-
7th Mayıs 2010

Şefaat Anlayışı

posted in ŞEFAAT |

ŞEFAAT ANLAYIŞI

Giriş

Günümüz İslam dünyasının bö­lünmüşlüğünü ve sayıları milyarı aşan müslüman kitlelerin içinde bulundukla­rı gerek siyasî, gerekse itikat planında­ki sorunları anlamak, en temelde is­lam’ın bir bütün halinde düşünce tarihini ve bu düşünce tarihinin eksenini oluşturan Kur’anî kavramların, müslümanların ellerinde ne şekle girdiğini ve nasıl anlaşılır olduğunu kavramakla mümkün olacaktır.

Ancak bu cümleyle, tamamen geçmişe dönük, tabiri caizse “tarihle saklambaç oynayan” günümüzü ve geleceğimizi ilgilendiren köklü mesele­lere kapalı bir hareket metodu anlaşılmamalıdır.

Çünkü mesele; söz konusu sorun­ların daha iyi anlaşılmasında değil, on­lara Kur’anî ilkeler çevresinde çözümler sunulmasındadır. Sorunlar güncel­dir. Önümüzdedir. Bu şekliyle de ne­denleri her ne kadar geçmişte de olsa çözümleri bugün ve gelecekte dur­maktadır.

Bu noktada görmemiz gereken ilk temel gerçek “Bir millet, kendi durum­larını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” (1) ayetinden hareketle; içinde bulunduğumuz duru­mun çok öncelerden, Allah tarafından belirlenmiş bir kötü talih neticesi değil, bizatihi kendi yapıp ettiklerimizin sonu­cu olduğudur.

Denilebilir ki bu halin aslı; öncelik­le bizim kendi içimizde yaşadığımız ve yaşattığımız dönüşümün, kavram boyutundaki anlam sapmaları şeklinde Kur’anî hayat tarzına yansımış olma­sındadır.

Ve yine denilebilir ki, bu sapmala­rın nesilden nesile sanki kutsanmış bi­rer doğru gibi aktarılmasının bir hikayesidir.

Kur’an kültüründen uzaklaşmanın yol açtığı boşluk, büyük ölçüde birey ve toplum psikolojisinde pratik birer beklentinin karşılanması şekline bürü­nen, Kur’an dışı düşünce sistemlerince doldurulmuş ve olay günümüze değin bu şekliyle taşınmıştır.

Bu meyanda, konu başlığımız olan şefaat için “bu süreçlerin en fazla etki ettiği Kur’anî kavramlardan biridir” sözü yanlış olmaz.

Zira, kavram kendi bağlamının dı­şında bütünlükten yoksun bakış açıla­rıyla tanımlanmasının neticesinde, zaman içerisinde hakim kültürlerin Kur’an’a doğrulatılmasına varan yo­rum genişlemesine uğramış ve bolca hadis literatürüyle de soyut bir değer­den çok, ancak sosyal hayattaki tesi­riyle anlaşılabilecek bir görüşün temsilcisi olmuştur.

“Şefaatçilik” olarak isimlendirebileceğimiz bu görüşü tartışmaya geç­meden önce; yaşadığımız toplumdaki müslüman kimliğin ne kadar Kur’anî kaynaklardan beslendiğinin tespiti el­zemdir. Bu açıdan bakıldığında arada­ki farkı ölçmek zor olmasa gerektir.

İşte bu fark ve çelişkidir ki, toplum­sal hayatımızın yabancı ve ithal malı faktörlerin taarruzuna ortam hazırlamıştır. Bu çelişkiler fert ve topluma yansımış., pratik bulmuş, fırsatçı, çü­rük ve temelsiz bir din anlayışının zi­hinlerde yer etmesine neden olmuş­tur.

Bu nedenledir ki, konunun son tahlilde ele alınması gereken aslî ze­mini; basit şekliyle “şefaat var mıdır, yok mudur” sorusunun kelami boyutu­na hapsedilmiş biçimi değil, bu soruya verilecek cevabın, yaşanan hayat üze­rine düşmüş gölgesi ve bu zeminde oluşan din anlayışlarının sorgulanma biçimidir.

 

Şefaatçilik ve Dayanakları

Şefaat, sözlük anlamı itibariyle araya girmek, iltimas etmek, yardım et­mek, ricada bulunmak, destek olmak, bir işe delalet ve tavassut etmek veya “aracı olmak” anlamına gelen Arapça bir terimdir.

Günümüzde yaygın olarak anlaşı­lan şekline gelince özetle şu tanımı yapmak mümkün:

Günahkar müminlerin, hesap gü­nünde, Allah tarafından bağışlanması için Allah’ın sevgili kullarının (Peygamber, veli vs.) onlara aracılık etmeleri­dir.

İslam’ın birinci yüzyılında ya da ona yakın tarihlerde, Kur’an’daki bazı ifadelerden, kıyamet gününde aracılı­ğın (şefaat) mümkün olduğu anlamı çı­karılmıştır.

2. ve 3. hicri yüzyıllarda (8. ve 9. miladî) kristalleşen sünni görüşe göre de kafirler veya gayri müslimler için şe­faat mümkün değildir. Ama az önce de belirtildiği üzere günahkar müminler için etkili olacaktır. (2)

Kur’an’daki bu ifadelerden maksat ilgili şu ayetler çevresindedir:

Onun huzurunda, onun izin verdi­ğinden başkasının şefaati fayda ver­mez.” (3)

Suçluları da yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün; yalnız Rahman’ın huzurunda söz almış olan­lardan başkaları şefaat edemezler.” (4)

Bu tezin ikinci dayanağını da hadis kitaplarındaki peygamberlerin kendi ümmetlerine yapacakları şefaat ile ilgili pek çok atıflar olmasıdır. (Ve yine halk arasında yaygın olan İslamî anlayışa göre Veliler o kadar çok şefaat edecek­ler ki peygamberleri bile geçecekler.) (5)

Bu açıdan baktığımızda ilk gördü­ğümüz unsur, bu görüşün temel mesa­jını “aracılık” ve “kurtarıcılık” fikri üzerine bina ettiğidir. Bu gerçek onu ister Al­lah’ın iznine tabi kılsın, isterse bu kurta­rıcıyı Allah’ın peygamberi ilan etsin de­ğişmeyecektir.

 

Ayetlerdeki Durum

Söz konusu bu ayetlerin anlaşıl­masının ilk şartı, onların hangi amaca binaen geldiklerini anlamaktan geçmektedir. Zira Kur’an, bu ayetler vası­tasıyla toplumda; yaşayan bir anlayışa göndermeler yapmakta ve bu hususu onlarla tartışmaktadır. Yani konunun öncesi vardır. Bu durum, özellikle ayet­lerin Kur’an bütünlüğünde neyi hedef­lediğinin anlaşılması açısından önemlidir.

Birincisi; kafir ve müşrikler şefaati bir kalkan gibi kullanmaktadırlar. Hz. Peygamber ile diğer peygamberlerin davetlerini kabul etmeyenler, bağlı bu­lundukları ilah ve ilahelerin Allah katın­da kendileri için aracı olduklarını, bu nedenle Allah’ın azabından korkmaları gerekmediğini söylemektedirler. Yani bu şefaatçi ve aracıların, kendilerini nasıl olsa kurtaracaklarını belirtiyorlardı.

İkincisi; Kureyşliler kendilerini Hz. ibra­him’in soyundan saydıkları için Ka­be’nin mütevellileri vs. Araplar’ın, dinî, ahlakî, siyasî ve kültürel liderliğinin kendi malları olduğunu sanıyorlardı. Bunlar, Allah’ın yüce mahkemesinde kendilerinin hiç bir zarara uğramayaca­ğı gibi yanlış bir düşüncede idiler. (6)

İşte mevcut ayetler öncelikle bu anlayışların, bu beklentilerin cevaplan­masına yönelik gelmektedir. Ortada Allah’ın uluhiyetine, sınırsız haşmetine ve kulları arasındaki adalet ölçüsüne ters düşen bir tablo vardır. Bu durum yanlıştır. Doğrusu ise ancak Kur’an’ın vaaz ettiği ilkelerde aranmalıdır.

“Allah ki ondan başka ilah yoktur. Daima diri ve yarattıklarını koruyup yö­neticidir. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir. Onların önlerinde ve arkala­rında olanı bilir.” (7)

Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiç bir şeye malik olmayan şeyler olsalar da mı? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Gökle­rin ve yerin mülkü onundur.” (8)

Öyle anlaşılmaktadır ki Kur’an, müşrik kafalarda yaşayan şefaatçiliğin “Allah’ı çemberin dışında tutma eğilimlerine” Allah’a rağmen bir anlayışı kır­mayı kendisine hedef edinmiş bunu da “Ancak Allah’ın izniyle” gibi bir şarta vurgu yaparak açıklamıştır.

Ancak bu şart Kur’an bütünlüğün­den koparılarak değerlendirilirse, sanki müşriklerin iddialarının kabul edilmeyen yanının, bu aracıların varlığı değil, onların seçimindeki yanlışlar olduğu anlaşılabilir. Oysa bu şartın ana hedefi, insanların zihinlerinde, Allah’ın yanın­da, karşısında her şeyin aciz kaldığının kavranması, onun haşmet ve azemetinin vurgulanmasıdır. Aşağıdaki ayetler bu durumu somut şekilde ifade etmek­tedir.

“O Allah ki gökleri, yeri ve bunların arasında bulunanları altı günde yarattı. Sonra arşa istiva etti. Sizin O’ndan baş­ka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur.” (9)

“De ki: Bütün şefaat Allah’ındır.” (10)

O’ndan başka bir dost ve şefaatçi­nin olmaması ancak şefaatin tümünün Allah’a ait olmasıyla açıklanmıştır. Ya­ni, müşrik yaklaşımların tersine O, hük­münde öylesine tektir ki, onun izni olmaksızın kimse şefaat edemez. Zira bütün şefaat O’nundur, denmiştir.

Şefaatin izne bağlı olduğunu ifade eden ayetler (11) izinle şefaatin söz konu­su olduğu imajını bizlere çağrıştırmak­tadır. Fakat Kur’an’daki ayetleri bir bü­tün olarak incelediğimizde bu şefaatin muallakta ve insanların müdahalesine açık olmadığını görürüz.

“Rahman çocuk edindi dediler. O yücedir. Hayır, melekler şerefli kılınmış kullardır. Allah’tan önce söz söyleyemezler. Ancak O’nun emri üzere iş iş­lerler. Allah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler. Bunlar içinde kim ‘Ben Al­lah’tan başka bir ilahım’ derse işte onu cehennemle cezalandırırız.” (21/26-29)

Ayetlerdeki izin verme (53/26; 20/109; 34/23)den maksat Rahman’ın, meleklerin müminlere yardım etmesine izin vermesi olduğunu anlamamız ge­rekir. Yoksa her gün namazlarda okuduğumuz “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (1/4) ayetiyle çelişmiş oluruz.

Oysa, bu tür ayetleri yukarıda be­lirtilmeye çalışılan bağlamından hatta Kur’an’ın kavramı kullandığı ve açıklık getirdiği diğer ayetlerden bağımsız de­ğerlendirmemiz halinde bile “Onun izin verdiğinden başkası şefaat edemez” türü ibarelerden “onlara şefaat izni ve­rir ve onlar şefaat edeceklerdir” sonucu sadece bir varsayım olarak değerlendi­rilmelidir. Zira bu ayetlerde geçen istis­na edatı, şefaatin vuku bulacağını değil aksine bunun olmayacağını vurgula­mak için kullanılmıştır. Yani “Allah’tan başka şefaatçi yoktur. Böyle bir şefaat­çinin varlığını farzetsek bile bu da Al­lah’ın iznine tabi olacaktır.

Burada karıştırılan şey gerçekle­şen olayların Allah’ın izniyle olmasıyla Allah’ın bunları istemiş olup, olmamanın iyi ayrıştırılamamasından kay­naklandığıdır.

Bunu başka bir örnekle açıklaya­lım. “Allah’ın izin vermediği bir kulun kafir olması mümkün müdür” diye sor­sak cevabımız elbette “hayır” olacaktır. Peki bu cümleden Allah bir insanın ka­fir olmasını ister anlamını çıkarmak mümkün müdür? Evet, mümkündür. Ancak yanlıştır. Zira Kur’an’ın bize ver­diği Allah telakkisine uymayacaktır.

Yapılacak şey bu ayetleri Kur’an bütünlüğünde değerlendirmektir. Bu açıdan hiç bir istisna payı bırakmayıp, şefaati hem müslümanlara (ki gelenek­sel anlayışlar özellikle burada yanıl­mışlardır) hem de müşriklere nefye’den (olmayacağını söyleyen) aşağıdaki ayetler konuya açıklık getirmektedir.

Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadı­ğı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (12)

“Ve öyle bir günden korkun ki o gün hiç kimse kimsenin yerine bir şey öde­yemez, kimseden fidye alınmaz ve on­lara hiç bir ayırım yapılmaz.”

“Bırak o dinlerini oyun eğlence ye­rine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri de, sen o Kur’an ile hatırlat ki bir kişi, yaptığı işi eline teslim edilmeye görsün. Allah’tan başka onun ne bir dostu ne de bir yardımcısı olmaz. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edil­mez, işte onlar kazandıklarının eline teslim edilmişlerdir. Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acı bir azap vardır.” (13)

Kur’an, inmeye başladığı andan iti­baren şirkle kavga halindedir. Yukarı­daki ayetlerde görülen genel ve kesin hükümler çerçevesinde şefaatçilik gö­rüşü şirk addedilmişken, Kur’an’ın ken­di oluşturmak istediği düşüncede bu anlayışa prim veren yaklaşımlar vazet­mesi beklenmemelidir. Kaldı ki Rasulullah da bu konuda teyakkuz halinde olmalıdır.

Zaten Kur’an’ın bütün yapısı aracı­lığa karşıdır. Çünkü Kur’an der ki: “Al­lah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.”

Yine Kur’an’a göre, Allah bir an­lamda insanlar içinde etkinlik göster­mektedir. Aynı şekilde Allah’ın insana kendi şah damarından daha yakın ol­duğu bildirilir. Ve Kur’an tekrar tekrar belirtir ki “Allah’ın rahmeti her şeyi ku­şatmıştır.” Bu noktada Kur’an’ın bireyi esas aldığı ayetlere bakarsak onun, bu konudaki yaklaşımının İslam’daki birçok ekolün “Allah karşısında kulu felç eden eğilimlerinin tersine, bireyin tüm kabiliyetlerinin aktüelleşmesini amaç­ladığı görülecektir. Hatta öyle ki, ona gerektiğinde “tek başına bir ümmet ol­ma” bilincini taşıyacak sorumluluğu ve şerefi verir. Allah’la dost olabilmek şek­linde özetlenebilecek bu yaklaşım tarzı, Allah ile kul arasında doğabilecek her türlü boşluğu önlemiştir.

Yani Allah kulunun hem dış dünyasını hem de iç dünyasını kuşatmıştır. Oysa şefaatçilik görüşü, Allah’ı tabir yerindeyse bir tür “Baş Hakim” gibi göstermekte ve bu baş hakim karşısın­daki kulun kurtuluşunu da neredeyse Allah’tan daha merhametli hale getir­dikleri aracılar da görmektedir.

 

Hadislerdeki Durum

Buhari ve Müslim tarafından nak­ledilen birçok hadiste, Hz. Peygam­berin nasıl şefaat ederek onları cehen­nemden çıkarıp cennete sokacağı an­latılır. Bu hadislerden birisi özetle şöy­ledir: Allah kıyamet gününde insanları toplar. Bunlar, içinde bulundukları du­rumdan kurtulmak maksadıyla şefaat­te bulunması için önce Adem’e başvu­rurlar. Fakat Adem buna ehil olmadığı­nı söyleyerek onları Nuh’a gönderir. Nuh aynı sebeple Musa’ya, Musa da İsa’ya gönderir. Sonra bana gelirler. Ben de Rabbimin huzurunda secdeye kapanı­rım. Rabbim, Ya Muhammed başını kaldır, söyle sözün dinlenir, iste sana verilir, şefaat et şefaati kabul edilir, der. (14)

İki değişik hadis de şöyledir: “Ben kıyamet günü, Ademoğlunun efendisiyim. Kabri ilk açılan ben olacağım. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen de ben olacağım.” (15)

“Ben kıyamet günü Ademoğlunun en hayırlısıyım, ama övünmem. O gün gerek ondan başka bütün peygamber­ler, hep benim bayrağım altındadır. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen benim.” (16) Öncelikle şefaat hakkında riva­yet edilen bu hadisler, ahiret gününde, hiç bir şefaatin olmayacağını, herkesin yaptığının karşılığını bulacağını vurgu­layan ayetlerle tenakuz halindedir.

Kaldı ki bu rivayetlerin cümleleri, çok ciddi bir metin tenkidine ihtiyaç göstermektedirler. Cümleler arasında­ki çelişki açıktır. Zira Hz. Peygamber, hem Ademoğullarının efendisi ve en iyisi olduğunu, kıyamet gününde bütün peygamberlerin kendi bayrağı altında toplanacaklarını söylüyor. Hem de “övünmem” diyor. Eğer bu sözler övün­me değilse artık övünme nasıl olacaktır? (17) Peygamberin bilinen tevazuuna, artı Kur’an’daki kesin hükümlere ters olan bu sözleri Peygamberimizin söy­lemiş olması mümkün değildir. Pey­gamber böyle çelişkilerden uzaktır.

Bir ikinci husus, bu hadislerin konusunun gayb ile ilgili olduğudur.

O gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye göstermez. Ancak ra­zı olduğu rasullere gösterir.”

Bu ayet, Allah’ın gaybını ancak ra­sullere bildireceğini, onların haricinde kimseyi gaybına muttali kılmayacağını gayet açık olarak ifade etmektedir. Ra­sullere bildirilen gayb da bizatihi Kuran’dır. (18)

De ki: Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bil­mem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahiy olunana uyuyorum.” (19) O halde Kur’an’ın dışın­daki hiç bir kaynağın, gaybi haberleri bize bildirmeye kabiliyeti ve yetkisi yoktur. (20)

Yukarıdaki hadislerde anlatılanlar ise bu şekliyle zandan öte bir şey değil­dir. Zira bunlar Kur’an’da yoktur. Gaybe iman, akidenin temel esaslarından biri olduğu için bu hadislerle amel edilmesi Yüce Allah’ın şu buyruğu gereği caiz olmaz. “Kuşkusuz zan hakikatten hiç bir şey ifade etmez.” (21) Dolayısıyla bu tip hadislerin içeriğine inanmakla mü­kellef değiliz.

Ayrıca bu hadislerden anlaşılan odur ki, Rasulullah ölümden sonrası için geniş bilgilere sahiptir. Oysa Kur’an, onun bu meyanda bir bilgi sahi­bi olmadığını beyan etmiştir. “Ben türe­di bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem.” (22)

Hadislerdeki bu tarz yaklaşım, Kitab-ı Mukaddes (incil)’teki İsa’nın, Al­lah katında onun kullarını bağışlanma­sını sağlayan misyonunu çağrıştırmak­tadır.

Anlaşılan odur ki bazı müslümanlar bu durumdan alınmış ve bu duruma cevap verme ihtiyacından şefaatçilik anlayışının İslam’da da olduğu nokta­sındaki görüşlerini açıklamışlardır. An­cak bu anlayış ilk çıkış itibarıyla sadece görüşün sahibini bağlamakla birlikte, zaman içinde Rasulullah’ın otoritesinin altına girip ona mal edilen hadisler ka­nalıyla bugün tüm ümmeti bağlar konu­ma getirilmiştir.

 

Sonuç

Konuya son verirken şefaatin, hak etmeyenin kurtuluş vesilesi olamaya­cağını bir kez daha vurgulamak gere­kir. Çünkü Kur’an’a göre haketmiş ol­mak ancak salih amel işlemekte gerçekleşecektir. Yani yaptığımız her ey­lem sonucunda eğer Allah’ın istediği sonuç (salih amel) çıkmıyorsa, artık bundan sonra bir kurtuluş imkanı ara­mak Allah katında bir sonuç vermez. Ve o gün “kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlı­ğınca şer yapmışsa onu görecektir”. (99/Zilzal, 7-8)

İşte bu haldir ki dinini oyun ve eğ­lence haline getirmeyen herkes, hayat planını bu temele ve sorumluluğa da­yandırmak zorundadır. Bu, Allah’ın biz­den istediği kimliğin elde edilmesinin temel şartıdır.

Şefaatçilik görüşüyle önemli ölçü­de zedelenen, zayıflayan bu şart, gü­nümüzde, dünya hayatında belirlenen Şafiler (şefaat edeceklerle Mekke put­perestliğini aratmayacak noktalara gel­miştir. Bireyi kendi dışında kurtuluş ha­yallerine sürükleyen bu anlayışın en büyük zararı, dünya hayatı için gönde­rilen bu dinin yaptırım gücüne ol muştur. Ali Şeriati’nin “kandan afyon yapmak” (23) dediği bu durum, öncelikle islam düşmanlarının egemen sistem­lerinin işine gelmektedir.

Ey Rabbimiz! Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. (1/Fatiha, 4)

 

Notlar:

1.     13/Rad, 11.

2.     Fazlur Rahman. Ana Konularıyla Kur’an, Fecr Yayınevi, s. 96.

3.     30/Rum, 109.

4.     19/Meryem,87.

5.     Fazlur Rahman, a. g. e.

6.     Mevdudi, Peygamberin Hayatı, Pınar Yayın­ları, s. 335-342.

7.     2/Bakara. 255; ayrıca bkz.: 10/Yunus, 3; 20/Taha, 109.

8.     39/Zümer, 44; yine 39/Zümer. 23.

9.     32/Secde, 4.

10.   39/Zümer. 44.

11.   Fazlur Rahman, a. g. e.

12.   2/Bakara, 254.

13.   6/En’am,70.

14.   Müslim, iman, Hadis 321.

15.   Müslim, iman, Hadis 327,328; Fedail, 3; Tirmizî, Tefsiru Sure IV; Ebu Davud, Sünne 13.

16.   İbn Mace, Zühd, 37; Darimî, Mukaddime, mau tiyen’n-nebiyyu (sav) minel fadail, Müslim.

17.   Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsir, Cilt 1, s. 440, Yeni Ufuklar Neşriyat.

18.  Cavit Erkılınç, ‘itikatta Ölçü”, Hak Söz Dergi­si, sayı 2, s. 10.

19.   6/En’am, 50; 7/Araf, 188.

20.   Cavit Erkılınç, a. y.

21.   53/Necm, 28.

22.   46/Ahkaf, 9.

23.   Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, Yöneliş Ya­yınları, s. 235.

(Haksöz Dergisi – Sayı: 9 – Aralık 91 Kavramlar– Basri Işıksever  http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=75 )

 

 

 

KUR’AN’DA ŞEFAAT, AHİRETTE ŞEFAAT

Kur’an; şefaati dünyevi manalarda ele alıp, kimlerin ve hangi varlıkların şefaatinin geçerli olduğunu belirttikten sonra, Ahiret hayatında şefaatin gerçekleşmeyeceğini vurgulamaktadır. Ahirette şefaatin gerçekleşmesine engel teşkil eden faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

 

1- Kur’an; ahirette şefaatin olmayacağını vurgulamaktadır.

Kur’an: dünyaya ait şefaatin kaide ve kurallarını tespit ederken, ahirette şefaatin olmayacağına da işaret etmektedir. “Kimsenin kimseden faydalanmayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korkun” ayeti, net bir üslupla ahirette şefaatin olmayacağını belirtmektedir. Aynı ifadelere, Bakara suresindeki diğer bir ayette, “kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korkun” denir. Bu ayetlerde zikredilen olgular, insanların dünyada, bir cezadan kurtulmak veya bir menfaat temin etmede kullandıkları olgulardır. Bu iki ayette, şefaat ve fidyenin yer değiştirmesi, dünya hayatında, bir kimsenin cezadan kurtulması veya isteğine ulaşması için bu olgulara verdiği önem sırasını belirtmektedir.

Allah’ın, aracılar vasıtasıyla günahkâr müminlerin azaplarını kaldırarak cennete koyması şeklindeki bir şefaat anlayışını benimseyenler, bu ayetlerden bir önceki ayetlerde hitabın Yahudilere olmasını gerekçe göstererek, şefaatin olmayışının Yahudi ve Hıristiyanlara has olduğunu vurgulamışlardır. Bu ayetlerdeki ifadelerin Yahudi ve Hıristiyanlara tahsis edilmesi imkânsızdır. Bu tahsise olanak vermeyen nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

A- Bu ayetler; Yahudiler ve Hıristiyanlar ile ilgili, tarihi bir vakıadan söz etmemekte, ahiretle ilgili genel prensiplerden söz etmektedir. İnsanlar ahirette, aynı kurallar altında, inanç ve inançsızlık yönünden yargılanacaklardır. Elbette; bu yargılamada, insanların kendi dinlerinde var olan bazı özel yasaklar ve emirler dolayısıyla da yargılanacaklardır. Bu emir ve yasaklara uygun hareket etme veya etmeme, inanç ve inançsızlıktan gelmektedir.

B- Bu ayetlerden bir önceki ayetlerdeki hitabın Yahudilere olması, bu ayetin hükümlerini onlara has kılınmasını gerektirmez. Çünkü aynı suredeki, “Ey İnananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce, sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarf edin. İnkâr edenler ancak yazık edenlerdir” ayetindeki hitap  inananlaradır.

C- Bu ayetlerdeki şefaat hakkında inkârcı tutum Yahudi ve Hıristiyanlara has kılınırsa; ayetlerde şefaatle aynı kategoride ele alınan fidye, alışveriş, dostluk ve yardımın olmaması olgularının da onlara has kılınması gerekir. Bu durumda; Müslümanların, ahiretteki azaptan kurtulmak için fidye, alışveriş, dostluk gibi metotları kullanarak, azaptan kurtulabilecekleri ortaya çıkmış olur ki, Allah’ın fidye karşılığı inanları azaptan kurtarması düşünülemez. Çünkü diğer bir ayette, fidye tek başına yer almakta ve fidye ile azaptan kurtulanamayacağı vurgulanmaktadır.

D- Yahudilerin, ahirette, günahkârların  günahlarından dolayı kazandıkları azabın, şefaatçiler vasıtasıyla affedilmesi şeklinde ahirete ait bir şefaat inancına rastlamıyoruz. Yahudilerin, ahiret gününe, cennet ve cehenneme inandıklarına Kur’an şu şekilde işaret etmektedir: “Yahudi ve Hıristiyan olmayan kimse, elbette cennete giremeyecektir” derler. Bu onların kuruntularıdır. De ki, eğer sözünüz doğru ise, delillerinizi getirin.” Fakat onlar, ahiretteki azabın sadece belirli günlerde kendilerine dokunacağına da inanmaktadırlar. “Ateş bize sadece birkaç gün değecektir” derler. Sor: “Allah katından bir söz mü aldılar?” Eğer öyle ise, Allah sözünden caymayacaktır. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz” Onların, kendileri için azabın bir kaç gün olacağı inançları, ileri sürülen bu gerekçeyi red etmektedir.

E- Bu ayetlerdeki hükümlerin Yahudilere tahsisi, Musa’nın dinine uymuş ve ona tabi olmuş inananların da şefaatten mahrum edilmesi demektir. Bu tahsiste, Musa’nın şeriatını benimseyenler, şefaatin kapsamı dışında bırakılamaz. Çünkü  Allah’ın, bazı inananlara bu hakkı vermesi, bazılarını da bu haktan mahrum etmesi düşünülemez.

Meryem suresindeki; “Sakınanları o gün, Rahman’ın huzurunda O’na gelmiş konuklar olarak toplarız. Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz. Rahman’ın katında bir ahd almış olandan başkası asla şefaatte bulunmayacaktır” ayeti ve  Taha Suresindeki “O gün Rahman’ın izin verdiği, sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez” ayeti de, ahirette şefaatin varlığına delil olarak sunulamaz. Birinci ayette, şefaatte bulunmak için, Allah’tan ahit almak şart koşulmuştur. Ahirette şefaatte bulunmak için, Allah’tan ahit almış bir varlık bulunmamaktadır. İkinci ayette ise; Allah’ın, şefaatçinin sözünden hoşnut olması şartı getirilmiştir. Bu ayetler, insanın, kıyamet gününde, amelleriyle baş başa kalacağını, hiç bir nesnenin insanların cezasını kaldırmaya güç yetiremeyeceğini vurgulamaktadırlar. Bu ayetlerde üzerinde durulan, kimin için şefaatçi olunacağı değildir. Ahiret günündeki olgulardan bahsedilen Sebe Suresinin son kısımlarında, “O göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunanların Rabbi’dir. O, önünde kimsenin konuşmayacağı Rahman olan Allah’tır. Cebrail ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah’ın izni olmadan kimse konuşmayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.” Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda konuşmasına izin verilen tek nesne, insanların organlarının kendileri hakkındaki şahadetleridir. Kur’an, buna şu şekilde işaret etmektedir: “İşte o gün, ağızlarını mühürleriz. Bizimle elleri konuşur. Ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” Konuşma imkânı dahi verilmeyen melekler veya insanlar, nasıl olur da şefaatte bulunurlar?

Diğer taraftan; Meleklerin dünya hayatındaki şefaatleri, günah işleyen inananların işlemiş oldukları günahları Allah’ın affetmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Fakat Ahiret hayatında insanın günah veya sevap işlemesinin imkânı yoktur. Bu neden olmadan, yani günah işleyen insan olmadan,  meleklerin şefaatinin gerçekliliği imkânsız olmaktadır.

 

2- Ahiret Gününde Allah’ın Otoritesi:

Allah; bu kâinatın idaresi için belirli kanunlar koyduktan sonra (adetullah), bu kanunların devamlılığını da kendi fiillerinin bir parçası olarak tayin etmiştir. Hatta Allah’ın bu kâinatı sevk ve idarede bir anlık dalgınlığı, kâinatın düzeninin bozulmasının nedeni olarak görülmektedir. İnsan ise; bu dünya hayatında, hal ve hareketlerinde özgürdür. İnsanın dünya hayatında yaptığı her şeyden sorumlu olması, onun davranışlarında özgür olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu dünyada filleri bakımından özgür olan insan, ahirette ise bu özgürlüğünü kaybetmektedir.

Allah: kıyamet gününün tek otoritesi kendisinin olduğunu belirtmektedir. “Din Gününde otorite onundur”  ayetinde ahiret gününde sadece Allah’ın hâkimiyetinin olacağı, diğer hiç bir varlığın hâkimiyetinin olmayacağına işaret edilmektedir. Bu manayı ifade eden pek çok ayet bulmak mümkündür.   “O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bu gün hükümranlık kimindir?” denir. Hepsi “Gücü her şeye yeten tek Allah’ındır” derler.” Ahirette şefaatin gerçekleşeceği inancı, bu otoriteyi Allah’tan başka varlıklara verilmesi demektir.  Bu hâkimiyeti sağlayan unsurları şu şekilde sıralayabiliriz:    

 

A- Allah’ın İzin Vermesi:

İzin; bir konuda icazet vermek, onun mubah olduğunu belirtmektir. Bir şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyi ifade eder. “Oysa Allah’ın izni olmadıkça, onlar kimseye zarar veremezlerdi” ayetindeki izin, sihrin olumlu bir olgu olmamasıyla beraber, onun insanlar üzerindeki etkisine Allah’ın müsaade  verdiği anlamındadır. Aynı zamanda bir şeye izin vermek, dünyadaki hâkimiyetin de bir parçasını oluşturmaktadır. Kur’an, sihirbazlar Allah’a iman ettiklerinde, Firavun’un “ben size izin vermeden mi siz ona inandınız” sözünü naklederek, izin vermenin, otoritenin bir unsurunu teşkil ettiğine işaret etmektedir.

Şefaati Allah’ın iznine bağlayan ayetleri iki kategoride ele almak mümkündür: Birincisi; Şefaatçi için Allah’ın izin vermesi, ikincisi ise; Allah’ın şefaat edilecek kişi için izin vermesi. Allah, şefaatçi olmak için  meleklere,  şefaat edecekleri varlıklar için de müminlere izin verdiğini belirtmiştir.

 

B- Allah’ın Dilemesi:

Allah’ın dilemesi ve irade etmesi aynı anlamı ifade etmektedir. Bazı âlimler ise; meşiet ve dileme arasında fark olduğunu, Allah’ın dilemesinin bir şeyin varlığını gerektirdiğini, Allah’ın iradesinin ise bir şeyin varlığını gerektirmediğini ileri sürmektedirler. Her ne kadar   bu iki kelime arasındaki bu farka işaret etmese de; Allah’ın dilemesinin bir şeyin varlığını gerektirdiğinden hareketle, haklı olarak, Tekvir Suresi 29.  ve İnsan Suresi 30. ayetlerdeki Allah’ın dilemesini, “Allah sizin dilemenizi dilemesi, iradenizi irade etmesiyle siz diliyorsunuz” şeklinde izah etmektedir.

Kur’an’da, Allah’ın dilemesi, onun kudretinin ve mutlak hâkimiyetinin bir göstergesi olarak yer almaktadır.

“Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermediği müddetçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati fayda vermez” ayeti ile, meleklerin şefaatinin, Allah’ın izin verdiği ve dilediği kimselere fayda vereceğine işaret edilmektedir. Meşietin ifade ettiği “bir şeyin varlığının gerçekleşmesi” manasından hareketle, bu ayeti, “Allah meleklerin, müminler için şefaat etmelerini dilemiştir” şeklinde anlamak mümkündür. Aynı zamanda bu ayet; “melekleri ilahlaştıran ve onlara tapınan müşrikler için şefaatin olmadığına” işaret etmektedir.

 

C- Allah’ın Razı Olması:

Bir şeyden razı olmak da hâkimiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayetlerde Allah’ın razı olması, meleklerin şefaat edecekleri varlıklardan razı olması şeklinde yer almaktadır. “Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler” ve “Allah, dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati fayda vermez.” Her iki ayette de, meleklerin şefaatinin melekleri tanrılaştıran müşrikler için olmadığı, fiillerinin şirk olması dolayısıyla Allah’ın onlardan razı olmayacağı belirtilmektedir. Allah’ın razı olduğu kimseler ise müminlerdir.

 

3- Allah’ın vaadi değişmez.

Kur’an; Allah’ın vadini ve vaadini değiştirmeyeceğini vurgulamaktadır. “Senden, başlarına acele azap getirmeni istiyorlar. Allah sözünden asla caymayacaktır” ayetindeki vad, vaid (tehdit) kelimesinin ifade ettiği manayı içermekte ve Allah’ın vaadinden dönmeyeceğine işaret edilmektedir. Aynı üslup, “Cennetlikler cehennemdekilere, “biz Rabbimizin bize vad ettiğini gerçek bulduk. Rabbinizin size vad ettiklerini gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar da; “Evet” derler” ayetinde de mevcuttur.

Bazıları Arap lügatinde ve Arapların nazarında vaidden dönmenin yalancılık değil de bir fazilet olmasından ötürü, Allah’ın vaadini değiştireceğini ifade etmektedirler. Her ne kadar Arap dili ve kültürü açısından, tehditten dönmek bir fazilet kabul edilse bile, Kur’an; “Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalancı oldukları için, Onunla karşılaşacakları güne kadar, Allah kalplerine nifak soktu.” ayetiyle, sözden dönmenin fazilet değil, yalancılık olduğuna işaret etmektedir. Yalancılık, insanlar için kötü bir sıfat olarak nitelendirilirse, Allah için nasıl fazilet olarak kabul edilebilir?

Allah’ın vaadinden dönmesi caiz olursa, vadinden dönmesi de caiz olur. Çünkü Vad ve vaid kelimeleri birbirinin zıddı olan iki kelimedir. Vad; gelecekte insanları faydalı olan bir şeye ulaştırmayı, vaid ise, gelecekte insanları zararlı olan bir şeye ulaştırmayı içeren haberlerdir. Bu iki kelimenin zıddı da sözden dönmektir. Allah’ın vaadinden döneceğini ileri sürmek, Allah’ın Kur’an’da açıkladığının zıddına Müslümanlara sorumluluk yüklemesi demektir.

Allah; insanların verdiği sözü yerine getirmemelerinin kötü bir fiil olduğuna işaret etmektedir. Yeminlerinden dolayı insanların sorumlu tutulması buna bir örnektir. “Allah size rasgele yeminlerinizden dolayı değil,  bile bile yaptığınız yeminlerinizden dolayı hesap sorar… Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.” Bu ayette yeminlerinden dolayı Müslümanların sorumlu tutulması, sözlerine Allah’ı şahit tutmakla birlikte, sözlerini yerine getirmemelerinden ötürüdür. Çünkü yeminlere bağlı kalındığında, bir sorumluluk olmadığı gibi, kefaret de gerekmemektedir. Aynı şekilde; “Ey İnananlar! Yapmadığınız şeyleri niçin yaptığınızı söylersiniz? Yapmadığınız şeyleri yaptık demeniz, Allah katında büyük gazaba neden olur.” Bir insanın yapmadığı şeyi yaptım diye söylemesi Allah’ın gazabına neden olduğu gibi, yapmayacağı şeyi söylemesi de Allah’ın gazabına neden olur. Çünkü her ikisi de yalancılığa işaret etmektedir.

Vaid bildiren ayetlerin, yine Kur’an ile tahsisi caizdir. “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde temelli kalacağı cehennemdir” ayeti, “kim bir Müslümanı öldürmeyi helal kabul ederek öldürürse” anlamındadır. Çünkü diğer ayetler, büyük günah işleyeni mümin olarak nitelendirmektedir.

 

4- “Ahirette şefaat” anlayışının temelleri

Çeşitli fırkaların ahirete ait şefaat anlayışının temelleri için pek çok fikir ileri sürülmüştür. Wensick’e göre; Sünni cemaatin şefaat fikrini benimsemesi, “Hıristiyan fikirlerinin tesirinde olduğu kadar, kadere mukabil bir şey bulmak ihtiyacından” ileri gelmiştir. Watt’a göre; “Hz. Muhammed’in kendi ümmetinin günahkârlarına şefaati akidesi, aşırı ahlaki ciddiyetin sebep olduğu ümitsizliği def etmek maksadına hizmet etmiştir.” Müslümanların Peygamber’e şefaat yetkisi vermelerinin sebebi, insan psikolojisinden kaynaklanan, kendilerinden olan Peygamber’e duyulan daha çok güven olgusu olsa gerektir.

 

Sonuç

İslam kültüründe, şefaat konusunda  iki temel eğilim hâkim olmuştur. Birincisi; haricilerin ortaya attığı, mutezilenin de kabul ettiği, şefaatin inananların cennette derecelerinin yükseltilmesi ve sevaplarının artırılması şeklinde olduğudur. İkincisi ise; mürcie’nin ortaya attığı, şia ve ehl-i sünnetin kabul ettiği, büyük günah sahibinin cezasının kesintiye uğrayarak cehennemden çıkarılarak cennete sokulmasını içermektedir. Bu görüşlerin temeli, o mezhebin iman konusundaki düşüncesine kadar uzanmaktadır. Amelleri imandan bir cüz olarak kabul eden, şirk haricindeki diğer günahları işleyenleri Allah’ın af etmesinin mümkün olmadığını ve büyük günah sahibinin azabının devamlı olacağını ileri sürenler birinci görüşü, imanın tasdikten ibaret olduğunu, şirk haricindeki büyük günahların imanı ortadan kaldırmadığını ve onun azabının devamlı olmadığını kabul edenler ise  ikinci görüşü benimsemişlerdir.

Şefaati konu alan ayetleri üç kategoride ele almak mümkündür. Birincisi; Kur’an’ın indiği ortamdaki, şirk şeklinde gerçekleşen müşrik Arapların inançlarının yanlışlığını bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerde, o kültürlerde var olan ve hâkimiyeti Allah’tan başka varlıklara veren inancın reddedildiğini ve Allah’ın otoritesinin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. İkincisi; şefaatin geçerli olduğu alanları belirleyen ayetlerdir. Bu ayetler; meleklerin şefaati, insanların birbirlerine günahlarının bağışlanması için duaları ve sosyal hayatta şefaatin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Meleklerin şefaati; dünya üzerinde yaşayan inananların günahlarının bağışlanması şeklinde gerçekleşmektedir. İnananların günahlarının bağışlanması için, kendileri Allah’a dua edebilecekleri gibi, Peygamber ve diğer insanların da onlar adına dua etmeleri mümkündür. Sosyal hayattaki şefaatte ise; insanların haklarını korumak, haksızlığa uğrayan insanların haklarının verilmesi v.s. gibi alanlarda şefaat güzel karşılanmış; şefaatle başkalarının haklarına tecavüz edilen alanlarda ise şefaat kötü karşılanmıştır. Bu tür şefaatte ise; şefaatçinin şefaat ettiği konun mahiyetine göre, şefaatçiye sorumluluk yüklenmiştir.  Üçüncüsü ise; Ahirette bütün varlıkların şefaatinin geçerli olmadığını bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerde ise; Ahiret Gününde Allah’tan başka hiçbir otoritenin bulunmadığı, hâkimiyetin kesinlikle Allah’a ait olduğu vurgulanmaktadır. Bununla birlikte, insanların dünya hayatında, cezadan kurtulmak için yöneldikleri, şefaat, fidye, rüşvet v.s. gibi olguların ahirette mümkün olmadığı, ahiretteki yerinin herkesin kendi kazancı doğrultusunda belirleneceği vurgulanmaktadır. 

Ahirette şefaatin imkansız olduğunu belirten pek çok akli ve nakli delil ileri sürmek mümkündür. 1- Kur’an ayetleri açık ve net bir şekilde ahiret hayatında cezadan kurtulmak için şefaatçilerin fayda vermeyeceğini belirtmektedir. Bu ayetlerin ifade ettiği manaların inkârcılara şefaatin olmayacağı şeklinde tahsis etmeye imkân yoktur. 2- Allah’ın va’di ve vaadi değişmez. Eğer Allah’ın vaadini değiştirmesi caiz olursa, vaadini değiştirmesi de caiz olur. Bu, Allah’ın insanlara Kur’an’da belirlemediği sorumluluklar yüklemesi anlamına gelir ki bu da imkânsızdır. 3- Kur’an ayetleri, her insanın sadece kazandıklarının karşılığını göreceğini, Ahirette hiç bir nefsin diğer bir nefisten faydalanmasının mümkün olmadığına işaret etmektedir. Şefaat, ise bu prensip ile çelişmektedir. 4- Kıyamet gününde, Allah’tan başka otorite yoktur. Allah, Dünya hayatında, dilemesi, izin vermesi, razı olması, irade etmesi v.s. sonucu insana özgürlük vermiştir. Ahirette ise; İnsanlar bu özgürlüklerinden yoksundurlar. 

İnsanın kulluk bilincinin zayıflaması sonucu içine düştüğü günahlardan kurtulması, ancak dünya hayatında mümkündür. Ölümden sonra, insan için yapılan hiçbir iyilik fayda vermediği gibi, onun günahlarından kurtulması için gösterilen çabaların da hiç bir değeri yoktur. İnsanın günahlarından dolayı kazandığı cezadan kurtulmasının en güzel yolu tövbedir. Şefaat, aracılar vasıtasıyla cehennemden çıkarılmayı içermesine karşın, tövbe; insanın kendi fiili sonucu  hiç cehenneme gitmemesini  içermektedir. Bununla birlikte, günahlardan kurtulmanın bir diğer yolu, Allah’ın belirlediği güzel fiilleri yapmaya devam etmektir. Bu durumda, inanan insanın günahlardan dolayı kazandığı cezalar, iyiliklerden dolayı kazandığı sevaplarla örtülmektedir. (Mahmut Celal ÖZMEN –http://www.iktibas.info/dergi/subat/dusunce6.htm)

 

 

This entry was posted on Cuma, Mayıs 7th, 2010 at 06:19 and is filed under ŞEFAAT. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz