İSÂ PEYGAMBER
İsâ (selâm ona): Allah’ın bir mu’cizesi olarak bakire Meryem’den Beytlahm’de doğmuştur. Matta İncîli İsâ ile İbrâhîm arasında 42 nesil olduğunu söyler ve İbrahim’den İsâ’ya şu ataları sayar: İbrâhîm, Ya’kûb, Yahuda, Perets, Hetsron, Ram, Amminadab, Nahşon, Salamon, Boaz, Obed Yesse, Dâvûd, Süleyman, Rehoboam, Abbiya, Asa, Yehoşafat, Yoram, Uzziya, Yotam, Ahaz, Hizkiya, Manasse, Amon, Yoşiya ,Yekonya, Şealtiel, Zerubbabel, Abiud, Elyakim, Azor, Sadok, Ahim, Eliud, Eleezar, Matta Ya’kûb,Yûsuf. Yûsuf İsâ’nın annesi Meryem’in nişanlısı idi. Henüz evlen-meden önce Meryem, Rûhu’l-Kudüs’ten gebe kalmış ve bu kendisine rü’yâsında bildirilmiş, doğduktan sonra Yûsuf, karısını ve İsâ adını verdiği çocuğu Mısır’a götürmüştür. Kral Hirodes’in ölümünden sonra tekrar ülkesine dönüp Nâsıra’ya yerleşmiştir. Büyüyen İsâ, Ürdün ırmağı kıyısında insanları su ile vaftiz eden Yahya’nın yanına gidip onun tarafından vaftiz edilmiştir. Yahya’nın yakalanıp öldürülmesi üzerine İsâ, Nâsıra’dan ayrılıp Zebulun ve Naftali sınırlarında deniz kıyısında bulunan Keferna-hom’a gelmiş, bölgedeki yerleşim yerlerinde dolaşarak Yahûdî dinini asl-ı safvetine kavuşturmaya çalışmıştır. “Benim şerîati yıkmağa geldiğimi sanmayın, ben yıkmağa değil, tamamlamağa geldim” demiştir.
Peygamberlik misyonuna başlamadan önceki hayatı hakkında, sadece Beytlahm’da doğup Mısır’a gitmesi ve bir süre sonra ailesiyle birlikte Nâsıra’ya dönmesinden başka bir şey bilinmiyor. Yahya tarafından vaftiz edildikten bir süre sonra kendisi peygamberlik misyonuna başlamış, Yahûdî din adamlarının direnciyle karşılaşmış, bu yüzden Kudüs dışındaki bucak kentlere giderek öğretilerini yaymağa çalışmıştır.
Onun hayatı ve öğretileri, Hıristiyan yazarlar tarafından İndilerde özetlenmiştir. İsâ, öğretilerini yaymağa başladığı zaman, Filistin’deki Bizans uydusu Yahûdî Devletinin başında Vali Pilatus vardı. İsâ’nın öğretileri, dini bir çıkar haline getirmiş olan Yahûdî hahamlarını kızdırmış, onu Kaysere karşı insanları kışkırtan, dini inkâr eden bir insan olarak göstermişlerdi. Hıristiyan kaynaklarına göre vali Pilatus, İsâ’yi yakalatıp Yahûdî hahamları tarafından muhakeme ettirdikten sonra çarmıha gerdirerek idam etti. Kur’ân-ı Kerîm’e göre de Allah onu korudu. Onu değil, başka birini ona benzeterek öldürdüler. Meryem: 44/16-34; Mü’minûn: 74/50; Bakara 92/42-61; Nisa: 98/156-159, 171-172’nci âyetler de kısa veya uzun olarak Hz. İsâ’dan söz etmektedir.
İslâm Ansiklopedisinde İsâ maddesini yazan D. B. Macdonald’ın belirttiğine göre bu ad, Yahudilerden Araplara geçmiş bir şekildir. Yahûdî-ler, duydukları kin ve düşmanlık nedeniyle İsâ’ya Esau derler ve Esau’ın ruhunun ona geçtiğini iddia ederlerdi. Bazılarına göre de İsâ adı, Musa’ya nazîr olarak Süryânî Yeşû’ kelimesinden kaynaklanmıştır. İsmin İslâm’daki îzâhı için bakınız: Beyzâvî, KuPân, III. 40; nşr. Fleischer, 1.156′, s. 2.
Macdonald’ın gönderme yaptığı Beyzâvî Tefsîrinde, Mesîh ve İsâ isimleri hakkında şu bilgi verilmektedir: Mesîh, İbrânîce mübarek anlamındaki meşîhâ kelimesinden gelir. İsâ ise îşau ın Arapça söylenişidir. İki isim de mesh kelimesinden türemiştir. İsâ, bereketle meshedildiği (meshedilerek kutsandığı), ya da günâhlardan temizlendiği, yahut bir yerde durmayıp dünyayı dolaştığı için kendisine Mesîh denmiştir.
Kur’ân’a göre İsâ: “Meryem’in oğlu” (msl. III. 40; IV. 169; XIX. 35 ve başka yerler); bakire Meryem ‘den, bir mu’cize olarak babasız doğmuş, Allah’tan bir kelime, yahut Allah’ın kelimesi (11.40, IV. 169); Meryem’e Allah’ın düşürdüğü “^S”: Ol” kelimesidir. İsâ’nın, babasız, bir mu’czie olarak yaratılması, Âdem’in yaratılmasına benzer (111.52). İsâ, İbrânîce Maşiah’tan doğan Mesîh unvanıyla anılmıştır (III. 40; IV. 169 vs). Allah’ın ruhu (IV. 169). Aynı anlamda meleklere de rûh denilir. İsâ da doğrudan Allah’tan gelen bir rûh idi. Nitekim Allah Âdem’e şekil vermiş ve ona ruhundan (XV. 29, XXXVIII. 72) üflemiştir. Daha sonra gelen yazarlar İsâ’ya er-Rûh (Lisan: III. 290,15) veya Rûhullah (Allah’ın Ruhu) (Zemahşerî, Keşşaf: nşr. Lees, 1.338) diyorlar. Aynı zamanda İsâ Abdullah (Allah’ın kulu)dur (IX. 31, XLIII. 59), Allah’ın kulu olmaktan çekinmez (IV. 170).
Peygamber, mi’râcı esnasında İsâ’yi, ikinci gökte görmüştür (Buhârî, Kahire: 1315, V. 53). Her yerde mübarek (IX. 32); kavlu’1-hakk (hakikatin sözü) (IX. 34). O bir nebî(peygamber) (IX. 31) ve resûl(IV. 50, LVII. 27)dür. Onun risâleti bir mu’cize ve rahmettir (IX. 21). Kendisi ve anası mu’cizedirler (XXIII. 52). Bir mesel, yahut bir remz (XLIII. 57, 59) kılınmıştır. O açık deliller ve hikmet (XLIII. 63; V. 109) getirmiştir ve Allah tarafından Rûhu’l-Kudüs (II. 81, V. 109) ile desteklenmiştir. Allah ona öğretmiştir (III. 43; V. 110) ve ölüleri diriltmek, hastaları iyileştirmek, balçıktan kuşlar yaparak Allah’ın izni ile onlara can vermek (III. 44, V. 110) gibi mu’cizeleri vardır.
Şimdi biz, onun hayatının çeşitli aşamaları hakkındaki âyetleri, iniş sırasına göre izah etmeğe çalışacağız:
19/16- Kitab’da Meryem’i de an. Bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönünde bir yere çekilmişti. (Evinde veya mabedde bir kenara çekilip kendini ibadete vermişti). 17-Bkz. İslâm Ansiklopedisi, İsâ maddesi, 5 (II)/1062-1064 Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu ona gönderdik. (O) Ona düzgün bir insan şeklinde göründü. 18- (Meryem) Dedi ki: “Ben senden çok esirgeyen (Allah’a) sığınırım. Eğer (Allah’tan) korkuyorsan (bana dokunma).” 19- (Ruh): “Ben, dedi, sadece Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim).” 20- “Benim nasıl oğlum olur, dedi, bana bir insan dokunmadı ve ben bir kahpe de değilim.” 21- (Rûh): “Öyledir, dedi, Rabbin: ‘O bana kolaydır. Onu insanlara bir mu’cize ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)’ dedi” ve iş olup bitti. 22- (Meryem,) Ona gebe kaldı. Onunla uzak bir yere çekildi. 23- Doğum sancısı onu, bir hurma dah(nın altı)na getirdi. “Keşke dedi, bundan önce ölseydim, unutulup gitseydim!” 24- Altından (Rûh) ona şöyle seslendi: “Üzülme Rabbin alt tarafından bir su arkı var etti” 25- “Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine olmuş, taze hurma dökülsün.” 26- “Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen: ‘Ben Rahman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım’ de.” 27- (Meryem) Onu taşıyarak kavmine getirdi: “Ey Meryem, dediler, sen tuhaf bir iş yaptın.” 28- “Ey Harun’un kız kardeşi, baban kötü bir adam değildi, annen de fahişe değildi (sen ne yaptın böyle)?” 29- (Meryem, konuşmaları için) onu gösterdi. Dediler ki: “Beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?” 30- (Çocuk): “Ben Allah’ın kuluyum, dedi, (O) bana Kitâb’ı verdi, beni peygamber yaptı.” 31- “Beni bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti!” 32- “(Beni) Anneme iyilik eder (kıldı,) beni baş kaldıran bir zorba yapmadı.” 33- “Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de (Allah’tan) bana esenlik verilmiştir.” 34- İşte Meryem oğlu İsâ. Şüphe edip ayrılığa düştükleri şey, “gerçek söz”e göre budur. 35- Çocuk edinmek, Allah’a yakışmaz. O, (böyle şeylerden) yücedir. Bir işi yapmak istedi mi ona sadece “ol” der, (o da) olur. 36- “Şüphesiz, Allah benimde Rabbim, sizin de Rabbinizdir, O’na kulluk edin.” İşte doğru yol budur. (Meryem: 44/16-36)
16-21’nci âyetlerde Hz. Meryem’in, melekle karşılaşması anlatılıyor. ÂI-i İmrân Sûresinde açıklandığı üzere, annesi henüz gebe iken, karnındaki Meryem’i, ma’bed’e hizmetçi olarak adamıştı. İşte çocukluğundan beri vaktini ibâdetle geçirmekte olan Meryem, ma’bed’in doğu yönünde, tenha bir yerde bulunuyordu. O bu halde iken Allah, Ruhunu Meryem’e gönderir. Düzgün, yakışıklı bir insan biçimine bürünerek kendisine gelen ruhu görünce Meryem, Allah’a sığınır, onu kendisine saldırmak isteyen bir delikanlı sanarak: “Eğer Allah’tan korkuyorsan beni bırak, bana dokunma, senden Allah’a sığınırım!” der.
Fakat Rûh, Allah’ın elçisi olduğunu, kendisine tertemiz bir erkek çocuk hediye etmek üzere geldiğini söyler. Kendisine insan eli değmediği ve kendisinin fahişe bir kadın da olmadığı halde nasıl çocuk doğuracağına şaşan Meryem’e Rûh, bunun Allah’a kolay bir iş olduğunu, insanlara bir mu’cize olmak üzere bu çocuğu böyle babasız yaratacağını söyler ve iş olup biter. Son âyet, Meryem’e gelen Rûh’un sözü olabileceği gibi, o durumu anlatan bir âyet de olabilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Meryem’e çocuk üfleyen Ruhun adı belirtilmemiştir. Tefsirlere göre bu Rûh, Hz. Cebrâ’îl’dir. Çünkü o, “er-Rûhu’l-emîn: Güvenilir Rûh” olarak nitelendirilmiştir. Maamâfîh bu konuda bir açıklık yoktur. Sûre, Mekkîdir. Mekke’de inen sûrelerde Kur’ân’ı getiren Rûh, güvenilir olarak nitelendirilmiş, fakat ismen zikredilmemiştir. Ancak Medine döneminde inen Bakara Sûresinin 97’nci âyetinde Kur’ân’ın Cibrîl tarafından indirildiği, Tahrîm Sûresinin 4’ncü âyetinde de Cibril’in, Hz. Muhammed’in dostu olduğu bildirilmektedir. Bundan anlaşılıyor ki Kur’ân’ı getiren Rûh, Cibril’dir. Meryem’e çocuk üfleyenin de Cibrîl olduğu anlaşılmaktadır. Kesin olan şey, Meryem’e yüce bir ruhun çocuk üflediğidir. Zaten Cebrail de yüce ruhlardandır. Biz bunlara melek diyoruz. Ebû Müslim’e göre de Meryem’e gönderilen rûh, karnında şekillenip insan olan ruhtur. Fakat birinci görüş daha kuvvetli kabul edilir.
22-26: Meryem gebe kalır. Çoğunluğun kanısına göre Meryem’in gebelik süresi normal süredir, yani dokuz aydır. Bunun sekiz ay, ya da altı ay sürdüğünü söyleyenler yanında gebe kalır kalmaz doğurduğunu söyleyenler de vardır. Çoğunluğun görüşü daha doğrudur.
İbn Kesîr’in belirttiğine göre Meryem ile, kızkardeşi yani Yahya’nın annesi, aynı zamanlarda gebe kalmışlar ve Yahya’nın annesi, Meryem’le karşılaştığında, kendi karnındaki çocuğun, Meryem’in karnındaki çocuğa saygı için secde ettiğini hissetmiş. Onların dininde Allah’tan başkası için saygı amacıyla secde edilmesı caizmiş.
Meryem, karnındaki çocuk büyüyüp gebeliği belirmeğe başlayınca durumu ailesinden gizlemek için uzak bir yere gider, onlara görünmemeğe çalışır. Doğum sancısı tutunca bir ağacın altına gelir. Başına gelenlere üzülen Meryem, altından: üzülmemesini, Rabbinin, alt tarafında, yani hemen yanıbaşında içecek bir su akıttığını, ağacı silkelemekle de üzerine taze hurma döküleceğini, yeyip içmesini ve sevinmesini, insanlardan birini görünce Rahman için susma orucu adadığını, kimse ile konuşmayacağını söylemesini bildiren bir ses duyar. Sözgelişinden bu ünleyenin, Meryem’e çocuk üfleyen Rûh olduğu anlaşılır. Ünleyenin İsâ olduğunu söyleyenler de varsa da bu doğru görülmez. Çünkü henüz İsâ doğmamıştır.
27-33: Meryem, doğurduğu çocuğu getirince bunu hayretle karşılayan ailesi, kendisini kınamaya başlarlar. Temiz bir ailenin şerefine yakışma-yacak çirkin bir iş yaptığını söylerler. Fakat o cevap vermez, sadece bebeği gösterir. “Beşikteki bebekle nasıl konuşalım?” diyenlere, bebek, kendisinin Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın, Kitabı verip kendisini peygamber yaptığını, her yerde mübarek kıldığını, yaşadığı sürece kendi-sine namaz kılmayı, zekât vermeyi, annesine iyilik etmeyi buyurduğunu ve kendisini azgın bir zorba yapmadığını, doğduğu, öleceği ve tekrar dirileceği günde esenlik içinde olduğunu söyler.
30’ncu âyette geçen “el-Kitâb “in da, Ahd-i Atîk denen kutsal Kitâb olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki İsâ’ya verilecek olan Kitâb, Yahya’ya da verilmiş olan Kutsal Kitâbtır. Gerek Yahya’ya, gerek İsâ’ya Kutsal Kitabın ruhunu uygulamaları emredilmiş, yani bu iki peygamber, Yahûdî dinini hurafelerden temizleyip aslî safvetine kavuşturmakla görevlendiril-mişlerdir.
28’nci âyette kavmi, Meryem’e “Ey Harun’un kızkardeşi!” diye hitâbetmektedirler. Hz. Musa’nın kardeşi olan Hârûn ile Meryem arasında çağlar vardır. Burada Harun’un kızkardeşi, sözünden maksat, Meryem’in o aileden gelmiş olduğunu vurgulamaktır. Bu ifade ile şerefli bir soydan gelen Meryem ‘i, soyuna asla yakışmaz bir iş yapmakla suçlayıp iyice mahcubetmek istemişlerdir. Nitekim konuşmacı veya komutan, dinle-yicileri etkilemek için: “Ey Fâtih’in torunları, Yavuz’un çocukları!” diye hitâbeder. Dinleyiciler, ne Fâtih’in torunu, ne de Yavuz’un oğludurlar. Fakat bu söz, dinleyenlerin, Fatih, Yavuz milletinin neslinden geldiğine bildiklerini belirtir.
34-36’ncı âyetlerde de şüpheli sözlere dayanarak hakkında tartışılan, Hıristiyanlar tarafından türlü biçimlerde anlatılan Meryem oğlu İsâ’nın gerçek durumunun bu olduğu; Allah’ın çocuk edinmekten münezzeh bulunduğu; O’nun, olmasını istediği şeyin derhal olacağı vurgulanır ve İsâ’yı Tann’nın oğlu kabul edenlere: “İşte benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’tır, O’na kulluk ediniz, doğru yol budur!” denilir.
34’ncü âyetteki ifadesi için iki anlam mümkündür: Hak Allah’tır. Kavlu’l-hakk: Allah’ın sözü demektir. Buna göre âyetin anlamı: “İşte Hakk’ın sözü olan Meryem oğlu İsâ budur” demek olur. Burada kavlu’l-hakk, İsâ’nın bir sıfatı olmaktadır. Kelimetu’llah (Allah’ın sözü) ile aynı anlama gelir. Diğer mânâya göre kavlu’l-hakk, gerçek söz demektir. Bu takdirde âyetin anlamı: “İşte Meryem oğlu İsâ hakkında bu anlatılanlar doğrudur. Gerçek söz budur” demektir.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre 36’ncı âyet, Hz. İsâ’nın sözünü aktarmaktadır. Çünkü Mâide Sûresinde de Hz. İsâ’nın benzeri bir sözü aktarılır: “Meryem oğlu Mesih demişti ki: Ey İsrâîloğulları, benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin…” Zuhruf Sûresinde ise bu cümle aynen Hz. İsâ’nın ağzından nakledilmiştir: “İsâ, açık delillerle gelince dedi ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir bölümünü size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’tır. O’na kulluk edin, doğru yol budur!”
Görüldüğü üzere âyet, Hz. İsâ’nın bir sözüdür. Böyle olmakla beraber burada konuya bir sonuç olarak yöeltilmiş bir öğüttür.
“Meryem oğlunu ve annesini birer mu’cize kıldık ve onları oturmaya uygun, çeşmeli bir tepeye yerleştirdik.”âyetinde de Meryem ile oğlunun, çeşmeli bir tepeye yerleştirildiği belirtilmektedir.
Hz. İsâ’dan Meryem oğlu diye söz edilmesi, babasız yaratıldığına işaret yanında, Allah’ın oğlu olmayıp insan oğlu olduğunu belirtmek içindir. Bu ifadede, İsâ için Allah’ın oğlu şeklindeki Hıristiyan inancını red vardır.
Rebve (tepe), İsâ’ya gebe kalan Meryem’in, çocuğunu doğurmak üzere sığındığı yerdir. Âyette buranın karâr ve ma’în yeri olduğu belirtiliyor, (Karâr), düz, yahut verimli, mey vah yerdir. (ma’în) de akarsudur. Meryem’in sığındığı yüksek yerde ırmak bulunduğu, Meryem Sûresinin 24’ncü âyetinde belirtilmişti.
Buranın Ramella veya Beyti Makdis (Kudüs), yahut Mısır veya Dımaşk olduğu hakkında Ka’bu’l-ahbâr’a dayanan rivayetler vardır. Matta İncîli’nin birinci ve ikinci bablarında şöyle deniliyor:
“İsâ Mesîh’in doğması da şöyle oldu. Anası Meryem, Yûsuf’a nişanlanmış olduğu halde, buluşmalarından önce Rûhul’l-Kudüs ‘ten gebe olduğu anlaşıldı. Nişanlısı Yûsuf, salih bir adam olup onu rüsvây etmek istemeyerek gizlice boşamak niyetinde idi. Fakat bunları düşünürken işte Rabbin meleği ona görünüp dedi:
– Sen, Dâvûd oğlu Yûsuf, Meryem’i kendine karı olarak almaktan korkma; çünkü kendisinde doğmuş olan Rûhu’l-Kudüs’tendir. Ve bir oğul doğuracaktır ve onun adını İsâ koyacaksın. Çünkü kavmini günâhlarından kurtaracak olan odur…”
Müneccimler, gelip Kral Hirodes’ten, Yahudilerin kralı olarak doğan çocuğu sordular. Kral bunu işitince İsâ’yi bulup öldürtmek için onu gizlice aratmağa başladı. “İmdi müneccimler yola çıktıktan sonra işte Rabbin meleği Yûsuf’a rü’yâda görünüp dedi: Kalk, anası ile çocuğu al ve Mısır’a kaç ve ben sana söyleyinceye kadar orada kal…”
Matta’ya göre İsâ Beytlehem’de doğmuş, oradan Mısır’a götürülmüştür. İncîl ‘de anlatılan olay, Mefâtîhu’lğayb’de hiç Mısır adı anılmadan rivayet edilir. Herhalde olay, Hıristiyanlar vasıtasıyla Hz. Peygamber’in yaşadığı çevreye aktarılmıştır. Âyette geçen rebve’nin, içinde Nil ırmağı akan Mısır olması mümkündür. Çünkü ortasından Nil’in aktığı Mısır toprağı, meyvalı, verimlidir.
37- Kendi aralarından hizibler, ayrılığa düştüler. Artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin haline! 38- Bize geldikleri gün ne güzel işitir, ne güzel görürler.’ Ama o zalimler, “bugün apaçık sapıklık içindedirler (Hakkı işitmeğe kulaklarını tıkamış, doğruya gözlerini kapamışlardır). (Meryem: 44/37-38)
Hıristiyan mezhebleri, İsâ hakkında ihtilâflara düşmüşler, çeşit çeşit inanç ve kanâatler benimsemişlerdir. Kimi onun üç elemandan biri, kimi Allah, kimi Allah’ın oğlu olduğunu; kimi asıldığını, kimi aşılmadığını, ona benzer birinin asıldığını söylemiştir. İşte gerçeği inkâr etmiş olanlar, çok kalabalık bir günde, herkesin gözü önünde azaba uğrayacaklardır.
Bu âyetler, Hz. Peygamberle Araplar, ya da onunla Hıristiyanlar arasında geçen bir tartışma üzerine inmiş olabilir. Zekeriyya ve Yahya kıssası, bu kıssaya bir giriştir.
Bu durum, Mekke döneminde de Peygamber (s.a.v.) ile Hıristiyanlar arasında temaslar bulunduğunu gösterdiği gibi, Araplar arasında İsâ kıssasının bilindiğini de ortaya koyar. Nitekim: “Meryem oğlu bir misâl olarak anlatılınca, hemen kavmin, ondan ötürü bağrışmağa başladılar: Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler” âyetleri, Arapların, İsâ’nın tanrılaştırılmış olduğunu bildiklerini ifade eder. Demek ki Araplar, ya da en azından bazı bilgilileri, Hıristiyan inançları hakkında bir şeyler öğrenmişlerdi.
33- Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. 34- (Bunlar) Birbirinden türeyen nesil(ler)dir. Allah işiten, bilendir. 35- İmrân’ın karısı demişti ki: “Rabbim, karnımda olanı tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. 36- Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu bilirken- yine şöyle söyledi: “Rabbim, onu kız doğurdum, erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytânın şerrinden sana ısmarlıyorum.” 37- Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyya da onun bakımını üstlendi. Zekeriya, onun yanına, mihraba her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. “Ey Meryem, bu sana nereden?” derdi. (O da) “Bu Allah katından” derdi. “Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Âl-iİmrân: 94/ 33-37)
Kitâb ehlinden özellikle Hıristiyanların peygamberlik tarihinden ibret verici kesitlerin anlatılacağı bölüme giriş olmak üzere bu âyetlerde önce Allah’ın, Âdem’i Nuh’u, İbrâhîm ve İmrân ailelerini birbirinden süze süze, yarattığı, seçip ma’nevî kirlerden temizleyerek âlemlere üstün kıldığı belirtilmekte; daha sonra İsâ’nın anne annesi olan İmrân karısının, karnındaki çocuğu Allah’a ibâdet için ma’bede adadığı; fakat erkek beklerken kız doğurduğu, ama sözünde durup o kızı (Meryem’i) de dine hizmet için ma’bedin eğitimine verdiği anlatılmaktadır.
Burada anılan İmrân, 33 ve 35’nci âyetlerde olmak üzere iki kez anılmıştır. Çoğunluğun kanısına göre birinci kez anılan İmrân, Hz.Mûsâ’nın babası, ikinci İmrân, Meryem’in babasıdır. İkisi arasında takriben bin sekizyüz yıl vardır.
Ancak Hıristiyanlar, Meryem’in babasının adının İmrân olduğunu kabul etmezler. Herhalde âyetler indiği sırada Meryem’in babasının adının İmrân olduğunu söyleyen Hıristiyanlar vardı. Çünkü Matta ve Luka İndilerinde İsâ’nın nesebinde fark görülmektedir. Matta’da Meryem’in nişanlısı olan Yûsuf, Mattan oğlu Ya’kûb’un oğlu olarak gösterilirken Luka’da Yûsuf Heli’nin oğlu, o da Mattat’ın oğlu gösterilmektedir. Bu da İsâ’nın nesebi konusunda Hıristiyanlar arasında görüş ayrılığı bulunduğunu kanıtlar.
Tefsirlere göre İmrân’in karısı, Fakuz’un kızı ve Meryem’in annesi olan Hanna’dır. Hannâ’nın kızkardeşi, -bir rivayete göre Meryem’in kız-kardeşi- İyşâ, Zekeriyyâ’nın karışıdır. Ancak Luka İnciline göre Mer-yem’in teyzesi olan Zekeriyyâ’nın karısının adı Elizabet’tir.
Muharrer, âzâdedilmiş köle demektir. Hanna, çocuğunu her türlü dünyâ ilişkilerinden, dünyâya kulluktan çözüp Allah’a kul olmağa vakfetmeği adamış, erkek beklerken kız doğurduğu çocuğunun adını Meryem koyup onu, şeytânın şerrinden korumasını Allah’tan dilemiştir.
42- Melekler demişti ki: “Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni dünyaların kadınlarına üstün kıldı.” 43- “Ey Meryem, Rabbine divan dur, secde et ve (O’nun huzurunda) eğilenlerle beraber eğil!” 44- (Ey Muhammed) Bunlar sana vahyettiğimiz, görünmez âlemin haberlerin-dendir. Meryem ‘e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin.(Âl-iİmrân: 94/42-44)
Meryem henüz annesinin karnında iken babasını kaybetmiş, yetîm doğmuştu. Annesi onu hahamlara götürdü. Meryem’in teyzesi kocası, bazı rivayetlere göre de eniştesi olan Zekeriyyâ, Meryem’in bakımını üstlenmek istedi. Fakat hahamlar topluluğu buna itiraz ettiler. Meryem’in yetiştirilmesini üstlenmek isteyen 29 kişi arasında çekilen kur’a, Zekeriyyâ’ya isabet etti. Böylece Meryem’in bakımını Zekeriyyâ üstlendi.
Meryem biraz büyüyünce, annesinin va’dinin yerine gelmesi için Zekeriyyâ onu Kudüs ma’bedindeki Mihraba koydu. Mihrâb, yüksek yer demektir. Meclislerin en özenli yerine mihrâb denilir. Mihrabın bu anlamına bakılırsa Meryem’in rahibe okuluna verildiği anlaşılır.
Hz. Meryem burada eğitim ve ibâdet ile meşgul iken kendisine ma’nevî rızıklar gelmiştir. Zekeriyyâ, Meryem’in odasına girdiğinde gayb âleminden gelen rızıkları görünce bunların nereden geldiğini sormuş; Meryem de bunların Allah katından geldiğini söylemiştir.
Bu âyet, velîlerin kerametlerinin hak olduğunu gösterir. Zira peygamber olmadığı halde Meryem’e ma’nâ âleminden rızıkların gelmesi, sâlih kişilerin böyle tanrısal lütuflara erebileceklerini gösterir. Sâlih kişilerin erdikleri bu tür ilâhî lütuflara keramet denilir.
45- Melekler demişti ki: “Ey Meryem, Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor: Adı Meryem oğlu İsâ Mesih ‘dir; dünyada da, âhirette de yüzde (şerefli) ve (Allah’a) yakın olanlardandır. 46- Beşikte ve yetişkinlikte insanlara konuşacak ve iyilerden olacaktır.” 47- Dedi ki: “Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur? ” “Allah, böylece dilediğini yaratır, dedi, bir şey(in olmasını) istedi mi ona ‘ol’ der, o da oluverir. 48- Ona Kitabı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. 49- Onu İsrâîloğullarına (şöyle diyen) bir elçi yapacak: ‘Ben size Rabbi-nizden bir mu’cize getirdim: Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileş-tiririm; Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yeyip, ne biriktir-diğinizi size haber veririm. Eğer inanıcı iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır. 50- (Ben,) Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım, diye gönderildim. Size Rab-binizden bir mu’cize getirdim, Allah’tan korkun, bana itaat edin! 51-Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O’na kulluk edin, doğru yol budur’.” (Âl-i İmrân: 94/ 45-51)
45-51’nci âyetlerde Meryem’in, melekler tarafından, İsrâîloğullarına yol gösterecek, mu’cizeler sahibi peygamber bir çocuk doğuracağının müjdelendiği anlatılmakta, İsâ’nın mu’cizelerine işaret edilmekte ve onun asıl misyonunun tevhîd çağrısı olduğu vurgulanmaktadır.
45’nci ve Nisa: 98/171’nci âyette Hz. İsâ, “Allah’tan bir kelime” olarak tavsîf edilir. Hz. İsâ, babasız, sırf Allah’ın “Ol” sözüyle yaratıldığı için ona Allah’ın kelimesi denmiştir. Bu sözde onun mu’cizevî yaratılışına işaret olduğu gibi, Hıristiyanlar arasında ona Kelime dendiğine de işaret vardır. Kelime, kelâmdan geneldir. Kelâm, yalnız kulağa hitabeden sözdür. Kelime ise gerek kulak, gerek diğer duyular aracılığı ile gönülde duygular uyandıran her olgudur. Ağızdan çıkan veya Kitaba yazılan sözler birer kelime olduğu gibi, insanın ruhunda ibret uyandıran doğa olayları da birer kelimedir. Bu anlamıyla kelime, âyete eşittir. Kur’ân bu doğa olaylarına âyet demektedir. Gözlerimizin önünde geçen doğa olayları: doğumlar, çiçeklerin açması, ağaçların yeşilliklere bürünmesi, kuşların uçması, her şeyin belli yasalara göre ve düzenle işlemesi, büyük bir kudret, akıl ve bilgi sahibi bir yaratıcının varlığını haykıran, ruhta derin duygular uyandıran birer kelimedir. Hz. İsâ’nın doğumu ise olağanın üstünde bir olaydır. Bu olağanüstü olay, herkes için Allah’ın kudretini ifade eden sözsüz bir konuşmadır. İşte doğumunun uyandırdığı ibretten dolayı Hz. İsâ, Allah’ın kelimesi olarak nitelendiril-miştir. Yani zuhura gelişi, varlığı, başlı başına bir sözdür, insanlara ibret veren İlâhî bir konuşma, bir âyettir.
İlk defa burada Hz. İsâ, Mesîh sıfatıyla anılmaktadır. Mesih, Arap-çağda, ölçmek ve meshetmek (el sürmek) anlamındaki (mesh) kökünden bir sıfat olabilir. Müfessirler Mesîh kelimesi üzerinde birkaç mânâ vermiş-lerdir. Ayağının altı dümdüz, çukursuz olduğu için; yahut çok seyahat ettiği, yahut elini sürdüğü her hastayı iyileştirdiği, yahut meshe-dilmek suretiyle kirlerden arıtıldığı, ya da annesinden yağ sürülmüş olarak doğduğu için İsâ’ya Mesîh denmiştir. Bunlar, kelimenin, Arapça kökenli olduğu varsayılarak yapılmış yorumlardır. Gerçekte bu kelimenin, İbrânîce meşîh yahut mişîhâ kelimesinden gelmiş olması daha doğru görünmektedir. Arapçada nasıl Yuhanna, Yahya; Moşe, Mûsâ olmuş ise mişîhâ da Mesîh olmuştur.
Horovvitz, kelimenin Habeşçeden alınmış olabileceğini ileri sürmüş ve yazıtlarda, özel isimlerde ve eski şiirde bu kelimeye rastlandığını söylemiştir. Fakat bu kelimenin Ârâmîceden geçmiş bir kelime olduğu daha güçlüdür. Ârâmîcede maşlah kutsal yağ ile yağlanmış demektir. Bu işlem, tahta oturan hükümdarlara, dini bir kişilik ve otorite kazandırmak anlamı taşır, “Yahve’nin Mesîhi” ta’bîri de yine din adamları, hükümdarlar ve peygamberler için kullanılır. Peygamber Samuel, Allah’ın emriyle kral atadığı Saul(Tâlût)un başına yağ döküp meshetmiş: “Kendi mîrâsı üzerine reis olarak Rab seni meshetti” demiştir Talât’tan sonra Davud’a da yapılan bu yağlama (mesh) töreni, sonra gelenek halini almıştır. İşte Yahûdîler, son zamanda gelecek bir kralın, kendilerine dünyâ egemenliğini kazandıracağına inanırlar. Ancak apokaliptik dönemde bu kelime, dünyânın son günlerinde, Allah’ın egemenliğini kuracak kişi anlamında kullanılmıştır.
İsrâîloğullarında dinî bir inanç haline getirilen Mesîh kelimesinin mânâsını daha iyi kavrayabilmek için Hz. İsâ’nın doğumuna tekaddüm eden zamanlarda İsrâîloğullarının siyasal ve kültürel tarihine bir göz atmak gerekir. Bu özeti Doç. Dr. Mehmet Paçacı’inin İslâmî Araştırmalar Dergisinde yayınlanan bir makalesinden aktarıyorum:
“İsrâîloğulları Mısır esaretinden kurtulduktan ve Dâvûd ve Süleyman (a.s.)ın önderliğinde büyük siyasi, askeri, iktisadi ve kültürel başarılar gösterdikten sonra iki krallığa bölündü. Daha sonra önce kuzeydeki İsrâîl Krallığı Asurlular’ın egemenliği altına girdi, sonra da Yahuda Krallığı’na Babilliler tarafından son verildi. Büyük İskender’in doğu topraklarını ele geçirmesi ile birlikte, bu topraklar yoğun olarak Helen kültürünün etkisi altına girmiştir. Daha önce Babil kültürüne karşı direnmek zorunda kalan İsrâîloğulları, bu defa Helen kültürü karşısında varolma savaşı vermektedir. Bugün bu kültürel varolma savaşının ne zorlu bir savaş olduğunu, batılı olmayan toplumlara anlatmak hiç de zor değildir.
“Müslüman toplumlar da büyük kültürel, ekonomik ve siyasi başarılarından sonra 19. ve 20. yy’da son derece baskılı bir başka Helenleştirme rüzgârı ile karşı karşıya kaldılar. Biz buna daha çok batılılaşma diyoruz. Tıpkı bugün nasıl doğunun bütün şehirleri Batı uygarlığının doğduğu büyük şehirlerin birer kopyası olmuş ise, ikibin yıl önce de doğudaki şehirler kısa zamanda Atina’ya benzer hale gelmişti. İskender ele geçirdiği bütün doğu topraklarında kendi adına şehirler yaptırmış, daha önce varolanları da anfitiyatrolar, cimnazyumlar ve tapınaklar ile birer Helen şehri haline getirmiştir.
“Helenleştirme, kültürün başka alanlarında da etkisini göstermiştir. Meselâ İskender’in adına kurulan İskenderiye’de büyük Yahûdî cemâati yaşamaktaydı. Burada Fransız sömürgecilerin, kuzey Afrika’da Arapçaya karşı gerçekleştirdikleri uygulamanın bir benzeri ile o yıllarda İbrânîce karşılaşmıştı. Birkaç nesil içinde bu cemâat, dinin kaynağı olan İbrânîce Kitâbları okuyamaz olmuş; yerine Yunanca felsefe Kitâbları okunur hale gelmişti. Sonunda okunabilmesini sağlamak amacıyla Tevrat’ın Yunanca ya çevrilmesi zorunluğu doğmuştu. Helen kültürü Filistin’de de etkili olmuştu. Buradaki bütün eski şehirlere Yunanca isimler verilmiş, Yunan hayat biçimi bu şehirlere yerleşmişti. Artık İsrâîloğulları Yunan isimlerini kullanır hale gelmişti. Özellikle Yahudiler arasında üst sınıfı oluşturan ve Yunan kültürü ile daha yakın ilişki içinde olan Aristokrat aileler, tüccarlar ve hattâ üst düzey din adamları adetâ bir Helen gibi yaşamaya başlamışlardı. Artık Yahudiler de yemekleri oturarak değil, Yunanlılar gibi yatarak yiyorlardı. Gençler Yunan modasına göre giyiniyor, çırılçıplak Yunan oyunlarına katılıyor ve kendi kanunlarını beğenmeyip Helen kanunlarına ve âdetlerine uymaya özeniyorlardı.
“Doğal olarak bu durum, İsrâîloğulları içinde bir gerilim yarattı. Onlar bir yandan Helen kültürünün başarılarına imreniyorlar, bir yandan da Yahûdî kalmak istiyorlardı… Böylece İsrâîl oğul lan, aralarındaki ayrılığın gittikçe arttığı başlıca iki grupa ayrıldı: Helenleşme yanlısı olanlar, ya da bugünün ifadesiyle Batıcılar ve tutucu dindarlar. II. Makkabaer Kitabında o dönemi yaşayan İsrâîloğullarının içinde bulunduğu durum, çok güzel yansıtılmaktadır.
“Jason isminde bir başkâhin, yönetimi ele geçirir geçirmez halkı Yunan âdetlerine alıştırmaya başlamıştır. Dine uygun kuralları kaldırıp yerine dine aykırı kurallar koymuştur. Bir eğitim alanı yaptırarak kendi emri altındaki gençler oraya getirmiş ve onlara Yunan oyunları oynatmıştır. Böylece Yunan âdetleri üstün tutulmuş, putperest fa’âliyet yaygınlaştırılmıştır. Kâhinler kurban sunmaz olmuşlar, bunun yerine talim alanına koşup disk atma oyunlarını izlemişlerdir. Yahudilerin Yunan kültürünün bu baskılı döneminde kısa süren kısıtlı bir egemenliği olmuştur. Suriye Helenlerine karşı yapılan bir isyanla (M. Ö. 167) başlayan Haşmoni hanedanı ‘Ferisîler’ ve ‘Sadukiler’ adlı iki siyasi dini parti arasındaki çekişmeler sebebiyle zayıfladı. Romalılar Kudüs’ü kuşattığı sırada bile iç çatışmalar sürüyordu. İşte bu sırada İsrâîloğulları, Romalı askerlerin çizmelerini ve acımasız kılıçlarını Ma’bed’de gördü. Daha sonra Herod’la birlikte Filistin’de (M.Ö.37-4) unvanı kral olan, fakat gerçekte iktidarlarını Romalılara borçlu yöneticiler hükümet ettiler. Hz. İsâ’dan biraz önce Filistin’de siyâsî ve kültürel durum, ana çizgileriyle böyle idi. Hz. İsâ döneminde ise önce Herod’un üç oğlu, Filistin’i paylaşarak yönetmiş, daha sonra da Roma, Filistin’i kendi valileriyle yönetmeğe başlamıştı.
“Bu dönemde İsrâîloğulları içinde çeşitli gruplar görmekteyiz. Bunlardan ‘FerisîLer’ Yahûdîliği şerî’at merkezli bir din olarak görmüşler ve şerî’atin kurallarını çok katı bir biçimde yorumlamışlardır. Din kurallarını toplumsal alanda ve yönetimde uygulamayan hükümdar Herod’a karşı çıkmışlardır. ‘Sadûkîler’ ise üst düzey din adamlarını oluşturuyorlardı.
Sadece Eski Ahid’in ilk beş Kitabını kabul etmişler, geleneği (rivayeti) reddetmişlerdir. Ceza hukukunu uygulamakta Ferisîlerden de ileri gitmişlerdir. Diğer bir grup olan ‘Zelotlar’ın bütün hedefleri, Yahûdî bağımsızlığını yeniden kurmak olmuştur. Onlara göre yabancı egemenliğini kabul etmek ve onlara vergi vermek Allah’ı inkâr etmektir. Zelotların hareket tarzı, yabancıları ve yabancılarla işbirliği yapan Yahudileri öldürmek ve onlara baskınlar yapmak şeklinde belirmektedir. Bunun için de özel yöntemler geliştirmişlerdir. O dönemde mevcut bir başka grup ise ‘ Eseneler’dir. Evlenmiş, beyaz elbise giymiş, zâhid bir hayat yaşamış olan Eseneler, kendi aralarında bir yönetim oluşturmuşlardır. Ölü Deniz kıyısındaki Ku-mran Vadisinde kendine ayrı bir yerleşim bölgesi kurarak yaşayanların Eseneler oldukları düşünülmektedir.
“İsrâîloğullarının, Hz. İsâ’dan önce birkaç yüz yıl içinde yaşadığı olaylar ve onun dinsel, siyasal ve kültürel durumu bu şekilde özetlenebilir. İsrâîloğulları bu dönem içerisinde dayanılmaz yenilgiler görmüş, büyük acılar çekmiş ve derin bir kimlik sorunu ile karşılaşmışlardır. Bu acılarını, sorunlarını ve tepkilerini sözü edilen dönem içinde ortaya çıkan ve ‘Apokaliptik Edebiyat’ adı verilen bir mesaj biçimi ile ifadelendirmişlerdir. Bu, aslında İsrâîloğulları peygamberlerini taklîdeden bir teblîğ hareketidir. Ancak bu hareket, hiçbir zaman peygamberi bir karaktere sahibolacak kadar köklü olamamış, temel sorunlara inememiştir. Burada daha çok hâkim güçlerin egemenliği altında acı çeken bir toplumun refleks biçimindeki tepkilerini görmekteyiz. Mü’min bir Yahûdî, o gün şöyle düşünüyordu: İsrâîloğulları bu dünyâyı ve kâinatı yaratan ve her şeyi yöneten bir Allah’a inandığı halde yine dinsizlerin egemenliği altında ezilmektedir. Nasıl oluyor da Allah’ın yardımı bir türlü gelmiyor, O’na inanan kulların, yani Allah’ın egemenliği bir türlü kurulamıyor ve kâfir devletler inananları eziyorlar? Neden kâfirler egemen oluyorlar da, inananlar egemenlikten yoksun kalıyor? İsrâîloğullarının, o dönemde gündeminin merkezine dini siyasi egemenliği yeniden elde etme sorununu orturttuğu anlaşılmaktadır.
“Tarih içinde, toplumların, büyük hedeflerine ulaşamadıkları zaman, onlardan vazgeçmek yerine, onları idealize ederek gelecekteki bir vakte ertelediklerini görmekteyiz. Bu hedefler böylece toplumun umutlan olarak yaşatılmaktadır. İsrâîloğulları da bir türlü erişemediği siyâsî egemenlik hedefini, dünyânın sonuna yakın bir zamana kadar ertelemiştir. Apokaliptik Kitâblardan öğrendiğimize göre İsrâîloğullarının bu umudu, Allah’ın, yeryüzüne bir gün müdahele etmesiyle ve sevgili çocuklarını zulümden kur-tarmasıyla gerçekleşecek, böylece İsrâîloğulları bütün başka toplumlara hakim olacaktır. İşte o zaman Allah’ın hükümranlığı kurulmuş olacaktır. Allah, hükümranlığını, sevdiği insanlar arasında seçeceği bir Mesih göndererek kuracaktır. Mesîh, ideal bir kişidir. O, bütün kötülükleri yeryüzünden silecek, kâfirleri yok edecek ve Allah’ın hukukunu, yani Şerîati yeryüzüne egemen kılacaktır.
“İşte Hz. İsâ doğduğu zaman İsrâîloğullarının durumu böyle idi. Onlar, kendilerini yeryüzüne egemen kılacak, inanmayanları öldürecek ve Allah’ın hukuku olan Mûsâ şerî’atini bütün dünyâya uygulayarak Allah’ın hükümranlığını te’sis edecek bir Mesih (kurtarıcı kral) bekliyorlardı.”
Hz. İsâ, Yahûdî inancındaki Mesîh (kurtarıcı kral) olarak ortaya çıkmış ise de Yahûdîler onu yalancı kabul edip onunla alay etmişler ve onun hakkında bu sıfatı alay maksadıyla kullanmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre İsâ’ya benzeyen birini, İsâ sanarak çarmıha germişlerdir. İsâ’nın ortadan kaybolması üzerine şâkirdleri İsâ’nın öldürüldüğünü ve cesediyle göğe kaldırılmış olduğunu, dünyânın sonunda tekrar gökten ineceğini çevreye yaymışlar veya bu inanç sonra gelen din adamları tarafından İsâ’nın havarilerine nisbet edilmiştir. Böylece Yahûdîlikteki Mesîh inancı, ad değiştirerek Hıristiyanlığa geçmiştir. İsâ’dan sonra Yahûdîler arasında birkaç Mesîh daha çıkmış ise de İsâ gibi onlar da el-Mesîhu’d-deccâl (aldatıcı, düzme Mesîh) veya el-Mesîhu’l-kezzâb (yalancı Mesîh) olarak nitelendirilmiştir.
46-51’nci âyetlerde Hz. İsâ’nın doğumu olayına, onun vasıflarına, mu’cize-lerine ve öğretilerinin özüne işaret edilmektedir. Burada ilginç olan bir husus,49’ncu âyette Hz. İsâ’nın: Ben sizin için çamurdan kuş gibi bir şey yaratırım, içine üflerim,
Allah’ın izniyle kuş oluverir” demiş olmasıdır, jii- (halk: yaratmak), aslında yoktan var etmek değil, takdir etmek, ölçü ve biçim vermek anlamındadır. Hz. İsâ’nın bu fi’li kullanmış olması, konuşma arasında bu sözü kullanmakta bir sakınca olmadığını gösterir.
Peygamberlikle görevlendirilen Hz. İsâ, Allah’ın emirlerini tebliğ etmiş. Peygamberliğinin kanıtı olarak mu’cizeler göstermiştir. Fakat ona inanan pek az olmuş, İsrâîloğulları onun peygamberliğini tanımamışlardır.
52- İsâ onlardan inkârı sezince: “Allah yolunda kimler bana yardımcı olacak?” dedi. Havariler: “Biz, Allah (yolun)un yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şâhid ol, biz müsl-ümanlarız.” dediler. 53- Rabbimiz, senin indirdiğine inandık, peygamberlere uyduk; bizi şahitlerle beraber yaz!” 54- Tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi; çünkü Allah, herkesten daha iyi tuzak kurar. (Âl-i İmrân: 94/ 52-54)
İsrâîloğullannın kendisini tanımadıklarını ve tanımayacaklarını anlayan Hz. İsâ, kendisine Allah yolunda yardımcılar, destekçiler aradı ve özel çömezleri olan havârîler, Allah yolunda ona yardım etmeğe söz verdiler ve müslüman (Allah’a teslîm olan kullar) olduklarını bildirdiler; Allah’tan kendilerini gerçeğin tanıkları olan peygamberlerle beraber kılmasını niyaz ettiler.
İsrâîloğulları ise İsâ’yi ortadan kaldırmak için tedbirler düşündüler, tuzaklar kurdular. 54’ncü âyet, onların bu plan ve tuzaklarına işaret etmektedir. Mekr bir şeyi yapmayı planlamak, tedbir düşünmek demektir. Genellikle yapılacak kötü şeyler gizli tutulduğundan mekr kötü iş düzenleme, planlama, tuzak kurma anlamında kullanılır. Fakat mekr, mutlaka kötü tedbir düşünmek anlamına gelmez. İyi tedbir düşünmeğe de el-mekru’l-hasen denilir. Bundan dolayı Allah, mekreden-lerin en iyisidir şeklinde nitelendirilmiştir.
Allah kurulan tuzağı, yapılan suçu benzeri bir ceza ile cezalandırır veya engeller. Suça, dengi bir cezanın verilmesine edebiyatta müşâkele denilir. Burada işlenen suç, tuzak kurmadır. Bunun cezası da o kurulan tuzağı etkisiz bırakacak daha üstün bir tuzak, yani tedbirdir.
Allah planlayıcıların, tedbir düşünenlerin en hayırhsıdır. Zira O’nun tedbirinin sonucu daima yaratıkların hayrınadır. İşin içyüzünü bilmeyenler, O’nun tedbirini bazen şer sanırlar ama aslında cezası dahi kendileri için hayırlıdır.
İsrâîloğullarının, kendisini kabul etmediklerini gören Hz. İsâ, görüşlerini yayabilmek için kendisine yardımcılar aramış; havariler kendisine yardım edeceklerini va’detmişler. İsrâîloğulları ise, İsâ’yı ortadan kaldırmak için çareler aramışlar ve onu çarmıha gerdirerek öldürmeyi planlamışlar. 54’ncü âyet, onların bu planlarına işaret etmektedir.
Onu İsrâîloğullarına (şöyle diyen) bir elçi yapacak: “Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim: “Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileştiririm; Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yeyip, ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanıcı iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır. (Âl-i İmrân: 94/49) âyetinde Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarına, Allah’ın izniyle çamurdan kuş şekli yapıp içine üfleyince onun kuş olacağını; körü ve alacalıyı iyileştireceğini; ölüleri dirilteceğini; gizli şeyleri haber vereceğini söyleyen bir elçi yapıldığı belirtilmektedir.
Âyette İsâ’nın, bunları yapacağını söyleyen bir elçi olduğu ifade edilir; fakat fi’len bunları yaptığından söz edilmez. Ancak Mâide Sûresinden, Hz. İsâ’nın, bu mu’cizeleri yaptığı anlaşılıyor:
5Maide suresi/110- Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni Rûhu’l-Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlara konuşuyordun; sana Kitâb’ı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu; körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyor dun; benim iznimle ölüleri (diriltip kabirlerden) çıkarıyordun ve İsrâîloğullarını senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler: “Bu açık bir büyüden başka bir şey değil!” demişti. 111-Havârîlere: “Bana ve elçime inanın!” diye vahy etmiştim (kalblerine bu düşünceyi atmıştım); “İnandık, bizim müslümanlar olduğumuza şahit ol!” demişlerdi. 112- Havariler demişlerdi ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” (İsâ): “İnanıyorsanız Allah’tan korkun!” dedi. 113- “İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalblerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bunu bizzat görenlerden olalım.” dediler. 114- Meryem oğlu İsâ da: “Allah’ım, Rabbimiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için (o gün) bir bayram olsun ve (o olay) Senden bize bir mucize olsun. Bizi rızıklandır, Sen rızık verenlerin en hayırlısısın!” dedi. 115- Allah buyurdu ki: “Ben onu sizin üzerinize indireceğim, ama sonra sizden kim inkâr ederse ben de ona dünyalarda hiç kimseye yapmayacağım azabı yaparım!” (Mâide: 110/110-115)
Âl-i İmrân: 94/49 ve Mâide: 110/110’da Hz. İsâ’nın, çocukluğundan beri çeşitli mu’cizelerle desteklenmesi, çocuk iken konuşabilmesi, kendisine Kitâb-ı Mukaddes’in içeriği olan Tevrat ve İncil’in öğretilmesi, çamurdan kuş şeklinde yapıp üflediği şeyin canlı kuş oluvermesi, körü ve alacalıyı iyileştirmesi, çağırdığı ölülerin kabirlerinden kalkması gibi rau’-cizeleri yanında kendisinin, İsrâîloğullarının saldırısından da korunmuş olması anlatılmaktadır. Burada anlatılan mu’cizeler, mevcut İndilerde ve eklerinde çeşitli biçimlerde anlatılır. Demek ki Hz. İsâ’nın, bu tür mu’cizeler yaptığı, Hıristiyanlar arasında yaygındı. Kur’ân-ı Kerîm, onların bildiği, aralarında anlatageldikleri şeyleri kendilerine anımsatmaktadır. Mâide Sûresinde daha sonra havarilerin, kendilerine gökten bir sofra indirilmesini, Hz. isa’dan istemeleri, imânlarının iyice kökleşmesi ve Allah’ın kudretini açıkça görmeleri için bu istekte bulundukları; Hz. İsâ’nın da yüce Allah’tan, bir sofra indirmesini niyaz ettiği; Allah’ın da bu sofra indiği halde yine inanmayan olursa ona, dünyâda kimseye etmediği azabı edeceğini buyurduğu anlatılmaktadır.
Burada Allah’ın, gökten sofra indirip indirmediği açıklanmamıştır, fakat sözgeliminden böyle bir sofranın indiği anlaşılmaktadır.
Abdullah ibn Abbâs’a dayanan bir rivayete göre İsâ Aleyhisselâm, İsrâîloğullarına va’zederken: “Eğer Allah için otuz gün oruç tutar, sonunda dilekte bulunursanız, Allah size dilediğinizi verir” demiş. Onlar da öyle yapmışlar ve Allah’tan, gökten bir sofra indirmesini dilemişler. Melekler gökten bir sofra getirmiş.
Müfessirler, muhakkak ki Hıristiyan kaynaklara dayanarak sofranın içeriği hakkında çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bir rivayete göre sofrada kızarmış, kabuksuz ve dikensiz balık, tuz, bakla, sirke, yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve kadîd(pastırma) varmış. Bir rivayete göre yedi yufka ekmek varmış. Orada bulunanların hepsi o sofradan yemişler. Râzî’nin kaydettiği rivayete göre İsâ Aleyhisselâm, gökten inen çıkını: “Bismillâhi hayri’r-râzikîn: Rızık verenlerin en hayırlısı Allah’ın adıyla” diyerek açmış. İçinde kılçıksız, kabuksuz balık varmış, balıktan yağ damlıyormuş. Balığın başında tuz, kuyruğunda sirke, çevresinde çeşitli sebzeler, beş tane de yufka ekmek varmış. Yufkalardan birinin üstünde zeytin, ikincisinin üstünde bal, üçüncüsünün üstünde yağ, dördüncüsünün üstünde peynir, beşincisinin üstünde pastırma varmış. Havârî Şem’ûn (Simun):
Ey Allah’ın ruhu, bu, dünyâ yiyeceğinden mi, âhiret yiyeceğinden midir? demiş. İsâ:
Hiçbirinden değil. Allah’ın yüce kudretiyle seçtiği yemektir. İstediğinizi yeyin, şükredin. Allah size daha fazlasını verir, demiş. Havariler:
Ey Allah’ın ruhu, demişler, bu mu’cizeden ayrı olarak bir mu’cize daha göstersen (iyi olmaz mı)? demişler. İsâ:
Ey balık, Allah’ın izniyle diril, demiş.
Balık canlanmış, deprenmiş. Sonra İsâ ona: – Eski haline dön! demiş.
Balık yine kızarmış haline dönmüş. Sonra sofra uçmuş. Bundan sonra İsrâîloğulları, isyan ettiklerinden dolayı maymunlara, domuzlara döndürülmüşlerdir.
Bu rivayetlerin hepsi uydurma şeylerdir. Ana konusu, İsâ’yi mu’-cizelerle yükseltmek, ona karşı çıkan Yahûdîleri de domuzlara, maymunlara çevirmektir. Bunlar, Hıristiyanların, İsâ’yi çarmıha gerdiklerine inandıkları Yahudiler hakkında anlatageldikleri öykülerdir. Gerçi Kur’ân, Yahudilerden bir cemâatin meshedildiğini söylüyor ama meshedilenler, Cumartesi yasağını çiğneyen bir topluluktur.
Hz. İsâ’ya gökten sofra indiği de kesin değildir. Gerçi müfessirlerin çoğuna göre böyle bir sofra inmiştir ama sofranın içeriğini Allah bilir. Çünkü bu konuda sağlam bir hadîs yoktur. Katâde’ye göre de Allah’ın: “Sofra indikten sonra içinizden inkâr eden olursa ona hiç kimseye etmediğim azabı ederim!” uyarısı karşısında havârîler korkup bu isteklerinden vazgeçmişler, sofra inmemiştir.
Kur’ân’da anlatılan bu olay, bugünkü İncîllerde yoktur. Ancak İncîl-lerde Hz. isa’nın, buna benzer bir mu’cizesi anlatılır:
İsâ, beşbin kişilik bir topluluğa, beş yufka ve iki balık doğrayıp vermiş. Hepsi yemiş, doymuş, geri kalan artık ekmekler de oniki kufa, ya da yedi sele doldurmuş.
Resullerin İşleri Kitabının 10’ncu babında yine benzeri bir olay anlatılmaktadır:
‘Petrus lakabıyla çağırılan havârî Simun, Yafa’da iken acıktı, kendisine cezbe geldi. Göğe baktı, göğün açık olduğunu ve büyük çarşafa benzer bir kabın, dört köşesinden asılı olarak yer üzerine indiğini gördü. Kabda dört ayaklı hayvanların, yerdeki sürüngenlerin, gökteki kuşların hepsinden vardı. Bir ses ona: ‘Kalk Petrus, boğazla ve ye!’ dedi. Petrus: ‘Hâşâ, yâ rab, ben asla necis veya kirli yemedim’ dedi. Ses ikinci kez: ‘Allah’ın temizlediğini sen kirletemezsin’ dedi. Bu, üç kere vaki oldu ve hemen göğe alındı.”
Bu olay Kur’ân’ın anlattığına benzese de onun aynı değildir. Bugün Kudüs’te hem müslümanların, hem de Hıristiyanların saygı gösterdikleri bir yer vardır ki Dâvûd Peygamber binası içinde bulunan bu yerin adı, Sofra Evi’dir. Bu da gösteriyor ki Hıristiyanlar, ya da onların bir bölümü, Hz. İsâ’ya ve havarilerine gökten bir sofra inmiş olduğuna inanıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile görüşen Hıristiyanlar, bu kanıda idiler. Kur’ân-ı Kerîm de onların bildiği bir şeyi onlara hatırlatmak üzere olaya kısaca işaret etmiş, fakat ayrıntıya girmemiştir. Çünkü Kur’ân’ın amacı, insanların bildiği bir şeyi kendilerine hatırlatıp öğüt vermektir.
4Nisa/57- “fiiz Allah’ın elçisi, Meryem oğlu İsâ Mesih’i öldürdük!” demelerinden ötürü (kendilerini yıldırım çarptı). Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat onlara, benzer (kuşkulu) gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu yakinen öldürmediler (onu öldürdüklerini kesin biçimde bilemediler). 158- Hayır, Allah onu kendisine yükseltti. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. 159- Andolsun, Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de O, (İsâ) onların aleyhine şahit olacaktır. (Nisa: 98/157-159)
Bu âyetlerde Yahudilerin, Meryem oğlu İsâ’yi öldürdüklerini iddia etmeleri reddedilmekte, onu öldürmedikleri, asmadıkları, fakat bu hususun (asmanın, çarmıha germenin) onlara şüpheli geldiği, astıklarını sandıkları, İsâ’yı kesin biçimde öldürmedikleri; Allah’ın onu kendisine yükselttiği; Kitâb ehli olan herkesin, ölümünden önce gerçeği öğreneceği, Kıyamet gününde İsâ’nın, onların aleyhine tanık olacağı belirtilmektedir.
: Onu öldürmediler ve asmadılar; fakat onlara, benzer (kuşkulu) gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler.”
İsâ hakkında ayrılığa düşenler, onun gerçek hayatını, olayın niteliğini bilmediklerinden , bu konuda kesin bir bilgiye sahibolmadıklarından dolayı onun hakkında çeşitli sözler söylemişlerdir. Kimi İsâ’nın asıldığını, kimi onun yerine başkasının asıldığını söylemiştir. Bu konudaki bilgileri kesin değil, kuşkuludur. İşte cümlesi, gerçi “Onlara benzer gösterildi” şeklinde terceme edilirse de aslında bu siyakta bu cümlenin, “bu mes’ele onlara kuşkulu yapıldı” şeklinde terceme edilmesi daha uygundur. Yani “Onlar bu konuda derin bir kuşku içindedirler, sözleri kesin bilgiye değil, zanna dayanmaktadır. Onu kesin biçimde öldürmediler” demektir.
İndilerde Hz. İsâ’nın şakirtlerine: “Bu gece hepiniz benim hakkımda kuşkuya düşeceksiniz” dediğini yazıyor. İşte âyette, İncil’deki bu söze işaret edilmektedir. Bizzat İsâ’nın çömezleri, onun hakkında kuşkuya düşeceklerine göre, olayı şişleyen zaman aşımından sonra gelenlerin kuşkuya düşmeleri gayet doğaldır. Zaten sonrakilerin kuşkusu, İsâ’nın kendi şakirtlerinin kuşkusundan, onların olaya bizzat tanık olmamalarından kaynaklanmaktadır.
Bugünkü dört İncîl ‘de İsâ’nın çarmıha gerilip daha sonra göğe kaldırıldığı, birbiriyle çelişik biçimlerde anlatılmaktadır. Bunları özetle gözden geçirelim:
Matta’ya göre İncîl ‘de İsâ, sakinleriyle beraber bir evde fısh yemeği yemiş, içlerinden birinin kendisini ele vereceğini söylemiş. “Fakat ben kıyam ettikten sonra sizden önce Galile’ye gideceğim” demiş. Öldürüleceğini haber veren İsâ, öldürülmemesi için du’â etmiş: “Ey Baba, eğer mümkünse bu kâse benden geçsin. Fakat benim istediğim gibi değil, senin istediğin gibi olsun.” demiş. İsâ’yi yakalamaya geldiklerinde bütün şakirtleri onu bırakıp kaçmışlar (26/56). İsâ, şahsen kendisini tanımayan başkâhinlerin (yargıçların) huzurunda yargılanırken uzaktan onu izleyen şakirdi Petrus, “İsâ’nın arkadaşı mısın, onu tanıyor musun?” diye soranlara üç kez İsâ’yi tanımadığını söylemiş (26/69-74). İsâ, yargılama sonunda vali Platus’a teslîm edilince onu ele veren Yahuda, kederinden kendini asmış (27/1-5).
Vali Platus, İsâ’yi iyi bir adam gördüğü için ona dokunmak istemediği halde halkın kargaşasından korkup İsâ’nın çarmıha gerilmesine razı olmuş. Askerler onu alıp saraya götürmüşler. Üzerine kırmızı bir kaftan giydirmişler, başına dikenden yapılı bir tac koymuşlar, sağ eline de bir kamış (çubuk) vermişler. Önünde diz çöküp “Selâm ey Yahudilerin kralı(!)” diye alay etmişler, üzerine tükürmüşler. Sonra onu Golyat’a götürüp çarmıha germişler. Onunla beraber iki haydutu da, biri sağında biri solunda olmak üzere çarmıha germişler.
Altıncı saatten dokuzuncu saate kadar bütün yeryüzüne karanlık çökmüş ve dokuzuncu saatte İsâ: “Eli, Eli, lama sabaktanî: Allahım, Allahım, niçin beni bıraktın?” diye yüksek sesle bağırmış. Bir kez daha böyle bağırdıktan sonra ruhunu vermiş. Bunun üzerine depremler olmuş. Kabirler açılıp nice mukaddes kişilerin cesedleri kalkmış. Kabirlerden çıkıp İsâ’nın kıyamından sonra mukaddes şehre girmişler ve birçok kimseye görünmüşler. Bunu gören askerler İsâ’nın gerçekten Allah’ın oğlu olduğuna inanmışlar (27/45-56).
Akşam, İsâ’nın şakirdi Arimatealı Yûsuf, vali Platus’tan İsâ’nın cesedini istedi. Cesedi alıp, daha önce hazırladığı yeni kabre yatırdı. Kabrin kapısına bir taş yuvarlayıp gitti. Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem öte tarafta oturuyorlardı. İsâ’nın cesedinin çalınmaması için askerler bekliyorlardı. İsâ’nın defnini uzaktan görmüş olan Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem, tanyeri ağarmaya başlarken kabri yakından görmeğe geldiler. Birden bir deprem oldu, Rabbin meleği gökten inip kabrin taşını yuvarladı, taşın üstünde oturdu. Askerler korkudan bayıldılar. Melek, iki kadına korkmamalarını ve İsâ’nın orada olmayıp kalktığını söylediler: “Gelin, Rabbin yattığı yeri görün ve çabuk gidin, şakirtlerine söyleyin. O, ölüler(arasın)dan kalkmıştır. Ve işte sizden önce Gali-le’ye gidiyor, orada göreceksiniz.” dedi.
İki kadın, olayı şakirtlere haber vermeğe giderken İsâ onların karşısına çıktı. Kabri bekleyen askerler, olayı başkâhinlere bildirince başkâhinler, olay yayıldığı takdirde kendilerinin güç duruma düşeceklerini, rezil olacaklarını düşünerek olayı örtüp İsâ’nın cesedini, geceleyin şakirtlerinin çaldığını söylemelerini öğütlediler ve bunun için askerlere para verdiler.
Markos’a göre İncîl’in 13’ncü babında anlatılmaya başlanan olayda, askerlerin İsâ’ya erguvânî kaftan giydirdikleri yazılıdır (13/17). Markos İncilinde Yahuda’nın intiharından söz edilmez. Matta İncilinde İsâ’nın haça gerilme saati belirtilmemiş, sadece altıncı saatten dokuzuncu saate kadar bütün yeryüzüne karanlık çöktüğü anlatılmıştır (13/25-33). Markos İncîlinde ise İsâ’nın, üçüncü saatte haça gerildiği söylenmektedir.
Matta’da, İsâ’nın cesedinin kabre konulusunu uzaktan seyredenler Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem iken Markos’ta bunlar: Mecdelli Meryem ile Yoses’in anası Meryem’dir. Ertesi gün cesedi almak için gelenler de Matta’da Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem iken Markos’ta bunlarla birlikte Salome de gelmiş, fakat şafak vakti değil, güneş doğduğu zaman gelmişler (16/1-2).
Bu kadınlar kabre girmişler. Sağ tarafta beyaz kaftan giymiş bir gencin oturduğunu görüp şaşırmışlar, çok korkmuşlar ve kabirden çıkıp kaçmışlar. Halbuki Matta’da: bir deprem olmuş, gökten ışık gibi melek inmiş ve meleğin kendilerine güven vermesiyle kadınlar korkmamış ve kaçmamışlar, korkularından kimseye bir şey söylememişler. Oysa Matta ‘da şakirtlere gitmişlerdi.
Sonra haftanın ilk gününde kıyam eden İsâ, hayatta iken kendisinden yedi cin çıkarmış olduğu Mecdelli Meryem’e görünmüştür. Matta’ya göre iki kadına görünmüştü. Markos’ta ise sadece bir kadına görünmüş, o da gidip İsâ’nın şakirtlerine haber vermiş, inanmamışlar. Sonra İsâ, kırda, şakirtlerinden ikisine görünmüş. Onlar da ötekilere söylemişler. Fakat bunlara da inanmamışlar. Sonra sofrada yemek yerlerken onbinlere görünmüş ve kıyamına kadar inanmadıklarından ötürü onları kınamış ve onlara gidip İncîl ‘i yaymalarını emretmiş.
Luka’ya göre İncil’de ise vali Platus, İsâ’yı Hirodes’e göndermiş. Önce onu sorguya çeken Hirodes, ona renkli elbise giydirip tekrar Platus’a göndermiş (23/7-12). Luka’ya göre İsâ ile birlikte haça gerilen iki suçludan biri İsâ ‘ya hakaret etmiş, öteki ise bu yaptığından ötürü arkadaşını azarlamış, bu yüzden İsâ ona cennette kendisiyle beraber olacağını müjdelemiş (23/39-42).
Luka’da İsâ ‘nın kabrini gören kadınlar, iki değil, daha fazladır. Bunlar haftanın ilk günü seher vakti kabre gitmişler, kabrin taşını yuvarlamışlar (öteki İncîllerde taşı melek yuvarlamıştı. Burada kadınlar yuvarlıyorlar), kabre inmişler, İsâ ‘nın cesedini bulamamışlar. Şaşkın durumda iken parlak elbiseli iki adam görmüşler (Matta ve Markos’ta tek adam görmüşlerdi. Burada iki adam görüyorlar. Yine öteki İndilerde kadınlar adamı daha kabre inmeden, kabrin üstünde veya içinde görmüşlerdi. Burada kadınlar kabre inip cesedi bulamadıktan sonra adamları görüyorlar). Adamlar bunlara:
“- Niçin diriyi ölüler arasında arıyorsunuz? O burada değil, (dirilip) kalktı.” demişler.
Kadınlar da, gördüklerini onbinlere ve başkalarına anlatmışlar. Bu kadınlar: Mecdelli Meryem, Yohanna ve Ya’kûb’un anası Meryem ve başka kadınlar idi (24/2-10). Matta ve Markos’a göre İsâ, asıldığının ertesi günü sabahı kalkmış iken Luka’ya göre asıldığının üçüncü günü kalkmıştır. Diğer İndilerde İsâ’nın, üzerine gerileceği haçın, Kirineli Simon’a taşıttırıldığı yazılı iken Yuhanna İncilinde, İsâ’nın kendisine taşıttırıldığı yazılıdır (19/17).
Ayrıca Yuhanna İncilinde haça gerilme işleminden sonra Sabt günü olan ertesi gün, cesetler haçta kalmasın diye, gerilenlerden iki haydutun bacaklarını kırmışlar, fakat İsâ ‘yi ölmüş görünce bacaklarını kırmamışlar. Ancak askerlerden biri, İsâ’nın böğrüne mızrakla vurmuş, böğründen kan çıkmış (19/31-34).
Diğer İncîllerde İsâ’nın kabrine gelip taşı kaldırılmış gören veya kaldıran, fakat İsâ’nın cesedini orada bulamayan, melekle karşılaşan iki yahut daha fazla kadın olduğu söylenirken. Yuhanna İncîlinde yalnız tek kadın olup Mecdelli Meryem ‘dır (2/1-2).
İsâ’nın iki şakirdi gelip kabirdeki durumu gördükten sonra gitmişler. Fakat Meryem ağlayarak kabrin başında dururken kabrin içinde beyaz giysili iki melek görmüş. Onlardan İsâ’nın nereye kaldırılıp konduğunu sormuş. Birden arkasında İsâ’yi görmüş. Önce onu tanıyamamış, fakat İsâ, konuşmaya başlayınca tanımış. Gelip durumu şakirtlere söylemiş. Sonra İsâ, bazı şakirtlerine de görünmüş 2/6-31).
Görülüyor ki İsâ’nın çarmıha gerilmesi ve kabirden kalkması, İncîllerde başka başka ve birbirine ters biçimlerde anlatılmaktadır: Kimine göre İsâ’nın gerileceği haçı başkası taşımış, kimine göre kendisi taşımış. Kimine göre İsâ, çarmıha gerildiğinin ertesi günü kalkmış, kimine göre üçüncü günü kalkmış, kimine göre günün üçüncü saatinde, kimine göre altıncı saatinde çarmıha gerilmiş. Kimine göre gerilmeden önce vali Platus, onu Hirodes’e göndermiş, kimine göre göndermemiş. Kimine göre onun kabirden kaldırıldığını söyleyen meleği, yalnız bir kadın, kimine göre iki kadın, kimine göre de ikiden fazla kadın görmüş. Kimine göre bu melek bir tane, kimine göre iki tane imiş. Kimi İsâ’yi ele veren şakirdin intihar ettiğini söylüyor, kimi bundan hiç söz etmiyor.
Tanrı sözünde bu kadar tutarsızlık olmaz. İsâ’nın kabirden kalkmış olduğunu ilk gören, Mecdelli Meryem’dir. Hz. İsâ, hayatında bu kadından yedi cin çıkarmıştı. Demek ki bu kadın, cin çarpmış, aklî dengesi bozuk bir kadındı; normal bir kişi değildi. Eğer rivayetlerin bir gerçek yanı varsa bu kadın, yine bir cin gördü, gördüğü cin, ona İsâ biçiminde göründü. O zaten hayaller, cinler görüyordu. Cinle meleği birbirinden ayırdedecek ne bilgiye, ne de zekâya sahipti.
Gidip etrafa İsâ’yı gördüğünü söyledi. Hiçbir kültüre sahibolmayan ümmî şakirtler de İsâ ‘nın gerçekten öldürüldüğüne ve öldürüldükten sonra da kaldırılıp göğe çıkartıldığına inandılar. Bu inanç, böylece Hıristiyanlar arasına yayıldı.
Çarmıha gerilme olayı (eğer doğru ise) gece olmuştu. İsâ’yı yakalamağa gelenler onu tanımıyorlardı. Askerler geldikleri zaman, bütün şakirtleri isa’nın yanından kaçmışlardı. Sadece Petrus, çok uzaklardan onu seyretmiş, ama askerlerin İsâ’yı yakaladıklarını yakından görememişti. Demek ki İsâ’nın yakalanışını ve çarmıha gerilişini, onu tanıyanlardan hiç kimse görmemişti. Onu ihbar eden Yahuda da İsâ yakalandıktan sonra bir daha görülmemiştir.
İncîllerin anlatımından, vali Platus’un İsâ’yı sevdiği, onu korumak istediği anlaşılmaktadır. Nitekim Yahûdî kâhinlerine, bu suçsuz adamı asmak istemediğini, onun yerine başka birini asmaya razı olmalarını önermişti. Onlar ille onun asılmasını isteyince vali, İsâ’yı yakalayıp onun yerine bir başkasını İsâ diye çarmıha gerdirmiş olabilir. Nasıl olsa kâhinler ve askerler içinde İsâ’yı tanıyan yoktu.
Çarmıha gerildikten sonra İsâ’nın kabrine gidenler, onun cesedini görememişlerdi. Demek ki İsâ çarmıha gerilmemişti. Fakat onlar İsâ’nın mutlaka çarmıha gerilip öldürüldüğüne inandıkları için cesedini kabirde göremeyince İsâ ‘nın dirilip cesediyle birlikte göğe çıkartıldığına inandılar.
İsâ’nın şakirtleri, Taberiyye gölünde balıkçılık yapan kimselerdi. Öyle parlak zekâlı, bilgin kişiler değillerdi. Bir olayın bütün yanlan görülüp anlaşılmayınca özellikle ümmî insanlar arasında efsaneleştirme, olaya bir mu’cize niteliği verme eğilimi vardır. İşte İsâ’nın cesedinin kaldırılıp göğe yükseltilmesi inancı da olayın niteliğinin bilinmemesinden doğmuştur. Gerçi peygamberlerin mu’cizesi vardır ama ölen kimsenin dirilmesi ve cesediyle birlikte göğe çıkması da Kur’ân’da sunnetullah denen İlâhî yasalara aykırıdır. Bu söylediklerimiz, İsâ’nın öldürülmediğinin bir izah tarzıdır. Kur’ân ‘in anlatımına uygundur. Yine Kur’ân ‘in anlatımına uygun olan ikinci bir izah tarzı da şudur:
Hz. İsâ’yi öldürecek olanlar, onu tanımıyorlardı. İndilere göre otuz gümüş karşılığında İsâ’nın bulunduğu yeri haber veren şakirdi Yahuda İskaryot, askerlere: “Ben kimi öpersem, İsâ odur, onu yakalayın” diye işaret vermişti (Matta, bab: 26, cümle: 48). Barnaba İncilinde askerlerin, İsâ sanarak Yahuda İskaryot’u yakaladıklarını, çünkü onun İsâ’ya benzetil-diğini söylüyor (Fasl: 210, s. 309). Dört İncîlle Barnaba İncilinin birleştiği nokta, İsâ’yı yakalamağa gelenlerin, onu tanımadıklarıdır. Tanımadıklarına göre yakaladıkları şahsın İsâ olduğundan emin olamazlardı.
Hıristiyanlarca mu’teber İndilerden üçü, Yahuda’nın, yaptığına pişman olarak, İsâ’nın çarmıha gerilmesinden sonra kaybolup görünmediğini söylüyor. Kimine göre İsâ, yakalanınca Yahuda üzüntüden kendisini asmış (Matta: 27/5), kimine göre de Yahuda İsâ’yı haber vermesi karşılığında aldığı paralarla bir tarla satın almış, baş aşağı düşüp ortadan çatlamış, bütün barsakları dökülmüştür (Resullerin İşleri: 1/18).
Bu rivayetler, İsâ’nın yakalanmasından sonra Yahuda’nın bir daha görünmediğinde birleşiyorlar. Ama onun âkibeti hakkında kesin bilgi yoktur. Gerçekten görünmemiştir, çünkü İsâ yerine o asılmıştır.Onu yakînen öldürmediler” âyetine; onlar, onu kesinlikle öldürmediler, onu öldürmedikleri kesindir, şeklinde mânâ verilmiştir. Fakat siyaka daha uygun mânânın: “Onu öldürmeleri kesin değildir; sadece şekke dayanır.” şeklinde olduğu kanısındayız.
M. Reşid Rızâ, bu konuda özetle şöyle diyor: “İsâ’ya çok benzeyen Yehuda, önce İsâ’nın saklandığı yeri para karşılığında askerlere haber verdi. Sonra bu yaptığına pişman oldu, vicdan azabından kurtulmak için kendisini İsâ diye tanıtıp asıldı. Hıristiyan kaynaklarında İsâ’yı haber veren Yehudâ’nın, İsâ’nın asılmasından sonra bir daha görülmeyip intihar ettiği rivayet edilir. Kendini İsâ diye tanıtıp askerlere teslim olması da bir çeşit intihardır.
Demek ki âyetin dediği gibi Allah, İsâ’ya ikram edip onu, düşmanlarının elinden kurtarmış ve İsâ, gizlice başka bir ülkeye gidip normal hayatını yaşadıktan sonra vefat etmiş, vefatından sonra da ruhu, Allah katında yüce derecelere yükselmiştir.
Müfessirler, Hz. İsâ’nın kurtulduğunda ve kendisine benzetilen birinin asıldığında sözbirliği içindedirler. Yalnız yakalanmadan önceki olaylara ilişkin anlatımları, belki de dolaylı olarak İncîllerden aynen alınmıştır.
55-Allah demişti ki: “Ey Isâ, ben senin canını alacağım, seni bana yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları Kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” 56-“İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, âhirette de şiddetli bir şekilde azâbedeceğim, onların yardımcıları da olmayacaktır.” 57- İnanıp iyi işler yapanlara da (Allah), mükâfatlarını tam olarak verecektir. Allah zâlimleri sevmez. 58- İşte bu sana okuduğumuz, o âyetlerden ve hikmetli Zikir’dendir. (Âl-iİmrân: 94/55-58)
Bu âyetlerde, Allah’ın, sözgeliminden anlaşıldığı üzere, huzuruna varan İsâ’ya, kendisini teveffî edeceği, inkarcılardan temizleyeceği ve kendisine inananları, tâ Kıyamet gününe kadar onu inkâr edenlerin üstünde tutacağı; sonra huzuruna varacak olan insanlara, ayrılığa düştükleri konuların içyüzünü bildireceği; inkâr edenleri çetin azaba çarptıracağı; inananların ödüllerini de tam vereceği; Allah’ın haksızları ve haksızlığı sevmediği belirtilmekte ve Hz. Muhammed ‘e okunanların, Kitabın âyetleri ve hikmetli Zikir olduğu vurgulanmaktadır.
(teveffî), dilde esas itibarıyla bir sayının, bir şeyin tam ve bol elması, bir işi tam yapmak, hakkını tam vermek anlamındadır. Sonradan can almak anlamında kullanılmıştır, hakkını verdi, demektir ruhunu aldı, demektir.(vefat) ölmek, ölüm anlamındadır.
55’nci âyetteki kelimesi üzerindeki görüşleri üç noktada toplayabiliriz: Teveffî: 1) ölüm anlamınadır, 2) uyku anlamınadır, 3) can almak (öldürmek) anlamınadır. Bu görüşleri açalım:
1) Alî ibn Ebî Talha’nın, Abdullah ibn Abbâs’tan aktardığı bir görüşe göre ” Ben seni öldüreceğim” demektir. Muhammed ibn ishâk’ın
meçhul bir kişi yoluyla Vehb ibn Münebbih ‘ten aktarımına göre, Allah İsâ’yı yükselteceği zaman üç saat, ya da üç gün öldürmüş, sonra diriltip yükseltmiştir (aslında Hıristiyanların inancı da böyledir). Bir kısım tefsîr-cilere göre de teveffî ölüm anlamındadır. Fakat âyette takdim ve te’hîr vardır. Birbirine bağlayan vâv tertîb değil, cem’ ifade eder. Âyetin takdîri: “Ben seni yükselteceğim, daha sonra öldüre-ceğim” şeklindedir.
Fakat bu görüş, tutarlı bir görüş olmaktan uzaktır. Çünkü edebî bir sözde, yapılan işler bir sıra ile anlatılır, gelişigüzel söylenmez. Meselâ “Sabahleyin kalkacağım ve çarşıya gideceğim ve elbisemi giyeceğim” denmez. “Sabahleyin kalkacağım, elbisemi giyeceğim ve çarşıya gideceğim” denilir. Eğer takdim ve te’hîri gerektiren edebî, ince bir nükte olursa o zaman takdim ve te’hîr yapılabilir. Burada takdim ve te’hîri gerektiren bir şey yoktur.
2) Teveffî’ nin uyku mânâsında kullanıldığını söyleyenlere göre, ki çoğunluk bu görüştedir- âyetin takdîri: şeklindedir. Yani: “Seni uyutacağım” demektir.
3) Teveffi’nin kabz (canını almak) anlamında kullanılmış olduğunu söyleyenler de âyete şöyle bir mânâ takdir ederler: “Ben seni ruhun ve cesedinle yerden alıp bana kaldıracağım.”
Müfessirlerden çoğunun kanâatine göre Hz. İsâ, ruhu ve cesediyle birlikte göğe yükseltilmiştir.
Bir kısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsâ’nın cismi değil, ruhudur. Burada “Seni bana yükselteceğim” hitabayla kasdedilen, Hz. İsâ’nın ruhudur. Çünkü rûh, insanın hakikatidir. Cesed, emanet elbise gibidir, artar, eksilir. Değişmeyen insanın ruhudur.
Bu görüş, âyetin ruhuna daha uygundur. Zira:
1) Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın yasasında değişiklik bulunmadığını söylüyor, İsâ’nın, cismiyle birlikte göğe yükseltilmesi, Allah’ın arzdan çıkan maddelerin tekrar arza dönecekleri (Tâhâ: 45/55) hakkındaki kesin yasasına aykırıdır. Madde, madde olarak ve doğasında bir değişiklik olma-dan, dış etkenler bulunmadan yukarı kalkmaz. Hiçbir beşere böyle bir şey olmamıştır.
2) Gök ile kasdedilen, maddî gök ise bu, yıldızlardan ibarettir. Yani İsâ, şu yıldızlardan birine mi çıkarılmıştır? Eğer kasdedilen ma’nevî gök ise oraya cesed gitmez, rûh gider. Çünkü orası maddî değildir.
3) Kur’ân-ı Kerîm, İsâ ‘nın göğe yükseltildiğini değil, Allah’a yükseltildiğini söylüyor. cümlesi: “Allah, onu, göğe yükseltti” değil, “Allah onu kendisine yükseltti” anlamındadır. Göğe yükseltmek başka, Allah’a yükseltmek başkadır. Göğe yükselttiğini söylemek, Allah’a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa yüce Allah her yerdedir. İsâ’nın Allah’a yükselmesi için göğe çıkması gerekmez. Allah, göklerin de, yerin de Tanrısıdır. Yerde de vardır, gökte de. Öyle ise Allah’ı gökte imiş gibi düşünüp, Allah’a yükseltilen İsâ’nın göğe yükseltildiğini söylemek, âyetin ifadesine uymamaktadır. Öyle ise âyetin anlamı, İbn Cureyc’in dediği gibi, Allah’ın, İsâ’nın ruhunu yüceltmesi, sânını yükseltmesi, katında O’na değer vermesi demektir.
Yüce Allah, Hz. İsâ’yi saldırganların elinden kurtarmak suretiyle ma’nevî derecelere nail eylemiş, sânını yüceltmiştir. Nitekim ” Tâ Kıyamet gününe kadar sana uyanları, inkâr edenlere üstün yapacağım” âyetinden bu mânâ anlaşılmaktadır. Gerçekten İsâ’nın ümmeti, daima onu inkâr eden Yahûdîlere hakim olagelmiştir. Bu da onun, Allah katındaki şanının yüceliğini gösterir.
Müfessirlerin, ” Seni vefat ettireceğim, bana yükselteceğim.” âyetini, genellikle İsâ’nın göğe çıktığı şeklinde tefsîr etmelerinin başlıca iki etkeni vardır:
Bunların en önemlisi, Hıristiyanlar ve Yahûdîler hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni girmiş olan Yahûdî ve Hıristiyan âlimlerine başvurmaları ve onların söylediklerini tam gerçek kabul edip aktarmalarıdır. Diğer etken de İsâ’nın göğe çıktığı ve âhir zamanda yere inip Deccâl’i öldüreceği, haçı kıracağı ve İslâm şerîatiyle amel edeceği (onu uygulayacağı) hakkında anlatılan bazı hadîslerdir.
Şimdi Hıristiyanların temel inancı olan İsâ’nın çarmıha gerilmesi hakkındaki düşüncelerini özetleyelim: Âdem yasak meyvayı yiyerek Allah’a âsi olunca onun bu günâhı soyunda devam edegeldi. Adem soyundan gelenler, hem kendi günâhlarından, hem de babaları Âdem’in günâhından ötürü cezaya müstehak oldular. Adalet ve merhamet sahibi Allah için, Âdem ve soyunda ortaya çıkan bu günâh yüzünden bir problem ortaya çıktı:
Âdem oğullarını cezalandırması rahmetine aykırı olacak, cezalandırmaması da adaletine aykırı düşecek idi. İşte Allah, Âdem’in bu yana hep rahmet ve adalet sıfatlarını bağdaştırmayı düşündü, düşündü, ancak bizim bulunduğumuz tarihe göre 1912 yıl önce rahmet ve adalet sıfatlarını bağdaştırmanın yolunu buldu.
Kendi nefsi olan oğlunu, çocuk şeklinde, bir kadının karnına koyacak, tam bir insan olarak dünyâya gelecek, insanlar gibi yeyip içecek, yaşayacak ve sonunda düşmanların zulmüne uğrayarak asılacak, böylece kendi nefsi olan oğlunu feda ederek insanlığı ezelî günâhından kurtaracaktı. Öyle yaptı. İşte İsâ’nın asılması, Allah’ın oğlunun, insanları ezelî günâhtan kurtarmak için kendini feda etmesidir.
Gerçekte Hz. İsâ’yı yakalayıp öldürmekle görevlendirilen askerler onu tanımıyorlardı. İsâ’nın havârîlerinden, İsâ’ya benzeyen birini İsâ sanıp yakalamış ve öldürmüş olabilirler. İsâ çarmıha gerilmemiş ve öldürül-memiştir. Bu hususta bugünkü Hıristiyanlarca kabul edilen dört İncil’in ifadesi birbirini tutmadığı gibi, Barnaba İncîlinde de Hz. İsâ’nın aşılmadığı, ona benzetilen birinin asıldığı kaydedilmektedir.
Allah onu kendisine yükseltti.” âyetinin benzeri, Âl-i İmrân Sûresinde de geçer. Biraz önce yazdığımız o âyetin açıklamasında belirttiğimiz gibi, teveffî kelimesi, diri olarak”alıp kaldırmak, yahut uykuda almak şeklinde tefsîr edilmişse de bunlar, kelimenin lügat anlamına uymayan, âyeti Hıristiyanların inancı istikametinde yorumlayan zoraki tefsirlerdir. Abdullah ibn Abbâs, kelimeye doğru anlamını vermiş, “”Ben seni öldüreceğim” şeklinde açıklamıştır.
Taberî de İbn Cureyc’den şu tefsîri nakletmiştir: Onu yükseltmesi, onu alması ve kâfirlerden temizlemesidir. Yani âyetin kasdı, İsâ’yı, rûh ve cesediyle, yahut yalnız ruhuyla göğe yükseltmek değil; onu kurtarmak, şerefini, izzetini yükseltmektir. Nitekim Âl-i İmrân: 94/55’nci âyetinde de: “Seni öldüreceğim, bana yükselteceğim, sana uyanları, tâ Kıyamet gününe dek inkâr edenlerin üstünde tutacağım” buyurulması, Allah’a ref’in, İsâ’nın ma’nen yükseltilmesi, onur ve izzetinin artması anlamına geldiğini kanıtlar.
116- Ve Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Isâ sen mi insanlara ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki tanrı edinin’ dedin?” “Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek benim haddim değildir! Eğer demiş olsaydım, sen bunu bilirdin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız sensin, sen! 117- Ben onlara: ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin,’ diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen (yalnız) Sen oldun. Sen her şeyi görürsün. 118- Eğer onlara azâbedersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın); eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hüküm ve hikmet sahibisin!” 119- Allah buyurdu: “Bu, sadıklara, doğruluklarının fayda sağlayacağı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır.” Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük başarı budur! 120- Göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır. O, her şeye kadirdir! (Mâide: 110/116-120)
Mâide Sûresinin 116-120’nci âyetlerinde yüce Allah’ın, huzuruna varan İsâ ruhuna, insanlara kendisini ve annesini Allah’tan ayrı iki tanrı edinmelerini kendisinin mi emrettiğini sorduğu; İsâ ‘nın da hayatta olduğu sürece insanları, Allah’ın buyruğu üzere tek Allah’a kul olmağa çağırdığını; fakat kendisinin vefatından (canının alınmasından) sonra insanların neler yaptığını bilmediğini yüce Allah’a arz ettiği anlatılmaktadır. Cenabı Allah da Yüce Mahkeme’de sadece doğruların ödüllendirileceğini buyurmuştur. İbn Kayyim el-Cevziyye, peygamberlerin Allah’a karşı saygıları, edeb, niyaz ve du’âlarına örnek olarak Hz. İsâ ‘nın bu âyetlerde aktarılan sözlerini örnek vererek şu tefsiri yapmaktadır:
İsâ Aleyhisselâm, Allah’ın: “Ey Meryem oğlu İsâ, sen mi ‘Beni ve anamı Allah’tan başka iki tanrı edinin’ dedin? sorusu üzerine: “Ben demedim” demiyor. “Söylemiş olsaydım, sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin. Ben sende olanı bilmem.” diyor. Sonra da Rabbini övmenin son sınırına vararak: “Gizlileri bilen yalnız sensin, sen!” diyor. Sonra büyük bir edeble, onlara yalnız tevhidi öğrettiğini belirtiyor: ” Ben onlara, sadece senin bana emrettiğin üzere, ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim” diyor. Ve hayatta iken onların yaptıklarını kontrol ettiğini, fakat vefatından sonra onları gözetleyenin yalnız Allah olduğunu, gerçek şahidin O olduğunu vurguluyor:’Ben onlann içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen benim canımı alınca onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeye tanıksın!” Daha sonra bütün insanların, inanan inanmayan herkesin Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın, dilerse kullarına azâbedeceğinî, dilerse de onları bağışlayacağını vurguluyor: “Eğer onlara azâbedersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın) eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen, dâima üstünsün, hüküm ve hikmet sahibisin!”
Sözlerinin sonunda: “Şüphesiz sen, dâima üstünsün, hüküm ve hikmet sahibisin!” denmesi, Allah’ın azaba da, affa da kadir, her şeyi sağlam, hikmetle, yerli yerince yapıcı olduğunu vurgulamaktadır. Bu, edebin en yüksek noktasıdır. Sonunda “Senbağışlayan, esirgeyensin” dememiş, “Sen azız, hakimsin!”diyerek Allah’ın mutlak gücünü ve hikmetini anmıştır. Çünkü bu sözü, kendisine kızmış olan Rabbin sorusuna yanıt olarak söylemektedir. Makam, suçtan kurtulma makamıdır. Bundan dolayı Allah’ın mutlak otoritesini hatırlamak ve anmak, şefkatini dilemekten daha uygundur.
Âl-i İmrân: 94/55’nci, Mâide: 110/117’nci âyetinde İsâ’nın bedeninin öldüğü, açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsâ’yi başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun ma’nevî derecesi, Allah’ın katına çıkan ruhudur. Zaten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür.
Görülüyor ki âyetlere göre Hz. İsâ’nın vefatı kesindir. Bu âyetleri, âhâd haberlerine dayanarak te’vîl etmek yerine bu hadîsleri te’vîl etmek daha doğrudur. Eğer bu hadîsler rivayet edildikleri şekilde gerçekten Hz. Peygamber tarafından söylenmiş ise, bunlardan şu mânâ anlaşılabilir:
İsâ’nın ruhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyametten önce bu rûh, yani İsâ ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadîslerden, Hıristiyanların bir gün müslüman olacakları sezilebilir. Tabii bu, hadîslerin yüzde yüz Hz. Peygamber tarafından söylenmiş olduğu varsayımına göre böyledir. Merhum M. Hamdi Yazır da takriben bunu söylemektedir:
“… Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’ân’da zikredilmemişlerdir. Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük peygamberlerin, derecelerine göre rûhânî semâda bekaları devam etmektedir ki bunlar da İbrâhîm âilesidir. İmrân ailesi de bunlardandır. İsâ’nın cesedi Allah’a kaldırılmış, fakat İsâ’nın ruhu da kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâîloğullarının su-i kasdı, hîlesi ile Hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsâ’nın ruhu, Mûsâ mâhiyetinde yaşamıştır. Bunun için mahvoldu zannedilen bir avuç tâbi’leri, bu ruhtan istifade ederek kısa bir zamanda Yahûdîlerin üstünde bir hayata kavuşmuşlardır. Ve nihayet Hz. Muham-med’in gelmesiyle hepsi, Muhammed’in ruhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra İsâ da diğer peygamberler gibi, Muhammed’in ruhu maiyyetindedir. Bir gün gelecek, ümmet-i Muhammed’in daraldığı bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan İsâ’nın ruhu ortaya çıkacak, Muhammed’in ruhu maiyyetinde hizmet edecek ve fakat Kıyametten evvel vefat eyleyecektir…
Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vîle göre İsâ’nın zamanı, insanların İslâm şerîatinin ruhuna bağlanacakları ve şekilleri bırakıp içleri ıslâh için İslâm şerîatinin özüyle amel edecekleri zamandır.”Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamber(s.a.v.)in, Mi’râc’da Hz. İsâ ve Hz. Yahya’yı, ikinci gökte görmüş olmasını, İsâ’nın ruhu ve cesediyle göğe çıktığına delîl gösterirler. Eğer Hz. Peygamber’in, Mi’râc’da gökte görmesi, Hz. İsâ’nın, cesediyle göğe çıktığına delîl ise, Hz. Yahya’nın ve diğer peygamberlerin de cisimleriyle göğe çıktığına delîldir. Çünkü Hz. Peygamber, öteki peygamberleri de çeşitli göklerde görmüş idi. Oysa hiç kimse, başka bir peygamberin ruhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir. Zaten bütün peygamberlerin ruhları yücelere, melekût âlemine yükselirler. Muhakkak ki Hz. Peygamber’in ruhu, en yüce melekût âleminde, en yüksek göktedir.
Çarmıha gerilme ve göğe kaldırılma inancı, eski dinlerden beri süregelen bir inançtır. Allah için kendini feda etme hikâyesi, çeşitli toplumlarda din kurucu ve liderlerine uyarlanmıştır. Binlerce yıldan beri süregelen bu inanç, Hz. İsâ ‘ya da uyarlanmıştır.
Bu inancın, mantığa sığar tarafı yoktur. Ve bu itikad, putperestlikten Hıristiyanlığa geçmiş bir inançtır. Zira Hinduizmde de insanlığın ezelî günâhından ve bunun kaldırılması için babasız dünyâya gelen Krişna’nın, kendisini feda ettiğinden, asılırken başında altın bir taç bulunduğundan söz edilir. Krişna, elleri ayakları delinerek (yani çivilenerek) asılmıştır. Hıristiyanlara göre de İsâ asılırken başında dikenden bir taç vardı. Eski Uzakdoğu dinlerinin birçoğunda elleri ayaklan çivilenerek asılmak suretiyle insanlığı ezelî günâhtan kurtaran bir din büyüğünden söz edilir ve bu adam, Allah’ın insan biçiminde bir görüntüsü kabul edilir.
Allah, adalet ve rahmet sıfatlarını bağdaştırabilmek için eğer Âdem’in yaratılışından, tâ 1999 yıl öncesine kadar düşünmüş de, ancak bu kadar uzun yıl sonra bir çare bulabilmiş ise demek ki O, hâşâ, uzun süre âciz kalmış, bir işin nasıl çözüleceğini bilememiştir. Hâşâ, Allah’a hiçbir ân, cahillik ve acizlik ilişemez. Allah, insanların günâhını affetmek için çocuk şekline bürünüp kadının karnına girmez. Bunlar acz belirtileridir. Ve insan şekline de girse Allah’ın aynı olan bu insanın öldürülmemesi gerekir. Hem Allah, insanları affetmek istedikten sonra ne diye böyle çareler düşünsün? Affe-diverir, yaptığından sorumlu değildir, dilediğini yapar.
Kaldı ki Âdem’in günâhından, zürriyetinin sorumlu tutulması da Allah’ın adaletine aykırıdır. Babanın suçundan oğlu neden sorumlu olsun? Çocuğun kabahati nedir? İslâm’a göre herkes kendi günâhından sorumludur, günâh ferdîdir. Babanın işlediği suçtan oğlu sorumlu değildir. Hiçbir günahkâr, diğerinin günâhını çekmez. Herkes kendi günâhını yüklenir, ondan hesaba çekilir.
İsâ’nın çarmıha gerilmesini kabul etmeyen Hıristiyan mezhepleri de vardır. Cerinthi ve Tatianos mezhebinde olanlar, asılmayı kabul etmezler. Tatianos, şarap içmeyi haram saydığı için Hıristiyanlar, onu sapık saymışlardır.
Şeyh Tantâvî, İsâ’nın çarmıha gerilmesi öyküsünün, bir Bâbil efsanesinden Hıristiyanlığa adapte edilmiş olduğunu, müslümanlığı kabul etmiş olan Lord Headly’nin “İkazu’l-ğarbi li’1-İslâm” adlı Kitabından naklediyor. Lord Headly, 1903-1904 yıllarında Alman Arkeologlar tarafından keşfedilen Asur yazısıyla yazılmış iki Bâbil yazıtından, Bill’in dramının, aynen İsâ dramına benzediğini şöyle tesbit ediyordu:
1) Bili esîr olarak götürülür. 1) İsâ da esîr olarak götülür.
2) Bili, tepedeki evde(mahkeme odasında) muhakeme edilir. 2) İsâ da başkâhinin evinde muhakeme edilir.
3) Bili, dövülür. 3) İsâ da sopa ile dövülür.
4) Bili, tepeye götürülür. 4) İsâ inleyerek çarmıha götürülür
5) Bili ile birlikte iki haydut da götürülür. 5) İsâ ile de iki haydut götürülür.
6) Bili tepeye (çarmıha) çıktığı zaman kent sarsılır, olaylar olur. 6) İsâ öldüğü zaman heykelin örtüsü parçalanır, yer sarsılır, kabirler (Beyti Makdis’e) çıkar.
7) Bili ‘in elbisesi alınır. 7) Askerler İsâ ‘nm elbisesini bölüşürler.
8) Bill’in kalbine saplanan mızrak vurulan çıkınca yaradan akan kanı bir kadın siler. 8) Böğrüne mızrakla İsâ’nın yarasından kan ve su çıkar. Mecdelli Meryem ile iki kadın gelip cesedi yıkar ve tahnit ederler (mumyalarlar).
9) Bili, güneşten ve ışıktan uzak olan cehennemi ziyaret eder. 9) İsâ, kayanın altındaki kabre tepenin altına iner, hayatını yitirir. girer, ölüler kısmına gider,
10) Askerler, tepedeki zindanda tutuklu beklerler. 10) İsâ ‘nın kabrini askerler Bili’i gözetlerler. 11) Tanrılar oturup Bill’e bakarlar. 11) Mecdelli Meryem ile öteki Meryem kabrin önünde otururlar. (Gelen melekler kabrin üstündeki kayaya otururlar.)
12) Bili, oturduğu her yerde aranır. 12) Kadınlar, özellikle Mecdelli Özellikle bir kadın onu “Âh kardeşim, Meryem, İsâ’yı aramak için kardeşim!” diyerek arar. Arka kapıdan kabre gelir. Kabrin önünde ağlayarak durur. Çünkü efendisini alıp uzağa götürmüşlerdir.
13) Bili, ilkbahar güneşi gibi hayata döner, tepedeki kabirden çıkar. 13) İsâ da pazar günü hayata döner, sonra tepeden çıkar.
14) Babillilerde büyük bayram, Martta 14) İsâ’nın da bayramı, ılımlı ilkbahar zamanında olur. Asur yazıtlarını görünce müslüman olan Lord Headly şöyle diyor: “O zaman kürsülerden biricik kurtarıcımız olarak ilân edilen Hıristiyanlığın büyüklüğü nerede? Bu yazıtlardan anlaşılıyor ki bu hikâye, Mesîh ‘in ortaya çıkmasından bin yıl veya daha fazla bir zaman önce vardı. Demek ki bu boş hikâye, size ebedî hayata girme pasaportu vermez. Bütün bunlar, çocukları avutmak isteyenlerin hikâyesidir. İslâm şerîati, ruhsal yüceliğin; insanın şu dünyada yapacağı işlere bağlı olduğunu; ancak kendi eylemleriyle kurtuluşa erebileceğini söylüyor. Hepinizin güzel ruhsal eylemler yapmanızı istiyorum. Bu, sizin için birtakım kâhin düşüncelerine saplanmaktan iyidir.”
M. S. ikinci yüzyılda yaşayan Hıristiyan rahib İbon: “Mesîh, Yûsuf ve Azrâ’dan doğdu. Fakat ne zaman ve nasıl ömrünü geçirdiğini bilmiyoruz” demiştir. Görülüyor ki Kur’ân’ın söylediği gibi, İsâ’nın aşılmadığını ifade eden Hıristiyan Kitâbları ve böyle inanan insanlar da vardır. Zaten hayatı pek bilinmeyen İsâ hakkında daha esrarengiz bir nitelik ve İsâ ‘nın şahsına kendisini, en büyük işkenceye katlanarak insanlığa feda edecek kadar insan sevgisi vermek için, eski dinlerden kalma çarmıha gerilme öyküsü, İsâ’ya yakıştırılıp bir inanç haline getirilmiştir.
Hz. Peygamber zamanında Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyen, okuyan, onun Hz. Meryem ve Hz. İsâ hakkında anlattıklarını duyan Hıristiyanlar, onun tam gerçeği ifade ettiğini ve İsâ’ya gelen kaynaktan geldiğini kabul edip ağla-mışlar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmişlerdi.Kur’ân, İsâ’nın aşılmadığını söylemektedir. Eğer onlar, İsâ’nın çarmıha gerilmiş olduğuna inansalardı, inançlarının tersini söyleyen Kur’ân’m vahiy olduğuna inanmazlar, itiraz ederlerdi. Onların Kur’ân’ı dinleyince ondan etkilenip İlâhî kaynaklı olduğuna inanmaları, o zaman da bu çarmıha gerilme olayına inanmayan Hıristiyanların varlığını gösteren kanıtlardandır.
Kur’ân-ı Kerîm’i İngilizceye çeviren George Sale, şöyle diyor: “Bazı kimseler, bu düşüncenin, Muhammed’in kendi icadı olduğunu sanırlar. Fakat yanılmaktadırlar. Onun zamanından çok önce bazı Hıristiyan mezhepleri bu düşünceyi benimsemişlerdi. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında Basilidler, İsâ’nın öldürüldüğünü kabul etmemiş, onun yerine Simon’un öldürüldüğüne inanmışlardır. Bunlardan önce Cerinthiler, bunlardan sonra da Carpocrati’ler de aynı inanca sahibolmuşlardır. Photius, okuduğu Resullerin Seyahatleri adlı eserde gördükleri arasında şu cümlenin de bulunduğunu yazıyor: İsâ çarmıha gerilmedi, bir başkası onun yerine çarmıha gerildi. Onun için, onu çarmıha gerenlere güldü’ (Photius, Bibi, Cod. 114,col.291).”
Bugün modern Avrupalı araştırıcılar, çarmıh olayının uydurmalığını ispat etmektedirler. Alman Ernest die Bons, Gerçek Hıristiyanlık, adını taşıyan eserinde (s. 42) çarmıha gerilme ve kendini feda etme sorunu hakkında söylenenler, Mesih’i görmemiş olan Paulos ve benzerlerinin icadıdır, gerçek Hıristiyanlığın esaslarından değildir, diyor. Mösyö Charl da şöyle diyor: “İsâ’nın asılması, tamamen uydurmadır. Çünkü Âdem oğullarından kurban kanı dökülmedikçe Allah’ın gazabı dinmez” şeklindeki eski inanca uymaktadır. Yahudiler, Yaratıcının gazabını dindirmek ve rızasını kazanmak için çocuklarını kurban olarak takdim ediyorlardı. Hattâ bazen insan kurbanının etini yer, kanını içerlerdi. Fakat İsrâîloğulları arasında peygamberler çıkıp bu çirkin geleneği yasaklayınca insan kesme yerine hayvan kurban edilmeğe başlandı. İşte İsâ’nın kurbanı (kendisini feda etmesi) inancının, bu eski gelenekle yakın ilişkisi vardır. Gerçekten İsâ’nın çarmıha gerilmesi, hayal ürünüdür. Başındaki taç ile çarmıha gerilmiş liderler tablosu, putataparlıktan Hıristiyanlığa kopye edilmiştir.
Aynı inanç, bazı hadîsler yoluyla İslâmiyete de geçmiştir. Hz. İsâ’nın inip Deccâl’i öldüreceği, İslâm ümmeti arasında adaletle hükmedeceği hakkında birkaç hadîs rivayet edilmiştir. Bunların çoğu, Ebû Hüreyre’den nakledilir. Bazılarını zikredelim:
Buhârî, Müslim ve Tirmizî’de Ebû Hüreyre’den çeşitli yollarla şu hadîs rivayet edilir: “Nefsim, elinde bulunan Allah’a andolsun ki Meryem oğlu İsâ’nın aranıza âdil bir hakem olarak ineceği zaman yaklaşmaktadır. O zaman haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal o kadar bollaşacak ki onu kabul eden kimse bulunmayacak”. Bu hadîsin çeşitli rivayetlerinde fazlalık ve eksiklik vardır. Aynı anlamda bir hadîs, İbn Mâce ve İbn Hanbel ‘de de mevcuttur. Buhârîdeki rivayette şu fazlalık vardır: “Sonra Ebû Hüreyre: ‘Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de o, onların aleyhine şâhid olacaktır’ âyetini okuyun, demiştir.”
Ebû Dâvûd’da bulunan bir hadîste: “Meryem oğlu İsâ” Kıyametin 10 alâmetinden biri sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden söz edilmez. Tirmizî’nin rivayet ettiği iki hadîsten birinde Hz. İsâ’nın, Şam’da Ak Minare yakınına ineceği, ikincisinde de Deccâl’i Ludd kapısında öldüreceği ifade edilmektedir.
Müslim’in rivayet ettiği bir hadîste Rumlar, Şam ‘da A’mak’a, yahut Dâbik’a inmeden Kıyametin kopmayacağı anlatılır. Rumlar bu bölgeye gelince Medine’den çıkacak bir İslâm ordusu gelip bunlarla savaşacak, bu ordunun üçte biri bozulacak, üçte biri şehid düşecek, üçte birine de fetih nasîbolacak. Rumları yenen bu askerler, İstanbul’u fethedecekler. Orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını asmış vaziyette ganimetleri bölüştürürlerken şeytân: “Mesîh sizin yerlerinize, evlerinize sahiboldu!” diye bağıracak. Bunlar Şam’a gelecekler, savaşmak için kılıçlarını düzeltirlerken namaz kılacaklar. Meryem oğlu İsâ inip onlara imam olacak, Allah’ın düşmanı (Deccâl), onu görünce, tuzun suda erimesi gibi erimeğe başlayacak. Allah onu İsâ ‘nın eliyle öldürecek. İsâ, mızrağının ucundaki Deccâl’in kanını müslüman askerlerine gösterecek.
Müslim’in rivayet ettiği, Deccâl’den söz eden bir hadîste de Meryem oğlu İsâ’nın geleceği, Allah’ın, onu Deccâl’den koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı, sonra Ye’cûc ve Me’cuc’un zuhur edip Taberiyye Gölüne doğru yürüyecekleri, İsâ ve adamlarının kuşatıla-cağı, sonra İsâ ve adamlarının dağdan yere inecekleri, yerde her şeyin bollaşacağı, nihayet Kıyametin kopacağı anlatılmaktadır.
Macdonald’ın derlemesine göre de İsâ’nın ineceğine dair, sonradan oluşturulan inanç, Beyzâvî tarafından şöyle özetlenir: Gökten Arz-ı Mukad-des’e inecektir. Elinde bir kargı ile, Afik denilen bir yerde ortaya çıkacak ve o kargı ile Deccâl ‘i öldürecek ve sabah namazında Kudüs’e gelecektir; İmam kendi yerini ona vermek isteyecek, fakat o kabul etmeyecek ve imâmın gerisinde Peygamber ‘in şerîatına uyarak namazını kılacaktır. Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır. Sinagogları ve kiliseleri yıkacak ve kendisine inanmayan bütün Hıristiyan lan öldürecektir (nşr. Fleischer, II. 241).
Lafızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadîslerin, mânâlarında da bir birlik yoktur. Çünkü birinde İsâ zuhur edince çok bolluk olacağı, Deccâl’i öldüreceği belirtilirken ötekinde İsâ ve adam-larının, Ye’cuc ve Me’cuc tarafından kuşatılacağı, bir süre çok darlık çekecekleri söylenmektedir. Gerçi bunların hepsinde de İsâ ‘nın ineceği ifade edilmiştir ama, iniş safhaları birbirinden farklı anlatılmaktadır.
İsâ’nın, bütün sinagogları ve kiliseleri yıkacağı ifadesi de Hac Sûresinin: “Eğer Allah’ın bazı insanları diğer bazılarıyle savunması olmasaydı, içlerinde Allah’ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı. (Fakat Allah, bazı insanları güçlendirerek, onlar vasıtasıyla, mii’min kullarını savunur. Kendisine inananlar ile, isminin anıldığı mabedleri korur.) Allah, kendi(dini)ne yardım edene elbette yardım eder.”
âyetine aykırıdır. Ayette Allah’ın koruduğu ve kullan vasıtasıyla savunduğu, Allah’ın adı anılan ma’bedleri İsâ nasıl yıkar? Aslında âyete göre İsâ’nın, bu ma’bedleri koruyanların başında olması gerekir.
Ayrıca bu rivayetlerde müslümanların kılıçlarını düzelteceklerinden söz edilmektedir. Bu, 14 asır önceki savaş silâhını ifade eder ama Deccâl ‘in çıkacağı Kıyamete yakın zamanların silâhını ifade edemez. Herhalde modern çağlarda müslüman askerler, silah olarak kılıç değil, modern silahlar taşırlar. Eğer bu askerler kılıç taşıyan askerler ise, bu çağların değil, asırlar öncesinin askerleridir. Eğer bu askerler Kıyamete yakın zamanların askerleri ise, kılıç taşımaları ifadesi, hayatın gerçeklerine uymaz.
Ayrıca bu istikbal haberleri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilmeyeceği hakkındaki âyetlere aykırıdır.
İsâ’nın ineceğine inanmak, itikadî bir mes’eledir. İ’tikad, şekk üzerine kurulmaz, yakîn üzerine kurulur. İsâ’nın göğe çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin bilgi) ifade edecek bir haber yoktur. Bu konudaki rivayetlerin hepsi âhâd haberlerinden ibarettir. Kaldı ki İsâ’nın ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i Beyt’ten, Mehdî adında âdil bir imamın geleceğine dair anlatılan rivayetlere çok benzerlik gösterir ki, Mehdî hakkındaki rivayetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu rivayetler, mütevâtir olmadığı gibi meşhur bile değildir. Hadîsçiler katında sahîhin altında bir derece olan hasen hadîs kabul edilmiştir. Kesinlik ifade etmeyen bu hadîslerle i’tikad kurulamaz.
Kur’ân-ı Kerîm’de İsâ’nın öleceği ve Enbiyâ: 73/34’ncü âyette Hz. Muhammed’den önce hiçbir insana ebedî yaşama verilmediği, ondan öncekilerin hepsinin öldüğü; Hz. Muhammed ‘in de bir gün öleceği belirtildiğine göre İsâ’nın öldüğüne inanmak gerekir. Ancak İsâ, genelde Hıristiyanların sandıkları gibi öldürülmemiş, asılmamış, Allah onu Yahûdîlerin şerlerinden kurtarmıştır. Yahûdîler, İsâ’ya benzettikleri birini İsâ diye asmışlardır. Hz. İsâ da onların gözlerinden kaybolup emin bir yere gitmiş ve orada normal bir şekilde vefat etmiş, ruhu da göklere (cennete) yükselmiştir.
İsâ’nın ineceğine ve İslâm şerîatıyla amel edeceğine dair hadîsler, eğer doğru ise şöyle te’vîl edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça kendisi ma’nen yaşamaktadır. İsâ’nın fikriyatını Yahûdîler öldüreme-mişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, Yahûdîliğe egemen olmuştur.
Onun ruhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, ma’nen Hz. Muhammed’in fikriyatını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar görünürde Hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensub-olacaklardır. Yahut bunların, tamamen Hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a dönmeleri de muhtemeldir.
Nitekim XX. asrın sonunda Avrupa’da İslâm’ın sesi yavaş yavaş duyulmaya başlamıştır. Afrika ve Amerika’da müslümanlık sür’atle yayılmaktadır. İslâm’ın anlaşılmasına engel olan, onun hüviyetini değiştirerek, çarpıtarak Avrupalılara anlatan misyonerler, yeni yetişen tarafsız bilim adamlarının çabalarıyla yavaş yavaş bu tutumlarından vazgeçmeğe başlamışlardır. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı takdirde Avrupa’da ve dünyânın her yanında hakim duruma geçeceğinde şüphe görmüyoruz.
Bu hadîslerde servetin çok artacağı, zekât verilecek kimsenin bulunmayacağı, insanların tam bir barışa kavuşacakları ifade edilmektedir. Belki birbirlerine yaklaşan, fikren ilerlemiş insanlar, sorunlarını dövüşle değil, görüşmelerle çözümleyecekler, artık eskisi gibi birbirlerine saldırmayacak, barış içinde kardeşçe yaşayacaklardır. Zaten İslâm’ın ruhu da barış ve kardeşliktir.
Henüz böyle bir düzen uzaklarda ise de eski yıllara göre insanların, birbirlerine daha çok yaklaştıkları, birbirlerini daha iyi anlamaya başladıkları da bir gerçektir. Belki Birleşmiş Milletler Örgütü, gittikçe güçlenip dünya ulusları arasında tam ve âdil bir hakem rolü oynar, uluslararası ilişkilerde adalet, barış ve huzur sağlanır.
İsâ’nın gökten ineceğine benzer bir inanç da Şîîlere göre ortadan kaybolan onikinci imamın, âhir zamanda çıkıp tam adaleti kuracağı şeklinde kendini göstermektedir. Şimdi kabrinden kaybolup bir gün adaleti kurmak üzere yeryüzüne inecek olan İsâ ile, ortadan kaybolup bir gün yine aynı ülküyü gerçekleştirmek üzere ortaya çıkacak olan Muntazar İmam inancı, hemen hemen birbirinin aynıdır. Değişik olan sadece isimlerdir.
Ehl-i Sünnet arasında da Mehdî inancı vardır. Fakat Mehdî, son zamanda Evlâd-ı Resûl’den yani Peygamber soyundan yetişen bir zatın, İslâm’ı yayacağı, imansızları yok edeceği şeklindedir. Kaybolmuş, ya da göğe çıkmış bir insanın, asırlar, belki binlerce yıl sonra ortaya çıkması veya inmesi değildir. Bu tarzdaki mehdî inancında akla aykırı bir şey yoktur. Mehdî, hidâyete götüren, doğru yola ileten kimse demektir. Bu anlamıyla her çağda İslâm uğrunda mücâdele veren ihlâslı liderlere mehdî gözüyle bakılabilir. Ama Resulullah neslinden yetişecek asıl mehdî ne zaman gelir, onu bilemeyiz. Eğer rivayet doğru ise, ortaya çıkacak olan böyle bir zata, bütün müslümanların birden bey’at edip inanacakları da şüphelidir. Çünkü nice büyük din liderleri, ihlâslı insanlar çıkmıştır ki birçok müslüman ona inanmak, onu desteklemek şöyle dursun, ona cephe almış, onunla savaşmıştır. Eğer mehdî, her çağda yetişen din liderleri, İslâm için mücadele veren önderler değil de son zamanlarda yetişecek bir tek kişi ise, o geldiği zaman ona inanıp destek olanlara Allah güç versin.
Şunu da belirtmemiz gerekir ki İslâm’da âhâd haberiyle itikad sabit olmaz. Bizim gökten İsâ’nın inmesine, yahut ortadan kaybolmuş imamın çıkmasını, ya da mehdinin gelmesini beklemeğe ihtiyacımız yoktur. Bu inançlar, kesinlik ifade etmeyen bazı haberlere dayanır. Biz, ne Mehdî’yi inkâr ederiz, ne de mutlaka gelecektir, diye kesin hüküm belirtiriz. Çünkü âhâd haberiyle inanç kesinleşmez. İslâm, Kıyamete kadar bakî olan son dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını feda etmeğe hazır olan her müslüman, İsâ’dır, imamdır, mehdidir. Mehdî, insanları doğru yola sevk eden müslüman âlimdir. Mehdî’nin anlamı budur.
Diyelim ki bugün İsâ geldi, kendisinin İsâ olduğunu söyledi. Acaba ona kim inanır? Ne Hıristiyanlar inanırlar, ne de müslümanlar. İnsanlar, kolay kolay yerleşmiş inançlarını bırakmazlar. Gelecek olan İsâ, Hıris-tiyanları müslümanlığa da’vet etse, sanki bütün Hıristiyanlar dinlerini bırakıp hemen İslâm’a girerler mi? Evvelâ onun İsâ olduğunu kabul etmezler. Ona hakaret ederler, iftiralar atarlar. Müslümanlar da ona inanmazlar. Nitekim kendisini İsâ veya Mehdî olarak takdim eden bazı kişiler çıkmış, bunlar, keramet şeklinde görülen bazı istidrâclar da göstermişler, kendilerine inanan müslümanlar da olmuş, fakat müslümanların çoğunluğu bunları reddetmiştir. Bunun en büyük örneği, 470/1340 tarihinde Nahcivan’da doğan Fadlullah Esterâbâdî; 1235/1819 tarihinde Şîrâz’da doğan ve 1267 /1850 de Tebriz’de kurşuna dizilen Bab (Mirza Alî Muhammed Seyyid) ve 1246-1256/1830-1840 da Hindistan’da doğup, 1326/1908’de ölen Ahmed Kadiyânî’dir. Bunların üçü de kendilerinin, Hz. Muhammed(s.a.v.)in geleceğini haber verdiği İsâ, Sâhib-i Zemân, Mehdî olduklarını söylemişler, kendilerine inananlar da olmuş, ama müslümanların büyük çoğunluğu, bunlarla mücadele etmiştir. Bahâ’îlik ve Kadiyânîlik ile hâlâ mücâdele edilmektedir.
Bir de şâhidolduğum bir olaya işaret edeyim: 1979 Hac mevsiminde, Cehîmân isimli bir Suud’lu, taraftarlarıyla birlikte Ka’be’yi işgal edip mehdîliğini ilân etti. Bunları kuşatan Suud askerleriyle bu mehdî adayı ve adamları arasında çıkan karşılıklı silah atışmalarında, Ka’be’de mahsur kalan birçok hacı öldü. Sonunda bunlar yakalanıp, hatırladığım kadarıyla Cehîman’la birlikte 60 yandaşı Suud’un çeşitli kentlerinde idam edildiler: Kılıçla kafaları kesildi. Demek ki insan çıkıp kendisini İsâ, Muntazar İmâm veya Mehdî diye tanıtmakla herkes ona hemen inanmaz. O halde İsâ veya Mehdî beklemeğe gerek yoktur. Biz, İslâm’a içtenlikle hizmet eden, ihlâslı, İslâm’ı iyibilir liderler etrafında birleşip İslâm’a hizmet etmeğe, onun buyruklarını hakim kılmağa çalışalım. Bizim üzerimize farz olan budur. Allah İslâm’ı gönüllerimize ve dünyâya egemen kılsın!
Allah, İsrâîloğullanndan söz almıştı. İçlerinden oniki başkan göndermiştik. Allah demişti ki: “Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekâtı verirseniz; elçilerime inanır ve onlara yardım eder ve Allah’a güzel borç verirseniz (Allah için yoksullara sadaka verirseniz, yahut ihtiyacı olanlara Allah için ödünç para verirseniz), elbette sizin günâhlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim nankörlük ederse, düz yoldan sapmış olur. (Mâide: 110/12)
Bu âyette, Allah’ın, İsrâîloğullarından söz aldığı ve içlerinden 12 nakîb çıkardığı; namazlarını kılıp zekâtlarını verdikleri, elçilerine inanıp onları destekledikleri; Allah’a güzel borç verdikleri takdirde günâhlarını örteceği ve onları altından ırmaklar akan bahçelere koyacağını; ama buna rağmen nankörlük edenlerin, doğru yolu sapıtmış olacaklarını bildirdiği anlatılmaktadır.
Nakîb: bir şeyi araştıran kimse demektir. Toplumun tavır ve hareketleriyle ilgilendiğinden ötürü lidere nakîb denilir. Tevrat’ın Sayılar Kitabının bir ve ikinci bablarında Yahûdî kabîleleri ve bunların başkanları anlatılmaktadır. Allah’ın hikmetine bakınız ki İsrâîloğullarının başına on iki nakîb tayin edilmişti. Akabe gecesinde de Allah’ın Elçisi’ne, Medîne’li oniki nakîb bey’at etmiştir. Bunların üçü Evs, dokuzu Hazrec kabîlesinden idi.
Buhârî ve Müslim’de rivayet edilen bir hadîse göre Allah’ın Elçisi (s.a.v.): “İnsanları oniki kişi yönettikçe işleri düzgün gider.buyurmuştur.
İbn Kesîr şöyle diyor: “Bu hadîs, hak ve adaleti yerine getirecek oniki halîfenin varlığını müjdelemektedir. Bunların birbiri ardınca gelmeleri gerekmez. Bunların dördü, birbiri ardınca gelmiş olan Ebûbekir,Ömer, Osman, Alî’dir. Allah kendilerinden razı olsun. Bilginlere göre hiç kuşkusuz Ömer ibn Abdi’1-Azîz de bunlardan olduğu gibi Abbâs oğullarından bazıları da bunlardandır. Bunların velayetleri (iktidarları) tamamlanmadıkça Kıyamet kopmaz. Hadîslerde geleceği müjdelenen Mehdî’nin de bunlardan olduğu anlaşılmaktadır. Mehdî’nin adının, Hz. Peygamber (s .a .v.)in adına, babasının adının da Peygamber’in babasının adına uyacağı (aynı isimleri taşıyacakları); cevr ve zulüm ile dolmuş olan dünyâyı hak ve adaletle dolduracağı zikredilir. Ama Mehdî, Râfızîlerin, yaşadığını ve Samerrâ sirdâbından ortaya çıkacağını sandıkları gibi Muntazar İmâm değildir. Çünkü böyle bir şeyin aslı yoktur. Bu, onların kıt akıllarının hevesi, zayıf hayallerinin vehmidir.
“Bu oniki halîfe de, Râfızîlerin inandığı oniki imâm değildir. Bu inanç da yine onların cehaletinden ve kıt akıllarından doğmuştur. Tevrat’ta İsmâ’îl Aleyhisselâm soyundan oniki büyük kişinin çıkacağı müjdelenir. İşte bunlar, İbn Mes’ûd ve Câbir ibn Semure’nin zikrettiği hadîste haber verilen oniki halîfedir. Yahûdîlikten İslâm’a dönmüş bazı câhiller, kendilerinin yanına varan bazı şî’îlere, İsmâ’îl soyundan gelecek oniki büyük kişinin, oniki imâma işaret olduğunu söylemişler, o câhilleri dinleyen çok kimse de, cehaletleri yüzünden şî’î olmuştur.”
Gerçekte şî’îlerin Muntazar İmâm, Sunnîlerin de mehdî inancı, Hıristiyanların, halen yaşadığına inanılan ve bir gün yeryüzüne ineceği beklenen İsâ inancından kaynaklanır. Çünkü ölmediği, maddî bedeniyle göğe çıktığı, binlerce, belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde kaldıktan sonra yeryüzüne ineceği sanılan İsâ ile, Muntazar İmâm aynıdır. Yalnız isim değişmiş, İsâ yerine Şî’îler Muntazar İmâmı koymuşlardır. Sünnîler de Mehdî ile İsâ’yı beklemektedirler. Azerbaycana seyahatimizde, şimdi Şeyhu’l-İslâm olan, o zamanki Şeyhülislâm mu’âvini Paşazade Hacı Allahaşükür’e:
Böyle hayalî bir şeye ne diye inanıyorsunuz? dediğimde:
Halkın birleşmesi, inançlarının diri ve canlı kalması için buna inanmalarında yarar vardır. Yoksa ben de bilirem ki bir insan, asırlarca yaşamaz, yanıtını vermişti.
Şfîlerin bu inancı hayal ürünüdür ve Hıristiyanlıktan, müslümanların arasına sızmıştır. Aslında ümmet içinde oniki halîfenin olacağını bildiren hadîs de itikada mesned olacak sağlamlıkta değildir. Buna benzer bir rivayet de özellikle sûfî çevrelerinde yaygındır: “Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim karakteri üzerinde, yedi kişi Mûsâ karakteri üzerinde, üç kişi Isâ karakteri üzerinde, bir kişi de Muhammed (s.a.v.) karakteri üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendileridir.”Bu son hadîsin devamında belirtildiğine göre: Bunlar ile yağmur yağdırılır, Allah bunlar vasıtasıyla belâyı savar ve bunlar yüzü hürmetine insanları rızıklandırır.
Şevkânî, son hadîs hakkında: “Ahmed ibn Hanbel’in, Kitâbu’z-Züh-d’ünde, bu hadîsin sahih olduğu söylenmektedir” diyorsa da ben göz attığım Kitâbu’z-Zühd’de bu hadîse rastlayamadım, herhalde dikkatimden kaçmış olmalıdır. Şevkânî’nin, derlediği görüşlerden, hadîsin sahih olduğu düşüncesi ağırlık kazanmakta ise dekanâatimize göre bu ve benzeri hadîsler Kur’ân’ın tevhîd inancına ve gaybı Allah’tan başka kimsenin bilmeyeceğini vurgulayan Kur’ân âyetlerine aykırıdır. Kişi haberleri üzerine itikad kurulamaz. Tâ Kıyamete kadar sürecek uzun zaman içinde sadece oniki halîfenin geleceği, akla uygun değildir.
Ayrıca her yüzyılda bir müceddid geleceğini bildiren hadîse de aykırıdır. Her yüz yılda bir müceddid gelse, Kıyametin ne zaman kopacağı belli olmadığına göre müceddidlerin sayısı onikiyi çok geçer. Şimdi 1420’nci.Hicret yılındayız. Allah’ın Elçisi’nden bu yana ondört asır geçti. Demek ümmet içinde ondört müceddid yetişti. Bu müceddidler, ümmetin velîleri sayılırlar. O halde ümmetin işlerini adaletle yönetecek olanları oniki ile sınırlamak gerçeklere uygun görünmüyor.
Âyette, zaman içinde İsrâîloğullarının başına oniki lider geleceği değil, Mûsâ zamanında oniki kabîleye ayrılmış olan İsrâîloğullarının her kabilesinin başında bir lider bulunduğu bildirilmektedir. Nitekim ” Biz onları (Ya’kûb’un oniki oğlundan gelen) oniki torun kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ ya: ‘Asanla taşa vur!’ diye vahyettik. Taştan oniki gözefişkırdı. Her kabile içeceği yeri bildi. (Ayrıca) Üzerlerine bulutla gölge yaptık ve onlara kudret helvasıyle bıldırcın eti indirdik: ‘Size verdiğimiz güzel azıklardan yeyinV {dedik). Ama onlar {saptılar, haksızlık ettiler. Böylece onlar) bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.” âyeti de İsrâîloğullarının oniki kabileye ayrıldığını bildirmektedir. İşte bu kabilelerden her birinin başına bir lider geçirilmiştir. Gelecekte oniki imam, ya da oniki halîfe çıkacağına işaret sayılan âyet, gerçekte oniki İsrâîloğlu kabilesinin başında bulunan kabile başkanlarını anlatmaktadır. Âyetin gelecekle bir ilgisi yoktur. Sonra İsrâîloğullarından söz eden âyetin, bu ümmetin geleceğine uygulanmasının mantığını anlamak güçtür. İşte maalesef birçok insan bu tür hayallerle uğraşmış, durmuştur.
Andolsun,Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de O, (İsâ) onların aleyhine şahit olacaktır.” (Nisa: 98/159) âyeti üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır:
Bazılarına göre (4j)deki zamir, Hz. Muhammed ‘e, kelimesindeki zamir de Kitâb ehli olan her insana gider. Bu takdirde mânâ: Kitap ehlinden her fert, ölümünden önce Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanacaktır, şeklinde olur.
Bazılarına göre de deki zamir, İsâ ‘ya gitmektedir. Bu takdirde mânâ: Kitâb ehlinden her fert, Kur’ân ‘in İsâ hakkında anlattığı gerçeklere inanacak, fakat ye’s halindeki bu îmân, yarar sağlamayacağı için İsâ, Kıyamet gününde onların aleyhine tanık olacaktır.
Diğer bazılarına göre de âyetin anlamı şöyledir: Dünyanın sonunda İsâ gökten inince Kitâb ehlinden her fert, ona inanacaktır.
Birinci mânâ mümkün değildir. Çünkü Kitâb ehlinden her ferdin Hz. Muhammed’e inanmış olması olanaksızdır. Zira Hz. Muhammed’den önce yaşamış olan Kitâb ehli insanlar, onu görmemiş, bilmemişlerdir ki ona inansınlar. Oysa “Kitâb ehlinden her fert” deyimi, geçmiş ve gelecek bütün Kitâb ehli bireylerini kapsar. Zira da ehl, nefy yerinde nekiredir, genel ifade eder.
Üçüncü mânâ da mümkün değildir. Zira daha önce ölmüş olan Kitâb ehli insanlar, dünyânın sonunda yeniden gelecek İsâ’ya nasıl inansınlar? İnanmak için onun devrinde veya ondan sonra yaşamaları gerekir. Henüz gelmemiş olan İsâ’nın, geleceğinden sonraki çağrısına, ondan çok önce ölmüş olan insanların inanması mümkün değildir. Bu görüşlerin sahipleri, İsâ’nın ineceği hakkındaki rivayetler doğrultusunda âyeti bu tür yorumlara zorlamışlardır. Oysa bu rivayetler, bu âyeti tefsir için söylenmiş değildir. Hadîs mecmualarının hiçbirinde bu âyet hakkında böyle bir tefsîr nakle-dilmemiştir. Âyette İsâ’nın ineceğine dair hiçbir işaret yoktur.
Tek ma’kul görüş, ikincisidir. Yani âyetin anlamı şudur: Kitâb ehlinden hiçbir fert yoktur ki ölmezden önce, İsâ’nın Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inanacak olmasın. Kitâb ehlinden her fert, ölmezden önce gözünden perde kalkınca, Kur’ân’ın, İsâ hakkında söylediklerinin gerçek olduğunu, yani onun, Allah’ın oğlu değil, kulu ve elçisi olduğunu anlar. O zaman insan, gerçeğe inanır ama artık inanmanın yarar sağlamasına zaman ve fırsat kalmamış, iş işten geçmiş olur. Ancak ye’s halinden önceki îmân, insana yarar sağlar.
“Her ümmetten, (inançlarının bozukluğuna) bir şâhid, seni de bunların aleyhine şâhid getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?” âyetinin haber verdiği üzere Kıyamet günü her peygamber kendi ümmetinin, kendisinin tebliğ ettiği dinin hakikatlerine uyup uymadığına tanıklık edeceği gibi, Hz. İsâ da kendi ümmetine tanık olacak, onların kendisi hakkında uydurdukları, gerçeklere aykırı inançların, kendi tebligatına uymadığına dair onların aleyhine tanıklık edecektir. Yani inanç ve davranışları, âhirette, peygamberin getirdiği dinin orijinali ile karşılaştırılacak; hangi söz ve işlerin, kendi tebligatına uyduğunu, hangilerinin uymadığını Peygamber orada açıklayacaktır, ” Kıyamet günü de o, onların aleyhine tanık olacaktır” cümlesi bunu ifade etmektedir.
Andolsun, Musa’ya Kitabı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsâ ‘ya da açık deliller verdik ve onu Rûhü’l-Kudüs ile destekledik. (Bakara: 92/87)
“Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, Jsmâ’îl’e, Ishâk’a, Ya’kub’ ve torunlar(ın)a indirilene, Mûsâ ve isa’ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz Allah’a teslim olanlarız” deyin. (Bakara: 92/136)
84- De ki: “Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmâ’îl’e, ishâk’a, Ya’kub’a ve sıbtlara, (Ya’kûb oğullarından türeyen kabilelere) indirilene; Musa’ya, İsâ’ya ve peygamberlere Rab’leri tarafından verilene inandık; onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz O’na teslim olanlarız.” 85- Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır. (Âl-i İmrân: 94/84-85)
92/136, 94/84-85’nci âyetlerde de Hz. Muhammed(s.a.v.)e, hiçbir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inandığını ve yalnız Allah’a teslîm olduğunu söylemesi emrediliyor ve İslâm’dan başka bir dinin makbul olmadığı vurgulanıyor.
İslâm, kişinin özünü Allah’a teslîm etmesi, yalnız O’na kulluk edip O’nun buyruklarına boyun eğmesi demektir. İmân ise Allah’a ve O’nun buyruklarına inanmaktır. Bütün peygamberlerin dininin özü İslâm(Allah’a teslîm olma, yalnız O’na tapma, O’ndan başka İlâh tanımama)dır. Allah’a teslîm olmaya aykırı bir din makbul değildir. Allah’a ortak tanımak, O’nun çocuğu olduğunu söylemek, yahut Allah ile kullan arasında aracılar bulunduğunu, Allah’a ibâdet ve du’â ederken o aracıların adını da anmak ve onlar vasıtasıyla Allah’a gitmek gerektiğini söylemek islâm’a aykırıdr. Bu bakımdan İslâm’dan başka bir din arayan, böyle bir dine giren kimsenin davranışı reddedilir; o kimse âhirette büyük ziyana uğrar.
İşte biz o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu isa’ya da açık deliller verdik ve onu Rûh’ul-Kudüs ile destekledik. Allah dileseydi onların arkasından gelen milletler, kendilerine açık deliller gelmiş olduktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler, onlardan kimi inandı, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapar. (Bakara: 92/253) âyetinde de Allah’ın, Meryem oğlu İsâ’ya beyyineler (peygamberliğini ispatlayan kanıtlar, mu’cizeler) verdiği ve onu Kutsal Rûh’la desteklediği belirtilmektedir.
Biz peygamberlerden, (verdiğimiz elçilik görevini yapmak ve hak dine davet etmek hususunda) kuvvetle ahidlerini almıştık, senden, Nûh’dan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan, (evet) onlardan sapasağlam söz almıştık. (Ahzâb: 97/7) âyetinde Allah’ın, bütün peygamberlerden olduğu gibi, Meryem oğlu İsâ’dan da kesin söz aldığı belirtilmektedir.
Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyetük. Nitekim İbrahim’e, İsmâ’îl’e, İshak’a, Ya’kûb’a, sıbtlara (Ya’-kûb oğullarına) İsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Harun’a, Süleyman’a da vah-yetmiş ve Davud’a da Zebur’u vermiştik. (Nisa: 98/163) âyetinde de diğer peygamberlere vahyedildiği gibi İsâ’ya da vahyedildiği vurgulanmaktadır.
Zamanla, aşırılık yüzünden Hıristiyanlar arasına yerleşen Üçleme gibi tevhide aykırı inançlar, aşırılık ve egoizmden kaynaklanan inanç mezhepleri, bölünmeler hakkında Hıristiyanlık, Dinde Aşırılık ve Teslîs maddelerine de bakınız.
3/59- Allah yanında isa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir: Onu, topraktan yarattı, sonra ona “Ol” dedi, artık olur. 60- (Bu,) Rabbinden gelen gerçektir. Öyle ise kuşkulananlardan olma. 61- Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden lanetle dua edelim de, Allah’ın lanetini yalancıların üstüne atalım!” 62- İşte (Isâ hakkındaki) gerçek kıssa (öykü) budur. Allah’tan başka tanrı yoktur. Allah, elbette aziz (mutlak gâlib) ve hikmet sahibidir. 63- Eğer dönerlerse, muhakkak ki Allah, bozguncuları bilir. (Âl-i İmrân: 94/ 59-63) âyetlerinde de İsâ’nın babasız yaratılmasının, Adem’in topraktan yaratılması gibi, Allah’ın “Ol” emriyle vukubulmuş bir olay olduğu vurgulanmakta ve İsâ hakkında bu anlatılanlara inanmayıp yine onun, Allah’ın oğlu veya Allah’ı oluşturan üç elemandan biri olduğu gibi inançlarda ısrar edip Peygamberle tartışmaya kalkışanlar, (la’netleşme)ye çağrılmaktadır:
Mübâhele, bir tartışmada tarafların, yalan söyleyen kim ise ona Allah’ın la’net etmesini dilemeleridir. Daha sonraki âyette bu anlatılanların gerçek bir öykü olduğu; Allah’tan başka tanrı bulunmadığı vurgulanmakta; bu kadar kanıttan da yüz çevirirlerse Allah’ın, bozguncuları bildiği vurgu-suyla hak söze karşı direnenler uyarılmaktadır.
3/79- Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitâb, hüküm (hikmet) ve peygamberlik versin de, sonra (o kalksın) insanlara: “Allah’ı bırakıp bana kullar olun” desin; fakat: “Öğrettiğiniz Kitâb ve okuduğunuz şeyler gereğince Rabba halis kullar olun!” der. 80- Ve size: “Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin!” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size inkârı emreder mi? (Âl-i İmrân: 94/79-80)
94/79’ncu âyette geçen rabbani, kendini Allah’a vermiş, Allah’ı bilen kimse demektir. Kelimenin aslı rabbî’dir. kelimedeki elif nûn fazlalığı, bu niteliğin yani Rabba bağlılığın fazlalığını gösterir. Saçı çok alana şa’rânî, sakalı uzun olana lihyânî dendiği gibi Rabbi çok bilen, O’ndan çok korkan kimseye de rabbani denilir. Müberrid’e göre rabbâniyyûn bilgili insanlardır. Tekili rabbânVdir. Rabbani, ilme sâhibolup hikmeti öğreten ve kavmi düzelten kimsedir. Elif nûn abartma içindir: Reyyân, atşân, uryân gibi. Sonra buna nisbet yası eklenmiştir.
İbn Zeyd’e göre rabbânî, insanları eğiten velîdir. Ebû Ubeyd’in kanısına göre bu kelime Arapça değil, ya İbrânîce veya Süryânîcedir. Doğru olan da budur. Çünkü Kitâb-ı Mukaddes’te de bu terim geçer. İster Arapça, ister İbranî yahut Süryânîce olsun, rabbânhi, bildiğini uygulayşan, hayrı öğreten, doğru yola yönelten insan demektir
Âyetlerde Allah’ın Kitâb ve hikmet verdiği hiçbir peygamberin, insanları kendisine kul yapmağa, köleleştirmeğe çalışmayacağı; melekleri ve peygamberleri Allah’tan ayrı tanrılar edinmeyi de emretmeyeceği; zira islâm’ı getiren peygamberlerin, böyle küfür inanç ve eylemlerini emretmesinin mümkün olmadığı; insanlara sadece gönülden Allah’a bağlanıp O’na kulluk etmelerini söyleyeceği vurgulanmaktadır.
Bu âyette, Uzeyr(Azrâ)yi Allah’ın oğlu sayan Yahudilerin, İsâ’yı Allah’ın oğlu sayan Hıristiyanların inancına dokunma vardır.
Yahudiler: “Uzeyr, Allah’ın oğludur.” dediler. Hıristiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur.” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. (Sözlerini,) Önceden inkâr etmiş(olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar? Hahamlarını ve rahiblerini Allah’tan ayrı rabler edindiler, Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine yalnız tek Tanrı olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tevbe: 113/30-31) âyetlerinde de Yahudilerin Uzeyr’i, Hıristiyanların da Mesih’i Allah’ın oğlu diyerek tanrılaştırdıkları kınanmaktadır.
“Allah,ancak Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler küfre gitmişlerdir. De ki: “Öyle ise Allah, Meryem oğlu Mesih ‘in, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helak etmek istese, Allah’a karşı kimin elinde bir şey var?” Göklerde, yerde ve ikisinin arasında bulunan her şey O’nundur. O, dilediğini yaratır, Allah, her şeyi yapabilendir. (Mâide: 110/17)
5/72- Andolsun,”Allah, ancak Meryem oğlu Mesih ‘tir.” diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demişti ki: “Ey İsrâîloğulları, benim Rabbim ve sizin Rab-biniz olan Allah’a kulluk edin. Zira kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki, Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir; zalimlerin yardımcıları yoktur!” 73- “Allah, üçün üçüncüsüdür.” diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa yalnız bir tek tanrı vardır, başka tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere acı bir azâb dokunacaktır. 74- Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan af dilemiyorlar mı? Allah bağışlayandır, esirgeyendir. 75- Meryem oğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey değildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğruydu. İkisi de yemek yerlerdi. (Yaşamak için yemeğe muhtaç olan nasıl tanrı olabilir?) Bak, onlara nasıl âyetleri açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) çevriliyorlar!? 76- De ki: “Allah’ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeğe gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işiten, bilendir (O’na tapmanız gerekmez mi?).” 77- De ki: “Ey Kitâb ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoğunu da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın!” 78-İsrâîloğullarının nankörlerine, Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lanet edilmiştir. Çünkü (onlar) isyan etmişlerdi ve saldırıyorlardı. 79- Yaptıkları kötülükten vazgeçmiyorlardı. Ne kötü işler yapıyorlardı! 80- Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Gerçekten nefislerinin, kendileri için yapıp gönderdiği ne kötüdür (ki o yüzden) Allah onlara gazabetmiştir ve azâbda sürekli kalacaklardır. (Mâide: 110/72-80)
Mâide: 110/17 ve 72’nci âyetlerde İsâ’ya Allah diyenlerin kâfir oldukları, onun Allah’ın oğlu değil, bir insan oğlu ve Allah’ın elçisi olduğu; Allah’tan başka hiç kimsenin bir başkasının zararını kaldıramayacağı, du’âsını kabul edip dileğini yerine getiremeyeceği; Allah’tan başkasına yalvarmanın hiçbir yarar sağlamayacağı; Meryem oğlu Mesih’in de insanlara, kendisini ve annesini Allah’tan ayrı tanrılar edinmelerini değil, Allah’tan başka Tanrı olmadığını, sadece Allah’a kulluk etmelerini öğütlediği belirtiliyor.
110/73-80’nci âyetlerde Allah’ın, üçün üçüncüsü olduğunu söyleyenlerin de kâfir oldukları, onun, bir Tanrı elçisinden başka bir şey olmadığı vurgulanarak, Kitâb ehline hitaben aşırılıkları bırakmaları, Allah’a yakışmayan sözler söylememeleri, kendileri şaşırmış, başkalarını da şaşırtmış kimselerin yolunda gitmemeleri emrediliyor.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İsâ’dan söz ederken “Meryem oğlu Mesih” der. Bu ifade, Hıristiyanların sandıkları gibi İsâ’nın, “Allah’ın oğlu” değil, insan oğlu olduğunu anlatmak amacını taşır. Mâide: 75’nci âyette Meryem de “sıddîka” olarak nitelendirilmektedir. Bu da ona hâşâ yapılan fuhuş isnâdlarını red anlamını taşır. Yahudiler onu “fuhuş ve fücur” ile yererken, Hıristiyanlar onu “Allah’ın, karnına girdiği bir varlık” saymışlardır. İsâ Allah’ın kulu ve elçisi ve bir yaratılış mu’cizesidir. Annesi Meryem de dürüst, namuslu bir kadındır. Oğlunu günâh yoluyla değil, Allah’ın gönderdiği meleğin üflemesiyle kazanmıştır.
De ki: “Ey Kitap ehli, dininizde haksız yere aşırı gitmeyin ve önceden sapmış, birçoğunu da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir toplumun keyiflerine uymayın!” (Mâide: 110/77)
Bu âyet de Kitâb ehli Hıristiyanların aşırılıklarına temas etmekte ve onlara, dinde aşırı gitmemelerini, yoldan şaşmış, birçoğunu da şaşırtmış bir topluluğun keyiflerine uymamalarını emretmektedir.
Andolsun, Musa’ya Kitâb’ı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsâ’ya da açık deliller verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs’le destekledik. Ne zaman ki bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldürüyordunuz? (Bakara: 92/87)
Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni Rûhu’l-Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitâb’ı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu; anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun; benim iznimle ölüleri (diriltip kabirlerden) çıkarıyordun ve İsrâîloğullarını senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler: ‘Bu açık bir büyüden başka bir şey değil!’ demişti.” (Mâide: 110/110)
Bu âyetlerde Hz. İsâ’nın, Rûhu’l-Kudüs’le desteklendiği belirtilmektedir, İsâ’yı destekleyen Ruhu’I-Kudüs’ün ne olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır. Kimi bunun, Allah’ın ruhu olduğunu, kimi Allah’ın ism-i a’zamı olduğunu, kimi İncîl olduğunu söylemiştir. Ama en kuvvetli görüşe göre Rûhu’l-Kudüs, Cebrâîl aleyhisselâm’dır. Çünkü “De ki: inananları sağ-lamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Rûhu’l-Kudüs, Rabbinden hak ile indirdi âyetinde Kur’ân’ın Rûhu’l-Kudüs tarafından indirildiği bildirilmektedir. Kur’ân’ı indiren Cebrâîl olduğuna göre demek ki İsâ’yı destekleyen Rûhu’l-Kudüs de Cebrail’dir.
İşte Hz. İsâ, Cebrail aleyhisselâm tarafından desteklenmişti. Gerçi diğer peygamberler de Cebrâîl tarafından desteklenmiştir ama Hz. İsâ’nın onunla ilişkisi daha fazla olduğundan, burada özellikle Hz. İsâ’nın onunla desteklendiği belirtilmiştir. Meryem Sûresinde belirtildiği üzere Hz. İsâ’nın babası yoktu. O, Cebrail’in, Meryem’e üflemesinden ibaret bir doğuş mu’cizesidir. İşte Hz. İsâ’nın, hayata gelmesine sebebolan Rûhu’l-Kudüs’le İsâ Aleyhisselâm arasındaki bu yakın ilişkiyi belirtmek üzere onun, Rûhu’l-Kudüs’le desteklendiği, özellikle belirtilmiştir.
Onların ardından, yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsâ’yı gönderdik ve ona, içinde yol gösterme ve nûr bulunan, önündeki Tevrat ‘ı doğrulayan, korunanla için yol gösterici ve öğüt olan İncîl ‘i verdik. (Mâide:110/46)
Sonra bunların peşinden ard arda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa ‘yi da onların ardına kattık; ona İncil’i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet (duygusu) koyduk. İcâdettikleri rahbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için (onu kendileri icâdettiler) fakat ona gereği gibi de uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da yoldan çıkmışlardı. (Hadîd: 112/27)
112/27. âyette, Allah’ın, önceki peygamberlerin ardından, Meryem oğlu İsâ’yı peygamber olarak görevlendirip ona İncîl ‘i verdiği; ona inanıp onun izinde gidenlerin gönüllerine şefkat ve acıma duygusu koyduğu; kendilerine farz kılmadığı halde, Allah’ın rızâsına ermek için kendiliklerinden rahbanhk icâdettikleri; fakat koydukları bu ibâdet yöntemine tam anlamıyla da uymadıkları belirtilmekte; Allah’ın, bunlar içinde gerçek mü’minlerin ecrini (ödülünü) verdiği; fakat çoklarının yoldan çıktıkları vurgulanmaktadır.
İcâdettikleri rahbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah’ın rızâsını kazanmak için kendiliklerinden uyguladılar ama ona gereği gibi uymadılar.” cümlesinde iki mânâ muhtemeldir. Sa’îd ibn Cübeyr ve Katâ-de’ye dayanan birinci tefsîre göre mânâ şöyledir: “Onlar bu rahbanlığı, Allah’ın rızâsına ermek amacıyla ortaya çıkardılar. Biz bunu onlara farz kılmadık.” İkinci tefsîre göre de mânâ şöyledir: “Biz onların ortaya çıkardığı bu rahbanlığı onlara, sırf Allah’ın rızâsına ermeleri için yazdık (farz kıldık).”
Bu âyette, Hz. Peygamber dönemindeki Hıristiyanların durumu anlatılmaktadır. Onlardan kimi şefkatli, merhametli, gerçekten Hıristiyanlığın ruhunu benimsemiş samîmî, dindar; rahbanhk denen, kendini ibâdete verme, dünyadan el etek çekme prensiplerine bağlı kimselerdi. Bunlar Arap-ların gelip geçtikleri yollar üzerinde bulunan kiliselere, manastırlara çekil-miş, ibâdetle meşgul insanlardı. Buralardan geçen Araplar bunların durumlarını gıpta ile izlerlerdi. Fakat böyle samîmî dindar Hıristiyanların yanında birçoğu da dinin ruhundan uzaklaşmış, dünya tutkusuna kapılmış kimselerdi.
Rahb kökünden fa’lân vezninde masdar olan rahbân, korkmak, rahbâniyyet, aşırı Allah korkusundan ötürü Allah’a son derece ibâdet etmek demektir. Râ’nın dammıyla ruhban ise, rahibin çoğuludur. Dinini kurtarmak için dağlara çekilip ibâdetle meşgul olan insanlara râhib denmiştir. Bunlar kaba elbise giyer, insanlardan uzak yaşar, mağaralarda ibâdetle meşgul olurlardı.Kök anlamından anlaşılacağı üzere rahbâniyyet, kendini tamamen ibâdete vermek, korku ve saygı ile Allah’a ibâdet etmek, ibâdet için yalnız başına bir kenara çekilmektir.
Âyette Hıristiyanlardan bazılarının, Allah’ın rızâsına ermek için kendilerini tamamen ibâdete verdikleri, oysa Allah’ın, onlara böyle yapmayı emretmediği, ancak Allah’ın rızâsına ermek için bu yöntemi koydukları, fakat bunun gereklerine de tam uymadıkları; Allah’ın, onlar içerisinde gerçekten inanmış olanları ödüllendireceği, fakat çoklarının yoldan çıktığı belirtilmektedir.
Bu samîmi dindar Hıristiyanlar, Hadîd Sûresinden önce inmiş bulunan Mâide Sûresinin 82-85’nci âyetlerinde de benzeri bir üslûb ile övülmekte; bunların, şefkatli, sevecen, Allah sevgisi ile gönülleri yumuşamış, duygulu insanlar oldukları vurgulanmaktadır.
Kur’ân’ın Övdüğü dindarlara Peygamber Aleyhisselâm da saygı göstermiş; gerek kendisi, gerek halîfeleri, askerlere, böyle ma’bedlerde ibâdete çekilmiş din adamlarına dokunmamalarını emretmişlerdir.
Bu konuda ayrıntı için Rahbânlık maddesine bakınız. Zekeriyâ, Yahya, İsâ ve İlyâs’a da (yol göstermiştik). Hepsi iyilerden idi. (En’âm: 55/85) O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve isa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: dini doğru tutun (Allah’ın birliğine inanın ve O’nun gönderdiği hükümlere teslim olun. Hurafeler karıştırıp dini bozmayın) ve onda ayrılığa düşmeyin. (İşte Allah’ın gönderdiği bütün dinlerin temeli budur). Fakat kendilerini çağırdığın (bu) şey, Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve (O’na) yöneleni kendisine iletir. (Şûra: 62/13) âyetlerinde de İsâ, Nûh soyundan gelen, Allah’ın vahyine ermiş salih peygamberler arasında sayılmaktadır. 57- Meryem oğlu, bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin, ondan ötürü yaygarayı bastılar: 58- Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler. Bunu sadece tartışma için sana misal verdiler. Doğrusu onlar, kavgacı bir toplumdur. 59- O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrâîloğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. 60- Eğer isteseydik, sizden şu dünyada yerinize geçen melekler yapardık. 61- O, (Kur’ân veya lsâ) Kıyamet kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, buna uyun. Doğru yol budur. 62- Şeytân sizi (bundan) alıkoymasın. Çünkü o, sizin için açık bir düşmandır. 63- ha açık delillerle gelince dedi ki: “Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için (geldim), Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” 64- “Allah, işte benim de Rabbim sizin de Rabbiniz O’dur. O’na kulluk edin, doğru yol budur. (Zuhruf: 63/57-64)
Zuhruf: 63/57-59’ncu âyetlerde Meryem oğlu, yani Hz. İsâ, bir öğüt (ibret) olarak anlatılınca müşriklerin, gürültü koparıp yüz çevirdikleri, kendi tanrılarının ondan hayırlı olduğunu söyledikleri anlatılıyor ve İsâ’nın bir tanrı değil, Allah’ın ni’met ve ikramına ermiş bir kul olduğu; İsrâîloğullarına bir mesel (Allah’ın kudretini gösteren bir mu’cize veya izinde gidecekleri bir örnek) yaptığı vurgulanmaktadır.
60’ncı âyette, Allah dilese yeryüzünde melek insanlar yaratabileceği belirtilerek, İsâ’nın babasız yaratılmasını garipseyenlere, Allah’ın her şeye gücü yeter olduğu anlatılıyor, isa’yı babasız olarak yaratan Allah, istese, bundan daha büyüğünü de yapar: İnsanlardan melekler yaratır, onları insanların yerine geçirir. Allah için bir güçlük yoktur. 61’nci âyetteki da bulunan zamirin, genellikle İsâ’ya gittiği kabul edilir. Buna göre âyette İsâ’nın babasız yaratılmasının ve ölüleri diriltmesinin bir Kıyamet ilmi, alâmeti olduğu belirtilmiştir, İsâ’yı babasız yaratan Allah, bu olayla, ruhları da yeni bedenlere sokup kaldıracağını göstermiştir. İsâ’nın babasız yaratılması, Kıyametin, insan-ların yeniden diriltileceğinin delilidir.
Bu âyette kelimesi, şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde de daha açık olarak İsâ’nın babasız yaratılması, Kıyamet olayının alâmeti olarak gösterilmiş olur.
“daki zamîrin Kur’ân’a gitmesi de muhtemeldir. O zaman Kur’ân’ın, bir Kıyamet bilgisi, yani Kıyametin kopacağını açıklayan bir bilgi veya Kıyametin kopacağını gösteren bir alâmet olduğu belirtilmiş olur. Âyette, Peygamber’in ağzından söylenen “Ay Bana uyunuz” kelimesi de zamîrin Kur’ân’a gitmesinin daha uygun olacağını kanıtlar. Kur’ân bir Kıyamet bilgisidir, Kıyametin kopacağını söylüyor ve bunu kanıtlıyor. “Artık siz Kıyametten hiç kuşkulanmayınız ve bana uyunuz. İşte doğru yol budur.”
Görüldüğü üzere zamîrin, Kur’ân’a gitmesi, âyetin devamı açısından daha doğrudur. Çünkü zamîr İsâ’ya gitse “O (İsâ) Kıyametin ilmi veya alâmetidir” dendikten sonra “Bana uyunuz” sözü, âyetin başı ile ilgisiz kalır. Ama zamîr Kur’ân’a gitse: “O (Kur’ân) Kıyamet saatinin ilmi veya alâmetidir” dendikten sonra: “Ondan kuşkulanmayınız, bana uyunuz” sözü, âyetin başı ile ilgili, gayet yerinde olur. Âyette Kur’ân’ın, Kıyameti haber verdiği, bunda kuşku bulunmadığı, öyle ise Hz. Muhammed’in anlattıklarına uyup doğru inanç yoluna girmek gerektiği anlatılmaktadır.
Müfessirler bu âyeti, İsâ’nın gökten ineceğine delîl sayarlar ve bu konuda bazı hadîsler de zikrederler. Gerçekte âyette böyle bir delîl yoktur. Nitekim Taftâzânî ve bazı bilginler de âyette İsâ’nın ineceği hakkında bir delîl görmemişlerdir.
61/6- Meryem oğlu Isâ da: “Ey İsrâîloğulları, ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak (geldim)” demişti. Fakat (isa’nın müjdelediği elçi) onlara apaçık deliller getirince: “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler… 14- Ey inananlar, Allah’ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsâ da Havarilere: “Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler: “Allâh(yolun)un yardımcıları biziz” dediler. İsrâiloğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Biz de inananları, düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler. (Saf: 108/6, 14)
Bu âyette Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarına, kendisinin, Allah’ın elçisi olduğunu söylediği ve kendisinden sonra, Ahmed adında bir elçinin geleceğini müjdelediği, fakat onun haber verdiği elçi, peygamberliğini ispatlayan kanıtlar getirince İsrâîloğullarının: “Bu, apaçık bir büyüdür” dedikleri anlatılmaktadır.
“deki zamîri, kimi isa’ya, kimi de onun, geleceğini müjdelediği Peygamber Ahmed’e götürmektedir. Son üç âyetten zamirin, Hz. Ahmed’e gittiği anlaşılmaktadır. Zaten Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarıyla konuşup, onlara Ahmed’i müjdeledikten sonra “İsâ gelince” denmesi uygun olmaz. Çünkü İsâ gelecek değil, gelmiştir, konuşan odur. Onun gelmesi beklenmemektedir. Beklenen, onun geleceğini haber verdiği Ah-med’dir. Gelen Ahmed’e büyücü diyenler de İsrâîloğullarıdır. Sözgeliminden anlaşılan budur.
x»jA (Ahmed) kelimesi, iki anlama gelebilir: Fâil’den mübalağa olarak Allah’a, başkalarından daha çok hamd eden; mef’ûl’den mübalağa olarak yüksek ahlakından ötürü başkalarından daha çok övülen demektir. Bu, Hz. Muhammed(s.a.v.)in sıfatıdır.
Hz. İsâ’nın, Peygamber(s.a.v.)in geleceğine dair işaretleri, bugünkü İndilerde de mevcuttur. Yuhanna İncili’nin 14’ncü babında İsâ şöyle demektedir:
“Eğer beni seviyorsanız emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya yalvaracağım ve size başka bir tesellîci, hakikat Ruhunu verecektir; tâ ki dâima sizinle beraber olsun; onu dünyâ kabul etmez, çünkü onu görmez ve bilmez; siz onu bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor ve içinizde olacaktır …Yanınızda dururken size bu şeyleri söyledim. Fakat benim adıma Babanın göndereceği tesellîci, Rûhu’l-Kudüs, o size her şeyi öğretecek ve söylediğim her sözü hatırınıza getirecektir…”
“Artık sizinle çok şeyler konuşmayacağım; çünkü bu dünyânın reîsi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur. Fakat dünyâ bilsin ki ben Babayı severim ve Baba bana nasıl emir verdiyse öyle ederim.”
“Babadan size göndereceğim Tesellîci, Babadan çıkan Hakikat Ruhu geldiği zaman, benim için o şehâdet edecektir…”
“Ve size bu şeyleri başlangıçta söylemedim, çünkü sizinle beraberdim. Şimdi ise beni gönderene gidiyorum; ve sizden kimse: ‘- Nereye gidiyorsun?’ diye bana sormuyor. Fakat size bu şeyleri söylediğim için yüreğinizi keder doldurdu. Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem Tesellîci size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman günâh için, salâh için ve hüküm için dünyâyı ilzam edecek(sorumlu tutacak)tir. Günâh için, çünkü bana iman etmezler; salâh için, çünkü Babama gidiyorum ve artık beni görmezsiniz ve hüküm için, çünkü bu dünyânın reisine hükme-dilmiştir. Size söyleyecek daha çok şeyim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni ta’zîz edecektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir…
Muhakkak ki Hz. İsâ, hak dini tamamlayıp güçlendirecek bir elçinin geleceğini haber vermiştir. Gerek Tevrat’ta, gerek İncîl ‘de son Peygamberin vasıfları, üstü kapalı da olsa vardır ama burada İncîller’den aktardığımız cümleler, eğer gerçekten Hz. İsâ’nın sizleri ise, bunların, âhir zaman Peygamberine işaret olduğunu söylemek biraz kendi kafamızda bulunan öncel düşünceleri okumak gibi olmaktadır. Çünkü bu sözlerde İsâ, kendi çevresinde bulunan insanlara, şakirtlerine hitâbederek, kendisi gittikten sonra Tesellîcinin gelip misyonunu tamamlayacağını söylemektedir. “Tesellîci, o Hakikat Ruhu” size gelecek diyor. Bu ifadeden, Tesellîcinin, hemen İsâ’nın ardından, isa’nın içinde yaşadığı topluma geleceği anlaşılır. Hz. İsâ, bu sözleriyle kendisinden asırlar sonra gelecek bir peygamberden söz etmiyor, kendisinin hemen ardından, misyonunu tamamlayacak bir tesellîcinin, bir din liderinin, bir azîzin geleceğini müjdeliyor. Eğer kasdı, asırlar sonra gelecek bir peygamber olsaydı, “size gelecek” demezdi. Çünkü asırlarca sonra gelecek peygamberi, İsâ’nın hitâbettiği toplum göremez. O peygamberin gelmesiyle asırlar önce ölmüş kimselerin sevinmesi de söz konusu olamaz. Fakat genelde İslâm bilginleri, İncîl’in bu âyetlerini Hz. Muhammed’in geleceğine delîl sayarlar.
Bir hususu daha belirtmek isterim ki: Hz. Peygamber’in adı, Ahmed değil, Muhammed’dir. Ona Ahmed adının verildiğine veya bu ad ile tanındığına, yahut çağırıldığına dair hiçbir belge yoktur. Ancak bu kelime, Hz. Peygamber’in adı değil, sıfatı olmalıdır. Ve kanâatime göre bu sıfat kendisine, kendi döneminden sonra verilmiştir. Gerçeği Allah bilir.
A’râf: 39/157’nci âyette Yahûdîve Hıristiyanların, “Ümmî Peygamber(Muhammed)” \n vasıflarını Tevrat ve İncil’de buldukları bildirilmektedir. Kasas: 49/52-53, İsrâ: 50/107-108, En’âm: 55/114, Ahkâf: 66/10, Ra’d: 87/36, Âl-i İmrân: 94/159, Nisa: 98/162, Mâide: 110/83-84’ncü âyetlerde Kitâb ehlinden bazı kimselerin, Kur’ân’ın Allah tarafından gönderildiğine inandıkları, bundan sevinç duydukları anlatılmaktadır. Bu âyetler Kitâb ehlinin bulunduğu bir ortamda inmiş, Yahûdî ve Hıris-tiyanların, bu âyetlerin söylediklerini reddettiklerine dair bir rivayet gelme-miştir. Bütün bunlar, Hz. Muhammed’in, Tevrat ve İncil’de geleceğine işaret edilen peygamberin vasıflarını taşıdığını, Kitâb ehlinin insaflı, iyi niyetli, şartlanmamış bilginlerinin de bunu bilip anladıklarını kanıtlar. (Prof. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, İsa maddesi)