Kur’an’da Şefaat Kavramı
Şefaat kavramının inanç sistemimizdeki yerine sağlıklı bir şekilde oturabilmesi için tevhidin ve şirkin ne olduğu yeterince kavranmalıdır. Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı tevhidden habersiz olan kimselerin sadece şefaat kavramını değil, tüm akidevi kavramları anlaması ve özümlemesi mümkün değildir. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar, Allah’ın sınırlarını ve insanların sınırlarını çok iyi bilmek zorundadırlar.
Tevhidi akidenin şekillenmesinde en önemli kavramlardan birisi de “şefaat” tır. Şefaat kavramına girmeden önce bazı açıklamalar yapmak daha yararlı olacaktır. Çünkü Kur’an’ın bu kavramı da kimi istismarcılar tarafından son derece ustaca kullanılmakta ve müslümanların temiz duyguları bazı çevrelerin yararına sömürülmektedir.
Şurası bir gerçek ki, her söz, istenildiği zaman farklı anlamlara çekilebilmekte ve zamanla anlamları aslından uzaklaşıp günün problemleriyle ilgili apayrı bir fonksiyonu üstlenebilmekiedir. Milyonlarca insana rehberlik eden ilahi bir kitap olarak Kur’an çok fazla dış tesirlere maruz kalmıştır. Bu nedenle, İsrarla her kavramın üzerine gidilmeli ve indiği dönemlerdeki anlamlarını yakalamaya çalışmalıyız. Günümüzden 1400 yıl öncesine ulaşmanın zorluğu hepimizce malumdur. Açıklamalarımızdaki eksikliklerin mazur görülmesini ve hatalarımızın düzeltilmesini her zaman okuyucularımızdan beklemekleyiz.
Şefaat kavramının inanç sistemimizdeki yerine sağlıklı bir şekilde oturabilmesi için tevhidin ve şirkin ne olduğu yeterince kavranmalıdır. Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı tevhidden habersiz olan kimselerin sadece şefaat kavramını değil, tüm akidevi kavramları anlaması ve özümlemesi mümkün değildir. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar, Allah’ın sınırlarını ve insanların sınırlarını çok iyi bilmek zorundadırlar. Beşerin özellikleri ve güçleri iyi bilindiği taktirde kimi insanları Allah’ın yetkilerine müdahale teşebbüsleri mü’minler nazarında hiçbir anlam ifade etmeyecektir. İmanına sahip çıkmayan mü’min her zaman şirke düşmeye hazırdır. Kur’an’ın müşrik olarak tanımladığı bir toplumun o dönemde yaşayıp, yok olduklarını düşünmek se büyük bir yanlıştır. Muhatap olarak kendisine insanı seçmiş olan Kur’an her zamandaki insana şirki anlatmakta ve bu tehlikeye Karşı uyarmaktadır. Şirk, inandığını söyleyen her insanın karşısına çıkabilecek olan bir tehlikedir.
Kur’an’da anlatılan müşrik toplumun inançlarına dikkat edecek olursak; Allah’ı inkar etmediklerini ve birçok temel islâmi inanca sahip olduklarını görürüz.
Andolsun onlara, “Kendilerini kim yaranı?” diye sorsan, elbette: “Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar? (43/87)
Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim boyun eğdirtti?” desen, “Allah” derler. O halde nasıl döndürülüyorsunuz? (29/61)
Onlara: “Kim gökten suyu indirip de ölmüş o/an yeri onunla diriltti?” diye sorsan “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a lâyıktır.” Fakat onların çoğu düşünmezler. (29/63)
De ki: “Size göklerd&n ve yerden kim rızık veriyor?” D&kİ: “Allah, o halde ya biz veya siz (ikimizden biri), doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindeyiz. (34/24)
Yukardaki ayetlerin sayısını çoğaltmak mümkündür. Yaratıcı olarak Allah’ı kabul eden insanlar; hüküm koyucu, yönetici, rızık verici, bağışlayıcı olarak da Allah’ı kabullenmek zorundadırlar. Allah, yaratmada nasıl tek başına söz sahibi ise diğer konularda da tek söz sahibidir. Şefaat konusunda da durum böyledir. Bu konuda bazı kimselerin “Biz de söz sahibiyiz,” demeleri ve kendilerine “Filan kimseler de söz sahibidir.” gibi atıflarda bulunulması onlara bu özelliği asla kazandırmaz. Çünkü, dua yalnız Allah’a yapılır ve yardım yalnız O’ndan istenir.
Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. iyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinerek “Biz bunlara, sırt bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” diyenler (e gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez (39/3).
Bu ayetler tevhidi anlayışın dua ve medet sınırlarına kesin ve net bir açıklama getirmektedir. Müslümanların namazlarında bu anlamdaki ayetleri okumasına rağmen, ayetlere ters düşen tavır ve inanış içinde bulunmaları onların tevhidi ne kadar bildiklerini ve ne kadar inandıklarını ortaya koymaktadır. Kaynağı bilinçsizlik olan bu anlayışın kimi insanlar tarafından istismar edilme’si bu kimseleri hiçbir zaman mazur göstermeyecektir. Hesap günü kendilerini sömürüp kullanan kimselerle birlikte hesaba çekileceklerdir.
Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: “Ne işte idiniz?” dediler. (Bunlar): “Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük.” diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: “Peki, Allah’ın arzı geniş değil miydi Ki, onda göç edeydiniz?” işte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş y eridir orası. (4/97)
İşte bu yüzden bizler şirk tehlikesine karşı bilgili ve tedbirli olmalıyız, çünkü;
“Allan, kendisine ortak koşu/masını bağışlamaz, bundan başkasını di/ediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir. ” (4/48)
Şefaat: Lügatta, araya girmek, aracılık etmek, iltimas etmek, yardım etmek, ricada bulunmak, destek olmak ve tavassut etmek gibi anlamlara gelir Kur’an’da da lügat anlamında kullanıldığı yerler vardır.
Kim güzel bir (işe) desteK olursa (şefaat ederse), onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir (işe) destek olursa (şefaat ederse), onun da o işten payı olur. Allah herşeyi gözetip karşılığını verir. (4/85)
Şefaat kelimesi cahiliyye döneminde de çok iyi bilinen ve kullanılan bir kelimeydi. Ancak, Araplar şefaati bugün olduğu gibi dini anlamda da kullanıyorlardı. Kendi pullarını Allah’a yaklaştıncı kabul ettikleri gibi, hesap günü de şefaat edeceğine, kendilerini azaptan kurtaracağına inanıyorlardı.
Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilen şeylere kulluk ediyorlar ve: “Bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır.” diyorlar. De ki,: “Allah’ın göklerde ve yerde bilmediği birşeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?” O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. (10/18)
İslâmi dönemde de aynı anlayış zamanla yeniden ortaya çıktı ve islam akidesinde önemli bir yer aldı. Müslümanlar şefaati, “Kıyamet günü bir kimsenin suçunun affedilmesi veya derecesinin yükseltilmesi için, hüküm sahibi nez-dinde sözü geçen birinin rica etmesi ve yalvarması.” olarak anlamaya başladılar.
İslâm alimlerinin “Allah’ın kulunu affetmesi gerektiğinde, bunun şefaat yoluyla olacağı” şeklindeki anlayışları zamanla Kur’an ayetlerinin de bu anlayışa göre şekillenmesine neden oldu.
Şimdi Kur’an’ın hesap gününü nasıl değerlendirdiğine bir bakalım; Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezasını çekmez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, bir taraftan yardım da görmezler. (2/123)
Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiçbir kimse, kimsenin cezasını çekmez; krmseden şefaat da kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. (2/48)
Kur’an çerçeveyi bu şekilde daraltmış ve o korkunç günde insanların yalnızlıklarını ifade etmiştir. Ayrıca, yukardaki ayetlerden kıyamet gününde insanların yardım görecekleri, şefaat görecekleri bir merci olmadığını da anlıyoruz. Zürner Sûresi 44. ayeti de bu anlayışı pekiştirmekte ve anlamı netleştirmektedir.
De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz. (39/44)
Yukarda verilen ayetlerle genel hatları çizilmiş olan “şefaat” olaylara ve inanış biçimlerine göre yine ayetlerle ve farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır Akaıd kitaplarının hemen hemen hepsinde “hesap gününde şefaatin olmayacağı” şeklindeki ayetlerin aslında kafirleri kastettiği, müslüman-ları kastetmediği ve müslümanlar için şefaatin mutlaka varolduğu anlatılmakta dır. Delil olarak ise “Allah’ın izin verdiği kimselerin şefaat edebileceği” şeklindeki ayetler (20/109, 34/23, 21/28, 2/255, 19/87, 53/26) verilmektedir. Bu ayetler tek tek okunduğunda, siyak ve sibakına bakılmadığında hepimize aynı anlayışı verebilir. Bir de ayet tercümelerinin dikkatli yapılması ve bir takım anlayışların etkisi altında kalınmaması gerekir. Yukarda numaraları verilen türden ayetleri yazımızın son bölümünde inceleyeceğiz. Şimdi az önce söz konusu edilen Şefaatin kafirler için olmayacağı iddiasına” dönelim, önce aşağıdaki ay etlere bir göz atalım:
Rab’leri (nin huzuru) na toplanacakların (a inanıp bu durum) dan korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O’ndan başka ne velileri ne de şefaatçileri yoktur. Belki korunurlar. (6/51)
Ey inananlar, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin, Kafirler, zalimlerin ta kendileridir. (2/254)
Bu ayetleri okuduktan sonra şefaatla ilgili ikazların müslümanlara yapılmadığını söyleyebilir miyiz? Allah şefaatçinin da, velinin de kendisi olduğunu apaçık ilan edip dururken bunun karşısında beşeri iddiaların ne önemi olabilir. Vahiyden uzak toplulukların kurtuluş olarak gördükleri çeşitli şefaat kapıları kaçamak bırakılmayacak şekilde kapatılmıştır. Burada mü’minlere düşen görev kendilerine hiçbir şekilde fayda ya da zarar veremeyecek olan ve kendileri gibi birer insan olan kimselere değil, Allah’a yalvarmaktır.
Kur’an bazı dönemlerde ise müşriklerin bu anlayışına kesin bir tavır takınmaksızın “Allah dilemedikçe kimse şefaat edemez.” şeklinde ayetler ile Kur’ani ifadenin temelini atmıştır.
Rabbiniz Allah’tır kî, gökleri ve yeri altı safhada yarattı, sonra arşa istiva etti (kuruldu). Buyruğunu icra eder. O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez, işte Rabbiniz Allah budur. O’na kulluk edin, düşünmüyor musunuz? (10/3)
Bu ayet, Allah’tan başkalarına şefaat atfeden kimselere meydan okumakta ve şefaatin onun izni olmadan asla gerçekleşmeyeceğini bu yüzden de gerçek şefaat sahibi Allah’a kulluk etmelerini istemekte ve ardından da bunun düşünülmesi gereken bir olay olduğunu hatırlatmak için “Düşünmüyor musunuz?” diye sormaktadır.
Şefaatin ancak “izinle” olabileceğini ifade eden böyle ayetler, “izin” söz konusu olduğuna göre şefaatin da söz konusu olduğu imajını bizlere vermektedir. Fakat, Kur’an bu şefaati da muallakta ve insanların müdahalesine açık bırakmamıştır. Önce aşağıdaki ayeti okuyalım:
“Rahman çocuk edindi.”dediler. O yüce (münezzeh)dir. Hayır (melekler) değerli kullardır. O’ndan önce söz söylemezler ve onlar O’nun emriyle hareket ederler. (Allah’ın) razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve onlar O’nun korkusundan titrerler. Ollardan her kim “Ben O’ndan başka bir ilahım.’ derse onu cehenemle cezalandırırız.” (21/26-29)
Müşrikler, melekleri Allah’ın çocukları sayıyorlar ve onlardan da şefaat bekliyorlardı. Yani melekleri de Allah’a eş koşuyorlardı, işte bu ayet önce meleklerin de kul olduklarını, Allah’tan önce konuşmalarının ve herhangi bir teklifte bulunmalarının da mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. “Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler,” kısmı ise bizlere meleklerin kendi başlarına şefaat edemeyeceğini ancak Allah’ın kendilerine emir verdiği taktirde, razı olduğu mü’min kullarına yardım (şefaat) edebileceklerini anlatmaktadır, Bu anlayış içinde aşağıdaki ayetlerin de yeniden tercüme edilmeleri ve Kur’an’ın kastettiği şekilde anlaşılmaları gerekmektedir.
Göklerde nice melek var ki ontartnşefaatı hiçbir işe yaramaz. Meğer, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin vermesinden sonra otsun. (53/26)
O gün Rahman’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasına şefaat fayda vermez. (20/109)
O’nun huzurunda O’nun izin verdiği kimselerden başkasına şefaat fayda vermez. (34/23)
Yukarıdaki ayetlerden Ranman’ın “izin vermesi”nin ‘meleklerin mü’minlere xyardım etmesine izin vermesi” anlamında olduğunu rahatlıkla anlayabilmekteyiz, Son olarak şunu söyleyebiliriz; Müslümanlar şefaati ancak Allah’tan beklemelidirler. Bizlere yardım edecek ve bağışlayacak olan da ancak O’dur. İşte bu yüzden namazlarımızda;
“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Hüseyin Avni, Kalem Dergisi http://www.kurannesli.net/forum/viewtopic.php?f=45&t=682 )