-
22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Zekat konusunda Peygamberin ilahi buyruk belirleme yoktur yoktur

2062-“Resûlullah’a gelip biat ettim. O sırada bir adam gelerek: “Bana sadakadan ver!” dedi. Resûlullah adama: “Allah, sadakalar husûsunda, ne herhangi bir peygambere ne de bir başkasına hüküm verme yetkisi tanımadı, hükmü bizzat kendisi verdi. Ve, sadakaları sekiz hisseye ayırdı. Eğer sen bunlardan birine girersen senin hakkını derhal sana veririm” buyurdu.” [Ebû Dâvud, Zekât 23, (1630).]

Zekatın miktarı, suyun kolayca elde edildiği yerlerde ondabir geçerlidir. Aslolan öşürdür(ondabir)

2026-“Resûlullah buyurdular ki: “Nehir ve yağmur sularının suladığı şeylerden (zekât olarak) öşür (onda bir) alınır. Hayvanla sulananlardan öşrün yarısı (yirmide bir) zekât alınır.” [Müslim, Zekât 7, (981); Ebû Dâvud, Zekât 11, (1597); Nesâî, Zekât 25, (5, 42).] AÇIKLAMA:1-Öşür kelimesi Arapçada onda bir demektir. Bunun cem’i uşûr gelir. Bazıları aşûr diye de okumuştur.Öşür de, farz olan zekâtın bir parçasıdır. Ancak sebze ve meyve gibi, yıllık olarak elde edilen zirâî mahsûllerden alınan zekâta isim ve alem olmuştur. 2- Hadis, sulanması için masraf yapılmayan, yâni dere, nehir, yağmur suyu gibi herhangi bir ödeme ve zahmete girmeden elde edilen su ile sulanarak kaldırılan mahsûlden onda bir nisbetinde zekât verileceğini… bildiriyor.

2027-“Resûlullah bana, sema(dan inen suyun) suladığı mahsülden tam öşür, âletle çıkarılan suyun suladığı mahsülden yarım öşür almamı emretti.” [Nesâî, Zekât 25, (5, 42).]

2028-“Resûlullah bize, hurmaya tahmin biçtiğimiz gibi, üzüme de tahmin biçmemizi ve zekâtını kuru üzüm olarak almamızı emretti, tıpkı hurmanın zekâtını kuru hurma olarak aldığımız gibi.” [Tirmizî, Zekât 17, (644); Ebû Dâvud, Zekât 13, (1603); Nesâî, Zekât 100, (5, 109); İbnu Mâce, Zekât 18, (1819).]

1097-“(Babam) Ömer Nebat ahalisinden buğday ve zeytinyağından öşrün yarısı (yirmide bir nisbetinde) vergi alırdı. Bu davranışıyla kasdı Medine’ye bunlardan çokca gelmesini sağlamaktı. Kıntiyye (denen buğday ve arpa dışında kalan, nohut, mercimek, bakla nevinden tahıl) dan da öşür alıyordu.” [Muvatta, Zekât 46, (1, 281).]

2036-“Resûlullah buyurdular ki: “Balda on tuluk için bir tuluk zekât vardır.” [Tirmizî, Zekât 9, (629).]

1831-6561-“Resûlullah beni Bahreyn’e -veya Hecer’e- gönderdi. Ben orada kardeşler arasında müşterek olan bir bağdan vergi almak üzere giderdim. Kardeşin biri müslüman ise, müslümanın payına düşenden öşür, müşrikten de haraç alırdım.”

posted in ZEKAT | 3 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Yenilebilir hayvanlar: Peygamberin Kur’an dışında sakıncalı bulması dinsel değil, kamu sağlığı ve kamu menfaatiyle ilgilidir

3935-“Cahiliye halkı, bir çok şeyi (helal addedip) yiyor, birçoğunu da pis addederek yemiyordu. Allah Teâlâ, Resûlünü gönderdi, kitabını indirdi, helalini helal, haramını da haram kıldı. Helal kıldığı helaldir, haram kıldığı da haramdır, sükut buyurduğu da aff(edilmiş)tir.”İbnu Abbâs, sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: “(Ey Muhammed!) De ki: “Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti, -ki pistir- ve günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, -başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere- bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder” (En’âm 145). [Ebû Dâvud, Et’ime 31, (3800).] AÇIKLAMA: …Âyet, bu sayılanlar dışında kalanların haram olmadığını ifade etmekte ve “Siz Allah’ın haram etmediği şeyi neye dayanarak haram kılıyorsunuz?” ma’nâsında muâheze yoluyla onları reddetmektedir.Ancak âyet hususunda ülemâ üç ayrı görüş ileri sürerek ihtilaf etmiştir.1) Âyet sünnetle mensuhtur(BÖYLESİ AÇIKLAMA BÜTÜNÜYLE SAĞLIKLI DAYANAKTAN YOKSUNDUR. KUR’AN’DAKİ ALLAH’IN SÖZÜNÜ, PEYGAMBERE YAKIŞTIRILAN BİR SÖZÜN VEYA PEYGAMBERİN GEÇERSİZ KILMASI ASLA OLANAKLI DEĞİLDİR. İŞTE BU ANLAYIŞ, HAKKI BULANDIRMAYA KALKIŞMAKTIR.) Zira, Resûlullah ehlî eşek etini, pençeli vahşi kuşların etini, kesici dişi olan vahşilerin etini haram kılmıştır.2) Bu âyet muhkemdir, âyette zikredilenler dışında haram yoktur. Hz. Âişe böyle söylemiştir.

Vahşi hayvanların etleri, kamu sağlığını tehdit eder: 3934-“Resûlullah vahşî hayvanlardan kesici diş (köpek dişi) taşıyanların hepsini yasakladı.”Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî, İbnu Abbâs’tan gelen bir rivayette şu ziyadeyi kaydederler: “Her bir pençe sahibi kuşu da…” [Buhârî, Zebâih, 29; Müslim, Sayd 12-16; Tirmizî, Et’ime 1; Ebû Dâvud, Et’ime 33]

3937-“Resûlullah buyurdular ki: “Vahşilerden, kesici dişi olan her bir hayvanın yenmesi haramdır(SAKINCALIDIR).” [Müslim, Sayd 15; Muvatta, Sayd 14]

3938-“..vahşilerden kesici dişi olan her bir hayvanın, ve pençesi olan her bir kuşun yenmesini yasakladı.” [Ebû Dâvud, Et’ime 33; Buhârî, Sayd 29; Müslim, Sayd 12]

Binek hayvanların kesilmesi kamu menfaatine aykırıdır: 3915-“Biz, Resûlullah zamanında bir at kestik. O zaman Medine’de idik. Hepimiz onu yedik.” [Buhârî, Sayd 24, 27; Müslim, Sayd 36, (1942); Nesâî, Dahâyâ 33] /3887

3916-İbnu Ömer anlatıyor: “Haber(in fethi) zamanında at ve vahşi eşek eti yedik. Resûlullah ehli eşek (etin)i yasakladı ve ata müsaade etti.” [Ebû Dâvud, Et’ime 26; Nesâî, Sayd 32; Tirmizî, Et’ime 5, (1794).] AÇIKLAMA:1- Bu iki rivayetin her ikisi de at etinin yenmesini mübah ilan etmektedir. Ancak başka rivayetler muvacehesinde tezekkür edince ülemâ ihtilaf etmiştir. Bahsi, Nevevî şöyle özetler: “Âlimler, at etinin mübah olması hususunda ihtilaf etmiştir:* Şâfiî ve Cumhurun mezhebine göre bu mübahtır ve hiçbir kerâhet yoktur. Ahmed İbnu Hanbel, İshâk, Ebû Yusuf, İmam Muhammed, muhaddislerden bazı cumhurlar da bu görüştedir.* İbnu Abbâs, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe gibi bazı âlimler ise, “Sizin için atları, katırları ve merkebleri binek ve süs hayvanları olarak yarattık…” (Nahl 8) meâlindeki ayet-i kerimeyi esas alarak atın yenmesini mekruh addetmişlerdir. Onlara göre bu âyette yemekten bahsedilmiyor, halbuki daha önceki âyette hayvanların yenilmesinden bahsedilmektedir. … At etini mekruh addedenlerin bir diğer delilleri, atın cihad vasıtası olmasıdır.

Haşerat, gerektiğinde yenilebilir: 3920-“Resûlullah’la arkadaşlık yaptım, yeryüzündeki haşerelerden herhangi birini haram ettiğini hiç işitmedim.” [Ebû Dâvud, Et’ime 30, (3798).]

3913-“Resûlullah’a çekirgeden sorulmuştu.””Onlar, Allah’ın en kalabalık ordularıdır. Onu ne yerim ne de haram kılarım” buyurdular.” [Ebû Dâvud, Et’ime 35; İbnu Mâce, Sayd 9]

3912-İbnu Ebi Evfa anlatıyor: “Resûlullah ile beraber [altı veya yedi sefer] gazveye çıkmıştık. Gazve esnasında Resûlullahla birlikte çekirge yedik.” [Buhârî, Sayd 13; Müslim, Sayd 52, (1952); Tirmizî, Et’ime 22; Ebû Dâvud, Et’ime 35]

Gerektiğinde vahşi hayvanların etleri, otçul ve etçilliklerine öncelik verilerek yenilebilir: 3907-“Hz. Câbir’e: “Sırtlan av mıdır?” diye sordum.. “Evet!” dedi. Ben tekrar: “Etini yiyeyim mi?”dedim. “Evet!” dedi.”Bu cevap Resûlullah’dan mıdır?” dedim. “Evet!” dedi.” Sünenler

3908-“Resûlullah’a sırtlandan sordum. Bana:”O, av (hayvanı)’dır, ihramlı avlayacak olursa koç da aynı hükme dâhil edilir.” [Tirmizî, Et’ime 4; Ebû Dâvud, Et’ime 32]

3909-“Resûlullah’a sırtlan hakkında (eti helal mi?]” diye sordum.”Sırtlanı yiyen biri de var mı?” dedi. Bunun üzerine kurdun etinin yenmesini sordum.”Kendisinde hayır olup da kurdu yiyen biri var mı?” diye cevap verdi.” [Tirmizî, Et’ime 4, (1739).]

Sürüngenlerin tiksinti hissetmemize yol açması, onların haram olmasını gerektirmez: 3903-“Resûlulah’a takdim ettiğiniz şeyden haber verin, ne olduğunu söyleyin! dedi. Bunun üzerine:”O kelerdir!” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (uzatmış olduğu) elini derhal geri çekti. Hâlid :”Bu haram mıdır, ey Allah’ın Resûlü?” dedi. Resûlullah:”Hayır, ancak o benim kavmimin diyarında bulunmuyor. Bu sebeple (Onu yemeye alışkın değilim), içimde tiksinme hissediyorum!” buyurdular. Hâlid der ki: “Ben keleri (önüme) çekip yedim. Resûlullah bakıyor fakat beni yasaklamıyordu.” [Buharî, Et’ime 10; Müslim, Sayd 43]

Pislik yiyen bir hayvanın etinin sakıncalı bulunması, bütünüyle kamu sağlığıyla ilgilidir ya da bazen kişiseldir: 3917-“Resûlullah pislik yiyen (cellâle) deveye binmekten ve sütünü içmekten men etti.” [Ebû Dâvud, Et’ime 25; Tirmizî]

3918-“Resûlullah öldürülmek için hedef ittihaz edilmiş (ve mücesseme denilen) hayvanın yenilmesini, pislik yiyen (ve cellâle denen) hayvanın yenilmesini, sütünün içilmesini ve su tuluğunun ağzından su içilmesini yasakladı.” [Ebû Dâvud, Et’ime 25; Tirmizî, Et’ime 24]

3919-“Ebû Musa’a bir tavuk getirilmişti. Cemaatten birisi ayrıldı. (Ebû Musa): “Neyin var?” diye sordu. Adam:” Ben onu pis bir şeyler yerken gördüm ve tiksindim ve yememeye yemin ettim” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Musa:”Yanaş ve ye! Zira ben, Resûlullah’ı (cellâle’yi) yerken gördüm” dedi ve adama, yemini için kefarette bulunmasını emretti.” [Buhârî, Zebâih 26; Müslim Eymân 9]

Haram olmayan bir yiyeceği dinsel açıdan kişisel sorun yapmak, ruhbanca bir yaşamı seçmektir: 3936-“Resûlullah’a bir adamın şöyle sorduğunu işittim: “Bazı yiyecekler var, onları yemekte zorluk çekiyor, (günah mıdır diye korkuyorum)?”Resûlullah da cevaben: “İçinde hiç bir şey sıkıntı olmasın, aksi halde hristiyanlara benzersin.” [Ebu Dâvud, Et’ime 24, (3784); Tirmizî, Siyer 16.]

Zorunlu durumlarda LEŞ et yemek; zarûret, ölümcül açlık değildir: 3921-“Bir adam beraberinde ailesi ve çocukları olduğu halde Harra’ya indi. Bir adam: “Bir devem kayboldu, onu bulacak olursan yakalayıver” dedi. Adam onu buldu ama sahibini bulamadı. Deve hastalandı. Adamın karısı: “Onu kes (de mundar ölmesin) dedi. Ama erkek kabul etmedi. Deve öldü. Kadın bu sefer: “Derisini soy da etini, yağını kadid yapalım (güneşte kurutalım) ve yiyelim” dedi. Adam: “Hele, Resûlullah’a bir soralım (da söylediklerini sonra yapalım!)”dedi. Ona gelip sordu.:” Seni ondan müstağnî kılacak bir zenginliğin var mı?”diye sordu. Adam: “Hayır! yok” dedi. Resûlullah da:”Öyleyse onu yiyin” buyurdu. Ravi der ki: “Sonra devenin sâhibi geldi. Durum kendisine anlatıldı.”Deveyi kesmedin mi?” dedi. Adam: “Senden utandım!” cevabında bulundu.” [Ebû Dâvud, Et’ime 37, (3816).] AÇIKLAMA: Resûlullah, bu maddi sıkıntı içinde olan aileye kendiliğinden (tezkiyesiz = kesilmemiş) ölen hayvanı yemelerine izin vermiştir. Bazı âlimler: “Muzdar kalan kimsenin meyteyi yiyebileceğine bu hadiste delil var” demiştir.

3922-“Ey Allah’ın Resûlü dedim, meyteden(kendiliğinden ölmüş) bize helal olan (miktar) nedir?””Yiyeceğiniz ne (miktarda)dır” diye sordu. Biz: “Akşam ve sabah yiyoruz” diye cevap verdik.”Ebû Nuaym Mevlâ Ukbe der ki: “Ukbe bana bu ifadeyi açıkladı: “Bir bardak sabahleyin, bir bardak da akşam vakti demektir.” Dedi ki: “Durum bu, babamın hayatına yemin olsun bu yetmez!” Bunun üzerine mezkur durumda meyteyi yemelerine ruhsat tanıdı.”[Ebû Dâvud, Et’ime 37, (3817).]

Çok et zararlı: 3924-Hz. Ömer anlatıyor: “Etten sakının. Çünkü onun hamr (içki) gibi tiryâkiliği var. Ayrıca Allah, eti çok yiyen aile halkına buğzeder.” [Muvatta, Sıfatu’n-Nebiyy 36, (2, 935).]

Peygamber ne yedi, ne de yenilmesini yasakladı: 3905-“Bir adam bir tavşan avladı ve Abdullah İbnu Ömer’e gelip: “Ne dersiniz (bunun eti yenir mi?)” diye sordu. Abdullah: “Tavşan Resûlullah’a da (böyle avlanıp) getirilmişti. Ben de o sırada yanında oturuyordum. Ondan ne yedi ne de onun yenmesini yasakladı, tavşanın hayız gördüğüne inanıyordu” dedi.” [Ebû Dâvud, Et’ime 27, (3792).] AÇIKLAMA: Nevevî: “Tavşan eti, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve diğer pekçok ulemâ nezdinde helâldir” der.

Deniz avı helal: 1249-Ebu Hüreyre anlatıyor: “Biz, hacc veya umre için Hz. Peygamber’le birlikte yola çıkmıştık. Yol esnasında bir çekirge sürüsüne rastladık. Kamçı ve yaylarımızla vurmaya başladık. Resûlullah: “Bunu yeyin, zîra o deniz avından (sayılır)” dedi.” Ebu Dâvud, Menâsik 42; Tirmizî, Hacc 27.

3479-“Denizin dışarı attığı veya yarısından çekildiği balığı yiyin. Denizin içinde ölmüş ve suyun üstüne çıkmış (tâfi) balığı yemeyin.” [Ebû Dâvud, Et’ime 36, (3815).]

3493-“Bir adam Resûlullah’a gelip:”Ey Allah’ın Resûlü! Biz gemiye binip, beraberimizde az bir su alabiliyoruz. Abdestlerimizi bu su ile alsak susuz kalacağız. Deniz suyu ile abdest alabilirmiyiz?” diye sordu. Resûlullah :”Evet, denizin suyu temizdir, meytesi de helâldir” cevabını verdi.” [Muvatta, Tahâret 12; Ebû Dâvud, Tahâret 41; Tirmizî, Tahâret 52.

posted in HARAMLAR | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Vitir namazı diye bir namaz var mı?

2982- Ben Resûlullah’ı dinledim şöyle demişti:” Allah’ın kullar üzerine yazıp farz kıldığı beş namaz mevcuttur. Kim onları eda eder, istihfafla herhangi bir eksikliğe meydan vermeden tam yaparsa Allah indinde ona verilmiş bir söz vardır: Onu cennete koyacaktır. Onları kılmayana ise Allah’ın bir vaadi yoktur. Dilerse azab eder dilerse cennete koyar” der. [Muvatta, Salâtu’l-Leyl 14, (1, 123); Ebû Dâvud,Salât 9, (425); 337, (1420); Nesâî, Salât 6, (1, 230).]

posted in NAMAZ | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

NAMAZDA SESİN TONU

2571-“Resûlullah bir gece (evinden) çıkmıştı. Hz. Ebü Bekr’e uğradı. Alçak sesle namaz kılıyordu. Hz. Ömer’e uğradı, o da yüksek sesle namaz kılıyordu.” Râvi der ki: “Resûlullah’ın yanında toplanınca buyurdular ki: “Ey Ebü Bekr sana uğradım sen sessizce namaz kılıyordun.” Ebu Bekr: “Ben konuştuğum Zât-ı Zülcelâl’e sesimi işittirdim ey Allah’ın Resülü!” cevabını verdi. Hz. Ömer’e de: “Sana da uğradım. Sen yüksek sesle namaz kılıyordun!” dedi. O da şu cevabı verdi: “Ey Allah’ın Resülü! Uyuklayanı uyandırıyor, şeytanı da uzaklaştırıyordum.” Ebü Dâvud, Salât 315, (1329); Tirmizî, Salât 330, (447); Hadisin metni Ebü Davud’a ait. Hasan Basrî rivâyetinde der ki: “Resûlullah Hz. Ebü Bekr’e: “Ey Ebu Bekr sen sesini biraz yükselt!” dedi. Hz. Ömer’e de: “Sesini sen de biraz alçalt!” buyurdu.”

posted in Genel | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MEZHEPLER, ÇOĞU KONUDA RİVAYETLERİ İZLEMİŞLERDİR

“Mezhepler din değil, içtihat(dini yorum) okullarıdır. Uzmanlar, kapalı olan dini meseleleri kendi çabalan sonucunda bir çözüme kavuşturmak üzere içtihat etmişler, böylece çeşitli mezhepler oluşmuştur. İmam Şafiî, İmam Ebû Hanîfe’nin vefatından sonra doğmuş ve din konusunda uzmanlaşmıştır.

Araştırmaları sonucunda bazı tali meselelerde rastladığı rivayetlere dayanarak, Ebu Hanîfe görüşüne aykırı görüşler benimsemiştir. Ebu Hanîfe, Kur’ân ve akıl yolunu üstün tutarken İmam Şafii, Kur’ân yanında hadis rivayetlerini de esas almış, hadis rivayetlerine Ebu Hanîfe’den çok ağırlık tanımıştır. Ebu Hanîfe içtihatları daha çok akılcıyken Safî, Malikî ve Hanbelî içtihatları (son zat, müçtehitten çok rivayetçidir) rivayet ağırlıklıdır.” (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -21/05/2004)

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

PARMAK GEZDİREREK KUR’AN OKUMAK

Soru: “Kur’ân’ı okurken anlamanın gerekli olduğunu söyle­diniz. Fakat hiç bilmeyenler, parmağıyla, gözleriyle takîbetseler, Kur’ân okumuş sayılırlar mı?”

Cevap: Hiç bilmeyenlerin, parmaklarını ve gözlerini satırlar üzerinde gezdirip Kur’ân okuduklarını sanmalarını, bâtıl bir hayaldir. Bu, Mushaf’ın kendisini putlaştırmaktan başka bir şey değildir. Kutsal olan mürekkep, satır, kâğıt değil, İlâhî mânâları taşıyan sözlerdir. Bunları okumaktan maksat da Tanrı’dan gelen mesajı öğrenip, onun prensipleri uyarınca hareket etmek, maddeten ve manen yücelmek, yüksek karakter sahibi olmaktır. Kur’ân okumak isteyenler, ya asıl metnini veya mealini okurlar. Hiç bilm­eyenler, okuyanları dinlerler. Ama parmaklan satırlar üzerinde gezdirmek diye bir şey yoktur. Bu, bid’attir. Bu tür bid’atlerden kaçınmak gerekir. (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Sualler ve Cevaplar)

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KADINLARI AŞAĞILAYICI SÖZLER KUR’AN KAYNAKLI DEĞİLDİR

Kadını aşağılayıcı nitelikteki sözler, Kur’ân’ın ayetleri değil, hadis rivayetleridir. Bizim temel kaynağımız Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân’a tabi olan Hz. Muhammed’e, Kur’ân’a aykırı bir söz söyleme veya hüküm koyma yetkisi verilmemiştir: “De ki: Onu kendi tarafımdan değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbim’e karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım” (Yunus: 15). “De ki: Ben türedi bir elçi değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum” (Ahkaf: 9).

TOPLUM DÜŞÜNCELERİ: Kur’ân, gerçekten kadına, o zaman için hayal edilemeyecek haklar tanımış, onu erkeğin elinde oyuncak olmaktan kurtarmıştır. Ama zamanla Kur’ân-ı Kerim’in aydınlık düşüncesi, hadis haline getirilen geleneksel toplum düşünceleriyle daraltılmış ve kadın aleyhinde bazı telakkiler hadis kitaplarına girmiştir. Kur’ân’a tamamen ters sözlerin, Peygamber sözü olması mümkün değildir.

KADINA OY HAKKI: Zaten İslâm’a saldıranlar, bu rivayetleri hücumlarına destek yapmaktadırlar. Bu sözlerin, Kur’ân’a nasıl ters ve Peygamber’in asıl düşüncesine nasıl aykırı olduğunu, “Gerçek Din Bu” adlı eserimizin 1. ve 2. ciltlerinde ayrıntıyla izah etmiştik.

Hz. Peygamber, Kur’ân’ın buyruğu uyarınca erkeklerden bey’at aldığı gibi kadınlardan da bey’at almıştır. Bu, 15 asır önce İslâm’ın kadınlara oy hakkı tanımasını ifade eder. Oysa en medeni Avrupa ülkesi İsviçre’de bile kadınlara ancak 1971’de oy hakkı verilmiştir.(Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -10.3.2003)

posted in RİVAYETLER(Hadis) | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KADININ İMAMLIĞINA TARAF OLANLAR

“Geçmişten bu yana, kadınların ibadetleri yönetmesi konusunda yürütülen tartışmaların tümünü bilmemiz mümkün değil. Biz, bu alanda yapılan tartışmaların yazılı biçimde belgelendiği durumlardan yola çıkıyoruz. Söz konusu belgelere bakıldığında da gerçekten kadınların, kadınlı erkeklerin de bulunduğu bir cemaate namaz kıldırmasına, imamlık yapmasına karşı olmayan, Ebu Sevr el Kelbi (Ölümü: 876), Ebu İsmail El Muzeni (Ölümü: 879) ve İbn Teymiyye (Ölümü: 1328) gibi din adamları olduğunu da görüyoruz. (Ebû-İbrâhîm İsmâil b. Yahyâ el-Müzenî (v. 264/877); Şâfi’î bu talebesi için “mezhebimin dayanağı, yardımcısı” demiştir. Şâm, Irak ve Horasan’ın birçok ulemâsı onun talebesidir. Şâfi’î’ye muhâlif ictihadları vardır. Kitabının adı: El-Câmiu’l-Kebîr ve Muhtasar)

O din adamlarının, nasıl olup da kadının ibadeti yönetmesine karşı olmadığını, razı geldiğini, fikirlerini neye dayandırdığını ayrıntıları ile bilmiyoruz, ama yine aynı din adamlarının yaşadıkları dönemde gösterdikleri bu liberal tutumun şiddetli protestolara neden olduğu ya da diğer meslektaşları tarafından kınandığı yönünde de hiçbir haber ya da belge de yok.

Bunda belki de o dönemde kadınların imamlık yaptığı durumların istisna olması etkili olmuş olabilir ya da Kuranıkerim’i ayrıntılı olarak tanıyan, ezbere bilen, ibadet edilecek ortamda imamlık görevini üstlenecek yetenekte ve bilgide erkeklerin bulunmaması ve bir kadının din konusunda eşi, çocukları ya da kölelerinden daha yetkin olması belirleyici olmuştur. Böylece kadın, örneğin Teravih Namazı’nı (Ramazan ayında beş vaktin dışında gönüllü olarak kılınan namaz) kıldırmış olabilir.

Teravih Namazı’nın mecburi olmaması ve topluluk içinde değil de daha çok aile üyeleri arasında kılınması, tepki gösterilmemesini sağlamış olabilir. Kimileri de belki istisnalara göz yumulduğu ve istisnaların kaideyi bozmayacağı gerekçesini ileri sürmüş ve bu durumu savunmuş olabilir. Diğer taraftan bu istisnalar, kadının imamlık yapması kararında dini kurallardan ya da temel prensiplerden çok, toplumsal durumların önem arzettiği ve belirleyici olduğu teorisini doğrulayabilir.


Ümmü Varak olayının örnek oluşturması

Günümüzde kadınların namaz kıldırmasıyla ilgili tartışmalarda sık sık “Ümmü Varak” olayı örnek veriliyor. Farklı kaynaklardan aktarılan hikayenin parçaları birleştirilince “Ümmü Varak” adlı kadının Kuranıkerim’i çok etraflı biçimde tanıyan ve ezbere bilen biri olduğu ve Hz. Muhammed’in onu kendi ev ahalisine namaz kıldırmakla görevlendirdiğini biliyoruz.

 

İslam toplumu içinde kadının yeniden değer kazanması

Kadınların imamlık yapmasıyla ilgili tartışmalar çok sağlıksız. Bizim asıl ihtiyacımız olan, Müslüman toplumunun (ümmeti), içinde bulunduğu durumu eleştirel biçimde değerlendirmesini sağlamaktır. (Halima Krausen- http://tr.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-679/_nr-4/_p-1/i.html )

                          

 

KADINLARIN ÖNDERLİĞİ (İMAMLIĞI)- SÜLEYMAN ATEŞ

“Hanım sahâbîlerden Ümmü Varaka adında bir ensâr kadını vardı. Kur’ân’ı cem’etmiş (ezberlemiş) olan bu hanıma, Peygamber, kendi ev halkına namaz kıldırmasını emretmiştir (Ebû Dâvûd, Salât: b. 62, h. 592). İmam Ahmed ibn Hanbel, bu olaya dayanarak Kur’ân okuyan kadının, okumayan erkeklere imam olup teravih namazını kıldırabileceğine karar vermiştir.” (Buhari, Cihâd: h. 1071)… (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -16.3.2003)

886- Hz. Peygamber kendi döneminde Kur’ân’ı baştan sona yazan/top­layan bir kadına kendi ailesine imamlık yapması için izin vermişti. Bu kadın sahabinin adı Ümmü Varaka bt. Abdullah b. Haris olup Rasûlullah kendisine Şehide derdi. Hz. Ömer döneminde kölesi ve cariyesi tarafından şehit edildi. (el-MUSNED – İmam Ahmed b. Hanbel -el-Fethu’r-Rabbânî Tertibi)  (Ayrıca Ebu Davud’un Sünen’ in de, İbn Huzeyme’ nin Sahih’ inde, Beyhaki’nin Sünen-i Kebir’ inde, Hakim’ in Müstedrek’ine bakılabilir.) (Ümmî Varaka’ nın ev halkı ise, ölümünden sonra azad olmaları kaydıyla hür kıldığı biri erkek diğeri hanım iki köleden ibaretti. Bu rivayete dayanarak İmam Ahmed, Ebu Sevr, Müzeni, Taberi, Ibn Teymiyye gibi alimler, kadının zaruret halinde erkeklere de imamlık yapabileceğini söylemişlerdir.)

posted in NAMAZ | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DA KADER

“Biz her şeyi bir kaderle :(bir ölçü, düzen ve planla) yaratmışızdır. (54/49) Bu âyette Allah’ın, her şeyi belli bir kader (ölçü, miktar ve düzen) ile yarattığı vurgulanmaktadır. Müfessirler, buradaki kader (yi) kelimesini, Allah’ın ezelde insanların yapacakları işleri ve kâinattaki her şeyi planlayıp takdir ettiği şeklinde açıklayan rivayetler aktarırlar. Bu rivayetlere göre bu âyet inince bazı sahâbîler, Hz. Peygamber(s.a.v.)e gelip: “Öyle ise çalışmak niçin? Kadere güvenip çalışmayı bıraksak olmaz mı? Yaptığımız iş, bizim yeni yaptığımız bir şey midir?” demişler. Peygamber (s.a.v.): “Siz amel ediniz, herkese yaratıldığı iş kolaylaştırılır”[1] demiş. Yine rivayete göre müşrikler gelip peygamberler hakkında tartışmışlar, bu iki âyet inmiş[2].

Bir rivayete göre Hz. Peygamber, bu âyetin, âhir zamanda gelecek ve Allah’ın kaderini yalanlayacak bir cemâat hakkında indiğini söylemiş[3].

Abdullah ibn Ömer yoluyla da Peygamber’in: “Her ümmetin mecû-sîleri vardır, benim ümmetimin mecûsîleri de’kader yoktur’ diyenlerdir. Hasta olurlarsa onları sormayınız, ölürlerse cenazelerine gitmeyiniz!” dediği rivayet edilmiştir[4]. Ebû Hüreyre’ye bağlanan bir rivayete göre: “Peygamber (s.a.v.) geldi, biz kader hakkında tartışıyorduk. O kadar kızdı ki yüzü kızardı, yanaklarında birer nar dânesi belirir gibi oldu. Sonra şöyle buyurdu:

– Size böyle mi emredildi? Ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu hususta tartışmaya girince helak oldular. Ben size tartışmamanızı kesinlikle emrettim, emrettim!.”[5]

İşte tefsirle uğraşanlar bu rivayetlere dayanarak kader sorununa girmişlerdir. Kader, Allah’ın ezelî ilmi, planıdır ve Allah, zamansız olduğu için O’nun ilmini, bizim ölçülerimizle değerlendirip o bilginin mâhiyeti hakkında bir hüküm vermemiz yanlış olur. Ancak kader hakkında gelen bu rivayetlerin içeriği Kur’ân’a aykırıdır. Çünkü Kur’ân’ın, gaybı Allah’tan başka hiç kimsenin bilmeyeceği (Nemi: 48/65) prensibine aykırıdır. Bunların, çeşitli düşünce sahipleri (mezhep mensupları) arasında, bu konuda çıkan tartışmalar sonucunda üretildiğinde şüphe yoktur.

Bir kere bu iki âyetin, kaderi inkâr edenler hakkında indiğini söyleyen rivayet uydurmadır. Çünkü Hz. Peygamber zamanında müslumanlar ara­sında kader tartışmaları yoktu ki onlar hakkında âyet insin? Kaderi inkâr edenlerin, bu ümmetin mecûsîleri olduklarını, onların cenazelerine dahi gidilmemesini söyleyen hadîsin, uydurma olduğu, su götürmez bir gerçektir. Çünkü bu, Kaderiyye’ye karşı uydurulmuş bir sözdür. Bunda mezhep tartışmalarının parmağı açıkça görülmektedir. Zaten İbn Kesîr de bu şekliyle bu hadîsi, altı kitaptan hiçbirinin rivayet etmediğini, kaderi yalanlayanların meshedileceğini (hayvan kılığına sokulacağını) bildiren bir hadîs için de Tirmizî’nin garîb dediğini kaydediyor[6].

Bu âyetlerin, gelip Peygamber’le kader hakkında tartışan müşrikler hakkında indiği rivayeti[7] de doğru olamaz. Çünkü Peygamber’le müşrikler arasındaki temel tartışma konusu kader değil, Allah’ın birliği, yalnız O’na tapılacağı ve âhiret sorumluluğu mes’elesi idi. Yoksa müşrikler, aslında kaderci idiler ve onlar kadere dehr adını veriyor, kendilerini helak edenin dehr (felek) olduğunu söylüyorlardı[8]. Peygamber’in, müşriklerle, sonradan çıkan kelâm üslûblarıyla tartıştığı görülmemiştir. Kur’ân-i Kerîm’de de bu tür tartışmalar yoktur. Onun üslûbu herkesin anlayacağı açıklık ve netliktedir.

Kaldı ki bu âyetler Mekke’de inmişti. Ebû Hüreyre ise Medîne döneminin sonlarında gelip müslüman olmuş ve Peygamber’in sohpetine katılmıştır. Onun, Mekke döneminin ilk yıllarında inmiş olan âyetlerin iniş sebebini bilmesi çok uzak bir olasılıktır. Çünkü kendisi olaya tanık olmamıştır. Olaya tanık olanlardan da böyle bir rivayet gelmemiştir.

Ayrıca bu iki âyetin, böyle ferdî bir vak’a üzerine indiği varsayılırsa öteki âyetlerden ayrı inmiş olması gerekir. Oysa âyetler öncesine ve sonrasına bağlıdır ve âyetlerin sözgeliminde kader konusu yoktur. Burada ve biraz sonra göreceğimiz üzere hemen bütün âyetlerde her şeyin bir hesab ve ölçü ile ve bir zamana bağlı olarak yaratıldığı, başı boş, ölçüsüz, hesapsız, plansız, gelişigüzel olmadığı anlatılmaktadır. Âyetler, kaza ve kader tartışmalarını içermez, O’nun katında her şey bir mikdâr iledir”[9] âyeti gibi, Biz her şeyi bir kaderle (bir ölçü, düzen ve planla) yaratmışızdır.”[10] âyeti de her şeyin bir miktar ve ölçü ile yaratıldığını, bir zamanı bulunduğunu, zamansız, hesap­sız, ölçüsüz ve plansız bir şey olmadığını belirtmektedir.

Âyetler, insanların kendi yaptıkları işler hakkında değil, Allah’ın yaptığı işler hakkındadır. Yani Allah her şeyi bir ölçü ve zaman ile yarat­mıştır. Eski milletler nasıl helak olup Allah’ın azabına uğramışlarsa, bu müşrikler de bir gün o azaba uğrayacaklar, ateşin içine yüzükoyun sürük­lenip atılacaklardır. Bunların azaba çarpılacakları zaman da gelecektir. Bunların yaptıkları kendi yanlarına kalmayacaktır. Zîrâ her yaptıkları tesbit ediliyor. İşte bu âyetlerin ardından gelen

51– Andolsun biz sizin benzerlerinizi hep helak ettik. Öğüt alan yok mudur? 52– işledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur. 53- Küçük, büyük hepsi satır satır yazıl­mıştır.”[11] âyetleri, suçluların yaptıkları her şeyin, kitaplara yazılıp tesbit edildiğini, bu yaptıklarından hesaba çekileceklerini belirtmektedir.

Bu âyetler aynen: “Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedir. (İnsan,) Hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulun­masın.”[12], “Her insanın (amel) kuşunu boynuna doladık, Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız:’Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter!’ (deriz).”[13], “Kitâb (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak:’Vah bize, bu kitaba da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp döküyor!’ dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabb’in kimseye zulmetmez.”[14], “Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür.”[15],”O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi kendisin(inin emir­lerine karşı gelmek)den sakındırıyor. Allah, kulllarına şefkatlidir.”[16] âyetleri gibi insanların yaptıkları işlerin yazıldığını ve bu işlerin karşılığını mutlaka göreceklerini ifade etmektedir. Bunların bilinen anlamdaki kaderle bir ilgisi yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın, kendi işlerini planlayıp ölçü ve miktar ile yarattığı vurgulanmakta, fakat insanların işlerini Allah’ın takdir ettiği söylenmemektedir.

Hz. Peygamber döneminden hayli zaman sonra ortaya çıkan Kaderiyye, Cebriyye gibi fırkalar, Kelâm ekolleri, âyetlerde kendi düşüncelerini okumuşlar ve âyetleri, istedikleri gibi yorûmlayabilmek için her fırka, kendinden olmayanı sapık gösterecek hadîsler üretmişlerdir. Bu konuda hadîs çok değildir. Daha ziyade bu rivayetler, sahâbîlere götürülmüştür. İbn Kesîr’in tefsîrine bakılırsa konu üzerindeki tartışmaların şiddeti an­laşılır.

Bu sözlerimizle bizim kaderi inkâr ettiğimiz anlaşılmasın. Elbette kader vardır. Fakat kader, Allah’ın ezelî bilgisi ve her şeyi bir hesaba, ölçüye ve plana göre yaratmış olması, olmuş ve olacak her şeyi bilmesi demektir. O’nun bilgisine sonradan bir şey eklenmez. O, olmuş ve olacak her şeyi bilir. Esasen zaman üstü olan Allah’ın zâtı için öncelik ve sonralık da yoktur. İşte Allah’ın bilgisi, bir anlamda O’nun planı, kaderidir. Fakat biz O’nun bilgisinin mâhiyetini bilemeyiz. Çünkü O zamansız bilgidir. Biz zamanla sınırlıyız. Zaman içinde olanları biliriz. Zamansızı zamanlı ile karşılaştırıp, zamanlı hakkında bildiklerimizi zamansıza uygulamak ve böylece zamansız bilgi hakkında yargıya varmak doğru olmaz. Biz, âyet­lerin, Kelâm ekollerinin ortaya çıkardığı kader tartışmalarını içermediği kanısındayız.

Râğıb el-Isfahânî, bu konuda özetle şu bilgiyi vermektedir:

“Kadr ve takdir, bir şeyin kemmiyyetini ve miktarını açıklamak, bir şeye güç vermektir. Allah’ın eşyayı takdîri iki türlüdür: Biri eşyaya kudret vermesi, diğeri hikmeti uyarınca belli bir ölçü, biçim ve miktarda yarat­masıdır…

Hurma çekirdeğine hurma ağacı, insan tohumuna insan olmasını, diğer hayvan tohumlarından da kendilerine benzer hayvanlar olmasını takdİr etmesi gibi.

Allah’ın takdiri de iki türlüdür: Biri bir şeyin zorunlu veya mümkün olarak şöyle veya böyle olacağına veya olmayacağına hükmetmesi(karar vermesi)dir. Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur.”[17] âyeti bu takdiri belirtmektedir. Diğeri ona kudret vermesidir. Biz onu kadretîik, ne güzel kadr edeniz!”[18] âyeti de

Allah’ın, yarattığı şeye ya kudret, yahut ölçü, biçim verdiğini, ya da şöyle veya böyle olmasına karar verdiğini anlatmaktadır.

Yaratıklar arasında ölümü takdir etmesi de, her şeyin ölümlü olmasına karar vermesidir. Vâki’a: 46/6’ncı âyette Allah’ın, insanları ölümlü yarattığı anlatılmaktadır.

Müzzemmil: 3/20’de gecenin gündüz üzerine, gündüzün de gece üzerine dolanmasını Allah’ın takdir ettiği, zamanın gece ve gündüz dilim­lerine ayrılmasını Allah’ın takdir ettiği, yani böyle olmasına karar verdiği anlatılmaktadır.

Abese: 24/19’da Allah’ın, potansiyel yaratmasının, insanda yavaş yavaş ortaya çıktığına işaret edilmektedir…

Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen bir kader (ölçü, miktar) ile indiririz.”[20] âyetlerinde ezelî kararın, yavaş yavaş ortaya çıkması, kaderin zuhuru anlatılmaktadır.

Eli geniş olan, kaderince (genişliğine göre) nafaka versin. Rızkı kısılmış bulunan da Allah’ın kendisine ver­diğinden versin.”[21] âyetinde herkesin haline uygun olanı yapması gerektiği anlatılmaktadır…

1) Belli Biçim Verme, Kararlaştırma, Düzenleme, Takdir Etme: O ki takdir edip yol gösterdi. (A’lâ: 8/3) (Allah insanı) Nutfeden yarattı, onu takdir etti (ölçüp biçti, biçimlendirdi). (Abese: 24/19) âyetlerinde Allah’ın her şeyi ölçüp biçtiği, yaratıp biçimlendirdiği, insanı nutfeden yaratıp ona biçim verdiği, geceyi ve gündüzü düzenleyip takdir ettiği belirtilmektedir.

Yeri kaynaklar halinde fışkırttık, (göğün ve yerin) su (lan) takdir edilmiş (planlanmış) bir işin olması için birleşti. (Kamer: 37/12) âyetinde de kadr edilmiş emir; planlanmış, karar­laştırılmış iş demektir.

Aya da konaklar takdir ettik (düzenledik, belirledik). Nihayet o, eski urcûn haline döndü. (Yâsîn: 41/39)

Göklerin ve yerin mülkü (ve yönetimi) O’nundur, O, bir çocuk edinmemiştir, mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir. (Furtan: 42/2)

Aranızda ölümü biz takdir ettik (belirledik), bizim önümüze geçilemez (plan ve kararımıza engel olunamaz). (Vâkı’a: 46/60)

Güneşi ziya, ay’ı nur yapan yılların sayısını ve (vakitlerin) hesabı(nı) bilmeniz için aya (dolaşma) konaklar(ı) düzenleyen O’dur. Allah, bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. Bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır. (Yûnus: 51/5) âyetlerinde kader, belirleme, düzenleme, kararlaştırma anla­mındadır. [26]

2) Bir Ölçü Ve Mikdâr İle Yapma: Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen bir kader (ölçü, miktar) ile indiririz. (Hicr: 54/21)

Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim.” diye (vahyettik). (Sebe: 58/11) âyetinde Dâvûd Aleyhisselâm’a ölçülü biçimde zırh yapması emredilmektedir ki burada da kader, ölçü anlamındadır.

Onlarla, içinde bereketler yarattığımız kentler arasında, açıkça görünen kentler var ettik ve bunlar arasında yürümeyi takdir ettik: “Oralarda geceleri ve gündüzleri güven içinde yürüyün” (dedik). (Sebe: 58/18) âyetinde de kentler arasında belli uzunlukta mesafelerin bulunduğu anlatılmaktadır.

O ki gökten suyu bir kader (ölçü, miktar) ile indirdi de, biz onu ölü bir beldeye yaydık, İşte siz de (yağmur ile yeşeren bitki gibi hayat bulup topraktan) çıkarılacaksınız. (Zuhruf: 63/11)

Gökten bir su indirdi de dereler kendi kaderince (ölçüsüne göre o su ile) çağlayıp aktı. (Ra’d: 87/17)

Gümüşten kadehler ki onları istedikleri ölçüde takdir etmişlerdir (istedikleri kadar içki alırlar). (İnsan: 90/16) âyetinde cennet garsonlarının, cennet halkına, gümüş kadehlerle diledikleri ölçüde şarap sundukları anlatılmaktadır.

Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur. (Talak: 100/3) âyetinde kadr kelimesi, ölçüp biçme, planlama, dü­zenleme, karar verme mânâsında kullanılmıştır.

Allah’ın emri, kadredilmiş bir kadr (Ahzâb:97/38)âyetinde, Allah’ın işinin kadredildiği, ölçülüp biçildiği, planlanıp takdîr edildiği belirtilmektedir. Ama ölüçülüp biçilen, planlanıp takdir edilen, kulların eylemi değil, Allah’ın işidir.

18-Zira o düşündü, ölçtü biçti. 19- Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti. 20- Yine kahrolası nasıl ölçtü, biçti. (Müddessir: 4/18-20) âyetlerinde takdir, düşünüp taşın­mak, ölçüp biçmek anlamındadır. [27]

3) Ölçülü, Azar Azar Vermek, Kısıtlamak: Allah, kullarından dilediğine rızkı açar (dilediğine) ölçü ile (kısıtlı) verir. (Kasas: 49/82, İsrâ: 50/30, Sebe’: 58/36, Zümer: 59/52, Şûra: 62/12, Rûm: 84/37, Ankebût: 85/62, Ra’d: 87/26) kullarına rızkı açsa(bol bol verse)ydi, yeryüzünde taşkınlık yaparlardı. Onun için dilediği bir ölçü ile indirir. (Şûra: 62/37)

4) Belli Bir Zaman: 21-Onu sağlam bir karar yerine koyduk. 22- Belli bir süreye kadar. 23-Biçimlendirdik. Ne güzel biçim vereniz Biz- (Mürselât: 33/21-23) Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra (senin için) bir kader üzerine (planladığımız bir vakitle)bize geldin ey Mûsâ! (Tâhâ: 45/40) âyetlerinde kader Allah’ın düzenlediği bir zaman süresidir. [29]

5) Kudret, Yapabilme Gücü: Kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? (Beled: 35/5) 75-Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan köle ile; kendisine güzel rızık verdiğimiz, o rızıktan gizli ve açık harcayan kimseyi misal olarak anlattı. Hiç bunlar bir olurlar mı? Hamd Allah’a mahsustur, fakat çokları bilmezler. 76- Ve Allah şu iki adamı da misal olarak anlattı: Birisi dilsizdir, hiçbir şey yapamaz, efendisinin üzerine bir yüktür. (Efendisi) Onu nereye gönderse bir hayır getirmez (bir iş beceremez)- Şimdi bu (adam), doğru yolda giderek adaleti emreden kimse gibi olur mu? (Nahl: 70/75-76)

6) Lâyıkıyla bilmek, değerlendirmek, anlamak: 1– Biz o(Kur’â)nı Kadir gecesinde indirdik. 2- Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? 3- Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. (Kadr: 25/1-3) âyetlerinde kadr, değer, şan vcşeref anlamına gelir. Allah’ı şanına yaraşır biçimde tanıyamadılar, zîrâ “Allah, insana bir şey indirmedi.” dediler.

Kader Konusunda İhticâc Edilen Diğer Âyetler: Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine ölüm sizi bulur. Onlara bir iyilik erişirse: “Bu, Allah tarafındandır” derler. Onlara bir kötülük erişirse: “Bu, senin yüzündendir” derler. De ki: “Hepsi Allah tarafındandır.” Bu topluma ne oluyor ki hemen hiç söz anlamıyorlar? (Nisa: 98/78)

İnsan bir şeyi yapmak isterse onun için bir enerji gerekir. Bu enerji de yine beden içindeki ve dışındaki Tanrısal yasaların çalışmasıyla meydana gelir. Çünkü enerji besinlerle oluşur. Besinlerin sindirimi, beden organ­larının çalışmasıyla olur. Besinleri Allah yarattığı gibi, bedendeki diş, dil, tükrük bezleri, boğaz, mîde, oniki parmak barsağı ve bütün sindirim sistemini de hep Allah yaratmıştır ve bunlar Allah’ın koyduğu yasalarla çalışmaktadır. İşte dış ve iç etkenler birleşince eylem meydana gelir. İnsanın eylemlerini yaratan etkenler Allah’ın yaratması ile var olduğuna göre insanın eylemleri de dolayısıyla Allah’ın yarattığı şeylerdir. Demek ki “Allah herşeyin yaratıcısıdır” genel hükmü, her şeyi olduğu gibi, insanın eylemlerini de kapsar….

İnsanın gücü, aldığı besinlerin kana karışıp enerjiye dönüşmesiyle oluşur. Bu besinleri Allah yarattığı gibi bunları insan bedeninde enerjiye dönüştüren de Allah’ın yasalarıdır. Şimdi fi’li yapan güç ve âletler hep Allah tarafından yaratıldığına göre o fi’li yaratan da temelde Allah’tır… (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kader Maddesi)

posted in KADER | 2 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“İÇKİ İÇİNCE NAMAZDAN 40 GÜN UZAK DURMAK” HURAFEDİR.

“Soru: Mâide 6. âyette “Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız!” buyurulduğunu söylediniz. İçki içenin 40 gün namazının kabul edilm­eyeceğini söylüyorlar. Sarhoş olmayacak derecede içki içen namaz kılabilir mi veya içki içtikten itibaren 40 gün dolmadan namaz kılabilir mi?

Bu, çok acâip bir soru. Demek halk arasında ne fetvalar, ne saçmalıklar geliştirilmiş de bizim haberimiz yok. İçki içmek ayrı bir şey, namaz kılmak ayrı bir şeydir. Namaz en yüce ibâdettir. Kişinin, ibâdetini bilinçli olarak yapması gerekir. Sarhoş olan kimse, abuk sabuk söyler, ne dediğini bilmez, ağzından çıkanı kulağı duymaz. İşte öyle bir kimsenin namaza durmasının anlamı da yoktur zaten. Çünkü o, namazda ne söylediğini bilmez. Duâ edeceği yerde küfredebilir. Hz. Peygamber, uykusu bastırmış olan kimsenin dahi öyle uykulu uykulu namaz kılmamasını, uyuyup uykusunu aldıktan sonra kalkıp açık bilinç ile namazını kılmasını emret­miştir.

Aklı başında olmayan kimse, ne söylediğini bilemeyeceği için onun o halde namaz kılması yasaklanmıştır. İçki içmek bir yasak, sarhoş iken namaz kılmak ise ayrı bir yasaktır. İçki içmek suçtur ama içtiği halde bilinci yerinde olan kimsenin namaz kılmasına bir engel yoktur. (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Sualler ve Cevaplar)

posted in NAMAZ | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

HİKMET-KUR’AN ANSİKLOPEDİSİ

Bunlar üstün hikmettir! Ama uyarılar fayda vermiyor. (Kamer: 37/5)

Bu âyette insanlara, kendilerini kötülükten önleyici haberler, çok değerli bir hikmet geldiği, fakat uyarıların bir yarar sağlamadığı belirtil­mektedir. ” Davud’a hikmet ve güzel konuşma vermiştik.” (Sâd: 38/20),”Allah ona mülk ve hikmet verdi.” (Bakara: 92/251) âyetlerinde Davud’a hikmet, güzel konuşma yeteneği ve hükümdarlık verildiği belirtilmektedir.

Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmet(ler)dendir. Allah ile beraber başka tanrı edinme, sonra kınanmış, (Allah’ın rahmetinden) uzak­laştırılmış olarak cehenneme atılırsın. (İsrâ: 50/39) âyetinde Hz. Muhammed’e Hikmet’ten buyruklar vahyedildiği bildirilmektedir ki buradaki hikmet, İlâhî Kitabın içerdiği hükümlerdir.

Andolsun, biz Lokman’a hikmet vermiştik. (Lokman: 57/12) âyetinde Lokman’a hikmet verildiği belirtilmekte ve “Allah’a şükret” buyruğunun da Lokman’a öğretilen hikmetlerden olduğu anlaşılmaktadır.

İsa açık delillerde gelince dedi ki: “Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştünüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için (geldim), Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Zuhruf: 63/63) âyetinde de Hz. İsa’nın insanlara hikmet getirdiği anlatılamktadır.

(Ey Muhammed,) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin işte yolundan sapanları en iyi bilen O’dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir. (Nahl: 70/125) âyetinde Hz. Muhammed’e Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle da’vet etmesi emredilmektedir.Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi yücelten, size Kitâb ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik. (Bakara: 92/151) âyetinde de Hz. Muhammed’in, insanlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitabı, hikmeti ve bilmedikleri şeyleri öğreten bir elçi olarak gönderildiği bildirilmektedir.

Allah’ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitâbh ve hikmeti düşünün, Allah’tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi bilir. (Bakara: 92/231) âyetinde de inananlara, Allah’ın ni’metlerini ve kendilerine indirdiği Kitabı ve Hikmeti anımsayıp Allah’tan korkmaları; Allah’ın her şeyi bildiğini bilmeleri emredilmektedir.

Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı: “Bakın, size Kitâb ve hikmet verdim, imdi yanınızda bulunan(Kitâb)ı doğru-layıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz.’ Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” demişti. “Kabul ettik!” dediler. “O halde şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım.” dedi. (Âl-i İmrân: 94/81) âyetinde Allah’ın, her peygamberden, kendi yanlarında bulunan Kitabı ve hikmeti doğrulayan, gelecek her elçiyi kabul edecekleri hakkında söz aldığı belirtilmektedir.

Ona Kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. (Âl-i İmrân: 94/48), “Sana Kitâbh, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. (Mâide: 110/110 âyetlerinde yüce Allah’ın, İsâya Kitabı, Hikmeti,Tevratı ve İncil’i öğrettiği anlatılmaktadır.)

Andolsun ki, Allah, mü’minlere büyük lütufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerini yücelten ve kendi­lerine Kitâb ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. (Âl-i İmrân: 94/164)

O’dur ki, daha önce sapıklık içinde bulunan ümmîlere, kendi içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitâb ve Hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. (Cum’a: 96/2) âyetlerinde de Hz. Muhammed’in, insanlara Kitabı ve hikmeti öğret­mek üzere gönderildiği bildirilmektedir.

Evlerinizde okunan Allah âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah latiftir, haber alandır. (Ahzâb: 97/34) âyetinde peygamberin hanımlarına, evlerinde oku-nan âyetleri ve hikmeti düşünüp bunun değerini bilmeleri buyurulmaktadır.

Gerçekten biz İbrahim soyuna da Kitâb ‘ı ve Hikmeti vermiş ve onlara büyük bir mülk vermiştik. (Nisa: 98/54) âyetinde Allah’ın, İbrâhîm soyuna Kitâb ve Hikmet verdiği; Allah, sana Kitâb’ı ve Hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah’ın sana lütfü, cidden büyüktür. (Nisa: 98/113) âyetinde Allah’ın, Hz. Muhammed’e Kitabı, hikmeti indirdiği ve ona bilmediği şeyleri öğret­tiği; büyük lütuflarda bulunduğu anlatılmaktadır.

Hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır veril­miştir. Bunu ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. (Bakara: 92/269) âyetinde de Allah’ın, hikmeti dilediğine vereceği, kendisine hikmet verilene çok hayır verilmiş olduğu, bunu ancak sağduyu sahiplerinin anlayacağı belirtilmektedir.

Hikmet hükm kökünden gelen hikmet, ilim ve akıl ile ulaşılan gerçek bilgidir. Allah hakkında hikmet, eşyayı bilip tam yerinde ve amaca göre yaratmaktır. İnsan hakkında hikmet, varlıkları bilmek, iyi ve güzel şeyler yapmaktır. Hakim: çok hikmetli, hükümran, her şeyi doğru bilen ve güzel yapan, doğru ve kesin karar verendir. Hakim sıfatı Allah hakkında da diğer varlıklar hakkında da kullanılır. Ancak arada fark vardır. Allah hakkında kullanılınca hakim: eşyayı bilen, yerli yerince ve bir amaca göre yaratandır. İnsan hakkında hakim: hikmetli bilgi sahibi demektir. İçerdiği hüküm ve sağlam bilgiden dolayı İlâhî Kitâblara da hakim denilir: “Şunlar o hikmetli Kitabın âyetleridir.” (Yûnus: 51/1, Lokman: 57/2)

Bir şey hakkında karar vermek anlamındaki hükm de hikmeti içerir. Fakat hüküm, hikmetten geneldir. Her hikmet hükümdür ama her hüküm hikmet değildir. peygamber(s.a.v.)in “ Susmak hüküm (hikmet)tir ama yapanı azdır” (Beyhakî, Şu’ab’da Enes’ten zayıf senedle tahrîcetmiştir. Ancak bu, Lokman Hekîm’in sözüdür (Keşfu’1-hafâ: 2/41).) dediği rivayet edilir.

Hikmet, hüküm, hükümet ve ihkâm mânâlarıyla ilgili olarak masdar ve isim olabilir. Her iki halde de hikmette bir işi sağlam, yapmak, iyiliği, düzeni getirmek anlamı vardır ki hüküm ve hükümet bu kökten gelmiştir. Bozukluğun kaldırılıp iyiliğin sağlandığı, düzenin korunduğu her şeyde bir hikmet vardır. Bundan dolayı hikmet denince mutlaka bir sebep ve sonuç hatıra gelir. Yani hikmet, sonucun sebebe bağlanması, iki şey arasında bir ilginin kurulması, sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin bilinmesi demek­tir. Bir işi başka bir işe bağlamağa, yani bir yargıya varmaya hüküm dendiği gibi, doğru olan herhangi bir yargıya da hikmet denilir. Demek ki bilgiye dayanan amel, yararlı bir sonuç veren bilgi hikmettir. İslâm bilginleri, hikmeti çeşitli biçimlerde tanımlamışlardır:

1) Hikmet, sözde ve işte isabettir, 2) Hikmet ilim ve eylemdir, 3) Hikmet, ilim ve kavramadır, 4) Hikmet, eşyanın mânâlarını bilmek, anlamaktır, 5) Hikmet icâdetmektir. Eşya arasında hükümran olan sebep ve sonuç zincirlerini bilip eşyayı sebeplerle birbirine bağlayarak sonuçlar, sonuçları da sebep yapıp başka sonuçlar meydana getirmek, yani kâinatı düzen içinde yaratmak demektir ki bu anlamda hikmet Allah’ın bilgisi ve işidir. 6) Hikmet, eşyayı tam gerektiği yere koymak, her şeyi yerli yerince yapmaktır. 7) Hikmet peygamberlik bilgisidir. 8) Hikmet Kur’ân’ı bilmek, anlamaktır. Ve nihayet Fahri Râzî’ye göre hikmet, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak demektir.

Abdu’r-Ra’ûf el-Munâvî, “Hikmet, insanın gücü ölçüsünde, varlık­ların bütün hallerini olduğu gibi bilmektir” (Feydu’l-Kadîr: 3/574) şeklinde tanımlıyor. Râzî’ye göre “Hikmet, yapılan işin, bilginin gereğine uymasıdır.” (Mefâtîhu’1-ğayb: 25/145) Kişi bildiği ile amel etmedikçe ona “hekîm” denmez. Hikmet, Allah’ın kalbe ilham ettiği doğru bilgi, şeklinde de tanımlanır.

İnsanın teorik bilgileri öğrenip gücü oranında üstün işler yapma yeteneğini kazanması hikmettir. Yani hikmet, teorik bilgileri öğrendikten sonra onların gereğine uygun davranıp teori ile pratiği birleştirmek ve böylece üstün gayeye ulaşmaktır.

Bütün bu tanımlardan ve hikmet hakkındaki hadîslerin içeriğinden anlıyoruz ki hikmet, derin ve yararlı bilgidir. Bu bilgi, ancak düşüncenin ürünü olacağından yüce Allah: “Ancak sağduyu sahipleri düşünüp ibret alır” buyrmuştur. Kur’ân’ın kasdettiği hikmet, bir yığın felsefe teorileri değildir. Asırlarca insanları boş yere uğraştırıp durmuş olan bu tür naza­riyattan kaçınmayı Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bize tavsiye etmiş­lerdir: “Yararlı bilgi isteyin, yararsız bilgiden Allah’a sığının.” (İbn Mâce, Beyhakî, Şu’abu’1-İmân; Feydu’l-Kadîr: 4/108)

İslâm bilginleri hikmeti tanımlarken mutlaka “Eylemle birlikte bulu­nan ilim” yani eyleme dönüşecek bilgi düşüncesinde ısrar etmişlerdir. Kâinatın birtakım yasalarını keşfetmek ve bunları insanlığın yararına kullanmak, Abdu’r-Ra’ûf un tanımladığı hikmettendir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ilim ve hikmete çok değer verilmiştir. İlimden söz eden âyet sayısı 750’ye varır. Kur’ân, âlimi görür, câhili kör kabul eder. (Fâtır: 43/19-21 ‘nci âyetlere bakınız.) “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak sağduyu sahipleri düşü­nüp ibret alır.” (Zumer 59/9) “Ancak bilgin kulları, Allah’a gereğince saygılı olur.” (Fâtır: 43/28)

Fakat Kur’ân’ın övdüğü ilim, boş nazariyat değil, insanın iç dünyâsını aydınlatan din ilmi ve dış dünyâsını aydınlatan pozitif ilimdir. Yüce Allah: “Biz onlara âyetlerimizi âfâkta (dış dünyâda) ve kendi canlarında göstereceğiz”(Fussilet: 61/53) buyuruyor. Âfâkta (yani ufuklarda, dış dünyâda) gösterilen âyetler, doğa olayları, varlıkları ve bunları yöneten yasalar; enfiiste gösterilen âyetler de insan ruhunun derin aşamaları ve bunlarda bulunan İlâhî nurlardır. İşte her iki dünyâda Allah’ın yasalarını anlamak, bilgi ve hikmete bağlıdır. Kur’ân, doğa yasalarına “sünnetullah: Allah’ın âdeti” adını verir ve dikkatimizi hep bu olaylara çeker:

“Üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahmân’dan başka kimse tutmuyor.” (Mülk: 77/19) “Develere bakmıyorlar mı nasıl yaratıldı? Göğe bakmıyorlar mı nasıl yükseltildi? Dağlara bakmı­yorlar mı nasıl dikildi? Yere bakmıyorlar mı nasıl yayılıp döşendi?” (Ğâşiye: 68/17-20)

Kur’ân, enfüsü ve âfâkı yani iç tecrübeyi ve doğa varlıklarını incele­meyi bilginin iki temel kaynağı saymıştır. Güneşi, Ayı, gölgenin uzamasını, gecenin ve gündüzün değişmesini, insan renklerinin ve dillerinin çeşitlen­mesini, hasılı insan duyusuna çarpan bütün doğa olaylarını Allah’ın varlığının ve kudretinin âyetleri (belirtileri) görür. Müslümanların görevi, bu âyetleri derince düşünüp incelemek, bunların yanından körü körüne geçmemektir: “Göklerde ve yerde nice âyetler var ki onların yanından (hiç düşünmeden) yüz çevirip geçerler (onlardaki inceliğe, yasalara dikkat etmezler).” (Yûsuf: 53/105)

Niçin Kur’ân insanın gözünü doğa olaylarına çeviriyor? Çünkü Allah’ın yasaları, her ân bu olaylarda görünmektedir. Bu yasaları keşfe­denler, Allah’ın kudretini daha iyi anlayıp O’na gereğince saygı göstere­cekleri gibi doğaya da egemen olurlar. Doğanın büyük, hattâ yıkıcı güçlerini kendilerine boyun eğdirir, hizmetlerinde kullanırlar. Çünkü Allah, deniz­leri, dağlan, güneşi, ayı, hayvanları, her şeyi, bütün doğayı insanın emrine vermiş, melek güçleri insana boyun eğdirmiştir. Ancak insanın aklını çalıştırması, doğanın esrarını bilmesi lâzımdır ki doğaya egemen olabilsin. Zira doğaya hâkim olmak bilgi işidir. Bilgili olan güçlü olur. İşte insanlığın yararına dönüşecek, eyleme çıkacak pozitif ilim, imanla beraber olursa Kur’ân dilinde hikmet adını alır. Kur’ân’ın hikmet dediği pozitif ilim, ruhsuz, ma’neviyatsız bilgi değil, Yaratanını görerek yaratıklarını incele­meğe iten ve inceledikçe insanın Yaratana karşı sevgi ve saygısını kamçı­layan bilgidir. Bu bilgi, insanı maddeye kulluğa değil, maddenin yaratıcısı

Allah’a saygıya; imansızlığa değil, imâna; nankörlüğe değil, Allah’a şükretmeğe götürür. Bundan dolayı Allah’ın Elçisi: “Hikmetin başı Allah korkusudur”(Hakîm-i Tirmizî ve İbn Lâl, İbn Mes’ûd’dan çıkarmışlardır, sahihtir. Feydu’l-Kadîr:3/574) buyurmuştur.

Yüce Mevlâ, Lokman Sûresinde hikmeti şükürle beraber anmıştır. Çünkü bilgi, Allah’ın, insana en büyük lütfudur. Onu kendisine lütfeden Allah’a şükretmek gerekir. İnsanın, öğrendiği bilgi, yaptığı icadlarla gurura düşerse şeytânın yoluna girmiş olur. O bilgi de hikmet olmaktan çıkar.

Hikmetin yeri o kadar yücedir ki “İlim öğrenmek her müslümana farz kılınmıştır. İlim öğrenen kişiye her şey, hattâ denizdeki balıklar bile istiğfar eder.” (İbn Abdi’1-Berr, Enes’ten çıkarmıştır. Feydu’l-Kadîr: 4/268)

İnsan, yeryüzünde Allah’ın halîfesidir. O halde Allah’ın hakîm ve ‘alîm sıfatlarından yararlanmaya, bilgi ve hikmet sahibi olmaya çalışma­lıdır. İşte Fahrde’d-dîn Râzî’nin hikmeti tanımında bu noktaya işaret vardır. Kur’ân istiyor ki insan bilgi sahibi olsun, doğayı incelesin, ondaki ince mehareti, sanatı, yasaları görsün de Yaratana daha içten bağlansın, O’na daha gönülden kulluk etsin.

Eğer müslümanlar birtakım kuru nazariyata dalmayıp Kur’ân’in yönelttiği doğrultuda gitmeğe devam etselerdi, hiç şüphesiz Avrupa’nın bugünkü düzeyine, onlardan önce varabilirlerdi. Çünkü başlangıçtaki geliş­me böyle idi. Bununla beraber, İslâmın ilk feyzinden ilham alan müs­lümanlar, ilk beş altı asır ilme büyük hizmetler etmişler, bugünkü Avrupa medeniyetinin temelinin atılmasına katkı sağlamışlardır. Bu, herkesçe kabul edilen bir gerçektir.

Lokman Sûresinde Lokman’a verilen hikmet övülmektedir. Müfessir-lerin anlatımından çıkan sonuca göre Lokman, Yunan filozofu Aisopos (Esop)tur. Eğer Kur’ân’ın anlattığı Lokman gerçekten, görüşlerini fabllerle (hayvanları konuşturarak) anlatan filozof Esop ise bundan, gerçekleri yansıtan felsefenin de hikmet olduğu anlaşılır. Zaten İslâm literatüründe felsefenin adı hikmettir. O halde insanları iyiye, doğruya yönelten felsefe, Kur’ân’da övülmektedir. Felsefeye düşman olmak Kur’ân’a ters düşer.

İslâm peygamberi, kesin olarak kıskanmayı yasaklamışken ilimde ‘ve hayırda imrenme anlamında kıskanmayı hoş görmüştür: “Yalnız iki kişiye hased (gıpta) edilebilir: Allah’ın verdiği hikmet gereğince hareket eden ve onu başkalarına da öğreten adam ile; Allah’ın verdiği malı Hak yolunda harcamaya koyulan adam.” (Müslim, Salâtu’l-müsâfirîn: 47, h. 267)

Ayrıca insanları iyiye yöneltmek, onlara etkili öğütler vermek için hayvanları konuşturan hikâyeler yazmakta bir sakınca yoktur. Esop’un yaptığı da bu idi. O, hikmetlerini hayvanların dilinden anlatıyordu. Çünkü öyle hikâyeleşen öğütler, daha etkili olmaktadır. Nitektim Mevlânâ ve Şeyh Attâr da bu yolu tercih etmişlerdir. (Prof. Dr. Süleyman Ateş Kur’an Ansiklopedisi Kuba Yayınları : 8/364-371)

 

 

Hikmetle Davet:

De ki: “İşte benim yolum budur: Allah’a basiretle da’vet ederim. Ben ve bana uyanlar… Allah’ın sânı yücedir, ben ortak koşanlardan değilim!” (Yûsuf: 53/108)

Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücâdele et. Kuşkusuz Rabbin, işte yolundan sapanları en iyi bilen O’a’ur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir. (Nahl: 70/125)

Yûsuf 53/108. âyette Allah Elçisinin ve ona inananların, körü körüne hareket etmedikleri, Allah’ın yoluna hikmetle ve kanıtla da’vet ettikleri vurgulanıyor.

Nahl: 70/125. âyette peygamber’e, Rabbinin yoluna hikmetle da’vet etmesi ve muhalifleriyle en güzel bir biçimde tartışması emrediliyor. Allah yoluna hikmet ve güzel öğütle çağırmayı ve en güzel biçimde mücâdele etmeyi emreden bu âyet, İslâm davet prensibini ortaya koymaktadır. Konu itibariyle, insanların, kendiliklerinden helâl ve haram hükümler koymala­rını kınayan âyetlere bağlıdır. Bu tür yasaklar koyan müşrikleri, Allah yoluna, yani yalnız O’nun koyduğu helâl ve haram hükümlere uymaya çağırırken hikmet ve güzel sözle çağırmayı emretmektedir. Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba da’vetle, taassupla hareket etmenin bir yararı olmaz. Ancak hikmet, tatlı dil gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir.

Burada dikkat edilecek husus şudur: Allah yoluna sadece hikmetle, güzel öğütle da’vet edilmesi emredilmiştir. Çünkü mücâdele, da’vet metodu değildir. Mücâdelenin amacı, karşıdakini susturmaktır. Hasım cevap ver­meyip susabilir ama gönlü kabul etmez. Onun için âyette mücâdele, yani cedel, da’vet metodu yapılmamış, Allah yoluna sadece hikmetle ve güzel öğütle çağırılması ve en güzel biçimde mücâdele edilmesi buyurulmuştur. (Mefâtîhu’1-ğayb: 20/139-140)

Bazı müfessirler, bu âyetin, savaşı emreden âyetlerle neshedildiğini söyledikleri gibi, bazı doğubilimciler ve onların etkisinde bulunan bazı sözde aydınlar da peygamber’in zayıf durumunda gelen bu âyetin, Peygamber’in durumu kuvvetlendikten sonra uygulanmadığını, bu emrin dışına çıkıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu iki görüş de yanlıştır.

Birincilerin görüşü yanlıştır, çünkü âyetin neshedilecek tarafı yoktur. Hiçbir zaman Allah, hikmeti, tatlı dili bırakıp kaba kuvvetle İslama çağır­mayı emretmemiştir. Çünkü dinde zorlama yoktur. Savaş hakkındaki âyet­ler, müslümanların mallarına, canlarına, namus ve şereflerine saldıran-larla savaşmayı emreder. Yoksa insanları zorla dine sokmak için savaşmayı emretmez. “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğût’u inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, işitendir, bilendir.!” (Bakara: 92/256) “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfinin: 18/6) Hak elçisi, hikmet ve basiretle Hak yoluna da’vet edecek, bu konuda bilimsel kanıtlar sunacaktır ki “Helak olan kanıtla helak olsun, yaşayan da kanıtla yaşasın.” (Enfâl: 93/42) âyetleri, İslâmın davet yolunun hikmet, basiret ve güzel öğüt olduğunu, İslâmda zorlamanın yeri bulunmadığını, İslâm insanlara tam anlamıyla inanç ve vicdan özgürlüğü tanı-dığını göstermektedir.

İkincilerin görüşü de yanlıştır. Çünkü peygamber (s.a.v.), âyetlerin ruhuna daima sadık kalmış, kimseyi din değiştirmeğe zorlamamış, sözlerine bağlı kalanlara, tarafsızlara saldırmamış, onlarla yaptığı andlaşmaları sür­dürmüştür. Ancak saldırganlara karşı savaş emredilmiştir. Saldırganlara karşı İslâmın şerefini savunmak başka, İslama da’vet etmek başkadır. İslama davetin ana metodu, hikmet ve güzel öğüttür. Da’veti etkili ve sürekli kılacak olan da ancak bu metoddur. İslâm kılıçla değil, hikmetle ve güzel öğütle yayılmıştır. (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Hikmet Maddesi)

posted in HİKMET | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DA HİKMET

54Kamer suresi/3-5. ayetler:

“Her emir kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli bir hikmet olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar fayda vermiyor.”

Bu ayet grubunda ilk olarak Müslümanlar arasında yanlış anlamda kullanılan “حكمة hıkmet” sözcüğü üzerinde durmak gerekmektedir. Kur`an`da ilk kez bu surede geçen ve bizim de “zulm ve fesadı (kargaşayı) önleyen ilke” olarak çevirdiğimiz “hıkmet” sözcüğü, ayette “بالغة baliğa” sıfatıyla birlikte yer almıştır. Buna göre ayetteki “حكمة بالغة hikmet-i baliğa” tamlaması; “en üstün seviyede, yeterli olacak şekilde, zulüm ve fesadı engelleyen ilke” anlamına gelir.

Bize göre Kur`an`ın bir bölümünü oluşturan muhkem ayetlerin genel adı olan “hıkmet” sözcüğü hakkında yaptığımız özel bir çalışma, surenin sonunda yer almaktadır.

“Hikmet” sözcüğünün bu anlamına göre ayette; kararlaştırılmış, üst seviyede zulüm ve fesadı engelleyen ilkeler ve vazgeçirecek haberler gelmiş olmasına rağmen inançsızların, tutkularına, keyiflerine, heveslerine uyarak ömürlerini, tıpkı Kıyamet suresinde de söylendiği gibi fısk-ı fücurla geçirmeyi tercih ettikleri bildirilmektedir:

Kıyamet; 5: Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor.

Enba (onlara gelen önemli haberler)

أنباء Enba”; “önemli, mühim haberler” demektir. Nitekim Neml; 22, Hucurat; 6 ve Âl-i Imran; 44. ayetlerde detaylı olarak görülebileceği gibi “نبأ nebe`” ve “انباء enba`” sözcükleri Kur`an`da; ancak bir ağırlığı, bir önemi olan şeyler için kullanılmıştır. Buradaki önemli haberden kasıt ise; Kur`an`daki geçmiş toplumlara ait kıssalardır. Bu konuyla ilgili açıklama da surenin sonunda sunduğumuz “Hikmet” yazısının içeriğinde mevcuttur.

Bu açıklamalara göre 3-5. ayetlerin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür:

“Kendilerinden önce yaşamış ve ilâhî mesajı yalanlamış toplumların yok edilişlerinin ve yine Kur`an`da tasvir edilen ahiret serüvenlerinin haberleri onlara geldi. Bütün bu haberler, yanlış yolda olanların tutumlarını değiştirmelerini sağlayacak nitelikte uyarıcılardı. Yine bu emirler, onları zulüm ve fesattan en üst düzeyde engelleyecek yasalar ve ilkelerdi. Ama buna rağmen uyarılar onlara fayda vermiyor.”…

 

 

KUR`AN`DAKİ HİKMET SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMI

Evrendeki her şey gibi konuşulan diller de bir dinamizm içindedir ve bu doğal yasa gereği zaman içinde dillerin değişime uğramaları kaçınılmazdır. Meselâ bizim dilimiz Türkçe, elimize ulaşan yazıtlardaki hâlinden günümüze kadar, Türkçe konuşan insanların coğrafî dağılımları itibariyle de farklılıklar gösteren değişimlere uğramıştır. Hatta ülkemizdeki değişimler, Türk Dil Kurumu tarafından sık sık yapılan sözlük güncellemeleri ve yazım kuralları değişiklikleri ile, deyim yerinde ise gözle görünür şekilde izlenebilmektedir. Ne var ki, Türkçe gibi diğer dillerde de meydana gelen ve değişik faktörlerin etkisinde olan bu değişimler, her zaman faydalı yönde, yani “gelişme” niteliğinde olmamakta, zararlı yönde de sonuçlar doğurabilmektedir.

Kötü sonuç doğuran değişimlerin Müslümanlarca en önemli örneği, Arap dilindeki değişimlerdir. Çünkü bu değişimler, dikkate alınmadıkları takdirde, pek çok konuda Kur`an`ın yanlış anlaşılmasına yol açmaktadırlar. Şöyle ki; Kur`an`da geçen yüzlerce sözcük bugün, Kur`an`ın indiği dönemdeki anlamlarından farklı anlamlarda kullanılmakta ve Kur`an`ı, sözcüklerin bugünkü lügatlardaki anlamlarını dikkate alarak anlamaya çalışanlar, bu değişimler yüzünden büyük yanlışlara düşmektedirler.

Yaptığımız tespitler gayet açık ve net göstermektedir ki, Kur`an`ın doğru anlaşılmasının önündeki en büyük engel, Kadim Arapçanın (Kur`an`ın indiği dönem Arap dilinin) bilinmemesi ve sözcüklerin sonradan kazandığı anlamlarına itibar edilmesidir.

Bize göre Kur`an`ı doğru anlamak için; sözcüklerin vazı` anlamlarını (ilk anlamlarını), Kur`an`ın indiği dönemdeki anlamlarını ve o günden bugüne kadar olan değişimlerini iyi bilmek gerekmektedir. Fakat eldeki lügat ve deyimler sözlükleri, Kur`an`ın indiği döneme göre “geç dönem” derlemelerdir. Meselâ Ragıb`ın (Ö: h. 503, m. 1109) el Müfredat ve İbn-i Menzur`un (ö: h. 711, m. 1311) Lisan ül Arab adlı eserlerinde, sözcüklerin eserlerin sahiplerinin kendi yaşadıkları dönemdeki anlamları ön plânda tutulmuş, daha önceki dönemlerdeki anlamları ise “lütfen” verilmiştir. Bu durumda, Kur`an`daki sözcüklerin anlamlarını bu eserlerde öne çıkarılan anlamlar olarak kabul etmek bile, sözcüklerin Kur`an`ın inişinden 5 ilâ 7 asır sonraki anlamlarını kabul etmek demektir. Oysa Kur`an`daki kavramlar, sözcüklerin Kur`an`ın inişinden 5-10 asır sonraki anlamları ile açıklanamazlar. Zira Kur`an, indiği çağın insanlarının kullandığı dil ve sözcüklerle inmiştir ve bu çerçevede anlaşılması gerekir.

İşte bu yazımızın konusu, anlamlarının yanlış bilinmesinden dolayı Kur`an`ın doğru anlaşılmasına engel durumdaki yüzlerce sözcükten birisi olan HİKMET sözcüğüdür.

Sözcüğün aslı “حكمة hıkmet” olup, “ı” harfi ile yazılması gerekirken, ilk yanlış sözcüğün yazılışında yapılmış ve sözcük, “alay etme, kınama, başa kakma, zorbalık” demek olan ve “i” harfi ile yazılan “هكمة hikmet” ile karıştırılmıştır. Bizim de yazımızda galat-ı meşhura uyarak “hikmet” şeklini kullanacağımız sözcük hakkındaki yanlışlıklar sadece yazılışta kalmamıştır.

Sözcüğün anlamında yapılan yanlışlıklar, dinimize bir sürü saçmalıkların girmesine, ciddî hataların oluşmasına sebep olmuştur. Bu yanlış anlaşılmaların yol açtığı en vahim sonuç ise; yazımızın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi, peygamberlere din üzerinde teşri (yasama, kanun koyma) yetkisi verilmek suretiyle işlenen şirktir.

İslâm Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi gibi çağdaş eserler ve Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk, Yusuf Kerimoğlu, gibi çağdaş yazarlar da, “hikmet” sözcüğünün anlamı olarak sözcüğün orijinal anlamına yönelmemişler, maalesef geçmiş zamanlarda birileri tarafından yazılmış kanaatleri “hikmet” diye ortaya koymuşlardır.

Zaman içerisinde, gerçek anlamıyla hiç alâkası olmayan bir çok anlam verilen “hikmet” sözcüğü için, sözlüklerde çokça gösterilen karşılıklar şunlardır:

“Adalet, ilim, hilm, nübüvvet, Kur`an, İncil, Allah`a itaat, dinde ince kavrayış, gereği ile amel, haşyet, anlayış, vera, ilim ve amelde isabet, akıl, sebep, illet, doğru söz, kâmil akıl, yüce bilgi, gizli sır, ne olduğu anlaşılmayan sebep, hakikat ve ancak Allah`ın bilebileceği şey”

“Hikmet” sözcüğü, İslâm düşünürleri tarafından “felsefe” sözcüğünün karşılığı olarak da kullanılmıştır:

“… İslâm kaynaklarına göre felsefenin tanımı, hikmetin tanımından çok farklı değildir. … İslâm dünyasında “hakim” nitelemesine en çok değer görülenler bilgiye ve gerçeğe, düşünme yoluyla ulaşmaya çalışan felsefeciler ile benliğin arındırılması yoluyla ulaşmaya çalışan mutasavvıflardır…” (Ana Britannica, cilt: 15 s: 273, “hikmet” maddesi).

 

“Hikmet” sözcüğüne, bu felsefeciler, tasavvufçular ve tefsirciler marifetiyle verilen anlamlar ise 50`den fazladır:

1-Sözde ve yapılan işte isabet, ilim ve fıkıhtır.

2-İlim ve ameldir.

3-Eşyanın manalarını bilmek ve anlamaktır.

4-Allah`ın işini ve emrini akletmektir.

5-Anlamaktır.

6-Anlama kuvveti. İcat ve ilim demek olup, eşyanın hakikatlerini varlıkta bulundukları durumda beşeri güç ölçüsünde araştırmaktır.

7-Eşyayı yeri ve mertebesine koymaktır.

8-Doğru ve güzel fiillere sabır ve sebatla devam etmektir.

9-Siyasette insanın gücünün yettiği kadar Allah`a uymaktır.

10-Allah`ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

11-Allah`ın emrini düşünüp tefekkür etmek ve O`na tâbi olmaktır.

12-İlletsiz işarettir. Yani üzerinde illet düşünülmeyen Hakk Tealâ`dan kayıtsız şartsız gelip, şek ve şüphe, zaaf ve fesat ihtimali bulunmayan, niçin ve neden diye araştırmaya ihtiyaç bırakmayan işarettir.

13-Bütün durumlara hakkı şahit tutmaktır.

14-Din ve dünyanın düzgünlüğüdür.

15-İlâhî bilgi ve sırlar ilmidir.

16-İlham gelmesi için sırrı soyutlamaktır.

17-Nübüvvettir (peygamberliktir).

18-Kur`an`ı, nasih ve mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, başlangıç sonlarını, helal ve haramını ve örneklerini bilmektir.

19-Kur`an`dır.

20-Bütün ilâhî kitapların içerdiği ve sunduğu bilgidir.

21-Allah korkusudur.

22-Kur`an`ı anlamaktır

23-Allah`ın dini konusunda Allah`tan korkmak, takva sahibi olmaktır.

24-Akıldır.

25-Dinde fakih olmak ve Allah`ın rahmet ve fazlından kalplere koymuş olduğu bir şeydir.

26-Korkudur.

27-Kitap ve sünnet bilgisi ile onların gereğince amel etmek ve her şeyi yerli yerine koymaktır.

28-İnsandaki sağduyu yahut doğru ile eğriyi birbirinden ayırma yeteneğidir.

29-İsabet, ilim, akıl ve fıkıhtır.

30-İlimle ilgili akıl gücünün tüm hâli olup, ifrat ve tefrit arasındaki dengeli, bilimsel aklî bir güçtür.

31-Mevzuun sebeplerini, hakikatini, beşer kudretinin erişebildiği kadar, haddi zatında oldukları gibi aramak olan ilimdir.

32-Kendisinde bilgi olan kişinin bu bilgiyi, adaleti tezahür ettiren bir tarzda tatbik etmesini sağlayan tanrı vergisi bir bilgidir.

33-Mantıklı düşünmek gerçekleri araştırmak ve gerçek bilgidir.

34-Vahy nasıl peygamberlere verilen bir armağan ise hikmet de evliyaya verilen bir armağandır.

35-Sünnettir.

36-Zıddı hata olan kavramdır.

37-Fark ediş güçlerinin ortak adıdır.

38-Kesin delildir.

39-Güzel ahlâklar, güzel işler ve Kur`an`da yer alan hakikatlerdir.

40-Şuhûd ve imandır.

41-Kur`an`ın derinlik boyutudur.

42-Öyle bir anlayıştır ki yazılmaz. Ancak ehli tarafından hissedilir.

43-Teorik bilgisi ve faziletli davranış kalıplarıyla, insanın güç yetirebildiği ölçüde nefsini olgunlaştırdığı, nebi vasıtasıyla veya ilhamla aldığı emirlerin tümüdür.

44-Kitabın dış yüzü ile çelişmeyen iç yüzünün beyanıdır. Olaylara Allah`ın iradesini bize izhar ettiği yönde uyum sağlamaktır.

45-Evrenin sırlarını çözmek, ibadetlerin sırlarını kavramak, eşyanın hakikatini anlamak, baktığı yerde Allah`ın ayetlerini, tecellilerini, isimlerin cilvelerini görmek, bütün bu cilvelerden geçip ayetleri aşıp Allah`a ulaşmak, bunun yolunu keşfetmek, bu yolda dosdoğru yürümek, kâinat kitabıyla Kur`an kitabının ve bunların özü olan insan kitabının aynı olduğunu kavrayıp, yürüyen kitap olmaktır.

46-Kendisiyle amel edilen dinî kuralların ve şeriatın maksadını, maslahatını, faydasını ve esrarını bilmektir. Bu da, Rasülüllah`ın davranışları, sireti, evinde, ashabı ile beraber, savaşta ve barışta, seferde ve ikamette, darlıkta ve bollukta; kapalı ve açık gelen Kur`an ayetlerinin hükümlerini, esrarını ve faydalarını ortaya çıkarıp, pratik davranış haline getiren sünnettir.

47-Kendisinden faydalanılan şer`î hükümlerdir ki, bu da geçmiş toplumların sonunu düşünerek ibret almak, dinin maslahatını ve şeriatın esrarını kavramak demektir.

48-Kur`an`ın nasihatlarıdır.

49-Anlama ve ilimdir.

50-Hükümlerin kaynağı, ilim, amel ve sözde yakinî bilgi ve kesinliktir

51-Sefehi engelleyen şeydir. Sefeh ise her kötü çirkin şeydir.

52-İnsanı uyaran, harekete geçiren, soylu davranışa çağıran ve kötü olan her şeyden alıkoyan şeydir.

53-Sebep-sonuç ilişkisinin doğru bir biçimde kurulması ve bunun tezahürleridir.

(Kaynaklar: Taberî, İbn-i Kesir, Ebu Su`d, Kurtub`i, Elmalılı, Said Havva, Mehmet Vehbi, Alusî, Cürcânî, Razî, Kınalızade, Kasimî, Koçyiğit, Cerrahoğlu, Mevdudî, Zeccac, Muhammed Esed, Maturidî, İbn Aşur, Merağî, İslâm Ansiklopedisi MEB, İslâm Ansiklopedisi TDV, İktibas, Sayı:201, Bilal Tan; Kur`an`da Hikmet Kavramı, Pınar Yayınları vs.)

 

 

“HİKMET” SÖZCÜĞÜNÜN GERÇEK ANLAMI:

حكمة Hikmet” sözcüğü, hemen tüm kitaplarda her nedense sözcük anlamı dışında oluşturulmuş kişisel yorumlarla anlaşılmaya gayret edilmiş olduğundan, doğru anlaşılamamış, üstelik de yozlaştırılmıştır. Aslında “hikmet”in ne olduğunu anlamak için sözcük anlamını bilmek yeterlidir.

“Hikmet” sözcüğü, “حكم hukm” sözcüğünün bir türevi olup, “Bina-i Nev`i; İsm -ün Nev`i” kalıbındadır. Bu kalıp kullanıldığı fiilin bütün anlamlarını temsil eden bir isim niteliğindedir. Bu kalıptaki bir çok sözcük Arapçadaki anlamlarıyla Türkçeye geçmiş ve yaygın olarak kullanılmaktadır. Örnek olarak; “Bid`at, cinnet, fikret, fitne, firkat, gıybet, hizmet, hicret, illet, iffet, kıymet, kısmet, kisve, minnet, mihnet, ni`met, rif`at, ric`at, sirkat, şirket, şiddet, zînet” sözcükleri bu kalıpta olan sözcüklerdir. “Hikmet”in türetildiği “hukm” sözcüğünden türetilmiş olan; “hâkim, hakem, hâkimiyet, hükümet, muhkem, tahkim, muhakeme, mahkeme, ihkam ve tahakküm” gibi bir çok sözcük de Türkçeye geçmiş ve Türkçeleşmiş olarak kullanılmaktadır.

“Hukm” sözcüğüne, sözcük ve terim anlamı olarak bugün elimizdeki Arapça sözlüklerde verilen karşılıklar şunlardır:

– Hükmetmek, yargılamak.

– İşi sağlama almak, sağlamlaştırmak.

– Yüzün ön kısmı, alın.

– Şan, şeref.

– Çağırmak, mahkemeleşmek.

– Hakemlik etmek, tecrübeli uzman.

– Hikmet sahibi olmak, hakim olmak.

Allame İbn-i Menzur`un Lisan ül Arab adlı eserinde (2. cilt, s: 539-543, “Hukm” maddesi), “حكم hakeme” sözcüğünün esas anlamının “منع menea (engel oldu)” demek olduğu yazmaktadır. Bu durumda “hakeme” sözcüğünün mastarı olan “hukm” sözcüğü; “engel olmak” anlamına gelmektedir. Araplar bu sözcüğü “insan veya hayvana mani olmak, onu kontrol altına almak” anlamında kullanmışlardır ve İslâm öncesi Arap şiirinde bunun yüzlerce örneği vardır. Ayrıca hayvanların kontrolünü sağlayan “gem” denilen alete de Araplarca “حكمة hakeme” denmiştir.

Kur`an döneminde ise bu sözcüğün anlamı biraz özelleşmiş ve sözcük; “zulüme ve fesada engel olmak” anlamında kullanılmıştır. “Hakeme” sözcüğünden türetilen sözcükler de o dönemde özelleşmiş anlama uygun olarak, meselâ;

– hâkim; zulüme ve fesada engel olan kişi,

– mahkeme; zulüme ve fesada engel olunan yer,

– ihkam; zulüme ve fesada engel oldurma,

– muhkem; zulüme ve fesada engel edilmiş şey, anlamında kullanılmıştır.

 

Sözcüğün Kur`an`ın indiği dönemde, özelleşmiş bu anlamda kullanıldığına dair, peygamberimizin ağzından nakledilmiş (!) meşhur bir hadis bile bulunmaktadır: “حكّم اليتيم كما تحكّم ولدك Hakkimül yetime kema tühakkimü veledeke (Kendi çocuğunu engellediğin gibi yetimi de engelle! Yani kendi çocuğunun zulümüne, fesadına, kötü yetişmesine mani olduğun gibi yetime de mani ol ki, o da iyi yetişsin, kötü birisi olmasın.)”

حكم Hukm” mastarının tüm türevleri bu anlam ile uyumludur ve Sarf ilmi kurallarına göre yüzlerce hatta binlerce sözcük türetilebilir. Nitekim, “hukm” mastarının farklı türevleri Kur`an`da 210 yerde geçmektedir ve dikkatle incelendiği takdirde hepsinin de “zulüme ve fesada mani olma, engelleme” anlamında kullanıldığı açıkça görülmektedir.

“Hukm” mastarından türemiş olan “حكمة hikmet” sözcüğü ise, yukarıda bahsettiğimiz gibi “Bina-i Nev`i; İsm-ün Nev`i” kalıbında olduğu için fiilin, yani “zulüme ve fesada engel olma”nın adı olmak durumundadır. Öyleyse “hikmet”; “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan; kanun, düstur ve ilke…” demektir.

“Hikmet” sözcüğü, hepsi de gerçek, sözcük anlamıyla kullanılmış olarak Kur`an`da 19 ayette 20 kez geçmektedir. Sözcük Kur`an`da ilk defa, 37. sırada Mekke`de inen Kamer suresinde yer almış ve bu ayetten sonraki ayetlerde geçen “hikmet” sözcüklerinin iyi anlaşılması için Rabbimiz bu ayette “hikmet”in ne olduğunu en güzel şekilde açıklamıştır.

 

“Hikmet” sözcüğünün geçtiği Kamer suresinin 5. ayeti şöyledir:

Kamer; 5: En üstün seviyede ve yeterli bir hikmet. Fakat uyarılar fayda vermiyor.”

Ayetteki altı çizili bölüm, görüldüğü gibi bir cümle olmayıp, bir cümlenin parçasıdır. Bu durumda, sözcüğün ne anlama geldiğini anlayabilmek için, sözcüğün yer aldığı altı çizili bölümün, hangi cümlenin parçası olduğunu ve dolayısıyla sözcüğün öge olarak cümle içindeki konumunu tespit etmek gerekir.

Bilindiği gibi Kur`an`ın her ayeti mutlaka bir cümle değildir. Kur`an`da beş-altı ayetten oluşmuş cümleler vardır. Meselâ beş ayetten oluşan Felâk ve altı ayetten oluşan Nass sureleri, birer cümleden ibaret sureler olarak, bu duruma en güzel ve herkesin bildiği bir örneği teşkil etmektedirler.

İşte burada da birden fazla ayetten oluşmuş cümlenin tespit edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla Kamer suresinin 5. ayetinin, 3. ve 4. ayetlerle birlikte değerlendirilmesi, aranan cümleyi ortaya çıkarmaktadır:

Kamer suresi;

54/3:Ve yalanladılar, hevalarına (nefislerinin arzularına, tutkularına) uydular. Halbuki her emir kararlaştırılmıştır.

54/4:Ant olsun ki, onlara kendisinde alıkoyuculuk özelliği olan nice önemli haberler gelmiştir.

54/5:En üstün seviyede ve yeterli bir hikmet. Fakat uyarılar fayda vermiyor.

Burada dikkat edilmesi lâzım gelen bir husus da, 3. ayetteki “امر emr” sözcüğünün, pek çok mealdeki gibi sözcüğün tali (ikincil) anlamı olan “iş” olarak değil, esas (birincil) anlamı olan “emir, buyruk” olarak çevrilmesi gerektiğidir.

5. ayetteki altı çizili ifadenin, hangi başka ifade ile birleşerek bir cümle oluşturduğu konusu, bir çok kişinin üzerinde durduğu bir konudur. Örnek olarak, klâsik kaynakların anası durumundaki İmam Razi`nin açıklamaları şöyledir:

 

Ayetteki, “gayesine ermiş bir hikmet” ifadesi hakkında şu izahlar yapılabilir:

1) Önceki ayette gecen, “nice mukim haberler” ifadesiyle Kur`ân`ın kastedildiğini söyleyenler, bu “hikmet-i baliğa” ifadesinin ondan bedel olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, “Andolsun onlara, herbiri gayesine ermiş bir hikmet gelmiştir” demiş olur.

2) Bu ifade, önceki ayetteki mâ edatından bedeldir.

3) Bu, mahzûf bir mübtedanın haberi olup, takdiri, “Bu, bir hikmet-i baliğadır” şeklindedir. Mananın böyle olması halinde.mahzûf olan “bu” zamiri hakkında da şu izahlar yapılabilir:

a) Peygamberler gönderme, ilgili delilleri ortaya koyma ve gelip-geçmiş, milletlerin başına gelenlerin haberi ile mevcut insanları uyarmadaki sıralama; bir hikmet-i baliğadır.

b) Önemli haberlerin yer aldığı şeyi inzal etmek, bir hikmet-i baliğadır.

c) Yaklaşmakta olan kıyamet ve ona delalet eden deliller, bir hlkmet-i baliğadır.

d) Bu ifade mansub olarak şeklinde de okunmuştur. Bu durumda, “hal” olur. Bunun zi`l-hâli ise, geçen ayetteki mâ edatıdır. “Bu size bir hikmet-i baliğa olarak geldi” demektir.

Buna göre şayet, “Eğer bu mâ ism-i mevsûl kabul edilirse, marife olur. Bu durumda da onun ” zi`l-hâl” olması yerli yerinde olur. Fakat ifade, “Onlara, kendisinde caydırıcılık özelliği bulunan önemli haberler gelmiştir” manasında olursa, bu mâ, nekire olur. Halbuki “zi`l-hâl`in nekire olması (nahiv bakımından) uygun değildir” denilirse, biz deriz ki bu durumda mâ`nın, ayette, ifadesiyle tavsif edilmiş olması, bunun “zi`l-hâl” olmasını sağlamış olur.”

Bize göre ise “حكمة بالغة hikmetün baliğatün (en üstün seviyede ve yeterli bir hikmet)” ifadesi, üçüncü ayetin son bölümü olan “ve küllü emrin müstekırrun (halbuki her emir kararlaştırılmıştır” ifadesinin devamıdır. Yani “ve küllü emrin” mübtedasının ikinci haberidir (ikinci yüklemidir). Bu durumda iki ifadenin oluşturduğu cümlenin takdiri şöyledir: “Ve küllü emrin müstekırrun hikmetün baliğatün”. Yani; “Halbuki her emir kararlaştırılmıştır, (kararlaştırılmış olan her emir) en üstün seviyedeki yeterli bir hikmettir.” Burada “hikmet” yerine, bu sözcüğün Kur`an`ın indiği dönemdeki özelleşmiş anlamı konacak olursa, ortaya; karalaştırılan her emrin, zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş bir kanun, bir düstur, bir ilke olduğu anlamı çıkmaktadır.

Bu tarz ifadelerin Kur`an`da yüzlerce örneği mevcut olup, bizim yukarıdaki şekilde birleştirdiğimiz ifadelerin de içinde yer aldığı 3-5. ayetlerin birleşik anlamı ise şöyle olmaktadır:

“Her emir kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli bir hikmet olduğu halde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar fayda vermiyor.”

Görüldüğü gibi “hikmet” sözcüğü, Kur`an`daki ilk geçişinde; Rabbimizin kullarına verdiği, her biri zulüm ve fesadı engelleyen bir yasa olan “emir” olarak açıklanmıştır. Zulüm ve fesadı engelleyen bu yasaların, yani “hikmet”lerin bir kısmı, İsra suresinde somut olarak örneklenmiştir:

İsra suresi;

17/23: Rabbin kesin olarak şunları karar altına aldı: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.

17/24: Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Ey Rabbim! Onlar beni küçükten nasıl terbiye ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet et.”

17/25: Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer iyi kimseler olursanız elbette O, tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.

17/26: Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Ve saçıp savurma.

17/27: Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.

17/28: Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan (akraba, yoksul ve yolda kalmıştan) yüz çevirirsen, o vakit de onlara yumuşak ve tatlı (onların ağırına gitmeyecek) bir söz söyle.

17/29: Elini boynuna bağlanmış kılma (cimri olma), onu büsbütün de saçma (israf etme). Aksi halde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın.

17/30: Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.

17/31: Bir de fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de Biz rızıklandırırız. Şüphesiz ki onları öldürmek, çok büyük bir günahtır (suçtur).

17/32: Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o iğrençliktir ve kötü bir yoldur.

17/33: Ve hakk ile olmadıkça, Allah`ın haram kıldığı canı öldürmeyin. Kim zulümedilerek öldürülürse, Biz onun velisine bir güç (yetki) vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Şüphesiz o (dinin kendisine verdiği yetki ile) yardım olunmuştur.

17/34: Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması müstesna. Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte (verilen sözde) sorumluluk vardır.

17/35: Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlıdır ve uygulama olarak daha güzeldir.

17/36: Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Şüphesiz kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan sorumludurlar.

17/37: Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla yeri yaramazsın ve boyca dağlara erişemezsin.

17/38: Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir.

17/39: İşte bunlar (yukarıda belirlenen ilkeler, emirler), Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerden (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden) bazılarıdır. Allah`la beraber başka bir ilâh edinme. Aksi halde kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın.

Rabbimiz tarafından zulüm ve fesadı engellemeye yönelik olarak konulmuş olan kanun, düstur ve ilkelerden bazıları yukarıda 23. ayetten itibaren sıralanmış ve 39. ayette, bunların “hikmet”ten bir bölüm olduğu açıklanmıştır. O halde “hikmet” sözcüğü, Rabbimizin açıklamaları doğrultusunda anlaşılmalı ve başka arayışlara girilmemelidir.

“Hikmet” sözcüğü Kur`an`da Kamer suresinin 5. ve İsra suresinin 39. ayetleri dışında, aşağıda çevirisini verdiğimiz 17 ayette daha geçmektedir ve bu ayetlerde de “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler” anlamında kullanılmıştır:

Sad; 20: Biz onun mülkünü de pekiştirdik. Ve ona hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) ve hakkı batıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik.

Lokman; 12: Ant olsun ki biz, Lokman`a “Allah`a şükret!” diye hikmet (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler) verdik. Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övgüye en lâyık olandır.

Zühruf; 63: İsa apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O halde Allah`a karşı takvalı olun, ve bana itaat edin.

Nahl; 125: Rabbinin yoluna hikmetle (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle) ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir.

Bakara; 129: Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Aziz Sensin, hikmet sahibi (zulüm ve fesada engel olacak yasaları koyan) Sensin.

Bakara; 151: Nitekim içinizden size bir elçi gönderdik ki size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretiyor. Ve size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.

Bakara; 231: Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın. Yoksa haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi nefsine zulmetmiş olur. Sakın Allah`ın ayetlerini oyuncak edinmeyin, Allah`ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) hatırlayıp, düşünün. Hem Allah`a takvalı davranın ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.

Bakara; 251: Derken, Allah`ın izniyle onları bozdular. Davud, da Calut`u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) verdi. Ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah`ın, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı (bozulur giderdi). Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir.

Bakara; 269: Dilediğine hikmet (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler) verir. Ve kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir. Özlü akıl sahiplerinden başkası da iyice düşünmez.

Âl-i Imran; 48: Ve (Allah) ona kitabı, hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) ve Tevrat ile İncil`i öğretir (öğretecek).

Âl-i Imran; 81: Hani Allah peygamberlerden söz almıştı: “Ant olsun ki size kitaptan ve hikmetten (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden) verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” demişti. Onlar da: “İkrar ettik” demişlerdi. (Allah da): “Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım” buyurmuştu.

Âl-i Imran; 164: Ant olsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

Ahzab; 34: Ve evlerinizde okunan Allah`ın ayetlerini ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) anın. Şüphe yok ki Allah her şeyin inceliklerini bilir ve her şeyden haberdardır.

Nisa; 54: Yoksa onlar insanları, Allah lütuf ve kereminden verdi diye mi kıskanıyorlar? Şüphesiz Biz, İbrahim soyuna da kitap ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk (hükümranlık) verdik.

Nisa; 113: Eğer senin üzerinde Allah`ın lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah`ın senin üzerindeki lütfu büyüktür.

Cumua; 2: O (Allah), ümmîler (anakentliler; Mekkeliler) içinde, onlar, daha önceden apaçık bir sapıklık içinde iken kendilerinden olan ve onlara Allah`ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten bir elçi gönderendir.

Maide; 110: O zaman Allah şöyle diyecektir: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni Ruh-ul Kudüs ile desteklemiştim. Beşikteyken ve yetişkinken insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri), Tevrat`ı ve İncil`i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrailoğullarına apaçık mucizelerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin: “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum.

“Hikmet”, Kur`an`dan ayrı bir şey değildir:

Kur`an`ı iyi tanımayanlar ve art niyetli kesimler, yukarıda sunduğumuz ayetlerdeki “الكتاب والحكمة kitabı ve hikmeti …” ifadesinden, “hikmet, Kur`an`dan ayrı bir şeydir” sonucunu çıkarmışlar ve bu sonuca uygun olarak “hikmet”in; “sünnet, hadis, hadis-i kutsi, … (yukarıda 50`den fazla madde halinde sıraladığımız şeyler)” olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Oysa “hikmet” sözcüğü, sözcüğün bu bilgisiz veya art niyetli kişilerin öne sürdükleri anlama gelmediğini açıkça gösteren yukarıdaki ayetler dışında, Âl-i Imran suresinin 79. ve En`âm suresinin 89. ayetlerinde de mastar hâlinde “الكتاب والحكم والنّبوّة el-kitabe ve-l- hukme ve-n-nübüvvete (…Kitab`ı, hükmü ve nübüvveti…)” şeklinde kullanılmış ve “hükm/ hikmet”, “nübüvvet (peygamberlikten)”ten ayrı bir şey olarak nitelendirilmiştir. Ancak bu husus araştırmacıların gözünden kaçmış ve böylece, peygamberimizden asırlar sonra uydurulmuş ve peygamberimizin adı ile topluma zerk edilmiş hezeyanlar, Kur`an`dan başka bir din kaynağı hâline gelmiş ve peygamberimiz din oluşturmada Allah`a ortak edilmiştir. Kur`an`ı iyi tanımayan veya art niyetli kimselerin bu yöndeki çabaları, sadece kendilerinin şirk batağına düşmeleri sonucunu vermekle kalmamış, ne yazık ki Kur`an`ın arı duru saf dini ile, peygamber dili ile uydurulmuş on binlerce yalanın karıştırılmasından oluşmuş kalp bir dinin ortaya çıkmasına da yol açmıştır.

İşin aslında ise “hikmet”in Kur`an`dan ayrı bir şey olması söz konusu olmadığı gibi, “hikmet” de “kitap” da Kur`an`ın bölümleridir. “Hikmet”in Kur`an`ın içinde olduğunu yukarıda İsra suresinin 39. ayetinde görmüştük. Burada bilmemiz gereken nokta; “kitap” denildiğinde Kur`an`ın bütününün anlaşılmaması gerektiğidir. Çünkü Kur`an`da belirli ayet gruplarına da “kitap” denmektedir:

Hud; 1: Elif-Lâm-Râ. (Bu), Ayetleri hikmet içertilmiş sonra da Hakim (hikmetler koyan), Habîr (her şeyden haberdar olan Allah) tarafından detaylandırılmış bir kitaptır.

Zümer; 23: Allah, sözün en güzelini müteşabih, ikişerli bir kitap hâlinde indirdirmiştir. Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah`ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah`ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur.

Mekke`de 52. sırada inen Hud suresinin 1. ayetinden kitabın tümünün muhkem olduğu yönünde, Mekke`de 59. sırada inen Zümer suresinin 23. ayetinden ise kitabın tümünün müteşabih olduğu yönünde bir anlam çıkmaktadır. Halbuki Âl-i Imran suresinin 7. ayeti, kitabın bir bölümünün müteşabih bir bölümünün de muhkem ayetlerden oluştuğunu bildirmektedir. Öyleyse “kitap” ne demektir?

Aslında Kur`an iyi incelendiğinde, Rabbimizin Kur`an`ı ÜÇ ANA BÖLÜMde tanıttığı görülmektedir. Kur`an`da bu üç ana bölümden bazen biri, bazen ikisi ve bazen de üçü bir arada söz konusu edilmektedir. Bu üç ana bölüm bir arada olarak Kur`an`da; Nisa suresinin 113. ayetinde peygamberimize verilenlerin tasnifi şeklinde, Bakara suresinin 151. ayetinde de peygamberimizin topluma verdiklerinin tasnifi şeklinde açıkça belirtilmiştir:

Nisa; 113: Eğer senin üzerinde Allah`ın lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana KİTABI ve HİKMETİ (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) indirmiş ve SANA BİLMEDİĞİN ŞEYLERİ ÖĞRETMİŞTİR. Allah`ın senin üzerindeki lütfu büyüktür.

Bakara; 151: Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik ki size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size KİTABI ve HİKMETİ (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretiyor. Ve SİZE BİLMEDİĞİNİZ ŞEYLERİ ÖĞRETİYOR.

 

Ayetlerde vurgulanan ÜÇ ANA BÖLÜM şunlardır:

– Kitap

– Hikmet

– Peygamberimizin ve toplumun bilmedikleri hakkında bilgi

Nisa suresinin 113. ve Bakara suresinin 151. ayetlerinde, üçüncü sırada zikredilmiş olan “peygamberimizin ve toplumun bilmedikleri hakkında bilgi”, birinci ve ikinci sırada zikredilmiş olan “kitap” ve “hikmetin” açılımı değildir. Çünkü söz konusu edilen “bilgi” ayetlerde bedel veya atf-u beyan şeklinde değil, “vav” bağlacıyla, “kitap” ve “hikmet”e ek üçüncü bir madde olarak ifade edilmiştir.

Rabbimizin Kur`an`ı üç ana bölümde tanıttığı bizzat Kur`an ile anlaşıldıktan sonra ilk anlaşılması gereken, bu bölümlerin neleri ifade ettiğidir. Bunun için ise bu bölümlerin ayrı ayrı ele alınmasında yarar vardır:

 

a) Kitap

“Kitap” sözcüğü; “yazılan-okunan” anlamına geldiği için, bir defa buradan hemen anlıyoruz ki, Kur`an ayetleri ilk vahyden itibaren yazıya geçirilmiştir. İkinci olarak; Kur`an`ın henüz tamamlanmadığı dönemlerde, eldeki mevcut olan bölümler de Kur`an`da “kitap” olarak tanımlandığı için anlıyoruz ki, “kitap” sözcüğü Kur`an`ın tamamını temsil etmemektedir. Nitekim yukarıda sunduğumuz ayetlerin bazılarındaki “kitap ve hikmet” kalıbına karşılık, Ahzab suresinin 34. ayetinde; “…Allah`ın ayetlerini ve hikmeti anın” şeklinde “ayetler” sözcüğü kullanılarak bir kalıp oluşturulmuştur. Yani “kitap” ve “ayetler” sözcükleri, Kur`an`ın bölümleri için kullanılmıştır.

Bizim görüşümüze göre “kitap ve hikmet” kalıbıyla verilen ayetlerdeki “kitap”; Zümer suresinin 23. ayetinde bahsedilen “müteşabih kitap”tır. Yani mucize nitelikli, anlamları gayet açık olmasına rağmen birbiriyle benzeşen bir çok anlamı ifade edebilen eşsiz sanat mucizeleri konumundaki müteşabih ayetlerin oluşturduğu Kur`an bölümüdür.

 

b) Hikmet

“Hikmet”in ne olduğunu, Kur`an`da hangi anlamda kullanıldığını (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler), yukarıda Kur`an kaynaklı olarak ayrıntılarıyla sunmuş idik. Ayrıca bilmekteyiz ki, Kur`an`da Hud suresinin 1. ayetinde olduğu gibi başka ayetlerde de, Kur`an için “hakim /hikmetler sahibi” ifadeleri kullanılmıştır. Bu bilgiler ışığı altında bize göre “hikmet”; Kur`an`ın ikinci ana bölümünü oluşturan MUHKEM (hikmet içeren) AYETLERdir.

 

c) Peygamberimizin ve toplumun bilmedikleri hakkında bilgi

Bu gruptaki ayetler, muhkem ve müteşabih olmayan, bizleri bilgilendiren ve ibret almamızı sağlayan, haber ve kıssa ayetleridir. Bu ayetleri bize yine Kur`an tanıtmaktadır:

Hud; 49: İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan önce ne sen bilirdin, ne de kavmin/ toplumun. O halde sabret, akıbet kesinlikle takva sahiplerinindir.

Yusuf; 3: Sana bu Kur`an`ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki sen bundan önce kesinlikle haberi (bilgisi) olmayanlardandın.

Yusuf; 102: İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip mekir (kötü plân) yaparlarken sen yanlarında değildin.

Kasas; 44: Musa`ya o emri vahyettiğimiz sırada sen batı yönünde değildin. Şahitlerden (hazır bulunanlardan, görenlerden) de değildin.

Kasas; 45: Ama Biz nice nesiller var ettik de, onların ömürleri uzadıkça uzadı. Sen onlara ayetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; Fakat Biz (elçi) gönderenleriz..

Kasas; 46: (Musa`ya) seslendiğimiz zamanda, Tur`un yanında değildin. Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik). Umulur ki öğüt alırlar.

Âl-i Imran; 44: İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. (Yoksa) “Meryem`i kim himayesine alıp koruyacak?” diye kalemlerini (kur`a için) atarlarken sen yanlarında değildin. Tartışırlarken de sen yanlarında bulunmadın.

Şûra; 52: İşte biz böylece emrimizden olan ruhu vahyettik. Yoksa sen “kitap nedir? İman nedir?” bilmiyordun. Fakat Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletiyoruz. Şüphesiz ki sen de doğru bir yola götürüyorsun.

Sadece Kur`an`a dayanarak yaptığımız bu tahlil sonucuna göre; kitap, hikmet ve bilgi ayetleri, Kur`an harici bir şey olmayıp, Kur`an`ın parçalarıdır. Kur`an`ı doğru anlamak isteyenler “hikmet” sözcüğünü “sözcük anlamıyla” ele almalı, sonradan üretilen anlamlar ve kavramlar için ise başka adlar bulmalıdırlar. (Hakkı Yılmaz)

http://www.istekuran.com/index.php?page=176dc03baec48a336496710a029fcef2&id=42

posted in HİKMET | 2 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

FITIR SADAKASININ BAĞLAYICILIĞI

Fıtr sadakasının tarihi ve her olumlu kişisel gelişime davranışına sahip çıkma:

3152-“Biz Aşura günü oruç tutuyor ve sadaka-ı fıtri ödüyorduk. Ramazan orucunun farziyyeti ve zekat emri inince artık onunla emredilmedik, ondan yâsaklanmadık da, biz onu yapıyorduk.” [Nesâî, Zekât 35]

2049-“Resûlullah, zekât emri gelmezden önce, bize sadaka-i fıtr’ı emretmişti. Zekât farz kılınınca, fıtır sadakasını ne emretti ne de nehyetti. Biz onu yerine getirmeye devam ettik…” [Nesâî, Zekât 35; İbnu Mâce, Zekât 21]

posted in ZEKAT | 0 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Ezan bir gereksinimden doğmuştur:

2451-İbnu Ömer anlatıyor: “Müslümanlar Medîne’ye geldikleri vakit toplanıyorlar ve namaz vakitlerini birbirlerine soruyorlardı. Namaz için kimse nidâ etmiyordu. Bir gün bu hususta konuştular. Bazıları:”Hristiyanların çanı gibi bir çan edinin” dedi. Bazıları da:”Yahudilerin boynuzu gibi bir boynuz edinerek (onu öttürün!)” dedi. Hz. Ömer :”Bir adam çıkarsanız da namazı ilan etse!” dedi. Resûlullah : “Ey Bilâl! Kalk! namazı ilan et!” dedi.” [Buhârî, Ezân 1; Müslim, Salât 1, (377); Tirmizî, Salât 139, (190); Nesâî, Ezân 1, (2, 2-3).]

2453-“Ensardan bir adam gelerek:”Ey Allah’ın Resûlü! Ben sizin üzüntünüzü görüp ayrıldığım vakit (rüyamdan) bir adam gördüm. Üzerinde yeşil renkli iki giysi vardı. Kalkıp mescidin üzerinde ezan okudu. Sonra bir miktar oturdu. Tekrar kalkıp aynı söylediklerini bir kere daha tekrarladı. Ancak bu sefer bir de kad kâmeti’ssalât (namaz başlamıştır) cümlesini ilave etti. Eğer halkın (bana yalancı diyeceğinden korkum) olmasaydı ben “uykuda değildim, uyanıktım” diyecektim” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber :”Allah sana hayır göstermiş. Bilâl’e söyle (bu kelimeleri söyleyerek) ezan okusun!” dedi. Hz. Ömer de atılarak:”Onun gördüğünü aynen ben de gördüm, ancak o, anlatma işinde benden önce davranınca, ben utandım (anlatamadım)” dedi.”Adam anlattıkları arasında şunları da söyledi: “(Mescidin üzerine çıkan adam) kıbleye yöneldi ve dedi ki: “Allahu ekber Allahu akber Allahu ekber Allahu ekber, eşhedu en lâ ilâhe illallah, eşhedu en lâ ilâhe illallah. Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah eşhedü enne Muhammeden Resûlullah, hayye ala’ssalât -iki defa-, hayye ala’lfelâh -iki defa- Allahu ekber Allahu ekber, lâilâhe illallah.”Sonra bir miktar durduruldu. Sonra adam tekrar kalktı, aynı şeyleri yeniden söyledi. Ancak bu sefer Hayye ala’lfelâh’tan sonra kad kâmeti’ssalât kad kâmeti’ssalât dedi. Râvi ilave etti: “Resûlullah :”Bunu Bilâl’e öğret!” buyurdu. (Adam emri yerine getirdi) Bilâl de onları söyleyerek ezan okudu.” [Ebû Dâvud, Salât 28, (505-507).]

Ezan birer kez veya iki kere tekrarlamak süretiyle okunabilir: Bkz. Hadis No: 2454

2458-İbnu Ömer anlatıyor: “Ezan Resûlullah devrinde ikişer ikişer idi. İkâmet de birer birer. Ancak (müezzin), ayrıca ikişer sefer olmak üzere kad kâmeti’-salât, kad kâmeti’ssalât da derdi.”İbnu Ömer devam eder: “Biz, ikâmeti işittik mi abdest alır, namaza giderdik.” [Ebû Dâvud, Salât 29, (510); Nesâî, Ezân 2, (2, 3).]

2459-İmam Mâlik’e ulaştığına göre: “Müezzin, sabah namazını haber vermek için Hz. Ömer’in yanına gider. Onu uyuyor bulunca:”Essalâtu hayrun mine’nnevm (namaz uykudan hayırlıdır)” der. Bunun üzerine Hz. Ömer, o ibareyi sabah ezanına ilave etmesini emreder.” [Muvatta, Salât 8, (1, 72).]

posted in NAMAZ | 0 Comments