otomobillerini yerletersyüzbir ediyor, dükkanları taşlıyor” (!)

Irkçılık madalyonunun “Türkiye” izdüşümünde ise, memleketin kimi “çağdaş”-“batılı” sakinlerinin dillendirdiği “iç-göç” şikayetleri ya da “iç göç”ten şikayet ne kadar da benzer Batı Avrupa’lı “muhafazakâr”ın dillendirdiğine. Bu arzuhâl, yapısal ayrımcılığı görmezden gelen, türlü türlü yaşam tarzlarını yaratan yapısal koşulları sorgulamayan, belirli kesimleri neredeyse “doğuştan” şöyle ya da böyle davranmaya eğilimli gören söylemlerle doludur. Göçmenin son derece kötü çalışma koşulları içinde, düşük ücretlerle, “sigortasız” halde ürettiği hizmetlerden yararlanılırken, onun “yaşam tarzından” rahatsız olunması başlıbaşına bir ayrımcılık türüdür ve nefret söylemi biçiminde yaygınlaşmasına ramak kalmıştır. Ürünleriniz çok düşük ücrete, kelle-koltuk yolculuklarla eteklerinize düşen mevsimlik ziyaretçilerce, Ralph Ellison’un “Görünmez Adam”larınca toplansın; sokaklara attığınız çöplerdeki plastik şişeler, kağıtlar, şunlar bunlar, etnik kökeniyle ayrılmış “zoraki çevreciler” tarafından ayıklansın ama, aman aman bu ziyaretçiler, yaşam tarzlarıyla “sorun” olmasınlar! Kağıt bilmemne dolu o çöp tornetleri filan var ya, onlar işte, gündüz tıkamasınlar otomobilinizin yolunu da siz bilmemne plazasındaki toplantınıza rahat yetişin!

Bu madalyonun, bir dolu yüzü var… Başka bir perspektif:

“Sokaklar güvenli olmaktan çıktı!”

“Niye?”

“Çıktı canım, belli değil mi?”

“İyi de niye çıktı?”

“Bilmiyorum, suçlular kol geziyor.”

“Kol gezmeyip ne yapacaklardı?”

“Çalışsınlar ayol!”

“Kimi Curriculum Vitae, başka türden bir ‘kariyer’e mecbur belki de… Suç kariyeri denir buna…”

İşte aşırı milliyetçi çocuğun, nefret suçu failinin, terörcü çocuktan farkı yoktur belki de suça itilmişlik açısından… İkisi de Tuzla’da ölüm makineleri altında ezilmektense, rehber büyüklerinin teşvikleri ve tavsiye mektupları sayesinde aynı derecede riskli ama “daha parlak” bir “gelecek” (!) vaadeden meşgalelerle, CV’lerine uygun şekilde ilerliyorlardır suç kariyerlerinde! Koskocaman bir “dava”nın neferi olmak varken ne diye “sakat işçi” aylığına muhtaç duruma düşsünler!

Siyasal platformlarda, basın organlarında öyle ya da böyle “Kürt Açılımı” tartışılırken bazı gündelik ortamlarda “Kürt düşmanlığı”nın yaygınlaşması tesadüf mü? “Azınlık”ların öz-kimlik bilincinin artık haklı olarak daha çok sesli dillenmesinden rahatsız olanlar, birden bire “Kürt fıkralarına” merak salmaya, kimi Kürtlerin Türkçe aksanıyla “alay etme” teşebbüsüne girişmeye başladılar. Önceleri de sık rastlanıyordu benzer ayrımcı tavırlara ama belki de “muhatapları” yeterince ses çıkarmadıklarından geçiştiriliyordu bunlar. Benzer tavırlara, göçmen Türkler veya müslümanlar konusunda çok tanık oluruz. Yanıbaşında yaşayan insanın diline vb. nitelik ve zenginliklerine ya da içinde bulunduğu toplumdaki varoluş ve yaşayış koşullarına en ufak bir ilgi göstermez, onu eşit haklara ve eşit oluş biçimlerine sahip bir muhatap kabul etmez iken, ondan hemen şu “modern” topluma “entegre” oluvermesini ister gizli ırkçı. Şunu da eklemeden geçmeyeyim ama: Sonuçta yarım asırdır Batı Avrupa toplumlarında varlık ve söz sahibi olan göçmenlerin tarihsel konumu ile bugün Türkiye’nin en az Türkler kadar sahibi olan azınlıklarının durumu karşılaştırılınca, Türkiye’nin artık fazla ileri giden “Türkçülüğü”, Almanya’nın “Alman kültürcü”lüğünden çok daha rahatsız edicidir. Kaç “Türk oğlu/kızı Türk”, yanıbaşında o kadar zamandır konuşulan bir dili, mesela “Kürtçe”yi öğrenmek istemiştir; hatta merak edip de “birkaç sayfa okuyayım yahu şu Kürtçe hakkında, nasıl bir dildir” diye sormuştur? Herkes İngilizce, Almanca, Fransızca meraklısıdır da, dur bir de Kürtçe öğreneyim diyenimize pek sık rastlanmaz. Neden? İnsanlar “cool” (!) ve “inter-national” saydıklarına meraklı olduklarından, “inter-cultural”a pek rağbet etmediklerinden ya da Kürtçe bilgisiyle iş bulamayacaklarından filan mı? Belki. Belki de insanı bir dili öğrenmeye iten erek “iş bulma”nın yanında ve en az onun kadar gerekli olan “komşu ile iyi geçinme, yanıbaşındaki insanı daha iyi tanıma” ereği olmalıdır.

Ama nefret suçları çok boyutlu bir olgu. Çünkü “farklı olana karşı beslenen düşmanlıktan” kaynaklanan bir söylem ya da eylem. Öyle olunca da türlü türlü “farklılara” karşı türlü türlü nefret suçları işleniyor ve her tür nefret suçu farklı farklı boyutlar kazanıyor. Müslüman düşmanlığı, Yahudi düşmanlığı, kadın düşmanlığı, eşcinsel düşmanlığı, Afrika kökenli düşmanlığı vs. vs. her tür “zenofobinin” ortak paydası, toplumun çoğunluğuna ya da çoğunluk olmasa da “egemen ortalama”sına mensup kimse ya da kimselerin, toplumun azınlığına ya da azınlık olmasa da zayıf ve hassas konumda bırakılmışlara karşı beslediği “antipati”, “önyargı”, “nefret”, “aşağılama” vb. düşmanlık duygularına, ezdikçe ezme hislerine dayanması; çoğunluğun, çoğu yerle kalmayıp her yeri “kaplama” yolundaki totaliter sapma eğilimlerinden güç alması. Bu hisler, bazen “hastalıklı bir ruh haliyle” bazen de “hiç de hastalıklı olmayan ve pek reel-politik hesaplara dayalı” olarak eyleme itiyor suçluyu… Bireysel şiddet, yapısal ayrımcılıktan da destek alabiliyor. Toplumun siyasal ve kültürel “orta”sında, bir “rahatlama” yaratma misyonu edinerek ve zaman zaman da o “orta”ya hizmet ettiğine inandırılarak, oraya bile sıçrama potansiyeli gösteriyor.

“Beyaz adamlarla” ada-parsellenen bir dünyada ne çok heimatlosigkeit özlemi çeker olduk!

İkinci yazımda azıcık hukuksal ve kültür-politik bir surat asacağım ve nefret suçları ile mücadelede farklı perspektiflerden sözedeceğim. (Yard. Doç. Öykü Didem Aydın)

http://www.edebiyatvehukuk.org/asiri-milliyetci-kapanim-ve-nefret-suclari-i.html

http://www.sosyaldegisim.org/index.php/2009/12/asiri-milliyetci-kapanim-ve-nefret-suclari/

 

 

Nefret Suçları ile Mücadele – II

Öykü Didem Aydın

Ceza Hukukunun Olanakları ve Sınırları*

Makale, gözden geçirilmiş ve Türkiye’ye dair açıklamalarla geliştirilmiş bu haliyle, Levent Şensever arkadaşımızın “nefret suçları mücadelesi”ne ithaf edilmiştir.

Giriş ve Birinci Yazının Özeti

Dilerseniz birinci yazının özetiyle giriş yapalım, sonra da ikinci kısma geçelim. Kin ve nefret suçlarından kriminolojik olarak söz ederken hangi fiillerin akla gelmesi gerektiğini aşağıdaki iki örnek çok açık olarak ortaya koymaktadır:

Irkçı müzik grubu bir konserinde aşağıdaki sözleri içeren bir şarkı söylemiştir:

“Sen de benim gibi düşün; anlayabiliyor musun? Dayanabiliyor musun binlerce Türkün burada olmasına? Sonunda bitir bu işi, yetersin sen bu işe. Eskisi gibi yap ve hepsini tık trenlere”.

Bu metin Almanya’da Gençlere Zararlı Metinleri Denetleme Kurulu tarafından gençlere zararlı bir metin olarak kabul edilmiş ve onlara dağıtımı ve propagandası ceza tehdidi altına alınmıştır.[1]

İkinci örnek yalnızca sözde kalmayan ve şiddet içeren yabancı düşmanlığının boyutlarını göstermektedir:

Farid Guendoul diğer adı ile Omar Ben Noui 13.2.1999 tarihinde Guben’deki (Brandenburg) dazlak (”Skin-Head”) gençler tarafından önce tehdit edilmiş ve bir grup tarafından kovalanmıştır. Panik içinde kendisini kovalayan dazlaklardan kaçan genç bir eve sığınmaya çalışırken camlı bir sokak kapısının içinden geçmiş ve camın, atardamarlarından birini kesmesi yüzünden, sığınmaya çalıştığı apartmanın girişinde kan kaybından ölmüştür. Bu ölümcül insan avının üzerinden yirmibir ay geçtikten sonra Cottbus’da bulunan Eyalet Mahkemesi sekiz sanığı sadece taksirle ölüme sebebiyet vermekten mahkum etmiştir. Hakkında dava açılan 11 sanıktan yalnızca üçüne hürriyeti bağlayıcı cezalar verilmiştir. Verilen hafif cezalar Almanya’da tepki ile karşılanmıştır. Alman Musevi Cemaatinin Başkan Yardımcısı Michel Friedman bir insanın ölümüne sebebiyet veren gençlerin tecille kurtulmuş olmalarının anlaşılır bir şey olmadığını ifade etmiştir.[2]

On yıl önce işlenmiş bu suçun benzerleri türlü türlü azınlık ve kesimlere karşı bugün de artan oranda işlenmekte ve sayıları, salt ABD veya Almanya’da değil, dünyanın her yerinde ve Türkiye’de de gitgide artmaktadır.

 

Nefret Suçları

Mağdurun dini, dili, ırkı, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti, felsefi ya da siyasal inancı, cinsel tercihleri vb. özelliklerine karşı duyulan düşmanlığa dayalı olarak işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail, mağdura salt farklı bir toplumsal kesim kimliğini taşıdığı için ya da salt belirli bir toplumsal ya da kültürel kesimin mensubu olduğu için zarar vermek istiyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç, genel olarak aynı zamanda bir nefret suçudur (Ayrıntılı Almanca analiz iç. bkz. Öykü Didem Aydın, Bekaempfung von Hassdelikten …: bağlantı) Ayrımcı ve ırkçı suçlar veya halkın bir kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri de bir yönüyle nefret suçlarıdır.

Nefret suçları terimi ABD kaynaklı bir terimdir. Yakın zamana kadar Batı Avrupa ceza hukukunda nefret suçları kavramına yer verilmiyordu. Nefret suçları kavram alanı altındaki suçlar, kendilerine özgü kategorilerde ayrı ayrı değerlendiriliyordu. Ancak artık nefret suçlarının da farklı bir sosyo-kriminolojik gerçekliği anlattığı, oldukça ciddi bir toplumsal sorun olduğu ve kendine özgü tipolojisinin bulunduğu Avrupa’da da kabul edilmiş ve bu konuda gerek kuramsal gerek pratik çalışmalar artmaya başlamıştır. Nefret suçları kategorisinin yaratılmasında, azınlık kesimlerinin güçlenmesinin ve haklarına sahip çıkma konusunda seslerini çıkarmaya başlamalarının da önemli bir rolü vardır.

Nefret suçları, hem ABD’nde hem de Avrupa’da artan oranda işlenmekte ve bugünün çok kültürlü toplumlarında barış içinde birarada yaşamayı dönem dönem ciddi ölçüde engelleyen boyutlara varabilmektedir. Hem öldürme, yaralama, cinsel taciz, yangın çıkarma, mala zarar verme gibi ağır saldırılar biçiminde işlenmeleri yüzünden, hem de, sadece bireysel zarar vermekle kalmayıp aynı zamanda çeşitli toplumsal kesimlere mensup kimseleri korku, endişe, hatta dehşet içine düşürmeleri yüzünden özellikle tehlikeli sayılan nefret suçları ile mücadele stratejileri konusundaki tartışmalar sürmektedir.

Nefret suçları, zaman zaman çeşitli toplumsal kesimler arasındaki siyasal çatışma ve kamplaşma eğilimleri ile ilgili görünse de, failleri, her zaman, belirli siyasal kesimlere mensup, yönelimleri kararlı kimseler değildir. Ancak nefret suçlarının failleri; bu suçları her zaman siyasi saiklerle işlemiyor olsalar da, kriminolojik olarak, belirli kesimlere karşı egemen toplumsal önyargılardan, “tarihsel” düşmanlıklardan, genel kışkırtmalardan etkilenen kimseler oldukları söylenebilir. Bu nedenle nefret suçları, belirli toplumsal kesimlere yönelik egemen-siyasal ya da sosyo-kültürel tahammülsüzlüğün veya düşmanlıkların, bireysel izdüşümleri olarak görülebilir. Aslında her suç için geçerli olan önemli bir kriminolojik gerçek, nefret suçları için de geçerlidir: Bireysel olsun toplu olsun suç olgusu; salt bireysel bir “şaşırmışlığın” ya da gayrimeşru bir “ölçüsüzlüğün” değil, aynı zamanda devletin yapısının, toplumsal ilişkilerin ve hiyerarşik yapılanmaların örgütlenmesinin, egemen ahlâk ölçülerinin, ekonomik paylaşımın, toplumsal, ekonomik ve kültürel iletişim kodlarının niteliğinin ya da niteliksizliğinin de bir göstergesidir.

Türkiye’de de belki teknik olarak yabancı düşmanlığı olarak adlandırılamayacak ancak etnik köken, felsefi inanç ya da cinsel tercih düşmanlığı olarak adlandırılabilecek çeşitli kriminojen ortam ve hareketlerin bulunduğu ve bunların kendilerini zaman zaman oldukça çok tehlikeli suçlarla “ifade ettikleri” bilinmektedir. Gün geçmiyor ki Türkiye’de de etnik kökenleri, dinsel, siyasal ya da felsefi inançları ya da inançsızlıkları veya cinsel tercihleri yüzünden insanlar bir aşağılamaya ya da fiili saldırıya maruz kalmasın. Bugün internet ortamında da nefret suçlarının körüklendiği gruplaşmaların yaşandığına tanık oluyoruz. Nefret suçları gitgide yaygınlaşmakta, özellikle gençleri kıskacına alabilen “çetecilik hevesleri” ile de işlenegelmektedir.

ABD’nde ya da artık sınırlı ölçüde de olsa Avrupa’da, polis teşkilatları, nefret suçları istatistikleri tutmaktadır. Türkiye’de benzer istatistiki çalışmalar yoktur. Bununla birlikte, dönemsel olarak gazete haberlerini taramak, sivil toplum örgütlerinin haber, yıllık rapor ve kampanyalarını taramak, Türkiye’de de ciddi bir nefret suçları sorununun olduğunu anlamaya yeter. “Kürt açılımı”, “dinsel azınlıklar”, “eşcinsel hakları” vb. konulardaki tartışma ve gruplaşmaları pek genel olarak takip etmek dahi, hem sözlü şiddet hem de fiili şiddet içeren nefret suçlarının ülkemizde de yaygın olduğunu göstermektedir.

Bu ikinci yazıda önce ABD ile Avrupa karşılaştırmasından yola çıkmak, sonra da Türkiye için de bazı tartışma perspektifleri sunmak istiyorum.

 

Nefret Suçları Konusundaki Deneysel Bulgular

Almanya’da aşırı sağcı, musevi düşmanı ve yabancı düşmanı suçların son on yılda da ciddi oranlar gösterdiğine ilişkin yaygın kanıyı somut istatistiki bilgiler de desteklemektedir.[3] Irkçılığı ve Yabancı Düşmanlığını Gözlemleme Avrupa Dairesi’nin raporlarına göre bu durum yalnızca Almanya değil tüm Avrupa için geçerlidir. Bu tip suçlar Almanya’da 2000 yılında büyük bir artış göstermiş ve 2001 yılından günümüze kadar dönemsel olarak düşüş ve artış göstermeye devam etmiştir. Son on yılda 20.000 eşiğinin aşıldığından sözedilebilir. Çünkü örneğin 2000 yılında bu alanda 15.951 suç kaydedilmişti. Bu, önceki yıla göre % 58,9 oranında bir artışı ifade etmekteydi. Kuzey Ren Westfalya eyaletinde % 74,1’lik bir artıştan sözedilmişti.

Bu suçlar yıllar içinde düşüş ve artışlar göstermişlerdir ancak 2008 yılında yine de 20.422 adet “sağ eğilimli” suç; 6724 “sol eğilimli” suç ve 1484 adet de yabancıların işlediği suçlar olmak üzere toplam 24605 “siyasal” eğilimli suç işlenmiştir.

2008 yılında işlenen toplam 31.801 “siyasal” eğilimli suçun 24.605’i “aşırı” eğilimli suçtur ve bu aşırı eğilimli suçların 19.894 adeti, “aşırı sağ eğilim”le işlenmiş suçlardır. 19.894 adet aşırı sağ eğilimli suçun 1042 adeti ise “şiddet suçları”dır.

Özellikle endişeye sevkedici bir durum şiddet içeren aşırı sağ eğilimli suçların adam öldürme, yaralama, yangın çıkarma, kamu emniyetini bozma, yağma gibi ciddi suçlar şeklinde işlenmesidir.

Dönemsel olarak aşırı sağcı, yahudi düşmanı ve yabancı düşmanı şiddet suçu işlendiği ve artış dönemlerinde suçların birbirlerini tetiklediği gözlemlenmektedir. Şiddet içeren suçlarda artış oranı yüksektir. Bu grup içinde “aşırı sağ siyasi saikli” suçlar da yükselmiştir.

Aşırı sağ bir siyasi motivasyonu olsun olmasın yabancılara karşı genel olarak işlenen şiddet suçları, sözü edilen grup içinde en yaygın grubu oluşturmaktadır.Yine, motivasyonu yahudi düşmanlığı olan şiddet şuçlarının sayısı da fazladır. Örneğin 2008 yılında aşırı sağ eğilimli şiddet suçlarının % 37.9’u yabancı düşmanlığı saikine dayalı olarak işlenmiştir.

Bu eğilimlerin ve istatistiki verilerin analizinde; son yıllarda Alman toplumunu çok rahatsız eden yabancı düşmanlığına dayalı suçlarda mağdurların ve toplumun diğer kesimlerinin duyarlılığının artmasına paralel olarak şikayetlerin ve ihbarların da artmış olabileceği ve yine polisin bu suçları takipte artan dikkatinin de istatistikleri yukarı çekmiş olabileceği noktaları gözönünde tutulmalıdır. Her durumda nefret suçu olgusu, batı dünyasında önemli bir toplumsal sorun olmaya devam etmektedir.

Yine dikkat edilmesi gereken nokta özellikle yabancılara yönelik tehdit ve saldırıların kitle iletisim araçlarında yoğun olarak yeralmasından sonra paralel taciz ve saldırıların kısa dönem içinde yoğun olarak artması ve medyanın ilgisi ortadan kalktıktan sonra düşmesi olgusudur.[4]

Bütün bu noktalara karşın yabancı düşmanlığı nedeni ile işlenen suçlar Alman toplumunda her zaman güncelliğini korumakta ve kamu güvenliği ve barışı için önemli bir tehdit oluşturmaya devam etmektedir.

Aşırı sağ grupların ya da diğer yabancı düşmanlarının işlediği suçlar eski Doğu Almanya sınırlarının içinde bulunan bugünkü yeni eyaletlerde batı eyaletlerine göre çok daha endişe verici boyutlarda olsa da bu sorun yalnızca doğu Almanya’nın değil tüm Almanya’nın hatta tüm Avrupa’nın sorunudur.

Batı Almanya’da saldırılar kimliği çoğu olayda tespit edilemeyen tek tek kişiler tarafından yapılmasına karşın Doğu Almanya’da genç kimseler tarafından oluşturulan gruplarca yapılan “insan avı” biçiminde işlenmektedir.

Gözönünde tutulması gereken önemli bir diğer nokta ise yabancı düşmanlığına dayalı olarak suç işleyen ya da genel olarak nefret suçu işleyen faillerin mutlaka ideolojik temelli olarak hareket etmedikleri gerçeğidir. Gerek sözlü taciz ve sövme, kin ve düşmanlığa tahrik cürümleri gerek şiddet içeren fiiller, bir ırkı yoketmeye yönelik ideolojik soykırıma yönelik organize eylemler olmaktan ziyade, tek tek faillerin ya da belirli alt-kültüre mensup grupların, toplumun korunmadan yoksun zayıf kesimlerine karşı işlediği suçlar olmaktadır. Bu suçlar, bazen önyargılar ve eğitimsizlik bazen kin ve düşmanlık, bazen rekabet duyguları, bazen ailevi ve toplumsal bağların küreselleşmede çözüldüğü bir dünyada sağlıklı toplumsal yönelimini bulamamış gençlerin kimlik arayışı ve tepkiselliği biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ancak unutulmaması gereken bir gerçek, Almanya’da ideolojik temelli, yahudi ve yabancı düşmanlığından beslenen aşırı sağ siyasi parti ve oluşumların varlığı ve toplumda seslerini duyurabilmeleridir. Almanya’da masa başı faili[5] olarak da adlandırılan ve böylesi oluşumlara karşı olsa da, bunların ürettikleri bazı fikir ve çözümleri benimseyen muhafazakar parti ve oluşumlar da çoğu zaman aşırı sağın ekmeğine yağ sürebilmektedir.

Yabancı düşmanlığına dayalı şuçlar çoğunlukla genç kimseler[6] tarafından işlense de özellikle soykırımın inkarı[7] olarak adlandırılan ve Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere ve bazı diğer gruplara yapılan soykırımı inkar etme, boyutlarını küçültme ya da övme ve zararsız gösterme filleri[8] işleyen “revizyonistler”; tarihçi ya da bilim adamı kisvesi altında böylesi iddialarda bulunan yaşça olgun kimseler de suç istatistikleri arasındaki yerini almaktadır. Berlin’de çıkan Tageszeitung’un 12 Ağustos 2009 tarihli sayısında yine bir soykırım inkârcısının haberi vardı. Soykırımı inkar iddiaları yalnızca ülkede bulunan Yahudilerin yalancı oldukları iddiası olarak bir hakaret ya da türlü kesimlere karşı bir tür kin ve düşmanlığa tahrik anlamına gelmemekte, yabancı düşmanı gençlere bu düşmanlıklarına temel oluşturacak tezler de sağlamaktadır.

 

Nefret Suçları ile Mücadelede Farklı Perspektifler

Makalemin başında verdiğim iki örnek iki tür yabancı düşmanlığına veya nefret suçuna işaret etmektedir: Sözlü nefret suçu ve şiddet içeren, fiilî nefret suçu. İki farklı nefret suçu ile mücadele biçimleri de farklı farklı biçimde olmaktadır. Nefret suçu kavramı birbirlerinden farklı ve çok çeşitli fiilleri içermektedir. Bu çeşitlilik ceza hukukunda hem nefret suçunun hem de yabancı düşmanlığının yapısı ve ortaya çıkış biçimlerinin farklılığının gözönünde tutulmasını ve farklı stratejiler geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu yaklaşımlar, yalnızca Almanya’da değil tüm dünyada nefret suçları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele ile ilgili soruların yanıtlanması açısından çok önemlidir.

Önyargılarla Mücadele PerspektifiÞ Bu yaklaşım ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını, farklı kesimlere karşı düşmanlık duygularını psikolojik temelli bir önyargı olarak görmektedir. Bu nedenle sözü edilen olguyla mücadele için çok küçük yaşlarda başlaması gereken bir hoşgörü eğitiminin öneminin altı çizilmektedir. Yine önyargıya dayalı olarak işlenen suçlarda genç faillerin cezalandırılması yerine ıslah edilmeleri görüşü, bu temel yaklaşıma dayanmaktadır. Bu yaklaşımda, cezalandırmadan ziyade eğitimin ve ıslah programlarının altı çizilmektedir.

Nasyonel Sosyalist (veya diğer ülkeler açısından Aşırı Milliyetçi) İdeoloji İle Mücadele ve Militan Demokrasi Perspektifi Þ Bu yaklaşım Anayasayı Koruma Dairesi veya benzeri resmi ya da yarı resmi kurumların izleme ve raporlama (”Überwachung”) etkinlikleri yolu ile özellikle ırkçı, aşırı milliyetçi ve yabancı düşmanlığı propagandasını ve ayrıca şiddet içeren yabancı düşmanlığı ile mücadeleyi hedeflemektedir: Bu mücadelenin esası, Alman Anayasayı Koruma Dairesi’nin Anayasa karşıtı hareketlerin takibi ve demokratik düzen karşıtı derneklerin ve partilerin kapatılması uygulamalarıdır.[9]

“Nefret Suçları” Perspektifi Þ Bu yaklaşım yabancı düşmanlığı ve buna benzer diğer (din, dil, milliyet, ırk, etnik köken, cinsiyet, cinsel tercih düşmanlığı) saiklerle işlenen suçlarda, paralel diğer suçlara oranla daha ağır cezai müeyyideler getiren Amerika Birleşik Devletleri sistemini savunur. Örneğin ırkçı saiklere ya da etnik köken düşmanlığına veyahut mağdurun cinsel tercihine dayalı bir insan öldürme fiilinin, başka saiklerle işlenen insan öldürmeden çok daha ağır bir öldürme eylemi olduğu düşünülüp failler daha fazla cezalandırılır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, gerek federal devlet gerek eyaletlerin çoğu; ırkçılık, yabancı düşmanlığı, dini düşmanlık veya mağdurun dinine, milli ve etnik kökenine, cinsine, cinsel tercihine dayalı olarak nefret temelinde işlenen şiddet şuçlarında, “kin ve nefret suçu” modelini getirmiştir. Bu model, eyaletlere göre farklı farklı uygulansa da genel olarak ya suçun, mağdurun sayılan kesimlere mensup olması yüzünden işlenmesi halinde ya da mağdurun mensup olduğu kesime karşı kin veya nefret ya da düşmanlık saikiyle işlenmesi halinde ceza arttırımına gidilmektedir. Düşünce özgürlüğünün Avrupa sisteminden daha geniş olarak korundugu Amerikan sisteminde “nefret içeren ifadeler” ya da “nefret sözleri” (“hate speech”) adı verilen ayrımcılığa dayalı tahkir veya ayrımcılık, kin ve düşmanlığa tahrik filleri haklı olarak korunan hukuki bir değer için açık ve yakın tehlike oluşturmadıkça cezalandırılamamaktadır[10]. Buna karşın gerek Federal düzeyde gerek eyaletler düzeyinde meşru olarak cezalandırılabilen başka bir suçun saiki eğer ayrımcılık ise, suçun kanunen zorunlu olarak ağırlaştırılarak cezalandırıldığı görülmektedir.

Ayrımcılığın Önlenmesi PerspektifiÞ Bu yaklaşım toplumdaki zayıf grupların ve azınlıkların maruz kaldıkları özel ve kamusal ayrımcılığa (yapısal ayrımcılığa) karşı korunmasını savunur. Bu perspektifte, ayrımcılığı önleme komisyonlarının ve ayrımcılığa karşı toplu dava olanaklarının sağlanması gerekliliğinin altı çizilir. Bu çerçevede, ceza yaptırımlarından çok, toplumdaki zayıf gruplara karşı ayrımcılık yapılmasının önlenmesi yoluyla ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele amaçlanır.

Azınlıkların Toplumsal Konumlarının İyileştirilmesi PerspektifiÞBu yaklaşımda, azınlıkların toplum içindeki “statü”lerinin iyileştirilmesi gerektiği vurgulanır, azınlık kesimlerine mensup kimselerin bilim, sanat, siyaset vb. kilit toplumsal alanlarda “kimlikleri” ile öne çıkmaları, “rol modeli” olmaları desteklenir. “İsa neden siyahi olmasın?” veya “Barbie bebeğin deri rengi neden siyah olmasın?” başlıkları altında açılan tartışmaların bu yaklaşımdan kaynakladığı söylenebilir. Kulağa ya da göze hoş gelen geleneksel “yüksek aksan”, “güzel görüntü” vb. uyaranların yüksekliğinin ya da çirkinliğinin çoğunluğun algısına, hatta çoğu zaman işlevsel doğruluktan uzaklaşmış gayrimeşru hegemonik dayatmalara göre değişebileceği anlatılır. Sadece Amerikalı, Alman ya da Fransız olmanın değil Afrika’lı olmanın da “cool” sayılması için yürütülmesi gereken toplumsal kültür politikası araçlarına işaret edilir. Örneğin Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit’ın eşcinsel olduğunu açık açık söylemesinin, eşcinsellerin toplumsal konumlarının güçlendirilmesi yolunda bir adım olması gibi. Bu yaklaşıma göre, zayıf konumdaki toplumsal kesim mensubu, güçlü ve “hayranlık uyandırıcı” bir konuma yükselirse, o toplumsal kesime karşı duyulan önyargılar, düşmanlıklar azalacak; toplumun çoğunluğu bu kesimlerle “işbirliği” fırsatı arayacaktır. Öyle ya, insanlar bir tuhaftır: Geçimini cinsel işçilikle temin eden bir eşcinseli aşağılamak, bir dizi “ahlaki” gerekçeyle ona saldırmak “kolaydır” da, eşcinsel bir belediye başkanı söz konusu olduğunda iş değişir! Hemen bu yürekli insanın önünde eğilinip, şapkalar çıkarılır!

Zayıfların Korunması Perspektifi Þ Bu yaklaşım; failin, mağdurun zayıf[11] durumunu kullanarak saldırıda bulunmasını[12] genel geçer bir şiddet sebebi kabul eder. Böylece yalnızca bazı ırkçı suçlar değil evsizler, eşcinseller ve yabancılara karşı işlenen suçlar daha fazla cezalandırılabilmektedir. Bu perspektifin, nefret suçlarıyla mücadelenin “çeşitli toplumsal kesimler arasındaki bir çatışma biçiminde” ya da “çeşitli toplumsal kesimler üzerinden” yapılmasının kamu barışını korumaktan çok sarsacağı fikriyle de ilgisi vardır. Bu perspektifte, nefret suçunun bireysel mağdurlarının, grup aidiyetlerinden çok bireysel durum ve konumlarına dikkat çekilmekte ve siyasal ya da grup aidiyeti olmayan bir evsize, bir engellenmişe, yaşlılara, her kesimden çalışan kadınlara ve çocuklara karşı da nefret temelli suçlar işlenmekte olduğu ancak çoğu zaman nefret suçu ile mücadele eden grupların, bu gibi mağdurlardan çok, siyasal kampanya aracı olabilecek kesimleri korumaya yöneldiği, örneğin milliyet, din veya etnik köken düşmanlığına odaklandığı vurgulanmaktadır.

Gruplararası Rekabet ve Toplumsal-Kültürel Çekişme Perspektifi ÞBu yaklaşım yabancı düşmanlığına dayanarak işlenen suçların ya da genel olarak nefret suçlarının toplumun geneline egemen olan “yabancılara”, “başkasına”, “öteki”ye karşı olma olgusundan beslendiğini savunur. Toplumun “siyasi-orta”sında egemen olan ve kamuoyunu iligilendiren milli birlik, etnik köken, azınlık hakları ve özgürlükleri, eşitlik, otonomi, göç ve iltica, cinsel tercih tartışmaları, azınlıklar tarafından işlenen suçların artması, çifte vatandaşlık gibi temel konularda geçerli görüş ve çözümlerin değerlendirilmesine önem verir.[13] Bu yaklaşıma göre asıl olan suçlarla cezalandırma yolu ile mücadele değil, toplumu ilgilendiren temel sorunlara sağlıklı “toplumsal” çözümler üreterek nefret suçlarını önlemektir.

 

Avrupa Ceza Hukuku Irkçı vb. Suçlarla Nasıl Mücadele Etmektedir?

Gerek Almanya gerek diğer Avrupa ülkeleri ırkçı propaganda ile yukarıda açıklanan nasyonel sosyalist ideoloji ile mücadele ve militan demokrasi perspektifine dayanan siyasetle mücadele etmektedir. Ancak ırkçı ve yabancı düşmalığına dayalı şiddet suçları için bu ülkelerde İngiltere dışında bir özel düzenleme yoktur. Bunun anlamı ırkçı bir yaralamanın kıskançlığa dayalı bir yaralama ile normal koşullar altında aynı cezai müeyyideye tabii olacağı anlamına gelir.

Bu yaklaşımda, toplum içindeki grupları diğer gruplara karşı kin ve düşmanlığa tahrik suçunun (Alman Ceza Kanununun 130. maddesi, bazı önemli farklar dışında aşağı yukarı TCK’nun 216/2. maddesine karşılık gelmektedir), dernek ve parti kapatma müeyyidelerinin, gruplara hakaretin önlenmesinin, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğüne getirilen bazı sınırlamaların önemi büyüktür. Irkçı propaganda bu ülkelerde soykırıma bir hazırlık hareketi olarak görülmekte ve militan demokrat araçlarla bastırılmaya çalışılmaktadır. Soykırımın inkarının cezalandırılması bu yaklaşımın sertliğine bir örnektir.

Almanya’da motivasyonu ırkçılık ya da yabancı düşmanlığı olan suçlara ceza hukukunun verebileceği yanıt ancak adam öldürme suçlarında dolaylı olarak sertleşebilir. Ahlaki olarak düşük bir saike dayanarak adam öldürme Almanya’da basit adam öldürmeden farklı ve bir tür şiddet sebepli adam öldürme olmaktadır.[14] Alman Federal Mahkemesi önüne gelen birkaç olayda ırkçı olan arkadaşlarından takdir görmek için adam öldürmenin ırkçılık saiki ile ve ahlaki olarak çok düşük saikle adam öldürme olduğuna hükmetmiştir.[15]

Yine Almanya’da yargıç ceza kanununu 42/2. maddesine göre sanığın işlediği fillinden akseden inanç ve fikirlerini cezanın tayininde gözönünde tutmak durumundadır. Irkçı bir saldırıda failin bu “inancı” şüphesiz ona uygulanan cezanın en aşağı hadden en yukarıya kadar çekilmesine neden olabilecektir.

 

Sorular

Irkçı ve yabancı düşmanı suçların, nefret suçlarının çeşitli ülkelerde ve bu arada özellikle Türkiye’de yıldan yıla artması karşısında bu gelişmeyi önlemek için neler yapılabilir soruları akla gelmektedir. Cezai müeyyideler daha da ağırlaştırılmalı mıdır?

Bu konuda meşru ve etkili bir ceza siyasetinin nasıl olması gerektiğine ilişkin görüşler farklı farklıdır. Örneğin, Alman eski Federal Adalet Bakanı Herta Daeubler-Gmelin cezai müeyyidelerin daha da ağırlaştırılması görüşlerini reddetmekte ve Amerikan modelinin Almanya’da işlemeyeceğini savunmaktadır. Sabık bakana göre ırkçı ya da yabancı düşmanı saikini bir genel şiddet sebebi olarak kabul etmektense yargıçların olaydan olaya ceza tayininde aşağı hadlerden dağil en yukarı hadden cezalandırmaya gitmeleri gerekmektedir. Buna karşı Hirıstiyan Demokratlardan Postdam eski Adalet Bakanı Kurt Schelter yabancı düşmanı suçlarla ABD’deki gibi yargıcın takdirinden bağımsız genel geçer ağır cezalarla mücadele edilmesini savunmaktadır. Basit yaralama ile düşük ahlaki sebeplere dayalı yaralama ya da kin ve nefrete dayalı yaralama birbirinden ayrılmalıdır.

Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı suçların daha ağır cezalandırılması gerektiğine ilişkin görüşün gitgide yaygınlaşmasına karşın yargının bu suçlar karşısından nasıl bir tavır aldığı konusu açıklığa kavuşmamıştır. Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı suçların benzer saiklere dayalı diğer suçlara nazaran ne derece farklı yargılandığı ve ne derece farklı müeyyideler uygulandığı konusu kriminolojik olarak henüz açıklığa kavuşturulmamıştır.

Yine, yabancı düşmanlığına dayalı olarak işlenen suçların ya da genel olarak nefret suçlarının gerek suç oluşturan fiilin maddi unsuru ve hukuka aykırılığı (”Unrecht”) gerek failin kusur derecesi bakımından daha zararlı ya da daha tehlikeli olduğunu kanıtlayan bir ceza teorisine gereksinim vardır. Bunu ortaya koymak oldukça zordur çünkü örneğin nefrete dayalı olarak bir yabancının öldürülmesi ile hooliganların, karşı takımın bir taraftarını öldürmesi arasındaki farkın (hangi fiilin daha zararlı ya da tehlikeli olduğunun) ortaya konulması, salt ceza hukuku kuramı ile halledilebilecek bir iş değildir.[16] Bu gibi karşılaştırmalarda ceza hukuku siyaseti kuramı ile kriminolojik verilerden, suç istatistiklerinden yararlanılması gerekli olduğu için bir dizi ön çalışma yapılması şarttır. Örnekler çoğaltılabilir ve bir kimsenin eşcinsel olduğu için öldürülmesi ile para hırsına dayalı insan öldürmenin farkının açıklıkla ortaya konulması gerektiği de söylenebilir.

Nefret suçlarının paralel motivasyona dayalı diğer suçlara nazaran, somut olarak, ne derece farklı yargılandığı ve ne derece farklı yaptırımlara bağlandığı konusunun ötesinde örneğin Almanya’da bu suçlara ilişkin resmi istatistik sistemi de sorunludur. Polis istatistikleri gereksinim duyulan çoğu bilgiyi içermemektedir. Bu hususu Alman Federal Polis Örgütü’nün Başkan Yardımcısı da bir konferansında dile getirmiştir.[17] O konferanstan günümüze, istatistik sisteminde nefret suçlarının kaydedilme şekilleri ile ilgili ciddi bir reform yapılmamıştır. Belirli bir fiilin motivasyonunun ırkçılık veya yabancı düşmanlığı olup olmadığını hususu, her halde durumu istatistiklere geçiren polis memurunun takdirine bağlıdır. Kriterlerin belirsizliği, birbirine benzeyen olayları birbirinden ayıramama ya da bazı siyasi ve opportunist etkiler, suçun ırkçı ya da yabancı düşmanı niteliğinin belirlenmesini güçleştirmektedir. Yine eyaletler arası istatistiki veri tabanlarının ve veri toplama yöntemlerinin farklılığı işi daha da güçleştirmektedir. Fiillerin özellikleri konusunda yeterince bilgi toplanamamakta, mağdurların özelliklerine ilişkin istatistiki bilgi de bulunmamaktadır. Oysa, nefret suçlarının ayırıcı ölçütü, özellikle mağdurun grup aidiyeti ve toplumsal-kesim kimliğidir. Nefret suçlarında, failin saiki çok önemli bir ayırıcı unsur olsa da, mağdurun “kim” olduğu da önemlidir. Yine bu alanda ihbar ve şikayetlerin nispeten zor olması ve medyada sansasyon yaratılması ve olayların politize edilmesi olasılığı karşısında polis haddinden fazla ihtiyatlı olmakta ve bir çok olay gizli kalmaktadır.

 

Modeller

Amerika Birleşik Devletleri’nde, yukarıda ele aldığımız perspektiflerden “nefret suçları perspektifi” ile “ayrımcılığın önlenmesi persfektifi” birlikte uygulanmaktadır. Ülkenin önemli bir sivil toplum örgütü olan Anti-Defamation-League’in ortaya koyduğu aşağıdaki örnek-yasa-taslağına dayarak bir çok eyalet benzer hükümler öngörmüştür (ADL hakkında bilgi ve ırkçılıkla mücadele stratejisi icin bk. www.adl.org):

“A. Bir kimse diğer bir kimsenin ya da kişi grubunun gerçek veya öyle algıladığı ırkı, rengi, dini, dini, milli kökeni, cinsel eğilimi veya cinsiyeti yüzünden, ….. suçunu işliyor ise “önyargı saikli”/nefret suçunu işlemiştir.

B. Nefret suçu, temel suç için öngörülen yaptırımdan bir derece daha ağır bir yaptırımla cezalandırılır.” (Maddenin tam çevirisi değildir, kısaltılarak aktarılmıştır)

Yine ABD’nde Ceza Tayini İlkeleri (”United States Sentencing Guidelines”) kanun hükmündedir ve aşağıdaki “modification”u (ceza tayini ayarını) öngörmektedir. Buna göre tüm federal suçlar kin ve nefret temeline dayalı olarak işlenirlerse haddinden fazla cezalandırılacaklardır:

“Eğer sanık bir mağduru veya bir mülkü gerçek veya öyle sandığı ırkı, rengi, dini, milli kökeni, etnik kökeni, cinsiyeti, engellenmişlik durumu veya cinsel eğilimi (tercihi) yüzünden kasten seçmiş ise, işlediği suçun cezası 3 derece arttırılır (Maddenin tam çevirisi değildir, kısaltılarak aktarılmıştır) [Section 3A1.1(a)].”

Amerikan sisteminde kin ve nefret suçu modelinin yanında ayrımcılığı önleme modeli de yürürlüktedir: Özellikle federal alanda “Civil Rights Act” (Medeni Haklar Yasası) adı verilen yasanın 7. Babı; gerek iş yaşamında gerek mal ve hizmet sunumunda din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı yasaklamıştır. Ayrımcılığa karşı çıkarılmış olan önemli yasalar, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’nin okullarda siyah beyaz ayrılığını (”segregation”) Amerikan Anayasasının eşitlik ilkesini öngören 14. Ek Maddesi’ne (”14th Amendment”) aykırı bulan “Brown v. Board of Education” kararından sonra çıkarılmışlardır.

Öte yandan ABD’nde, zayıfların korunması perspektifi de kullanılarak, failin, mağdurun zayıf konumundan yararlanarak suç işlemesi hallerinde arttırılmış cezalar uygulanmaktadır.

Nefret suçları ile mücadelede ceza hukukunun olanakları böyle suçların diğerlerine nazaran çok daha ağır cezalandırılmasını gerektiren Amerikan modelinin alınması ile sınırlı değildir. Aşağıda başka yolları ve önerileri şöyle sıralayayım:

Irkçı, aşırı milliyetçi, ayrımcı ya da yabancı düşmanı nefret propagandasını cezalandırmaktan ziyade (çünkü madalyonun diğer tarafında düşünce özgürlüğümüz var!) toplum içindeki grupların güvenlikleri ve özgürlükleri konusunda ciddi endişe ve korkuya düşürülmeleri ceza tehdidi altına alınabilir. Bir zamanlar, Türk Ceza Kanunun 216. maddesi (eski 312. maddesi) tartışmalarına da (çünkü 216. madde de bir yönü ile ırkçılık ve toplumsal gruplararası düşmanlık olgusu ile yakından ilgili ve özünde buna cevap verebilecek bir maddedir) yeni bir boyut getireceğini düşündüğüm şöyle bir modeli savunmuştum:

(1) “Halkın bir kesimini ya da bu kesime mensup kimseleri yaşamlarına, kişi bütünlüklerine veya özgürlüklerine halel gelebileceği yolunda haklı bir korkuya düşürmeye elverişli bir biçimde, başkalarını şiddet ya da keyfi muameleler uygulamaya tahrik edenler… cezalandırılır.”

(2) Halkın bir kesimini ya da bu kesime ait kimseleri yaşamlarına, kişi bütünlüklerine ve özgürlüklerine halel gelebileceği yolunda haklı bir korkuya düşürme niyeti ile ve bu sonucu doğurmaya elverişli olabilecek biçimde; halkın bir kesimine karşı söven, bu kesimi aşağılayan ya da bu kesime karşı iftirada bulunan ya da muhatabında kişi bütünlüğüne zarar gelebileceği haklı korkusunu yaratma niyeti ile ve bu sonucu yaratmaya elverişli biçimde toplumun bir kesimini taciz eden …cezalandırılır.”

Yine nefret suçlarına karşı ceza ve ceza usul kanununda yapılması önerilen bazı değişiklikleri de aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:

Nefret suçlarında, tutuklama sebebi olarak “yineleme tehlikesinin” kabulü ağır adam yaralamada, yağmada ve yangın çıkarma gibi bazı tehlikeli suçlarda “suçun özel ağırlığının” tutuklama sebebi olarak kabulü kamu barışını bozma suçunun genişletilmesi adam yaralama suçunun cezasının artırılması toplumun şiddetten korunması amacının çocuk ve genç suçluların yargılanmasına ilişkin yasalar çerçevesinde bir önleme amacı olarak kabul edilmesi cezaların tayinine ilişkin hükümlerin; mağdurun somut olaydaki zayıflığından failin yararlanması halinin, cezayı arttırıcı bir  neden olarak gözönünde tutulmasını gerektirecek bir şekilde değiştirilmesi suçların, birden fazla kişi ile işlenmesi halinde ceza arttırımı istatistiki verilerin geliştirilmesine yönelik yasa çıkarılması.

 

Türkiye Bağlamında Tezler

Türkiye’de nefret suçlarına işilkin toplumsal ve bilimsel çabaların artması gereklidir. Nefret suçlarının mağdurlarının seslerini daha fazla çıkarması ve “farklı olma haklarının” teslim edilmesi çok önemlidir.

Nefret suçlarının kriminolojik boyutları ayrıntılı olarak araştırılmalıdır.

Nefret suçlarını önleme yolunda Avrupa genelinde geçerli ve birbiri ile uyumlaştırılmış politikalar uygulanmalı ve kurumlar kurulmalıdır. Roma Anlaşmasının 13. maddesi ve 1999 tarihli Amsterdam Anlaşması gözönünde tutulmalıdır.

Öte yandan özellikle şiddet içeren nefret suçları ile mücadelede daha etkili bir ceza adaleti siyaseti uygulayan Amerikan örneği de değerlendirilmelidir.

Nefret suçlarının önlenmesi amacına yönelik olarak çalışan şeffaf kurumların oluşturulmasına gereksinim vardır. Bir çok Avrupa ülkesinin aksine Türkiye’de ayrımcılığın önlenmesi amaçlı ve ayrımcılığa maruz kalanların şikayette bulunabilecekleri müesseseler yoktur, olanları da etkili çalışmamaktadır.

Nefret suçlarında yargılamaların uzun sürdüğü ve çoğu zaman sürüncemede bırakılabildiği örneğin Almanya’da bilinen bir vakıadır. Türkiye’de de yargılamaların haddinden uzun sürmesi sadece nefret suçları açısından değil genel suçlar açısından da ciddi bir sorundur. Bu soruna karşı önlem alınması ve özellikle yargıçların ceza tayininde suçun nefret suçu niteliğine eğilmeleri gereğinin altı çizilmelidir. Kararların da daha sağlıklı gerekçelendirilmesi gerekmektedir.

Ulusal, dinsel, ırksal, etnik, cinsiyet, cinsel tercih vb. unsurlarıyla bilinen azınlık kesimleri ile ve özellikle sivil toplum örgütleriyle emniyet teşkilatı arasında işbirliği mekanizmaları kurulmalı, polis nefret suçlarıyla mücadelede bu gruplardan yardım almalıdır. Bunun ötesinde polisin kendi içindeki ırkçı, aşırı milliyetçi, cinsiyetçi veya homofobik unsurların önlenmesi için farklı kesimlere mensup gençlerin emniyet teşkilatına kazandırılması gerekmektedir. Örneğin, bugünün Türkiye’sinde eşcinsellerin kamusal görevler almaları, hele hele kamu görevlilerinin “eşcinsel olduklarını” (“outing”) açıklamalarının önünde ciddi toplumsal, kültürel ve psikolojik engeller vardır. Bir memur ya da bir polis neden eşcinsel olduğunu açıklayamasın ve neden eşcinsellere karşı işlenen nefret suçlarını önleme yolunda emniyet teşkilatı tarafından kamuoyuna mesajlar verilmesin?

Failin, mağdurun zayıf durumunu kullanarak saldırıda bulunmuş olması hali genel geçer bir şiddet sebebi olarak kabul edilebilir. Bu, özellikle evsizler, eşcinseller, kadınlar, yabancılar, mülteciler gibi gruplara karşı girişilen sokak saldırılarını yıldırmada etkili olabilecektir.

Ceza Kanununun 216. maddesinin (mülga 312. madde) asıl amacının devleti azınlıklardan korumak değil, kin ve nefret suçlarına karşı azınlıkları korumak olduğunun farkına varılmalıdır.

Yeni ihdas edilmiş olan ayrımcılık suç tipi, uygulamada da etkili olarak kullanılmalıdır.

Polis istatistikleri bu suçları tüm boyutları ile ortaya koyabilecek şekilde genişletilmeli ve geliştirilmelidir. Olay, fail, mağdur özellikleri bütün boyutları ile ortaya konabilmelidir. Örneğin ABD’nde yirmi yıla yakın bir süredir uygulanan Nefret Suçlarının İstatistiki Olarak Ortaya Konması Yasasına[18] (Hate Crime Statistics Act) dayanan uygulamalardan sadece Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri ders alacak değildir. Türkiye’nin de bu gibi yasalara gereksinim duyduğu açıktır.

Irkçı propaganda ile militan demokrasinin araçları ile çok sert bir biçimde mücadele eden Avrupa ırkçı şiddet fiillerini daha ciddiye almak durumundadır. Avrupa’da ırkçı propaganda kimi zaman düşünce özgürlüğününün genel sınırları da aşılarak bastırılmakta, ırkçı şiddete karşı ise özel önlemler alınmamaktadır. ABD’nde ise, tam tersi, ırkçı ya da genel olarak ayrımcı propaganda yapılması, sembollerin kullanılması, halkları veya toplum içindeki grupları kin ve düşmanlığa tahrik, ayrımcı toplantı ve gösteriler düşünce özgürlüğünün koruması altında olurken bu saiklerle girişilen şiddet eylemleri paralel diğer suçlardan çok daha ağır cezalarla karşılaşmaktadır. İşte Türkiye açısından da sözlü nefret suçundan çok şiddet içeren nefret suçlarına özel bir dikkat gösterme zamanı gelmiştir.

Belçika’daki gibi bir fırsat eşitliği ve ırkçılıkla mücadele kurumu Türkiye’de de yararlı olabilir. Böylesi kurullar ayrımcılığı önleme yasalarının pratikte işletilip işletilmediğini denetlemede etkili olabilir (Ama bu satırları yazdığımız sırada bir göçmen Türk’ün Belçika’da bir hapishanede öldürüldüğü haberini ve Belçika idaresinin de olayı soruşturmaktan kaçındığını (bağlantı) okuduk, acaba benzer yapısal ayrımcılık olaylarında ayrımcılık komisyonları ne derece etkindir?)

Yeni Ceza Kanunu, ayrımcılık suçunu öngörmüş olsa da henüz genel bir “ayrımcılığı önleme yasası” çıkarılamamıştır. Toplumun türlü kesimlerine karşı toplumsal-yapısal ayrımcılığın şiddet içeren nefret suçlarını körüklediği olgusu unutulmamalıdır. Bazı kesimlere karşı girişilen saldırıları önlemek için o kesimlerin haklarını sınırlamaktan ziyade suçlarla mücadele edilmelidir. Şiddet yolu ile belirli siyasetleri dayatmak demokratik kültürün egemen olduğu toplumlarda geçerli olamamalıdır.

Akılda tutulması gereken en önemli nokta; etnik, dinsel, cinsel vb. azınlıklar konusundaki egemen toplumsal eğilimin, çok kültürlülük bağlamında yapılan tartışmaların ve egemen siyasal söylemin, nefret suçlarını ister istemez arttırabileceği ya da azaltabileceği gerçeğidir. Ayrımcılığa, ırkçılığa , nefret suçlarına ve azınlık düşmanlığına karşı ceza hukukunun dışına taşan siyasetin önemi çok büyüktür. Bunlar arasında en önemli olanı azınlıkların, ülkenin siyasi iradesinin belirlenmesine katılımlarının sağlanması, hukuksal eşitliğin sağlanması ve fiili eşitliği gerçekleştirme yolunda destek politikalarının üretilmesi, yapısal ayrımcılığın önüne geçilmesidir. Almanya konusunda yaptığım çalışmalarda, Almanya’nın bu açılardan özellikle Hollanda, Belçika, Danimarka, Fillandiya ve İrlanda gibi ülkelerden geride bulunduğunu yazmış ve bu görüşlerime destek olarak Irkçılığı Gözlemleme Avrupa Örgütü tarafından hazırlanan raporları göstermiştim. Avrupa’da pek çok ülke eşitlik komisyonlarına şikayet mekanizmaları ihdas etmiştir. Luxemburg, işyerinde ya da mal ve hizmet sunumunda ırk, din, dil, cinsiyet, cinsel tercih vs. ayrımcılık yapılmasını cezai müeyyideye bağlayacak kadar ileri gitmiştir. Artık Türkiye’de de ayrımcılık suçtur. Portekiz’de 1999’dan bu yana ırkçılık karşıtı yasalar bulunmaktadır. Irklar-arası ya da etnik-kesimler-ararası ilişkilerin tansiyonu yükselttigi Avrupa’da en deneyimli ülke olan İngiltere’de 1976 yılından bu yana Irklar Arası Ilişkiler Yasası (”Race Relations Act”) bulunmaktadır. Bu yasa ile kurulan bir komisyon Ayrımcılığın Önlenmesi Komisyonu olarak görev yapmaktadır. Türkiye’de de bu alandaki eksikliklerin giderilmesi gereklidir.

 

Sonuç

Türkiye’de de türlü etnik, dinsel, cinsel ve siyasal azınlık kesimleriyle ilgili siyasetteki perspektif değişimi, toplumun siyasi orta kesimlerine de rahatça şıçrama potansiyeli gösteren kin ve nefret eğilimini ortadan kaldırabilir. Dengeli bir azınlıklar siyasetinin ve ayrımcılığın sistematik olarak önlenmesinin ayrımcı, ırkçı ya da azınlık düşmanı suçluluğu da dolaylı olarak önleyeceği tartışmasızdır. Ceza hukukunun bu konudaki rolü ikincil olmalıdır. Toplumsal barışı tehdit eden fiillerle ceza hukuku yolu ile mücadele, özünde meşru bir girişimdir. Yukarıda bu mücadelerde hangi araçlardan yararlanılabileceğini belirttik. Bununla birlikte, başka yollarla daha etkili bir mücadelenin mümkün olduğu zaman ceza hukuku, anayasanın hükmettiği orantılılık ilkesi gereği, ikincil planda kalmalıdır. Toplumsal-kesimler-arası her sorunla başa çıkmanın yolu ceza hukuku olamaz. Ceza hukuku ile mücadele kısa dönemde iyi sonuçlar verebilirse de uzun vadede toplumlar-arası güvenin sarsılmasına ve her tür sorunun etnik, ırksal vb. “biz” ve “onlar” gözlüğüyle görülmesine, birbirine karşıt gruplar arasında çifte standartlı değerlendirmelerin egemen olduğu çarpık bir psikolojinin nüfuzuna yol açabilir. Bu psikolojinin altında, suçun ne olduğuna değil, suçlunun ya da mağdurun kim olduğuna bakan tehlikeli bir ceza hukuku anlayışı yatmaktadır. Suçlunun ve mağdurun milli, etnik, dinsel, dilsel, ırksal, cinsel vb. kimliği yanında ya da karşısında oluşacak siyasal gruplaşmaların, sağlıklı bir ceza adaletine ve doğru yargı kararlarına varmayı olumsuz etkileyebileceği de gözönünde tutulmalı; nefret suçları olgusuyla mücadelenin, en azından ceza hukuku bakımından, siyasal ve kültürel kamplaşmanın savaş alanı değil, bireyin “farklı olma hakkı” savaşı olduğu düşünülmelidir.

* Bu makale; Dr. Öykü Didem Aydın’ın 12 Haziran 2001 tarihinde Freiburg’da bulunan Max Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü’nde, Federal Alman Adalet Bakanı Dr. Herta Daeubler-Gmelin’in Enstitüyü ziyareti onuruna verdiği konferansına dayanarak hazırladığı makalenin güncelleştirilmiş ve Türkiye’ye dair değerlendirmelerle zenginleştirilmiş halidir. Konferansın daha kısa, orijinal metni ilk olarak Enstitü’nün www.iuscrim.de adresindeki Internet sitesinde yayınlanmış ve MaxPlanckForschung adlı bilimsel dergide tam metin halinde yayınlanmıştır. Sayın Profesör Dr. Adem Sözüer’e konferansı Türkçe olarak makaleleştirme fikrini verdiği için çok teşekkür ederim.

** Yrd. Doç. Dr. jur. Öykü Didem Aydın Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Ankara Üniversitesi ve Milano Üniversitesi’nde tamamladığı yüksek lisans çalışmalarından sonra Almanya’da Freiburg Üniversitesi‘nde Profesör ve Max-Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü Eş Başkanı Dr. Hans-Jörg Albrecht’in danışmanlığında doktorasını tamamlamıştır. Doktorası sırasında ABD’nde araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. 1998-2003 yılları arasında Freiburg’daki Max Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü’nde araştırmacı olarak ”Toplumsal Grupları Tahkir ve Kin ve Düşmanlığa Tahrik Suçu (Alman Ceza Kanununun 130. Maddesi) Özel Bağlamında Almanya; ve ‘Nefret Suçları’ Özel Bağlamında Amerika Birleşik Devletleri’nde Irksal, Dinsel, Ulusal, Etnik, Cinsiyet ve Cinsel Tercih Temelli Ayrımcılıkla ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele” konusunda çalışmıştır. Dr. Öykü Didem Aydın’ın Almanca kaleme aldığı doktora tezi (“Almanya’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Nefret Suçları İle Mücadele”) 2006 yılında iuscrim Yayınevi tarafından Almanya’da yayınlanmıştır.

[1] Innenministerium Mecklenburg-Vorpommern: Skineads, rechtliche Voraussetzungen für ein Verbotextremistischer Organisationen. Strafrechtliche Erläuchterungen. Kennzeichnen, Propagandamittel und Symbole. Erläuterungen zur ”Reichskriegsflagge. Stichwort: ”Konzerterlass”, veröffentlicht, 4. Überarbeitete Auflage, August 1999, S. 21.

[2] Tageszeitung, Bericht vom 14.11.2000.

[3] Almanya’da gerek polis tarafından takip edilen ve hakkında hazırlık soruşturması açılmış bulunan olaylara ait istatistikler gerek mahkumiyet kararlarına ait istatistikler tutulmaktadır. Birinci gruba ait istatistikleri her eyaletin kriminel polis teşkilatı tutmakta ve Federal Polis de bunları yıllık bültenler halinde yayınlamaktadır. Aşırı sagcılık ve yabancı düsmanlığına dayalı olarak işlenen suçlarla ilgili olarak 1992 yılından bu yana özel istatistikler tutulmaktadır. Bu istatistikler, yıllık raporlarında anayasaya karşıt hareketlerin analizini ve tablosunu ortaya koyan Anayasayı Koruma Dairesi (Bundesamt für Verfassungsschutz) tarafından da yayınlanmaktadır. Bk. Bundesministerium des Innern, Bundesamt für Verfassungsschutz: Verfassungsschutzbericht, 1995’den başlayarak 2008 yılına kadar olan yıllık raporlar.

[4] KUBINCK, Michael: Fremdenfeindliche Straftaten, Polizeiliche Registrierung und justizielle Erledigung –am Beispiel Köln und Wuppertal”, Berlin 1997.

[5] ”Schreibtischtäter”.

[6] WİLLEMS, Helmut/WÜRTZ, Stefanie/ECKERT, Roland: Analyse fremdenfeindlicher Straftäter, Forschungsprojekt im Auftrag von Bundesministeriums des Innern, Bonn 1994.

[7] ”Holocaust-Leugnung.

[8] Alman Ceza Kanununun 130. maddesinin 3. fıkrası bu fiilleri ceza tehdidi altına almıştır.

[9] Almanya’nın demokratik tarihi boyunca iki parti kapatılmıştır. Bunlardan biri Anayasa Mahkemesi’nin BVerfGE 2 1.numaralı 23. Oktober 1952 tarihli kararı ile nasyonal sosyalist “Sozialistische Reichspartei”’in kapatılmasıdır. Bu kararın akabinde Komunist Partisi de programındaki hükümlerin militan demokrasinin gerekleri ile bağdaşmaması gerekçesi ile kapatılmıştır (BVerfGE 5 85). Bugün de aşırı sağcı olarak tanınan “Republikaner”ler (Cumhuriyetçiler) kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Aşırı sağcı ve göçmen düşmanı bu partinin hem demokratik siyasal sistem içinde bulunması hem de Anayasayı Koruma Dairesi tarafından izlenmesi ve Daire’nin yıllık raporları içinde yeralması ilginç bir not olarak kaydedilmelidir.

[10] ”Açık ve yakın tehlike” ölçütü modern biçimi ile ilk kez Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Brandenburg v. Ohio [395 U.S. 444 (1969)] kararı ile ortaya konmuştur. Brandenburg kararına konu olan olay tam olarak halkın bir kısmını diğer kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri oluşturmaktadır. “Ku Klux Klan” adlı ırkçı örgütün 60’lı yıllardaki liderlerinden Brandenburg, yaptığı bir konuşmada ”kişisel olarak inancım, zencilerin (Brandenburg ‘negro’ ifadesini kullanmıştır) Afrika’ya, yahudilerin İsrail’e dönmesi geregidir…Biz kinci bir örgüt degiliz ama eger Baskanımız, Kongremiz ve Yüksek Mahkememiz biz beyaz kafkas ırkını ezmeye devam ederse yapılacak bir şeyler, alınacak öclerin olması muhtemeldir” sözlerini sarfetmistir. Bu sözler korunması gereken hukuki bir değer olan hedef kitlenin canına ve malına ya da kamu düzenine yönelik açık ve yakın tehlike olusturmadığı gerekcesi ile düşünce özgürlüğünün koruma alanı içinde görülmüş ve Amerikan Anayasasının 1. Ek Maddesi’nin (First Amendment) böyle ifadelerin sınırlanmasına engel olacağı kabul edilmiştir.

[11] “The vulnerability of a person to a crime depends on the expected costs of crime for this person. The greater an individuals expected costs of crime, the more vulnerable she is.” “The expected costs of crime can be calculated by multiplying the probability of a crime by the size of the harm caused by the crime.” (Alon Harel & Gideon Parchomovsky, On Hate and Equality, 109 YALE L. J. 524 (1999), S. 527. Issız bir yerde yaşayan bir Afro-amerikalı aileye karşı girişilen ”haç yakma” saldırısında, mağdurların çevredeki beyazların yardımını isteyemeyecek olması, kolluk güçlerinin de uzak olması nedeni ve failin bu nedenleri bilmesi gerekçesi ile “vulnerable” oldukları kabul edilmiştir [935 F.2d 1211-1212 (11th Cir. 1991)].

[12] Bir Amerikan mahkemesi; bir kadını, kadının, umutsuzca romantik aşk peşinde olmasından yararlanarak dolandıran failin böyle bir “zayıf” durumdan yararlandığını kabul etmiştir [United States v. Scurlock, 52 F.3d 531, 541-542 (5th Cir. 1995)].

[13] Yeşiller Partisi Milletvekili Marieluise Beck Alman Federal Polis Teşkilatı’nın ırkçılık konusunda düzenlediği bir konferansta yaptığı konuşmasında bu noktaların altını çizmiştir (“Ausländerintegration und Fremdenfeindlichkeit” von, in: Herbsttagung des Bundeskriminalamtes “Rechtsextremismus, Antisemitismus und Fremdenfeindlichkeit” [www.bka.de, 05.03.2001 tarihli arama)].

[14] Alman Ceza Kanunu’nun 211. maddesi ırkçı ya da ayrımcılık saiki ile işlenen adam öldürme gibi bir fiilden sözetmese de Alman Federal Yüksek Mahkemesi içtihatları, ırkçı saikli adam öldürmeyi ”ahlaki olarak çok düşük bir saikle adam öldürme” olarak saymaktadır (BGH NJW 1994 395).

[15] BHG NJW 1994, S. 395: ” “Aus dem Gesamtzusammenhang der tatrichterlichen Feststellungen ergeben sich auch keine Anhaltspunkte dafür, dass der Angeklagte bei seinem Handeln aus dieser Motivation von gefühlsmäßigen oder triebhaften Regungen bestimmt gewesen wäre, die er gedanklich nicht hätte beherrschen und willensmäßig nicht hätte steuern können. Nach den Urteilsfeststellungen war er sich seiner Beweggründe, die ihm das BezG bei der Strafzumessung uneingeschränkt angelastet hat, wie der Umstände, die ihre Niedrigkeit ausmachen, klar bewußt…Ob der Angeklagte seine Motive selbst als niedrig bewertete, ist bedeutungslos” (BGH NJW 1994, S. 396).

[16] Amerika Birleşik Devletleri’nde bu tartışma müellifler arasında hala sürmektedir. Bir kısım müellif; ayrımcı saike dayalı adam öldürmenin ya da yaralamanın, ayrımcı olmayan fillerden daha zararlı ya da tehlikeli olduğu ya da faillerin kusur derecelerinin daha fazla olduğu düşüncesine karşı çıkmakta ve bu müelliflerden bazıları, tezlerini, ayrımcılık saikinin şiddet sebebi olarak kabul edilmesinin Amerikan Anayasasının düşünce özgürlüğünü düzenleyen 1. Ek Maddesi’ne (1stAmendment) aykırı olduğıu savına kadar vardırmaktadır [JAMES JAKOBS & KIMBERLY POTTER, HATE CRIMES, CRIMINAL LAW & IDENTITY POLITICS (1998); Susan Gellman, Sticks and Stones Can Put You in Jail But an Words Increase Your Sentence? Constitutional and Policy Dilemmas of Ethnic Intimidation Laws, 39 UCLA L. REV. 333 (1991); Susan Gellman, ”Brother, You Can’t Go to Jail for What You’re Thinking”: Motives, Effects and ”Hate Crime” Laws, 11 CRIM. JUST. ETHICS 26 (1992)]. Buna karşılık özellikle Afro-amerikalıların ve Yahudilerin başını çektiği azınlık din ve ırk gruplarına mensup müellifler ”nefret suçları” adı verilen uygulamanın anayasal bakımından meşru ve gerekli olduğunu, ceza hukuku siyaseti bakımından da etkili olduğunu savunmaktadır [FREDERICK LAWRENCE, PUNISHING HATE, BIAS CRIMES UNDER AMERICAN LAWS 91 (1999); David Goldberger, Hate Crimes Laws and Their Impact on the First Amendment, 1992-1993 ANN. SURV. AM. L. 569]. Bu tartışmalara cevabı Amerikan Yüksek Mahkemesi Wisconsin v. Mitchell [508 U.S. 476 (1993)] kararı ile vermiştir. Buna göre mahkumun ırkçı motivasyonu nedeni ile ceza tayini aşamasında cezasının arttırılmasını öngören yasa Anayasaya uygun bulunmuştur.

[17] Herbsttagung des Bundeskriminalamtes “Rechtsextremismus, Antisemitismus und Fremdenfeindlichkeit” [www.bka.de, 05.03.2001 tarihli arama].

[18] Hate Crime Statistics Act Pub. L. 101-275, 104 Stat. 140, 23 April 1990, 28 U.S.C. 534 (note) (1988 ed., Supp. III). Bu yasanın tarihi iç. bkz. J.M. Fernandez, Bringing Hate Crime into Focus- The Hate Crime Statistics Act of 1990, Pub. L. No. 101-275, 26 HARV. C.R.-C.L. L.REV. 261 (1991); J.B. Jakobs und B. Eisler, The Hate Crime Statistics Act of 1990, 29 CRIM.L. BULL. 99 (1993). (Yard. Doç. Öykü Didem Aydın)

Bu yazının tüm hakları Öykü Didem Aydın’ aittir ve yazı, yazarı tarafından Edebiyat ve Hukuk Sitesi (http://www.edebiyatvehukuk.org) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

» http://www.edebiyatvehukuk.org/nefret-suclari-ile-mucadele.html

http://www.sosyaldegisim.org/index.php/2009/12/nefret-suclari-ile-mucadele/

 

 

 

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Türkiye’de ayrımcılık, ırkçılık ve nefret suçları

 

A- Kavramsal Çerçeve

Ayrımcılık insan haklarını meydana getiren temel değerlere topyekün yapılmış bir saldırıdır. Bunu anlamak için 20. yy dünya tarihine kısaca bakmak yeterli olacaktir: II. Dünya Savaşinda 6 milyon Yahudi ve kayıtları düzenli tutulmadığı için bilinmeyen sayida Roman halkinin katledilmesinin ardından, 1990’larin hemen ilk yarisinda, eski Yugoslavya’da 250 bin kişinin, Ruanda’da ise 500 bin kişinin savaş ve etnik temizlik sonucu yok olmasi, ayrımcılığın geçtigimiz yüzyil boyunca yarattigi yikimin en somut örnekleridir.

Günümüzde ayrımcılık degisik formlarda halen devam etmektedir. BM Insan Hakları Komitesi, 1989 yilindaki otuz yedinci oturumunda yaptığı 18 nolu Genel Yorumda, “Her Türlü Irk Ayrımcılığınin Tasfiye Edilmesine Dair Uluslararası BM Sözleşmesinin” 1. maddesindeki “irksal ayrımcılık” ve yine “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair BM Sözleşmesinin” 1. maddesindeki “kadına karşı ayrımcılık” tanımlarına atıfta bulunarak, ayrımcılığa ilişkin aşağıdaki tanımı geliştirmiştir:

” Komite Sözleşmelerde kullanılan ‘ayrımcılık’ teriminin irk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da diğer görüşler, ulusal ya da sosyal köken, mülkiyet, doğum ya da diğer statüler gibi herhangi bir zemin üzerine dayandırılan ve bütün hak ve özgürlüklerin esit ölçüde bütün kişiler tarafından tanınmasını, kullanılmasını veya yararlanılmasını kaldırma veya zayıflatma amacına sahip, herhangi bir ayirma, dışlama, kısıtlama veya üstünlük tanıma olarak anlaşılması gerektiğine inanmaktadır.”[1]

Bu tanım göz önüne alındığında, Avrupa Konseyi’nin de BM Insan Hakları Komitesinden farklı düşünmediğini söylemek mümkündür. Nitekim, Avrupa Insan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesine Ek 12 Nolu Protokol’ün 1. maddesi benzer genişlikte bir ayrımcılık tanımı yapar ve ayrımcılığı genel olarak yasaklar:

“Madde 1-Genel olarak ayrımcılığın yasaklanması

  1. Kanunda öngörülen haklardan yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşler, ulusal ya da sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensubiyet, servet, doğum veya başka bir statüden kaynaklanan herhangi bir nedenle ayrım yapılmaksızın sağlanır.
  2. Kimse, herhangi bir kamu otoritesi tarafından, 1. fikrada sayilan gerekçelerle ayrımcılığa tabi tutulamaz.”[2]

Avrupa Insan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesine Ek 12 Nolu Protokol’ün Avrupa ülkeleri tarafından onaylanıp uygulanması Avrupa bölgesinde ayrımcılığın önlenmesine önemli ölçüde katkıda bulunacaktır. Ayrımcılık, insan haklarına yönelik temel bir saldırı olduğu gibi, daha başka pek çok ihlalin ortaya çıkması için de elverişli bir zemin yaratmaktadır.

“Ayrımcılık, sadece sahip oldukları kimlik ya da inançlarindan ötürü belli insanlarin ya da gruplarin tüm insan haklarını sistematik bir biçimde yok sayar.( …) Iskence ayrımcılıktan beslenir. Bütün iskenceler, kurbanini insanliktan çikararak, iskenceci ve iskence gören arasındaki bütün insani baglari koparir. Insanliktan çikarmanin bu yöntemi, eger kurban horgörülen sosyal, politik ya da etnik bir gruptan ise daha kolay yapilir. Ayrımcılık, kurbani bir insan olarak degil, bir nesne olarak gördügünden, zalimce davranılmasına müsaade ederek iskence için yolu açar. (…)Ayrımcılık ayni zamanda, ırkçı saldırılar, kadınlara karşı ev içi şiddet ve homofobik nefret suçları gibi, genel olarak toplumdaki belli gruplara uygulanan şiddet eylemlerine karşı, kanunların eşit korumasını vermemek anlamına gelir. Önyargının bu saldırgan uygulamaları sıklıkla resmi kayıtsızlıkla kolaylaştırılır.”[3]

Türkiye’de son aylarda tırmanışa geçen ırkçı, ayrımcı ve hoşgörüsüzlüğe dayanan söylem ve şiddet olaylarının varlığı, ayrımcılığın yarattığı tahribatı görmek için yeterli olacaktır.

 

B- Türkiye

Hoşgörüsüzlük ve Milliyetçi Dalga

Mersin’de 20 Mart 2005 tarihinde yapılan Newroz kutlamalarinda, Türk Bayrağı’nın yakılması girişimi ve arkasından yaşanılan olaylar, son yıllarda oldukça artan aşırı milliyetçiliğin yarattığı hoşgörüsüzlüğü iyice görünür kildi. 14 ve 12 yaşlarında iki çocuğun bayrak yakma girişiminin yarattığı şiddet ortamı oldukça endişe vericiydi.

Bayrak yakma olayının yarattığı gerginlik, önce Trabzon’da, ardından Adapazarı’nda (Sakarya) şiddete dönüştü. 6 Nisan 2005 tarihinde Trabzon’da ortaya atılan “bayrak yakılıyor” söylentisi 2 bin kişinin dört üniversiteliyi linç girişimine neden oldu. Oysa ki, olayda bayrak yakılmıyor, sadece bir grup genç F Tipi Cezaevleri hakkında bildiri dağıtıyordu[4]. Ardından, 12 Nisan 2005’de benzer bir olay Adapazarı’nda gerçekleşti. Adapazarı’nda Trabzon’daki olayları protesto amacıyla açıklama yapmak isteyen bir gruba 100 kişilik başka bir grubun saldırması yine linç girişimiyle sonuçlandı.[5]

Tüm bu toplumsal gerginlik hali Türkiye Cumhuriyeti’nin kadim sorunu azınlıklara ilişkin tartışmayla doruk noktasına ulaştı.

 

Azınlıklar Sorunu

Türkiye’de azınlıklar sorunu, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kadar uzanan en sıkıntılı konulardan birini oluşturuyor. Bugün AB uyum sürecine paralel olarak, diger hak ve özgürlüklerde olduğu gibi, azınlık haklarında da bir ilerleme sağlandı ise de, bu hala çok yetersizdir. Özellikle uygulamada devlet yetkilileri, müthiş bir direnç göstermektedirler.

“(…) yasa koyucu çok önemli reformlar getirmiştir fakat bunları uygulatamamıştır. Bunlar, insanin içine ruh sıkıntısı veren durumlardır.(…) Sistem direnmektedir.”[6]

Bunun en somut örneği, yaklaşık 8 ay önce, 1 Kasim 2004’de Basbakanlik Insan Hakları Danışma Kurulu (BIHDK) “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu” tarafından hazırlanan raporun basın açıklaması sırasında yaşanan olaylardır.

Raportörlüğünü Prof. Dr. Baskın Oran’ın üstlendiği raporun açıklanması sırasında Insan Hakları Danışma Kurulu Başkani Ibrahim Ö. Kaboglu’na karşı gerçeklesen çirkin davranışlar ve akabinde konuya ilişkin sarf edilen şiddet ve tehdit içerikli sözler, Türkiye’de insan Haklarına sayginin temin edilmesi yönünde atılan onca adımdan sonra, gerçekten de endişe vericidir.

AKP Malatya Milletvekili Süleyman Saribas’in Insan Hakları Danışma Kurulu üyelerine ilişkin “Millet bunlari tükürügüyle bogar.”; “…Filistin kamp kaçkini, eski sosyalistler, şimdilerde liboş, AB’ye girersek finos olacak zatlar. … Milliyetsiz devşirmeler…” seklindeki açıklamaları; IHDK ‘Azınlık Raporu’nun açiklanmasi sırasında, raporu kurul başkanı Ibrahim Kaboglu’nun elinden alarak yirtan Türkiye Kamu-Sen Genel Sekreteri ve IHDK üyesi Fahrettin Yokuş’un, yaptığı çirkin saldiriyi savunarak, “Raporu degil bir defa, bin, on bin, yüz bin defa karşımıza çiksa yine yırtacağız” demesi ve ardından yükselen “Bizim sesimizi duymazlarsa kursunun sesini duyarlar” sloganlari; DYP Genel Başkan Yardimcisi Saffet Kaya’nin “Yokus doğru yaptı, kutluyorum, eline sağlık.” diyerek şiddete verdiği destek; raporu “ihanet belgesi” olarak niteleyen Başbakanlık Insan Hakları Danışma Kurulu üyesi Fethi Bolayir tarafından yapılan suç duyurusu konuyla ilgili önyarginin mevcudiyetini açik bir sekilde gözler önüne sermektedir[7].

Isviçre’de yayınlanan Tagesanzeiger’in ‘Das Magazin’ isimli kültür ilavesine konusan ünlü yazar Orhan Pamuk’un, söyleşi sırasında sorulan bir soru üzerine “ Burada 30 bin Kürdü öldürdüler. Ve bir milyon Ermeni. Ve neredeyse hiç kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyor. O halde ben yapiyorum. Ve bu yüzden benden nefret ediyorlar.”[8] demesinin ardından ünlü yazara yöneltilen nefret dolu ve şiddet içeren tehditler, Isparta’nın Sütçüler Kaymakamı Mustafa Altinpinar’in Orhan Pamuk’un tüm kitaplarının imha edilmesi talimatını vermesiyle doruk noktasına ulaştı.[9]

Tüm bu yaşananlar sivil toplum örgütleriyle aralarında akademisyen, gazeteci, yazar, siyasetçi ve sanatçıların da bulundugu 200 aydin tarafından “kitlesel bir histeri” olarak nitelendirilirken, uygulamaların Nazi dönemini hatirlattigina vurgu yapilmistir.[10]

Tüm bu gelişmelere ardından Milli Güvenlik Kurulu’nun Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde Heybeliada Ruhban Okulu’nun “tehdit” olarak gösterilmesi ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması yönündeki taleplere karşı çikilmasi, üst düzeydeki askeri ve sivil yöneticilerin azınlık sorununa bakişini sergilemesi bakimindan kaygi vericidir. Her ne kadar, daha sonra basında çıkan haberlerde Disisleri Bakanligi’nin önerisi üzerine, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğin Heybeliada Ruhban okulunu “tehdit” olarak görmekten vazgeçtiği öğrenildiyse de, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması yönündeki taleplere karşı çikilmayacagi yönünde bir görüş de belirtilmemiştir[11] .

Azınlık sorununa ilişkin yaşanan son skandal, Bogaziçi Üniversitesi (BÜ) Rektörlüğü tarafından düzenlenmek istenen “Imparatorlugun Çöküs Döneminde Osmanlı Ermenileri”, adli konferansın, gelen tepkiler üzerine iptal edilmesidir. Konferansın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in Mecliste yaptığı bir konusmanin hemen akabinde iptal edilmesi, dikkatleri konuyla ilgili olarak adi konulmamis bir baskinin mevcudiyetine yoğunlaştırmaktadır. Cemil Çiçek aynen şunları demiştir:

“Simdi, siz, o zaman, falanca ülkenin parlamenterlerini nasıl ikna edeceksiniz? Onlar pekala diyecekler ki “siz bizi ikna etmeyin; gidin, Boğaziçi Üniversitesinde Bogaza bakarak bu yalanları söyleyenleri ikna edin.” Dolayısıyla, bu, Türk Milletini arkadan hançerlemektir; bunu, çok açık olarak söyleyelim.

Evet, üniversiteler özerktir, özgürdürler; ama, dünyanin hiçbir ülkesinde özerklik ve özgürlük sorumsuzluk olarak anlaşılamaz. Bu, ayni zamanda -çok net olarak ifade ediyorum ki- büyük bir sorumsuzluktur, büyük bir ciddiyetsizliktir.

Dördüncü bir husus: Bir şey daha söyleyeceğim; eger, siz, bilim adina gerçegi aramak istiyorsanız, tarih adina gerçegi aramak istiyorsanız, o zaman, farkli düşünenleri de çağırmış olmanız gerekir. Neden, orada tek yanlı bir propaganda gerçekleştirilmeye çalışılıyor, bir konferans?!

Arkadaşlarımız da dile getirdiler. Bugün, Isviçre’de ve bazı ülkelerde “Türkler soykırım işlememiştir” demek özgürlüğü tanınmazken, bununla ilgili kırmızı bültenler çıkarılırken, Türkiye’de su günlerde, yarin, Ceza Kanununu konuşacağız ya, birçok da cemiyetlerimiz var ya, derneklerimiz var ya, hani, özgürlük yok diyorlar ya, bu milleti arkadan hançerleme özgürlügü var, bu millete iftira etme özgürlügü var; bunu, herkesin görmesi lazım, herkesin anlaması lazım! (Alkislar)

Evet, bu, büyük bir sorumsuzluktur, büyük bir ciddiyetsizliktir. Özerk kuruluslari da göreve davet ediyoruz. Hükümet olarak bir yetkimiz olsaydi geregini yapardik. Keske, Adalet Bakanı olarak dava açma yetkimi devretmeseydim. Simdi, YÖK ne yapacak onu merak ediyorum, simdi, Boğaziçi Üniversitesi ne yapacak onu merak ediyorum; ben de merak ediyorum, biz de merak ediyoruz, milletimiz de merak ediyor. Bu ciddiyetsizlik, bu sorumsuzluk, bu millete küfretme, bu milletin nüfus cüzdanını taşıyanların bu milletin aleyhine propaganda yapma, ihanet etme dönemini artik kapatmamız lazım. Çünkü, milletin vicdani rahatsız oluyor.” [12]

Bu konusmanin, 21 Mart 2005 Irkçıliğa Karşı Uluslararası Gün nedeniyle, Irkçıliğa ve Hoşgörüsüzlüge Karşı Avrupa Komisyonu tarafından kabul edilip açiklanan, “Politik söylevlerde ırkçı, anti-semitik ve yabancı düşmani ögelerin kullanilmasi” [13] adli raporun hemen akabinde olmasi gerçektende ürkütücüdür. Irkçıliğa ve Hoşgörüsüzlüge Karşı Avrupa Komisyonu tarafından siyaset bilimleri uzmani Jean-Yves Camus’a hazirlatilan rapor, bu tür konusmalarin tehlikeli boyutlarina dikkatleri çekmektedir. Konuyla ilgili olarak Avrupa Irkçıliğa ve Hoşgörüsüzlüge karşı Komisyonunun bir de deklarasyonu bulunmaktadir. [14] Ancak, BM Egitim Hakki Özel Raportörü Katarina Tomaševski’nin de belirttigi gibi, Ermenilere ilişkin bir soykırım gerçeklestirildigine dair “Inkar etme baskin gelmektedir’(*). 90 yil önce gerçeklesmis tarihsel bir olayi, tekrar gözden geçirmenin ulusal güvenlige nasıl bir tehdit olusturabilecegini anlamak, yabancılar için oldukça zordur.” [15]

 

Müslüman Olmayan Dini Gruplar ve Hoşgörüsüzlük

Şiddet olaylarının tırmanışa geçtiği bir dönemin hemen öncesinde ve sonrasinda, bazı yazılı ve görsel medya organlarında, ülkemizde bulunan farkli dinlere mensup kişilerle ilgili bir dizi saldirgan ve igdis edici habere tanik olduk. Söz konusu haberleri, devlet erkani tarafından yapilan bazı talihsiz açiklamalar takip etti.

Diyanet Isleri Başkanlığı’ndan sorumlu Devlet Bakani Mehmet Aydin’in, AKP Adiyaman Milletvekili Mahmut Göksu’nun Türkiye’deki misyonerlik faaliyetleriyle ilgili soru önergesini yanitlarken sarf ettigi sözler[16] , konunun devlet nezdinde nasıl anlasilip ele alındığını göstermesi bakımından gerçekten de endise vericidir.

Bu türden açiklamalar fiziksel şiddet için gerekli ortamı hazır hale getirmektedir. Nitekim, 21 Nisan 2005 gecesi Ankara’da bulunan Uluslararası Protestan Kilisesi, “Türk Intikam Tugayi” imzalı tehdit mektupları gönderilmesinin ardından molotof kokteylli saldırıya uğramıştır.[17]

Insan Hakları Gündemi Derneğine göre farklı dinlere mensup kişilerin Türkiye’deki faaliyetleri ve varlığı, Türk ve Müslüman topluluk için bir tehdit olarak algılanmamalıdır. Bilakis, bu tür faaliyetler kültürel bir zenginlik olarak görülmeli ve korunmalıdır.

 

Eğitim Yoluyla Irkçılık ve Hoşgörüsüzlük

Tarih Vakfi tarafından yürütülen “Ders Kitaplarında Insan Hakları” adli bir projede, çesitli konulardan seçilen 190 ders kitabi, gönüllülerden olusan çalışma gruplari tarafından incelendi. Bu tarama sonucunda tüm kitaplarda dört bin (4000) farkli sorun tespit edildi. Elde edilen bulgular ayrica 33 kişilik bir uzmanlar grubu tarafından incelenerek “Ders Kitaplarında Insan Hakları: Tarama Sonuçları” [18] basligi altinda toplanmis bulunuyor.

Ders Kitaplarında Insan Hakları Projesi kapsamında Tarih Vakfi ve TÜBA tarafından 17-18 Nisan 2004 tarihinde Insan Hakları Egitimi ve Ders Kitabi Arastirmalari konulu bir de Uluslararası Sempozyum düzenlendi. Sempozyumun “Türkiye’de Egitim, Ders Kitapları ve Insan Hakları – II” bölümünde söz alan Ayse Gül Altinay, Türkiye’de eğitim hayatinin farkli evrelerinde karşısına çıkan görüşleri içselleştiren bir öğrenci, yani eğitim sisteminin öngördüğü ‘ideal’ öğrenci hakkında şunları söylemiştir:

Bu öğrencinin ilk özelligi dünyaya milliyetçi bir gözlükle bakmasidir. Milliyetçilik, Tanil Bora’nin vurguladığı gibi ideolojiler üstü bir ‘fikirler sistemi’dir. Atatürk Milliyetçiliği, Milli Güvenlik Bilgisi kitabında da belirtildigi gibi ‘tek yol‘dur.

Bu milliyetçilik bazı ifadelere baktığımızda, kapsayıcı ve ‘vatandaşlık‘ esasina dayalı bir milliyetçilik anlayışıdır-ki bu haliyle anayasanın 66. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” anlayışına ses getirir.

Ancak, başka bazı ifadelere baktığımızda ise etnik esasli, hatta yer yer irk kavrami üzerinden kendini tanımlayan bir milliyetçilikle karşı karşıya kaliriz. Tanil Bora’nin da vurguladığı gibi ‘Ders kitaplarındaki milliyetçilik anlayışı ırkçı veya etno-kültürcü olarak tanımlayabileceğimiz yönelim ile, vatandaşlığı esas alan ’siyasal’ milliyetçilik ya da ‘yurtseverlik‘ yönelimi arasında salınmaktadır’.“ [19]

Milliyetçi ve ırkçı yaklaşımların varlığı, sadece resmi egitimde geçerli degildir. Resmi olmayan egitimde de benzer bir anlayışın yaygınlaştırıldığını görmek mümkündür. Nitekim, Milliyetçi Hareket Partisi endeksli bir kurum olan Ülkü Ocaklari Eğitim Kültür Vakfinin Genel Sekreteri Afsin Efkârlioglu, Vatan Gazetesinden Tülay Subatli ile yaptığı bir röportajda arkadaşlarına Hitler’in “Kavgam” kitabini okumalarini tavsiye ettiklerini söylemiştir:

– Ülkücü gençlik neden “Kavgam”i okuyor?

* Ülkücü hareket dikkate deger her kitabi takip ediyor, ama Kavgam da okunan, dikkate değer bulunan bir kitap. Okumayanlar okusun, okuyanlar bir kez daha okusun. Biz arkadaşlarımızdan kendilerini geliştirmelerini istiyoruz.

– Yani siz mi okumalarını tavsiye ediyorsunuz?

* Evet, birçok kitapla birlikte. Biz arkadaşlarımızdan bin tane kitap okumalarini istiyorsak birisi de Kavgam’dir. Ayrica bu kitaba yönelmiş özel bir tavsiye söz konusu değildir. Kavgam, yanlışları çok fazla olmakla birlikte dogrulari da olan bir kitap. Hitler, dünya siyasi tarihinde bir döneme damgasını vuran bir kişilik. Eger dünya siyasetini bilmek istiyorsanız Kavgam okunmalı. [20]

Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir haberine göre Hitler’in “Kavgam” adli kitabi Türkiye’de Subat ve Mart 2005 aylarinda en çok satan ilk 10 kitap arasında yer aldi[21] . Birikim Dergisindeki bir yazısında Samet Inanir bu durumun yaratacagi tehlikeye su şekilde değinmektedir:

“Kavgam’in yaratacağı tehlike, Hitler’in tezlerini benimsemeye yatkin olabileceğimize; tanıdık faşizmlere kaymamıza, azılı Yahudi düşmanları olmamiza yol açacağı degil. Bu tehlikeleri tetikleyici unsur olabilir ya da etkinliğinin kişitlari yüzünden olmayabilir. Tehlike, Hitler’in dünyayi algilama biçimini, metodolojisini, önceliklerini içselleştirerek, onu rasyonel sayarak içerisinde yasadığımız topluma ve siyasete bakmak.” [22]

Konuyla ilgili bir diger boyutta, sirf kendi tüzüklerinde “ana dilde egitim hakkini” savundukları için Egitim-Sen hakkındaki kapatma kararıdır. Genelkurmay Başkanlığı, 27 Haziran 2003 tarihli ve Genelkurmay Başkanlığı Harekat Başkani Korgeneral Köksal Karabay imzalı ve “Genelkurmay Başkanı namina” ibareli bir yaziyi, Basbakanlik, Içisleri BakanlığıMilli Eğitim BakanlığıAdalet Bakanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği‘ne göndererek, Egitim-Sen’in tüzüğündeki anadilde egitim hakkina ilişkin maddenin Anayasaya aykırı oldugunu belirtmistir.

Yazi sonrasi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanligi, Ankara Valiligi’ne bir yazi göndererek, tüzükteki “anadille ilgili ifadelerin” Anayasaya aykırıligini öne sürmüs, ifadenin tümden çıkarılmasını istemiştir. Bunun üzerine Ankara Valiliği talebiyle, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Egitim-Sen’in kapatılması ve yedi üyesinin cezalandırılması amacıyla dava açılmıştır. [23] Dava en son olarak Yargitay’in Egitim-Sen’in kapatılması yönünde verdiği kararla suçlanmıştır [24] . Bu durum Türkiye’de asker ve siyaset iliskişini yeniden gündeme getirmesi hem de askerin demokratikleşme yönünde atilan adimlara sıcak bakmadığını göstermesi bakımından endişe vericidir. [25]

 

Yeni İletişim Araçları ve Irkçılık

Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonunun, Agustos 2000 tarihinde Isveç Mukayeseli Hukuk Enstitüsü tarafından hazırlanan “Internet Üzerinde Irkçılikla Mücadele Edilmesine İlişkin Yasal Araçlar” [26] baslikli raporu, bir yandan internet üzerinde ırkçılikla mücadele etmek için yasal mücadele araçlarini incelerken, diger yandan söz konusu mücadelenin zorunluluguna ve zorluklarina dikkat çekiyordu. Raporu takip eden yillarda Avrupa Konseyi’nin önce 2001 tarihli “Siber Suçlara Dair Avrupa Sözleşmesi” [27] ve ardından 2003 tarihli “Bilgisayar Sistemleri Yoluyla Gerçekleştirilmiş Irkçı ve Yabancı Düşmanlığı Içeren Eylemlerin Suç Sayilmasiyla Ilgili Siber Suçlara Dair Sözleşmeye Ek Protokol” [28] üne ragmen, Avrupa bölgesinde internet üzerindeki ırkçı ve yabancı düşmanı yayınlar halen devam etmektedir. Ne yazik ki, nefret dolu bu kervana, özellikle son yillarda Türkiye’den de katkılar yapılmaktadır.

Türkiye’nin, insan Haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmelere ilişkin klasik utangaç tavrini bu alanda da görmek mümkündür. Türkiye adi geçen sözleşmeyi ve ilgili ek protokolü ne imzalanmış ne de onaylanmıştır. Buna karşılık, Türkiye’de son yillarda Türkçe yayin yaparak Irkçılığı, yabancı düşmanlığını ve hoşgörüsüzlüğü yayginlastiran web sitelerinin varlığı, giderek artan bir vahamet kazanmaktadır. Söz konusu web sitelerinin içinde özellikle dört tanesinin hemen göze çarptigini söylemek mümkündür. Bunlardan ilki, ırkçılık yaptıklarını açik bir sekilde ifade eden ve azınlıkları saglikli bir bünye için “hastalık mikrobu” olarak nitelendiren “Ulusal Hareket” [29] adli web sitesidir. İkincisi ırkçı yaklaşımını adından dahi gizleme geregi duymayan “Türkiye Fasist Partisi” [30] dir. Üçüncüsü, Türkiye’de Irkçı düşüncenin en önemli isimlerinden biri olarak görülen Hüseyin Nihal Atsiz’a atfen kurulmuş olan “atsiz.org ” [31] adli web sitesidir. Dördüncüsü, yabancı düşmanlığı ve anti-semitik ifadelerle dolu açıklamaların yer aldigi “Ülkücü Hareket” [32] adli web sitesidir. Söz konusu siteler, sürekli bir sekilde Irkçılığı ve hoşgörüsüzlüğü yaygınlaştıran yayınlar yapmakta ve hatta belli örgütlenmeler içinde olduklarına dair mesajlar vermektedirler. Bu tür yayinlara ilişkin su ana kadar herhangi bir önlem alınmış değildir. Ancak, söz konusu mesajlarin sürekli tehdit içerir nitelikte ve şiddet yüklü olması, bu konuyla ilgili olarak ivedilikle yasal önlemlerin alınmasını ve uygulanmasını zorunlu kılmaktadır.

 

Ayrımcılığa Dair Yasal Mevzuat

Türkiye’nin yasal mevzuatı ayrımcılığın değişik biçimlerine ilişkin bazı hükümler getirmekle birlikte kapsamlı bir mevzuat söz konusu degildir. AB’ye aday on üç ülkede ayrımcılıkla mücadele için alinan önlemlere ilişkin hazırlanan rapor[33], söz konusu yasal mevzuatı degisik yönleriyle aktarmaktadır. Son olarak kabul edilen Türk Ceza Kanunun, 122. Maddesi genel anlamda ayrımcılığı ilk kez yasaklamakta ve ayrımcılığa karşı cezai yaptırım öngörmektedir. Bununla birlikte, hazirlanan ilk taslakta “cinsel yönelime ilişkin ayrımcılık” da yasaklanmış olmasına ragmen, yasanın kabul edilen halinde cinsel yönelime ilişkin ayrımcılığın yer almamasi[34] üzüntü vericidir. Türkiye’de ayrımcılıkla ilgili olarak sikinti yaratan bir diger sorun da, Türkiye’nin uluslararası Insan Hakları Sözleşmelerini onaylamak ve uygulamak konusundaki çekinceli tavridir.

Türkiye uluslararası düzeyde kabul görmüs pek çok insan Hakları sözleşmesini onaylamış olmasına rağmen, özellikle ayrımcılıkla dogrudan iliski maddelere çekinceler koymaktadir. Türkiye BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 14 Eylül 1990 tarihinde imzalamis ve 9.12.1994 tarihli ve 4058 sayili kanunla onaylamis olmasina ragmen, sözleşmenin egitim hakki ile ilgili 17, 29 ve 30. maddelerine, T.C. Anayasasi ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlasmasi hükümlerine ve ruhuna uygun olarak, ihtirazi kayit koymus ve yorumlama hakkini sakli tutmustur. Bu halen geçerli bir durumdur.

Benzer bir durum Avrupa Temel Hak ve Özgürlüklere Dair Avrupa Sözleşmesine Ek 1. Protokolü içinde geçerlidir. Türkiye 1. nolu Ek protokolü imzalayip onaylamasina ragmen, 2. maddeye 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanununu gerekçe göstererek çekince konmustur. Son olarak, 4 Haziran 2004’de BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesini de onaylayan Türkiye, sözleşmeyi yine çekinceyle onaylamistir. Türkiye, Sözleşmenin 13. maddesine T.C. Anayasasinin 3, 14 ve 42. maddelerini gerekçe göstererek, çekince koymustur. 1982 Anayasasinin 3 ve 14. maddeleri su sekildedir:

III. Devletin Bütünlügü, Resmî Dili, Bayragi, Millî Marsi ve Baskenti

  • Madde 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.
  • Dili Türkçe’dir.
  • Bayragi, sekli kanununda belirtilen, beyaz ay yildizli al bayraktir.
  • Millî marsi “Istiklal Marsi”dir.
  • Baskenti Ankara’dir.

Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin hangi hallerde kötüye kullanildiginin kabul edilecegini açıklayan 14. maddesi, AB uyum yasalari çerçevesinde 2001’de kabul edilen 4709 sayili yasa’nin 3. maddesi ile degistirilmistir. BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne konan çekince degisik metne göredir:

Madde 14- (Degisik: 4709 – 3.10.2001/m.3) Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlügünü bozmayi ve insan Haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldirmayi amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanilamaz.

Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla taninan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha genis sekilde sinirlandirilmasini amaçlayan bir faaliyette bulunmayi mümkün kilacak sekilde yorumlanamaz.Bu hükümlere aykırı faaliyetlerde bulunanlar hakkinda uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.[35]

 

C- Öneriler

İnsan varlığı karmaşık bir kimliğe sahiptir ve tek boyutlu olarak düsünülemez. Bu haliyle insanin ırksal, etnik, cinsel, sosyal köken vb. pek çok farkli kimlige sahip olduğunu görmek mümkündür. Bu farklılıklar insan varliginin kültürel zenginligini ifade eder. Bu zenginlik korunmalıdır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye;

Yasama

  • Mevcut Ombudsman yasa taslagindan hareketle Ombudsman yasasini çikartmalidir.
  • Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesini imzalayip onaylamalidir;
  • Bölgesel ya da Azınlık Dillerine İlişkin Avrupa Sartini imzalayip onaylamalidir;
  • Taraf oldugu uluslararası Insan Hakları Sözleşmelerine azınlıklar bakimindan koyduğu çekinceleri geri almalıdır;
  • Avrupa Insan Haklarına Sözleşmesine ek 12 Nolu protokolü onaylamalidir;
  • Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin Seçimlik Protokolünü onaylamalidir;
  • Mevcut mülteci mevzuatini gözden geçirilmeli ve mültecilere yönelik ayrımcılığın giderilmesi için önlemler almalıdır;
  • Ivedilikle irk ve etnik kökene dayali ayrımcılığın önlenmesi ile ilgili bir yasa kabul etmelidir. Ancak, ayrımcılığın önlenmesine ilişkin yasal önlemler bununla sinirli kalmamalı, ayrımcılığın değişik formlarını kapsamına alan degisik konularda yasal düzenlemeler yapmalıdır.
  • “Azınlık yaratma suçu” gibi, insan Haklarıyla bagdastirilmasi oldukça zor olan hukuki düzenlemeleri hukuk mevzuatindan ayiklamalidir;
  • Revize edilmis Avrupa Sosyal Sartini vakit geçirmeden onaylamalidir;
  • Hukuk sisteminde dogrudan, dolayli ayrımcılık ve taciz tanımlari yapmalıdır;
  • Anayasa (10. madde) ve yasalara “etnik” terimini ayrımcılığın bir unsuru olarak eklemelidir;
  • Azınlık tanımlamasini Uluslararası Normlara göre tekrar gözden geçirmelidir;
  • Azınlıkları ilgilendiren konularin yönetmelik, yönerge gibi “esnek” hukuki normlarla düzenlenmesinden vazgeçilmeli, azınlıkların Hakları yasal çerçeveye kavuşturmalıdır;

 

Yürütme

  • Insan Haklarını ilgilendiren her konuda ve bilhassa azınlıkların korunmasi ve ayrımcılığın önlenmesini konu alan düzenlemeleri yaparken, Birlesmis Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birligi’nin ilgili birimlerinden görüş almalıdır.
  • Ivedilikle bir Ulusal Insan Hakları Kurumu olusturmalidir. Ulusal Insan Hakları Kurumu’nu Paris Ilkelerine uygun bir şekilde kurmalıdır. Tüm bu çalışmalari sivil toplum örgütleri ile birlikte yapmalı ve sivil toplum örgütlerinin görüşlerini almalıdır;
  • Sivil toplum örgütlerinin özellikle bilinç yükseltme alaninda faaliyette bulunmaları yönünde yaptıkları çalışmaları teşvik etmelidir;
  • Dini azınlıkların tüm ihtiyaçlarini göz önüne alarak ve söz konusu azınlıklarla karşılıklı görüş alis verisi içinde, bu azınlıkların dini kurumlarinin tüzel kişilik kazanması için gerekli çalışmaları yapmalıdır;
  • AB üyeligi için müktesebatta da yer alan bir zorunluluk olarak, T.C. Hükümeti irk ve etnik ayrımcılık için Eşitlik Kurumu oluşturulması için çalışmalar yapmalıdır. Gerekli görülürse Esitlik Kurumu Ulusal Insan Hakları Kurumu’nun bir parçasi olarak da kurulabilir. Ayrica, Avrupa Birliginin Ayrımcılığa ilişkin direktiflerini de dikkate almalıdır.
  • Alevilik gibi, Sünni olmayan Müslüman mezheplerin taleplerini dikkate almalıdır;
  • Irk ve etnik ayrımcılığın ortaya çikarilmasina yardimci olacak istatistiksel çalışmalar yapmalıdır. Örneğin, Içisleri Bakanligi’nin 90′li yillarin basinda çikardigi ve Devlet Istatistik Enstitüsü’nün (DIE) din ve etnik konularda istatistiksel çalışma yapmasını kısıtlayan genelgesini kaldırmalı ve DIE’nin bu konularda yeterli bilgiyi ortaya koyabilecek çalışmalar yapmasını saglamalidir.
  • Ders kitaplarından, ayrımcı, ırkçı, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük yaratan kısımları çıkarmalıdır.
  •  

Yargı

  • Avrupa Insan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Insan Hakları Mahkemesinin kararlarini ve diger uluslararası insan Hakları standartlarini uygulamalidir.
  • Yargiç ve savcilar ayrımcılık konusunda egitilmelidir. Ayrımcılık konusu yargiç ve savcilara yönelik egitim müfredatinin bir parçasi haline getirmelidir.
  • Irk ve etnik köken ayrımcılığı davalarinda ceza davalari hariç olmak üzere ispat yükünün karşı tarafa geçmesini saglayacak usul hukuku düzenlemelerini yapmalıdır;

http://www.ohchr.org/english/bodies/hrc/comments.htm web sitesinde mevcuttur.

[2] 12 Nolu Protokol 01/04/2005 tarihinde yürürlüge girdi. Su an toplam 11 Avrupa ülkesi 12 Nolu Protokolü onaylamis durumda. Ancak, AB ülkelerini de içerecek sekilde pek çok gelismis Avrupa ülkesi sözleşmeyi ne yazik ki onaylamis degil. Fransa, Danimarka, Ingiltere gibi ülkeler onaylamadiklari gibi 12 Nolu Protokolü imzalamis da degiller. Türkiye ise 12 Nolu Protokolü 18/04/2001 tarihinde imzaladi ancak henüz onaylamadi.

[3] TAKE A STEP TO STAMP OUT TORTURE; Chapter 2: Discrimination: fertile ground for torture, 37, Amnesty International, First published in 2000 by Amnesty International Publications 1 Easton Street London WC1X 0DW United Kingdom. http://web.amnesty.org/library/eng-313/reports&start=871 web sitesinde mevcuttur. Ayrica raporun Türkçe’sine Uluslar arasi Af Örgütü Türkiye Subesinden ulasmak da mümkündür: http://www.amnesty-turkiye.org/

[4] Tehlikeli tirmanis; Sabah Gazatesi; 07/04/2005; http://www.sabah.com.tr/2005/04/07/gnd103.html

Trabzon’da Linç Provasi Talat’la Baslamisti; BIA Haber Merkezi 19/04/2005 ; http://www.bianet.org/php/.&HTMLDizinDosya=/2005/04/20/59531.htm Trabzon’da linç girisimi ; Radikal Gazetesi 7 Nisan 2005 http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=148874

[5] Adapazari’nda linç girisimi; Hürriyet Gazetesi; http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@w~2@nvid~562380,00.asp 12.04.2005
Bes TAYAD üyesine dava açildi; CNN Türk;
http://www.cnnturk.com.tr/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&HID=1&haberID=96499 ; 17 Mayis, 2005

[6] Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Lozan, Iç Mevzuat, Içtihat, Uygulama; Baskin Oran; Tesev Yayinlari; Haziran 2004 S. 110. http://www.tesev.org.tr/etkinlik/baskin_oran.pdf web sitesinde mevcuttur.

[7] Insan haklarınıza çakarim iki tane! Radikal Gazetesi http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=133054 2 Kasim 2004 ; Ne düsünce kaldi ne de özgürlügü… IBRAHIM Ö. KABOGLUhttp://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=133173 3 Kasim 2004; Ayrica bkz. Yokus: Bin kere yirtarim http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=133159 Azınlık raporu ‘paramparça’http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=132968 ; TSK: Zorla azınlık olmaz http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=133157 ; Azınlık Raporu için suç duyurusuhttp://www.ntvmsnbc.com/news/292987.asp 25 Ekim 2004.

[8] Kimse söylemiyor, bari ben söyleyeyim; Kültür/Sanat; Ismail EREL/FRANKFURT; Hürriyet Gazetesi; 09.02.2005 http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~13@tarih~2005-02-09-m@nvid~535000,00.asp

[9] Barbar zihniyete tepki, Radikal Gazetesi; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=148102 ; 31 Mart 2005

[10] Aydinlardan ırkçı tirmanis uyarisi; Radikal Gazetesi; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=149257
11 Nisan 2005 [11] Heybeli açilmasin; Hürriyet Gazetesi; http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,nvid~569636,00.asp ; 28/04/2005; Ruhban Okulu için MGK hazir; Radikal Gazetesi;http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=154764 ; 4 Haziran 2005

[12] ADALET BAKANI CEMIL ÇIÇEK (Ankara); BIRINCI OTURUM; 24 Mayis 2005 Sali; Açilma Saati: 14.00; BAŞKAN: Başkanvekili Ismail ALPTEKIN; KÂTIP ÜYELER: Yasar TÜZÜN (Bilecik), Mehmet DANIS (Çanakkale) http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem22/yil3/ham/b10101h.htm

[13] “The use of racist, antisemitic and xenofophobic argument in political discourse” Jean-Yves Camus. ECRI: European Commission against Racism and Intolerance March 2005. Avalieble athttp://www.coe.int/T/E/.camus_en.pdf

[14] ECRI Declaration on the use of racist, antisemitic and xenophobic elements in political discourse
(adopted on 17 March 2005) Avaliable at http://www.coe.int/T/E/.Declaration%20eng.asp#TopOfPage

[15] Egitim Hakki Özel Raportörü, Katarina Tomaševski tarafından 3-10 Subat 2002 tarihlerinde hazirlanan Türkiye Özel Raporu ; Ekonomik ve Sosyal Konsey; Dagitim: GENEL E/CN.4/2002/60/Add.2 27 Mart 2002 ORJINAL DIL: INGILIZCE (*)Belçika Senatosu Ermeni soykırımina ilişkin bir karari 1998’de kabul etti, benzer sekilde Fransa Parlamentosunda Ocak 2001’de. Akcam, T., “Le tabou du génocide arménien hante la société turque”, Le Monde diplomatique, juillet 2001.

[16]“Başkanlığımiz, misyonerlik faaliyetlerinin, toplumumuzun degerler bütününün en temelinde yatan dini inancinda bir farklilasma meydana getirerek, onun tarihi, dini, milli ve kültürel birlikteligini ve bütünlügünü bozup, parçalamayi amaçladigini düsünmektedir. Tarihi birikimimiz ve günümüzdeki gelismeler göz önüne alindiginda masum bir din tebligi veya din hürriyetini kullanimi hadisesi olmadigi, aksine tarihi arka plani ve siyasi amaçlari olan son derece planli bir hareket oldugu görülmektedir.” – Aydin: Misyoner hareket siyasidir – . Radikal Gazetesi. 28/03/2005. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=147855&tarih=28/03/2005 Web Sitesinde Mevcuttur. Ayrica Bkz. “Bakan Aydin: 368 kişi din degistirdi.” Birgün Gazetesi. 28/03/2005 S.4

[17] Protestan Kilisesine Tehdit Ardından Saldiri; BIA Haber Merkezi http://www.bianet.org/2005/04/28/60087.htm 28/04/2005

[18] Ders Kitaplarinda Insan Hakları Projesi, Tanitim Brosürü; Tarih Vakfi Yayinlari; 2003: Projenin Tanitimi Tarih Vakfinin http://www.tarihvakfi.org.tr/projeler/insanHakları.asp web sitesinde mevcuttur.

[19] http://www.bianet.org/2004/04/20/32909.htm web sitesinde mevcuttur. Ayrica Bkz. Tanil Bora; Ders Kitaplarinda Insan Hakları: Tarama Sonuçlari; Ders Kitaplarinda Milliyetçilik; Tarih Vakfi Yayinlari; 1. Baski; Kasim 2003; s. 65-89

[20] Ülkü Ocaklari Egitim Kültür Vakfi’nin resmi web sitesinde mevcuttur: http://www.ulkuocaklari.org.tr/afsin/ilk.htm 09/06/2005

[21] “Kavgam”in çok satmasi Israil ve ABD karşıtliginin göstergesi; Hürriyet Gazetesi; Kültür Sanat / Kitap

18.03.2005; http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~15@nvid~551064,00.asp web sitesinde mevcuttur.

[22] Kavgam’in Neden ve Nasıl Okuyoruz? ;Samet Inanir ; Güncel Makale Birikim Dergisi 31 Mart 2005 Persembe http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?makale_id web sitesinde mevcuttur.

[23] “Egitim-Sen’e Kapatma Davasi Hukuka Aykırı” http://www.bianet.org//2004/06/07/38335.htm

[24] Egitim Sen Hukuksal ve Örgütsel Mücadelesini Sürdürecektir!

http://www.egitimsen.org.tr/basinaciklamasi/25mayis2004_kapatilmadavasi.html ; Egitim-Sen’den ‘kapatilma’ protestosu; CNN Türk; http://www.cnnturk.com.tr/HABER/haber_detay.asp?PID=318&HID=1&haberID=9750 1; 21 Mayis, 2005; Egitim-Sen’e AIHM yolu; CNN Türk; http://www.cnnturk.com.tr/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&HID=2&haberID=98639 ; 25 Mayis, 2005 Egitim-Sen’e kötü haber; NTV; http://www.ntvmsnbc.com/news/325453.asp ; 29 Mayis 2005

[25] Askerin son günlerde sivil siyasete ve hatta egitime müdahalesine ilişkin, Egitim-Sen Davasinin öncesine ve sonrasina denk gelen pek çok gelisme yaşanmistir. Ancak, Egitim-Sen Davasi Türkiye’de askeri demokratiklesmeden hosnut olamadiginin somut bir göstergesidir. Egitim-Sen’e açilan dava ile ilgili olarak Saglik Meslek Odalari Koordinasyon Kurulu Başkani Prof. Dr. Tahsin Yesildere de, kapatma davasi dosyasinda Genelkurmay Başkanlığı’nin yazisinin yer almasina deginerek “Askerin demokratik toplumun önündeki en büyük engel oldugu bu davayla bir kez daha ortaya çikti” diyerek durumu gayet iyi bir sekilde özetlemistir(http://www.bianet.org/2004/07/08/38577.htm web sitesinde mevcuttur. Nitekim, 10 Mart 2004’de Hürriyet gazetesinde Necdet AÇAN imzasiyla “Ilginç istihbarat: Kara Kuvvetleri Komutanligi, kaymakamliklara bir yazi yollayip, “AB ve ABD yanlisi kişiler ve yüksek sosyete” hakkinda istihbarat toplanmasini istedi.”baslikli bir haber yayinlandi. Haberde ‘Azınlıklar ve kendini azınlık olarak görme egiliminde olan (Çerkez, Roman, Abaza, Arnavut ve Bosnak vb) gruplar’ hakkinda bilgi toplanmasinin istedigi belirtilmis ve bu haber Genel Kurmay Başkanlığınca dogrulanmisti. Askerlerin sivilleri fisledigi yolundaki bu haber genis yankilar uyandirmis ve tepki çekmisti.

http://www.hurriyetim.com.tr/haber/…381401,00.asp web sitesinde mevcuttur. Söz konusu haberin yarattigi sarsintinin üzerinden 5 ay sonra, yine Hürriyet Gazetesinde 02.08.2004 tarihinde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tarafından, Genelkurmay Başkani ve 312 generale bir “uyari mektubu” gönderildigi ortaya çikti. Habere göre, mektupta DEP milletvekillerinin birakilmasini, Avrupa Insan Hakları Mahkemesi’nin (AIHM) üst mahkeme olarak kabul edilmesi elestiriyor ve “hükümetin haddini bilmesi gerektigini” söyleniyordu. (http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@w~1@nvid~448364,00.asp web sitesinde mevcuttur). Tüm gelismeler karşısinda Türkiye’de, demokratiklesme sürecinde hoslanmayan kesimlerin dönüp dolasip askerden umut beklemesi, askerlerinde sadece demokratiklesme karşıtlarindan destek görmesi pek de sasirtici olmasa gerek.

[26]Legal Instruments To Combat Racism On The Internet; Report prepared by the Swiss Institute of

Comparative Law (Lausanne); Strasbourg, August 2000; CRI (2000) 27; Secretariat of ECRI (the European

Commission against Racism and Intolerance); Directorate General of Human Rights – DG II; Council of Europe http://www.coe.int/T/E/.CRI%282000%2927.pdf web sitesinde mevcuttur.

[27] Avrupa Sözleşmeleri Serisi 185. http://conventions.coe.int/…CM=8&DF=6/7/05&CL=ENG web sitesinde mevcuttur.

[28] Avrupa Sözleşmeleri Serisi 189. http://conventions.coe.int/…CM=8&DF=13/04/05&CL=ENG web sitesinde mevcuttur. Ek Protokol ne yazik ki yeterli onay bulunmadigi için henüz yürürlüge girmemistir. Ancak mevcut durum ilgili ek protokolün ivedilikle yürürlüge girmesi için yeterli gerekçeler sunmaktadir.

[29] “Ulusal Hareket” adli we sitesi http://www.ulusalhareket.com/index2.htm url adresi üzerinden yayin yapmaktadir. Mart 2005’de Web sayfalarinin giris sayfalari “Kürtler ve Domuzlar Giremez” sloganiyla açiliyordu. Haziran 2005 itibariyle yaptiklari açiklamada ise sunlar yaziyordu: “Duyuru! Türkiye’mizin yasadigi olaylar süphesiz bir dirilisin göstergesi halini almistir. bu dirilisi her ne kadar basin gizli tutmaya çalissa da gerçekler fark ediliyor ve ırkçı ideoloji destekçilerini toparliyor!!!…Bir Türk milliyetçisi olarak yaziyoruz. Hükümet Kürtçülük yaptığı sürece ,bizlerde kafatasçi ırkçılar gibi olmaya devam edecegiz, Kürtler kasiniyor,sehit kaniyla sulanmis bayragimiza pis ellerini sürüyor. Bunun bir bedeli oldugunu unutan Kürtler ve AKP’liler çok agir sonuçlarla karşılasacaklar. Türk milliyetçiliği hizla birbirine kenetlenmeye basladi ve yakin zamanda AB kriterlerini uygulamak için bizden izin almak durumuna düsebilirsiniz.”http://www.ulusalhareket.com/haber08.htm

[30] “Türkiye Fasist Partisi” adli web sitesi http://www.turanproje.cjb.net/ url adresi üzerinden yayin yapmaktadir. Internet üzerinde dikkatleri ilk olarak, 21 Kasim 2004 tarihinde düzenlenen bir polis operasyonunda, ‘terörist’ olduklari gerekçesiyle öldürülen kamyon soförü Ahmet Kaymaz ve 12 yasindaki oglu Ugur Kaymaz’la ilgili yaptiklari açiklamayla çektiklerini söylemek hiç de yanlis olmayacaktir. “Kendilerinin yapmadigini” ama öldürülenlerin Kürt olmasi nedeniyle yapanlari “desteklediklerini” açik bir sekilde ifade etmislerdi.

[31] “ATSIZ.org” web sitesi http://www.atsiz.org url adresi üzerinden yayin yapmaktadir. 1905-1975 tarihleri arasında yasayan Hüseyin Nihal Atsiz, 1944 tarihli Irkçılik-Turancilik davasinin en büyük saniklarindan biriydi. Atsiz’in Irkçı nitelikte kaleme aldigi pek çalışmasi bulunuyor. 10/06/2005

[32] “Ülkücü Hareket” adli web sitesi
http://www.ulkucuhareket.org/index.html adresi üzerinden yayin yapmaktadir. Sitede Heybeliada Ruhban okulunun açilmasina karşı çikildigi gibi, Rum Patrikhanesinin kapatilmasi yönünde görüşler de yer almaktadir http://www.ulkucuhareket.org/ruhbanokulu.htm . “Yahudilik ve Masonluk özel Dosyasi” adi altinda anti-semitik ifadeler bulunmaktahttp://www.ulkucuhareket.org/siyonizm/index.htm ve güneydoguda yaşananlara ve Kürt sorununa ilişkin yapilan bir açiklamaya dair, isim verilmeksizin su sözler sarf edilmektedir: “Göz yumduklari su siyasî fahise ‘Diyarbakir’in kendilerine ait oldugunu imâ ettiginde’ agzina kursun doldurulsaydi bugün böyle bir zilleti yasamazdik biz!” 10 Haziran 2005.

http://www.ulkucuhareket.org/guneydogu.htm

[33] 13 ADAY ÜLKEDE AYRIMCILIKLA MÜCADELE IÇIN ALINAN ÖNLEMLERE İLİŞKİN RAPOR; (VT/2002/47); TÜRKIYE ÜLKE RAPORU; MEDE European Danışmanlik Göç Politikalari Grubu ortakligi ile Levent Korkut tarafından hazirlanmistir; MAYIS 2003; www.rightsagenda.org web sitesinde Türkçe ve Ingilizce olarak mevcuttur.

[34] Madde 122 – (1) Kişiler arasında dil, irk, renk, cinsiyet, siyasî düsünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayirim yaparak; Türk Ceza Kanunu (5237); Kabul Tarihi: 26/09/2004; Resmi Gazete: 12/10/2004 No: 25611 http://www.uyap.adalet.gov.tr/mevzuat/data/kanun/1414.html web sitesinde mevcuttur.

[35] Uyum Yasalari, Degerlendirme ve Karşılastirmali Metinler; Izmir Barosu Yayinlari; Birinci Basim; Temmuz 2003; Izmir. S. 17

Insan Hakları Gündemi Dernegi’nin, Türkiye’de son aylarda tirmanisa geçen ırkçı, ayrımcı ve hoşgörüsüzlüge dayanan söylem ve şiddet olaylarina ilişkin hazirladigi metindir. (14 Haziran 2005)

Kaynak: İnsan Hakları Gündemi Derneği

http://www.nefretme.org/index.php/2009/12/turkiyede-ayrımcılık-irkcilik-ve-nefret-suclari/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Etnik ayrımcılık var mı? Türkler ne düşünüyor?

Mayıs ve Temmuz ayları arasında 1003′ü Türkiye’den yaklaşık 30 bin kişiyle görüşülerek hazırlanan araştırmaya göre, “yaygın etnik ayrımcılığın” en yüksek çıktığı ülkeler yüzde 80′le Hollanda, yüzde 79′la Fransa ve Macaristan, yüzde 78′le İsveç, yüzde 77′yle Danimarka ve Malta, yüzde 72′yle Finlandiya, yüzde 71′le Yunanistan, İtalya ve Belçika, yüzde 70′le Kıbrıs Rum kesimi, yüzde 66′yla İspanya ve yüzde 63′le Avusturya şeklinde sıralandı.

İngiltere yüzde 58′le ve Almanya yüzde 54′le etnik ayrımcılıkta AB ortalamasının altında kalırken, bu oran eski Doğu Bloku ülkelerinden Letonya’da yüzde 34, Polonya’da yüzde 33 ve Litvanya’da yüzde 26′ya kadar indi.

 

Dini ayrımcılık

Eurobarometre araştırmasına göre ülkelerinde dini ayrımcılığın yaygın olduğunu düşünenler Türkiye’de yüzde 42′yle, yüzde 39 olan AB ortalamasının üzerine çıkarken bu oran Hollanda’da yüzde 59, Fransa’da yüzde 58, Danimarka’da yüzde 55 ve Belçika’da yüzde 54′ü buldu.

Ankete katılan Avrupalıların yüzde 56’sı ve Türklerin yüzde 46’sı, ülkelerinde dini ayrımcılığın 5 yıl öncesine göre arttığı yönünde görüş belirtti.

Araştırmada “medyanın farklılıkları yeterince yansıtmadığı” görüşünde olanlar Yunanistan’da yüzde 53, İsveç’te yüzde 58 ve Fransa’da yüzde 65′e ulaşırken aynı oran Türkiye’de yüzde 43′le, yüzde 44 olan AB ortalamasına yaklaştı.

Eurobarometre anketine katılan Avrupalıların yüzde 49′u ve Türklerin yüzde 35′i, ayrımcılıkla mücadele için ülkelerinde yeterli çabanın gösterildiğini belirtti.

 

Yaşlılara ayrımcılık

Ankette, ülkelerinde yaşlılara yaygın ayrımcılık yapıldığını düşünenlerin oranı yüzde 33′le Türkiye’de en düşük çıkarken, AB ortalaması yüzde 58′i buldu. Bununla birlikte Türklerin yüzde 52’si, 5 yıl öncesine göre yaşlılara ayrımcılığın arttığı yönünde görüş bildirdi.

 

Engellilere ayrımcılık

Ayrımcılık araştırmasında engellilerin yaygın ayrımcılığa uğradığını düşünenler Avrupa’da en düşük yüzde 33′le Malta ve yüzde 34′le Türkiye’de çıkarken söz konusu oran Fransa’da yüzde 74, Macaristan’da yüzde 64, Belçika ve Yunanistan’da yüzde 63, Hollanda’da yüzde 62 ve AB ortalamasında yüzde 53 oldu.

 

Cinsel ayrımcılık

Eurobarometre anketinde ülkelerinde cinsel tercih nedeniyle ayrımcılığın yaygın olduğunu düşünen Türklerin oranı yüzde 37′yle, yüzde 47 olan AB ortalamasının altında kaldı.

Cinsel tercihin yaygın ayrımcılık kaynağı olduğunu düşünenler en yüksek yüzde 66 ile Kıbrıs Rum kesiminde, yüzde 64 ile Yunanistan’da ve yüzde 61 ile Fransa’da çıktı.

 

Cinsiyet ayrımcılığı

Ankette cinsiyet ayrımı yaygınlığında ise Türkiye yüzde 41′le, yüzde 40 olan AB ortalamasına yaklaşırken söz konusu oranın en yüksek çıktığı ülkeler yüzde 57 ile Macaristan, yüzde 54 ile Fransa ve yüzde 52 ile İsveç, en düşük çıktığı ülkeler yüzde 20 ile İrlanda ve Bulgaristan oldu.

Araştırmada ülkelerindeki devlet ya da hükümet başkanlığına seçilebilecek kişilere, duydukları yakınlığa göre 1′den 10′a kadar not vermesi istenen Avrupalılar kadınlara 8,5, engellilere 7,4, dini azınlık mensuplarına ve eşcinsellere 6,5, etnik azınlık mensuplarına 6,2, 30 yaşından küçüklere 5,9 ve 75 yaş üstüne 4,8′i layık gördü.

http://www.nefretme.org/index.php/2009/12/etnik-ayrimcilik-var-mi-turkler-ne-dusunuyor/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Irk, ulusal veya sosyal köken ve ulusal bir azınlığa mensubiyet bağlamında ayrımcılık- Erkan Şenses

1. Ayrımcılık

Ayrımcılığın gerek yasalarımızda gerekse de ulusal üstü belgelerde bir tanımı yapılmamakla beraber  “yasak” olduğu ve yasak durumların ne olduğu açıklanmıştır. Ancak bir tanım yapmak gerekirse ayrımcılık, yasaklanan ayrımcılık nedenleri kapsamında bir kişiye, karşılaştırılabilir benzer durumdaki herhangi birisine muamele edildiğinden, edilmiş olduğundan veya edileceğinden daha az elverişli davranmaktır. Bu noktada ayrımcılığın yasaklanması da yine bu kişi ya da grupların talep ettikleri eşit muameleyi engelleyen ya da aksatan her türlü uygulamanın kaldırılarak toplumun tüm insanları için eşitliğin gözetilmesidir.[1]

BM tarafından kabul edilen Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile kurulan İnsan Hakları Komitesi de ayrımcılık ile ilgili bir tanım yapmıştır. Komite sözleşmenin 40.maddesinin 4.fıkrasında belirtilen sözleşme hükümlerinin netleştirilmesine yönelik Genel Yorum yayınlayabilmektedir. İHK 1989 yılında 18 No’lu Genel Yorum’u kabul ederek, MSHS’nin ayrımcılık terimini tanımlamadığını belirterek ayrımcılığı tanımlamıştır. Komite ayrımcılık ile “.. ayırma, dışlama, kısıtlama veya ırk, renk, cinsiyet, dil, din, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğum, siyasi veya diğer görüşlere dayalı olarak gerçekleştirilen ve bütün hak ve özgürlüklerin herkes tarafından tanınmasını ve kullanılmasını engelleyecek veya tanınmasını ve kullanılmasını sınırlandıracak ayrımcılığı..” kasteder.

Avrupa Birliği tarafından 2000 yılında yayınlanan ve özelde ırk ayrımcılığına karşı mücadeleyi öngören 2000/43 EC Sayılı Konseyi Direktifi’ne göre ise“…bir kimsenin, karşılaştırılabilir durumlarda, ırk veya etnik kökene dayalı olarak, bir diğer kişiye göre daha az tercih edilir bir muameleye tabi tutulması, şimdiye kadar tutuluyor olması veya tutulma ihtimali olması halinde doğrudan ayrımcılığın ortaya çıktığı anlaşılır.”

Tüm bu tanımlardan sonra denilebilir ki ayrımcılık yasağı, yasa önünde eşitlik, yasalarca eşit derecede korunma gibi ilkeleri de içinde bulunduran temel bir prensiptir.[2]

 

2. Bir Ayrımcılık Türü Olarak Irk Ayrımcılığı

Ayrımcılığın çıkış noktasını da oluşturan ırk ayrımcılığı yüzyıllardır tüm dünyanın ortak sorunu olmaya devam etmektedir. Irk, kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğudur.[3] Irkçılık ise çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrindir.[4]

BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 26.maddesinde ırk ayrımcılığının da içinde olduğu ayrımcılık biçimlerinden herkesin Sözleşme ile etkin koruma altına alındığı belirtilir.26.Madde Sözleşmenin tanıdığı haklarla sınırlı olmayan bağımsız bir uygulama alanına sahiptir. Bu açıdan İHAS’ın 14. maddesinden ayrılır:

 

26. Madde – Yasa önünde eşitlik

Herkes, yasa önünde eşittir ve hiç bir ayrımcılığa tabi tutulmaksızın yasa tarafından eşit olarak korunma hakkına sahiptir. Hukuk bu alanda her türlü ayrımcılığı yasaklar ve herkese ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir fikir, ulusal veya toplumsal köken, milliyet, doğum veya başka bir statü ile yapılan ayrımcılığa karşı etkili ve eşit koruma sağlar.”

Bunun yanında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 2. maddesinde de herkesin herhangi bir fark gözetilmeksizin beyannamede yer alan haklardan istifade edeceği belirtilir.

BM Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Dair Uluslar arası Sözleşme’nin birinci maddesi ırk ayrımcılığının tanımını yapmıştır. Buna göre[5]:

Madde 1

1. Bu Sözleşmede, “ırk ayrımcılığı” terimi, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel veya toplumsal yaşamın herhangi bir alanında, insan hakları ve temel özgürlüklerin tanınmasını, uygulanmasını, bu hak ve özgürlüklerden yararlanılmasını ortadan kaldırmak veya zayıflatmak amacına ya da etkisine yönelik, ırk, renk, soy ya da ulusal veya etnik kökene dayalı her türlü ayrım, dışlama, kısıtlama ya da tercih anlamındadır.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi de ırk ayrımcılığına yer vermiştir. Sözleşmenin 14.maddesinde düzenlenen ayrımcılık yasağının korunma alanının sözleşmede yer alan haklarla sınırlı olması 12 No’lu ek protokolün düzenlenmesini sağlamıştır.

“Madde 14 Ayırımcılık yasağı

Bu Sözleşmede düzenlenen haklardan ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma, mülkiyet, doğum ya da herhangi bir temelde ayırımcılık yapılmaksızın, güvence altına alınacaktır.”

Sözleşmeye ek 12 No’lu Protokol

“Madde-1

 

Ayrımcılığın Genel Olarak Yasaklanması

1- Yasayla düzenlenen herhangi bir haktan yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasayla da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma, mülkiyet, doğum ya da  diğer statüler gibi herhangi bir temelde ayrımcılık yapılmaksızın güvence altına alınacaktır.

2- Hiç kimse, herhangi bir kamu makamı tarafından paragraf 1’de belirtilen herhangi bir temelde ayrımcılığa tabi tutulmayacaktır.”[6]

İfade özgürlüğü ile ilgili olup doğrudan ırk ayrımcılığıyla ilgisi olmasa bile İnsan Hakları Avrupa Komisyonu’nun verdiği bir kararı da burada not etmekte yarar var. Danimarka yurttaşı Bay Jersild’in çalıştığı televizyonda yayımlanan bir programda ırk ayrımcılığının ve ırkçı propagandanın yapılması nedeniyle Bay Jersild’in de aralarında bulunduğu beş kişiyi ulusal mahkeme mahkûm etmiştir. Bay Jersild vakanın ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği iddiasıyla Komisyon’a başvurmuş, Komisyon da aldığı kararda şu tespitlerde bulunmuştur:”Mahkeme hemen ilk başta, ırk ayrımcılığının her biçim ve görünümüyle mücadelenin yaşamsal bir öneme sahip olduğunun bilincinde olduğunu belirtir… Başvurucunun mahkûm edilmesi ve cezalandırılması için gösterilen gerekçeler, başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olduğunu ikna edici bir şekilde ortaya koyacak kadar yeterli değildir; özellikle kullanılan araçlar, başkalarının şeref ve haklarını koruma amacıyla orantısızdır. Buna göre söz konusu tedbirler, Sözleşmenin 10.maddesinin ihlaline yol açmıştır.”[7]

 

2. Ulusal veya Sosyal Köken Bağlamında Ayrımcılık

Irk terimine karşı etnisite daha geniş bir kavramdır. Bir toplumsal yapıdaki özelliği, bireylerin bir özel grupla özdeşleşmesini, grup siyasallığını, bireylerin gruba aidiyetini ifade etmek üzere ortaya atılmıştır, ancak ırk teriminin örtmecesi yapılmakla da suçlanmıştır.[8]

Ulusal üstü belgelerde tam bir referans olmasa da etnik ayrımcılık daha çok ırk ve ulusal köken bağlamında ele alınmaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi kapsamında ayrımcılık iddialarının 14. madde bağlamında İHAS’daki diğer haklardan bağımsız olarak uygulanması mümkün değildir; ayrımcılık gözetildiği iddia edilen konu mutlaka İHAS ile korunan haklardan birinin kapsamına girmelidir. 14.Madde İHAS’ın koruduğu “hak ve özgürlüklerden yararlanma” konusunda hüküm ifade ettiği için bağımsız bir varlığa sahip değildir ve İHAS’ da mevcut diğer normatif hükümleri tamamlamaktadır; çünkü güvence İHAS’da yer alan hak ve özgürlüklerle ilgilidir. Ancak bununla birlikte, 14.maddenin ihlal edildiğinin kabul edilmesi için bağlantılı olan hakkın da ihlal edilmiş olması gerekmemektedir.[9]

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne yapılan bir başvuruda Mahkeme, Çek Cumhuriyeti’nin öğrenme zorluğu çektikleri gerekçesiyle Çingene çocuklarını olağandan farklı eğitim kurumlarına alması sonucu yapılan başvuruda söz konusu uygulamanın İHAS’ın 14.maddesine aykırı bir tutum teşkil etmediğini tespit etmiştir.[10]

Türkiye aleyhine İHAM’a yapılan birçok başvuruda başvurucular etnik kökenleri nedeniyle ayrımcılığa uğradıklarını iddia etmişlerdir. Yapılan bir başvuruda başvurucu Bayan Koçeri Kurt, oğlu Üzeyir Kurt’un köyüne operasyon yapan güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındığını ve daha sonra oğlunun nerede olduğu konusunda bilgi verilmediğini ve güvenlik kuvvetlerinin sorumluluğuna giren bir kayıp söz konusu olduğunu iddia ederek Komisyona başvurmuştur.[11]

 

Kürt/Türkiye dava dilekçesinden alıntı [12]

236. Sözleşmenin 14.maddesi, sözleşme haklarından biriyle ilgili olarak “ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma… veya başka bir statü gibi” nedenlerden biriyle ayrımcılık yapılmasını yasaklamaktadır.

237. ”Kayıp” olgusunun, 2.,3. ve 5. Maddeleri içerecek şekilde, çeşitli Sözleşme hükümleriyle ilgili bulunduğu tespit edilmiştir.

238. BM İstem dışı Kayıplar Çalışma Grubu’nun raporlarında belirtildiği üzere,

– 1991 yılında Hükümet’e intikal eden her üç olaydan ikisi “Kürt kökenli kişileri”

konu almaktaydı(E/CN.4/1992/18),

– 1992 yılında, “Kayıp vakalarının çoğunluğunu, etnik olarak Kürt kökenli kişiler oluşturmaktaydı ve söylenenlere bakılırsa, bu vakalar Diyarbakır ve Siirt illerinde yoğunlaşmıştı”(E/CN.4/1993/25),

-1995 yılında, “göz önüne alınan süre zarfında Hükümet’e intikal eden 17 kayıtlı olaydan çoğu, etnik olarak Kürt kökenli kişilerle ilgiliydi”(E/CN.4/1993/25).

239. Yukarıdaki verilerin,”kayıp” olgusunun çoğunlukla Kürt kökenli kişileri etkilediği konusunda kanıt oluşturduğu görüşündeyiz. Bu durum ise 14.maddeye aykırı düşecek bir şekilde ayrımcılık meydana getirmektedir.

240. Başvurucu, kendisinin ve oğlunun Sözleşmede yer alan hakların kullanılması sırasında 14.maddeye aykırı bir şekilde ayrımcılığa uğratıldıkları yönünde karar verilmesini talep etmektedir.

Mahkeme, vakada başvurucunun oğlunun etnik kökeni nedeniyle kasten kaybedildiği yönündeki iddianın ispatlanamadığını ifade ederek,14.maddeye aykırılık oluşmadığını tespit etmiştir.

Mahkeme başka bir kararlarında ise özellikle Bulgaristan’ın Roman etnik kökenlilere karşı ırkçı Saiklerle hareket ettiğine dair ciddi iddialar görmesi üzerine Bulgaristan’ı

14. Madde ihlalinden mahkûm etmiştir.[13]

 

3. Ulusal Bir Azınlığa Mensubiyet Bağlamında Ayrımcılık

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Azınlık Hakları Üzerine 1990 tarihli ve 1134 Sayılı Tavsiye Kararı’nda ulusal azınlığın tanımı yapılarak, bir devletin toprakları üzerinde iyice tanımlanmış ve yerleşmiş olan ve içinde bulundukları toplumun çoğunluğundan sahip oldukları dil, din, kültür ya da diğer karakteristik özellikleriyle belirgin olarak ayrışan ya da farklı grupları tanımladığı ifade edilmiştir.[14]

Naz Çavuşoğlu’na göre azınlık haklarına ilişkin uluslararası normların düzenlenmesi etnik çatışmalardan doğan krizleri yönetme ve istikrar arayışının sonucu olarak gündeme gelmiş, bu hareket noktası da azınlık haklarını konu alan uluslararası belgelerde açık ifadesini bulmuştur.[15]

Azınlıkların veya konumuz kapsamında ulusal azınlıkların korunması ve ayrımcılığa maruz kalmaması ile ilgili Avrupa Konseyi üyesi ülkeler tarafından 1995 yılında Strasbourg’da kabul edilen “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme” bu konuda düzenlenmiş en önemli belgelerdendir. Bu sözleşmenin başlangıç kısmı “Çoğulcu ve hakiki bir demokratik toplumun, her bir kişinin üyesi bulunduğu ulusal azınlığın etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliğine saygı gösterilmesini değil, ama bunun yanısıra onların bu kimliklerini ifade etmelerine, saklı tutmalarına ve geliştirmelerine elveren uygun koşulların yaratılmasını gerektirdiğini değerlendirerek; “azınlıkların kendini geliştirme hakkına” da vurgu yapılmıştır.

Çerçeve Sözleşmenin 4.maddesi ulusal azınlığa mensubiyete dayalı ayrımcılığı yasaklamaktadır. Bu maddeye göre “Taraflar, ulusal azınlıklara mensup kişilerin yasa önünde eşitliği ve yasa ile eşit korunma hakkını güvence altına almayı taahhüt ederler. Bu konuda, ulusal azınlığa mensubiyete dayalı herhangi bir ayırımcılık yasaklanmıştır.”[16]

Çerçeve Sözleşme ile devlet, kimlik farklılıkları nedeniyle toplumun çeşitli kesimlerinin birbirine karşı ayrımcılık, düşmanlık veya şiddet tehdidi ya da eyleminde bulunmasını önleme yükümlülüğü altındadır.[17]

İHAS’ın ayrımcılık yasağını düzenleyen 14.maddesi “..ulusal azınlığa mensup olma…”dan kaynaklı ayrımcılığı da yasaklamıştır.

İHAM önüne gelen bir başvuruda Yunanistan otoritelerinin “Home of Macedonian Civilisation” adlı örgütün tescilini reddetmelerini örgütlenme hakkına müdahale olarak görmüş ve bu müdahalenin güdülen meşru amaçla orantılı olmadığına hükmetmiştir. Mahkeme kararında Yunanistan tarafından imzalanan azınlıklara ilişkin uluslararası belgeleri hatırlatmasına rağmen 14.maddeye ilişkin başvurucuların iddialarını incelemeye gerek görmemiştir.[18]

BM Genel Kurulu’nun 18 Aralık 1992 tarihli ve 47/135 Sayılı Kararı ile kabul edilen “Ulusal Ya Da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi”nin 3.maddesi “Azınlık mensubu kişiler, bu Bildirgede yer alan haklar da dahil olmak üzere, diğer bütün haklarından bireysel olarak veya mensubu oldukları grubun diğer üyeleriyle birlikte, herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmaksızın yararlanabilirler.” diyerek ulusal azınlıkların İkiz Sözleşmeler dışında spesifik açıdan korunması yoluna gitmiştir.[19]

 

Ayrımcıkla İlgili Son Sözler

Bu çalışmada genel olarak “Irk, Ulusal veya Sosyal Köken ve Ulusal Bir Azınlığa Mensubiyet Bağlamında Ayrımcılık” konusu incelenmiş olup tek tek konuyla ilgili sözleşme,belge metinlerine gitmek yerine, konunun anlatılabilmesi için gerekli görülen sözleşme ve belge metinlerine yer verilmiştir.

Çağın en büyük sorunlarından olan ırkçılık ve ayrımcılık bazen bir futbol maçında siyahi bir oyuncunun ırkçı hareketlere maruz kalması, bazen de göçmenlerin öldürülmesine kadar varan saldırılarla tezahür etmekte. Konunun uluslararası ve ulusal belgelerde düzenlenmesi ırkçı ve ayrımcı uygulamaların önlenmesi açısından yeterli değildir. İHAM’ın konuya yaklaşması cesaret verici olmakla birlikte (Angelova ve İliev/Bulgaristan kararında İHAM ulusal makamların Roman kökenli bir kişinin öldürülmesinde etkin soruşturma yürütmemesini 14.madde ihlali olarak görmüştü) etnik ve ulusal azınlıklara ayrımcılık uygulandığı iddiasının önüne getirildiği birçok başvuruda (Örnek olarak Sidiropulos ve Diğerleri/Yunanistan) Mahkeme, ayrımcılık yönünden değerlendirmeler yapmaktan veya 14.madde açısından ayrıca inceleme yapmaktan genel olarak kaçınmaktadır.

İHAS’ın Ek 12 No’lu Protokolü’nün yürürlüğe girmesi ve korunmanın genel bir nitelik arz etmesi ile konunun daha çok gündeme geleceği aşikârdır. İğneyi kendimize batırmak babında bir şeyler söylemek gerekirse Türkiye’nin de Ek 12 No’lu Protokolü bir an önce onaylayıp mevzuatını da buna uyumlu hale getirmesi gerekir. Ancak bu şekilde ayrımcılık asgariye indirilebilir, yasal arka planı olmadan.

Kaynakça

1. ÇAVUŞOĞLU, Naz; “Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme”, İstanbul, 1996

2. GEMALMAZ, Mehmet Semih; İnsan Hakları Belgeleri, Cilt I, Avrupa Konseyi Birinci Bölüm, Boğaziçi Yayınevi, 1.Basım 2004, İstanbul

3. GEYLANİ ARSLAN, Yekbun; “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Bağlamında Ayrımcılık Yasağı”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006

4. KARAN, Ulaş; “Türk Hukukunda Ayrımcılık Yasağı ve TCK’nın 122.Maddesinin Uygulanabilirliği” Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı 73, Ankara, 2007

5. ORAN, Baskın; “Küreselleşme ve Azınlıklar” İmaj Yayınevi, 4.Bası, Ankara, 2001

6. SİMMONS, Alan; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne Başvuru: Avukatlar İçin Uygulamaya Yönelik Bir Kılavuz, İstanbul, 2005

7. “Uluslararası ve Ulusal Hukukta Azınlık Hakları” , Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005

Dipnotlar:

[1] ORAN, Baskın; “Küreselleşme ve Azınlıklar” İmaj Yayınevi, 4.Bası, Ankara, 2001, s.82

[2] KARAN, Ulaş; “Türk Hukukunda Ayrımcılık Yasağı ve TCK’nın 122.Maddesinin Uygulanabilirliği” Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı 73, Ankara, 2007, s.148

[3] http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF05A79F75456518CA (Erişim Tarihi: 25.01.2008)

[4] http://tr.wikipedia.org/wiki/Irk%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k

[5] 03.04.2002 Tarih ve 4750 Sayılı Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun-Bkz. 09.04.2002 Tarih ve 24721 Sayılı Resmi Gazete

[6] GEMALMAZ, Mehmet Semih; İnsan Hakları Belgeleri, Cilt I, Avrupa Konseyi Birinci Bölüm, Boğaziçi Yayınevi, 1.Basım 2004, İstanbul, s.234.

[7] http://ihami.anadolu.edu.tr/aihmgoster.asp?id=480 Jersild/Danimarka ,15890/89, (Erişim Tarihi:26.01.2008)

[8] http://tr.wikipedia.org/wiki/Etnisite (Erişim Tarihi: 26.01.2008)

[9] GEYLANİ ARSLAN, Yekbun; “Avrupa İnsan  Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Bağlamında Ayrımcılık Yasağı”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006

[10] Başvuru No:57325/00, Karar Tarihi:07.02.2006, D.H ve Diğerleri/Çek Cumhuriyeti

[11] http://ihami.anadolu.edu.tr ,Kurt/Türkiye 24276/94  Karar Tarihi:25.05.1998,

[12] SİMMONS,Alan; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne Başvuru:Avukatlar İçin Uygulamaya Yönelik Bir Kılavuz,İstanbul, 2005

[13] Bkz.NACHOVA ve Diğerleri/Bulgaristan, 43577/98,Karar Tarihi:06.07.2005 ..Daha yeni bir karar için bkz. http://cmiskp.echr.coe.int/tkp197/portal.asp?sessionId=4965393&skin=hudoc-en&action=request ANGELOVA ve İLİEV/Bulgaristan,55523/00,Karar Tarihi: 26.07.2007

[14] “Uluslararası ve Ulusal Hukukta Azınlık Hakları” , Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005

[15] ÇAVUŞOĞLU, Naz; “Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme”, İstanbul, 1996,s.1

[16] http://www.tihv.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=710&Itemid=83 (Erişim Tarihi:26.01.2008)

[17] ÇAVUŞOĞLU, a.g.e., s.50

[18] Bkz. karar için http://ihami.anadolu.edu.tr/aihmgoster.asp?id=787 (Erişim Tarihi:26.01.2008)

[19] http://www.tihv.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=709&Itemid=83 (Erişim Tarihi:26.01.2008)

Kaynak: “Irk, Ulusal Veya Sosyal Köken Ve Ulusal Bir Azınlığa Mensubiyet Bağlamında Ayrımcılık” başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Erkan Şenses’e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

http://www.nefretme.org/index.php/2010/01/irk-ulusal-veya-sosyal-koken-ve-ulusal-bir-azinliga-mensubiyet-baglaminda-ayrimcilik/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Türkiye’de ayrımcılık, ırkçılık, nefret suçları ve nefret söylemi ile ilgili mevzuat örnekleri

1- ANAYASA

Anayasa yasalar önünde eşitliği 10. maddesinde düzenlemiştir. Bu düzenleme ile ayrımcılık da anayasal düzeyde yasaklanmıştır.

“X. Kanun önünde eşitlik Madde 10 –

Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”

Yine Anayasa’nın çeşitli maddelerinde farklı konularla ilgili ayrımcılığı yasaklayan düzenlemeler söz konusudur. Bunlar arasında 68. maddede siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinde, 70. madde de ise kamu hizmetlerine girme hakkı açısından ayrımcılık yasaklanmıştır:

“III. Siyasi partilerle ilgili hükümler
A. Parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma

MADDE 68- …

Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.

 

IV. KAMU HİZMETLERİNE GİRME HAKKI
A. HİZMETE GİRME
MADDE 70 – Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir.
Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.”

 

2- KANUNLAR

a- Türk Ceza Kanunu (5237 sayılı)

2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ile ayrımcılıkla ilgili bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bunların başında ise kanunun uygulanması sırasında ayrımcılığın yasaklanmasıdır. 3. maddenin 2. fıkrasında:

“Ceza Kanununun uygulamasında kişiler arasında ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, siyasal veya diğer fikir yahut düşünceleri, felsefi inanç, milli veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yönünden ayrım yapılamaz ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınamaz.” denilmektedir.

Ceza Kanunu’nun bir diğer düzenlemesi ise ayrımcılığı başlı başına bir suç haline getirmesidir. Madde metni biraz karışık ve kapsamı dar olsa da geçmişe nazaran oldukça ileri bir düzenlemeyi yansıtmaktadır. Ancak madde içeriğine bakıldığında maddenin pratikte kullanılması çok mümkün gözükmemektedir. Yine de Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü 122. madde ile ilgili istatistik toplamaya başlamıştır. 2006 ve 2007 yıllarında bu madde yalnızca bir kez gündeme gelmiştir.

 

“Ayırımcılık
Madde 122- Kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, özürlülük, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım yaparak;

a) Bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten yararlanılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıda sayılan hallerden birine bağlayan,

b) Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden,

c) Kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen,
Kimse hakkında altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.”

Nefret söylemi bağlamında değerlendirilebilecek bir maddeye de bu konuda toplumda oluşabilecek kin ve düşmanlığın önüne geçmek için TCK’da yer verilmiştir. TCK’nın 216. maddesine göre, ırkçı veya başka biçimde ortaya çıkabilecek çeşitli hakaret içeren veya şiddete yönelik, ifade ve hareketleri kamu düzeni için tehlike doğurduğu veya açık ve mevcut bir tehlikenin ortaya çıktığı durumlarda cezalandırmaktadır. Bu maddenin eski düzenlemesi genellikle düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlama amaçlı kullanılmışsa da özellikle maddenin 2. fıkrası farklı etnik kökene ya da din veya inanca sahip toplumsal grupları yoğun olarak hedef alan söylemler için de kullanılabilmesi mümkündür ve bu amaçla olumlu bir düzenleme olarak kabul edilebilir.

“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama
Madde 216-

(1)                      Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                     Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3)                     Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

TCK’da nefret suçları açısından ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme suçunu düzenlemiş ve düzenlemede “tahkir maksadıyla zarar verme” ağırlaştırıcı neden olarak yer almıştır.

 

“İbadethanelere ve mezarlıklara zarar verme Madde 153 –

(1)                       İbadethanelere, bunların eklentilerine, buralardaki eşyaya, mezarlara, bunların üzerindeki yapılara, mezarlıklardaki tesislere, mezarlıkların korunmasına yönelik olarak yapılan yapılara yıkmak, bozmak veya kırmak suretiyle zarar veren kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                      Birinci fıkrada belirtilen yerleri ve yapıları kirleten kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.

(3)                      Birinci ve ikinci fıkralardaki fiillerin, ilgili dini inanışı benimseyen toplum kesimini tahkir maksadıyla işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte biri oranında artırılır.”

Kişilerin inanç ve düşüncelerinin açıklanması veya gereklerinin yerine getirilmesinin engellenmesi noktasında da düzenlemeler mevcuttur.

 

“İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme Madde 115 –

(1)                      Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan men eden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                     Dini ibadet ve ayinlerin toplu olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla engellenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre ceza verilir.”

 

b- Devlet Memurları Kanunu (657 sayılı)

Kamu hizmetlerinde yararlanma hakkı bağlamında halen yürürlükte olan 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 7. maddesi kamu hizmetini alanlara yönelik ayrımcılığı yasaklamıştır. Söz konusu madde metni şu şekildedir.

“Devlet memurları… görevlerini yerine getirirlerken dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep gibi ayırım yapamazlar…”

Bu eylemi gerçekleştiren memurlar için bazı yaptırımlar öngörülmüştür. Aynı kanunun disiplin cezalarını düzenleyen 125. maddesinin D fıkrasının I bendinde, kademe ilerleme cezasını gerektiren fiiller arasında ayrımcılıkta sayılmıştır. Söz konusu fıkrada şu ifadelere yer vermiştir:

“Görevin yerine getirilmesinde dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşüncü, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapmak, kişilerin yarar veya zararını hedef tutan davranışlarda bulunmak,..”

 

c- Siyasi Partiler Kanunu ( 2820 sayılı)

Siyasi haklar ve özgürlükler bağlamında ayrımcılığı engellemek için Siyasi Partiler Kanunu’nda Anayasa’nın 10. maddesi ile de öngörülen “kanun önünde eşitlik” ilkesini düzenlemiştir. Kanunun 82. maddesi bölgecilik veya ırkçılığı yasaklarken, 83. maddesi siyasi partilerin ayrımcılık içeren faaliyetlerde bulunmasını yasaklamıştır:

 

“Bölgecilik ve ırkçılık yasağı Madde 82 – Siyasi partiler, bölünmez bir bütün olan ülkede, bölgecilik veya ırkçılık amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.

Eşitlik ilkesinin korunması Madde 83 –

Siyasi partiler, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu prensibine aykırı amaç güdemez ve faaliyette bulunamazlar.”

Yine kanunun 12. maddesi ile parti tüzüklerinde üye olacak kişiler için ayrımcılık içeren ifadelere yer verilemeyeceği düzenlenmiştir.

 

“Üyeliğe kabul şartları Madde 12 –


Siyasî parti üyesi olmaya kanuna göre engel hali bulunmayanların üyeliğe kabul şartları parti tüzüklerinde gösterilir. Tüzükte üyelik için başvuranlar arasında dil, ırk, cinsiyet, din, mezhep, aile, zümre, sınıf ve meslek farkı gözeten hükümler bulunamaz.”

Siyasi partilerin amaçları ve faaliyetleri ile ilgili yasaklar kapsamında ayrımcılığı yine yasaklamıştır.

 

“Demokratik devlet düzeninin korunması ile ilgili yasaklar MADDE 78 – Siyasi partiler:

a) …Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler…”

 

d- İş Kanunu (4857 sayılı)

Ayrımcılığın gündeme geldiği en önemli alanlardan biri olan iş yaşamında da ayrımcılığı engelleyen düzenlemeler yapılmıştır. 4857 sayılı İş Kanunu eski düzenlemenin aksine bu şekilde bir düzenlemeyi 5. maddesinde getirmiştir:

“Eşit davranma ilkesi Madde 5 –

İş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayırım yapılamaz.

İşveren, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamaz.
Aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamaz.
İşçinin cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu hükümlerin uygulanması, daha düşük bir ücretin uygulanmasını haklı kılmaz.

İş ilişkisinde veya sona ermesinde yukarıdaki fıkra hükümlerine aykırı davranıldığında işçi, dört aya kadar ücreti tutarındaki uygun bir tazminattan başka yoksun bırakıldığı haklarını da talep edebilir. 2821 sayılı Sendikalar Kanununun 31 inci maddesi hükümleri saklıdır.

20 nci madde hükümleri saklı kalmak üzere işverenin yukarıdaki fıkra hükümlerine aykırı davrandığını işçi ispat etmekle yükümlüdür. Ancak, işçi bir ihlalin varlığı ihtimalini güçlü bir biçimde gösteren bir durumu ortaya koyduğunda, işveren böyle bir ihlalin mevcut olmadığını ispat etmekle yükümlü olur.”

Bu düzenleme olumlu olmakla beraber söz konusu maddenin uygulaması karşılıklı bir iş ilişkisinin doğumundan itibaren geçerli olmaktadır. Ülkemizde farklı etnik kökene ya da din veya inanca sahip gruplara mensup kişilerin, işe girişte maruz kaldıkları/kalabilecekleri ayrımcılık bu maddenin kapsamı dışında tutulmuştur. Bu sebeple madde ancak istihdam dâhilindeki kişilere karşı ortaya çıkabilecek ayrımcılık durumunda geçerli olabilecektir.

 

e- Milli Eğitim Temel Kanunu (1739 sayılı)

Eğitim hakkını ilgilendiren düzenlemeler arasında 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ayrımcılıkla ilgili düzenlemelere yer vermiştir. Söz konusu kanunu 4. maddesinde “eşitlik” bağlamında ayrımcılık yasaklanmış, 7. maddesinde herkesin eğitim hakkı olduğu vurgulanmış ve 8. maddesinde de herkesin fırsat eşitliğine sahip olduğu ifade edilmiştir:

“I – GENELLİK VE EŞİTLİK Madde 4 –

Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayırımı gözetilmeksizin herkese açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”

 

IV – EĞİTİM HAKKI MADDE 7 –

İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır.
İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar.

V – FIRSAT VE İMKÂN EŞİTLİĞİ MADDE 8 –

Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği saklıdır.
Maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır.

Özel eğitime ve korunmaya ihtiyaç çocukları yetiştirmek için özel tedbirler alınır.”

 

f- Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun ( 3984 sayılı)

Nefret söylemi bağlamında değerlendirilebilecek bir diğer düzenleme de yayın yoluyla nefret söyleminin önüne geçmek için söz konusu kanunun 4. maddesinde yer almaktadır. 4. madde de yayınların sahip olması gereken nitelikler arasında, 4 bentte ayrımcılığı, kin ve düşmanlığa tahriki, nefret söylemini ve ırkçılığı ilgilendiren düzenlemelere yer verilmiştir. Bu ilkelere aykırı hareketler ise 33. madde yer alan müeyyidelere tabi tutulması öngörülmüştür:

“Madde 4 –

a)… Radyo, televizyon ve veri yayınlarında uyulması gereken yayın ilkeleri şunlardır:

b) Toplumu şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk eden veya halkı sınıf, ırk, dil, din, mezhep ve bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik eden veya toplumda nefret duyguları oluşturan yayınlara imkân verilmemesi…

d) İnsanların dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle hiçbir şekilde kınanmaması ve aşağılanmaması…

u) Kadınlara, güçsüzlere, özürlülere ve çocuklara karşı şiddetin ve ayrımcılığın teşvik edilmemesi…
v) Yayınların şiddet kullanımını özendirici veya ırkçı nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması”…”

 

g- Medeni Kanun ( 4721 sayılı)

Çok kapsamlı bir şekilde toplumsal ilişkileri düzenleyen Türk Medeni Kanunu’nda derneklerle ilgili olan maddeler arasında yer alan 68. madde dernek faaliyetleri kapsamında ayrımcılığı ortadan kaldırmak amacını taşımaktadır. Ancak maddenin kapsamı sadece bir derneğe üye olan kişiler arasında ayrımcılığı yasaklamaktadır. Ayrımcı faaliyetleri hedefleyen derneklerin kuruluşunu ya da bu şekilde faaliyetler yürüten derneklerin faaliyetlerini yasaklamamaktadır.

 

“DERNEKLER
III. Kapsamı
1. Üyelerin hakları
a. Eşitlik ilkesi
MADDE 68.-

 

Dernek üyeleri eşit haklara sahiptirler. Dernek, üyeleri arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, din ve mezhep, aile, zümre ve sınıf farkı gözetemez; eşitliği bozan veya bazı üyelere bu sebeplerle ayrıcalık tanıyan uygulamalar yapamaz. Her üyenin, derneğin faaliyetlerine ve yönetimine katılma hakkı vardır. Dernekten çıkan veya çıkarılan üye, dernek malvarlığında hak iddia edemez.”

 

h- Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu (2828 sayılı)

Korunmaya, bakıma veya yardıma muhtaç aile, çocuk, özürlü, yaşlı ve diğer kişilere götürülen sosyal hizmetlere ve bu hizmetleri yürütmek üzere kurulan teşkilatın kuruluş, görev, yetki ve sorumluluklar ile faaliyet ve gelirlerine ait esas ve usulleri düzenleyen bu kanunda sosyal hizmetlerden yararlanacaklar arasında ayrımcılık yapılamayacağı bir takım eksikliklere karşın (cinsiyet vs.) düzenlenmiştir.

 

“GENEL ESASLAR MADDE 4 – Sosyal hizmetlere ilişkin genel esaslar şunlardır:

d) Sosyal hizmetlerin yürütülmesi ve sunulmasında sınıf, ırk, dil, din, mezhep veya bölge farklılığı gözetilemez, hizmet talebinin hizmet arzından fazla olması halinde öncelikler, muhtaç olma derecesi ve başvuru veya tespit sırası esas alınarak belirlenir.
…”

 

ı- Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun (5275 sayılı)

Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin usul ve esasları düzenlemek amacıyla çıkarılan kanunun 2. maddesi temel ilkeler arasında hükümlüler açısından ayrımcı muameleyi yasaklamaktadır.

 

“İnfazda temel ilke MADDE 2.- (1) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefi inanç, milli veya sosyal köken ve siyasi veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal konumları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır…” (Ulaş Karan)

http://www.nefretme.org/index.php/2009/12/turkiye-de-ayrimcilik-irkcilik-nefret-suclari-ve-nefret-soylemi-ile-ilgili-mevzuat-ornekleri/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Millet ve Milliyet Kavramlarının Tahrifi

Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan “millet” kavramı İslâm kültüründe daha farklı mânâ lara gelmektedir. “Millet” sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel’dir. Kur’an’ da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır.

Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, her biri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. ‘Millet’ kavramı, tıpkı din terimi gibidir. Yüce Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile kulları için belirlediği hükümler manzûmesidir. İnsanlar bu hükümlere uyarak O’nun rızâsına kavuşurlar Millet ile din arasındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Mûsâ milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir ama, “Allah’ın milleti” demek yanlış olur (Râğıb el-Isfahanî, Müfredât, Çıra Y., c. 2, s. 620).

İmam Kurtubî şu açıklamada bulunur: Millet, din demektir. Yüce Allah’ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığıyla kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah’ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah’ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 301)  

“Millet” kelimesinden murâd, dindir. Çünkü örfen millet sözünden: Allah Teâlâ’nın, Peygamberleri vâ sıtasıyla kullarına meşrû kıldığı şey kastedilir. Ancak, mecâzen bâtıl dinlere de ıtlak edilerek: “Küfür tek millettir” denilir ve “küfür dinlerinin hepsi bir yoldur” mânâsı kastedilir. Millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için bazı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: “millîler şöyle demiştir…” ifadesini kullanırlar (Ahmed Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. c. 1, s. 429)

İtikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak olanı da, bâtıl olanı da olabilir.

“Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiç bir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama-İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre-Türk milleti, Fransız milleti… demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.

 

  Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı

Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer. Bütün bu âyetlerdeki “millet” kelimesi “din” anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi ve şeriat. Birkaç örnek verelim: “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!” (2/Bakara, 130) “İbrahim milleti” şeklindeki tamlama Kur’an’ da sekiz yerde geçmektedir (2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 12/Yûsuf, 38; 16/Nahl, 23; 22/Hacc, 78).

Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tâbi olmadığını söylüyor (12/Yûsuf, 38). Zâlim ve puta tapan yöneticilerin dinini terkedip Tevhid dinine inanan “Kehf ashâbı”, birbirlerine; “…Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.” diyorlardı (18/Kehf, 20).

Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, yahûdi ve hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…” (2/Bakara, 120). Yahûdi ve hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O’na inanan müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler. Tarihte olanlar ve içinde yaşadığımız şartlar bunu açıkça isbat etmektedir.

Hz. Şuayb (a.s.)’i tehdit eden müşrikler diyorlardı ki; “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız, veya mutlaka bizim milletimize (dinimize) geri döneceksiniz.” Şuayb (a.s.) ise, onların milletine (dinlerine) dönmeyi Allah’a iftira etmek olarak değerlendiriyor (7/A’râf, 88-89).

Görüldüğü gibi millet kavramının Türkçedeki ‘ulus, kavim’ kelimesiyle ilgisi yoktur. “Millet” kelimesinin Türkçede ulus, ırk ve toplum anlamında kullanılması kesinlikle ve büyük bir yanlıştır. Bu kavram, belirli bir dine inananlar topluluğunu anlatmaktadır. Ümmet ise, belli bir peygamberi takip eden mü’minleri anlatır. Türkçede, ‘şoför milleti’, ‘kadın milleti’, ‘erkek milleti’ gibi söyleyişler de yanlış kullanılan sözlerdir. Halk, millet kelimesini belli bir topluluk adı olarak kullanmakta ise de bu galattır, Kur’an kültürüne terstir.

‘Küfr’ün tek millet olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kavramın ifade ettiği anlam biraz daha iyi anlaşılmış olur (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 414-415).   

(Millet kelimesinin geçtiği diğer âyetler için bkz. 3/Âl-i İmrân, 95; 4/ Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88-89; 12/Yûsuf, 37-38; 14/İbrâhim, 13; 18/ Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7).

Kur’ân-ı Kerim’de “millet” kavramı, hep din mânâsında kullanılmıştır. Hatta bir âyet-i kerimede; “kavim” ve “millet” bir arada kullanılmıştır. Hz. Yusuf (a.s.)’un kıssası beyan edilirken; “De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldumu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbim’in bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah’a inanmayan bir kavmin milletini (dinini) -ki onlar âhiret gününü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim” (12/Yûsuf, 37) buyurulur. Bu âyette geçen “Allah’a inanmayan bir kavmin milletini terkettim” ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı anlama sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla “Türk kavmi” vardır, ama “Türk milleti (şeriatı) yoktur. Türk kavmine mensup insanlardan; mü’min olanlar bulunduğu gibi; olmayanlar da mevcuttur. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların “Türk kavmi”nden olma özelliğini ortadan kaldıramaz. Çünkü insanlar, hangi kavimden olacaklarına bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irâde beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek “İslâm milleti”nden olurlar; ya inkâr ederek “küfür milleti”ne geçerler.

Millet, ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imam etrafında toplanmayan fertlerin durumunu beyan eder. Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey’at ederlerse, “ümmet” olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde “İslâm milleti”ne tâbi olanlar bulunduğu gibi, “küfür milleti”nden olanlara da rastlanabilir. Dolayısıyla yeryüzünde iki millet vardır. Birisi İslâm milleti, diğeri de küfür milletidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebû Dücâne’yi mezara koyarken “Bismillâh! Alâ millet-i Rasûlillâh (Allah’ın ismiyle ve Rasûlullah’ın milleti/dini üzere)” demiştir. Hangi kavimden olursa olsun; her mü’ min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 248-249 ).  

 

Hadis-i Şeriflerde de “millet” kelimesi, din anlamında kullanılır:

“Kim ki İslâm’dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur.” (Buhârî, Edeb, Cenâiz; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 558; Müslim, İman 176, 177 (110); Ebû Dâvud, Eymân ve’n-Nüzûr; Tirmizî, Eymân; Nesâî, Eymân; İbn Mâce, Keffârât) Millet, din mânâsınadır. Millet-i İslâmiyye, millet-i yahûdiyye, millet-i nasrâniyyet (İslâm milleti, yahûdi milleti, hıristiyan milleti) gibi İslâm’dan başka bir dine edilen yeminin sûreti, din-i Nasârâya, din-i yahûda, yahut milel-i kefereden (kâfir milletlerden/dinlerden) herhangi bir milletin nâmına yemin etmektir (S. Buhârî Muht. Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 560).

 

  Küfür Tek Millettir

Aralarında Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel’in de bulunduğu bir grup ilim adamı, Bakara sûresinin 120. âyet-i kerimesine dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah; “Onların milletine (dinine)” (2/Bakara, 120) diye buyurarak (hıristiyan ve yahûdiler iki ayrı dine mensup oldukları olduğu halde) “millet” kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca; “Sizin dininiz size; benim dinim bana” (109/el-Kâfirûn, 6) buyruğunu, Hz. Peygamber’in de: “İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz” (Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Ahmed bin Hanbel, II/187) hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz’in: “Müslüman, kâfire mirasçı olmaz.” (Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15) anlamındaki bir başka hadisidir. İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz’in “İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz” hadisinin zâhirini delil alırlar (İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 301).  

Millet kelimesinin çoğulu “milel”dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî’nin meşhur eserinin adı el-Milel ve’n-Nihal’dir. Bilindiği gibi “nihal” kelimesi “nıhle”nin çoğuludur. Nıhle ise; “kupkuru zan ve vehim” mânâsına gelir. Dolayısıyla “el-milel”, vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, “en-Nihal” ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.

 

  Millet Kavramının Tahrifi

Kur’an’ın ve dolayısıyla İslâm’ın kelimelere yüklediği anlamı atıp, o kelime ve kavramlara çok farklı mânâlar yüklemek, insanla Kur’an arasındaki köprüleri yıkmaktan daha fecî bir duruma sebep olmaktadır. Bu tavır; tahrif, dejenerasyon, ihânet, hakka bâtılı karıştırmak, bâtıla hak maskesi takmak şeklinde ifade edilebilir.  

Nice Kur’an kavramının başına gelen bu durumdan, millet kavramı da nasibini almıştır. Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, “İslâm milleti”, “küfür milleti” tâbirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti… gibi ifadeler yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaş(tırıl)mıştır. Bu galat, Kur’an kavramlarının câhiliyye tarafından içinin boşaltılıp sapık inançlar doğrultusunda doldurulmasına açık bir örnektir. Millî: Millete âit, millete has, milletle ilgili demektir. Millet hangi anlama geliyorsa, millî de ona ait anlamında kullanılır. Yani, aslında “dinî” demek olan bu kelime, “kavmî/ ulusal” anlamında kullanılmaktadır. Milliyet: Aynı milletten, yani aynı dinden olma hali, bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamına denir. Aynı millete mensup olanların tamamı anlamındadır. Sonradan “milliyet” kelimesi de, kavmiyet; inanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik de; milletin, milliyet topluluğunu/kendi dininden olanları esas alan, milletini sevmek ve yüceltmek ana fikrine dayanan görüş demektir.

“Türk milleti” deyiminin yanlışlığı gibi, “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de, aslında çok farklı anlama gelmesi gerektiği halde, şimdi bunlarla anlaşılanlar konusu, önemli kavram sapmalarındandır. Asıl anlamı “dinî” demek olan “millî” kelimesinin bugünkü kullanılışı, millete/dine terslik açısından, meselâ “millî piyango” ifadesi ne kadar trajikomik bir durum arz etmektedir! Millî kumar olduğuna göre; “millî fuhuş”tan, “millî fâiz” ve “millî hırsızlık”tan söz etmek nasıl olur dersiniz?

Millî duygular, millî takım, millî marş, millî kimlik, millî eğitim, millî tarih, millî coğrafya, millî bayram, millî egemenlik, millî güvenlik, millî birlik, millî mücâdele, millî görüş, millî gazete, millî kültür, millî gelir… gibi ifadeler de, millet ve millî kelimelerinin asıl anlamlarından ne kadar farklı kullanıldığı açısından değerlendirilmelidir. Kavram kargaşasına yol açmak istemeyen ve Kur’an kelime ve kavramlarının tahrif edilmesine karşı olan kimselerin, örnek tamlamalarda kullanılan “millî” kelimesi yerine “ulusal” sözcüğünü, “millet” yerine  “ulus” kavramını tercih etmesi gerekir. Çünkü millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için kelâm âlimleri, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: “millîler şöyle demiştir…” ifadesini kullanırlar.  

Yahûdilik ve daha çok da siyonizm, milliyetçilik/ırkçılık konusunda, hem bunun ideolojileşmesi ve hem de ırkçı tutumlara yol açması ve karşı ırkçılık dâvâları açısından önemlidir. Bir taraftan yahûdi ırkını öne çıkarıp diğer ırkları kendisine hizmet etmek zorunda olan “eşek” görür ve bu anlayışı muharref Tevrat’a dayandırırken, diğer taraftan bu tavra tepki olarak faşizmi ve yahûdi düşmanlığını da hazırlamış oldu. Birinci ve özellikle İkinci Dünya Savaşının sebep ve soykırımları incelendiğinde bu anlayış ve tavır hemen göze çarpacaktır. Bu anlayış, yani ırkçılık ve arka planındaki siyonizm. 

Emile Durkheim’den adapte edilerek nation karşılığı olarak ulus denilmesi gerektiği halde “millet” denilerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Gerçi globalleşen ülke anlayışının egemen olduğu günümüz modern dünyasında hâlâ eskimiş sosyoloji kuramlarının modası gülünç ve uygulama dışı kabul edilmektedir. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’in yahûdi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden müslüman halk, Türk olmadığı halde müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm’ı, Çeçen mücâhidini veya Filistinli Arap bir müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor, İslâm milleti arasındaki meselâ Hac toplantısını, kerhanedeki, meyhanedeki Türk topluluklarına tercih ediyor.              

Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm dâvâsı ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm’ın dışında yönelişler baş gösterdi. “Denize düşen yılana sarılmalı mıdır?” sorusu sorulmadan ve “denize ne kadar düştük, niçin düştük?” diye muhâsebe yapılmadan, denize düşürenlerin ip şeklinde uzattıkları yılanlara sarılmak, dinden uzaklaşmış aydınlar için kolay çözüm idi. Ve önce, kurtuluş reçeteleri ithal edildi Batıdan. Düşman, sunduğu zehirleri hemen her zaman altın kâselerde sunacaktır. Tanzimat’la birlikte yazarlar, şâirler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: “Vatan, millet, eşitlik, özgürlük”  Neydi vatan? Ne demekti millet? Nasıl bir özgürlüktü istenen? Bunlarla kimse uğraşmıyor ve bu kurtarıcı sloganların içine, ne anlama geldiğine ve ülkeyi nasıl kurtaracağına kimse bakmıyordu. Varsa yoksa; Vatan, millet, özgürlük (sonraları, bir de “demokrasi”)!

Evet, tümüyle boş birer slogandır, Batılılaşan aydınların ağızlarından düşmeyen sakız ve kalemlerinden ha bire dökülen mürekkep şeklindeki vatan, millet… Kurulacak yeni sosyal birliğin, millî birlik ve bütünlüğün en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin öne çıkarılması, içi boş bir kavram olarak ve ne kastedildiği müphem şekilde vatancılık, Tanzimat aydınlarının yeni ideolojilerindendir. Sözgelimi Vatan şairi Namık Kemal, vatan kavramıyla ne demek istemektedir? Hangi tezi sunmaktadır? Halkın “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı diye, süslü fakat içi boş sözleri böyle değerlendirmesi boşuna değildir. Ziya Gökalp, 1923’te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim’in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası olur. Evet, milliyetçi (daha doğrusu Türkçü/Turancı) Ziya Gökalp, T.C.’nin teori olarak kurucusu, teorisyenidir. Uygulama da bir başka kurtarıcıya bırakılmıştır. Gelinen nokta mı? Halkın bunca fedâkârlığına ve sabrına rağmen gelinen durum, “millet” kavramına çağdaş aydınlardan çok farklı anlam veren Osmanlı’nın gerilemeye başladığı zamanlarla bile mukayese edilirse daha net ortaya çıkacaktır. 600 küsür sene ayakta kalan koca çınar, etrafını saran zehirli bitkiler ve içine atılan kurtlarla çürümeye başlamıştır. Düşman Batının gözüyle Tanzimat’tan sonra Osmanlı, artık “hasta adam!”dır. Batı aşılarıyla çınarın gübreleri üzerine yerleştirilen genç fidanın durumunun hem içten ve hem de dıştan nasıl görüldüğünü düşünmek yeter. Osmanlı, ölümcül yatağında iken bile “adam”dı, iyileşmemesi için ilaçlarına zehirler katılan, bin bir tuzak kurulan “hasta adam!”. Şimdi T.C.’yi adam yerine koyan ülke var mı, bilmem. Osmanlının dünkü vilâyeti, bir vali ile yönettiği şehri Yunanistan ve sözgelimi Suriye’nin bile ciddiye almadığı bir ülke… İçinde yaşayan vatandaşların da en milliyetçisinin bile onlarca şikâyeti… “Ya sev, ya terket!”mi? Kim kimi kimin yurdundan kovuyor, kim ve ne hakla işgali ve zulmü sevmeyi emredip dayatıyor?   

 

    Kavmiyetçilik, Irkçılık 

Milliyetçilik, yani doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önmeli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.     

Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması (2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173…) bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.

 

Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır:

Bilindiği gibi İblis, Allah’ın Âdem’e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem (a.s.)’in de topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis’in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah’ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.

Kur’an’a göre üstünlük takvâda (49/Hucurât, 13), ilimde (39/Zümer, 9) ve cihaddadır (4/Nisâ, 95). Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.

İblis, Adem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Halbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine ait sırları vardır. Adem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi (38/Sâd, 71-85). Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Adem’in halifelik ve ilâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.

Şeytan, Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş;  ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır.  Ahmed Kalkan

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&p=&id=1885&yazar=&sayi=&shf=&k=70&kelime=

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

IRKÇILIK İslam Ansiklopedisi

 Sosyal grupların kalıtımla geçen bedenî özellikler sebebiyle farklılaştığını ve bu farklılıkların onlar arasındaki statü ve ilişkinin belirleyicisi olması gerektiğini iddia eden akım.

Irk kelimesi Arapça’da “kök, bit­kinin gövdesi, yaprağın sapı. damar, asıl, İrsî özellik, nesep, menşe, ata” gibi anlamlara gelir.[91] İbn Manzûr’un naklettiği bir beyit eski Araplar’da ırk ke­limesinin “soy üstünlüğü ve asalet” anla­mında kullanılabildiğini göstermektedir. İslâmî dönemde buna yakın bir anlam­da, fakat çoğunlukla reddedici bir yaklaşımla yine bir Câhiliye dönemi kavramı olan asabiyet kullanılmaktaydı. Ancak bu kelime, çağdaş bir kavram olan ırkçılığın anlam genişliğinden uzak olup genellikle kabilecilik çerçevesinde bir içerik taşıyor­du. Zamanla bilhassa İranlılar’ın müslü-man olmaya başlamasıyla birlikte kısmen ırk ayırımını ve buna dayalı çekişmeleri de ifade eden şuûbiyye kelimesi kullanıl­maya başlandı.

Günümüz Türkçe’sinde aralarında kan bağı bulunan, aynı soydan gelen büyük insan toplulukları ırk kelimesiyle ifade edilmekle beraber aynı anlamda veya da­ha az içerikte olmak üzere nesil, nesep, zürriyet, soy, sülâle gibi başka kelimeler de bulunmaktadır. Sosyal grupların kalı­tımla geçen bazı özellikleri sebebiyle fark­lılaştığını, bu farklılıkların onlar arasında statü ve değer farklarına da yol açtığını ileri süren akımlara ise ırkçılık denmek­tedir.

Modern Arapça’da ırk kelimesi genel­likle yukarıdaki sözlük anlamıyla sınırlı ka­lırken şa’b, nesil, ümmet, cîl, cins, kavim gibi kelimeler kısmen belli bir insan soyu­nu veya zümresini ifade etmekte. Türk­çe’deki ırk karşılığında genellikle unsur, ırkçılık karşılığında ise unsüriyye kullanıl­maktadır. Zaman zaman unsur-unsûriyye yerine cins-cinsiyye, kavim – kavmiyye kelimelerinin kullanıldığı da görülmek­le birlikte özellikle kavmiyyenin (kavmiyet) Türkçe’deki milliyetçilik karşılığında kul­lanımı daha yaygındır.

Irk kelimesinin karşılığı olarak Batı dil­lerinde Latince asıllı race, rasse, ırkçılık teriminin karşılığında ise racisme, racialisme, racism veya rassismus gibi kelime­ler kullanılmaktadır. Batı dillerinde bu te­rimler ırkın, insanın özelliklerinin ve ka­pasitesinin temel belirleyicisi olduğu ve ırkî özelliklerin, bir ırkın diğerine üstün­lüğünü doğurduğu inancını ifade etmek­tedir[92]

 

Modern disiplinlerde ırk kavramı baş­lıca şu anlamlan içermektedir:

1. İnsan türünün alt sınıfları. [93]

2. Etnik grup. [94]

3. Belli bir sosyokültürel grup. Bu son tanım­lama nesnel ölçülere dayanmaz. Meselâ Kuzey Amerikalılar’a göre siyah ırk men­supları Brezilya’da beyaz olarak tanımlan­maktadır.[95] Modern Batı’da ırkçı teoriler de üç farklı iddia se­bebiyle birbirinden ayrılmaktadır. Bir iddi­aya göre insan türü biyolojik olarak farklı gruplardan oluşmaktadır; İrsiyet, tevarüs edilmiş yetenek ve eğilimlerin açıklanma­sını mümkün kıtan bir faktördür. İkinci görüşte grup özelliklerinin kanla geçtiği ileri sürülürken son görüş ırkçılığın teoris-yenlerince ortaya atılmış olup bazı insan gruplarının diğerlerinden fizikî, zihnî ve manevî açıdan üstün olduğunu iddia eder.[96]

Eski Mısır, Yunan ve Roma dinleriyle Hinduizm, Şintoizm, Jainizm, Taoizm, Konfüçyanizm, Zerdüştîlik, Mecusîlik, Ya­hudilik ve eski Türk dinleri gibi millî din­ler bir milletin veya ırkın dini olarak orta­ya çıkmış olup sadece o milletin Tanrı ve­ya tanrılarla münasebetini düzenler ve kurtuluşunu amaçlar. Ancak bunlardan Yahudilik dışında kalanlar, belli bir ırkın üstünlüğüne ve diğer ırklar üzerindeki emellerine vurgu yapmaz. Hinduizm de sınıfçı bir yapıya sahiptir ve kendi men­suplarını kast diye bilinen farklı katego­rilere ayırır. İnsanların bu şekilde men­sup oldukları kast içinde kalma mecburi­yetleri dinî bir hüküm olup her kastın di­nî uygulamaları farklıdır. İrk ayırımı bakı­mından en ilgi çekici din Yahudilik’tir. Ya­hudi teolojisi İsrâiloğullan’nı seçilmiş ırk olarak görür. Her ne kadar daha çok Ame­rika Birleşik Devletleri’ndeki modern ya-hudiler arasında liberal bir kanat yahudi ırkından olmayanların da ihtida yoluyla Yahudiliğe girmesine yol açılması gerek­tiğini savunuyorsa da hâkim anlayışa gö­re söz konusu dine ihtida yoluyla girmek mümkün değildir. “Yahudilik mühtedi ka­bul etmez.[97] Bu an­layış yahudilerin yahudi olmayanlarla (goyim) İlişkilerine de yansımıştır. Yahudi ol­mayanlarla ilişkileri düzenleyen özel hu­kuk kuralları vardır.[98] Meselâ erkek veya kadın bir goyimle ev­lenmek yasaktır, onların mülkiyet hakları yahudilerinkinden farklıdır. Yahudiler ara­sında faiz uygulaması yasak olduğu halde goyimlerden faiz almak caizdir.

Yahudilik’teki bu ayırımcı anlayışın te­meli Hz. Nuh’un oğullarına kadar götürü­lür. Tevrat’a göre ırklar tufandan sonra Nuh’un Sam, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlun­dan türemiştir.[99] Hâm babasına karşı bir saygısızlığından dolayı onun lanetine uğradığı için soyun­dan gelenler de Sâm ile Yâfes’in nesline köle olmaya mahkûm edilmiş [100] böylece ırklar arasında kalıtımla geçen derece farkları ortaya çıkmıştır. Bu derecelenmede en üstün, hatta tek üstün yer Sâm’ın soyundan geldiğine inanılan yahudilere tahsis edilmiştir. Buna gö­re, “Rab yer üzerinde olan bütün kavim­lerden üstün olarak kendisine has bir ka­vim olmak üzere” İsrâiloğullan’nı seçmiş [101] bu suretle onlar “Allah’ın kavmi” olmuşlardır [102] Tevrat’ta buna dair şöyle denil­mektedir: “Ve onlardan nefret ettim. Fa­kat size dedim: Siz onların topraklarını miras alacaksınız… Ve bana mukaddes olacaksınız.[103] “İşte şimdi bildim ki bütün dünyada Allah yok­tur, ancak İsrail’de vardır.[104] Kitâbı Mukaddes’te yahudilerin üs­tünlüğünü ifade eden daha birçok açık­lama yer alır.[105] Tevrat’a göre yahudiler bu üstünlükleri dolayısıyla diğer milletleri idare etme hakkına sahiptir. “Bütün göklerin altında olan kavimler üzerine bugün senin deh­şetini ve korkunu koymaya çalışacağım, onlar senin haberini işitecekler ve senin yüzünden titreyip kıvranacaklar.[106]

Yahudiliğin ırka bağlı din anlayışını Hı­ristiyanlık onaylamamıştır. Ancak Avru­palı hıristiyan milletler gerek sömürge­cilik dönemlerinde hâkimiyetleri altına aldıkları Asya ve Afrika ülkelerinde gerek­se modern çağda Avrupa’daki yahudilere karşı ırkçı bir tavır sergilemişlerdir. Esa­sen modern anlamda ırkçı düşünce ve uygulamalar ilk olarak hıristiyan toplumlar­da ortaya çıkmış olup günümüzde Batf-da hâlâ farklı ırkların kiliselerinin de ayrı olduğu gözlenmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahların ve Uzakdoğulular’ın kiliselerinin ayrı olması bunun örne­ğidir.

Câhiliyye döneminde modern anlamdakine benzer bir ırkçılık düşüncesi ve bu­nu ifade eden kavramlar bulunmamakla birlikte genellikle asabiyet kelimesiyle ifa­de edilen güçlü bir kabilecilik ruhu hâkim­di. Bu dönemde aralarında baba tarafın­dan kan bağı bulunan topluluğa “asabe”, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan topluluk arasındaki dayanışma duygusuna da “asabiyet” denilmekteydi. Câhiliye toplumunda bu duygunun kabi­le üyelerinin savunulmasına imkân sağ­laması yanında kabileler arasında asalet çekişmelerine, zulüm ve haksızlıklara, sa­vaşlara yot açtığı bilinmektedir.[107]

İslâm dini insanların farklı ırklardan geldiğini kabul etmekle beraber bunun onlar arasındaki ilişkilerde belirleyici rol oynamasını reddeder. Bu bakış açısı teo­rik alana hâkim olduğu gibi ondan hare­ketle gerçekleşen sosyal ve hukukî düzen­lemelere de yansımıştır. Teorik ve felsefî olarak İslâm’ın insan kavramında ırka da­yalı bir üstünlük kabul edilmezken fıkıh­ta insanlar arası ilişkiler bağlamında da ırkın belirleyici bir yeri yoktur. Muhtelif ırkların varlığı Allah’ın kudret ve ilminin bir işareti olarak yorumlanmış olup bu yo­rum, ırklar arasında kurulması öngörülen barışçı ve eşitlikçi düzenin inanca daya­lı ahlâkî temelini oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’deki prensipler Hz. Peygamber’in ve onun ashabının hayatında somut ifade­sini bulmuştur. Daha sonraki devirlerde de felsefe, fıkıh, tasavvuf ve ahlâk alan­larında eser veren âlimler tarafından ırk­çılık sürekli olarak reddedilmiştir. Bu açı­dan İslâm dini kendinden önceki bazı din ve kültürlerde bulunan ırkçı veya kast sistemine dayalı anlayışlarla mukayese edildiğinde inkılâpçı bir tutum sergile­miştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in mesajı evrenseldir; Kur’an. ırk ayırımı gözetmeksizin yeryüzünde “halife” olarak yaratıldığını bildir­diği her insanı dünya ve âhiret saadetine çağırır. Dil ve renk ayrılığı ile sosyal fark­lılaşma bir problem değil Allah’ın rahme­tinin eseri olan bir nimet ve O’nun ilim ve kudretini ortaya koyan bir alâmettir.[108] Özellikle Hucurât sûresinin 13. âyetinde bütün insanlara hitap edilerek onların arasındaki tabii farklılaşmanın ilâ­hî bir fiil olduğu belirtilmekte ve bu fiilin hikmeti göz önüne serilmektedir. Tabii farkların karşılıklı tanışmaya ve oradan hareketle Allah’ı tanımaya vesile olması amaçlanmıştır. Tabii ferdî ve sosyal fark­lılaşmanın getirdiği özellikler birer üstün­lük kaynağı olarak görülemez. Üstünlük iradî olmayan tabii özelliklerde değil iradî olan dinî ve ahlâkî duyarlıkla (takva) bu­nun ürünü olan güzel fiillerde aranmalı­dır.

Kur’ân-ı Kerîm, yeryüzünde haksız ola­rak üstünlük taslayanların veya diğer in­sanlar üzerinde hâkimiyet kurmak iste­yenlerin Allah tarafından şiddetli bir şe­kilde cezalandırılacağını haber verir. Bu­na dair âyetler [109] insan­ların ancak kendi fiillerinin karşılığını el­de edebileceklerini göstermektedir. Allah ırk ve benzeri özelliklere bakmaksızın in­sanları inanç ve davranışlarının değerine göre eşit bir şekilde mükâfatlandıracak veya cezalandıracaktır.[110] Bir insana karşı bizzat onun kendi fiiline da­yanmayan bir özellikten dolayı olumsuz bir tutum içine girmek bir iftira ve apa­çık günahtır.[111]

Câhiliyye döneminde Mekke aristokrat­ları sosyal hayatta sahip oldukları yüksek statünün dinî alanda da korunmasını is­tiyor, ancak bu şartla İslâm dinini be­nimseyeceklerini, aksi takdirde Habbâb b. Eret, Bilâl ve Ammâr b. Yâsir gibi aşağı sınıftan gördükleri kimselerle aynı me­kânda bulunmayı kabul edemeyecekleri­ni söylüyorlardı. Fakat Kur’an, manevî ve ahlâkî değer ölçülerine vurgu yapan ifa­delerle böyle bir dinî kast sistemini red­detmiş ve eşitliği temel prensip olarak ilân etmiştir.[112]

Atalar fetişizmi bir yandan hür düşün­ceyi ve doğru tercihler yapmayı engeller­ken öte yandan haksızlıklara, adaletsizlik­lere, hatta hak dinden sapmaya bile gö­türdüğü için Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyette yasaklanmış, böylece insana hür düşünceye dayalı seçimler yapma imkâ­nı getirilmiş, insanın atalarının ve ırkının körü körüne takipçisi olmasının önüne geçilmesi istenmiştir.[113]

Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu ilke­ler bakımından insanlar arasında renk. cinsiyet ve coğrafya farklılığı gibi fiziksel sebeplere bağlı bir değer hiyerarşisinden söz edilemez; sadece takvaya bağlı olarak ruhlar arasında derece farkı olabilir. An­cak bu türden bir fazilet de sosyoekono­mik ilişkilerde üstünlük getirmez; takva­nın mükâfatı âhirettedir. İnsanlar arasın­daki soy ve cinsiyet farklılıklarını alay ko­nusu yapmak ve insanları aşağılamak Al­lah’ın onları yaratmadaki hikmetini gör­memek mânasına gelir. Hucurât sûresi­nin 11-12. âyetleri, müslümanlar arasın­da her türlü bölücü ve aşağılayıcı tavrı fâsıklık olarak nitelemekte, bu cümleden olarak ırkçılığı da yasaklamaktadır. Buna karşılık aynı sûrede inanç ve değer birli­ğine dayalı kardeşliğin insanlar arasındaki ilişkinin mahiyetini belirlemesini emret­mektedir.

Irk farklılaşması diğer birçok kevnî âyetle birlikte yorumlanarak ele alınma­lı, Allah’ı ve O’nun bu kâinatı yaratmada­ki hikmetini daha iyi tanımaya vesile kı­lınmalıdır.[114] Renk fark­lılığı sadece insanlara has bir durum de­ğildir. Allah’ın kudretinin bir işareti ola­rak bu tür biyolojik farklılıklar tabiatta bitkiler ve hayvanlar âleminde, hatta dağ­larda bile gözlenebilir.[115] Esasen insanların hepsi Âdem’in ço­cuklarıdır, kâfirlerin şahısları değil inanç­ları ve tutumları red ve tahkir edilir. Ni­tekim onlar bu inanç ve tutumlarını bı­raktıkları anda müslümanlarla aynı de­ğeri ve onuru paylaşırlar. Müslüman bir kişinin ırkdaşları bir yana aynı inançları taşımayan aile üyeleriyle bile dostluk iliş­kisi ortadan kalkar.[116]

Kur’ân-ı Kerîm, Araplar arasında son derece önem verilen nesep ilişkilerini ve soy üstünlüğü anlayışını tamamen dışla­yarak “sıla-i rahim” (akrabalık bağını sür­dürme) bağlamında ve ahlâk kuralları çer­çevesinde ödev, hak ve sorumluluklar açı­sından düzenlemiştir. İslâm’ın önerdiği bu yeni anlayışta akrabalığın devam etti­rilmesine yapılan vurgu soyun üstünlü­ğünden dolayı değil toplum düzeni ve yardımlaşma açısındandır. Kur’ân-ı Ke­rîm bu bakımdan sıla-ı rahmi teşvik et­miş, soyları ile bağlantıyı koparanları yer­miştir, ancak soy ile övünmeyi de yasak­lamıştır. Nihaî noktada sadakat soya de­ğil İslâm’adır. Câhiliye dönemindeki ırk, nesep ve kabile bağları bu yeni bakış açı­sından mahiyet değiştirmiştir. Sosyal ya­pıdaki bu köklü değişimin önemli bir gös­tergesi de sahâbîler arasında muharebe­lerde müşrik akrabalarına karşı savaşan­ların bulunmasıdır.[117] Bu nevi tarihî hadiseler, Câhiliye dönemi Arap sosyal yapılanmasına tamamen hâkim olan kavim, kabile, aile gibi tabii ve irsî özelliklere dayalı sosyal kimliklerin bir ke­nara bırakılıp akideye dayalı bir kimliğin sosyal ilişkilerde temel belirleyici haline geldiğini göstermesi bakımından önem­lidir. Bu olaylar ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in ırkçılığı yasaklayan hükümlerinin teorik planda birer temenni olarak kalmayıp inananların hayatında gerçeklik kazandı­ğını göstermektedir.

Hadislerde de genellikle asabiyet olarak adlandırılan ırkçılık yasaklanmıştır. Hadis literatüründe asabiyet ırkçılığı da içine alan geniş bir kavram olup kısaca “İslâm dışı bir gaye etrafında gruplaşma” mâna­sına gelir. Hz. Peygamber, insanlık aile­sinin ayırımsız olarak beyazıyla siyahıyla hepsine gönderilmiş tek mürşididir [118] Aynı şekilde Resûlullah Veda hutbesinde, “Ne Arap’ın Arap olmayana ne de Arap olmayanın Arap ola­na üstünlüğü vardır.[119] derken de o zamana kadarki bütün ırkî üstünlük iddialarını temelinden yıkmayı hedeflemiştir.

Irkçılığın önemli bir tezahürü veya so­nucu da kızgınlık, nefret ve haksızlıkta yardımlaşma olduğu İçin Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim ırkçılığa (asabi­yet) çağırarak yahut ırkçılıktan dolayı baş­kasına kızarak gayesi belirsiz bir toplulu­ğun bayrağı altına girerse onun ölümü Câhiliye’deki ölüm gibidir.[120] Asabiyet bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır.[121] Irkçı­lıkla ilgili hadislerin en anlamlılarından biri de Resûlullah’ın Veda hutbesindeki şu ifadeleridir: “Ey insanlar! Sizin rabbiniz birdir. Babanız da birdir… Haberiniz olsun ki takva dışında hiçbir Arap’ın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın da bir Arap’a, hiçbir siyahînin beyaza, hiçbir be­yazın da siyaha karşı bir üstünlüğü yok­tur. Şüphesiz ki ilâhî huzurda en değer­liniz en muttaki olanınızdır.[122] Resûl-i Ekrem ırkçılığın bir top­luluğu zayıflatıp sonunda dış saldırılara açık hale getireceği konusunda da uyarı­da bulunmuştur. Soya dayanarak böbür­lenmeyi açıkça yasaklayan, ırk ayırımcı­lığını kışkırtarak müslümanlar arasında bölücülük yapanları şiddetle kınayan ha­disler de vardır.[123]

Âyet ve hadislerin ortaya koyduğu bu açık tavır ahlâkî bir tavır olmanın yanında hukukî sonuçlar da doğurmuştur. İslâm fıkhında insanların temel hakları ve so­rumlulukları belirlenirken muayyen bir ırka mensubiyet bir istisna teşkil etmez. Irkı ne olursa olsun hukuk karşısında bü­tün müslümanlar eşittir. Fıkhın amacı olan, insanlarla ilgili leh ve aleyhte husus­lar yani hak ve sorumluluklar belirlenir­ken ırk farklılığına en küçük bir rol tanın­mamıştır. İlke olarak yönetici Habeşli bir köle bile olsa ona itaat etmek gerekir.[124] Halifeliğin Kureyş’e ait ol­duğunu ifade eden hadisi de bu bağlam­da değerlendirmek gerektiği, aksi halde Kureyşliler’i yönetici sınıf gibi görmenin açıkça İslâm prensiplerine ters düşeceği de ifade edilmektedir.[125] Nitekim Hz. Ömer’in, ölüm döşeğinde iken sahâbîlerden bir kısmının ona yerine birini tayin etmesini hatırlat­ması üzerine, yerine güvenerek bırakabi­leceğini söylediği iki kişiden birinin azat­lı bir köle olması bir yandan hilâfetin Kureyş’e has olmadığına, öte yandan renk unsurunun yöneticiliğe hiçbir şekilde en­gel teşkil etmediğine delil olarak göste­rilir. Hz. Ömer’in kendisi cemaate namaz kıldırmaya gücü yetmeyince yerine imam olarak Cüd’ân’ın azatlı kölesi Suheyb b. Sinan’ı vekil tayin etmesi de ilgi çekicidir. Suheyb, ashabın önde gelenlerinin de bulunduğu cemaate imamlık yapmaya yeni halifenin seçilmesine kadar devam etmiş­tir.[126] Halbu­ki İslâm’dan önce Araplar’ın Bizans asıllı olduğu rivayet edilen azatlı bir köleye tâ­bi olmaları kesinlikle düşünülemezdi.

Fıkıhta hukukun temel amaçlarından biri nesli korumak olduğu için bir insanın, kendi soyundan başka bir soya kendisi ve­ya bir başkası tarafından nisbet edilme­sinin haram olduğu da bildirilmiş olup bu tür hükümler, ırkçılığa karşı olmanın kendi soyunu inkâr anlamı taşımadığını göstermesi bakımından önemlidir. Diğer taraftan bir insanın soyu ile alâkası hiçbir zaman inanç birliğine baskın gelemez ve inanç farklılığının miras ve evlenme gibi bazı konularda kısıtlayıcı hükümler do­ğurmasını önleyemez. Evlilikte denklik ko­nusunda bazı fıkıh âlimlerinin kabileler veya ırklar arasında fark gözeten bir ta­vır sergilemelerinin de dinî bir temeli ol­mayıp tarihî ve sosyal telakkilerden kay­naklanmıştır.

İslâm öncesinde ırkçı bir zihniyetin hâ­kim olduğu Câhiliye toplumundan bu te­lakkiyi bir anda tamamen silmek müm­kün olmamıştır. Ashap arasında zenci ve beyazların ilişkisindeki değişim, bu açıdan İslâm öncesi ve İslâm sonrası dönemlere bakarak mukayeseli bir şekilde incelen­diğinde bu zihnî ve sosyal değişim süre­ci ve bu süreçte karşılaşılan problemler açıkça görülür. Çünkü Araplar neseple­rine son derece düşkün insanlardı ve bu durum kabileler arasında bir övünç kay­nağı idi. Kendi ırkıyla övünmek İranlılar’da da vardı. Resûlullah’ın İran asıllı sahâbîleri bu konuda eğittiği görülmektedir.[127]

Irkçılığa karşı mücadelenin Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de sürdürülmesine rağmen eski aristokratların yeni eşitlikçi düzenden zaman zaman şikâyet ettikle­ri görülmüştür.[128] Müslümanlar arasındaki eşitlik anlayışının ilişki kurduk­ları ırkçı toplumlarca da yadırgandığı ol­muştur. Meselâ Mısır’ı müslümanlara kar­şı savunmaya çalışan Mukavkıs’a gönde­rilen heyetin başında esmer tenli Ubâde b. Sâmit’in bulunması onu rahatsız et­miş; bu rahatsızlığını açıklaması üzerine heyettekiler Ubâde’nin içlerinde en üs­tün ve en akıllı kişi olduğunu, bu sebeple onun liderliğine razı olduklarını, her konu­da onun görüşüne saygı duyup itaat ede­ceklerini bildirmişlerdir.[129]

Emevîler ve Abbasîler döneminde İran­lılar, Berberîler ve Türkler gibi Arap olma­yan kavimlerin İslâm’a girmesiyle İslâm dünyasında ırkçılığı hatırlatan bazı prob-lemler gündeme gelmiş, bu dönemde “mevâlî” olarak adlandırılan gayri Arap unsurlara karşı Araplar’ın üstün olduğunu iddia edenler çıkmıştır. Bunlar Peygamber’in Arap, Kur’an’ın da Arapça olma­sı gibi hususları kullanmışlardır. Öte yan­dan bu tür üstünlük iddialarına tepki ola­rak başta İran asıllılar olmak üzere Arap dışı unsurlar arasında ırkçılığı hatırlatan bir hareket başlamıştır. “Şuûbiyye” deni­len bu hareketin amacı Arap olmayanla­rın Araplar’dan daha üstün olduğunu is­patlamaktı. Başlangıçta bir tepki hareke­ti olarak ortaya çıkan ve eşitliği savunan bu yöneliş, sonradan yavaş yavaş Araplar”a karşı mutaassıp davranarak Arap so­yunun düşmanı olan, onu dünya kavimle­rinin en âdisi sayan ve Arap olmayan ka­vimleri Araplar’a üstün tutan bir fırka ha­line gelmiştir. Böylece şuûbiyyenin esa­sı ırkçılığa dayanmakta olup [130] bu ideolojinin lehinde ve aleyhinde olanlar tarafından zengin bir literatür ortaya konmuştur.[131]

Gerek İslâm vahyinde gerekse onun iç­timaî ve siyasî uygulamalar planındaki tarihî yorumunda ırkçılık hiçbir zaman önemli bir problem oluşturmamakla bir­likte müslüman toplulukların edebiyatın­da genelde ırk, özelde renk ayırımının ya­pıldığı izlenimini veren bazı beyanlar bu­lunmaktadır. Bu edebiyat içinde erdeme sarılan siyahî kölelerin beyaz tenli kılına­rak ödüllendirilişini konu edinen masal­lara, bazı kavimlerin aklî ilimler konusun­da yaratılıştan yeteneksiz olduğunu, hat­ta bazı iklimlerde yaşayan kavimlerin kö­le tabiatlı yaratıldığını iddia eden metinlere rastlanmakta, mevâlîye reva görülen çok aşağılayıcı Arap tavrına dair edebî ör­neklerle karşılaşılmaktadır.[132] Kısmen İslâm öncesi felsefeler­den İhvân-ı Safa ve İbn Sînâ gibi bazı filo­zofların eserlerine de yansıyan [133] fa­kat İslâm diniyle ilgisi bulunmayan ve sosyokültürel şartlanmışlığın eseri olan bu arızî ön yargılar, zaman içinde çeşitli kavimlerin İslâm medeniyetine yaptığı katkılar müşahede edildikçe kendiliğinden yok olmuştur. Selçuklu-Osmanlı gelene­ğinde de ırkçı temayüllere rastlanmamak­tadır. Özellikle Osmanlı millet sistemi fark­lı din ve kavimlerden oluşan çok dinli, çok kavimli ve çok kültürlü bir sosyal dokuya sahipti ve bu sistem temellerini evrensel ölçekte yorumlanmış bir din anlayışında bulmaktaydı. Bu sebeple ırk faktörü hiç­bir şekilde bu sistemin işleyişinde bir im­tiyaz ölçüsü olarak görülmemiştir. Nite­kim millet sistemi içinde yer alan farklı etnik gruplar ve kavimler, bu sistemin ön­gördüğü kamu düzeni çerçevesinde ken­di din ve inançlarını açıkça ifade edebili­yor, tam bir kültürel özerklik İçinde yaşa­yabiliyorlardı. Zimmîler hakkındaki farklı hükümler ve bazı uygulamalar ise kesin­likle ırk temeline dayanmayıp din ve inanç hürriyetinin korunması ve inanç farklılığının siyasî, idarî ve hukukî alanlara yan­sımasıyla ilgilidir. Sonuç olarak ilk fütu­hat döneminin ardından gözlenen Arap-Acem, Arapmevâlî ayırımının; siyahiler, Berberîler, Hintliler. Türkler gibi bazı et­nik gruplara yönelik ön yargıların dinde yerinin bulunmadığı, başarı, üstünlük ve iktidarın ırk ve renk faktörüne dayanma­dığı kısa sürede anlaşılmıştır. Kur’an ve Sünnet’te ırkçı temayüllere karşı kesin bir tavır takınılmasına bağlı olarak İslâm âlimlerinin ırkçı eğilimlerle mücadelesi her devirde hâkim bir çizgi oluşturmuş­tur. Buna dair eserler arasında Ebü’l-Fe-rec İbnü’l-Cevzî’nin Tenvîrü’l-ğabeş ü fazli’s-Sûdân ve’I-Habeş, Celâleddin es-Süyûtî’nin Refı şe’ni’l-Hubşân, Mu-hammed Nu’mân b. Muhammed b. Ar-râk’ınKitâbü Kenzi’z-Zinâdi’1-vârî fî zikri ebnâ’i’s-serârî, Ebü’l-Meânî Alâed-din Muhammed b. Abdülbâkî el-Buhârî el-Mekkî’nin et-Tırâzü’1-menküş fîme hâsini’l-Hubûş, Ali b. Abdürraûf el-Habeşî’nin Refhı’î-ğubûş fi fezâ’ili’1-Hu-bûş, Câhiz’in Fahrü’s-Sûdân ale’lbîzân ve Fezâ’ilü’I-Etrâk adlı eserleri zik­redilebilir.

Allah’ın insanları farklı ırklar halinde ya­rattığı Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiş olup konuya ilgi duyan İslâm âlimleri, özellikle filozof, müfessir ve tarihçiler, bu farklı­laşma hakkında dönemlerinin kültür ve biliminden yararlanarak değişik görüşler ortaya koymuşlar; ırk farklılaşmasının se­bebi olarak bir kısım âlimler nesep faktörünü, diğerleri ise coğrafyaya bağlı iklim faktörünü öne sürmüşlerdir. Birinci grup­taki âlimler Tevrat ve İsrâiliyat’ı. ikinci gruptakiler de klasik Yunan felsefesini, tıp ve coğrafyasını kendi görüşlerini des­teklemek için kullanmışlardır. Ancak İsrâiliyat ve Yunan kaynaklı teoriler tarafsız olmayıp kendi ırklarını en üstün ırk gösterme amacı taşırken müslüman âlimler konuyu ırk üstünlüğü açısından değil sa­dece bir antropolojik problem olarak ele almışlardır. Bunların ilkine göre ırk fark­lılaşmasının kaynağı nesep, diğerine gö­re iklim yani farklı coğrafî şartlardır. Bi­rinci görüşün taraftarları ırk farklılaşma­sını, tabii faktör ve süreçlerin değil bizzat Allah’ın baştan farklı nesepler yaratması­nın sonucu diye düşünürler. Bu düşünce dünyada üç ana ırk olduğu ve bunların büyük tufandan sonra Nûh peygamberin üç oğlundan [134] türediği şeklindeki Kitâb-i Mukaddes telakkisin­den gelir.

Hadis literatürüne de giren bu telakki­nin savunucuları, “Onun (Nuh’un) zürriye-tini evet onları yeryüzünde baki kıldık [135] mealindeki âyetin bu te­lakkiyi desteklediğini ileri sürerlerse de Hûd sûresinin 40. âyetinde Hz. Nuh’a sa­yısı az olmakla birlikte başka insanların da iman ettiği bildirilmektedir. Buna göre Sâffât sûresinin 77. âyetindeki “zürriyet” ile Nuh’a iman etmiş olanların kastedil­diği anlaşılmaktadır. Bütün ırkların Hz. Nuh’un üç oğlundan geldiğine dair hikâ­ye bazı hadis, tefsir ve tarih kitaplarına girmiştir. Ancak birtakım İslâm âlimleri hadis olarak aktarılan hikâyelerin râvilerinin güvenilirliklerini sorgulamışlar ve bu rivayetlerin Tevrat’tan geldiğini ortaya koymaya çalışmışlar. Özellikle ırk farklılaş­malarının iklimden kaynaklandığını düşü­nen ekole mensup olan İbn Haldun gibi âlimler açıkça bu rivayetlerin asılsız oldu­ğunu belirtmişlerdir.

Irkların kaynağının coğrafî şartlar oldu­ğu şeklindeki ikinci temel iddia dünyayı yedi iklime ayıran klasik Yunan coğrafya­sına dayanır. Bu coğrafya anlayışı ile dö­nemin dört unsura dayalı tıp anlayışı bir­leştirilerek ırkların kaynağı izah edilmeye çalışılmış, yine Grek düşüncesine hâkim olan her şeyin ortasının (itidal) en iyisi ol­duğu ölçütü de kullanılarak orta iklimde yer atan ırkların zihinsel üstünlüğü iddia edilmiştir. Bu anlayış Aristo gibi Yunan filozoflarının siyaset ve sosyal teorilerini de etkilemiş, Yunan felsefesinin İslâm dünyasına girmesiyle İslâm filozofları tarafından da ilgi görmüştür. Kindî’den baş­lamak üzere Fârâbî, İhvân-ı Safa, İbn Sînâ, İbn Rüşd gibi filozofların, İdrisî gibi coğ­rafyacıların, Sâid el-Endelüsî ve İbn Hal­dun gibi tarihçilerin görüşlerini etkilemiştir. Mutedil iklim dışında yaşayan Türkler ve siyahların medeniyete kabiliyeti olma­dığı bu teoriye dayanılarak İleri sürülmüş­tür.

İbn Haldun da meşhur coğrafyacı İdrîsî’nin verdiği bilgilere dayanarak dünya­nın yedi “iklim” (bölge) olduğunu var sayar ve ırk farklılaşmasının kaynağı hakkında­ki kuramını bu var sayım üzerine inşa eder.[136] İbn Haldun’un ırk farklılaşması hakkındaki görüşlerinin anlaşılabilmesi için antik Yunan’dan dev­ralınan ve Ortaçağ boyunca müslüman-lar arasında yaygın olarak kullanılan tıp. biyoloji, astronomi ve coğrafya anlayışı­nın da göz önünde bulundurulması ge­rekir.

Irk kavramının karşılığı olarak ümmet, nevi cîl kelimelerini kullanan İbn Hal­dun’un “hukemâ”ya nisbet ederek verdi­ği bilgilere göre dördüncü iklim kuşağı en üstün ırkın yaşadığı ve medeniyete en uygun insanların ortaya çıktığı bölgedir.[137] Dördüncüden sonra onun iki tarafındaki üçüncü ve beşinci iklimler gelir. Kısaca en mutedil iklim olan dör­düncü iklimden uzaklaştıkça insanların medeniyete olan kabiliyeti zayıflar, dola­yısıyla ırkın üstünlük derecesi de azalır. Mutedil iklim kuşaklarında yaşayanlar beden, renk. ahlâk ve din bakımından en mükemmel toplulukları oluşturur. Hatta peygamberler bile genellikle bu bölgeden yetişir. Buna karşılık itidalli iklim kuşağın­dan en uzakta olan güney ve kuzey ik­limlerine peygamber gönderildiğine dair hiçbir bilgi yoktur.

İbn Haldun ırkların kaynağının nesep olduğunu iddia edenleri eleştirirken şöy­le der: “Varlıkların tabiatları hakkında hiç­bir bilgi sahibi olmayan bazı nesep âlim­leri vehmettiler ki siyahlar Nûh”un oğlu Hâm’ın çocuklarıdır; babasının onun nes­linin köle olması için yaptığı bedduanın eserinin ortaya çıkması sonucu siyah renk ile diğer insanlardan ayrıldılar. Onlar bu konuda hikayecilerin hurafelerinden hikâ­yeler de naklederler. Nuh’un, oğlu Hâm’a bedduası Tevrat’ta yer almakta, ancak orada siyah renkten bahsedilmemekte-dir; Nûh sadece Hâm’ın çocukları kardeş­lerinin [138] kölesi olsun diye beddua etmiştir.[139]

Sâid el-Endelüsî de ırkları medeniyete yatkınlıkları bakımından tabakalara ayır­mıştır. Ona göre coğrafyaya bağlı olarak iklim bir ırkın medeniyete ne derece ka­biliyetli olacağını belirler. Bu yönden in-sanlıkyedi ana ırka ayrılır: 1. İranlılar,

2. Keldânîler.

3. Yunan, Fransız, Slav ve Ro­malılar,

4. Kıptîler’le onlara yakın olan ba­zı zenciler, Habeşistanlılar ve Berberîler,

5. Türkler,

6. Hintliler,

7. Çinliler. Endelüsî bu ırkları ilme değer verenler ve verme­yenler diye ikiye ayırarak ilme değer ve­ren ırkları Hintliler, İranlılar, Keldânîler. İbrânîler, Yunanlılar, Romalılar, Mısırlılar ve Araplar şeklinde sıralamakta; geride kalan ırkların hiçbirinin ilme önem ver­mediğini ileri sürmektedir.[140] Bu düşünceler klasik Yu­nan coğrafya, tıp ve felsefesinin bir ürü­nüdür. Ayrıca nesebe dayalı teori gibi Sâid el-Endelüsî’nin yedi iklim teorisinin so­nunda insanları medeniyet ve bilime yat­kınlık açısından tabakalara ayırmasının da Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerin yukarıda ortaya konan temel bakışına ters düştü­ğü açıktır.

Batı dünyasında ırkçılık, modern çağın en önemli olguları arasında yer alan sö­mürgecilik ve onunla bağlantılı kapitalist sistemin oluştuğu şartlar altında sömür­geciliğe meşruiyet tanıyan bir ideoloji ola­rak ortaya çıkmıştır. Tarih boyunca Batı kolonyalizmi ve kapitalizminin gelişme aşamalarına bağlı olarak ırkçılık da fark­lı tezahürlerde gelişmiştir. İlk aşamada Amerika ve Karayipler’in yerli sakinleri olan Kızılderililer sömürgecilerin apaçık talan ve soykırımına mâruz kaldılar; ırkçı teoriler de bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Sömürgeciler, buralarda yaptık­ları baskı ve zulümleri izah için ırkçılığı bir araç gibi kullandılar. Nitekim ilk ola­rak 1550yılında İspanyol ilâhiyatçı Gaines de Sepulveda Kızılderililer’in aşağılık bir ırk olduğunu ve bunların beyazlara hiz­met etmek üzere yaratıldıklarını ileri sür­dü. Bu teori Amerika’da uzun yıllar pro­paganda edilmiştir. XVII. yüzyılın ilk yarı­sında beyaz işçilerle siyah köleler iş yer­lerinde yanyana çalışıyorlardı. Ancak siyah köleler beyazlara göre hem ucuzdu hem de her türlü şartlarda çalışmaya ra­zı olduklarından bu dönemde iş gücü ola­rak sadece siyah köleler kullanılmaya baş­landı. Amerika ve Karayipler’de köleler “hayvan sürüsü” olarak adlandırılıyordu. Siyahlar beyazlara özgü hiçbir şeyi taklit edemezlerdi. XIX. yüzyılın başlarından itibaren siyah-beyaz ilişkileri değişmeye başladı. Çünkü ekonomik ve politik se­beplerle artık köle istihdamı işlevini yitir­mişti. İlk olarak 1804 yılında Fransızlar Haiti’de köleliği kaldırdılar; diğer sömür­gelerde de köleliğin peyderpey kaldırıl­masıyla ırkçılık düşüncesinde de değiş­meler gözlendi. Buna göre artık siyahlar da insan sayılmakla birlikte üstün ırka mensup olan beyazlara kıyasla aşağı ırkı oluşturuyorlardı. Üstelik bunlar zihinsel ve kültürel bakımdan geri olduklarını ken­dileri de kabul ediyor ve bu yüzden be­yazlara uyum sağlamaya çalışıyorlardı.

Yeni ilişki biçimi sürekli olarak yeni te­orilerin de ortaya atılmasına yol açıyordu. Fransız Aydınlanmacı düşünürlerinden Boulainvilliers ve Buffone gibi ırkçı fikir­leri ortaya atan filozofların ardından ırk­çılığı bir sistem halinde ortaya koyan kişi Kont Joseph Arthur de Gobineau oldu. Gobineau. Essaİ sur î’inegaîite des ra-ces humaines [141] adlı eserinde beyaz ırkın aklı ve dürüstlüğü, sarı ırkın fayda, düzen ve ortayolu, siyah ırkın ise hırsı, lirik ve artistik yetenekleri temsil ettiğini ileri sürdü ve Nordik (ku­zeyli-beyaz) ırkı İnsanlığın en üstüne yer­leştirdi. Houston Stewart Chamberlain Die Grundlagen des neunzehnten Jahrhunderts adlı ese­rinde benzeri bir yaklaşım sergileyerek Aryan ve Toton ırkının üstünlüğünü sa­vundu. Ancak Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de ortaya atılan ırkçı teoriler daha çok sosyal ve ekonomik faktörlerle bağlantılı bir şekilde geliştirildi; bu teori­ler, zencilerin biyolojik olarak daha aşağı oldukları iddiasını sürdürmekle birlikte gelişen siyahı bilincin gelecekte beyazla­rın sosyal ve ekonomik konumlan bakı­mından tehlike arzedebileceği üzerinde durdular. Madison Grant, The Passing of the Great Race (NewYork 1916) adlı eserinde. Lothrop Stoddard The Rising Tide of Color Against White Supremacy (New York 1920) adlı kitabında Asya­lılar ve Afrikalılar arasındaki doğum oran­larının yüksekliğine dikkat çekerek beyaz ırkın gelecekte hâkimiyeti kaybedebileceği endişesini dile getirdiler.[142]

XX. yüzyıl Batı’da ilk defa tek bir dünya sistemi iddiasının ortaya çıktığı dönem­dir. Batı dünyasının gelenekleşmiş olan ırkçılık zihniyetinin bu yüzyılda faşist po­litikalarla birleşmesinden sonra bazı mil­letler kendi ırkının üstünlüğünden ve dünya insanlarını kendisinin kurtaraca­ğından söz etmeye başladılar. Almanlar’ın işgal ettikleri her yerde yahudileri soykı­rımına mâruz bırakmaları bu düşünceden kaynaklanmıştır. Ancak Avrupa’da yahu-di düşmanlığı ile pratiğe yansıyan anti-semitizm (Sâmî ırkına düşmanlık) olgusu, Cermen ırkının üstünlüğünü ileri süren Adolf Hitler’in yeni bir buluşu olmayıp Ba­tı tarihinde şekillenmiş bir ırkçılık biçi­midir.

XX. yüzyılda Avrupa kıtası dışında ırkçı­lığın en yoğun yaşandığı bölgelerden biri Güney Afrika, diğeri de Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. XVII. yüzyıldan itiba­ren Hindistan, Endonezya ve Malezya’­dan köle olarak Güney Afrika’ya getirilen müslümanlar da bu ülkedeki ırkçı uygu­lamaların sıkıntısını yaşamışlardır. Şeyh Yûsuf el-Makassarî, İmam Abdullah İbn Kâdî Abdüsselâm, Ahmed Efendi, Abdul­lah Abdurrahman ve İmam Abdullah Hâ-rûn gibi liderler yanında daha birçok müs-lüman ferdî olarak veya Afrika Ulusal Kongresi (ANC) gibi platformlarda ırkçılı­ğa, emperyalizme ve baskılara karşı mü­cadele etmişlerdir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında ırk ayırımını öngören ilk yasalar [143]çıkarılmaya başlandı. Bu yasalara yaygın bir şiddet dalgası da eşlik ediyor­du. Irk ayırımına karşı yürütülen mücade­lelerde siyahlar farklı kamplara ayrıldılar; siyah örgütlerin üç farklı görüş etrafında oluştuğu söylenebilir. Bunlardan siyah burjuvazinin çıkarlarını temsil eden grup [144] sadece yasal bir devrim istiyor ve son derece ılımlı bir ta­vır sergiliyordu. Liderliğini Martin Luther King’in yaptığı, “hemen özgürlük” sloganıyla ortaya çıkan ikinci si­yah hareketi beyazlarla entegrasyonu sa­vunuyordu. Gandi’nin sadık bir izleyicisi olan Protestan rahibi King mücadelede şiddet kullanılmasına karşı çıkmış, barış­çıl eylemlerle ırkçı uygulamaları yenmeye çalışmıştır. Üçüncü hareketi, uzlaşmaz ve sert bir çizgi takip eden Siyah Müslümanlar Hareketi [145] temsil ediyor­du. 1930 yılında Wallace D. Fard [146] tarafından kurulan bu hareketin başına daha sonra Elijah Mu-hammed geçmiş ve hareketi II. Dünya Savaşı’ndan sonra faal bir konuma getir­miştir. Aşırı tepkici davranan ve aslî kay­naklarla tarihî uygulamalardan çok farklı bir İslâm anlayışına sahip olan Elijah Mu-hammed, beyazların doğuştan birer şey­tan olduğuna ve kendisinin Allah tarafın­dan bu ırkı yok etmek üzere görevlendi­rildiğine inanıyordu. Buna göre boş bir eşitlik ve entegrasyon için mücadele et­mektense sadece siyahlardan oluşan ayrı bir dünya kurmak ve bağımsız olmak da­ha gerçekçiydi.[147] Sa­mimiyetsizi iği ve bozuk inancı bizzat ken­di oğlu VVallace (VVarith) Muhammed tara­fından teşhir edilinceye kadar İslâm Mil­leti [148] örgütüne mensup müslümanlar onun gayet disiplinli ve inanmış birer izleyicisi olarak kaldılar. Si­yah Müslümanlar Hareketi’ne hapiste iken katılan Malcolm X [149] 1952 yılında hapisten çıktıktan sonra kendisini bu harekete adamış, kısa zamanda ırkçılık mücadelesinin Amerika’daki en Önemli liderlerinden biri olmuştur. Malcolm X, hareketten ayrıldığı 1964 yılma kadar Eli­jah Muhammed’İn sadık bir izleyicisi idi. Mekke’ye yaptığı bir hac ziyaretinden son­ra fikirlerini kökten gözden geçirmeye başladı. Hareketten ayrıldıktan sonra da bu siyah müslümanların meselelerini gi­derek yumuşayan bir üslûpla işlemeye devam etti. Siyah Müslümanlar Hareke-ti’nden ayrıldıktan sonra Harlem’de (New York) Müslüman Camii (Müslim Mosque) ve Afrikalı-Amerikalılar Birliği Derneği’ni [150] kuran Malcolm X, çalışmalarını 21 Şubat 1965′-te öldürülünceye kadar bu kuruluşlar va­sıtasıyla sürdürdü.

Günümüz Amerika’sında ayırımcı yasa­lar ortadan kaldırılmış ve hukukî eşitlik sağlanmıştır. Ancak uygulamada hâlâ be­yazlar arasında yer yer ırkçı ön yargılara rastlanmaktadır. Her ne kadar başlangıç­ta faşizm ile ırkçılık arasında birebir ilişki söz konusu değilse de bugün çeşitli Avru­pa ülkelerinde ortaya çıkan “yeni faşizm” hareketlerinin hepsi ırkçılığı vazgeçilmez bir ilke olarak İdeolojilerine katmıştır. Av­rupa’da bu tür grupların üzerinde birleş­tikleri en önemli konu yabancı düşmanlı­ğıdır. Eski Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Bosna-Hersek’te ve Kosova’da müslüman Boşnaklar’la Arnavutlar’ı hedef alan etnik arındırma eyleminin de te­melinde ırkçılık yatmaktadır.

XIX ve XX. yüzyıllarda Avrupa’da esen milliyetçilik ve ırkçılık rüzgârları zamanla İslâm dünyasını da etkisi altına almıştır. Ümmet bilinciyle yaşayan milletler arasın­da genel olarak ırkçılık ve kavmiyetçiliğin ne olduğu bilinmezken Batılı devletlerin İslâm dünyasına, özellikle Osmanlılar’a yönelik politikalarında görülen değişiklik­lerden sonra Arnavutlar, Araplar, Türk­ler ve Kürtler arasında müstakbel sürtüş­melere zemin hazırlamak üzere kavmi­yet ayırımına dayalı ideolojiler gündeme gelmiştir.

XIX. yüzyıl Osmanlı aydınları, dönemin Avrupa’sında ortaya çıkan “cins ittihadı” yani ırk birliği fikrine dayalı olan milliyet­çilik akımlarını kendi toplumları için elve­rişli görmemişlerdir. Meselâ Nâmık Ke­mal birlik ve kardeşlik fikrini insanların “yumru yanaklı” veya “çatık kaşif bir ne­silden gelmelerine dayandıran anlayışı reddetmiştir. Yine Esad Efendi “cins” (ırk) unsurunu birlik ve dayanışma sebeplerin­den biri olarak kabul etmekle birlikte İslâmî anlayışta birliği sağlayacak vasıtanın İslâmiyet olduğunu savunmuştur.[151] Kendi tabiriyle “Avrupa’da ras (race) meselesi”yle ilgili ırkçı tartışma­ları yakından takip eden [152] Ali Suâvi de Avrupa’da güdülen “cinslik davası” na [153] Osman­lı ülkesinde rastlanmadığına dikkat çeke­rek müslümanların birliğinin tevhid ilke­sine dayandığını belirtmiştir. Ali Suâvi’ye göre Osmanlı bir Türk devletidir, ancak ırkçılık davasına itibar etmeyerek her ırk­tan ehliyetli bulduğu kimseleri istihdam etmiştir. Ali Suâvi bazı Avrupalı yazarla­rın Türkler’i “mesâî-yi zihniyyeden ârî, yalnız bir kaba kahraman gibi” değerlen­diren ırkçı yaklaşımlarını şiddetle red­detmiş ve Türkler’in müslüman olduktan sonra ilim ve medeniyet alanında ortaya koydukları başarıdan örnekler vermiştir.[154]

II. Meşrutiyetin ilânından sonra İstan­bul’da Türk Derneği, Selanik’te Genç Kalemler dergileri yayın hayatına katıla­rak Osmanlı Devletİ’nin bütünlüğü idea­lini örselemeksizin Türk dili ve kültürü et­rafında milliyetçi bir şuur telkin etmeye başlamıştı. 1913 yılında yayın hayatına başlayan İslâm Mecmuasında eski şey­hülislâm Mûsâ Kâzım Efendi İslâm dinine göre ırk ve cins iddiasında bulunmanın şiddetle yasak olduğunu. ırk ve cins da­vası gütmenin İslâm kardeşliğine zarar vereceğini yazdı. Bunun üzerine Takib ve Tenkid dergisinden Nüzhet Sabit, ırk ve cinsiyet İddiasında bulunmanın hangi ba­kımlardan İslâm’a zıt düştüğü konusun­da Mûsâ Kâzım Efendi’ye bir soru yönelt­ti. İslâm Mecmuası’nda herhangi bir ce­vap verilmeyince Babanzâde Ahmed Naim Sebîlürreşöd dergisinde “İslâm’da Davâ-yı Kavmiyyet” başlıklı geniş ilgi gören bir yazı neşretti [155] bu metin ayrıca Sebîlürreşâd Kütüphane­si Neşriyatı’nın 18. kitabi olarak bir risale halinde yayımlanmıştır, İstanbul 1332). Ahmed Naim bu yazısında İslâm dininin “da’vâ-yı kavmiyyet” (kavmiyetçilik) ve “da’-vâ-yı cinsiyyet” (ırkçılık) ideolojilerini kesin olarak reddettiğini ve bu tür fikirlerin Câhiliyyet davası olduğunu vurguladı. İs­lamcı düşünürler, daha sonraki yıllarda da ırkçılık çağrışımı yapan fikirler aleyhinde­ki tavırlarını sürdürmüşlerdir.[156]

1932’de toplanan Türk tarih kongresiy­le tesbit edilen “Türktarih tezi”nde Türk ırkının çok defa öne sürüldüğü gibi san olmadığı, beyaz ve brakisefal olduğu gö­rüşünün benimsendiği görülmektedir. Tezde yer alan bu ana fikrin Batı’da orta­ya çıkan ırkçı tasniflere bir tepki olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1928’de Afet İnan Atatürk’e, Türk ırkının sarı ırka men­sup bulunduğunu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci nevi bir İnsan tipi olduğunu id­dia eden bir Fransızca kitap göstermiş, Atatürk’ün bu iddiaya gösterdiği tepki Türk tarih tezinde yer alan ana fikrin çe­kirdeğini teşkil etmiştir.[157]

194O’lı yıllarda ırkçılığın hararetli tar­tışmalara konu olduğu görülmektedir. Rıza Nur’un 1942’den itibaren çıkarma­ya başladığı Türkçü dergi Tanndağ’öa konuyla ilgili bazı fikirler ortaya atılmış­tır. Mustafa Akansel, Gobineau’nun “ilmî ırkçılık” saydığı ve dâhiyane bulduğu fi­kirlerine atıflar yaparak saf kanın Türk ırkının geleceği açısından hayatî önem taşıdığını iddia etmiş, devletlerin çökü­şünü yabancı kan karışması sonucu ırkların yozlaşmasına bağlamıştır.[158] Ziya Göğem, aynı der­ginin peşpeşe iki sayısında Akansel’in id­dialarını esas alarak bir yazı yayımlamış, antropolojinin ırk tasnifinde başvurduğu kafatası biçimi, burun şekli, deri ve göz rengi, boy ve kan grubu gibi kriterler arasından özellikle kan grubu üzerinde durarak Türkler arasında yaygın olan kan gruplarıyla saf Türk ırkı arasında ilişki kurmaya çalışmıştır.[159]

1943-1944yıllarında Nihal Atsız’ın sa­hibi ve müdürü olduğu Orhun dergisin­de Türk milliyetçiliği fikrinin ırkçılık kav­ramına indirgenerek savunulduğuna ta­nık olunmuştur. Dergide esas itibariyle Türk ırkçılığının Türk milliyetçiliğinin en baş unsuru olduğu ve dünya görüşü ola­rak modern Batı’dan ithal edilmiş olma­yıp Türk tarihinin bilinen en eski devirle­rine kadar uzandığı fikri işlenmiştir. Der­gi yönetiminin düzenlediği bir ankette okuyuculara. “Türkçülüğün baş unsuru size göre ırkçılık mıdır, kültür müdür, va­tan mıdır, devlet midir?” sorusuna çoğun­luğun “ırkçılıktır” cevabını verdiği görül­mektedir. Aynı ankette okuyucuya. “Irk­ları üstün ve aşağı olarak ayırmaya ta­raftar mısınız?” şeklinde yöneltilen soru­ya da çoğunlukla “taraftarım” şeklinde cevap alınmıştır.[160]

1944 yılı Mayıs ayında başta Ulus, Ta-nin, Akşam, Ton, Vakit ve Cumhuriyet gibi gazeteler olmak üzere yazılı basında “ırkçılık-turancılık” aleyhtarı yoğun bir kampanya başlatıldı; siyasî iradenin de bu yönde tavır almasıyla birlikte Türkçü-ler’e yönelik bir tutuklama faaliyetine gi­rişildi. Uzun süren bir yargılama süreci sonunda sanıkların hepsi 1945 yılında be­raat etti.[161]

Modern dönemde müslümanlar ara­sında ortaya çıkan ırkçı veya ırkçılığı çağ­rıştıran akımlar gelişip güçlenmelerine yetecek fikri, kültürel, siyasî ortam bu­lamadıklarından çökmeye veya marjinal sınırda kalmaya mahkûm olmuşlardır. Bununla beraber her ne kadar kendi iç­lerinde ırkçılığı yenseler de müslüman­lar dıştan gelen ırkçı saldırılara mâruz kalmışlardır. Müslümanlara yönelik bu saldırılar arasında İlk dikkat çekeni Siyonizm ideolojisidir. Birleşmiş Milletler Ge­nel Kurulu 10 Kasım 1973 tarihli kararın­da siyonizmin bir çeşit ırkçılık ve ırk ayı­rımı olduğunu tesbit ve tescil etmiştir. Aynı şekilde Çinliler’in Doğu Türkistan’­da yaşayan Türkler’e, Hindular’ın müslü-manlara, Ermeni ve Yunanlılar’ın Türk­ler’e, Sırplar’ın Arnavut ve Boşnaklar’a, Ruslar’ın genel olarak Orta Asya Türkleri’ne, Bulgarlar’ın Türkler’e karşı uygula­dıkları ırkçı politikalar ve saldırılar dikkat çekmektedir.

Öte yandan Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların giderek artan bir şekilde yeniden güçlenen ırkçı saldı­rılara mâruz kaldıkları gözlenmektedir. Almanya’da Türkler’e, Fransa’da Ceza-yirliler’e karşı yürütülen saldırılar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu durum, Batı’da ırkçılık tohumlarının yeniden ye­şermeye başladığını çarpıcı bir şekilde or­taya koymuştur. Modern insanın böyle tu­tumlardan uzak kalacağı beklentisi için­de olan toplumbilimciler bu beklenme­dik gelişme karşısında derinden endişe­lenerek ırklar ve etnik gruplar konusunu yeniden ele almak zorunda kalmışlardır.[162]

Irkçılık problemiyle yeniden karşı kar­şıya gelen Batılılar için özellikle ırkçılık mağduru olanlar açısından. İslâm’ın sun­duğu her ırka saygı duymakla birlikte ma­nevî ve moral gelişmişliğin üstünde de­ğer tanımayan eşitlikçi anlayış cazip bir alternatif oluşturmaktadır. Özellikle Ame­rika’da yaşayan ve nesillerdir beyaz ırkçı­lığın kurbanı olan siyahlar için İslâm yeni­den başkalarıyla eşit bir insan haline gel­menin en emin yolu olarak görünmekte­dir; çünkü Hıristiyanlık, Yahudilik ve Hin­duizm gibi geleneksel dinlerin yanı sıra modern ideolojiler de globalleşen ve gi­derek birbiriyle daha sıkı ilişki içerisine girmek zorunda kalan farklı ırklara men­sup insanlar arasındaki beşerî ilişkileri eşitçe düzenleyici kurallar ortaya koya­mamaktadır. Halbuki İslâmiyet, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in şüpheye yer bırakmayan açık beyanları ve İslâm tari­hinin şehâdetiyle her türlü ırkçılığı red­detmiştir. (Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam Ansiklopedisi, Irkçılık maddesi)

 

[92] Webster’s Ninth Neıv Coilegiate Dic-üonary, s. 969

[93] beyaz, siyah, sarı ırk gibi

[94] Cermen ırkı gibi

[95] Cashmore, s. 237-239

[96] The Encydopedia ofPhilosophy, VII, 58-59

[97] Herzberg, s. 35, 37-45

[98] Horowitz, s. 100-102

[99] Tekvin, 5/32; 9/18; 10/32

[100] Tekvîn, 9/ 19-27

[101] Teşriiye, 14/12

[102] Levililer, 26/12; Çıkış, 19/5-6

[103] Levililer, 20/24-26

[104] 11. Krallar, 5/ 20

[105] meselâ bk. Tesniye, 23/20; Mezmurlar, 67/6; II. Samuel, 22/44-48

[106] Tesni­ye. 2/25

[107] bk. asa-biyet; câhiliye

[108] İbrâhîm 14/4;er-Rûm 30/22; el-Hucurât 49/13

[109] el-Kasas 28/83-84

[110] el-Kehf 18/30

[111] el-Ahzâb 33/58

[112] el-Kehf 18/28

[113] el-A’râf 7/28, 70; Yûnus 10/75-78; Hûd 11/6Î-63, 84-88; en-Nahl 16/35; SebeP 34/43; ez-Zuhruf 43/22-25

[114] el-Hucurât 49/13

[115] Fâtır 35/27-28; ay­rıca bk. en-Nahl 16/13, 69: ez-Zümer 39/ 21

[116] et-Tevbe 9/23

[117] Kare, s. 48-49,66

[118] Müs­ned, 1,250, 301; Dârimî, “Siyer”, 67; Müs­lim, “Mesâcid”, 3

[119] Müsned, VI, 411

[120] Müslim,”İmâre”, 57; Nesâî, “Tahrîm”, 28; İbn Mâce, “Fiten”, 7

[121] Müsned, IV, 107, 160;EbûDâvûd,”Edeb”, 112

[122] Müsned, VI, 411

[123] Ebû Nuaym, i, 9, II, 367; Süyûtî, 1, 8-12-, HatipoğIu,XXllH 19781, s. 135

[124] Müsned, IV, 126, 127; Dârimî, “Mukaddi­me”, 16; İbn Mâce, “Mukaddime”, 6, “Ci-hâd”, 39; bk. İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, IV, 92

[125] İbn Haldun, Mu­kaddime, II, 583; Hatipoğlu, XXIII 11978], s. 121-213

[126] Hatipoğlu, XXIII11978], s. i27

[127] Ebû Dâvûd,”Edeb”, 112

[128] bazı örnekler için bk. Bu-hârî, et-Târihu’l-kebîr, II, 104-105; Abdui-lan b. Mübarek, s. 1000; Hâkim, Müsted-rek, III, 282; İbnü’i-Esîr, M, 480; Hatipoğ-lu, XXIII[1978], s. 152-153

[129] Lewis, Raceand Colorin islam, s. 10

[130] Câhiz, II, 20; Kılıçlı, s. 53

[131] bk. şuûbiy-ye

[132] Lewis, Race andSlauery in theMiddleEast, s. 19, 36-37, 55

[133] meselâ bk. er-Resâ% 1, 302-305; eş-Şifâ’.l. 447

[134] Hâm, Sâm. Yâfes

[135] es-Sâffât 37/77

[136] Mukaddime, I, 337-397

[137] a.g.e., I, 387

[138] Sâm ve Yâfes’in

[139] a.g.e., 1, 389

[140] Tabakâtü’l-ümem,s. 10-1 I

[141] AV, Paris 1853-1855

[142] The Encyclo-pedia ofPhilosophy, VII. 60

[143] Jim Crow Laws

[144] National Associatîon for the Advancement of Coloured People NAACP

[145] Black Muslims

[146] WaIlace Fard Muhammed

[147] Fontette, s 109-110

[148] The Nation of İslam

[149] Mâlik eş-Şahbâz

[150] Afro-American Unity Organization

[151] Türkö-ne, s. 266-267

[152] Danişmend, s. 28-29

[153] ırkçılık ideolojisi

[154] Çelik. s. 623-630

[155] sy. 293 110 Nisan 1330

[156] bk. islâm-c1lık; milliyetçilik

[157] İnan-Karal, s. 59,64

[158] Tanndağ, 1/8 11942|, s. 5-6

[159] a.g.e., 1/16 (1942], s. 11-13; 1/17|1942], s. 11-12

[160] Orhun, sy. 12[ 19431. s 12-13; sy. 13 | I944|F s. 18-22; sy. 14(1944], s. İO-18; sy. 15 |1944|, s. 17-22; sy. 16 |1944],s. 17-25

[161] Tanyu.s.4-8, 11,28

[162] Rattansi-Westwood, s. 9-22

 

 

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

15th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kapitalizmin panzehiri

Kur’an’da nuzül sırasına göre 16. ve 17. sırada yer alan iki sure var ki ele aldığı konu itibariyle ilkini “kapitalizmin”, ikincisini de “abdestli kapitalizmin” panzehiri olarak görüyorum.

Bunlar Tekâsür ve Mâun sureleridir…

Gayet kısa olan bu surelerin nuzül sırasında peşpeşe yerleştirilmesi de ilginç.

Bu surelerin ilki (Tekâsür) insandaki ruh köküne inerek kapitalizmin “aslını”, ikincisi de (Mâun), onu abdest ve namazla (salat ile) meşrulaştırmaya çalışan “faslını” deşifre eder.

Her ikisini birden zirru zeber eder.

Bakın nasıl…

***

“Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır (tekâsür) oyalanıp duruyorsunuz.

Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…

Fakat hayır! Yakında bileceksiniz.

Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.

Evet, daha derinden bakabilseydiniz

Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz.

Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz.

O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız…” (Tekâsür; 1-8)

TEKÂSÜR: Sözlükte [KSR] kökü mastar olarak “çok olmak, çoğalmak” demektir. Malı çok olmak, zengin olmak, maddî durumu iyi olmak (iksâr), çoğaltmak, teksir etmek, çokça yapmak, çoklaştırmak (teksîr), çoğalmak, artmak, üremek, türemek (tekâsür), çok olmasını istemek (istiksâr), daha çok, en çok (ekser), çoğunluk, galibiyet (ekseriye), çok (kesr, kesîr), çokluk, fazlalık, bolluk (kesret), çok konuşan, geveze (miksâr) kelimeleri bu köktendir…

Surenin ismi de olan tekâsür burada makam, mal ve servet çokluğu ile övünmek demektir. Araplar, kişilerin veya kabilelerin karşılıklı zenginlik ve servet yarışını ifade için “tekâsüra’l-qavmu tekâsüran” derlerdi; tabir buradan gelmektedir (Razi).

Türkçe’de zengin kelimesi Farsça kıymetli, süslü, pahalı, değerli taş demek olan seng’den geliyor. Bu anlamda zengin (sengin) kıymetli, pahalı eşyaları olan, malı çok olan demektir. Tefâul babından gelen tekâsür kelimesi de bu anlamda bir şeyi karşılıklı yapmayı ifade ettiği için “zenginlik yarışına girmek” dediğimiz manayı çağrıştırır. Keza “şöhret yarışı, tüketim çılgınlığı, mal mülk hırsı” deyimleri de bu cümledendir.

Öte yandan tekâsür kavramı çağımızda “kapitalist yarış” denilen şeye tekabül etmektedir. Çünkü kapital eldeki anaparayı (sermaye) çoğaltma, artırma, biriktirme demektir. Kapitalizm de, sermayeye dayanan, onu çoğaltmayı (kâr) yegâne gaye bilen, sermayedarların üretim araçlarının sahibi olduğu, alım satımın sırf zenginleşme ve kâr maksadıyla yapıldığı, biriktirme ve çoğaltma dışında hiçbir değerin geçer akçe olmadığı, bu iktisat görüşünün toplumsal değer haline geldiği düzen demektir…

Surede geçen ayetlere tek tek bakalım…

“Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır (tekâsür) oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…”

Yani: Çokluk, zenginlik, mal, mülk, şan şöhret yarışına girmişsiniz; oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girene kadar bunların çılgınca peşinden koşturuyorsunuz. Hatta öyle ki mezarlarınızın çokluğu ile bile yarışa giriyorsunuz. Diyelim ki siz zengin ve karşı konulmaz bir gücün, şanın, şöhretin sahibisiniz. Ne faydası var bunun? Bir gönüle girmedikçe, bir yoksulu doyurmadıkça, bir öksüzün başını okşamadıkça, vermedikçe, paylaşmadıkça ne faydası var bunun? Ölünce yanınızda mı götürecekseniz? Malınız, mülkünüz mezara sığacak mı? Şanınızı, şöhretinizi mezarınızın başına büyük harflerle yazsanız ne olur? Mülkün gerçek sahibinin Hayyu Kayyum olan Allah olduğunu (lehu’l-mulk) görmüyor musunuz? Bu doymak bilmez ihtiras neden?

“Fakat hayır! Yakında bileceksiniz. Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.”

Yani: Eşyanın gerisindeki manayı görebilseydiniz, görünene (meta’ya) takılıp her şeyi bundan ibaret sanmasaydınız ezeli ve ebedi gerçekliğin ne olduğunu görürdünüz … Her şey toz toprak olup gittikten sonra da yaşayanın ve yaşayacak olanın kim olduğunu anlardınız…

“Evet, daha derinden bakabilseydiniz. Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz…”

Bu ayeti iki şekilde yorumlamak mümkündür:

1- Uhrevi açıdan; “Bu bencilliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, sizi cehenneme yuvarlamakta olduğunu görürdünüz.”

2- Dünyevi açıdan; “Bu benciliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, hayatı çekilmez hale getiren bir ihtiras yarışına, çalma, çırpma, alıp satma dışında hiçbir insani değerin kalmadığı vahşi bir pazara dönüştürdüğünü, kendi ellerinizle yarattığınız bir ateş çemberinin/kaosun/kirizin içine doğru yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz…”

“O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız”

Yani: Her nimetten, her emanetten sorguya çekilecekseniz; zenginlikten, maldan, mülkten, şandan, şöhretten, makamdan, mevkiden, yediğinizden içtiğinizden, oturduğunuzdan kalktığınızdan, hepsinden tek tek hesaba çekileceksiniz. Bunların hesabını vermeden ölmeyeceksiniz, diyelim ki öldünüz, tekrar diriltilip mutlaka hesabını verecekseniz! Hiç kimse bunların hesabını vermeden mezara girip kendini unutturamayacak. Cennete de giremeyecek!

Ey “Bu benim, sendeki benim!” diyenler! Ellerindekini paylaşmayan, yığdıkça yığan, biriktirdikçe şımaranlar iyi dinleyin! Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri kulak verin! Hiç birisi sizin değil! Mülk Allah’ındır (Lehu’l-mülk). Varlık O’nundur. Kiracısınız siz, ev sahibi değil. Yolcusunuz siz, hancı değil!

***

Görüldüğü gibi ayetler bir ekonomi-politik eleştiriden ziyade psiko-metafizik eleştiri yapıyor. Ekonomi-politik bir sistemin insan ruhundaki köklerine iniyor. Çünkü insan ruhunda kökleri olmadan hiçbir sistem ayakta duramaz. Mekkî ayetlerin genel özelliği budur zaten. Medine’ye gelince ise sistem vaazı ve kurallar başlar. Ama işin önce insan ruhundaki köklerine inmek ve orayı kurutmak gerektiğinden buradan başlıyor. Zaten bir dinden beklenen de esasında bu değil mi?

Kapitalizm’in kurucu babalarından Adam Smith 1776’da yazdığı “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabında Kapitalizmin insan ruhundaki köklerinin bencillik ve aç gözlülük olduğunu söyler. Ve bunun her ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açısından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde aç gözlüce koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bolluk olacağını söyler.

Madem Kapitalizmin insan ruhundaki kökleri budur, o halde, işe ilk önce buradan başlanmalıdır. Bunun için kapitalizmin panzehiri, Tekâsür suresinde yapıldığı gibi önce psikolojik-metafizik eleştiridir. Bunu es geçen, dahası bu konuda birikimi, donanımı ve dili bulunmayan Marksizm son derece yetersiz ve güdük kalmıştır. Marx’ın ekonomi-politik analiz ve eleştirisi ise yeniden üretilmek kaydıyla iyi bir başlangıçtır.

***

Mâun suresinin ise hemen sonra geldiğini görüyoruz. Bu sure de kapitalizmi dinle meşrulaştırmaya çalışan namazlı-niyazlı, abdestli kapitalizmin panzehiri…

“Dini yalanlayanı gördün mü?

Öksüzü hor görür,

Yoksulu doyurmaya teşvik etmez.

O namaz kılanların vay haline!

Onların kıldığı namaz boştur (sâhun),

Gösteriş yapıyorlar.

En küçük yardıma (mâun) bile mani oluyorlar.” (Mâun; 1-7)

MÂUN: Sözlükte [AVN] kökü mastar olarak “yardım etmek, orta yaşlı olmak” demektir. Orta yaşlı olmak (avân), yardım etmek (iâne), yardımcı (muâvin), yardımlaşmak, el birliği etmek (teâvün), yardım istemek (istiâne), yardım, destek, medet (avn), ikramiye, burs, destek (iâne), kooperatif (teâvuniyye), yardımsever, insanlara yardım eden (mi’vân), küçük yardım (maûne) kelimeleri bu köktendir…

Şu halde mâun en tabiî ihtiyaç maddeleri anlamında küçük yardımlar demektir. Yani âlet, edevat, kap kaçak, ekmek, tuz vb. bir insanın diğer insana vermekte hiç bir beis görmemesi gereken yardımlar manasında. Anlam olarak “Komşu komşunun külüne muhtaç” dediğimiz manayı çağrıştırır…

Dikkat edilirse Kur’an “almayı” değil sürekli olarak “vermeyi” teşvik ediyor. Yani insanlara “İhtiyaçlarınız için yardım isteyin” demiyor, “İhtiyacı olanlara yardım edin” diyor. İstemek söz konusu olunca Fatiha’da geçtiği gibi “Ancak senden yardım isteriz” (iyyake nesta’in) dedirtiyor ve Allah’tan başkasından istemeyi çok görüyor. Ama vermek söz konusu olunca zekât, sadaka vs. hepsini ısrarla öğütlüyor, teşvik ediyor.

“Veren el alan elden üstündür” deyişinde geçtiği gibi alan değil sürekli veren el olmak… İsterken Allah’a, verirken insanlara yönelen bir kişilik… Kendini muhtaç durumda olmaktan çıkararak kendi ayakları üzerinde duran, insanlara yük olmayan, bilakis yükü üstlenen, omuzlayan, paylaşan, bölüşen, özgür, bağımsız, onurlu kişilikler…

Kapitalizm’de yardım (mâun) düşmanlığı vardır. En azından kapitalizm tutarlı olmak istiyorsa böyle olmak durumundadır. Bunu en iyi liberal kapitalizmin bir diğer kurucu babası Herbert Spencer “Devlete Karşı İnsan” adlı kitabında şöyle ifade eder;

“En uygun olanın hayatta kalması sürecine “müdahale” hem boşuna hem de zararlıdır. Tabiî ayıklanmaya müdahale toplumun bütün olarak standartlarının düşmesine sebep olur. Bu açıdan insanın acılarına engel olunmamalıdır. Çünkü acıların çoğu tedavi edicidir; acıyı önlemek aslında şifayı önlemektir. Devletin acıları önleme, yoksullara yardım etme gibi faaliyetleri, günden güne halkta devletin kendilerine nasıl olsa bakacağı düşüncesini doğurur. Böylece girişim ve teşebbüs ruhunu kaybederler… Toplumda kötülük, kurumların şartlara uyum sağlamamasının sonucudur. Bitkilerin verimsiz toprakta çelimsizleşmesi veya soğuk iklimlere taşındığında hepten kuruması, ilke olarak, bir adamın çevreye uyum sağlayamamasından farksızdır. Yaşlanmış ve zayıf düşmüş bir hayvan, haklı olarak avcı hayvanlar tarafından öldürülür. Aslında bu tür bir ölüm üç bakımdan iyidir. 1- Yaşlı hayvan yavaş ve acı veren bir ölüme terk edilmekten kurtulmuş olur. 2- Arkadan gelen daha genç kuşak hayvanların önü açılmış olur. 3- Avcı hayvanlar yaşlı ve sakat hayvanları öldürmekten mutluluk duyarlar… Şu halde insanlar da tabiattaki bu evrim kanununa tabidirler. Evrim yoluyla ayıklanma iyinin ortaya çıkması için sert, acımasız ve fakat hayırlı bir süreçtir…”

Demek ki yardım (mâun) boşuna bir çabaymış… Tam da bu nedenle, bize, boyuna mâun bilinci aşılamak isteyen bu ve benzeri sureler ister vahşisi, ister evcili olsun Kapitalizmin panzehiridirler ve onunla asla uzlaşamazlar. Tabi buradaki mâun’u “dilenciye atılan üç beş kuruş” veya “yoksulu zenginin insafına bırakma” olarak anlamamak gerekir. Aslında burada yaptırım ifade eden bir sistem vaazı vardır. “Sosyal adalet” politikaları tamamen buradan çıkar…

Devam edelim…

“Dini yalanlayanı gördün mü?

Yani: Allah’ın dinini; hükmünü, adetini, cezasını, mükafatını, yargısını. Bütün bunları ifade eden yola girmeyi, (O’na itaat etmeyi, tabi olmayı) reddedeni, inkâr edeni, buna karşı çıkanı görüyor musun, işte o var ya o?

“Öksüzü hor görür, yoksulu doyurmaya teşvik etmez.”

Yani: Böylesi tiplerin karakteri şudur; öksüzü hor görür, yoksulun halinden hiç anlamaz, fakir fukara, garip gureba umurunda bile değildir. Kendi bencil çıkarlarından başka dünya yansa dönüp bakmaz. Varsa yoksa kendisi, malı, mülkü… Bugünkü tabirle vicdansız, merhametsiz, zenginlik hırsından gözü dönmüş, parası olmayana dönüp bakmayan, üstelik küstah; dini, imanı, Allah’ı “fakirin ekmeği, züğürt tesellisi” olarak gören ve fakat Allah, kitap, din nutukları atmaktan da geri durmayan…

Tanrısı Mamon üzerine “Tanrı’ya inanırız” diye yazan; gerçekte ise ona (mamon/para/dolar) tapan… Bu tapınmasını meşrulaştırmak için de, mülkiyetine geçirmek istediği mallara “Tanrı malı” mührü vuran Sümer rahipleri gibi; taptığı şeyin üzerine “Tanrıya inanırız” diye yazan… Ve fakat gerçekte “Mülkün Tanrı’ya ait olduğuna” asla inanmayan… Literatüründe böyle bir şey de bulunmayan… “Mülk İnka’nındır” diye haykıran Kızılderili irfanından fersah fersah uzak… Bunun için de sınırsız özel mülkiyette hiçbir ahlaksızlık ve hırsızlık görmeyen; dahası sırf bunu korumak için de inancı kahpece kullanmaktan çekinmeyen Allahsız Kapitalizm…

İşte bunlar, aslında dini yalanlayanlar, Allah’ı inkar edenler, dinin direğini yıkanlardır.

Bunlar, paralarının üzerine “Tanrı’ya inanırız” diye yazarak, kiliseye giderek, pazar ayinlerine katılarak, papazın önünde günah çıkartarak… Kabe’nin örtüsünü değiştirerek, hacılara su vererek… Namaz kılarak, oruç tutarak, hacca giderek, gül yağı kokuları sürünerek, sarık sarıp cübbe giyerek Allah’a inanmış olmazlar; bilakis yerde ve gökte mülkiyetin Allah’a ait olduğunu teslim etmeleri, çoğaltma ve yığma (tekâsür) yarışına girmemeleri, ellerindekini paylaşarak, bölüşerek, öksüzü ve yoksulu gözeterek, mustazafların (ezilenlerin) safına geçerek yani kum tepelerinden inip kumlara karışarak tasdiklerini ispat etmeleri gerekir… Aksi halde hangi dinden olursa olsun “mâun kaçkını” ve “kerem yoksunu” oldukları için alınlarına “şerefsiz” yazılır; zillet ve meskenet damgası yerler. Yukarıda sayılan “salât”lar (Tanrı’ya yönelme ve desteğini istemeler) onları kurtaramaz…

İslam’da salât (namaz) ve diğer ritüeller birer nüsukturlar. Nüsuk Arapça’da gübrelemek anlamına gelir. Şu halde bir Müslüman için örneğin namaz gübre, hayat tarla, adalet, doğruluk, dürüstlük, paylaşım, kardeşlik de ondan hasıl olan ürün gibidir. Ürün yoksa tek başına gübrenin bir anlamı olmaz. Ürünsüz gübre elinde kalır, tek başına tapınma demek olur. İslam’da namaz, oruç, hac gibi nüsukların dürüstlük, kardeşlik, eşitlik, paylaşım gibi toplumsal değerlerle çok sıkı bir irtibatı ve ilişkisi vardır. Hayattan bağımsız aşkın bir tapınak ritüeli değildirler. Örneğin hac ritüellerinden ihram, tavaf vs. tam bir insanî eşitlik ve kardeşlik mesajı verir.

“O namaz kılanların vay haline!”

Vay hallerine çünkü bu sözün söylendiği Mekke’de öksüze hor bakmak ve yoksula bigâne kalmak suretiyle dini (Allah’ı) inkar edenler, aynı zamanda “Tanrı’ya inanırız” demekte ve namaz kılmaktaydılar. Çünkü namaz Mekkelilerin bildiği bir şeydi (Ebu Muslim).

Ebu Cehil de, Ebuzer-i Ğifari de cahiliye döneminde namaz kılmaktaydılar. Peygamberin çağrısı neydi ki birini can düşmanı; diğerini can dostu yaptı?

Sadece namaz değil; hac, oruç, abdest, gusl, cenaze namazı, cuma toplantısı (yevmu’l-arube) kırkta bir zekat, kısas, el kesme, sopa vurma, bir Allah’a inanma, Adem’i, Nuh’u, Hud’u, İbrahim’i, İsmail’i, Hacer’i saygıyla anma, örtünme, sakal, cübbe, sarık vs. bugün İslam’da ne kadar ritüel (nusuk), ahkam, şekil, şemal ve itikat varsa hepsine sahipti cahiliye Arapları. (bkz. H. Mehmet Soysaldı; Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997 ).

Bir tek şeye yanaşmıyorlardı: Mülkiyetin Allah’a (en-Nâs’a) ait olduğu… Bunun için de ellerindeki mülkü (iktidar ve mal) kaybedeceklerini, ayrıcalıklı konumlarının sona ereceğini çok açık gördüler. Köle Bilal ile eşit hale gelme fikri müşrikleri dehşete düşürdü. İşte buydu yanaşmadıkları…

Çünkü şirk gökteki tanrıların çokluğu değil; yerdeki kabile totemlerinin (putların) çokluğu demekti. Her kabilenin (Hind dininde kast) bir totemi vardı ve bu toplumu kabile ve kastlara ayırmayı (sınıflaşmayı) ifade ediyordu. Tevhid ise bu sınıflaşmayı ortadan kaldırıp toplumu bir, bütün, doğal ve eşit hale getirmeyi ifade ediyordu. Bunun için Mekke sokaklarında “Mülk Allah’ındır” (Lehu’l-mülk) , “Allah’tan başka tanrı yoktur” (La ilahe illallah) ve “En büyük Allah” (Allahuekber) sesleri duyulmaya başlayınca kabile şefleri telaşa kapıldılar. Totemlerin gölgesinde yığdıkları mülkün halka dağıtılacağını, kölelerle eşit hale gelecekleri anladılar ve “Yürüyün, tanrılarınıza (onların gölgesinde yığdığınız servetlerinize) bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur.” (Sad; 6) diye feryat etiller.

Demek ki Mekke Allah’a inandığını söyleyip, namaz kılıp oruç tutan “müşrik dindarların” egemenliği altındaydı. Çünkü dindar olunmadan müşrik olunmaz. Bankerlik/bankacılık yapan bu “tefeci bezirgan” müşrikler, öksüzü hor görmekte, yoksulu aşağılamaktaydılar. “Vay o namaz kılanların haline!” haykırışı işte bunun için yüzlerine tokat gibi çarptı. Sahte dindarlık gösterileri deşifre oldu.

Bunlar, “Dedem hocaydı, bende inançlı biriyim. Camiler ardına kadar açık, ezanlar okunuyor, haccınıza engel olan mı var? ” vs. diyerek yönetim kurullarında yer aldıkları bankaların içini boşaltan, faize tapan, iktidarı yücelten, öte yandan dini mülk paylaşımı değil; ritüel (nüsuk) icrası ve kişisel bir inanç meselesi olarak görenlere ne kadar de benziyor. Bunlar da sömürdükleri “kredi kartı kölesi Bilal” ve “asgari ücret kölesi Ammar” ile en azından biçimsel anlamda bile eşit hale gelme fikrinden dehşete kapılıyorlar…

“Onların kıldığı namaz boştur (sâhun). Gösteriş yapıyorlar. En küçük yardıma (mâun) bile yanaşmıyorlar.”

Bazıları da işin gösterişinde, oyunda ve oynaştadır. Kıldıkları namazda, yaptıkları duada hayır yoktur. Kürsülerden nutuk atmaya bayılırlar. Mükellef sofralarda tıka basa doyup “elhamdülillah” çektikten sonra “Mübarek sahabe efendilerimiz açlıktan karnına taş bağlardı” diye ağlamaklı ağlamaklı konuşurlar… Kandil gecelerinde, gülyağı kokuları arasında sahabe hayatı anlatırlar. “Sünnettir inşallah” diye tabağın kenarında hiçbir şey bırakmadan yedikçe yerler ama tabağın içindekini bölüşmeyi hiç düşünmezler… Her yemekten sonra “huri’l-ıyn” duaları ederler; ev üstüne ev, eş üstüne eş isterler ama onları yoksul bekârlarla evlendirmeyi, hele iş sahibi yapmayı akıllarından bile geçirmezler… Nedense her şeye kendilerini lâyık görürler. Kendileri dururken başkası akıllarından bile geçmez. Allah güzel ve zengin nimetlerini nedense hep onlar üzerinde görmekten hoşlanır. Bunlar hem namaz kılarlar, dindar görünürler, hem de bir kapitalistten daha beter mal, mülk ve para düşkünüdürler. En küçük yardımları yapmakta bile pintilikte üzerlerine yoktur. Barlarda, pavyonlarda para harcayamazlar ama saray yavrusundan evlere milyarlar dökerler. Hırslarını maldan mülkten, gösterişten, güçlü görünmekten çıkarırlar. Bir şeyi vermek kerpetenle etlerini koparmak gibi gelir…

***

Kulak ver ve dinle ey yaşadığını hayat zanneden!

Komşun açken tok yatıyorsan, insanlar açlık sınırındayken villâ üstüne villâ alıyorsan, sokaklar dilenci, öksüz, yoksul, garip, çaresiz, kimsesiz doluyken bu villâlarda sabahlara dek yünlü seccadelerde namaz kılıyorsan vay haline! Mazlumun ahı arş-ı alaya yükselirken, yoksulun açlığı yeri delerken, öksüzün ağlaması göğü çatlatırken sadece kıldığın namaza güvenerek ruz-i mahşere gitmeyi düşünüyorsan vay haline!

Dıştan namazlı niyazlı içten zavallı bir dindarlık…

Dışı müslüman içi kapitalist bir ehl-i namazlık…

Adı en küçük yardımı (mâun) bile çok görmek anlamına gelen bu sureyi dindarlık iddiasında olanlar gece gündüz okusa, sular seller gibi ezberlese yeridir. Çünkü alışılmış dindarın o iflâh olmaz “mülkte sinirleri alınmış” din anlayışının panzehiri işte bu suredir.

Boyuna, Allah’ın kendine özel olarak verdiğini sandığı zenginliğine “elhamdülillâh” çekip, burnunun ucundaki açı, yoksulu bir türlü göremeyen, yoksulluk, fakirlik, emek lâflarını duyunca “solculuk” yapıldığını zanneden, “Müslüman güçlü olacak, her şeyin en iyisini giyecek, en iyi yerlerde oturacak” deyip duran, “Ben Müslümanın zengin olanını severim” diye de kafasına uygun hadis uyduran zihniyetin panzehiri işte bu (ve benzeri daha çok bir çok) suredir…

Dini yalanlamak ile öksüze ve yoksula bigâne ehl-i namazlık aynı sure içinde bir tutuluyor ve aynı azapla tehdit ediliyor! Varın gerisini siz düşünün…

Tekâsür ve Mâun sureleri…

Kapitalizmi ve abdestli kapitalizmi zirru zeber ediyor.

Maskelerini düşürüp deşifre ediyor.

Ne söylesem az kalıyor.

(İhsan Eliaçık  http://www.haber10.com/makale/18751/ )

posted in ZEKAT | 0 Comments

15th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Karun kıssası veya zenginin genetiği

Kur’an’da Karun kıssasının etraflıca yer aldığı Kasas suresinin “Bu Kur’an iki şehirden birindeki güçlü ve zengin bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf; 31) itirazlarının yükseldiği sırada indiği rivayet edilir.

Bu nedenle olmalı ki Firavun, Haman, Karun ve bunlara karşı Musa’nın mücadelesinin anlatıldığı Kasas suresi şöyle başlar: “Firavun yeryüzünde büyüklük taslamış ve halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir gurubu ezmek istiyordu. Oğullarına kurbanlık muamelesi yapıyor, kadınlarını hayasızlığa zorluyordu. Sürekli terör estiriyordu. Biz ise yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve Firavun’un yerine geçirmek istiyorduk. Onları işbaşına getirmek suretiyle Firavun, Haman ve ordularına korktuklarının başına geleceğini gösterelim istiyorduk” (Kasas; 4-5)

Örnek Firavun üzerinden veriliyor fakat erkeklere kurbanlık koyun muamelesi yaparak ve kadınları hayasızlığa zorlayarak bir sınıflara (kabilelere) ayırma ve köleleştirme düzeni olan Mekke’deki “Yeda Ebu Leheb” kastediliyor. Bunu yapanlara, ezilenler eliyle bir gün korktukları şeyin başlarına geleceği ve kütük gibi devrilecekleri haber veriliyor.

Mekke üzerinden de dünyanın diğer tüm ezilenleri (müstazaflar) itiraz ve isyana çağrılıyor. Bir gün dünyanın tüm Firavun, Haman ve Karunlarının yani “Yeda Ebu Leheplerinin” de kütük gibi devrileceği haber verilerek Allah’ın yeryüzünün ezilenleri ile beraber olduğu müjdesi veriliyor…

Yusuf suresine benzeyen Kasas suresinde, ilginçtir, baştan sona Musa anlatılmasına rağmen tek bir kelime dahi olsa “İsrailoğulları” tabiri geçmez. Bunun sebebi Mekke’de kurulu düzenin Firavun, Haman ve Karun’un kurduğu düzene benzetilmesi ve meselenin bir soy sop meselesi değil; insanlık ve yeryüzü meselesi olduğunun gösterilmesi olmalıdır.

Yeryüzünün kralları, kral taslakları, sultanları (Firavun), tutucu ferisileri, köhne din adamları (Haman), kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri (Karun)…

Nuh’un, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın karşısındakiler hep bunlardı. En son Mekke’de Peygamberimizin karşısındakiler de bunlardan başkası değildi. Peygamberlerin ezeli çağrısını çağınıza taşımaya çalışın sizin de karşınızda bunlardan başkası olmayacak…

Mekke’de “Muhammed, evet dürüst (el-emin) ama zengin değil; vahiy içimizden zenginlere inmeliydi?” itirazları yükselince, onlara, tarihten bir zenginlik örneği gösterme sadedinde “Nedir bu zengine tapma hastalığı, alın görün işte size zengin” demeye getirilerek Karun kıssası anlatılmakta…

Oradan da tüm çağların zengin sevicilerine “Alın size zengin” mesajı verilmekte…

Alalım, görelim bakalım neymiş bu zengin?

***

[Karun Musa’nın halkındandı. Büyüklük kompleksine kapılıp onlara azgınlık ediyordu. Ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını bir bölük zor taşıyordu. O zaman halkı ona şöyle demişti: “Şımarma, Allah şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği bu nimetler içinde ahireti düşün ve dünyadan nasibini de unutma. Allah’ın sana bolca verdiği gibi sen de iyilik için bolca ver. Bunları yeryüzünde fesat çıkarmak için kullanma çünkü Allah fesat çıkarları sevmez. Karun: “Bu serveti üstün deham sayesinde kazandım” dedi. Allah’ın önceki çağlarda ondan daha güçlü ve ondan daha çok kazanmış kimseleri helâk ettiğini sanki bilmiyor muydu? Gel gör ki günaha batmış olanlara artık soru da fayda vermiyor.Karun işte böyle ihtişam içinde halkının karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler “Ah ne olurdu, onun gibi bize de zenginlik verilseydi, ne nasipli adammış” dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise “Yazıklar olsun size! Allah’ın sevabı, iman edip iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa kendini adayanlar için daha hayırlıdır. Ona ise sadece güçlüklere göğüs gerenler kavuşturulur” dediler. Sonunda Karun’u, hem de sarayı ile birlikte yerin dibine geçirdik. O zaman Allah’a karşı yardımına koşacak hiç kimseleri bulamadı. Kendini kurtaracak durumda da değildi.Daha dün onun yerinde olmaya can atanlar ‘Demek ki Allah kullarından kimine verdikçe veriyor kimine de kıstıkça kısıyor. Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı bizi de yerin dibine geçirmişti. Yok, yok kâfirler felâh bulmuyor; bunda hiç şüphemiz kalmadı” demeye başladılar.Ahiret yurduna gelince, Biz onu yeryüzünde büyüklük kompleksine kapılmayan ve fesat çıkarmayanlara hazırlamış bulunuyoruz. Gelecek Allah bilinciyle yaşayanların olacaktır!] (Kasas; 28/76-83)

Görüldüğü gibi kıssa Karun örneği üzerinden zenginliğin genetiğini çıkarıyor.

Demek ki zengin malı “kenz” (hazine) haline getiren kişidir. Öyle ki servetini ne toplumda iş ve istihdam yaratmada (dolaylı infak) kullanır, ne de doğrudan infak eder. Özel mülkiyetinde tutar. İşte buna Kur’an “kenz” der ve şiddetle eleştirir. “Kenz”in ateş olduğunu; onunla sahibinin alnının, böğrünün ve sırtının dağlanacağını haber verir. (Tevbe; 34).

Karun da malı “kenz” etmenin tipik örneği olarak ele alınır. Karun, malı öyle “kenz” etmiştir ki anahtarlarını bir bölük insan zor taşımaktadır. Kur’an böylesi mal yığıcılarına halkın dilinden şunları söyler: “Şımarma! Allah şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği bu nimetler içinde ahireti düşün ve dünyadan nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et. Bunları yeryüzünde fesat çıkarmak için kullanma çünkü Allah fesat çıkarları sevmez.”

Malın mülkün içinde yüzen birisine “dünyadan nasibini unutma” demenin manası nedir?

Hasan-ı Basri’nin dediği gibi bu “Sana ve ailene yetecek kifayet miktarını ayır; ihtiyaç fazlasının hepsini infak (ihsan) et” demek oluyor. Peygamberimizin “Rabbim! Muhammed ailesine kifayet (yetecek) kadardan fazlasını nasip etme” (Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126) duası bunu tefsir eder. Ki kıssada (küçük) mülkiyetin meşru olduğuna dair tek ibare de budur. Gerisi tamamen (büyük) mülkiyeti elden çıkarmaya (infaka) yönelik önce teşvik, sonra giderek yıkımla, yok etmekle tehdittir. Bu yıkım afet, iflas, telef veya müsadere gibi maddî olabileceği gibi, onca mülkün içinde azap çekme, stres, bunalım gibi de manevî olabilir.

“Nimet içinde ahireti düşün” de “Bu yığdıkların ahirette sana ateş olarak geri dönecek, onunla dağlanacaksın, onu düşün de yığma, ver” manasında okunduğunda bağlama uygun düşmektedir.

Oysa mülk konusunda “sinirleri alınmış” tefsirler hep şöyle der: Nimet içinde ahireti düşün… Yani bol bol şükret, şükret ha şükret… Zenginliğine “elhamdülillah” çekerek dil ile ikrar istendiğini sanıyor. Hayır! Vermek isteniyor; çünkü şükür vererek eda edilir.

Zenginlerin ucundan az vermekle şükretmesinin yeterli olacağını, zengin-yoksul ayrımında hiçbir sorun olmadığını, zaten Allah’ın kimine az kimine çok vererek bundan razı olduğunu, yoksulların zenginlerin insafına ve himmetine bırakıldığını sanıyorlar. Allah’ın zenginin elindeki fazlalıktan (afv/riba) rahatsız olduğunu, buna çok öfkelendiğini, aslında eşitlik istediğini kabullenemiyorlar. Sosyal planda şirkin sınıflı toplumun ta kendisi, tevhidin de sınıfsız, eşitlikçi ve doğal toplumun ta kendisi olduğunu anlamaları için bir zihniyet devrimi geçirmeleri gerekiyor.

***

Bu noktada “İslam’da eşitlik değil; adalet var” söyleminin, var olan eşitsizliğin adalet adı altında meşrulaştırılmasına yol açtığını görüyoruz.

Firavun kavmini sınıflara ayırmıştı” (Kasas; 5) ayeti üzerine iyi düşünelim…

Acaba burada adalet nasıl sağlanır? Firavun’un yerine geçip aynı sınıflaşmayı sürdürerek mi, yoksa sınıflaşmayı ortadan kaldırarak mı? Tabi ki sınıflaşmaları ortadan kaldırarak… Çünkü ayette geçtiği gibi toplumu sınıflara ayırmak Firavunluk karakteridir. Demek ki adalet sosyo-ekonomik planda sınıf çelişkisini ortadan kaldırmak oluyor. Bir sınıfı ötekinin yerine geçirmek de değil; sınıflaşmayı tümden ortadan kaldırmak…

Demek ki adaletin mülkiyet ilişkileri ile yakından alakası var. Bahçe sahiplerine boşuna biz zalimlerden olduk dedirtilmiyor.

***

Kıssada “Bu servet bana bendeki bir bilgi (deha) sebebiyle verildi” demek, ‘ben kazandım, ben elde ettim, ben başardım, başkalarında olmadığına göre demek ki onlarda deha yok, onun için başarısızlar, bu nedenle de kimseye bir şey vermek zorunda değilim’ demek oluyor.

Demek ki zengin kendindeki “bilgi”yi servete dönüştüren kişidir. Oysa bilgi (ilm) fazilet ve kerem için olup karşılıksızdır. Sendeki bilgiden dolayı sana gelenden ihtiyacın kadar alırsın, gerisini kerim olur paylaşırsın ve karşılığında hiçbir “ecr” beklemezsin. Bunu yaparsan asalet ve şeref sahibi olursun. Bilgiyi “kenz” e dönüştüremezsin, aksi halde Karun gibi kerem yoksunu (şerefsiz) olursun.

Peki, Karun (zengin) “Bu servet bana Allah tarafından verildi” deseydi iş bitecek miydi? Ya da “şımarmak” ne ile ilgidir? Servetin kim tarafından verildiğini bilip bilmemek ile mi, serveti paylaşmaya yanaşmamak ile mi ilgilidir?

Karun (zengin) “Allah verdi” veya “Bu servet bende emanet” deyip dursa ne işe yarardı? Bu nasıl emanetse ömür boyu kendisine tapulu. Dilde emanet, fiiliyatta hibe…

Böylesi bir durumda “emanet” kavramının da kişinin mülkünü elden çıkarmamasının mazeretine dönüştüğüne dikkat ediniz.

Kıssada sözün Karun’a (zengine) özenenlere getirildiği yere bakalım…

Onlar öyle kimselerdir ki “Ah ne olurdu, onun gibi bize de zenginlik verilseydi, ne nasipli adammış” der dururlar. Onlar iç geçirerek zenginlerin yaşantısına özenirler. Bir an önce onlar gibi olmaya can atarlar. Ellerine geçen ilk fırsatta Karunlaşırlar. Harun kalmaları sistem dışına itildikleri içindir. Sistemden konum elde etmeye başlayınca Karun’dan daha ileri giderek “Bendeki bilgi sayesinde bunları elde ettim” yerine “Allah’ın seçilmiş kuluyum, bunu o verdi” demeye başlarlar. Allah nimetlerini salih kulları üzerinde görmek istiyor ya? Bunlar da işte o salih kullar oluyor (!).

Böylelerine kendilerine gerçek bilgi (ilm) verilmiş olanlar diliyle cevap verilir: ““Yazıklar olsun size! Allah’ın sevabı, iman edip iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa kendini adayanlar için daha hayırlıdır. Ona ise sadece güçlüklere göğüs gerenler kavuşturulur.” Yani iman edip salih amel işlemek en büyük zenginliktir. Sabır zordur ama meyvesi tatlıdır ve asıl Allah’ın seçilmiş kulları bunlardır.

Ve keser döner sap döner bir gün olur devran döner. Karun yerin dibine geçer. Dıştan Harun içten Karun olanlar “Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı bizi de yerin dibine geçirmişti.” demeye başlarlar. Halbuki daha düne kadar onun yerinde olmak için kırk takla atmıyor muydunuz? Her devrin adamı tipleri nasıl da deşifre ediyor Kur’an, görüyorsunuz değil mi?

Demek ki “Allah’ın lütfu” neymiş? Zengin olmak mı? Zengin olup vermek mi? Zenginliğe hiç bulaşmamak mı? Karun’a özenenlerin “Ah ne olurdu, onun gibi bize de zenginlik verilseydi, ne nasipli adammış” hayıflanmasından da anlaşılacağı gibi, özenti bizzat zengin olmaya, zengin olup da vermeye değil.

Böylelerine denmek isteniyor ki: “İhtiyacından fazlasını “kenz” ederek Allah’ın (halkın) mülkünü kendi özel mülkiyetine geçirdiği için bir hırsız o, üstelik “Bu bana bendeki bilgi sayesinde verildi” teranesiyle vermeme mazeretleri ürettiği için de şerefsizin birisi o. Bu nedenle de özenilecek bir tarafı yok. Ne hayıflanıp, iç geçirip duruyorsunuz?

***

Karun kıssası neden anlatılıyor acaba?

Bize, bugüne, çağımıza ne mesaj veriyor dersiniz?

Aramızda “Vahiy şu iki şehirden birisindeki zengin bir adama indirmeli değil miydi?” diye itiraz edilecek bir peygamber olmadığına göre, Karun kıssasının muhatabı kim?

Karun kıssası, “Zekatını verdikten sonra Karun gibi olabilirsiniz” mi diyor?

Ya da “Servetim Allah’ın emaneti, bunlar O’nun benim değil” dedikten sonra işin biteceğini mi söylüyor? Allah zenginlere sırf bunu söyletmek için mi bu kıssayı anlatıyor? Mekke’nin mülk sahipleri zaten böyle demiyor muydu? Günümüzün mülk sahipleri zaten böyle deyip durmuyor mu?

Ee, senin değilse ver o zaman? Neden sanki seninmiş gibi kendine saklıyor, özel mülkiyetinde tutuyorsun? “Emanet” mülkiyeti başkasının olduğu halde kullanımı sende olan şeydir. İstendiği zaman iadesi, zarar verildiği zaman da tazmini gerekir ve Allah istiyor, iade et diyor işte. “Emanet” deyip duruyorsun ama fiiliyatta “hibe” yapmışsın. Üstelik ömür boyu hibe… Bu nasıl emanet? Kimi kandırıyorsun be hey şaşkın?

***

Kanımca Karun kıssası, kıssaların anasındaki “yıkılmayacak mülk” (mülk-i la yebla) hırsının tarihten tipik örneği olarak anlatılıyor. Zaten Kur’an’daki bütün kıssalar, bir yönüyle kıssaların anasını (Adem kısası) açımlar. Çünkü A. Şeriati’nin dediği gibi Adem kıssası bize insan felsefesini, Kabil kıssası da tarih felsefesini öğretir.

Adem’de vesveselerin anasının ne olduğu, Kabil’de bunun ilk nasıl başladığı ve ne sonuç verdiği, Karun’da da geldiği yer, ulaştığı son nokta gösterilir. Üçünde de konu aynıdır.

Kur’an’da zengini ve zenginleşmeyi öven tek bir ayetin bulunmaması tesadüf mü ?

Bilakis bir şekilde zenginleşmiş olanlara boyuna infakı emreder. “İnfak etmek için zengin olun, yığın, biriktirin” demez. Çünkü mülukiyet (sahip olma) ihtirasının zaten insanoğlunun tabiatında hırsların anası (ummu’l-hırs) olduğunu bildiği için onu bir de teşviki manasız görür. Bu, insana “Yemek yeyin, su için” demeye benzer. Oysa insan zaten yemek yer, su içer. İnsanda gıdaların anası (ummu’l-gıda) bunlardır. Malumu ilamın totoloji (anlamsız tekrar/kısır döngü) olması gibi…

Bilakis “Yemeği bölüş, suyu paylaş” der. “İhtiyacından fazlasını ‘kenz’ etme, tekeline alma” der. Karun’a “Yanındaki (Harun) ile eşit hale gel” der. Olmayan bunlar çünkü…

Artık şunun anlaşılması gerekiyor: Hep birileri zengin olacak ve yoksullara verecek, mesele bu değil… Bilakis zengin-yoksul ayırımı ortadan kalkacak, eşit hale gelecekler. Toplumda yoksul kalmayacak, zengin de olmayacak! Herkes birbirine yakın duracak, arada uçuruma izin verilmeyecek, mesele bu…

Şimdiye kadar İslam bu uçurumu meşrulaştırmanın aracı ve afyonu olarak kullanıldı. Şimdi bunu tersine çeviriyor, peygamber devrinde olduğu gibi Velid bin Muğire ile Bilal’i eşit hale getirmenin itiraz ve isyan sesi olarak yeniden inşa ediyoruz.

Zengini çıldırtan bu.

Hâlâ bu, hâlâ… (İhsan Eliaçık http://www.haber10.com/makale/18987 )

posted in ZEKAT | 0 Comments

7th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BEDEN-RUH DUALİZMİNE TEOLOJİK AGNOSTİK TAVIR

ÖZET

İnsanın, biri maddi cevher olan beden, diğeri madde-dışı cevher olan ruh olmak üzere iki ayrı cevherden mi, yoksa sadece maddi cevherden mi oluştuğu sorunu, zihin felsefesi ve din felsefesi gibi felsefe dalları açısından önemli bir tartışma konusudur. Bu makalede önce bilimsel ve felsefi açıdan bu sorunun çözülemediği ve bu yüzden bu hususta agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Bunun için, materyalizmin zihni, başarıyla açıklayabildiği görüşüne karşı bilincin indirgenemezliği ve öznelliğiyle, madde-dışı bir cevher olarak ruhun gerekliliğiyle ilgili iddialara karşı ise bu yaklaşımın ispatlanamazlığı ve alternatiflerinin de mümkün olduğu görüşüyle karşı çıkılacaktır. Daha sonra ise teist dinlerin Kutsal Metinleri, Tanrı tasavvurları, özgür irade ve yeniden yaratılış inançları açısından da, yani teolojik açıdan da agnostik tutumumuzu sürdürebileceğimizi gösterip ‘teolojik agnostik’ tavrımızı temellendirmeye çalışacağız.

 

  BİNLERCE YILDIR SÜREN BİR TARTIŞMA

İnsan doğasının madde ve ruh olarak birbirlerinden ayrı iki cevherden mi, yoksa bir tek maddi cevherden mi oluştuğu sorunu, modern felsefede yeniden yaratılış, özgür irade, kürtaj, feminizm, çevrecilik, hayvan hakları gibi birçok farklı konuyla irtibatlandırılarak tartışılmaktadır. Fakat bu konunun felsefede tartışma gündemine girmesi binlerce yıl öncesine dayanır. Ruhun maddeden ayrı bir cevher olduğu görüşü Platon’dan önce de savunulmuş olsa da, bilinen felsefi metinler içinde bunu ayrıntılı olarak ilk savunan kişi odur. Platon’un epistemolojideki yaklaşımına göre öğrenmek; bu dünyaya gelmeden önce sahip olduğumuz bilgileri yeniden hatırlamaktan ibarettir.[1] Platon bunu, ruhun ezeli olarak var olmasıyla ve önceden öğrendiği bilgileri unutsa da ilerde sahip olduğu yeni bedenlerle buluşunca hatırlamasıyla açıklar. Platon bu ve diğer bazı argümanlarla, ruhun ezelden beri var olan bir cevher olduğunu ispat etmeye çalışır. Onun bu konudaki görüşlerinin birkaç bin yıllık zaman diliminde, özellikle de Hıristiyan ve İslam teolojileri üzerinde önemli etkisi olmuştur. Her ne kadar Platon’dan etkilenen teist düşünürler, ruhun ezeliliği fikrini kabul etmeden ruhun ebediliğini kabul etmiş olsalar da, teist düşünürler arasında ruhun maddeden bağımsız bir cevher olduğu ve kötülüğün kaynağının maddi olduğu fikirlerinin yaygınlaşmasında Platon’un doğrudan ve dolaylı etkisinin önemli bir yeri vardır.[2]

Modern dönemde ise dualizm ile en çok özdeşleşen isim Descartes olmuştur. O, ‘zihni’ maddi olmayan, mekandan bağımsız ve temel özelliği düşünmek olan bir cevher olarak tanımladı. Descartes, dünyada yaşayan varlıklardan sadece insanın, madde dışında bir cevhere (zihne/ruha) sahip olduğunu düşündüğünden, hayvanları birer makine olarak görüyordu. Descartes’a göre bu makineler, Tanrı tarafından yapılmış olduğu için insan üretimi otomatlar ve makinelerden çok daha üstün özelliklere sahip olsalar da bu husus, hayvanların hareketlerinin makineler gibi mekanik kanunlar çerçevesinde açıklanabileceği gerçeğini değiştirmiyordu.[3] Descartes’ın görüşleri dualizm açısından özel bir yere sahiptir, diğer yandan, ondan etkilenen La Mettrie gibi filozoflar, Descartes’ın hayvanları birer makine gibi görmesinden etkilenerek, insanın da bu şekilde açıklanabileceğini, insanda maddi bedenden ayrı bir cevher tasavvur etmeye gerek olmadığını söylediler.[4]

Bedenin madde dışında ayrı bir cevhere sahip olamayacağı fikri ise tarih boyunca özellikle materyalist filozoflarca savunulmuştur. Materyalist felsefenin kökleri Eski Yunan’ın Atomculuğuna dayandırılır. Bir ontoloji kuramı olarak bu görüşü ilk olarak Leukippos ortaya atmış[5] olsa da, bu kuramı sistematik olarak ortaya koyan ilk kişinin Demokritos olduğu kabul edilir. Bu görüşe göre, atomlar ezeli ve ebedidirler; her değişim ve oluşum bu atomların birleşmesi ve ayrılmasından ibarettir. Şeylerin farklılığı atomların sayı, büyüklük, biçim ve düzenlenişlerinin farklılığından kaynaklanır.[6] Demokritos ruhun ince, düz, yuvarlak ve ateş atomlarına benzer atomlardan yapıldığını söyledi. Sonuçta ruh, bedendeki atomlardan farlı atomlardan oluşsa da ayrı bir cevher değildi ve Demokritos’un ruha yaklaşımı materyalist evren anlayışıyla uyumluydu.[7]

Platoncu ruh anlayışının Yeni-Platonculuk’ta ve teist düşünürler üzerinde önemli etkileri olduğu gibi Demokritos’un ruhu maddeleştiren görüşlerinin de Epikuros ve Lucretius gibi takipçilerinin üzerinde büyük etkileri oldu. Birçok materyaliste göre dualizme inanç, çocuksu duygulardan kurtulamamaktan kaynaklanmaktadır.[8] Materyalist felsefeye inananlar için insanın tüm özelliklerinin (düşünme, sevinç, acı gibi zihinsel özelliklerinin de) sadece maddi cevher ile açıklanabilmesi hep çok kritik bir konu olmuştur.[9] Teist ontoloji açısından ise asıl kritik konu madde-dışı cevher olarak Tanrı’nın varlığının kabul edilmesidir; insan ruhunun ayrı bir cevher olup olmadığı hususu temel kritik nokta değildir. İnsanın tek cevherden veya iki cevherden yaratıldığı fikirlerinin her ikisinin de teist ontoloji ile uzlaştırılması mümkündür, diğer yandan madde-dışı bir cevherin varlığını kabul etmek materyalizmin temelleriyle de tanımıyla da çelişkilidir. Bu yüzdendir ki -ilerleyen sayfalarda görüleceği gibi- teist düşünürler bu konuda farklı görüşleri savunabilmişler, fakat materyalist düşünürlerin hepsi insanın tek cevherden oluştuğu fikrinde ittifak etmişlerdir. Teizmi -birçok kişinin yaptığı gibi- dualizmle özdeşleştirmek hatalıdır ama materyalizmi dualizm karşıtlığı ve tek cevher fikriyle özdeşleştirmek doğrudur.

Madde ile ruhun iki ayrı cevher olup olmadığı fikirlerine karşın Berkeley gibi zihnin dışında maddenin var olmadığını dile getiren görüşlerin yanında;[10] Spinoza’nın panspsişizminde[11] olduğu gibi tüm varlığın çift veçheli olduğunu, bu yüzden taşlardan insanlara kadar her şeyde hem bilinç hem de yer tutma özellikleri olduğunu söyleyerek dualizmden ayrılan, fakat tarif edilen maddenin ise materyalistlerin madde anlayışıyla ilgisi bulunmayan görüşler de olmuştur.[12] Böylesine farklı görüşlerin mevcudiyetine karşın temel iki görüşün, madde ile ruhu iki ayrı cevher olarak kabul eden görüş ve insan zihni dahil tüm canlılarla evreni oluşturan tek cevherin madde olduğunu kabul eden görüş oldukları söylenebilir (bu makalede bu iki görüşe odaklanılmaktadır). Bu arada bu iki temel görüşe inananların da kendi aralarında farklı görüşlere sahip olduğu, hem dualistlerin hem de karşıt görüşü savunanların içinde birbirlerine muhalif birçok fikrin seslendirildiği bilinmelidir. Örneğin ruhun bedenle irtibatının nasıl sağlandığı gibi konularda dualistler arasında; bilincin nasıl değerlendirileceği, hatta varlığının kabul edilip edilemeyeceği gibi hususlarda ise insan doğasının sadece maddi cevherden oluştuğunu savunanlar arasında birbirlerinden farklı birçok görüş savunulmuştur.

Sonuçta iki bin yıldan uzun bir süreçte bu konuda felsefi tartışmalar yapıldığını, buna karşın felsefecilerin çoğunluğunun üzerinde uzlaştıkları bir görüşün olmadığını söyleyebiliriz. Fakat bir genelleme yapmak gerekirse, içinde bulunduğumuz yüzyılda, Platoncu ve Descartesçı çizginin dualizmine karşın Demokritos’un ve La Mettrie’nin materyalizminin, insan zihninin anlaşılması hususunda ön plana çıktığı rahatlıkla söylenebilir.

BEYİN HAKKINDAKİ BİLİMSEL GELİŞMELER VE MATERYALİZMİN ÖN PLANA ÇIKIŞI

   Alan Turing, beyni, bir çanak soğuk yulaf lapasına benzetmiştir. Böylesi görüntüye sahip bir organın bildiğimiz tüm zihinsel fonksiyonların gerçekleşmesini sağlaması inanılmaz gibi gözükmektedir. Yakından incelendikçe beynin kompleks yapısı ve bölümlerinin vazifelerini özenle yerine getirecek şekilde organizasyonları fark edilir. Üst kısımda büyük kubbemsi kısım asıl beyin olarak adlandırılır. Beyin sol ve sağ yarıküreler olarak ayrılır; ön ve arkada bu kadar kesin olmayan sınırlarla alın lobu, şakak lobu, yankafa ve artkafa lobları vardır.[13] İnsan beyni doğadaki bilinen en kompleks sistemdir: 100 milyar kadar nörondan oluşur ve her bir nöron binlerce ayrı nöronla 100 trilyon kadar sinaps aracılığıyla bağlıdır. Bunlar arasında çok kompleks bir düzenle elektrik sinyallerinin taşınması sayesinde beynin fonksiyonları gerçekleşir.[14]

Beynin bazı bölgelerinin elektrik sinyalleriyle uyarılması sonucunda elde edilen etkiler, zihinsel durumlarımızın beynimiz aracılığıyla oluştuğunu göstermektedir. Beynin işitme ve tat alma bölümleri uyarılınca işitme ve tat almaya dair algıların oluştuğu görülür. Kimi bölgeler uyarılınca kolun havaya kalktığı gözlenmektedir. Bazı bölgeler uyarılınca ise mutluluk veya endişe gibi hislerin oluştuğu deneklerce ifade edilmektedir.[15] Beyni hasarlı hastalar üzerinde yapılan incelemeler beynin biyokimyasal fonksiyonlarının zihinsel durumlar ile yakın ilişkisinin anlaşılmasına sebep olmuştur.[16] Beyin üzerindeki incelemeler, nöronların (sinir hücreleri) ve nöronların toplu fonksiyonlarının beyin işlevlerinin temeli olduğunu göstermektedir.[17] Bilincin nörofizyolojisinin tam olarak nasıl olduğu, hatta neden uyuduğumuz veya neden anılarımızın beynimizde biriktiği gibi soruların cevabı hala bilinememektedir[18] ama yine de son asırda beyinle ilgili elde edilen bilgiler daha önceki tüm asırların toplamından fazladır.

Beyinle ilgili bilinemeyenler bilinenlerden fazla olsa da, zihinsel durumların beyine ne kadar bağımlı olduğunun gösterilmesi, dualizme karşı materyalizmin bir başarısı olarak kabul edildi. Bu görüşü savunanlar, eğer dualizm doğru olsaydı zihinsel birçok olgunun beyinden bağımsız olması gerektiğini; fakat uyuşturucu gibi bir aracı ile beyin etkilenirse akıl yürütme, ahlak, estetik ve dini yargıların bile değişebileceğini, bunun ise materyalist tek cevherci yaklaşımla uyumlu olduğunu söylemektedirler.[19] İnsan zihninin biyokimya ile yakın ilişkisine dair bulgular, insanı kompleks bir makine olarak gören yaklaşımın doğruluğunun delilleri olarak değerlendirilmiştir.

İnsan zihnini felsefi veya bilimsel açıdan ele alan birçok kitapta, dualizme karşı materyalist anlayışın ön plana çıkışı beyin hakkında artan bilgimize bağlanmaktadır. Bizce bu yaklaşım çok önemli bazı hususların gözden kaçmasına sebep olmaktadır. En ünlü dualist Descartes bile beynin zihinsel olaylardaki etkisinin farkındaydı. O, beyindeki küçük bir epifiz bezi sayesinde beden-ruh ilişkisinin kurulduğunu düşünüyordu.[20] Ayrıca insanla birçok davranışı ve özelliği ortak olan hayvanları makine olarak değerlendirmesi de Descartes’ın, insandaki birçok özelliğin (hayvanlarla ortak olan), mekanik yasalar çerçevesinde gerçekleştiğini ve ‘ayrı cevher olan ruh’tan bağımsız olduğunu düşündüğünü gösterir. Sonuçta Descartes ve birçok dualist, beyindeki fonksiyonların insanların ruh halleri için önemini bunlar tamamen keşfedilmeden önce de kabul ediyorlardı; günümüzde ise beynin fonksiyonları anlaşıldıktan sonra da dualist yaklaşımı benimsemeye devam edenler vardır.

METODOLOJİDEN ONTOLOJİ ÜRETME

 Sinirbilimindeki gelişimlerin dualizme karşın materyalist anlayışın daha çok taraftar bulmasında katkıları elbette olmuştur; fakat bizce, geçtiğimiz asırda natüralist-materyalist anlayışın bilimin metodu olarak geniş kabul görmesinin bundaki etkisi daha önemli bir unsurdur. Felsefi natüralizm (philosophical naturalism), birçoklarınca ontolojik natüralizm (ontological naturalism) ve metafizik natüralizm (metaphysical naturalism) olarak da anılır; bu görüşe göre ‘maddi doğa’ dışında hiçbir varlık yoktur, bu görüşün tamamen materyalizme ve ateizme özdeş olduğu söylenebilir. Diğer yandan metodolojik natüralizm (methodological naturalism) ve bilimsel natüralizm (scientific naturalism) ile bilimin metodunun ne olması gerektiğine dair bir iddiada bulunulur.[21] Metodolojik natüralizm ile ‘maddi doğa’ dışında bir varlığın (Tanrı, insan ruhu, v.b.) yok olduğu iddia edilmese de, bilimsel çalışmaların, maddi doğa dışında bir varlık yokmuşçasına yapılması gerektiği söylenir. İçinde bulunduğumuz asırda birçok teist bilim insanı bile inançları gereği felsefi natüralizmi reddetseler de metodolojik natüralizmi bilimsel yöntem olarak benimsemişlerdir.

Naturalizm, dualizmi hem dolaylı olarak hem de doğrudan dışlar. Dolaylı olarak dışlar; çünkü Tanrı’nın varlığı kabul edilmeyince (felsefi natüralizm) veya Tanrı yokmuşçasına (metodolojik naturalizm) olgular ele alınınca, birbirinden farklı iki cevherin nasıl bir araya geldiğini ve bunlar arasında uyumun nasıl sağlandığını açıklamak mümkün değildir.[22] Leibnizci tarzda ‘baştan ayarlanmış düzen’ ile beden ve ruh arasındaki uyumun sağlandığını söyleyen paralelist teoriler veya Malebranche gibi Tanrı’nın her an müdahale ile görünürdeki uyumu gerçekleştirdiğini söyleyen vesileci teoriler ancak ontolojide Tanrı’ya yer verilirse, yani etkileşim sürecinin üzerinde bir Güç kabul edilirse savunulabilir.[23] Diğer yandan naturalist yaklaşımı savunanlar madde dışında bir cevherin bilimin araştırma kapsamına girmesini doğrudan da reddederler. Örneğin natüralistik apriori kabullerden dolayıdır ki dualizmi desteklediği söylenen ruhi telepati ve psikokinesis türünden olayların olamayacağı düşüncesi[24] bilim çevrelerinde yaygın olan dogmatik bir inançtır ve bunlarla ilgili ileri sürülen veriler ciddi şekilde incelenmemiştir.[25] Ünlü zihin felsefecisi Searle, maddeci geleneğin (birçok açıdan Searle’ün kendisi de bu geleneğin içinde olmasına rağmen) ‘bilim’ ile özdeşleştirilmesinin yol açtığı hatalardan yakınarak şöyle demektedir: “Çağdaş zihin felsefesinde, tarihsel gelenek, yanlışlığı çok açık olan hipotezleri kabul edilebilir gösteren bir yöntem ve bir kelime hazinesi sunarak deneyimlerimizin apaçık olgularına karşı bizi kör ediyor.”[26] Karl Popper’ın da dikkat çektiği gibi teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir.[27] Fakat birçok kişi bilimsel metodolojinin objektif olduğunu ve bilim insanlarının olgulara ‘tabula rasa’ bir zihinle yaklaştıklarını sanmaktadır. Üstelik bilim insanlarının zihinlerinin endişelerle ve önyargılarla en çok dolu olduğu ve objektifliklerini muhafaza etmelerinin en zor olduğu alanlardan biri zihin felsefesidir. Searle, Kartezyanizm’in fikirlerinin kabul edilmesi ile ilgili endişelerin, zihin felsefesini çalışanları sağduyuya ve mantığa en aykırı fikirleri kabul etmeye sürüklediğini söyler.[28]

Birçok kişinin, ruhun ayrı bir cevher olduğunu, madde-dışı bir cevherin varlığını ‘bilimsel metodoloji’lerine aykırı buldukları için, daha baştan reddettiklerini gözlemleyebiliriz. Söylenen adeta şöyledir: “Madde-dışı bir cevher bilimin araştırma konusu olamaz; demek ki madde-dışı bir cevher yoktur.” Bu yanlışa ‘metodolojiden ontoloji üretme yanlışı’ diyebiliriz.[29] Oysa ontoloji neyin var olup olmadığı ve varlığın nasıl, ne şekilde olduğu ile ilgiliyken; metodoloji neyin, nasıl, ne şekilde var olduğunu ‘nasıl’ anlayacağımız ile ilgili olmalıdır. Eğer metodolojimiz ile varlık hakkında tatmin edici bilgi elde edemiyorsak; bizce yapılması gereken bu konuda agnostik bir tutum benimsemektir.   Metodolojimizin varlığın anlaşılması için bir araç olduğunu, metodolojimizle keşfedilemeyecek olanların yok sayılmaması gerektiğini bilmeliyiz. Yapılan bu yanlış; dünyada sahip olduğumuz bir arabayla ulaşamayacağımız gök cisimlerini yok saymamıza benzeyen bir durumdur. Sonuçta, dualizme karşı materyalizmin, zihnin anlaşılmasında ön plana çıkmasının en önemli nedeninin, içinde bulunduğumuz çağın paradigması[30] ve bu paradigmaya bağlı olarak benimesenen metodoloji  olduğunu düşünüyoruz. Bu paradigmanın metodunu oluşturan felsefi yaklaşım apriori olarak madde-dışı cevherlerin varlığının reddedilmesini gerektirmektedir. ‘Maddi olayların sebebinin maddi olaylardan başkası olamayacağı’na dair dogmatik ön kabul, zihinsel olayların madde dışı cevherlerle ilişkilendirilmesini bir ön kabul olarak reddeder.[31] Bizce bu durum, beynin sırlarının keşfedilmesinden daha çok dualizmin aleyhine kanaatlerin oluşmasında etkili olmuştur.

BİLİNCİN MATERYALİST AÇIKLAMASI NE KADAR BAŞARILIDIR?

Eğer natüralist-materyalist felsefenin kabul ettiği metodolojinin uygulanması ile karşımıza çıkan tabloda, zihnin bütün gizemleri açıklanabilseydi, herhalde çok az kimsenin insan zihninin bir tek maddi cevherden oluştuğuna dair kuşkusu kalacaktı. İnsan zihninin materyalist-natüralist paradigma içerisinde açıklanamayan en önemli özelliği bilinçtir. Zihni materyalist anlayış ile açıklamaya çalışan  düşünürlerin önde gelen isimlerden biri olan Francis Crick bile “Bilinç öyle bir konu ki sorunun ne olduğu üzerinde bile ortak görüş yok” demektedir.[32] Zihnimizdeki kırmızıyı görme deneyimi gözümüze ışığın gelmesinden ve sinirlerin bunu beyne iletmesinden, gıdıklanma deneyimimiz derimize temastan ve sinirlerin beyne bunu iletmesinden, sıkıntı ve mutluluk deneyimlerimiz buna sebep olan dışsal sebep ve düşüncelerden tamamen farklıdır. İşte bu kırmızıyı görme ve gıdıklanma bilincinin, maddeye indirgenmesine; moleküllerin hareket veya nöronların fonksiyonlarıyla açıklanmasına olanak yoktur. Bilincin maddeye indirgenmesindeki imkansızlık materyalizm için en önemli problemdir. Bu problem yüzünden bazı materyalistler bilincin varlığını inkar etme yoluna gitmişlerdir. Materyalizmin bu en uç formuna eleyici materyalizm (eliminative materialism) denir. Bilincin indirgenemezliği insan zihninin en önemli özelliği olan bilincin, materyalist bir açıklamasının yapılamaması ve burada bir boşluğun bulunması demektir. Bu boşluğun dualist yaklaşımla doldurulabileceği endişesi eleyici materyalizmin en önemli çıkış sebebidir.

Searle, eleyici materyalizmin akla ve sağduyuya en aykırı yaklaşım olduğu kanaatindedir. O, zihinsel fenomenlerin esasta bilinçle bağlantılı olduğunu ve bilincin de öznel olduğunu; bunun sonucunda zihinsel olanın ontolojisinin ‘birinci şahıs ontolojisi’ olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyler.[33] Bundan çıkan sonuç, hiç kimsenin bilincinin nesnel bir gözlemin konusu olamayacağıdır. Oysa geniş kabul gören bilim metodolojisine göre bilim nesneldir; olgular üçüncü şahısların gözlemine açıktır. Eğer ‘bilince’ bu metodoloji ile yaklaşırsak; bilinci, ya eleyici materyalistler gibi tamamen yok kabul eden ya da davranışçılar gibi sadece bireylerin dıştan gözüken davranışlarıyla ilgilenip, bilinci işin içine hiç katmayan yaklaşımları benimsemek durumunda kalırız ki tüm bu durumlarda zihnin en önemli özelliği olan ‘bilinç’ açıklanmamış ve sağduyuya aykırı bir şekilde yok sayılmış olur. Searle bu konuda şöyle demektedir:

“Çağdaş gerçeklik modelimiz ile gerçeklik ve gözlem arasındaki ilişki anlayışımız, öznellik görüngüsünü barındıramıyor. Bu model, nesnel (epistemolojik anlamda) gözlemcilerin nesnel olarak (ontolojik anlamda) varolan bir gerçekliği gözlemledikleri bir modeldir. Fakat bu modelin gözlemleme eyleminin kendisini gözlemlemesi mümkün değildir. Gözlemleme eylemi, nesnel gerçekliğe öznel (ontolojik anlamda) bir erişimdir. Başka bir kişiyi kolayca gözlemleyebilsem de, onun öznelliğini gözleyemem. Ve daha da kötüsü, kendi öznelliğimi gözleyemem, çünkü yapmayı düşüneceğim her türlü gözlem, gözlenmesi beklenen şeyin kendisi olacaktır… Gözlemin ontolojisi, epistemolojinin aksine kesinlikle öznellik ontolojisidir.”[34]

Searle’e göre bilincin, bilimlerdeki genel yöntemlerle anlaşılmasını ve felsefi analizinin yapılmasını olanaksız kılan işte bu öznel durumdur. Ağrıya, gıdıklanmaya veya renk algısına dair bilinç durumları hep birisinin bilinç durumudur. Bu ise gözlemlenemez ve nesnel araştırma konusu olamaz. Fakat bu durumları birinci şahıs olarak yaşamamız bunların inkar edilmesine (eleyici materyalizme) de olanak vermez. Bilincin kendisini açıklamaya kalkanlar, hep bilincin kendisinden önceki süreçleri açıklamakla sınırlı kalmaktadırlar.[35] Oysaki ‘bilince’ sebep olan nöronlardaki elektrik sinyalleri ve beyindeki biyokimyasallar olsalar da, zihindeki deneyimlerimizi bu sinyaller ve biyokimyasallar ile özdeşleştirilemeyecek bir şekilde yaşarız. Polkinghorne, Daniel Dennett ve benzerlerinin ‘Bilinç Açıklandı’ (Conciousness Explained) gibi ihtiraslı başlıklarla yazdıkları kitaplarda bilincin doğasını açıklamayı başaramadıklarını söyler.[36]

Burada karşımıza çıkan öznellikten kaynaklanan epistemolojik duvarın aşılması mümkün gözükmemektedir; bu yüzden, bilimsel araştırmalar ne kadar ilerlerse ilerlesin bilincin maddeye indirgenmesinin gelecek zaman zarfında da mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Bu konudaki agnostik tavır iki şekilde olabilir. Birincisinde içinde bulunduğumuz dönemdeki bilgi seviyemizin agnostikliği gerektirdiği, ilerleyen bilim düzeyi ile bunun aşılabileceği savunulabilir. İkincisinde ise içinde bulunduğumuz agnostik tavrın sahip olduğumuz yeteneklerle hiçbir zaman aşılamayacağı ifade edilebilir; bu ‘güçlü bir agnostik tavır’dır. Eğer sorun mikroskoplarımızın gücü olsaydı; elektron mikroskobu yerine bir gün kuantum mikroskobunun yapılmasını ve sorunun çözümlenmesini ümit edebilirdik. Fakat sorun, aşılması mümkün gözükmeyen epistemolojik bir duvardır. Bu yüzden biz güçlü bir agnostik tavrı savunuyor ve bu dünyada sahip olduğumuz yetenekler ve bilincin öznel karakteri yüzünden, bu sorunun aşılmasının mümkün olmadığını düşünüyoruz.[37] Genelde bilimin ileride bir şeyi başaramayacağını iddia edenlere, son üç yüzyılda bilimin başarıları ve böylesi iddiaların sahiplerinin hep yanıldıkları hatırlatılır. Fakat burada mahiyet olarak farklı bir durumla karşı karşıya olduğumuza dikkat edilmelidir. Söz konusu olan bilimsel araçların eksikliği gibi bir sorun değildir. Öznel kırmızıyı görme ve gıdıklanma gibi bilinçteki deneyimlerin bilimsel araştırma konusu yapılamamasıdır. Fizikte maddeden, kütleden, uzaydan, zamandan, enerjiden bahsedilir; oysa ki renk algılarımızın veya duygularımızın bunların cinsinden ifadesi mümkün değildir;[38] bu ise bunların maddeye indirgenememesi ve bilinç hallerimizin bilimin objesi olamaması demektir. Bilinç odasına bizden başka kimse giremez; hatta bizim ‘bilinç odasına girdiğimize’ dair metafor bile yanıltıcı olabilir, çünkü içine girebileceğimiz bir mekan yoktur, üç öğe (kendim, içeri girme eylemi ve içeri girilen mekan) arasında bir ayırım mümkün değildir.[39] Durum böyle olunca, kendimizin kırmızıyı görme ve gıdıklanma gibi bilinç hallerinin, ne tanımı ne maddeye indirgenmesi ne de bunlara tanıklığımızdan dolayı inkarları mümkündür. Bu ise, zihne materyalist yaklaşımın eksik kalacak olması -doğru ise bile-  ve ispatlanmasının imkansız olması demektir. Bu konuda ‘güçlü agnostik tavır’ olarak nitelediğimiz pozisyonumuzun sebebi budur. 

 

YAPAY ZEKA İLE İNSAN ZİHNİ TAKLİT EDİLEBİLİR Mİ?

Eğer zihin sadece maddi hammaddeden oluşuyorsa ve zihnin gizemleri tamamen çözülebilirse, elimizdeki hammadde ile zihni taklit etmeyi umabiliriz. Böylesi bir durum gerçekleşirse, zihne materyalist yaklaşımın doğru olduğundan kimsenin şüphesi kalmayacaktır. Günümüzde bu tip iddialar özellikle yapay zeka çalışmalarıyla irtibatlıdır. Yapay zeka çalışmalarının, zihne materyalist yaklaşımın doğrulanması için en çok ümit bağlanan ve bu konuyla ilgili olarak halk arasında en popüler ilgi odağı olan alan olduğu söylenebilir. Materyalist işlevselci yaklaşım, zihinsel olguları beyin içindeki nedensellik ilişkileri ile açıklar.[40] Bu yaklaşımı benimseyenler, bilgisayarlara uygun program yazılıp, yapay zeka içinde benzer nedensellik ilişkileri kurulursa, insanların duygularının ve bilincinin aynısına yapay zekanın da sahip olacağını düşünürler. Buna göre insan beyninin işleyişi bilgisayarın işleyişinin aynıdır; yaygın olarak kullanılan benzetmede zihnin bedene göre durumunun, yazılım (software) programının bilgisayarın donanımına (hardware) göre olan durumuna benzetilebileceği söylenir.[41]

Daha önce bilinci ele aldığımızda bilincin maddeye indirgenemediğini söylemiştik. Bu, insan zihninin bilgisayarla taklit edilemeyeceği anlamına da gelmektedir. Maddeye indirgenemeyen bilincin, bir programla bilgisayara yüklenmesi ve sonuçta yapay zekada bilincin oluşturulması mümkün değildir. Burada yanılgıya belki de en çok sebep olan davranışçı ekoldür. Davranışçı ekolün metodolojisi öznel olanın bilimsel olamayacağını düşünür ve sadece ‘bilincin dışa vuran tezahürleri’ni bilinç durumları olarak değerlendirir. Burada bilincin bir indirgenmesi söz konusudur; fakat buradaki indirgeme nöron faaliyetlerine değil fakat bedenin dışa vuran davranışlarınadır. Oysa acı çekmeden acı çekiyormuş gibi bağırabiliriz veya bir şeyi beğenmeden beğendiğimizi ifade edebiliriz.[42] Davranışçılık, bilincin öznelliğini ve ‘birinci şahıs ontolojisi’  durumunu göz önünde bulundurmadığı için sadece bilincin durumlarını verdiğimiz örneklerdeki gibi yanlış tespit etmekle kalmayabilir; daha da kötüsü bilinçli olan ile bilinçsiz olanın ayırt edilememesine sebep olur. İnsan şeklindeki bir robota değişik sesler yüklediğimizi; bu robotun ayak tabanı yavaşça ellenince gıdıklanan insan gibi sesleri yayınladığını ve daha şiddetli el temaslarına karşın ise acı çeken insan gibi sesleri yayınladığını düşünelim. Davranışçı ekole mensup birisi, böylesi hareket eden bir robot ile insanın bilincinde acı ve gıdıklanma oluşması sonucunda verilen reaksiyonları ayırt edemeyecektir.

Bu örnekler, yapay zekalı bir robot ile bir insanın tamamen özdeş davranışlarda bulunabileceklerini, fakat bu özdeş davranışların biri bilinçli diğeri ise bilinçsiz iki farklı kökeni olabileceğini gösterir. Yapay zekalar ile insan zihni karşılaştırılınca, insan bilincinin farkının anlaşılması için gıdıklanma gibi basit deneyimlerin üzerinde yoğunlaşmanın; insan bilincinin deneyimlerinin, bilgisayarların ‘1’ ve ‘0’ ile oluşturulmuş programlarından mahiyet farkının anlaşılmasında daha kullanışlı oldukları kanaatindeyiz. Bunun yerine insanların bilimsel teori üretme veya beste yapma gibi daha kompleks zihinsel özellikleri ile yapay zekalar karşılaştırıldığında; bilimin ilerlemesiyle yapay zekaların ilerde bunu da ‘becerebileceği’, yapay zekaların bir Bach olamamasının sebebinin, bu konuda bilgisayar programlarının yeterince geliştirilmemesi olduğu zannedilebilmektedir. Gıdıklanmanın bilinci gibi basit zihin deneyimlerinde yoğunlaşılırsa, sorunun bir derece farkı değil bir mahiyet farkı (ayrı cevher anlamında olmasa da) olduğu anlaşılacaktır. Searle bu konuda şöyle demektedir:

“Epistemolojinin üçüncü şahıs karakteri, zihinsel durumların fiili ontolojisinin bir birinci şahıs ontolojisi olduğu gerçeğini görmemizi engellememelidir. Üçüncü şahıs bakış açısının pratikteki uygulama tarzı, bizim insan gibi gerçekten bir zihni olan şeyle bilgisayar gibi bir zihni varmış gibi davranan şey arasındaki farkı görmemizi güçleştirir. Ve bir kez gerçekte zihinsel duruma sahip olan bir sistemle, zihinsel durumları varmış gibi davranan sistem arasındaki bu farkı kaybettiğimiz zaman, zihinsel olanın zorunlu bir özelliğini, yani onun ontolojisinin zorunlu olarak birinci şahıs ontolojisi olduğunu gözden kaçırmış olursunuz.”[43]

   Bilgisayarların, bir bilince sahip olmadan dışarıdan bakıldığında bilinçliymişçesine davranışlarda bulunabileceklerini anlatmak için verilmiş en meşhur örnek Searle’ün ‘Çin odası’ örneğidir (bu örnek zihin felsefesinde yoğun bir şekilde tartışılmıştır): Searle, Çince bilmediğiniz ve bir odaya kapatıldığınız varsayımıyla örneğine başlar. Bu odada, mektupla gelen Çince yazıları, odadaki Çince bir kitaptaki yazılarla eşlemeniz, bu bir araya getirme işleminde kitabın işaret edeceği Çince yazıları da bir mektupla geri göndermeniz istenir. Odaya gelen Çince yazılar bazı sorulardır, kitapta bunlarla ilgili eşleşmede cevapları bulursunuz ve geri gönderirsiniz ama Çince bilmiyorsunuzdur. Dışarıdan olayı izleyen ve size verilen komutlarla hareket ettiğinizden ve Çince bilmediğinizden habersiz olanlar, sizin Çince bilip soruları cevapladığınızı zannedeceklerdir. Searle, bilgisayarların işlemesinin de buna benzetilebileceğini; bilgisayarların, bilincinde olmadan sembolleri kendilerine verilen programa göre kullandıklarını ve yapay zekaların, insan zihnini taklit etmelerinin mümkün olamayacağını söyler.[44]

 

TURING TESTİ VE BİLİNÇ

Buraya kadar verdiğimiz örnekler, yapay zekaların Turing Testi’ni geçseler bile insan zihni gibi düşünemeyeceklerini gösterir. Turing testi, 1950 yılında Alan Turing tarafından ortaya atıldığından beri zihin felsefesinde çokça tartışma konusu olmuştur. Turing, makinelerin insanlar gibi düşünüp düşünmediklerine şu testle karar verilmesini ister: Bir odadaki yargıç, diğer bir odadaki bilgisayar ve başka bir odadaki bir kişi ile iletişim kuracak ve ekranda göstermek gibi bir yöntemle sorular sorup cevaplar alacaktır. Eğer yargıç verilen cevaplardan bilgisayarı ve insanı ayırt edemezse bilgisayarın da akıllı olduğuna karar verilir. Turing’in önerisi ‘akıllı olmak’ kavramının ‘Turing testini geçmek’ ölçütü ile belirlenmesidir.[45] ‘Çin odası’ veya ‘gıdıklanma ve bağırma sesleri çıkaran bilgisayar’ gibi örnekler, Turing testinin davranışçı yaklaşımıyla, yapay zekaların insan gibi düşünebildiklerine/düşünebileceklerine dair iddianın belirlenemeyeceğini gösterir.

Yapay zekaların insan zihnini taklit edebileceğine dair yaklaşımlar, insan zihninin fonksiyonlarının matematiksel olarak ifade edilebileceği ve bu yüzden de yapay zekalar tarafından taklit edilebileceği iddiasını taşır. Oysa daha önce belirttiğimiz gibi bilinç halleri maddeye indirgenemez, yani matematiksel olarak ifade edilemez; bu, yapay zekaların, insanlardan çok daha iyi satranç oynasalar da hiçbir zaman bilinçli olamayacakları anlamına gelir. Dünyanın yaşayan en iyi matematikçi ve fizikçilerinden biri olarak kabul edilen Roger Penrose’un bu konudaki yaklaşımları, yapay zekaların insan zihnini hiçbir zaman taklit edemeyeceklerine ilave delil oluşturmaktadır. Penrose, matematiksel anlayışın kendisinin bile matematiksel olarak ifade edilmesine olanak olmadığını söylemektedir. Ona göre ‘anlayış’ hesaplamadan farklı bir şeydir. Bu yüzden, matematiksel algoritmalara dayalı yapay zekalar hiçbir zaman insan zihnini taklit edemezler.[46] Penrose, ‘Turing makinesi’ adı verilen sınırsız bellekli, işlemleri hiç hesap hatası yapmadan sonsuza dek sürdüren ideal bir bilgisayarı ele alıp; insan zihnini, böylesi bir makinenin bile taklit edemeyeceğini göstermeye çalışır. Penrose’un verdiği örneklerden biri sonsuza giden hesaplamalarla ilgilidir: Lagrange Teoremi’ne göre; her sayı, dört tane tam kare sayının toplamına eşittir. Fakat bir bilgisayar sonsuza dek işleme dalacağından böylesi bir teoremi oluşturamaz. Penrose, bu ve benzeri örneklerden hareketle ‘matematiksel içgörü’nün, doğruluğundan emin olunabilecek bir hesaplama biçiminde kodlanmış olamayacağını söyler.[47] Böylesi bir içgörüyü matematiksel olarak ifade edememek ise bu özelliğin yapay zekaya hiçbir şekilde aktarılamayacağı anlamını taşır.

Penrose, Gödel’i takip ederek, doğal sayıların özelliklerinin anlaşılmasının da hesap kurallarıyla gerçekleşmediğini söyler. Çocukların, hiçbir hesaplama yöntemiyle nitelenemeseler de doğal sayıların ne olduğunu anlayabilmesini bu görüşüne örnek olarak verir. Çocuğa verilen hesaplama kuralları değildir, fakat doğal sayıları ‘anlamasını’ sağlamaktır. Buna bağlı olarak Penrose, matematiksel anlayışın hesaplamaya dayanmadığını; olup bitenlerin ‘farkına varmaya’ bağlı olduğunu söyler. Bu ise anlayışsız bilgisayarlara aktarılabilecek bir özellik değildir.[48]

Bilincin anlaşılmazlığını ve yapay zekaların insan zihnini taklit edemeyeceğini savunan Penrose da Searle gibi gelecek bir zaman diliminde bu konunun çözülmesine ihtimal vererek şöyle demektedir: “Ortalıkta bizi son derece şaşırtan bir şeyler dönüyor olması, bunu hiçbir zaman anlayamayacağımız anlamına gelmemektedir.”[49] Oysa biz, Penrose ve Searle’ün gösterdiği örneklerin bu konuya şimdilik agnostik kalmamızdan çok daha fazlasını gerektirdiğini; bu konudaki agnostik durumdan sahip olduğumuz algılarımız, becerilerimiz ve araçlarımızla hiçbir zaman çıkmamızın mümkün olmadığını düşünüyoruz. Searle’ün açıklamaları gibi Penrose’un açıklamaları da bu konunun anlaşılmasının epistemolojik duvarlarla engellendiğini göstermektedir. Ne bilincin birinci şahıs ontolojisi olmasıyla ilgili epistemolojik duvarı aşabiliriz, ne de matematiksel olmayan ‘matematik anlayışı’nı matematikleştirip, zihnin nasıl çalıştığını matematiksel programlı bir yapay zekayla taklit edebiliriz.

 

DUALİZM VE ZUHUR ETME

Buraya kadar insan zihninin sadece maddi cevherle açıklanabildiğini savunan yaklaşımın iddialarının yanlışlığını göstermeye çalıştık. Birçok kere bizim yaptıklarımıza benzer eleştiriler, ‘karşı kampın’ yetersizliklerinin gösterilmesi suretiyle dualizmin bunun yerine teklif edilmesi için ifade edilmiştir. Bu yüzden, daha önceki sayfalardaki yaklaşımlarımızı okuyan birçok kişi “Peki neden ruhun ayrı bir cevher olduğuna da agnostik kalıyorsunuz” diye sorabilir. Öncelikle, zihnin materyalist bir yaklaşımla başarılı bir şekilde açıklandığını ifade eden yaklaşımın yanlışlığını göstermeye çalıştığımızı, oysa zihnin sırf maddeden (tek cevherden) oluştuğu iddiasını yanlışladığımız iddiasında bulunmadığımızı belirtmeliyiz. Biz, insan zihni sırf maddi cevherden oluşmuşsa bile bunun başarılı bir şekilde gösterilemediğini ve de gösterilemeyeceğini savunuyoruz. Bu yüzden, buraya kadar yanlışlığı gösterilmeye çalışılan, materyalist yaklaşımı başarıya ermiş bir proje olarak sunan yaklaşımdır; yoksa zihnin bir tek maddi cevherden oluştuğunu kabul eden yaklaşımın kendisi değildir.

Bilimsel ve felsefi açıdan doğruluğu gösterilemediği için zihne materyalist yaklaşıma agnostik kalıyoruz. Diğer yandan, insan ruhunun ayrı bir cevher olduğu, insan zihninin özelliklerinin sadece ayrı bir cevher ile açıklanabileceği iddiasının doğruluğu da bilimsel veya felsefi açıdan gösterilemediği için, bu yaklaşıma da agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğunu düşünüyoruz. Dualizmi savunanların en çok izlediği yol materyalist yaklaşımdaki boşlukları göstermek ve bu boşlukları ayrı bir cevher (ruh) ile doldurmaktır.[50] Materyalist yaklaşımın boşlukları vardır, fakat bu boşlukların varlığı, bu boşlukların ayrı bir cevher ile doldurulması gerektiğini göstermez. Dualist yaklaşımı savunanlar da birbirinden farklı iki cevherin nasıl ilişki kurduklarını gösterememektedirler.[51] Nitekim maddeci yaklaşımı benimseyenlerin birçoğu dualizmin bu yüzden reddedilmesi gerektiğini söylemektedirler. Sonuçta dualist yaklaşımlar da boşluğa sahiptirler; eğer boşluklardan dolayı bir görüşü reddedeceksek insan zihni hakkında (aslında buna hayvan zihni de eklenebilir) ortaya atılmış bütün görüşleri reddetmemiz gerekir. Zaten bu yüzden, bu konuda agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğunu savunuyoruz.

Bilinci önemsemeyen veya yok sayan materyalist yaklaşımların yanlışlığının gösterilmesi, ruhun ayrı bir cevher olduğunun ispatı olarak kabul edilemez.  Zihne yaklaşımda eleyici materyalizmin tamamen yanlış, davranışçılığın ise epistemolojik açıdan yanıltıcı olup, bilincin ontolojik gerçekliğini kavramayı sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Bunlara karşılık, eleyici materyalizmin ve davranışçılığın hatalarına düşmeden, zihnin sadece maddi cevherden oluştuğunu savunan yaklaşımların da var olduğunu bilmeliyiz. Bahsettiğimiz yaklaşımlarda, zihnin ‘zuhur eden’ (emergent) bir özellik olduğu savunulur: Bu yaklaşımlara göre zihin, kendini oluşturan nöronların veya atomların özelliklerine indirgenemez, fakat madde-dışı bir cevher de ihtiva etmez. Bu yaklaşımlarla savunulan iddia “Bütün, kendini oluşturan parçalardan daha fazla bir şeydir ve kendini oluşturan parçalarla açıklanamaz” şeklinde özetlenebilir.[52] Bu açıklama tarzında bütünün parçalardan bağımsız bir cevher  taşıdığı reddedildiği ve fizik yasaları ihlal edilmeden zihinsel olayların açıklandığı savunulduğu için, bu yaklaşım materyalizm ile uyumludur. Zihnin ‘zuhur eden’ bir fenomen olduğunu, indirgemeci materyalistlere ve dualistlere karşı savunanlara örnek olarak  günümüz felsefecilerinden Philip Clayton’u ve Arthur Peacocke’u verebiliriz. Clayton, sinirbilimsel teorilerin insan zihnini açıklayabileceğine karşı çıkarken insan zihninin fenomenlerini bilimsel çalışma dışı bırakan dualizme de karşı çıkar. Clayton, ‘zuhur etme’ ile ilgili yaklaşımın teolojik yorumlara açık olduğunu ama teist olmayanların da bu yaklaşımı benimseyebileceğini belirtir. Clayton’a göre de sinirbilim, sadece birinci şahıs tarafından yaşanan bilinç hallerini üçüncü şahıs bakış açısıyla ele alamayacağı için; hiçbir zaman bilincin açıklanması mümkün olamayacaktır.[53] Fakat Clayton, bize göre bu düşüncesinin gerekli sonucu olan agnostik yaklaşımı benimsemeden ‘zuhur etme’ yaklaşımını benimser.

Peacocke ise genel dünya görüşü olarak ‘zuhur etme’yi benimser ve doğadaki üst seviyelerin alt seviyelere indirgenemediğini savunur. Onun insan doğasına yaklaşımı bu genel ‘zuhur etme’ yaklaşımıyla uyumludur. Peacocke, birçok filozoftan farklı olarak zihinsel olanla ilgili ‘zuhur etme’yi sadece beyin özellikleriyle ilişkilendirmez; o ‘sosyal toplumun içindeki bedendeki beyinsel özellikleri’ bir bütün olarak değerlendirir.[54] Bizce, zihin eğer sadece maddi cevher ile açıklanmaya çalışılacaksa ‘zuhur etme’ gibi fizikalizmin indirgemeciliğine karşı bir yol izlemek gerekir. Çünkü materyalizmin bunun dışında izlediği yollarda, ya zihnin en önemli özelliği olan bilinç yok kabul edilmiştir, ya da bilinç yokmuşçasına yaklaşımlar gösterilmiştir. Oysa bu yaklaşımlar sağduyuya ve birinci şahıs olarak sürekli tanıklık ettiğimiz bilincin inkar edilemeyecek önemine aykırıdır. Fakat diğer yandan bilincin indirgenemeyen ve ‘zuhur eden’ bir özellik olduğu söylendiğinde ne kadar az şey söylendiğinin ve maddenin belli bir şekilde birleşiminden adeta sihir gibi bilincin açığa çıktığı gibi bir izah yapıldığı da gözden kaçmamalıdır.

Bu açıklama yetersiz bir açıklama olsa da ruhun maddeden ayrı bir cevher olduğunu söyleyen dualist yaklaşımın fenomenleri açıklamakta bundan daha başarılı olduğu söylenemez. Sonuçta bilinci yok kabul eden maddeci yaklaşımların ve ruhla maddi beden arasındaki bağlantıyı zayıf gören dualist yaklaşımların yanlışlığının belli olduğunu söyleyebiliriz; bu konuda agnostik kalmaya gerek olmadığı ve net tavır belirlenebileceği görüşündeyiz. Fakat zihnin maddi cevherden zuhur eden bir özellik olduğu ile zihnin madde-dışı bir cevherle ilişkili olduğunu söyleyen ve bunları söylerken aslında zihnin doğasının anlaşılması adına pek az şey söylemiş yaklaşımların hangisinin doğru olduğuna karar veremeyeceğimiz kanaatindeyiz.[55] Bize göre, bu konuda kanaate varanların kanaatlerinin asıl oluşmasını sağlayan bilimsel olarak ispatlanmış veriler değildir; fakat daha ziyade, bu konu ele alınmadan önce apriori olarak kabul edilmiş metodolojiler, felsefeler veya teolojilerdir.

 

ESKİ AHİT VE YENİ AHİT’TE İNSANIN DOĞASI

   Buraya kadar bilimsel ve felsefi açıdan insanın sırf maddi cevherden mi yoksa iki cevherden mi oluştuğu sorununa agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğunu savunduk. Diğer yandan, “Teolojik[56] açıdan bu konuya yaklaştığımızda tavrımızda bir değişiklik olmalı mıdır” diye sorulabilir. Üç dinin tarih içinde oluşan teolojileri, geniş kitlelerin bu konuya yaklaşımlarının oluşumunda büyük etkiye sahip olmuştur. Özellikle geniş halk kitlelerinin inançlarının belirlenmesinde büyük mezheplerin açıkladığı doktrinlerin belirleyiciliği çok önemlidir ve bu mezheplerin görüşleri genelde dualizm yönündedir. Fakat birçok teist düşünür insanın bir tek maddi cevherden oluştuğu fikrini kabul etmiş ve bu görüşün dinlerinin teolojisine daha uygun olduğunu ifade etmişlerdir.[57] Bu konuyla ilgili olarak Kutsal Metinlerin nasıl anlaşılması gerektiği teolojik tartışmaların önemli bir yönünü oluşturur.

Joel Green, İbranice (nephes, basar, leb ve ruah gibi) ve Yunanca (soma, psyche, pneuma ve sarx gibi) terimlere yüklenen farklı anlamlarla insanın doğası hakkında farklı görüşlerin oluştuğuna dikkat çekmiştir. Green, ‘nephes’ kelimesine genelde ayrı cevher anlamında ‘ruh’ (soul) manası verilse de ‘yaşam’ (life), ‘kişi’ (person), ‘nefes’ (breath), ‘insanın özü’ (inner person), ‘benlik’ (self), ‘istek’ (desire), hatta ‘gırtlak’ (throat) anlamında çevrilmesinin mümkün olduğunu ifade etmektedir. ‘Basar’ kelimesinin ‘ten’ (flesh), ‘vücut’ (body), ‘deri’ (skin), ‘insanoğlu’ (human kind) veya ‘hayvanlar alemi’ (animal kingdom) olarak çevrilebileceğini söylemektedir. ‘Leb’ kelimesinin ‘kalp’ (heart), ‘zihin’ (mind), ‘vicdan’ (conscience) ve ‘iç dünya’ (inner life) olarak çevrilebileceğini belirtmektedir. ‘Ruah’ kelimesinin ise ‘rüzgar’ (wind), ‘nefes’ (breath), ‘idrakın ve/veya iradenin bulunduğu yer’ (seat of cognition and/or volition), ‘tabiat’ (disposition) veya ‘can’ (spirit) olarak çevrilebileceğini ifade etmektedir. Green, İbranice’de ‘nephes’ kelimesinin ‘insanın bütünlüğü içinde algı ve duyguları’nı ifade ettiğini, fakat insanın maddi vücudundan ayrı bir cevhere işaret etmesi gerekmediğini belirtmektedir. Eski Ahit’in Leviler bölümündeki 2:1, 4:2, 7:20 ayetlerinde ‘nephes’in ‘kişi’ olarak tercüme edilebileceğini, genelde tüm insanlar için bu kelimenin kullanıldığını fakat Tekvin bölümü 1:12 ve 24, 2:7, 9:10 ayetlerinde bu ifadenin hayvanlar için de kullanıldığını belirtir. ‘Basar’ kelimesinin insanın maddi bedenini genelde ifade ettiğini Mezmurlar 119:73 ve İşaya 45:11 ve12 ayetlerinden anlayabileceğimizi söyler. ‘Roah’ ifadesinin ise insanın yaşayan halini belirtmek için kullanıldığının Tekvin 2:7, Eyüp 12:10, İşaya 42:5 ayetlerinden belli olduğunu ifade eder. Green bu çok anlamlılık sorununun, İbranice kelimeler için olduğu gibi Yunanca kelimeler için de geçerli olduğunu; ‘soma’nın ‘vücut’ (body), ‘fiziki varlık’ (physical being), ‘kilise’ (church), ‘köle’ (slave), hatta ‘gerçeklik’ (reality) olarak; ‘psyche’nin ‘iç benlik’ (inner self), ‘yaşam’ (life), ‘kişi’ (person) olarak; ‘pneuma’nın ‘can’ (spirit), ‘hayalet’ (ghost), ‘iç benlik’ (inner self), ‘düşünme şekli’ (way of thinking), ‘rüzgar’ (wind), ‘nefes’ (breath), olarak; ‘sarx’ın ise ‘ten’ (flesh), ‘vücut’ (body), ‘insanlar’ (people), ‘insan’ (human), ‘halk’ (nation), ‘insan doğası’ (human nature) ve ‘yaşam’ (life) olarak çevrilebileceğini söyler. Green, Eski Ahit’te ve Yeni Ahit’te maddeden ayrı bir cevher anlamı yüklenen kelimelerle ilgili bu açıklamaları yaparak, bu kelimelerin maddi insan bedeninden ontolojik olarak ayrı bir cevher anlamında anlaşılmaları için bir neden olmadığını savunur. ‘Nephes’ ve ‘psyche’nin ontolojik olarak farklı bir cevhere işaret edip etmediklerinin Eski Ahit’teki ve Yeni Ahit’teki kelimelere anlamlar yüklenerek savunulamayacağını söyler.[58]

Eski Ahit ve Yeni Ahit’teki bahsedilen ifadelere ayrı bir cevher anlamı yüklenmesinin yanlış olduğunu savunanlar, bu yoruma Platon’un erken dönem Kilise üzerindeki etkisinin sebep olduğunu söylemektedirler. Helen dünyasındaki Gnostik, Yeni-Platoncu ve Manişeist akımların, maddi olanın kötülüğü ve ölümün ruhu bedene hapsolmaktan kurtardığına dair fikirleri -bu akımları Kilise reddetse de- Kilise üzerinde etkili olmuştur. Bu fikirlerin Hıristiyanlığa yerleşmesindeki en önemli figürlerden biri Augustinus[59] olmuştur.[60]

Hz. İsa’nın dünyadaki dirilişi ve tüm insanların ahiretteki diriliş ile ilgili Hıristiyan dünyadaki şüpheler, Hıristiyan teolojisinde, ruhun ölümsüzlüğüne vurgu yaparak ahiret yaşamını temellendirmeye çalışan yaklaşımı öne çıkardı.[61] Felsefe alanındaki Descartes’ın dualizmi ve Kant’ın ruhun ölümsüzlüğünü pratik aklın postulası[62] olarak temellendirilen yaklaşımı da Hıristiyan dünyada ruhun ayrı bir cevher olduğuna vurgu yapılarak teolojik sorunların (yeniden yaratılış gibi) ele alınmasında etkili oldu. Ruhun ayrı bir cevher olduğu görüşünün yerini tek cevherci yaklaşımın almasında ise evrim teorisinin geniş kabul görmesinin önemli etkisi vardır. Birçok teolog, evrim teorisi ile çelişmeyen bir teoloji oluşturmaya gayret ettiler ve insanı bir tek maddi cevher ile açıklayan yaklaşımların bu teoriyle daha uyumlu olacağını düşündüler. Diğer yandan, Katolik aleminin eski lideri Papa II. John Paul, Hıristiyanlıkla evrim teorisinin çelişmediğini, fakat ruhun yaratılışının evrim-dışı bir süreçle gerçekleştiğini savunmuştur.[63] Ayrıca, Richard Swinburne gibi ruhun ayrı bir cevher oluşuyla evrim teorisini uzlaştıran düşünürler de olmuştur.[64] Descartes ve Kant’ın yaklaşımları, modern dönemde iki cevherci yaklaşımı savunanlarda önemli bir etkiye sahip olsalar da özellikle son yüzyılda teoloji ve Kutsal Metin (Eski ve Yeni Ahit) çalışmalarında dualizmin yerini ‘kişinin bütünlüğü’nü vurgulayan yaklaşımlar almıştır.[65] Son yüzyılda, Hıristiyan düşünürler arasında, insanın, ruhun ayrı bir cevher olmadığı yaklaşımla ele alınmasını ve bu inancın, özgür irade ve yeniden yaratılış gibi temel Hıristiyan doktrinlerle çelişkili olmadığını savunanların sayısı artmıştır.

 

KURAN VE İNSANIN DOĞASI

İslam dünyasında ilk dönemlerden itibaren, beden ile ruhun iki ayrı cevher olduğunu savunan yaklaşımı benimseyenler olduğu gibi, insan ruhunu ayrı bir cevher olarak değerlendirmeden sadece maddi cevherle açıklayanlar da olmuştur. Bu iki farklı yaklaşımı benimseyenlerin içlerinde de birçok konuda itilaflar vardır. Ayrıca ‘ruhun latif cisim olduğu’ şeklinde, nasıl anlaşılması ve kategorize edilmesi gerektiği hususunda zorluklar olan ve itilaflar çıkan görüşler de olmuştur. Fakat genel eğilim, İslam dünyasında da dualist yaklaşımın benimsenmesi yönünde olmuştur. Eski Yunan’dan gelen etkiler Hıristiyanlıkta dualist görüşün yaygınlaşmasında etkili oldukları gibi İslam dünyasında da bu görüşün yaygınlaşmasında önemli olmuşlardır.[66] Farabi, İbn Sina gibi birçok ünlü isim ruhun ayrı cevher olduğunu kabul etseler de bu fikrin İslam dünyasında en etkili olmuş savunucusunun Gazzali olduğu söylenebilir.[67] Aslında ne Eski Ahit’te, ne Yeni Ahit’te, ne de Kuran’da ‘cevher’ kavramı geçmektedir;[68] ‘cevher’ kavramı Yunan felsefesinden ithal edilmiştir. Dualist görüşü Kuran’la desteklemeye çalışanlar, Kuran’da geçen özellikle ‘ruh’ ve ‘nefis’ kavramlarıyla ayrı birer cevher kastedildiğini ifade etmişlerdir;[69] muhalif görüşü savunanlar ise bunların ayrı birer cevher olmadığını, ‘nefs’ ile bir şeyin özünün veya bireyin, ‘ruh’ ileyse ilahi mesajın veya bu mesajı getiren meleğin veya Allah’ın emrinin kastedildiğini savunmuşlardır.[70] Kuran’daki kimi ayetler dualist yaklaşımı ve karşıt fikrini benimseyenler arasında tartışma konusu olmuştur. En çok tartışma konusu olmuş ayetlerden ikisi şunlardır:

Allah ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefat ettirir, ölmeyenleri de uykularında. Ölümüne hükmettiklerinin canlarını (nefs) alır, diğer canları (nefs) da belli bir süreye kadar bedenlerine salar.[71]

Bu ayeti dualizme delil olarak gösterenler; uyku anında ‘nefs’in alıkonmasının ve sonra bedene gönderilmesinin ‘nefs’in beden-dışı bir varlık olduğunu gösterdiğini söylerler.[72] Diğer yandan, dualizme karşı çıkanlar; hayallerinde canlandırdıkları durumla bu ayeti yorumlayanların yanlış neticeye vardıklarını, bu ayetten çıkarılacak anlamın, ölümle uyku arasındaki kısmi benzerlik ve Allah’ın bir lütfu olarak insanın uykudan sonra sanki dirilir gibi uyanması olması gerektiğini savunmaktadırlar.[73] Tartışma konusu olan diğer ayet ise şöyledir:

Onun şeklini tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın.[74]

Ayette Hz. Adem’in çamurdan yaratılmasından sonra Allah’ın ‘ruh üflemesi’nden bahsedilir. Ayeti iki cevherci yaklaşımla açıklayanlar; buradaki ‘ruh’un ayrı bir cevheri kastettiğini ve ayetin farklı iki cevherin birleştirilmesini açıkladığını savunmuşlardır. Diğer yandan, bu izaha karşı ‘ruh üflenmesi’ ile bir varlığın canlandırılmasının ve bu varlığın meydana gelmesi için Allah’ın emrinin kastedildiği söylenmiştir.[75]

Bu konudaki kanaatimiz -genelde- ayetlerden çıkartılan anlamların, İslam düşünürlerinin dualist veya karşıt düşünceden birini benimsemesinde asıl etkili unsur olmadığıdır. Daha çok başka düşüncelerden/felsefelerden veya kendi döneminin hakim anlayışından alınan etkiler, ayrıca ölümden sonra yaratılışın hangi yaklaşımla daha rahat anlaşılabileceği gibi endişeler kişilerin tercihini belirlemiştir. Tercihini belirleyen düşünürlerin daha sonra ayetleri kendi anlayışları doğrultusunda anlamaya çalışmalarının farklı yorumları çıkardığını düşünüyoruz. Bize göre, Kutsal Metinlerdeki ifadeler, iki görüşten birinin seçilmesini mecbur etmemektedir. Kutsal Metinlerde ‘cevher’ diye bir kavramın bulunmaması da böyle bir ayrımı yapamayacak olmamızın nedenlerinden biridir. Pekala birçok kişi, Kutsal Metinlerde ayrı cevhere işaret olarak kabul edilen ifadeleri, cevher yerine insanın maddi bedenine verilen canlanma, yaşam gibi özellikler olarak veya insanın kişisel bütünlüğü olarak anlayabilmektedirler. John Locke, ruhsal yetenek olarak değerlendirdiğimiz özellikleri, Tanrı’nın, maddi cevhere mi yoksa başka bir cevhere mi bağışlamayı uygun bulduğunu, Tanrısal bir bildiri olmadan çözmemizin mümkün olmadığını söyler.[76] İnsanlara yollanan Tanrısal bildirilerin teist dinlere göre Kutsal Metinlerde olduğunu düşündüğümüzde, bu konuda Tanrısal hikmeti çözmemizin mümkün olmadığı sonucuna varırız. Tanrısal hikmete, insan doğasının tek veya iki cevherden yaratılması şıklarından birisi daha uygun düşüyor olabilir; fakat bizim, bu hikmeti anlayacağımızdan dolayı, teolojik agnostik tavrı benimsememizin en doğrusu olacağını düşünüyoruz. Kuran’da ‘ruh konusundaki bilgisizliğimizi’ ifade eden şu ayetle, bu konudaki yaklaşımımızın uyumlu olduğu söylenilebilir:

Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki “Ruh Rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.”[77]

 

TANRI KAVRAMI VE ÖZGÜR İRADE SORUNU AÇISINDAN DUALİZM VE TEK CEVHERCİ YAKLAŞIM

Teolojik açıdan ruh ve bedenin iki ayrı cevher olup olmadığı sorununu ele almak için Kutsal Metinlerde bu konuyla ilgi kurulmuş ifadeler dışında, teist dinlerin teolojileri açısından önemli bazı hususların bu konuyla ilgisini de ele almak faydalı olacaktır. Bunun için önemli bulduğumuz üç tane konuya temas edeceğiz; ilk olarak teist dinlerin ontolojisinin merkezinde yer alan Tanrı kavramı açısından bu konudaki tercihin ne ifade ettiğini değerlendireceğiz, daha sonra özgür irade sorununun bu konuyla ilgisini ele alacağız ve en son olarak da bu konuyla arasında en çok bağlantı kurulmuş sorun olan yeniden yaratılış sorununu irdeleyeceğiz.

Teist dinlerin bütün sistemleri ontolojilerinin merkezinde yer alan Tanrı kavramına göre oluşmuştur. Kutsal Metinlerin, belli pratiklerin ve belli bir ahlakın takip edilmesinin zorunluluğu, bunların Tanrı’nın iradesi olmasına dayandırılır. Tanrı’nın ezeliliği, ebediliği, bilgisi, kudreti ve yaratıcılığı gibi sıfatları teist dinlerin en temel öğretileridir. Teist dinlerin teolojileri açısından tüm kabullerin, Tanrı’nın varlığı ve sıfatları ile ilgili en temel öğretiler ile uyumlu olması gerekir. Konumuz açısından önemli olan husus, dualist görüş ve karşıt fikrinden herhangi birinin, Tanrı’nın varlığı ve sıfatları açısından uygunsuz bir öğreti olup olmadığıdır. Dualist yaklaşımla adı özdeşleşen Descartes, Tanrısal cevherin yanında ruh ve beden cevherlerinin önemsizliğini ve bunların Tanrı’ya olan bağımlılığını vurgulamıştır.[78] Tanrısal cevherin yanında ruh ve beden cevherlerinin önemsizliği kabul edilince; bunların iki farklı cevher veya tek cevher oluşlarının, Tanrısal cevherin varlığı ve sıfatları açısından bir şey değiştirmeyeceği de tasdik edilmiş olunmaktadır. Ruhu ayrı bir cevher olarak kabul eden bir teistin “Tanrı isterse insanın bütün özelliklerini, insan doğasını, tek cevherden yaratarak da var edebilir mi” sorusuna “Elbette” diye cevap vermesi gerekir. Eğer bu soruya olumsuz cevap verilirse Tanrı’nın kudretinin sınırsızlığı gibi teist dinlerin en temel bir inancıyla çelişilmiş olunur. Aynı şekilde, insanın bir tek maddi cevherden yaratıldığını savunan teistlerin de Tanrı eğer isterse, mevcut insani özellikleri madde-dışı bir cevherle maddi cevheri birleştirerek yaratabileceğini kabul edebileceklerine göre, bu makalede tartışılan iki fikirden hangisinin doğru olduğu hususu Tanrı’nın varlığı ve sıfatları ile ilgili inançlar açısından bir şey değiştirmiyor demektir. İnsan doğasının iki veya tek cevherden yaratılmasıyla ilgili şıklardan biri doğruysa Tanrı’nın daha yüce, diğeri doğruysa Tanrı’nın daha az mükemmel bir varlık olduğunu kimsenin iddia edebileceğini sanmıyoruz. Bu ise dualizmin veya onun karşıtı inancın, tektanrıcı dinlerin teolojilerinin en temel inancına bir şey eksiltip katmaması demektir. Sonuçta, teolojinin en temel inancı açısından da agnostik tavrımızı sürdürebiliriz.

Doğanın yasalarının mekanik işleyişindeki determinizmin özgür irade ile bağdaşmayacağı ile ilgili sorun birçok felsefeciyi meşgul etmiştir. Kant da bunların arasındadır ve o, saf aklın bu sorunu çözemeyeceğini ‘üçüncü antinomi’sinde işler.[79] Birçok kişi, insan ruhunun ayrı bir cevher olduğunu söyleyerek insanın özgür iradeye sahip olduğunu ve maddi evrenin mekanik yasalarına göre madde-dışı cevhere sahip insanın bir otomatmış gibi değerlendirilemeyeceğini savunmuşlardır. Bu yaklaşıma yapılan eleştirilerden biri, bu yaklaşımın ruhun ne olduğunu değil fakat ne olmadığını (mekanik değil) söylemesidir.[80] Bu eleştiri doğrudur, fakat diğer yandan, bilincin sadece maddi cevherin bir ürünü olduğunu söyleyenlerin de ‘bilincin neliği’ konusunda bir şey söyleyemedikleri gözden kaçmamalıdır.

Maddi cevherden oluşan evrende ‘özgür sebep’ olamayacağı şeklindeki yaklaşımın felsefi açıdan tartışılır olduğu hatırlanmalıdır. Kant ve onun döneminin birçok filozofu Newton fiziğinin etkisindeydiler; bu fizik anlayışına göre evrende aynı sebeplerin hep aynı sonuçları belirlediği determinist bir yapı hakimdir. Fakat 20. yüzyılda maddi evrenin objektif indeterminist yapıda olduğu iddia edilmeye başlandı.[81] Heisenberg kuantum teorisine dayanarak,[82] Prigogine ise kaos teorisi bağlamında evrenin objektif indeterminist yapıda olduğunu savundular.[83] Hala çok tartışılan bu yaklaşımlar geniş bir taraftar kitlesi de bulmuştur. Bu yaklaşımlar, özgür sebeplerin olamayacağına determinist evren anlayışına dayanılarak yapılmış itirazların geçersizliği, teoloji veya felsefe için özgür sebeplerin varlığını kabul etmenin tek yolunun madde-dışı bir cevheri sisteme dahil etmek olduğuna dair kanaatin yanlış olması anlamlarına gelmektedir.

Ayrıca determinist evren ile özgürlüğün uyuşmaz olduğuna dair görüşe – Spinoza gibi temsilcilerinin olduğu – bağdaşabilircilik (compatabilism) görüşü ile bunların uyuşabileceği savunularak karşı çıkılmıştır.[84] Determinist bir evrende özgür iradenin olamayacağını Kant’ın ‘antinomi’sinde olduğu gibi savunanlar, determinist bir evrende gelecekteki her şeyin hesaplanabilir olduğunu, gelecekteki her şeyin belli olduğu bir durumda özgür iradenin varlığından bahsedilemeyeceğini söyleyerek karşı çıkmışlardır. Penrose matematikteki ‘polyonimo kümeleri’ni örnek vererek, genelde zannedildiği gibi determinist olan her sistemin hesaplanabilir olmak zorunda olmadığını, bu kümelerde olduğu gibi determinist bir yapının hesaplanamaz nitelikli olabileceğini belirtir. Penrose, evren ve bilinç için ‘determinizm ve hesaplanabilme’ arasındaki bu farkın felsefi tartışmalarda dikkate alınmadığını, ama böylesi bir yaklaşımın özgür irade sorununu ele alırken faydalı olabileceğini düşünmektedir.[85] Bu yaklaşım eğer kabul edilirse, maddi tek cevherden oluşan insanın özgür olamayacağına determinist evren modellinden yola çıkılarak yapılan itirazın gözden geçirilmesi gerekmektedir.

İnsan doğasının maddi tek cevherden oluştuğu görüşü ile özgür iradenin varlığını uzlaştırmanın bir yolu ise bilincin, maddenin bir şekilde birleşimi sonucu ‘zuhur ettiğini’ savunurken, özgür iradenin de bilinç ile beraber  ‘zuhur ettiğini’ savunmaktır. Böylesi bir iddia, ruhun ayrı bir cevher oluşu ile özgür iradenin açıklanmasında olduğu gibi çok az şey söylemektedir. Fakat, diğer yandan, yanlışlanamayacak, bilimsel araştırmanın konusu olamayacak olsa da, böylesi bir yaklaşımla; maddi cevherden başka bir cevherle ilişkilendirilmeden de insanın özgür iradeye sahip olduğuna dair alternatif yaklaşımların oluşturulabileceği gözükmektedir. Eğer dualist yaklaşıma sahip bir teiste “Tanrı isterse, maddi tek cevherle özgür iradeye sahip bir varlık oluşturabilir mi” diye sorsak, bu soruya “Evet” dışında bir cevap verileceğini sanmıyoruz. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz madde-dışı bir cevherin marifetiyle özgür iradeyi temellendirmek veya hakkında bir şeyler bildiğimiz maddi cevherde görünmeyen bir marifetin (özgür irade oluşturma) belli şekilde bir bileşik sonucu ‘zuhur ettiği’ iddiası arasında seçim yapmak zorunda kalınca; biz bu seçimi yapamayacağımızı söyleyerek bu konuda agnostik kalmayı tercih ediyoruz. Polkinghorne’un dediği gibi; modern bilim saat gibi mekanik yasalara bağlı evren fikrini sarsmış bile olsa, aslında bilimin özgür irade sorununa yapabileceği bir katkı yoktur, bu sorun metafiziktir ve metafiziksel seçimlerle alakalıdır.[86]

Ayrıca teolojik açıdan teist dinlerin mezheplerinin ve düşünürlerinin özgür iradeye yaklaşımlarında büyük farklar olduğu hatırlanmalıdır; birçok mezhep ve düşünür insanların özgür iradesinin olmadığını da savunmuştur, kimi teolojik yaklaşımlar açısından özgür iradeyi temellendirmek arzu edilen bir şey bile değildir. Aslında özgür iradenin ne olduğunun hem felsefi hem de teolojik açıdan uzlaşılmış bir tarifi bile yoktur. Özgür iradenin varlığına inanmayı teolojilerinin bir zarureti olarak görenlerden, özgür iradenin varlığını temellendirmek için ayrı bir cevhere gereksinim olduğu iddiasında bulunanların ise hatalı olduğunu düşünüyoruz. Tanrı’nın isterse, tek cevherle de iki cevherle de insan doğasında özgür iradeyi gerçekleştirebileceğine inanmak teist dinlerin ‘her şeye kudreti yeten Tanrı’ inancı ile uyumludur; o zaman ikinci bir cevherin varlığına inanmanın teolojik zaruretinden bahsedilemez. Diğer yandan, maddi cevheri yaratmış olan Tanrı’nın, bu cevher dışında ayrı cevherler yaratmış olabileceğini düşünmekte de akıl açısından bir çelişki yoktur; bu yüzden teist dinlerin teolojilerden birine bağlı bir kişinin ‘metodolojik natüralizm’i yegane bilimsel metot olarak benimsediği için madde-dışı cevherleri baştan yok sayması da doğru bir yaklaşım olmamaktadır. Dualist ve tek maddi cevherci görüşlerden birinin seçilmesiyle ‘özgür iradenin neliği ve nasıl gerçekleştiği’ ile ilgili sorunun çözülemeyeceği; teolojik açıdan asıl sorunun Tanrısal kudretle insanın özgür iradesi arasında sınır çizmekte olduğunu düşünüyoruz. Sonuçta özgür irade sorununun da bu konudaki agnostik tavrımızı bozmamızı gerektirmediği kanaatindeyiz.

 

YENİDEN YARATILIŞ SORUNU AÇISINDAN DUALİZM VE TEK CEVHERCİ YAKLAŞIM

Teolojik açıdan bu konuyla ilgili tavırları en çok etkileyen ise yeniden yaratılış sorunu olmuştur. Dualist yaklaşımı savunanlardan bir kısmı, eğer insan sadece maddi bedenden oluşuyorsa, ölüm fiziksel bir süreç olduğundan ölümle beraber kişinin de yok olacağını ama fiziki olmayan bir cevhere sahip insanın fiziksel ölümü aşacağını kabul etmek için yeterli sebebimizin olduğunu ifade etmişlerdir.[87] Teolojik açıdan ruhun ayrı bir cevher olduğu konusunda ısrar edilmesinin en önemli sebebinin, ayrı cevher olan ruhla ölümsüzlüğün daha rahat temellendirilebileceğinin zannedilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Çağdaş düşünürlerden Ellis Mc Taggart yüzyıl önce yokluk isek yüzyıl sonra da yok olabileceğimizi inkar etmek için bir sebep olmadığını söyler. O, Platon ve Hint düşüncesinde olduğu gibi sadece ruhun ebediliğini değil, ruhun ezeliliğini de savunmak gerektiğini söylemiştir. Aslında Tanrı’nın varlığına ve Tanrı’nın yaratıcılığına merkezi rol vermeyen sistemlerdeki reenkarnasyon düşüncesi için insan doğasının maddi cevher dışında bir cevhere sahip olmaması sistemlerinin çöküşü anlamına gelmektedir.[88] Ezeli ruha inanç insan merkezli dünyaya bakış açılarına yol açıcı nitelikteyken, teizmin en önemli özelliği Tanrı merkezli yapısıdır.[89] Teist ontoloji ve eskatoloji açısından yeniden yaratılışın Tanrı’nın kudreti ve lütfu ile gerçekleştiğine ve ruh ile maddenin yaratılmış varlıklar olduğuna dair inançlar asıldır. Teist dinlerin Kutsal Metinleri’nde ‘yeniden yaratılış’ bütün insanların Tanrı’nın kudreti ile yaratılacağı söylemi ile aktarılır; ‘ruhun ölümsüzlüğü’ sayesinde insanların yeniden yaratılacağı şeklinde ifadelere rastlanmaz. Teizmi, yeniden yaratılışı temellendirmek için  ‘ayrı cevher olan ruh’ inancına  muhtaçmış gibi göstermek; teizmin, eskatolojiyi Tanrı’nın kudretine vurgu yaparak temellendiren yaklaşımı ile çelişir. Tanrı’ya vurgu yapmadan ‘ruhun ölümsüzlüğü’nü savunan öğretiler; birbirinden farklı iki cevherin nasıl ilişkiye geçtiklerini, hem ruhların nasıl bedenlere girdiklerini, hem de nasıl maddi bedenle bir bütünmüş gibi etkileşimde bulunduklarını izah edemez.[90] Aslında dualist öğretilere en çok yöneltilen itirazlardan biri farklı iki cevherin nasıl etkileşimde bulunacağı ile ilgili sorunla ilgilidir. Teist dinlerin teolojileri açısından farklı iki cevherin etkileşimi veya etkileşiyormuş gibi görünmeleri -ister Leibnizci paralelizm ister Malebrancheçı vesilecilik gibi farklı yaklaşımlarla açıklansın- ontolojinin merkezindeki Tanrı inancı ile temellendirilir. Kısacası, farklı iki cevherin nasıl uyum içinde bulundukları yönündeki sorunlar nedeniyle bir teistin dualistik inancından vazgeçmesi gerekmez; diğer yandan eskatolojik inançları temellendirmek için bir teistin dualistik bir inanca gereksinimi de bulunmamaktadır.

Yeniden yaratılışı dualist yaklaşımla açıklamaya çalışanlara karşın, bunun, insanın doğasının tek bir cevherden oluştuğunu kabul etmemiz durumunda da mümkün olduğunu göstermeye çalışanlar olmuştur. Örneğin Paul Davies bunu bir analoji ile açıklamaya çalışır; bir romanın manyetik bir teypte veya bilgisayarda kodlu olduğunu ve başka bir yere aktarılabildiğini söyleyerek, beyni ölmüş bir zihnin de bu şekilde transfer edilebileceğinin düşünülmesini ister.[91] Dean Zimmerman, dünyadaki vücudumuzu oluşturan maddi parçaların, Tanrı’nın yarattığı bir sistem sayesinde, iki ayrı mekanla nedensel ilişkide bulunduğunu düşünmemizi ister; bunlardan biri dünya, öbürü ahiret mekanı veya gelecek zamandaki herhangi bir mekandır. Zimmerman, dünyadaki vücut parçalarının nedensellik ilişkileriyle, buradaki bedenimizi ölüme dek takip etmesiyle beraber, öbür mekan veya zaman boyutuyla da nedensellik ilişkisiyle bir kopya oluşturabileceğini söyler.[92] Ayrıca, yeniden yaratılışla ilgili  gelecekteki olayların oluşumu üzerinde, hep zaman mutlakmış gibi düşünme yanlışından kendimizi kurtaramadığımızı göz önünde bulundurmalıyız. Einstein’ın zamanın izafi olduğunu gösteren teorisinin, yeniden yaratılışı düşünürken zihin açıcı olabileceği ve en azından bazı anlaşılmazların neden anlaşılmaz olduğu için bir ipucu verebileceği kanaatindeyiz. Zamanın izafiliği görüşü, zamanın evrene bağımlı olması ve evrenin yaratılışını savunan teizmin, zamanın da yaratılışını savunması demektir. Oysa, birçok kişi, zaman adeta Newtoncu yaklaşımdaki gibi mutlakmış ve Tanrı da bu mutlak olan zamana bağımlı bir şekilde evrenle ilişkiye geçiyor ve yeniden yaratılışı da zamana bağımlı olarak gerçekleştirecekmiş gibi düşünmektedir. Zamanı yaratan Tanrı anlayışı ile zamanın içinde ölen ve yeniden yaratılan insan düşüncesi bir araya getirilirse; zamana bağımlı bir süreçte insanın başına gelecek olaylar ile ilgili kararın -insan bir tek maddi cevherden oluşuyorsa bile- Tanrı’nın kudretinde olduğunu görmek ve araya giren zaman sürecinin yol açacağı vehimlerden kurtulmak daha kolaylaşır. Bir teistin, tanık olunan tüm yaratılışı, Tanrısal kudretin bir tezahürü olarak gördüğü için, Tanrı’nın yaptıklarını yapabileceklerinin teminatı olarak görmesi, yeniden yaratılışın imkanına dair inanca, bu saydıklarımız gibi akıl yürütmelerden  bağımsız olarak da sahip olmasını mümkün kılmaktadır.

Ted Peters, Hıristiyan teolojisinde ‘ölümsüz ruh’ ile ilgili kavramlar yer almış olsa da insanın kurtuluşunun maddi bedenin yeniden yaratılışı üzerine bina edildiğini söyler. Peters, Kartezyen dualizmi yanlış bile olsa bunun Hıristiyan inancını etkilemeyeceğini, Hıristiyan inancının bedenden bağımsız bir cevherin veya beyin işlemlerinin devamı gibi felsefi veya bilimsel bir nedene bel bağlamadığını, Tanrı’nın eylemi ile eskatolojik transformasyonun oluşacağına inanmanın asıl olduğunu söyler.[93] Turan Koç, teizm için, yeniden yaratılış imkanı bakımından ruhun ölümsüzlüğünün tek çıkar yol olmadığını; hatta yeniden yaratılışı kabul eden teistik bir kültür çevresinde yetişmiş biri için, bedenli diriliş yanında böyle bir şeyin arzu edilmeye bile değmeyeceğini ifade eder.[94]  Koç, İslam düşüncesinde bedenin dirilişinin imkanı tartışılırken asıl vurgunun Tanrı’nın bilgisine ve kudretine olduğunu ve Tanrı açısından bu konuya bakıldığında problem oluşturacak herhangi bir yönün bulunmadığını söyler.[95]

 

  SONUÇ

     Beyin hakkındaki bilimsel araştırmalar ne kadar ilerlerse ilerlesin, insan zihninin sadece maddi cevherle açıklanabileceğini söyleyen yaklaşımın doğrulanması mümkün gözükmemektedir. Her şeyden önce zihnin en önemli özelliği olan bilinç maddi süreçlere indirgenememektedir. Bilincin öznelliği, kendine mahsus epistemolojik durumunu oluşturmaktadır; bilimsel araştırmanın konusu nesnel olmalıdır, oysa bilinç durumları birinci şahıs ontolojisi olarak yaşanırlar ve nesnel araştırmanın konusu olamazlar. Searle’ün dediği gibi, daha da kötüsü, kendi öznelliğimizi biz bile gözlemleyemeyiz, çünkü gözlenmesi beklenen ile gözlem aynıdır ve ayırt edilmeleri imkansızdır. Ayrıca Penrose’un gösterdiği gibi ‘matematiksel anlayış’ın kendisi bile matematikleştirilememektedir. Bu ise, insan zihnini maddeci yaklaşımla anlamada en çok umut bağlanan yapay zekaların hiçbir zaman insan zihnini taklit edememesi demektir, çünkü matematikleştirilemeyen bilgisayarlara yüklenemez. Bunlar, insan zihninin maddi süreçlerle anlaşılmasının imkansız olması demektir (insan zihni sadece maddi cevherden oluşuyorsa bile); ne bilincin öznelliğini nesnelleştirmek, ne de matematiksel olmayanın matematikleştirilmesi mümkündür. Burada karşımıza çıkan epistemolojik barikatın aşılmasının insani yetenekler ve araçlarla mümkün olmaması yüzünden ‘güçlü bir agnostik tavır’ (ilerleyen zamanla da bu sorunun çözülemeyeceğini savunan bir tavır) benimsiyoruz.

Diğer yandan insan doğasının materyalist bir yaklaşımla açıklanamaması dualist bir yaklaşımın kabulünü gerektirmez. Dualist iddialarla insan zihninin neliğinin anlaşılmasına ciddi bir katkıda bulunulamamakta, bunun yerine açıklanamayan boşlukların ayrı bir cevherle doldurulması önerilmektedir. Fakat zihnin açıklanmasında -varlığını bizim de savunduğumuz- boşlukların, ayrı bir cevherle doldurulmasının tek yol olduğuna dair iddianın temellendirilmesi mümkün değildir. Nitekim, eleyici materyalizmin yanlışlarına düşmeden, bilincin, maddenin belli bir bileşimde bir araya geldiğinde ‘zuhur eden’ bir fenomen olduğunu söyleyen ve bilincin maddenin parçaları ile açıklanamayacağını, fakat madde-dışı bir cevherle de ilgili olmadığını savunan yaklaşımlar da vardır. Bu yaklaşımlar, zihnin doğasının anlaşılmasına ciddi bir katkı yapmasa da, diğer maddeci yaklaşımların göstermeye çalıştığımız hatalarını tekrarlamamaktadır, diğer yandan dualist yaklaşım da zihnin doğasının anlaşılmasına daha fazla katkı yapıyor değildir. Bilinci yok sayan ve önemsemeyen tek maddi cevherci yaklaşımlar ile beyin fonksiyonlarıyla ilgisiz veya az ilgili bir cevher olarak ruhu kabul eden yaklaşımların yanlış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ama ‘zuhur etme’ yaklaşımı ve insanın bedeniyle ruhunun sıkı irtibatını reddetmeyen dualist yaklaşım arasında -aslında zihnin doğası adına çok az şey söyleyen bu yaklaşımlar arasında- karar vermenin mümkün olmadığını ve bu hususta agnostik tavır benimsemenin en tutarlı yol olduğunu düşünüyoruz.

  Felsefi ve bilimsel açıdan agnostik kaldığımız bu konudaki tavrımızı sürdürmekte teist dinlerin teolojileri açısından da bir sorun olmadığı kanaatindeyiz. Öncelikle teist dinlerin Kutsal Metinleri’nde ‘cevher’ kavramı geçmemektedir ve bu metinlerde ‘ayrı cevher’ anlamına geldiği söylenen ifadeleri kişi, can, yaşam veya ayrı özellik gibi anlayan birçok düşünür ve yorumcu da bulunmaktadır.

Teizmin bütün sisteminin üzerine inşa edildiği ‘Tanrı inancı’ açısından da dualist veya karşıt görüşten birinin benimsenmesi herhangi bir fark oluşturmayacaktır; bu görüşlerden biri doğruysa Tanrı’nın daha mükemmel olduğu, diğeri doğruysa Tanrı’nın daha az yüce olduğu iddia edilemez.

Teolojik açıdan özgür iradenin ne olduğu, hatta olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Eğer özgür iradenin varlığına inanmayı teolojik bir zaruret olarak görüyorsak bile, bunun ancak ruhun ayrı bir cevher olması durumunda mümkün olduğunu savunmak hatalı olacaktır. Genelde, sadece maddi olanda özgürlük olamayacağına dair iddialar Newton fiziğine bağlı bir determinizm anlayışıyla savunulmuştur, oysa bu anlayışa günümüzde kuantum ve kaos teorileriyle karşı çıkılmaktadır.[96] Ayrıca bilinç ile beraber özgür iradenin de ‘zuhur ettiği’ savunulabilir; bu yaklaşım yine dualist yaklaşım gibi çok az şey söyler nitelikte olmasına karşın, sadece maddi cevher içinde kalındığında da özgür iradenin savunulmasının mümkün olduğunu gösterebilmektedir.

Yeniden yaratılışın savunulabilmesi için de insan doğasının madde-dışı bir cevher ihtiva etmesi gerektiği iddiası hatalıdır. Her şeyden önce teizmin eskatolojik anlatımları, Tanrı’nın bilgisine ve kudretine bağlanarak temellendirilir; yeniden yaratılış için Tanrı ayrı bir cevher yaratmaya muhtaçmış gibi bir yaklaşım, teist teolojinin en merkezi inançlarından olan Tanrı’nın kudretinin sınırsızlığı ile çelişkili olacaktır. Tanrı’nın merkezde olmadığı Hint düşüncesi açısından ruhun ayrı bir cevher olmaması sistemin çöküşü anlamına gelecek olsa da, yeniden yaratılışın, ruhun ezeliliği gibi ruhun sıfatlarına değil de Tanrı’nın sıfatlarına bağlandığı teizm için bir sorun olmayacaktır. Teist ontolojiye göre, farklı iki cevherin irtibatı Tanrı’nın bunu düzenlemesiyle mümkün olduğu için, bir teistin bu irtibat sorunu yüzünden -materyalistler ve metodolojik natüralizmi benimseyenler gibi- dualizmi imkansız görmesi gerekmez. Diğer yandan, bir teist ‘Tanrı isterse her şey mümkündür’ inancından dolayı Tanrı’nın iki cevherle yapabileceği her şeyi (yeniden yaratılış gibi) tek cevherle de gerçekleştirebileceğine inanır ki bu da teist teolojinin yeniden yaratılışın imkanı için dualizme ihtiyacı olmaması demektir.

   . Bütün bunlar bizi -bilimsel ve felsefi yönden olduğu gibi- teolojik olarak; Kutsal Metinler’deki ifadeler, Tanrı kavramı ve özgür irade sorunu açısından olduğu gibi yeniden yaratılış sorunu açısından da, insan doğasını, dualizmle ve sadece maddi cevherle açıklayan yaklaşımlar karşısında agnostik kalabileceğimiz sonucuna -hatta en tutarlı yolun böylesi bir tavır belirlemek olduğu sonucuna- ulaştırmaktadır. Tanrısal kudret açısından mümkün olan farklı alternatifler varsa ve bu şıklardan birininin seçilmesinin Tanrısal hikmete daha uygun olduğunu belirleyemiyorsak, Tanrı’nın bunlardan hangisini gerçekleştirdiği ile ilgili sorulara “Bilemiyoruz” demek hem tutarlılık, hem de teolojik tavır açısından en uygunu olacaktır. Böylesi bir tavır, hem Tanrı’nın bütün hikmetleri çözülebilmiş gibi iddialarda bulunmanın kibrinden sakınılmasına; hem de din ve bilim arasında bu konuda çıkartılan çatışmanın, dinen bu şıklardan birinin tercih edilmesinin zarureti olmadığı gösterilerek, çözümlenmesine vesile olabilir. (Caner Taslaman) http://www.canertaslaman.com/bedenveruh/caner_taslaman_makale_bedenveruh.pdf

 


[1] Platon, Phaidon, Sosyal Yayınları, İstanbul  (2001), s. 35-42.

[2] Ian Barbour, When Science Meets Religion, Harper Collins, New York (2001), s. 130.

[3] Descartes, Metod Üzerine Konuşma, çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınları, İstabul (1984), s. 46.

[4] La Mettrie, İnsan Bir Makine, çev: Zehra Bayramoğlu, Havass Yayınları, İstanbul (1980).

[5] Arda Denkel, İlkçağda Doğa Felsefeleri, Özne Yayınları, İstanbul (1998), s. 54.

[6] Friedrich Albert Lange, Materyalizmin Tarihi ve Günümüzdeki Anlamanın Eleştirisi 1, çev: Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul (1998), s. 36-46.

[7] Friedrich Albert Lange, age, s. 47-49.

[8] Richard Dawkins, The God Delusion, Black Swan, Berkshire (2007), s. 209-210.

[9] Georges Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri, çev: Enver Aytekin, Sosyal Yayınları, İstanbul (1999), s. 129-165.

[10] George Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine, çev: Halil Turan, Bilim Ve Sanat Yayınları, Ankara (1996).

[11] Doğadaki her şeyin farklı düzeyde bile olsa bilinçli olduğuna dair görüş. Bakınız: The Cambridge Dictionary Of Philosophy, Editör: Robert Audi, Cambridge University Press, Cambridge (1995), ‘panpsychism’ maddesi, s. 555-556.

[12] Benedictus de Spinoza, Tractatus Theologica-Politicus, çev: Samuel Shirley, Brill Academic Publishers, Leiden (1997).

[13] Roger Penrose, Us Nerede? Kralın Yeni Usu 3, çev: Tekin Dereli, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara (2006), s. 89.

[14] Ian Barbour, Religion In An Age Of Science, Harper And Row Publishers, New York (1990), s. 194.

[15] Ian Barbour, Issues In Science And Religion, Harper And Row Publishers, New York (1971), s. 323.

[16] Francis Crick, Şaşırtan Varsayım, çev: Sabit Say, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara (2000), s. 179-194.

[17] Francis Crick, age, s. 284.

[18] John Searle, Akıllar Beyinler Ve Bilim, çev: Kemal Bek, Say Yayınları, İstanbul (1996), s. 10.

[19] Patricia Smith Churchland, From Neurophilosophy: Toward A Unified Science Of The Mind-Brain’, (editörler: Eleonore Stump ve Michael J. Murray, Philosophy Of Religion: The Big Questions içinde) Blackwell Publishing, Malden (2006), s. 376.

[20] John Cottingham, Descartes Sözlüğü, çev: Bülent Gözkan ve diğ., Sarmal Yayınevi, İstanbul (1996), s. 96.

[21] Alvin Plantinga, ‘Methodological Naturalism’, (editör: Jitse Van Der Meer, Facets Of Faith And Science içinde), University Press of America, Lanham (1996).

[22] Hint kültüründeki gibi  -Tanrı’ya vurgu yapmadan- ruh ve bedenin buluşması ile ilgili inançların, rasyonel açıdan savunulamayacağı kanaatindeyiz.

[23] Jerome A. Shaffer, Zihin Felsefesi, çev: Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul (2005), s. 103.

[24] Belki de gerçekten telepati ve psikokinesise dair iddialar saçmalıklardan ve sahtekarların düzenlerinden ibaret olabilir. Fakat burada önemli olan naturalist ön kabullerin, düşünceleri ve araştırmaları nasıl belirlediğini görebilmektedir. Naturalist yaklaşım, kendine aykırı gördüğü olguları araştırma konusu bile yapmayarak kendisinin yanlışlanmasına olanak tanımamaktadır.

[25] Jerome A. Shaffer, age, s. 119.

[26] John Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, çev: Muhittin Macit, Litera Yayıncılık, İstanbul (2004), s. 27.

[27] Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev: İlknur Ata ve İbrahim Turan, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul (1998), s. 130-135.

[28] John Searle, age, s. 13-44

[29] Bu, ontolojideki yargılardan (olan) ahlaki yargılar üretilmesini (olmalı) ‘doğalcı yanlış’ (naturalistic fallacy) olarak niteleyerek eleştiren yaklaşıma benzetilebilir. Fakat bu sefer belli bir metodolojinin seçilmesinden ontolojiye dair yargılar (olan) üretilmeye kalkılmaktadır.

[30] ‘Paradigma’ bilim insanlarının dünyaya bakış açılarını belirleyen, yapılan bilimsel çalışmaların temel ön kabullerini dikte eden, ayrıca bilimsel faaliyetin oluştuğu ve kontrol edildiği sosyolojik ortamı ifade eden genel çerçevedir. Günümüzde dualizmin gözden düşmesinde mevcut paradigmanın etkisi olduğu gibi; Ortaçağ’da, dualizmin hem teolojik hem de bilimsel bir kanaat olarak yaygın olmasında, o dönemin paradigması belirleyici olmuştur. Paradigma kavramı için bakınız: Thomas Kuhn, The Structure Of Scientific Revolutions,The University of Chicago Press, Chicago (1970).

[31] Turan Koç, Ölümsüzlük Düşüncesi, İz Yayıncılık, İstanbul (2005), s. 77.

[32] Francis Crick, age, s.4.

[33] John Searle, age, s. 36,96.

[34] John Searle, age, s. 131-132.

[35] Daniel Dennett, Conciousness Explained, Little-Brown, Boston (1991).

[36] John Polkinghorne, Science and Theology, Fortress Press, London (2003), s.59.

[37] Aslında Searle bu konuda bizden daha iyimserdir. Şu an hayal bile edilmeyen bir indirgeme kavramını bize sağlayacak olan büyük bir entelektüel devrimin olabileceğinin reddedilmemesini ister. Bakınız: John Searle, age, s.159. Aslında bu yaklaşım da bildiğimiz indirgeme kavramlarıyla bunun hiçbir zaman başarılı olamayacağı anlamını taşır. Bu yüzden Searle, bilimin normal gelişmesiyle değil fakat hayal bile edilemeyen bir devrimle bu sorunun çözümüne ihtimal verir.

[38] Roger Penrose, Büyük Küçük Ve İnsan Zihni, çev: Cenk Türkman, İzdüşüm Yayınları, İstanbul (2005), s. 112.

[39] John Searle, age, s. 131.

[40] Ned Block-Gabriel Segal, ‘The Philosophy Of Psychology’ (editör: A. C. Grayling, Philosophy 2 içinde), Oxford University Press, Oxford (1998), s. 14.

[41] Ian Barbour, Neuroscience, Artificial Intelligence, And Human Nature: Theological And Philosophical Reflections’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 262.

[42] Ian Barbour, Issues In Science And Religion, s. 353-354.

[43] John Searle, age, s. 32.

[44] John Searle, Akıllar Beyinler Ve Bilim, s. 44-49.

[45] Ned Block, Gabriel Segal, age, s. 6.

[46] Roger Penrose, Bilgisayar Ve Zeka: Kralın Yeni Usu 1, çev: Tekin Dereli, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara (2000), s. 35-85.

[47] Roger Penrose, Büyük Küçük Ve İnsan Zihni, s. 123-130; Roger Penrose, The Road To Reality, Jonathan Cape, London (2004), s. 374-378.

[48] Roger Penrose, Büyük Küçük ve İnsan Zihni, s. 133,134.

[49] Roger Penrose, age, s. 157.

[50] Richard Swinburne, The Evolution Of The Soul, Clarendon Press, Oxford (1997), s. 21-141.

[51] Aslında maddeci yaklaşım da bilincin maddi bedeni nasıl etkilediğini; örneğin zihinsel bir sıkıntının (sıkıntının sebep olduğu kimyasal değişimlerin değil) nasıl tansiyonu yükselttiğini veya kolu kaldırma iradesinin kolu nasıl kaldırdığını açıklayamamaktadır.

[52] Ian Barbour, age, s. 326.

[53] Philip Clayton, ‘Neuroscience, The Person And God: An Emergentist Account’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 181-214.

[54] Arthur Peacocke, ‘The Sound Of Sheer Silence: How Does God Communicate With Humanity?’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 215-247.

[55] Biri tek cevher ve biri iki cevher kabul eden bu yaklaşımlar, bilincin indirgenemezliğini kabul etme noktasında ortak tavır içindedirler. Zaten bu yüzden de ‘zuhur etme’ ile ilgili yaklaşımı savunanları gizli-dualist (crypto-dualist) olarak niteleyenler olmuştur (kendileri bu tanımlamayı kabul etmeseler de). Bakınız: Philip Clayton, age, s. 212.

[56] Teoloji ifadesi ile özellikle üç tektanrılı dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) teolojilerini kastediyoruz.

[57] Kimi zaman üç tektanrıcı dinin teolojilerinde ‘üçleme’ konusunda olduğu gibi  çok derin farklar olabilmektedir. Fakat bu konuda, büyük mezheplerin dualizmi benimsemesinden, her bir dinin içindeki birçok düşünürün buna muhalefetine, hatta Kutsal Metinler üzerindeki benzer yorumlara benzer itirazlara kadar yapılan tartışmalarda üç din arasında büyük benzerlikler vardır.

[58] Joel B. Green, ‘Restoring The Human Person: New Testament Voices For A Wholistic And Social Antropology’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 4-5.

[59] Augustinus’un, Katoliklikten Protestanlığa tüm Hıristiyan dünyada en etkin birkaç isimden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.

[60] Ian Barbour, When Science Meets Religion, s. 130.

[61] Nancey Murphy, ‘Introduction’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri; Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 5.

[62] Immanuel Kant, Critique Of Practical Reason, çev: J.M.D. Meiklejohn, William Benton, Chicago (1971), s. 344.

[63] John Paul II, ‘Message To The Pontificial Academy Of Sciences On Evolution’, (Origins 26 içinde), (1996), s. 414-416.

[64] Richard Swinburne, The Evolution Of The Soul.

[65] Nancey Murphy, age, s. 7.

[66] Muhit Mert, İnsan Nedir? İnsanların Tanımlanmasına Dair Kelami Bir Yaklaşım, Ankara Okulu Yayınları, Ankara (2004), s. 72-80.

[67] Gazzali, Filozofların Tutarsızlığı, çev: Mahmut Kaya ve Hüseyin Sarıoğlu, Klasik, İstanbul (2005), s.178-224 (18.,19. ve 20. meseleler). Gazzali burada Farabi ve İbn Sina’nın konuya yaklaşımlarını eleştirmekte, bedenle yaratılışa inancın önemini ve bu konunun ancak dini kaynaklar vasıtasıyla bilinebileceğini vurgulamakta ve kendisi de eleştirdiği filozoflar gibi ruhun soyut bir cevher olduğunu savunmaktadır.

[68] Turan Koç, Ölümsüzlük Düşüncesi, s. 42.

[69] Yusuf Şevki Yavuz, İslam İnancında Ruh Problemi, www.yusufsevkiyavuz.com.

[70] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara (2000), s. 205.

[71] Kuran-ı Kerim, Zümer Suresi-39/42, Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir içinde, hazırlayanlar: Hayrettin Karaman ve diğerleri,Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara (2004), cilt 4, s. 540.

[72] Yusuf Şevki Yavuz, age.

[73] Muhit Mert, age, s.21.

[74] Kuran-ı Kerim, Hicr Suresi-15/29, age, cilt:3, s. 314. Kuran’da Sad Suresi-38/72. ayette de Adem’e ‘ruh üflenmesi’ geçer; Secde Suresi-32/9. ayette ise insanlara ‘ruh üflemesi’nden bahsedilir.

[75] Erkan Yar, age, s. 81-82.

[76] Voltaire, Felsefe Sözlüğü, çev: Lütfi Ay, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul (2001), s. 354.

[77] Kuran-ı Kerim, İsra Suresi-17/85, age, cilt:3, s.441. Bu ayetteki ‘ruh’ ifadesine, insanın sahip olduğu bir şey (canlılık özelliği veya ayrı cevher) anlamının yanında Cebrail, ilahi mesaj anlamları da verilmiştir.

[78] Descartes, Meditasyonlar, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul (1996), s. 159.

[79] Kant, The Critique Of Pure Reason, çev: J.M.D. Meiklejohn, William Benton, Chicago (1971), s. 140-141.

[80] Paul Davies, God And The New Physics, Simon Schuster, New York (1984), s. 79-80.

[81] 20. yüzyılda evrenin objektif indeterminist yapıda olduğuna dair görüş üzerinde büyük tartışmalar çıkmış ve hiçbir zaman bu yaklaşım, Newton fiziğinin 18. ve 19. yüzyıllardaki determinist yorumu kadar geniş kabul görmemiştir. Einstein, Penrose, Planck gibi ünlü isimler indeterminizmin bizim cehaletimizden kaynaklandığını, ontolojik bir durum olmayıp sadece epistemolojik bir durum olduğunu söylemişlerdir. Heisenberg, Popper ve Prigogine gibi ünlü isimler ise ontolojik indeterminizmin varlığını savunmuşlardır. Bu konuda bakabilirsiniz: Ian Barbour, Religion In An Age Of Science, s. 101-104.

[82] Werner Heisenberg, Fizik ve Felsefe, çev: M. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, İstanbul (2000).

[83] Ilya Prigogine, Kesinliklerin Sonu, çev: İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları, İstanbul (2004).

[84] The Cambridge Dictionary Of Philosophy, ‘free will problem’ maddesi, s. 281.

[85] Roger Penrose, age, s. 135-142.

[86] John Polkinghorne, age, s.58.

[87] Michael Peterson ve diğerleri, Akıl Ve İnanç, çev: Rahim Acar, Küre Yayınları, İstanbul (2006), s. 284.

[88] Turan Koç, age s. 28.

[89] Ian Barbour, When Science Meets Religion, s. 131.

[90] Turan Koç, age s. 56.

[91] Paul Davies, age, s. 86-87.

[92] Dean W. Zimmerman, ‘Materialism And Survival’, (editörler: Eleonore Stump ve Michael J. Murray, Philosophy of Religion: The Big Questions içinde), Blackwell Publishing, Malden (2006), s. 384-385.

[93] Ted Peters, ‘Resurrection Of The Very Embodied Soul?’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 326.

[94] Turan Koç, age, s. 74.

[95] Turan Koç, age, s. 144-145.

[96] Doğa yasalarının neliği ile ilgili konu, hem özgür irade sorunu hem de dualizm ve karşıt görüşü açısından önemlidir.  Bu konu, makalemizin planlanan uzunluğunu fazlasıyla aşacağı için bu konuya giremiyoruz.

posted in RUH-BEDEN | 0 Comments