YOZLAŞTIRILIP TAHRİF EDİLEN KUR’AN KAVRAMLARINA BİR ÖRNEK: “NEFS”
NEFS KAVRAMININ ANLAM VE MÂHİYETİ
‘Nefs’, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir.
‘Nefs’, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Şeriat ilminde ise, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmektedir. Nefs kelimesi zaman içerisinde birçok anlam kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi.
‘Nefs’, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, isteklerin merkezidir. İnsan, şekil yani cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın rûhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın, sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur.
İslâm’ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar. Nefs bazen şeytanın kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya başlar. O noktada kendini ve işlevini unutur. Sahibini azgınlığa ve isyâna sürükler. Aslında nefse isyanı da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır (91/Şems, 7-8). Ancak insan bu noktada sınanmaktadır. İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile, gayrı meşrû arzular arasına sınır koyuyor (91/Şems, 9-10). (1)
Allah, Kitab’ında iki ayrı yerde nefse yemin etmekte, ona dikkatimizi çekmektedir: “Nefse ve onu şekillendirene; ona fücûrunu (bozukluğunu/isyânını) ve takvâsını (korunmasını/itaatini) ilham edene yemin olsun. ” (91/Şems, 7-8). Yine, kıyâmet gününün hemen ardından nefse (kendini hesaba çeken, levvâme özelliğindeki nefse) de yemin etmektedir (75/Kıyâmet, 1-2). Allah Teâlâ, direkt olarak nefse hitap edip, onu cennetine dâvet etmektedir: “Ey mutmain (huzura eren) nefis! Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön!” (89/Fecr, 27-28)
Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona “fücur” ilham etmiştir. Fücur Arapçada, “doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması” anlamına gelir. Dinî terim olarak fücurun anlamı ise şöyle verilir: “Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü…”
Şems Sûresi’ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah’ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak… Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir.
Kur’ân-ı Kerim’den nefse fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz (91/Şems, 7-10). İnsanı Allah’a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır.
Kur’an, nefsin sadece olumsuzluğa meyilli ve tek yönlü olduğunu kabul etmez. Kur’an’a göre, insanı daima kötülüğe çağıran nefsin hevâsına karşın, onu daima iyiliğe çağıran nefsin vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan denilen nefsin bu yönü, bir anlamda doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kur’an’da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
Nefs-i emmârenin, Yusuf (a. s. ) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bütün insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a. s. ): “…Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir” (12/Yusuf, 53) diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, her nefsin tabiatındandır. Ancak Allah’ın emirlerine yönelen ve böylece İlâhî rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibâret kalır. Zira Yusuf (a. s. ) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah’a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. ” Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır. (2)
Sûfilerin (Tarikatçıların) nefsi çeşitli mertebelere ayırıp en düşük mertebesinin nefs-i emmâre olduğunu belirtmesini Kur’an’dan ve bir peygamberden yola çıkarak doğru bulmak mümkün değildir. Bu mertebe anlayışına göre, Hz. Yûsuf’un nefsi, demek ki en aşağı mertebede olmakta ve Hz. Yusuf’a devamlı kötülüğü emretmektedir. Hâlbuki, Hz. Yûsuf, nefsin bir özelliğinden bahsetmektedir. Her insanın nefsi, ne kadar terbiye ederse etsin, yine de kötülüğü emretmektedir. Önemli olan nefsin bu emrini yerine getirmemek, nefsin hevâsının bu arzusunu kişinin reddetmesidir ki, Yûsuf (a. s. ) da böyle yapmıştır. Nefsin bu kötülüğü emredici (emmâre) özelliği, bir peygamber için bile sözkonusudur.
Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup İlâhî âleme yöneldiği zaman nefis, “nefs-i mutmainne” olarak adlandırılır. Şehvete tâbi olup üzerine gazap hâkim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157). Taberî; “kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir” demektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1).
Nefsin mertebeleri/merhaleleri olarak merdiven basamağı ve sınıf atlama şeklinde çıkılan makam olarak kabul edilen bu yaklaşımların, Kur’an’la sağlaması yapılmadan, daha çok tasavvufî anlayışa dayandığını hatırlatmamız gerekiyor. Nefisle ilgili Kur’ân-ı Kerim’deki ifâdeleri, nefsin özellikleri olarak anlamak gerekmektedir.
KUR’ÂN-I KERİM’DE NEFS KAVRAMI
“Nefs” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 298 yerde geçer. “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir?
“Nefs”in Allah’a ıtlak olunduğu âyetler, ya bizzat Allah Teâlâ’nın kendi sözleriyle veya başka birinin ağzından dile getirilmiştir. Bu âyetler hep “Allah’ın zâtı” mânâsını ifâde etmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya hitâben: “Seni nefsim (kendim) için seçtim. ” (20/Tâhâ, 41) buyuruyor. Başka bir âyet-i kerîmede de, bu defa Hz. İsa’nın ağzından “nefs” sözcüğü Allah Teâlâ için kullanılmaktadır: “(Ey Rabbim!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem. ” (5/Mâide, 116).
Bazı âyetlerde Allah Teâlâ, “nefs” kelimesini kendisi için kullanır: “O (Allah) rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 12); “Rabbiniz rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 54); “Allah sizi nefsinden (Kendisinden) sakındırır. ” (3/Âl-i İmrân, 28 ve 30).
Nefsin Diğer İlâhlar Hakkında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’dan başka, putperestlerin tapındıkları tanrılar için de iki ayrı yerde “nefs” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir (25/Furkan, 3; 13/Ra’d, 16).
KUR’ÂN-I KERİM’DE NEFS KELİMESİNİN FARKLI ANLAMLARDA KULLANILMASI
Nefsin Ruh Anlamında Kullanılması: “Nefs” ile “ruh”un aslında aynıdır; terbiye edilmemiş rûha “nefs”, terbiye edilmiş nefse de ruh denilir. Kur’an’da “nefs”in en çok “ruh” anlamında kullanıldığını görüyoruz (6/En’âm, 93); 39/Zümer, 42; 75/Kıyâmet, 2; 91/Şems, 7-10 vb).
Nefsin “Kalp, Gönül, İçdünya” vb. Anlamlarında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde nefs kelimesinin, “insanın kalbi, gönlü, içdünyası” gibi mânâlarda da kullanıldığı görülmektedir (2/Bakara, 87, 109, 235; 3/Âl-i İmrân, 154; 11/Hûd, 31; 12/Yusuf, 77; 27/Neml, 14 vb).
Nefsin “İnsan Bedeni” Anlamında Kullanılması: (12/Yusuf, 32, 51; 3/Âl-i İmrân, 61, 145; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 33; 2/Bakara, 240; 16/Nahl, 7 vb).
“Nefs”in “Bedenle Birlikte Ruh” Anlamında Kullanılması: (16/Nahl, 111; 3/Âl-i İmrân, 25, 151; 11/Hûd, 105; 21/Enbiyâ, 47; 36/Yâsîn, 54; 82/İnfitâr, 5; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitâr, 5, 19 vb).
Nefsin “Kötülüğü Emredici” Anlamında Kullanılması: İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan nefs-i emmâre ile ilgili âyet-i kerîmede Hz. Yusuf şöyle konuşuyor: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin merhamet ettiği hâriç…” (12/Yusuf, 53). İnsan nefsi, kötülük yönüne meyledicidir ve bütün gücüyle kötü işleri telkin edicidir. Genel olarak, insan nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. Nefis, kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle başbaşa kalırsa kötülüğe sürüklenebilir. Ancak, yukarıdaki âyet-i kerîmeden de anladığımız üzere Allah Teâlâ’nın koruduğu, yani Hz. Yusuf (a.s.)’un nefsi gibi Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş, başka bir deyişle terbiye edilerek rûhânî ve mânevî özellikler kazandırılmış nefisler bundan müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın himâyesi nefsin kötülüğü emredici özelliğini etkisiz kılar. Kur’ân-ı Kerim’de nefsin insanı aldatıcı ve kötü işlere sürükleyici özellikleri, özellikle şu âyetlerde belirtilir: 12/Yusuf, 18; 20/Tâhâ, 96; 5/Mâide, 30; 14/İbrâhim, 22; 50/Kaf, 16; 59/Haşr, 9 vb.
Nefsin “İnsan, Cin, Melek, Hayvan veya Bitki İçin Zât (Kişi, Kimse, Kendi, Şahıs vb. )” Anlamında Kullanılması: Nefsin bir yönüyle de, “bir şeyin zâtı ve hakikati, yani varlığı” mânâsına geldiğini biliyoruz. İşte bu anlamda Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin insanlara, cinlere, hayvanlara veya bitkilere, kısacası yeryüzündeki canlı varlıklara ıtlak olunarak, onların zâtı, varlığı mânâsında kullanıldığına şâhit oluyoruz: (2/Bakara, 48; 31/Lokman, 28, 34; 74/Müddessir, 38)
Nefsin, “Cins, Tür” Anlamında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’in zengin kullanım biçimlerinden biri de “nefs”in geçen tüm mânâlarının yanısıra, bir de “cins, tür” anlamında kullanılmış olmasıdır (9/Tevbe, 128; 30/Rûm, 28; 7/A’râf, 189; 16/Nahl, 72; 42/Şûrâ, 11).
Nefsin Diğer Kullanılış Biçimleri: Kur’ân-ı Kerim’de, “nefs”in, ana başlıklar altında toplamaya çalıştıklarımızdan başka kullanılış şekilleri de vardır. Meselâ Fahreddin Râzî, “nefs”in Kur’an’da “akıl” mânâsında da kullanıldığını söyler. Ona göre: “Odur ki; geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün de ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir…” (6/En’âm, 60) âyetinde geçen bu durum, akıl dışındaki hallerin, uyku durumunda etkisini sürdürmesi nedeniyledir. Akıl, uyku ile uyanıklık ânında değişen bir haldir. Demek ki; Râzî, uyku ânında insanın aklını kullanamaması nedeniyle, bazı âlimlerin “ruh” olarak anladıkları “nefs”i, burada “akıl” olarak kabul etmiştir. Uyku ânında aklın fonksiyonlarını yitirmesi gözönünde bulundurulursa, bu âyet-i kerîmedeki “nefs”ten “akıl” da anlaşılabilir.
Kur’an’da nefsin işkence ve cezâlandırma (3/Âl-i İmrân, 28, 30), gayb (5/Mâide, 116) nefes, gırtlak, boğaz (9/Tevbe, 118) gibi başka anlamlarda kullanıldığı da görülür.
Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de nefis, sadece kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmez. Kur’an, nefsin terbiye edilerek güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline getirilebileceğini ifade ederek bunu tavsiye eder. İnsanın gönlüne, kalbine, iç dünyasına da delâlet eden nefis, insanın bedenden oluşan cüssesini ve bedeniyle birlikte rûhunu da ifâde etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, nefs kelimesinin 298 yerde kullanılması ve nefs üzerine yemin edilmesi, Allah Teâlâ’nın bu kavrama ne derece önem verdiğini göstermektedir. (3)
HADİS-İ ŞERİFLERDE NEFS KAVRAMI
“Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)
“Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz. ” (Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45)
“Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû’ 2; Buhârî, Târih)
Vâbisa ibn Ma’bed (r. a. )’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle dedi: “Rasûlullah’ın huzuruna varmıştım. Bana: “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. “Evet” dedim. O zaman şunları söyledi: “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve başkaları sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî, Büyû’ 2)
“Seni işkillendirip huzursuz edecek, sana şüphe veren şeyleri bırak, işkillendirmeyen, şüphe vermeyene bak!” (Buhârî, Büyû’ 3; Tirmizî, Kıyâmet 60; Nesâî, Kudât (Kazâ) 11)
NEFİSLE İLGİLİ UYDURMA HADİSLERDEN BAZILARI
Nefsi, Kur’an’da kullanılan anlamlarından soyutlayıp günah keçisi haline dönüştüren mutasavvıflar(tasavvufçular), bu konuda sağlam delil bulamayınca, hadis uydurmaktan da çekinmemişlerdir. Bunlardan sık sık tekrar edilip, halka mal edilen ve araştırma yapmayan nice hocanın bile kulaktan dolma bilgilerle doğru olduğunu zannederek hadis diye sunduğu meşhur rivâyetlerden birkaçını belirtelim:
“Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur. ” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, mevzû (uydurma) olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı sâbittir’ dedi. Denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini anlamış olur. ” Bu sözün, Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r. a. )’e âit olduğu beyan edilir (Nehcü’l-Belâğa, Hz. Emir Ali bin Ebî Tâlib, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Kum, 1989, s. 419; A. Yıldırım, 229-230). Anlam bakımından bu sözün tersi daha doğru olmalıdır: “Rabbini bilen nefsini/kendini bilmiş olur.” Allah’ı tanımadan insanın kendini/nefsini doğru tanıyabilmesi hemen hemen mümkün değildir (Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T. Diyanet Vakfı Y. , Ank, 2000, s. 229-230; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Y. , Konya, 2001, s. 326-332).
“Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” Hz. Peygamber böyle deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir. ” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî (a. g. e. I/187)ve Hucvirî (a. g. e. 314) bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile ilgili olarak eserlerine almıştır. Bu rivâyet, ikinci el kitaplarda yer almaktadır. Rivâyeti Irâkî, “bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirtir (Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132). İbn Hacer, bu sözün hadis değil; İbrâhim bin Able’ye ait, dillerde dolaşan bir söz olduğunu söylemiştir (İbn Hacer, Tesdîdu’l-Kavs; Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211). Hz. Peygamber’in Tebük Gazvesi dönüşü buyurduğu rivâyet edilen bu söz hakkında İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İbn Teymiyye, görüşünü âyet (4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20) ve hadislere (bkz. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128) dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir (Mecmûu Fetâvâ, c. 11, s. 197-200). Gerçekten, Kur’an’da kâfirlere karşı cihadın önemini anlatan birçok âyet vardır. Kur’an, büyük cihad olarak kâfirlere karşı cihadı göstermektedir (25/Furkan, 52). İsnâdı problemli olan bu rivâyetin metninin de âyet ve sahih hadislere ters olduğu anlaşılmaktadır (Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 227-228; Muhittin Uysal, a. g. e. , s. 324-325).
“Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir. ” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir (A. Yıldırım, s. 228; M. Uysal, s. 325-326).
“Nefsine düşman ol. Çünkü o Bana düşmanlığa kalkışmıştır. ” İmam Rabbânî, bu rivâyeti nefs-i emmâreyi zemmetmek bâbında zikretmiştir (Mektûbât, I/66, Mek. No: 52). Ancak, buradaki dipnotta bu rivâyetin Hz. Dâvud (a. s. )’dan rivâyet edilen kudsî hadislerden olduğu belirtilmektedir. Hiçbir hadis mecmuasında, Kitab-ı Mukaddes’te ve zühd kitaplarında bu rivayet yoktur, kaynaklarda bulunamamıştır. Hadis kaynaklarında yer almayan bu rivâyetin uydurma ihtimâli çok yüksektir. (A. Yıldırım, s. 231-232; M. Uysal, s. 325)
“Ölmeden önce ölünüz. ” Aliyyu’l-Karî şöyle der: “Askalânî, sâbit olmadığını söylemiştir. Aslında bu, tasavvuf ehli sofilerin sözüdür. Ölmeden önce nefis ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kendinizi kurtarınız, demektir. ” (Aliyyu’l-Kari, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İst. 1986, s. 122; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 291, no: 2669). Genellikle tasavvuf literatüründe bulunan ve bu literatürde hadis diye kabul edilen bu vecîze, hadis kitaplarında tesbit edilememiştir. Ancak, mevzû(uydurma) ve zayıf hadisleri toplayan eserlerde mevcuttur (A. Yıldırım, s. 263). Yaptığımız araştırmalara göre Hz. Peygamber (s.a.s.)’den böyle bir söz rivâyet edilmemiştir. Kesin olan husus, bu sözün hadis olmadığıdır (M. Uysal, s. 340-342). Ölmeden önce ölmek, ölü gibi yaşamak yerine; öldükten sonra yaşamanın, ölümsüzleşmenin, şehâdet ehli şehid olmanın yolu bulunmalıdır.
MÜSLÜMAN NEFSE HAKARET EDİLEBİLİR Mİ?
Merhum Çekmegil, “Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?” diye sorup bu başlık altında şöyle diyor: (Başta tasavvuf kültüründen etkilenenler olmak üzere, nice müslümanın ağzından ya da kaleminden nefse hakaretler yağdırıldığına şâhit olmuşuzdur. ) “İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. ” Onun için “herkes kendi nefsiyle savaşmalıdır”, hatta bu işe “büyük cihad” denir şeklinde ifadelere rastlamayan yok gibidir. Hatipler kürsüde, imamlar minberde, yazarlar kitap ve makalelerinde, büyük çoğunlukla nefsin büyük düşman olduğunu telkin edegelmişlerdir. Bu kontrolsüz telkinler, tekrar edile edile insan zihninde öyle yer etmiştir ki, değil bu söylenenlerin kritiğini yapmak, hatalı olabileceğini bile hatırına getirmez.
Nefsi suçlama ve ona hakaret konusunda aşırıya giden, “benim nefsim Firavundan aşağıdır” diyen, “ah şu köpek nefsim” şeklinde nefsini suçlayan insanlar, toplumda bu sözleriyle takvâ sahibi olduğunu göstermiş kabul edilir.
Peygamberimizin şu hadisi konunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği husûsunda ölçü verir: “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)
Kur’ân-ı Kerim’de, kişinin kendi nefsine zulmetmesinin kınanmış olduğunu (35/Fâtır, 32; 2/Bakara, 57; 3/Âl-i İmrân, 117; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 33; 18/Kehf, 35; 23/Mü’minûn, 209; 29/Ankebût, 40; 30/Rûm, 9; 34/Sebe’, 19; 39/Zümer, 53; 37/Sâffât, 113; 65/Talak, 1), “… Nefsinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) emrini görüyoruz.
Kaynaklara baktığımızda, nefs, insanın bizzat kendisi, kendi rûhudur. Kur’an’da nefs, daha çok, insanın kendisi anlamında karşımıza çıkar (82/İnfitâr, 5, 19). İnsanın şahsiyetini meydana getiren zâtı, özüdür. (…) Bizzat, nefsi “düzenleyen” Yaratıcısının bildirdiği gibi, nefs, kötülüğe düşme tehlikesiyle de karşı karşıya olduğu halde, takvâya da tâlip olacak bir tercih hakkıyla şereflenmiştir (91/Şems, 7-8). Bu şerefe şükretme vücûbiyetine imanla “itmi’nâna, huzur ve tatmine ermiş nefs” (89/Fecr, 27) o kadar mesuttur ki, artık o, Yaratıcısından râzı olarak huzurdadır. Bu huzurlu kul Allah’ından; O’nun kendisine lâyık gördüğü fıtrattan ve imtihanındaki takdirlerden râzı ve Allah da o nefsin itmînânından râzı olduğu halde saâdete dâvet olunmaktadır (89/Fecr, 28-30). Ki, nefsin kendisini tertemiz yapmanın mükâfatı olarak umduğuna ermiştir (91/Şems, 9).
Bu kadar şerefli bir fıtratla yaratılarak en büyük saâdete namzet kılınan nefs, elbette ki ayıplanamaz, kınanamazdı. Hattâ, söz konusu her nefse, kendi nefsî kişiliğine saygı göstermesinin ve nefsini en önde beslemesinin, bazı Usûl-i Fıkıh âlimleri bu saygının vâcip olduğu kaydeder (Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, çev. Abdülkadir Şener, 1973, s. 356).
“Kimse ‘nefsim pis oldu’ demesin” ayıplamasın diye mü’minleri sakındıran Allah Rasûlü, üstelik iyilik yapmaya “önce kendi nefsinden başla…” (Müslim; Fî Zılâl, Hikmet Y. c. 1, s. 458) diye emretmesi, dikkat edilmesi gereken husustur. Cenâb-ı Hak, insan nefsindeki âyetlerden (41/Fussılet, 53) haber vererek “nefsini bilmeyen, nefsini aşağılık yapanlardan başkasının” tevhid dininden yüz çevirmeyeceğini vahyetmiştir (2/Bakara, 130).
İslâm fıkhına göre, “bir kimse ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir. ” Onun için bir mü’minin kendi nefsini “Allah’tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir. ” Bir kimse birini haksız yere öldürürse büyük bir günah işlemiş olur (4/Nisâ, 93). Katilin dünya ve âhirette cezâsı çok ağırdır. Fakat bir kimse, bizzat kendi nefsini öldürürse intihar etmiş olur ki, onun cezâsı ebedî hayatta daha da ağırlaşır (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, 1344). “Kendinizi tehlikeye atmayın. ” (2/Bakara, 195), “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29). Aynı zamanda nefsinize eziyet de etmeyin. Değil nefsi eziyetlere lâyık görmek; tam aksine, onun meşrû ihtiyaçlarını temin ederek, hayatiyetini muhâfaza etmektir iş. Nefsin korunması, İslâm’da aslî görevler arasında zikredilir. Din, nefis, akıl, ırz, mal gibi temel haklar insanın vazgeçemeyeceği vazifelerindendir. Hatta, nefsi korumak, dini korumaktan hemen sonra ikinci sırada yerini alır. Nefsi her çeşit tecâvüzden koruyarak onu izzette tutmak, hayatî bir görevdir.
Böyleyken “nefsi öldürmek”ten bahsetmek, hele hele “ölmeden önce ölünüz” ve cihadın en büyüğü, nefse karşı olanıdır”, “küçük cihaddan büyük cihada döndük” gibi sözleri Allah Rasûlüne mal ederek delillendirmeden söylemek, değişik mânâlarla da olsa, insanı hadis uydurmuş olmanın vebalinden kurtaramayacağı gibi, diğer insanları da yanıltmaya götürebilir.
Başkasına hakaret eden kötülük etmiş olur da, bizzat kendi nefsine hakaret eden insan, nasıl kınanmaz? Şüphesiz nimet ne kadar büyük olursa, onu veren Allah’a şükretmeye yanaşmayan nankör insan da o kadar hakir olur. Bu imtihan âleminde fıska da, takvâdaki şerefe de tâlip olma hürriyetiyle yaşayan her nefse, bu fırsatı izzette tutmak için bazı hudutlara dikkatle yaşaması tavsiye edilmiştir. Yaratıcımız bizlere iyiye, güzele, doğruya, kişiliği muhâfazaya kabiliyetli bir nefis vermiştir. Buna şükreder halde bulunmak saâdete götürür insanı. Diğer yaratılmışlardan ayrı olarak da tâlip olma hürriyeti verdiği bu nefse, kötüyü arzulama meylini, yani hevâ ve hevesini kontrol altında tutmak için yine vahiyle çizilmiş sınırlar göstermiş; onları aşmanın tehlikesine işaret buyurmuştur (Bk. 9/Tevbe, 112; 4/Nisâ, 13-14; 2/Bakara, 187, 229; 65/Talâk 1; 58/Mücâdele, 4). Elbette bu çok önemli bildirilerin ışığı altında nefsi kötülüklere düşmekten korumak her nefse fert fert aslî bir görevdir ki, takvâ da işte budur. Bu hudutlar, izzete yetenekli, zillete temâyüllü her nefis için konulmuş sınırlardır; büyük rahmettir.
Kim bu merhamete lâyık olmak için, ihtiraslarından kendi nefsini korumuşsa kurtuluşu müjdelenmiştir (Bk. 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16; 91/Şems, 9). Hatta sevmediği halde, istemeyerek bu rahmet hudutlarını aşan, “bilmeyerek bir fenâlık” yapan, ancak sonradan pişman olarak nefsini tekrar sınırlar içerisinde muhâfazaya alan kimse, yine bu rahmete lâyık görüleceği şefkatle haber veriliyor (Bk. 6/En’âm, 54). İşte bu büyük rahmeti unutarak Allah’ın zikrinden gaflete düşersek, o zaman sadece -bizden hiçbir zaman ayrı olmayan- nefsimiz kötülüğe düşmez; topyekün bütün insanlığımızla beraber helâk olmayı hak etmiş oluruz demektir. Şüphesiz ki insanlardan “iyi hareket edeni (muhsin) de vardı, nefsine apaçık zulmedeni de” vardır (37/Sâffât, 113). Ve bu imtihan âleminde daima var olması da yadırganamayacaktır.
Kötü arzularından rahatsız olan her insan için meşrû görülmeyen hevâ ve hevesler kendi öz nefsinde bile olsa, “Ben nefsimi tebrie etmem/temize çıkarmam” (12/Yusuf, 53) diyerek haksızlığın müdâfa edilmemesi gerektiğini, bir Peygamber ifâdesiyle veriliyor. Bu haberden şunu da anlayabiliriz: Bir insan, peygamber de değilse, yaratanı tarafından özel olarak ikaz edilmiyorsa, günahsız kalacağı garantisine hiç sahip değildir. Şüphesiz ki irâde sahibi insan, şükürsüzlüğe râzı olarak yaşarken bir fenâlık ederse, kendi nefsine kötülük etmiş olur (35/Fâtır, 18). Kim ihsân eder, güzellik ve iyilik sergilerse, ancak kendi nefsi için yapmış olur (17/İsrâ, 7). Ebedî hesap gününde “artık onlardan kimi şakıy, kimi de saîd” olarak hesaplarını kendileri verecektir (11/Hûd, 105). Müslümanı günah işlemez bir melek, ya da koyun telâkkî etmek sünnet anlayışına uymaz.
Emmâreleşerek, yani Allah’ın emirleri dairesine girmeye çalışmayarak kendi kendisini diktatörleştiren; mutlak âmir olabileceğini zanneden her insan, hudutlara dikkat eden değil; sınırları tesbit etme hakkının kendisinde olduğunu vehmeden ahmaktır. İşte bu tipler, her istediğini illâ da yapmaya kalkar ki, bunlara nefs-i emmâre diyebiliriz. Hudûdunu tanımadan “kötülükleri emreden” her nefis ölmeden evvel, “kendini alabildiğine kınayan (levvâme/levm eden) nefs” (75/Kıyâme, 2) haline inkılâp ederek tevbe ibâdetini yapmaya başlarsa kurtuluşa yönelmiş olur. Yüce Allah, böylesi bir nefsin önemini anlatmak için “Kasem ederim o pişman cana (nefs-i levvâmeye)” (75/Kıyâme, 2) buyurarak yeminle bir iman esasını açıklıyor. Söz konusu emmâreleşen nefis, bir kimsenin kendi öz nefsi de olsa, babası, atası, evlâdı veya kavmi de bulunsa, İlâhî hudutları aşar halde ise elbette ki cezâlandırılmalıdır. Çünkü suçludur o haliyle.
Eğer bir nefis, ister kendisinde, isterse başkalarında bulunsun; vahyî tebliğlerle açıklanmış olan günahları âdilâne ölçülerle karşılayarak kınayabilecek bir kişiliğe yükselebilmişse, yine de takvâya tâlip olarak azizleşebilir. Hem nefsini hem de ailesini, “acı azaptan koruyun!” (66/Tahrîm, 6) emrine uyarak kim “nefsini hevâdan alıkoyduysa” muhakkak onun yeri cennettir (79/Nâziât, 40-41). Çünkü onun yaratıcısı, nefislerin zaaflarını bildiğinden tevbelerini kabul buyurarak “bağışladı” (2/Bakara, 187).
Kısacası, insan nefs olarak kerîm ve şerefli yaratılmıştır. Ve bu lutfedilmiş nefis, Kur’ân-ı Kerim’de bizzat insanın kendisi olarak zikredilir (82/İnfitâr, 5). Ayrıca, kibrin düşürdüğü zulümle kendisini ezenlerin dışında, doğruları kabullenen nefis, iyiye, güzele; takvâya kabiliyetini mahfuz tutmuş bulunur ki, müjdelenmiş olur (91/Şems, 7-9). Özellikle bu yetenek ve müjdelere şükrederek yaşıyorsa bir nefis, artık Allah’ın kendisinden râzı olduğu mutmain bir nefistir (bk. 89/Fecr, 27).
Ruh, can, nefis, yani insan, eğer Allah’ın zikrinden gafletle, kendi kendisinin emrine giren bir gâfil gibi; “Hem ogan (tanrıyız), hem kullarız” mısrâlarıyla, böbürlenen Ziya Gökalp gibi bir nefs-i emmâre olmuşsa, yani mutlak “emretmek ve hükmetmek Allah’a mahsus” olduğu halde gafletle kibirlenerek, kendi adına fermanlar çıkaran, savaşlar açan modern putperest bir nefis olmuşsa, tabiatıyla kötülüğü emreden olur. Ancak, bu kınanacak hal, nefsin kötülüğü emretmek için yaratılmış olduğundan değil; İlâhî hudûda dikkate lüzum görmeyen insanın kendinden çıkar olduğundandır. Bir kimse bu halden pişman olarak “nefs-i levvâme” haline gelemiyorsa, bu onun gafletinin, ya da küfrünün eseri olabilir. Böyle olunca da “mutmain nefis” olmaya çalışmayan hiçbir kimse elbette temize çıkarılamaz.
Aslında nefis, mükerremdir. Ve İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan malıyla olduğu gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır. “Sabredenlere müjdeler!” (2/Bakara, 155)
Bütün bu özellikleri düşünebilirse, Rasûlullah’ın, “Sakın nefsinizi kötülemeyin”, “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118) şeklindeki uyarısını daha iyi anlamış oluruz. Hele İslâm’da edâ edilmesi emredilen en büyük ibâdetin dahi insanın “… ancak nefsi için…” (29/Ankebût, 6) yapar olduğunu Kitab-ı Kerim’de görünce, herhangi bir delil göstermeden, mü’minin öz nefsini düşman olarak ilân etmesinin izahını bulamıyoruz.
İnsanın kendi nefsine haksızlık etmiş olmasının ne olduğunu, daha çok ahmak münkirlerin hakkında “Onlar nefislerine zulmedenlerdir” (11/Hûd, 21) mealindeki âyetten anlayabiliriz. İbâdet maksadıyla da olsa, nefse eziyet vermenin tasvip edilmediğini, Rasûlullah’ın bu husustaki ikazlarını da görünce, İslâmiyet’in fıtrata uygun yegâne ve tek din olduğunu bir daha idrâk ederek şükrediyoruz. Budistlerin ve benzerlerinin, nefse eziyet çektirerek, onu güya ıstıraplarla terbiye etme metodundan ilham alınan davranışlarla, nefsi, İslâm’ın sunmuş olduğu kolaylıklardan, helâl nimetlerden; hakkı bulunan meşrû hazlardan mahrum bırakmanın sünnete uymadığını görüyoruz. Allah Teâlâ, gerek lezzetleri, gerek iştihaları “zarûret miktarından daha azaltan kişileri de kınadı. ” Ebû’d-Derdâ (r. a. ) şöyle söylüyordu: Allah Teâlâ, bütün lezzetleri ve her türlü iştihaları, “aslında tamamıyla mahlûkatın yararlanması için yaratmıştır; Gadabı/kızmayı kendilerine zarar veren şeyi onunla defetsinler için yarattığı gibi. Doğudaki ruhu öne çıkaran Budizm ve benzeri dinler, nirvana kelimesiyle ifâde edilen kurtuluşa ermek için nefse eziyet vermeyi ibâdet sayan mistisizmin etkisindeki bazı kimseler, Buda’nın altı yıl oruç tutarak kendisine eziyet edip duruşunu taklit eder olmuşlardır.
Kişinin kendi nefsini kötülüklerden bizzat korumasının “vâcip” olduğunu anlayan ve “müslümanım” diyen bir kimsenin kendisini, “köpek nefsim”, “alçak nefsim”, “kâfir nefsim” gibi gereksiz hakaretlerle kötülemesi ve bizzat kendi nefsini “en büyük düşman” zannetmesi yakışık almaz; aynı zamanda, “mü’minim” deyişiyle açık bir çelişki teşkil eder ki, günahtır. Bir kimse, kendisinin hem mü’min ve insan olduğunu iddiâ edecek, hem de aynı zamanda kendisinde bir de ayrıca, kâfir bir nefsin, köpek bir nefsin bulunacağına inanmış olması, olacak şey midir? Ölçüsüzlüğün ortaya koyduğu bu nevî tezatlara ne denir ki? Cenâb-ı Hak “insanın (bizzat) kendi nefsine karşı bir şâhit (75/Kıyâmet, 14) olduğunu haber veriyor. Bizlere, İbn Kuteybe’nin “Bir şeyi kendi nefsine isnâd eden kimse, onunla anılmalıdır” vecîzesiyle hareket etmek hoş gelmiyor. Yücelerden yüce Allah, hepimizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun. (4)
Müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak için, Kur’ânî terimlerin aslından, özünden uzaklaştırılmasını önleme gayreti gerekmektedir. Tasavvufçular, nefis kavramını çok açık bir şekilde tahrif etmişlerdir. Tasavvufçular, nefis kavramını sürekli olumsuz çağrışımlarla izah etmişlerdir. Oysa Kur’an’da bu kavram, tek boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de vardır; Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de. Kur’ân-ı Kerim’de insan, bir yanda olumlu, diğer yanda olumsuz özelliklerle değerlendirilir.
“Nefis” terimi, başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece, insanın bizzat kendisini ifâde eder. Nefis kelimesi, insan için kullanıldığında insanın nefsi, onun benliği, özüdür. Yaşayan canlı varlık, hayat özü, şahsî kimlik, insanlık, insan niteliklerinin toplamı gibi tanımlamalar da nefsi anlatmaktadır. Kur’an’da nefis, insan için kullanıldığında; “benlik, kişilik, fıtrat, şâkile” anlamlarında değerlendirilimiştir; hem iyiliğin hem de kötülüğün taşıyıcısı olabilen bir vasfa sahiptir. Kur’an’da nefis, genellikle zât, şahıs, kişi anlamında kullanılmıştır (18/Kehf, 74; 2/Bakara, 72, 286; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 19, 33). Kur’an’daki ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür, takvâ ve fücur ilham edilen öz, benlik.
Kur’ân-ı Kerim’e göre nefsin tüm arzuları kötü değildir. Nefs, insan yapısındaki tabiî eğilimlerin toplamıdır. Nefsin hevâ ile ilgili istekleri önlenmelidir. Ölçüsüz isteklerde gündeme gelen hevâ, nefsin olumsuz yönüdür.
Tasavvufta Nefis: Kuşeyrî’ye göre nefis, kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen isimdir (Kuşeyri, Risâle, I/305). Nefis, tasavvufta bütünüyle yok edilmesi gereken bir şeydir. Nefis, tümüyle olumsuzdur ve öldürülmelidir. Tasavvufta nefsin ölümlü ve iğretiden ölümsüze doğru yükselişi şeklinde yorumlanan yedi aşama vardır. Nefsin merteberini mutasavvıflar şöyle sıralarlar:
1- Emmâre: Yabancılarla dolu karanlıklar mekânı,
2- Levvâme: Nurlar makamı,
3- Mülhime: Sırlara mazhariyet makamı,
4- Mutmainne: Kemal, olgunluk makamı,
5- Râdıye: Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı,
6- Mardıyye: Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı,
7- Kâmile: Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı
(Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Âlem Tic. Y. İst. 1996, s. 556).
Nefis Tezkiyesi: Tezkiye; temizlemek, arındırmak demektir. Nefsimizdeki kötü yönelimleri temizlemenin yollarını Rabbimiz bize öğretmiştir. Müridi şeyhe kul yapan, insanın hürriyetini mürşid lehine yok eden, miskinleştiren, irâdeyi yok eden, şeyhi yükseltip mâsumlaştıran tasavvuf anlayışıyla nefsin kötü eğiliminden kurtulmak mümkün değildir. Nefis tezkiyesi, ney ve kaval üfleyerek, şiş batırarak, sihirbaz ve canbazların yaptığı gibi ateş avuçlayıp kızgın demirler tutarak, râbıta yaparak ve silsile ezberleyerek, ibâdet yerine danslar yaparak, posta oturup el öptürerek olmaz. Nefis tezkiyesi, Allah’a gereğince kulluk yaparak olur.
Nefislerini tezkiye ettiklerini iddiâ eden bazı mutasavvıflar, ulûhiyete, rubûbiyete kalkışmakta, bazıları Allah’ın zâtını müşâhede ettiğini, kimisi öldükten sonra da dirilere tasarrufta bulunacağını iddia etmekte, kimi levh-i mahfûza hükmettiğini, oradaki yazıları değiştirdiğini, melekût âlemine çıktığını söyleyebilmektedir. Oysa, nefsini tezkiye eden kula kulluk yapmaktan, hevâsına kulluk yapmaktan kurtulandır. Yoksa, kendine kulluk yapmaya çağıran biri, nefsini tezkiye etmiş değil; şirkini arttırmış olur. Tezekkî, şahsiyetin kötülüklerden temizlenmesi, arındırılmasıdır. “(Nefsini/kendini) arındıran kurtuluşa ermiştir. ” (87/A’lâ, 14).
Nefis, insanın kendisidir. İnsan ise, iki yönlü bir varlıktır. İyiye de eğilimlidir, kötüye de. Kur’an’da nefis, felsefecilerin dediği gibi ruh demek değildir. Tasavvufçuların iddiâ ettikleri gibi de nefis, bütünüyle mücâdele edilmesi gereken bir şey değildir. Nefsin fücur boyutuna karşı fıtrî ve vahyî âyetlerle mücâdele etmeli, benliğimizi arındırarak takvâ eylemlerinin ortaya çıkmasını sağlamalıyız. (5)
NEFS KAVRAMINININ YOZLAŞTIRILMASI VE “NEFSİN MERHALELERİ” TÂBİRİ
“Kur’ân’ı Kerim’de nefsin çeşitli merhalelerinden bahsedilir mi, yoksa bunu tasavvuf mu böyle anlamıştır?” Merhale, hedefe ulaşmak için geçilmesi gereken konak yerine denir. Kur’ân-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Ama, tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıye ve nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye çalışılır.
Nefsin mânevî yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münâfığı pek yüksek bir mertebede göremez mi? Nitekim Kur’ân-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münâfıkları tanıyamadığını bildirmektedir (9/Tevbe, 101; 63/Münâfikûn, 4).
Şimdi nefsin merhaleleri ile ilgili ifadelere bakalım: Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Tasavvufa göre emmâre nefis, ilk merhaledir. İnsan bir mürşide bağlanarak bu aşamayı geçer, nefs-i emmâreden kurtulur. Hâlbuki nefs-i emmâre her insanda olur. Âyete göre Hz. Yusuf gibi büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur?
Âyetin metni de önemlidir. “Nefis kötülüğü emreder durur” diye tercüme edilen, “İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sû’ ” isim cümlesidir. Arapça’da isim cümlesi sübût ve devam ifâde eder. Yani isim cümlesi ile ifade edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Yani âyet, nefsin, kötülüğü emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder.
Tasavvuf, ikinci merhaleye nefs-i levvâmeyi, üçüncü aşamaya nefs-i mülhemeyi koymuştur. Tasavvuf anlayışına göre; “Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan; neyin hayır, neyin şer olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. ” Adını “And olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene. ” (91/Şems, 8 )âyetinden alır.
Nefsin, bir noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı yapar. Şeytanın vesvese ve saptırmaları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayılır ve tartışmasız kabul edilir. Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların kutsallaştırılmasına yol açmıştır.
İçe doğan şey, şeytan vesvesesi de olabilir. Çünkü o, “insana vesvese veren, onların içini karıştıran” (114/Nâs, 5) varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bazısını yola getirdi, bazısı da sapıklığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliyâ edindiler. Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar. ” (7/A’râf, 30)
Aslında, nefs-i mülheme, tasavvufçuların iddia ettiği gibi olgunlaşıp ilham ve keşfe, kerâmete mazhar olan nefsin bir aşaması değildir. Mü’min-kâfir, herkesin nefsi, nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyankârlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka şeyleri de ilham eder.
Dördüncü merhaleye nefs-i mutmainne, beşincisine nefs-i râdıye, altıncısına da nefs-i mardıye adı verilmiştir. “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs! Dön Rabbine, sen O’ndan râzı olarak. ” (89/Fecr, 27-28) âyeti bu makama işaret kabul edilir. Hâlbuki Fecr sûresinin bu son âyetleri, Kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın müslüman kuluna yapacağı hitâbı bildirir. Bunların öncesine bakan hiç kimse bu konuda şüphe edemez. (Bk. 89/Fecr, 21-30). Yedinci ve son merhaleye nefs-i kâmile konmuştur. Tasavvufçular bunu şöyle ifâde eder: Nefs-i kâmile: Bu makamda sâlik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir. ” Bu iddiaları iliştirecek bir âyet veya hadis bulunamaz. Allah’ın ve Rasulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir?
Yukarıda belirtilen nefsin makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir makamla ilgili akaid açısından çok tehlikeli ifâdeler vardır… (6)
Tasavvufa göre, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geliyor ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. Nefs-i râdıye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir? (7)
91/Şems, 7-10 âyetlerinden anlaşıldığı gibi, herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
12/Yusuf, 53’de belirtilen Hz. Yusuf (a. s. )’un sözleri, mü’minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü’min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.
İZZET-İ NEFS:
Evet, bazılarınca hep “zillet”le ilgili vasıflar yüklenip zelil kılınan “nefs”in izzeti vardır, olmalıdır. Nefsin onurunu korumaya izzet-i nefs denilir. İzzet-i Nefs; İnsanın insanlık, şeref ve haysiyetini koruması demektir. İzzet kelimesi kuvvet, üstünlük, şeref ve gâlibiyet anlamlarını dile getirdiği gibi, insanı zillete düşmekten alıkoyan iyi nitelikler anlamına da gelir. İzzet’in zıddı zillettir. İnsan, nefsinin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah’a iman etmek, hayatını O’nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete düşürür. Mü’min, imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini(nefsini) küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır. “Nefsini temizleyip yücelten kazanmıştır, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. ” (91/Şems, 9-10)
Önemine binâen tekrar edelim: “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir, yani O nefsiyle kaimdir, kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir.
İFRAT VE TEFRİT;
Kur’an referanslı düşünüp yaşamayanların en temel problemi… Kimi boşvermişlik, kimi de takvâ adına aşırılıklar sırât-ı müstakîmin önünde engel olmaktadır. Nefis konusunda da, nefsin oyununa gelip aşırılıklardan birini seçme durumunda kalıyor insanlar. Nefsin emmâre özelliğini, kötü arzularını, yani Kur’an’ın tâbiriyle hevâyı alabildiğine tatmin etme arzusuyla yanıp tutuşan halk yığınlarının bu tavrına Kur’an hevâyı putlaştırma diyor (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). Buna tepki de, nefsi öldürülesi bir canavar görme şeklinde tarihten bu yana ortaya çıkmış. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah; “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29) diye emrettiği halde.
Allah, nefsi insana zulüm olsun diye yaratmamış. Tam tersine insanın olgunlaşması ve derecesinin yükselme için bir araç olarak ihsan etmiş. Zâten nefis olmadan, insanın imtihana tâbi tutulması, yaratıkların en güzeli ve en hayırlısı olmasına da imkân yoktur. Kur’an, insana kendi kusurlarını ve nefsin problemlerini sayarak nasıl tedbir alınması gerektiğini belirtir. Nefsin isteklerine mubah istikametler çizmesi ve arzularına sınır koyması gerektiği halde, nefisten şikâyet edip onu yok etmeye (ki, bu mümkün de değildir) çalışıp olmayacak işlerle uğraşır nice insan.
Kur’an’ın beyanlarına göre “nefsine zulmetmek”, günahkârların ve daha çok da kâfirlerin özelliğidir. Peygamberimiz’in ifâde ettiği gibi, cesedinin/nefsinin senin üzerinde hakkı vardır (Müslim, Sıyâm 193). Hadis-i şeriflerde nefsini müdâfaa için öldürülenin şehid olduğu vurgulanır (bak. S. Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, Sönmez Y. c. 2, s. 7). Kur’an’da “…Nefislerinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) diye emredildiği halde, nefisler suçlanır hep. Halbuki nefis, insanın kendisidir. Suç ve günah varsa, insan kendisi işlemiştir onu. Ve suçu yükleyecek bir yer arayacağına kendi hatasını kabul ve itiraf edip hemen tevbeye sarılmalı, Allah’ın affına mürâcaat etmelidir. Şeytanın bir oyunu da, kişinin yaptığı suçu kabullenmesini engelleyip bir günah keçisi aratmasıdır. Bir günah veya bir dinî görevi ihmal varsa, suçlu “ya yahûdidir, ya düzendir, veya çevre, ya da nefis.” Böyle düşünen kimse tevbe kapısına yaklaşamayacak ve temiz bir sayfa açıp olgunlaşamayacaktır; kısır döngü içinde suçu bir yerlere yamayıp rahat edecektir… Ve kolaycılık bu konuda da kendini gösterecektir: “Nefis merhale merhaledir, sınıf sistemi gibi basamak basamaktır. En alttaki nefis, emmâre olan nefistir…” Bazı yaptırımlarla (ki, bunların en kolayı bir şeyhe bağlanıp, her şeyi ona havâle etmektir) insan, nefsine sınıf atlattıracak, râdıye, mardıye, kâmile gibi zirvelere tırmandıracaktır. O durumdaki nefis de kötülüğü artık hiç emretmeyeceğinden iş otomatiğe bağlanmış, kendiliğinden kurtulma yolu sonuna kadar açılmış olacaktır. Artık nefis öldürülmüş olmakta, kişi ölmeden önce ölmüş bulunmaktadır. (!)
Hâlbuki nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmâre vasfı, Hz. Yusuf tarafından dillendirilmiştir (12/Yusuf, 53). Buna göre Yusuf (a.s.), hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şiddetle emrettiğini, günahlardan hevânın zevk alacağını vurgular. Âyetin başında da nefsin tümüyle tebrie edilip temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Bu, tevhid şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır. Demek ki, insan peygamber bile olsa, hem de ölünceye kadar nefsi, bazen takvâdan râzı olurken, bazen kötülüğü de isteyip emredecektir.
Nefis altı-yedi tane değil; bir tanedir. İnsan nefsi, zaman zaman uysallaşır, kendisine ilham edilen takvâ ağır basar; zaman zaman azgınlaşır, kendine ilham edilmiş fücur isteği ile dolar. “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücûru (kötülükleri) ve takvâyı (iyilikleri) ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. ” (91/Şems, 7-10). Nefis, devamlı terbiye ve ıslah edilmeye ihtiyaç hissettirir. İnsan hangi yaşta ve hangi seviyede bulunursa bulunsun, yine insandır, beşerdir. Hata yapma ihtimali ve meyli hâlâ olacaktır. Hevâsının bazı kötülük ve günahlardan zevk alması devam edecektir. Kur’an talebesi müslümana düşen görev, ibâdet ve ihsan çizgisini sürekli yaşayarak, takvâya da meyilli olan nefsini ölünceye kadar ıslah etmeye ve onun isteklerine karşı uyanık ve dikkatli olmaya gayret etmektir. Nefsini, hevâsını aklının ve imanının kontrolünde tutmaktır. Bu dikkat gösterilmezse, hangi yaş ve hangi seviyede olursa olsun hevâ insanı mahvedebilecek, hatta insanın tanrısı olabilecektir. Nefsine hâkim olan, kimseye mahkûm olmaz. İnsan gâlibiyeti içinde kazanır veya mağlûbiyet, onu kendi içinde yakalar.
Tasavvufun etkisiyle insanlarımıza hâkim olan yanlış nefis anlayışının Kur’an’daki nefis kavramıyla sağlaması yapılmalı, ifrat ve tefritten kaçınılarak hayat boyu bize kötülüğü emredecek olan nefsin oyununa gelmeden ona hâkim olmaya gayret edilmelidir. Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Bunun yanında, nefse karşı da âdil olmak, nefsimizin de bizim üzerimizde hakkının olduğunu unutmamak gerekmektedir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı hüdâya, tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Nefsin kötülüğü emreden özelliğine, iman ve takvânın imkânlarıyla cevap verebilmektir. Esselâmu alâ men ittebea’l-hüdâ. Hevâya değil; Hüdâya tâbi olanlara selâm olsun!
Konumuzu birkaç âyet meâliyle noktayalım:
“Ancak nefsini aşağılık yapan kimse İbrâhîm (’in tevhid) dininden yüz çevirir…” (2/Bakara, 130)
“…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29)
“Velâ telmizû enfüseküm / Nefislerinizi ayıplamayın. ” (49/Hucurât, 11)
“Ey huzura kavuşmuş nefs! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl. Gir Cennetime!” (89/Fecr, 27-30)
“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. ” (7/A’râf, 32) (Ahmed Kalkan)
Dipnotlar:
1- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. , s. 492-494
2- Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 74
3- Nefs kelimesinin Kur’an’da kullanımlarıyla ilgili geniş bilgi için; Ahmed Ögke’nin, Kur’an’da Nefs Kavramı (İnsan Yayınları) adlı kitabına, özellikle s. 23-37’ye bakılabilir.
4- M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkid, Sanih Y. Ank, 1979, s. 104-112
5- Fevzi Zülaloğlu, “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Hak Söz, sayı 69, Aralık 1996
6- Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Y. , İst. 2001, s. 91-103
7- A. Bayındır, a. g. e. , s. 187-189
http://www. mutefekkir. com/?vuslat=yazi&id=1627&k=61