Peygamberi Aşırı Yüceltme -Mustafa İslamoğlu
HZ. PEYGAMBER VE AŞIRI YÜCELTME
Hz. Peygamber’in aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru konusundaki davranışları, Kur’an’dan bağımsız değerlendirilemez. Çünkü onun davranışlarını dokuyan ve yönlendiren Kur’an’idi. Hz. Aişe’nin diliyle söylersek “Onun ahlakı Kur’an idi.” Dolayısıyla, Hz.Peygamberin aşırı yüceltmeye karşı tavrı, Kur’an’ın bu konudaki tezinin pratiğe aktarılmasından başka bir şey değildi.
Kur’an’da geçen beş put, başlangıçta beş veli miydi.
İsimleri Kur’an’da geçen beş putun ilginç öyküsünü sunmamız gerek. Çünkü, bu putlarla ilgili tefsirlerde yer alan rivayetler, aşırı yüceltmeye karşı Hz. Peygamber’in neden bu denli şiddetli tepki gösterdiğini anlamamızı da kolaylaştıracaktır. Önce ayete bakalım.
“ Nuh dediki: Rabbim Onlar bana karşı çıktılar Onlar öyle birilerinin peşine takıldılar ki mal ve çocukları aldanıştan başka bir şeylerini artırmadı, üstelik (senin yoluna) tuzak üstüne tuzak kurdular ve dediler ki: Tanrılarınızı sakın ola terk edeyim demeyin ne Vedd ve Süva’ı, ne Yeğus ve Ye’uk’u, ve ne de Nesr’i terk etmeyin (71.21-23)
Vedd, Süva, Yeğus, Ye’uk ve Nesr… bunlar birer put ismi. Hz. Nuh’un gönderildiği toplum bunlara tapıyor. Rivayetlerden öyle anlaşılıyorki, biçim ve muhteva değiştirerek de olsa, bu putların isimleri bir kült olarak nesilden nesile taşınmış. Bazıları değişerek de olsa Hz.Peygamber zamanına kadar varlıklarını sürdürmüşler. Şimdi bu putların geçmişte ve ayetin indiği çağda hangi kabilenin totemi olduğunu, aslının neye dayandığını dile getiren bir Buhari rivayetine bakalım. İbn Abbas bu ayetin yorumunda diyor ki:
“Önceleri Nuh kavmine ait olan bu putlar, sonradan Arapların putları haline geldi. Vedd, Kelb kabilesinin Demetu’l Cendel’deki putuydu. Suva Huzeyl’in putuydu. Yeğes önce Murad kabilesinin putuydu daha sonra Sebe ile birlikte Cevf’te yer alan Beni Gatif’in putu oldu. Ye’uk Hemedan’ın putuydu. Nesr’e gelince o da Zi’l Kela soyundan gelen Hımyerlilerin putuydu. Bunlar Nuh kavmine mensup Salih insanların isimleriydi. Onlar öldükleri zaman, şeytan onların toplumuna onların hayattayken oturdukları mekanları kutsal adak yeri edinmelerini öğütledi. her birinin adını o kutsal adak yerlerine verdiler. (Önceleri) bunu yapıyorlardı, fakat tapınılmıyordu. Ta ki o nesiller de geçip gitti, makamlar hakkındaki gerçek bilgi unutuldu. (sonraki nesiller tarafından) ibadet edilmeye başlandı. (Buhari, Tefsir398)
Bu Buhari rivayetine kimi haklı itirazlar yapılabilir. Mesela şöyle bir itirazın haklılık payı vardır. Adı geçen putlar, ayette Nuh kavminin taptığı putlar olarak aktarılırken, haberde bu isimlerin Nuh kavmine mensup Salih zatlar olduğu söylenmektedir. Bu açık bir çelişkidir. Bu rivayet doğruysa, söz konusu Salih zatlar çok daha önce yaşayıp göçmüş olmalıdırlar.
Evet, bu rivayet kaynağından hedefine taşınırken, başına yolda kaza gelmiş olma ihtimali büyüktür. Biz bu çelişkiyi gideren cevabı büyük müfessir Taberi’nin naklettiği bir başka rivayette buluyoruz. Muhammed b.Kays, İkrime, Katade’den ayrı zincirlerle gelen rivayet şöyle: “ Bu isiler, Ademoğullarından Salih bir topluluktu. Onların izini takip eden bağlıları vardı. Bu Salih zatlar ölünce, onların bağlıları şöyle dediler. Keşke onların suretlerini yapsak, onları hatırladığımız zaman, daha bir şevkle ibadet yaparız. Ve başladılar suretlerini yapmaya. Onlar öldüler, yeni gelen nesiller onların izinden gitti. İblis Eski nesiller onlara tapıyorlar, onların yüzü suyu hürmetine yağmur yağıyordu düşüncesine fitleyerek onları ayarttı. Bu kez onlar da tapmaya başladılar” (Taberi,29/99)
Rivayetleri esas alırsak, burada bizi asıl ilgilendiren, bu putların bir zamanlar Salih birer insan olmalarıdır. Bu Salih insanlar, kendilerini sevenler tarafından aşama aşama yüceltilerek sonunda “ilahlık” mertebesine çıkarılacaklarını elbette bilemezlerdi. Fakat onların takipcileri, sevgilerini tabi oldukları Salih üstatlarını üreterek değil, tüketerek ifade etme yolunu seçtiler.
PEYGAMBERE KURAN DIŞINDA VAHY GELMEMİŞTİR
PEYGAMBER GELECEĞİ BİLMEZ
PEYGAMBERİ AŞIRI YÜCELTME
PEYGAMBERİMİZ: BEN SADECE BİR İNSANIM
Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan aşırı yüceltme
Aşırı yüceltmeci geleneği oluşturan temel unsurları şöyle sıralıyabiliriz.
a) İlk nesiller arasındaki anlayış ve kavrayış farklılıkları
b) Akli anlamaya mukabil hissi anlama
c) Müslüman olan ve olmayan kitap ehlinin İslam’a taşıdığı eski kültür
d) Siyasi rivayetlerin peygamber tasavvuru alanında kullanılması.
İlk nesiller arasındaki anlayış ve kavrayış farklılıkları
Resulullah’ı en iyi tanıyan isimlerin başında gelen çok sevdiği eşi Hz.Aişe’den Mesruk b.el-Ecda’ şunu aktarıyor.
“Bir gün Aişe’nin yanında oturuyordum. Aişe dedi ki: Ey Aişe’nin babası (Mesruk) Üç şey var ki kim bunlardan birini söylerse, Allah’a iftiraların en büyüğünü yapmış olur. “Ben “Nedir onlar” dedim. O cevap verdi. Kim Muhammed Rabbini gördü derse o kimse Allah’a en büyük iftirayı etmiş olur. “Ben yaslandığım yerden doğruluverdim ve dedim ki Ey müminlerin annesi Dur bakalım öyle acele etme: Allah “Ve onu apaçık ufukta görmüştü”(81.223) “Ve onu bir kez daha gördü”(53.13) buyurmuyor mu” O dediki Bu soruyu bu ümmetin içerisinde Resulullah’a ilk defa soran benim. Resulullah ise: Gördüğüm sadece Cebrail’di, onu yaratılmış olduğu asli suretinde bu ikisi dışında hiç görmedim. Onu muhteşem yapısıyla gökle yer arasını bütünüyle kaplamış halde gökten iniyor gördüm” diye cevap verdi. Hem sen Allah’ın şöyle buyurduğunu duymadın mı: “Hiçbir beşeri görüş ve tasavvur O’nu kuşatamaz, fakat O, her türlü beşeri görür ve tasavvuru çepeçevre kuşatır, yalnız O’dur her şeye nüfuz eden, her şeyden haberdar olan” (6-103) Ve yine sen, Allah’ın şu kelamını işitmedinmi: Allah bir beşerle başka bir yolla değil, ancak vahiyle ya da bir perde arkasından, ya da elçi göndererek konuşur ve dilediği kimselere izniyle vahyeder..Çünkü O çok yücedir, hikmet sahibitdir.”( Aişe devam etti) Kim Resulullah’ın Allah’ın kitabından bir şeyi gizlediğini zannederse, o da Allah’a en büyük iftirayı atmış olur. Zira Allah şöyle buyurdu: “Ey Peygamber Rabbinden sana indirilen hakikatı tebliğ et. Eğer bunu (tam) yapmazsan, O’nun mesajını (hiç) tebliğ etmemiş olursun” (5.67) (Yine o ediki) Kim Muhammed yarın ne olacağını biliyor sanıyorsa şüphesiz o, Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olur. Çünkü Allah şöyle buyurmuştu: “ De ki Göklerde ve yerde olan hiçbir kimse gaybı bilemez, yalnızca Allah bilir” (27-65)
Bu haberde geçen özellikle Hz. Aişe’nin “Kim Muhammed yarın ne olacağını biliyor sanıyorsa şüphesiz o, Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olur” hükmü üzerinde ısrarla durulup düşünülmesi gereken bir noktadır. Hz. Aişe’nin aşırı yüceltmenin bu tür tezahürünü, ısrarla insan-Allah ilişkileri çerçevesinde bir sapma olarak görmesi manidardır. Oysaki bu çerçevede yanlış anlamanın objesi, görünürde Allah değil Hz. Peygamberdir. Fakat Hz.Aişe, bu tür bir yanlış anlamanın sadece peygamber tasavvurunu etkilemekle kalmayıp insanın “Allah inancını” da etkileyeceği ictihadındadır.
Elbette Hz. Peygamber Allah’ın bildirdiğini bilir. Onun, peygamber olmayan hiçbir insanın ulaşamayacağı Vahiy Meleği gibi çok özel bir bilgi kaynağı olduğu da bir gerçek. Ne ki, Hz.Peygamber’in yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek, hiçbir tevile sığmayan bir yığın haber üretmekten de geri kalmamıştır.
Hz. Ömer’in şu kaygısı, yukarıda naklettiğimiz Hz.Aişe’nin duyarlılığıyla aynı değimli? Hz.Ömer, bir yolculuk esnasında, insanların bir yerde namaz kılmak için sıraya girdiğini görünce şöyle der: “Her kim namaz kılmak istiyorsa kılsın, yoksa çekip gitsin. Ehl-i Kitap, Peygamberlerinin uğrak yerlerini tapınak haline getirdiği için helak oldu.” (Fethu’l-Bari-1/231)
Resulullah’ın ve vahyin terbiyesiyle yetişen seçkin arkadaşlarının bu duyarlılığı, sonradan gelen nesiller aynen devam ettiremediler. Bilinçlerindeki kırılmanın nasıl hızlı gerçekleştiğini anlamak için yukarıda naklettiğimiz Hz.Aişe rivayetini bakmamız yeterli. Mesruk’un hicri 62 yılında öldüğünü hatırlarsak, onun ikinci nesle mensup olduğunu anlarız. O, yukarıdaki diyaloğu Hz. Aişe’nin (öl.57 h) ömrünün sonlarında gerçekleştirmiş olmalıdır. Bu konuşmada Mesruk’un, ilgili Kur’an ayetlerini vahim bir yanlış okumaya tabi tuttuğunu görüyoruz. Demek ki, eğer Mesruk bu okuyuşunu Hz.Aişe’ye açmasa, bu görüş hem de tabiin otoritesi sıfatıyla gelecek nesle yanlış olarak aktarılacak ve bu yanlış anlama sayısız örneğinde görüldüğü gibi selefin otoritesine sığınılarak meşrulaştırılacaktır.
Hz. Aişe Mesruk’un yanlış okumasına şiddetle karşı çıkarken bizzat Resululah’ın tanıklığına başvuruyordu. Bu hem metin hem senet açısından tartışılmaz tanıklığın bu konudaki spekülasyonları bitirmesi beklenirdi, değil mi? Ama pratik durum hiç de öyle olmadı. Resulullah’ın Miraç’ta gördüğünün kim olduğu tartışmasını makulün ve vahyin ilkeleri çerçevesinde çözen bu habere rağmen ısrarla onun gördüğünün Allah olduğu spekülasyonları yapıldı. Böylece konu, aşırı yüceltmecilerin eliyle mahsusun ve efsanenin alanına taşınmış oldu. Tabiki bir kez önü açılınca, arkasının gelmemesi söz konusu olamazdı. Ve bakın arkası nasıl geldi:
Ahmed, Taberani, Nebi’nin sahabelerinden olan bir adam (?) dan: “ Bir sabah Resulullah güzel kokulu nefesi ve apak bir yüzle yanımıza geldi. Sebebini sorduk ve o da şöyle dedi: Rabbim bu gece en güzel surette geldi ve dedi ki Ya Muhammed Ben de Başım gözüm üstüne, buyur Ya Rab dedim. Buyurdu ki Melei a’la neden birbiriyle çekişiyor? Bilmiyorum dedim. Elini iki kürek kemiğim arasına koydu, hatta onun serinliğini göğüslerimin arasında hissettim, ta ki göklerde ve yerde olan şeyler bende tecelli etti.Ardından şu ayeti okudu: İşte biz böylece İbrahim’e, kalbi yatıştıracak insanlardan olsun için göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk.(6-75) (Süyuti, el-Hasais 2-88)
İşte zaten yüce olup insanlığın ufkunda oturan Hz. Peygamber’in karizmasına “bir nevi katkıda” bulunayım derken Allah’ı cisimler dünyasına indiren yaklaşımın tipik örneği. Bu noktadan itibaren insan peygamber yerini insanüstü peygambere bırakmak zorundadır. Aslında bu tür rivayetlerin, gösterilen ilk ravilerine ve kaynaklarına aidiyeti hayli kuşkuludur.O nedenle, makulün dışındaki bu tür rivayetler, çok sonradan ya mezhebi, ya siyasi, ya da meşrebi polemiklerde kullanılmak üzere tedarik edilmişlerdi. Bu rivayetlerin en vahim sonucu, ümmetin Hz.Peygamberle ilişkisinde mahiyet değişikliğine yol açmasıydı.Bu eğilim müminin peygamberiyle olan ilişkisinin tasavvur düzleminde “yatay ilişki” den “dikey ilişki” ye geçmesiyle sonuçlandı.
Oysa ki Kur’an, Hz.Peygamber’in beşerliği üzerinde ısrarla duruyor ve bu gerçeği ona tekrar ettiriyordu.(bkz.18.110; 41.6) Ayrıca Hz.Peygamberin kendisi de sık sık bu konuda etrafındaki insanları uyarıyordu. İşte birkaç örnek:
“Allah’ım, ben de insanım, Hangi müslümana lanet etmiş, kötü söylemiş ya da el kaldırmışsam, onu o kimse için bir dua, bir bağış, Kıyamet Günü kendisiyle sana yaklaşaçağı bir araç kıl.(Darimi, Sünen,2/406, İbn Hanbel 6-107)
Abdullah’tan: Resulullahla namaz kılıyorduk. Fazla ya da noksan kıldı. (Rivayetin ikinci ravisi Alkame ya da İbrahim hangisi olduğunda tereddüt ettiler.) Selam verdi, sonra yüzünü bizden yana çevirdi ve dedi ki: “Eğer namazla ilgili yeni bir hüküm olursa ben size söylerim, fakat ben de bir insanım, sizin unuttuğunuz gibi bende unuturum. Eğer unutursam siz bana hatırlatınız”.( Ebu Avenc,Müsned 2,201; İbn Hanbel 1-379)
Ümmü Seleme’den, Resulullah dedi ki: Ben yalnızca bir insanım. Siz bir birinizle çekişip davalı olarak bana geliyorsunuz. Mümkündür ki, bazılarınız kendisini diğerlerinden daha iyi savunuyor. Ben de ondan dinlediklerimle onun lehine karar vermek durumunda kalıyorum. Ancak ben, kimin lehine kardeşinin hakkı olan bir şeyi hükmetmişsem, o ondan hiçbir şey almasın, çünkü o, onun için ateşten koparılmış bir parçadır.” (İbn Hibban,Sahih,11/460; Malik, Muvatta, Akdiye 36.1,2-79)
Taberani, Ebu Hüreyre’den ilginç bir rivayet aktarır: Peygamber, kendileriyle birlikte sabah namazını kıldırmak için tekbir alır. Sonra cemaate işaret eder ve çıkar. Ardından saçlarından sular damlayarak gelir ve kendileriyle birlikte namaz kılar. Sonra der ki “ Ben sadece bir insanım, ben cünüp idim, fakat unutup gitmişim.” (el-Evsat,5-317; İbn Abdilberr, et-Temhid, 1-177)
Hz. Peygamberin beşerliğiyle ilgili bu rivayetler, onları derleyen muhaddisler tarafından sahih sayılmışlarsa da, bir başka muhaddis çıkıp kendi içtihadına, şartlarına göre, falanca haberin problemli olduğunu iddia edebilir. Bunda usul açısından bir gariplik yoktur. Fakat haberin bizim açımızdan güvenilirlik kriteri, senedinden önce muhtevasıdır. Bu haberleri buraya almamızın nedeni, bizim tezimizi destekledikleri için değil, Kur’an’ın ruh ve maksadına örtüştükleri içindir. Değilse, Kur’an’ın ruh ve maksadına aykırı olan bir rivayet, onun senedi hakkında falanca muhaddisin “Sahih” ya da “Hasen” demesinin, tek başına o rivayeti tezkiye etmeye yetmeyeceği gerçeği, Hadis Dirayeti İlmi tarafından da tespit ve takdir edilmiş bir ilkedir.
Akli anlamaya mukabil “hissi anlama”
HZ AİŞE SÜNNET DİYE YAPILACAKLARA KARŞI ÇIKMIŞTIR
Seçkin sahabiler, peygamber tasavvurunun makul alanından dışlanarak mahsus alanına hapsedilmesinin önüne geçmek için büyük çaba harcamışlardır. Bunların başında, Hz.Aişe, Ömer b.Hattab, Abdullah b.Mes’ud, İbn Abbas gibi isimler gelmektedir. Çünkü bu tür bir yöneliş, sünnete yaklaşım tarzını da kökten değiştirmektedir. İşte Hz.Aişe ve Abdullah b.Abbas’ın şiddetle karşı çıktığı bir hissi anlama örneği daha: Abdullah b.Ömer ve Ebu Hüreyre, Resulullah hacca giderken el-Muhassab (el-Ebtah) denilen mevkide konakladı diye bunun sünnet olduğu iddiasıyla hacıları konaklatmıştı. Hz.Aişe ve İbn Abbas bu anlayışa şiddetle itiraz etmişti.(Beyhaki,Sünenu’l Kubra,2-468) Bedrüddin ez-Zerkeşi, Hz.Aişe’nin Resulullah’ın yanlış anlaşılmasına karşı verdiği mücadelede, müdahale ederek düzelttiği hadisleri kapsayan müstakil bir eser kaleme almıştır.
Kadı Iyaz’ın nakline bakılırsa, İbn Ömer, hacca giderken bir yere geldiğinde sebep yokken bineğini döndürmeye başlamış, kendisine sebebini soranlara da, sebebini bilmediğini söylemiş fakat Resulullah’ı aynı mevkide bunu yaparken gördüğünü gerekçe göstermiştir.
Çok daha ilginci, Buhari ve Müslim başta olmak üzere birçok hadis mecmuasının naklettiği bir hadisin sonradan kazandığı çok ilginç yorumdu. Ebu Hüreyre’den: Resulullah buyurdu: “ Siz işte şu önümü/kıblemi görüyormusunuz? Vallahi ne rükunuz ne secdeniz gözümden kaçıyor; ben arkamda neler olup bittiğini de kesinlikle görüyorum.( el-Hasais1-61-Hadisin aslı için bk.Buhari 15 cemaat 42, Muslim 4 salat 28)
PEYGAMBERİN ARKADA GÖZÜ VAR İDDİASI
Hadis, Resulullahın namaz kıldırırken safları düzgün ve aralıksız tutma ihtarını bazı varyantlarda “Kuşku yok ki ben arkada olup bitenleri görüyorum” sözüyle pekiştirmesiydi. Kadı Iyaz’ın Mücahid’e atfen naklettiği bir yorumda şöyle deniliyordu: “ Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem, namaz kıldırmak için kalktığı zaman tıpkı önünü gördüğü gibi arkasını da görüyordu.” Bu yoruma hiç alakası olmayan şu ayeti delil getiriyordu. “Ve tekallebeke fi’s-sacidin” (secde edenler içerisindeki yönelişlerini de) (eş-Şifa) Yanlış anlamaya kurban edilmiş bir ayet eşliğinde yanlış anlaşılmış bir tabiin müfessiri referans gösterilerek yapılan yanlış yorum burada durmamış. Eş-Şifa’ya Müzilu’l-Hafa adlı bir haşiye yazan Şumunni’nin verdiği bilgiye göre, Kuduri şarihi ve el-Kunye’nin müellifi Muhtar b.Mahmud el-Hanefi, Risaletu’n-Nasıriyye adlı eserinde şu görüşü savunur: “Peygamberimiz aleyhisselam’ın iki kürek kemiği arasında iğne deliği büyüklüğünde iki gözü bulunmaktaydı. İki gözle aradan arkayı görmekte ve elbise o gözlerin görmesini engellememekteydi…..Kadı Iyaz,Ahmed b.Hanbel ve ulemanın çoğunluğu, bu görüşün gözün görüşüyle aynı olduğunu söylemişlerdir.(Age,67)
HZ. ÖMERİN SAHTE KUTSALLARIN OLUŞMASINA TEPKİSİ: PEYGAMBERİN BİDAT ALDIĞI AĞAÇ KUTSALLAŞTIRILINCA HZ. ÖMER O AĞACI KÖKÜNDEN KESTİRDİ
Hiçbir toplumun tüm üyeleri, kabiliyet, kapasite, akıl, anlayış ve bilinç olarak birbirine denk olamaz. Bu, yaratılışın yasasına aykırıdır. Resulullah’ın içerisinde yaşadığı müminler topluluğu da bu yasanın istisnası değildir. Onlar arasındaki anlayış farkını şu örnek olay çok güzel açıklar: Hz.Peygamber, Hudeybiye’de Mekkelilerle anlaşma yaptıkta sonra, orada bulunan müminlerden bağlılık tazelemelerini (bey’at) istemiş ve bir ağacın altında onların bağlılık taahhütlerini kabul etmişti. Bu bey’at Allah’ı da Elçisi’ni de razı etmişti. İşte bu nedenle bu ağaç daha sonra “Hoşnutluk Ağacı” (Şeceretu’r-Rıdvan) adı verildi. Bu ağaç, çok geçmeden tepik bir “hissi anlama”nın nesnesi haline geldi. Hz.Ömer’in hilafeti döneminde Medine’den Mekke’ye hac için giden kafilelerin bu ağacın önünde “teberrüken” nafile namaz kıldıkları haberi Hz.Ömer’e ulaşır ulaşmaz, Hz.Ömer bir görevli yollayarak o ağacı kökünden söktürdü.(İbn Sa’d,Tabakat 2/100)
Aynı olayda birbirine zıt iki tavır: İlk nesle mensup bazı insanların “bereket” atfettikleri bir nesne, Hz.Ömer için “tehlike” olarak algılanmıştı. Bu noktada, elbette Hz.Ömer’in hassasiyeti Kur’an mesajının özüne uygundu.
AŞIRI YÜCELTME VE PEYGAMBERİN BALGAMINI ELLERİNE YÜZLERİNE SÜRMELERİ
Bu anlama farkı, hem entelektüel, hem sosyolojik, hem de psikolojik nedenlere dayanıyordu. Hz.Peygamber’in öz elleriyle yoğurup bilincini şekillendirdiği insanlarla, İslam’ın siyasal hakimiyetine karşı direnişin kırılışıyla kitle halinde boyun eğip teslim olan insanların kavrayışı arasında elbette fark olacaktı. Bu farkı fark etmek için, 23 yıllık nübüvvet sürecinde yıl yıl, dönem dönem ilk İslam toplumunun “sosyal davranış kronolojisi”nin çıkarılması gerekir. Bunu yapacak olanlara bir katkı olsun için şu “hissi anlama” örneğini zikredelim. Urve b.Mes’ud’un bire bir gözlemi: “ Kaza umresi yılında Kureyş Kabilesi, ashabının Resulullah’a benzerini görmedikleri bir şekilde hürmet ettiklerine şahit olunca ona belirgin bir teveccüh gösterdiler. O abdest almaya görsün; hemen başına üşüşüyor, onun hizmetini görmek için neredeyse birbirleriyle kavga edecek oluyorlardı. O tükürecek, ya da balgam atacak olsa, hemen seğirtip onu elleriyle kapıyorlar, yüzlerine ve bedenlerine sürüyorlardı. Onun saçından ne zaman bir tel düşse, hemen kapışıyorlar; o ne zeman bir emir verse, verdiği emri yerine getirmek için hücum ediyorlar; n ne zaman konuşmaya başlasa, hepsi birden seslerini kısıyorlar ve gözlerini ona dikerek bakmıyorlardı.(Şifa2-39- Beyhaki, Sünen9/200, İbn Hibban,Sahih 11-221)
Su içtiği kabın içine solumamayı prensip haline getirecek kadar nazik, yere tükürmeyi yasaklayacak kadar titiz, soğan sarımsak kokusuyla insan içine çıkmamayı emredecek kadar duyarlı, diş temizliğine ve ağız bakımına olağanüstü önem atfedecek kadar nezih bir peygamberin, toplumun içinde tükürdüğünü, balgam attığını söylemek, ona bilmeden eza etmek anlamına gelse gerektir. Haberin kaynağından hedefine taşınırken yolda başına gelmesi muhtemel kazaları dikkate alarak çok farklı da olsa yaşanmış bir çekirdek olaydan doğduğunu kabul etmek gerek. Bu durumda, Resulullah’ın etrafındakilerden gördüğü bu tür “avami” tavırlar karşısında hissettiklerinin, Huneyn ganimetleri için sırtındaki elbiseyi çekiştire çekiştire yırtanlara karşı hissettiklerinden daha farklı olmadığını tahmin edebiliriz.
PEYGAMBERİMİZİN ÖLÜ BEDENİNİ KUTSALLAŞTIRMA PEYGAMBERİMİZİN KABRİNİ KABE GİBİ GÖRME
Hissi anlamaya, kimi zaman ayetlerin bir tür yorumundan yola çıkılarak ulaşılıyor. Şu rivayette olduğu gibi: Müminlerin Emiri Ebu Cafer Mansur, Resulullah’ın mescidinde Malik’le tartıştı. Malik ona dedi ki: “Ey Müminlerin Emiri, bu ibadethanede sesini yükseltme. Çünkü Allah Teala bir toplumu şöyle azarladı:”Sesinizi Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmeyin”(49.2) Ve bir toplumu da övdü:” Allah’ın Elçisi’nin huzurunda seslerini kısanlar var ya…”(49.3) Bir toplumu da suçladı: “Seni evinin dışından çağıranlar var” (49.4) Onun ölüsüne saygı, dirisine saygı gibidir. “ Ebu Cafer bu sözler karşısında sakinleşti ve dedi ki: “Ey Abdullah’ın babası, dua ederken kıbleye mi yöneleyim, yoksa Resulullah’mı?” Malik şöyle cevap verdi: “Kıyamet günü Allah katında, hem senin, hem de atam Adem’in (kurtuluş) vesilesi olduğu halde neden yüzünü ondan çevirecekmişsin ki?” (Şifa 2/41)
Bu örnekte ele alınması gereken birden çok husus var:
a) Ayetlerle doğru istidlal şarttır. Bu ayetlerin lafzi anlamı Resulullah’a karşı hayattayken gösterilecek edebi beyan eder. Mecazi anlamı ise hem hayatında hem vefatı sonrasında onun tarafından açıklanan kesin buyrukların ve ahlaki sınırların üzerine/dışına çıkmamayı beyan eder. Tersi bir anlama, gerçek bir anlama problemi olur. Mesela Resulullah’ın kapasını vurup izin istemeden huzuruna girmemeyi emreden ayetin (33.53) aynı mantıkla ela alındığını düşünelim ? Ya da onun yanında uzun süre kalmanın onu rahatsız ettiğini söyleyen ayeti? Hz.Peygamber’in kabrini ziyaret edenleri bu ayetlerle etmeye çağırabilir miyiz?
b) Hayat ve ölümün yasaları herkes için aynıdır. “Sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (39.30) ve “Her insan ölümün acısını tadacaktır.”(3.185) ayetlerinde buyrulduğu gibi… Sanırım Ebu Cafer Mansur gibi, zulmüyle ün salmış bir yöneticinin en büyük günahı, Resulullah’ın kabrinin yanında sesini yükseltmesi değil, Peygamber’in makamına oturup onun duyurduğu ilke ve prensiplerin dışına çıkmasıydı.
c) Hissi anlama istismara açıktır. Abbasi halifesi Mansur’un, İmam Malik’e yukarıdaki soruyu sorduğunda, İmam Azam Ebu Hanife’yi henüz hapsetmiş ya da katletmiş olup olmadığını bilemiyoruz. Fakat bu soru, Ebu Hanife’nin aksini ifade eden görüşüne kinaye olsun için sorulmuş gibidir. Eli Ebu Hanife gibi büyük imamların ve masum insanların kanına batmış olan Mansur’un yüzünü kabre mi yoksa Kabe’ye mi döneceği sorusu, aslında çirkin bir istismardan başka bir şey değildir.
“Sesinizi Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmeyin” ayetinin hissi anlamaya konu olması bu sınırda durmamıştır. Abdurrahman b.Mehdi, bu ayeti gerekçe göstererek hadis okunurken susulmasını emreder ve dermiş ki: “Onu dinlerken susmak nasıl vacipse, onun hadislerini okurken susmak da öyle vaciptir.”( Şifa 2-43) Buradaki hissi anlamanın getireceği vahim sonuç, sözü, bir insan olan Hz.Peygamberin yerine geçirecek, onu makulatın alalından çıkarıp mahsusatın alanına oturtmaktır. Bu, doğal olarak hadisi anlamın objesi olmaktan çıkarıp, tazimin nesnesi olan bir eşya konumuna yerleştirmektir. Şu örneği bu açıdan ele almakta sakınca olmasa gerek: “ Dırar b.Mürre, abdestsiz hadis nakletmeyi mekruh görürdü.”(Age 2-45)
Bu “hissi anlama” örnekleri, tabiki kişinin yaklaşımı ve bakış açısına göre değişirdi. Amacımız, bu tür duygusal bir yaklaşımın niyetini sorgulamak olamaz. Ama bizim sorgulamamız gereken asıl şey, söz konusu yaklaşımların sonuçlarıdır. Bu sonuçlar, gerçekten de hakikatin efsaneye, makulün mahsusa karıştığı bulanık bir zemindir. Bu zeminde hiçbir sağlıklı anlayış boy vermez. Böyle bir zemin, her türlü hakikati sulandırmak için istismara açıktır. Bu zeminin daha da kaygan hale gelmesini kolaylaştıran unsur, ihtida eden kimi kitap ehlinin kendi eski ve mitolojik kültürlerini de beraberlerinde getirmiş olmalarıydı.
YAHUDİ KÜLTÜRÜNÜN HADİSLERE GİRMESİ
PEYGAMBERİN ALLAH’IN NURU OLDUĞU VE ÖLÜMSÜZ OLDUĞU İDDİASI
BEN BİR BEŞERİM AYETİNİN ÇARPITILMASI
Müslüman olan ve olmayan kitap ehlinin İslam’a taşıdığı eski kültür.
İslam’a girişiyle birlikte eski kültürü olan Yahudi kültürünü beraberinde taşıyanlara, eski bir Yahudi olan Ka’bu’l-Ahbar’ı (öl.32.h) örnek verebiliriz. Hıristiyan olan Vehb b.Münebbih’i gösterebiliriz.
İstisnalar olmakla birlikte, bu tür insanların İslam’ı benimser benimsemez, içerisinde yetiştikleri ve kendilerini yıllar yılı şekillendiren Yahudi ve Hıristiyan kültüründen tamamıyla arındıklarını söylemek elbette doğru değildir. Özellikle söz konusu dönemde, ilim deyince rivayet anlaşılıyorsa, dağarcığında nakledilecek rivayeti olanların el üstünde tutulmaları için de bir neden yoktur.
İşte burada değindiğimiz psiko-sosyal nedenlerden dolayı, Müslüman olan kitap ehli, son vahyi ve onun taşıyıcısı olan Hz.Peygamberi’de kendi kitap ve peygamber tasavvurlarıyla okuyorlardı. Önümüzde birçok örneği olmakla birlikte , bunlardan sadece birini Ka’bu’l-Ahbar’ın Yahudi tasavvuruyla Kur’an okuma denemesine örnek oluştursun için buraya alabiliriz.
Kökleri Hermetik öğretiye ve oradan da Yahudi Kabbalizmine dayanan bir yaklaşımla “Nur-ı Muhammedi” teorisinin mucidi olduğunu tahmin ettiğimiz Ka’bu’l-Ahbar, “Allah göklerin ve yerin ışığıdır”(24.35) ayetini bakın nasıl anlıyor: İkinci “nur” sözcüğü, burada, Muhammed sallallahh aleyhi vesellemdir. Allah’ın “onun nurunun örneği” sözü, “Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin nuru” anlamına gelir.(Şifa1/17)
“Nur-ı Muhammed” teorisini desteklemede kullanılan bu “nur” rivayetleri, sadece aşırı mistik bir yorum olarak İslam geleneğine girmemiştir. Süyuti bu konuda bize hayli malumat veriyor. “Hakim Tirmizi, Zekvan’dan naklen aktarıyor: “Resulullah (sav)’ın, gün ya da ay ışığında gölgesinin yere düştüğü görülmemiştir. İbn Seb’in el-Hasais’inde der ki: “Onun gölgesi yere düşmezdi, çünkü o nur idi. O güneş ve ay ışığında yürüdüğü zaman onun gölgesi görülmezdi.Bazıları buna, Resulullah’ın şu duasını delil gösterdiler: “Beni nur kıl” (Süyuti,el-Hasais 1/68)
Bu tipik bir aşırı yüceltmeci yanlış anlamaydı. İkisi de gnostik tabiatlı olan Kabalacı Yahudilikle Hermetizm’in karışımından ortaya çıkan yanlış anlama, bu noktada kalmadı. İş, “Hz. Peygamber’e kim ne kadar karizma katacak?” yarışına dönüştü. Şu metinde olduğu gibi: “Muhammed sav.’ın ruhu ve cesediyle her yerde ve her mecliste hazır bulunur. Yerde ve göklerde dilediği zaman tasarruf eder ve dolaşır. Şimdi de ölmeden önceki durumundadır.(el-Cili,el-İnsanu’l-Kamil 2-46)
Şifa sahibi, Hz.Peygamber’in beşerliği konusunu şöyle ela alır. “Onun özellikleri meleklerin özelliklerine benzemekte, değişimden beri bulunmaktadır.” Bu kez içi rahat etmez ve der ki:”Her ne kadar bir bedenleri ve görünür varlıkları var idiyse de, meleklerin özellikleriyle donanmışlardır.”
Aşağıdaki örnekte görüleceği gibi, bir kez yarış başladı mı, nerede duracağını kestirmek mümkün değildir. Çünkü, mitolojiye dönüştürüldüğü zaman hakikat ölür. İstikamet açısı bir kez sapmaya görsün, yol aldıkça sapma da artar, yanlış anlama temeli üzerine oturan bir mantığın övgüsü, yanlış anlamayı derinleştirmeye katkıdan başka bir işe yaramaz. Aynen Muhammed Bahaeddin el-Baytar’ın şu sözlerinde olduğu gibi: “ Bütün tasarruflarında, Muhammed sav’in durumu Allah’ın durumu gibidir. Alemde Muhammed sav’den başka yoktur…Hakikatin sonu idrak edilemez ve nihayetine vakıf olunamaz O, iman ettiğimiz gaybdandır…Beşeriyet nur olduğu için onun tüm ifrazat ve atıkları (teri,tükrüğü,bevli,gaytası) tertemiz ve mukaddestir. Vücudunun diğer cisimleri gibi gölgesi yoktur. Adem’e üfürüldüğü buyrulan nur, işte bu Muhammedi nurdur; “Allah’ın ruhu”, “Muhammed’in nurudur.” (Abdurrahman el-Vekil, Hazihi Hiye’s-Sufiyye, en-Nefehatu’l-Akdesiyye s.77)
Başından beri bu tür örnekleri okuyan arkadaşlarımızın aklına şu soru gelebilir. Bu tür bir tasavvura sahip olanlar, Kur’an’ın Resulullah’ın beşerliğine vurgu yapan ayetleri bilmiyorlar mı?
Bu sorunun cevabı bellidir: “Evet, biliyorlar” Bu kez, “Ya neden bu mantıkta ısrar ediyorlar?” sorusu gelecektir. İşte burada daha vahim bir anlama sorununa dikkat çekmemiz gerekiyor ki, biz buna yanlış anlama değil,”anlamın ters döndürülmesi” adını vermek zorundayız. Çünkü, bu tür bir aşırı yüceltmeci mantık, en sonunda Kur’an’daki Hz.Peygamber’in beşerliğini vurgulayan ayetleri de kendisine uygun bir “yeniden okumaya” tabi tutmaktadır. Bu tür ayetlerin başında gelen: “De ki:” Ben de sizin gibi bir insanım” ayetindeki kaf-fe-mekfufe olan “innema” birleşik edatını önce “inne” ve “ma” olarak çözüyorlar ve ardından ilgi zamiri olan “ma” yı olumsuzluk ifade eden “ma” ya çeviriyorlar. Bütün bu yapı bozum işlemlerinin ardından, metne işkence edilerek zorla idhal edilmiş şu anlamı elde ediyorlar: “De ki: Kesinlikle ben, sizin gibi bir beşer değilim.”
Aslında yukarıdaki sözler, makul ve mansus değil mahsus sözlerdir ve bu yaklaşım Pavlus Kilisesi’nin teslis inancındaki “İsa” doktriniyle birçok noktada uyuşmaktadır. Yukarıdaki aşırı yüceltmeci tasavvur, her dönemde kendisiyle savaşan kutuplar oluşturmakta sıkıntı çekmemiştir. İşte bu yaklaşımın doğurduğu tepkinin en tipik örneklerinden birini veren İbn Teymiyye, bu tür uçuk iddiaları, “Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbiri beşer nurdan yaratılmamıştır.” Sözleriyle reddedecektir. Fakat gariptir ki, kendisi de teorik alanda yaşanan bu aşırı yüceltmeci tavrı pratik alana taşıyarak hukuk kodu haline getirecektir.
İbn Teymiyye, es-Sarimi’l-Meslul ala Şatimi’r-Resul ( Resul’e Hakaret Edenin Ensesi Üzerindeki Kınından Sıyrılmış Kılıç) adlı eserini, yukarıdaki yaklaşımdan hiç de aşağı olmayan bir duygusallıkla kaleme almıştır. İrfani bilgi sistemi mensuplarının yukarıda yaptığı aşırı yüceltmeyi, ibn Teymiyye de mensubu olduğu beyan bilgi sisteminde yapmıştır. Her iki grup da tezlerini desteklemek için en şaibeli haberleri kullanmaktan kaçınmamışlardır. Aynen rivayet olarak nakledilen şu örnekte görüldüğü gibi: “Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse dövülür.”( İbn Teymiyye)
İbni Teymiyye bu eserinde aynen şöyle der: “Kendi sesini Peygamber’in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin , bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur.”
Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mümini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan rauf ve rahim bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi? Sorusu, bu tür durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur. Resulullah’ın, etrafındakilerin çok çok daha saygısız davranışlarına nasıl dayandığına şu rivayeti örnek gösterebiliriz: “ Uyeyne b.Hısn el-Fezari, kapıyı vurmadan ve haber vermeden Resulullah’ın odasına dalıverdi. Resulullah Hz.Aişe ile birlikte (ev hali rahatlığında) oturuyorlardı. Adam, “O yanındaki kırmızı tenli (humeyra) de kim?” diye sordu.”Ebu Bekir kızı Aişedir.” Dedi. Uyeyne, yüzü kızarmadan:” Ben sana ondan daha iyisini getireyim” teklifini yapınca Hz.Peygamber, “Ey Uyeyne, Allah bunu haram kıldı” dedi. (İbn Kesir, 33-52’nin tefsirinde, Ayrıca Siyeru A’lami’n-Nubela 2/167, el-İstiab 8/1250)
Beyan bilgi sisteminin muhaddis mensupları da, İbn Teymiyye’nin fıkha taşıdığı bu “aşırı yorum”dan nasiplerini almışlardır. Bunlardan Muhammed b.Mukatil, “Şayet bir belde halkı sivak’ı terk etme konusunda ittifak etseler, kafirlerle savaştığımız gibi onlarla da savaşırız.(el_Leknevi)
Ka’bu’l-Ahbar’dan sonra Vehb b.münebbih, ait olduğu eski kültüründen İslam’a taşıdığı aşırı yüceltmeci gelenekle Resulullah’ı bakın nasıl okuyor: “Ebu Nuaym ve İbn Asakir, Vehb b.Münebbih’ten nakleder: “Yetmişbir kitabı okudum. Tümünde şu gerçeği buldum. Dünyanın başından sonuna kadar gelmiş geçmiş tüm insanlığın aklıyla Muhammet sav’in aklı kıyaslandığında, bir tek kum tanesi karşısında dünyanın tüm kumları kadar tüm insanlığa üstün olduğu görülür.”( el-Hasais 1/66)
Daha da ilginci, Vehb b. Münebbih adının daha ilk dönemlerde tartışıldığını, onun adına hadis üretilmesine ihtiyaç duyulmasından anlamaktayız. Süyuti, Hasais’inde hem de Resulullah’ın “kendine özgü ayrıcalıklarından biri” olarak şu haberi nakleder: “İbn Adiy ve Beyhaki Ubade b. Samit’ten Resulullah sav dedi ki: “Ümmetimin içerisinde bir yiğit vardır ki, ona Vehb adı verilir. Allah ona hikmet vermiştir. Bir de Gaylan denilen bir adam vardır ki, o insanlar için İblis’ten çok daha zararlıdır.”( Süyuti,Hasais 2/133) Tehzibu’l-Hasais sahibi et-Tuleydi, bu haberi Hasais’teki uydurmalar listesinde verir.s.16 Vehb b.Münebbih’in dostları, onu Hz.Peygamber adına haber “üreterek” desteklemişlerdir.Fakat bu arada bir taşla iki kuş vurmuşlardı: Gaylan ed-Dımeşki gibi ilmi, takvası ve dürüstlüğü hasımlarınca dahi takdir edilen ve Emevi zulmüne karşı direnip, Ömer b.Abdulaziz halife olunca, onun tarafından Emeviler’in haksız yere gasbettikleri malları sahiplerine vermekle görevlendirilen, Ömer b.Abdulaziz’den sonraki yönetici tarafından hunharca katledilen “muhalif” bir isimden de öç alınmaktadır.
HIRİSTİYAN KÜLTÜRÜNÜN HADİSLERE YANSIMASI
Hıristiyan kültürünü İslam’a Hıristiyanlaşma biçiminde yansıtan sadece Müslüman olan eski Hıristiyanlar değildi. Bizim tahminimiz o ki, Tedvin asrı (h.II ve III.yüzyılların ilk yarısı)nda çok önemli roller üstlenen Beytü’l-Hikme’nin Hıristiyan mütercimleri de Kilise’nin incir çekirdeğini doldurmayan teolojik kavgalarını İslam’a taşıdılar. Mesela, Me’mun tarafından Beytu’l-Hikme’nin başkanlığına atanan Huneyn b.İshak (öl.H.260) bir Nasturi Hırıistiyandı. Radikal Sünni ihtilalin sahibi Mütevekkil döneminde de kabul görecek çevirmenler kurulunun başkanlığına atanmıştır. Oğlu İshak b. Huneyn (öl.298) Mutemed, Mutezid ve Muktedir dönemlerinde yaşamış, devlet nezdin de hatırlı bir mantıkçıydı.
SİYASETİN HADİS YAZIMINA ETKİSİ
Siyasi Rivayetlerin Peygamber Tasavvuru alanında kullanılması
Hayata ilişkin söyleyecek sözü olan hiçbir dinin siyaset bigane kalması düşünülemez. Kaldı ki, İslam gibi insanlığın değişmez değerlerini bünyesinde barındıran bir inanç sisteminin, hayatın içerisinde oldukça ciddi bir yeri olan siyaset alanına sırt döndüğünü söylemek, gerçeği söylememektir.
Fakat dinin siyasetin üzerinde, onun temel belirleyicilerinden biri olması başka bir şey, dinin siyaset tarafından belirlenmesi daha başka bir şeydir. Bizim burada geleneksel peygamber tasavvurunu oluşturan söylemlerden biri olarak üzerinde duracağımız konu, işte bu ikincisidir. Siyasetin dinin belirleyicileri arasında yer alması. Önce siyasetin İslam düşüncesi üzerindeki etkisi üzerine Muhammed Abid el-Cabiri’nin yaptığı şu tespitleri okuyalım:
“Gerçek şu ki, Arap-İslam düşüncesi ister yapısal ister tarihsel açıdan analiz edilsin, siyasetin bu düşünceyi yönlendirmede ve seyir güzergahını belirlemede oynadığı büyük rol dikkate alınmadıkça yapılan her türlü analiz eksik çıkacak, sonuçları yanıltıcı olacaktır… Çünkü İslam, tarihsel gerçeği bakımından aynı anda hem din hem devlet idi. Genel ideolojik çatışmada var olan düşünce de dinsel düşünce veya en azından dinle doğrudan ilişkili bir düşünce idi. Yine o, işte bu sebepten dolayı siyasetle de doğrudan ilişki halindeydi.” (Ara-İslam akımı oluşumu 365-66)
Özellikle İslami ilimlerin ilk kez oluşturulduğu Tedvin asrında derlenen ve tasnif edilen ilimlerin ilk malzemesini oluşturan rivayetlerin bir kısmı, şu yada bu şekilde, dönemin siyasal rekabetinde ya doğrudan ya da dolaylı bir biçimde kullanılmıştır. İşte bu gerçek gözardı edilerek, siyasetle uzaktan ya da yakından ilgili olan hiçbir rivayetin doğru anlamı tespit edilemez.
Burada bizi ilgilendiren, peygamber tasavvurunu yansıtan ya da oluşturan rivayetlerin, yukarıdaki anlamda dönemin siyasi çekişmelerinde lojistik destek malzemesi olarak kullanılıp kullanılmadığıdır. Buyurun. Çok masum gibi duran şu aşırı yüceltmeci rivayeti birlikte tahlil edelim:
“Ebu Ya’la, Taberani el-Evsat’ta, İbn Asakir, Hasan b.Arafe ünlü Cüz’ünde, Ebu Hüreyre’den naklen aktarırlar: “İsra gecesi’nde semaya yüceltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın Rasuludür. Ebu Bekir Sıddik da halefimdir.” (el-Hasais1/17)
İlk bakışta, siyasetle pek ilgisi yokmuş gibi görünen bu rivayetin, biraz dikkat etince fırkalar arası siyasi çekişmelerde kullanılmaya çok müsait olduğunu anlamakta gecikmiyorsunuz. Çünkü ilk dönem Şiaları ( siyasal taraftarlar), kendi tezlerini “efdaliyyet” (en iyinin tespiti) üzerine kurmuşlardı ve en iyinin tespiti ise epeyce müşkil bir işti. Kimin en iyi olduğunu Allah’tan başka kimse bilemezdi. Bunun tespitini insanların yapması mümkün değildi. Çünkü bu hayli görece bir şeydi. O halde, Rasulullah’tan sonra en iyinin tespitinde “yorum” dışı bir “belge” gerekiyordu ve işte o belge sahihler arasında bulunamayınca “üretilme” yoluna gidilmişti. Yani aslında yapılan şey, bir kesimin görüşlerinin “belge” haline getirilmesiydi. Çünkü “haber” olmadan hiçbir görüş ve düşünce, ilim değeri taşımıyordu.
Süyuti, bu hadise hiç itiraz etmemiştir. Ne ki, Süyuti yine bu eserinde, Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmediğini üstelik ayetle delillendirerek ısrarla isbat eder. Fakat, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini sorgulamaz. Bu rivayetin son cümlesi, rivayetin erken bir dönemde, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde, onun liderliğine karşı çıkılmaması gerektiğini düşünenlerce üretildiği kuşkusunu haklı kılıyor. Bu kadarla da kalmıyor, Darekutni’nin Ebudderda’dan naklettiği metinde, “Ömer el-Faruk” ilavesi de rivayete giriyor.(Hasais) Bu, rivayetin iktidarla muhalefet arasındaki ilk siyasi kavgalar sırasında kullanıldığı intibaını veriyor. Sanırım Hz. Ali şiasından gelen rivayetlere bakma fırsatımız olsa, bunun tam zıddı rivayetlerle orada karşılaşmamız mukadderdir.
Yukarıdaki rivayet için söylediklerimiz aynen şu rivayet için de geçerlidir: Abdullah b. Ubeydullah el-Ensari’den rivayet edildi: “ Sabit b. Kays b.Şemmas’ın defni sırasında orada bulunanlar arasındaydım. O Yemame’de öldürülmüştü. Onu kabre indirdiğimizde ondan şöyle bir ses duyduk; diyordu ki: Muhammed Allah’ın Rasulüdür, Ebu Bekir sıddiktır, Ömer şehittir, Osman iyi ve merhametlidir. Bunun üzerine dönüp baktık, ama o ölüydü.” (Şifa,1/320)
Sadece siyasi fırkalar değil, her birinin çıkışında az ya da çok siyasi bir boyut bulunan kelami fırkalar da aynı yöntemi kullanıyordu. İşte, ilk bakışta”bu nasıl mezhep savaşlarında malzeme olarak kullanılabilir ki?” diyeceğiniz senedinin sahih olma ihtimali olan bir haber: “Ahmed, Tarih’inde Buhari, Taberani, Hakim, Beyhaki ve Ebu Nuaym Meysere’den naklen aktarıyor: “ Ey Allah’ın Rasulü, dedim, ne zamandan beri peygamberdin? Cevapladı: Adem ruh ile ceset arasındayken.” (Süyuti, el-Hasais 1/3)
Genelde Şia, özelde Beyan b.Sem’an’a nisbet edilen Keysaniyye, Şia’nın imamet düşüncesini bu ve benzer haberler üzerine oturtmuşlardır. Çünkü onlara göre imamlar da Hz. Peygamber gibi ezelde seçilmişlerdir. Ezelde yapılan bu seçime iman şarttır. Şii imamet akidesi de bu şart üzerine bina edilir.
Aşırı yüceltmeci süreç, sonunda tüm İslam ümmetinin peygamber tasavvurunu etkisi altına alarak, yegane tasavvur haline gelmiştir. Sonraki yüzyıllarda bu tasavvur, yuvarlandıkça büyüyen kar topu gibi mitoloji üreterek yoluna devam etmiştir. Bu sürece yakasını kaptıranlar sadece avam ya da müfrit sufiler değildirler. Adı sanı belli değerli alimler de bu süreci besleyen tavırlar ortaya koymuşlardır. Mesela Buhari şarihi Bedrüddin Ayni, Hz.Peygamber’in yeryüzündeki tüm dilleri bildiğini söyleyebilmiştir.(Bedrüddin Ayni,Umdetu’l-Kari 8/328)
Özetlersek, bu mitolojik tasavvur, önceleri sırf peygamberlik kurumunun karizmasına bir nevi katkı olsun amacını güderek, daha sonra “bir nevi katkı” olmaktan çıkıp Hz. Peygamber’in yerini alıyordu. Peygamber tasavvuru tamamen mitolojik hal alınca da, artık tüm varlık, bu mitsel pencerenin buğulu camında izlenen bir gölge ve hayal oyununa dönüyordu. Bu tasavvurun sahibi, camdan eşyanın tabiatına bakan biri olma konumundan çıkıp, sürekli hohladığı camın buğusunda vehmini ve hayalini izleyen biri olup çıkıyordu. Daha farklı bir ifadeyle söylersek, camdan bakması gerekenler cama bakmaya başlıyordu. (Üç Muhammed, Mustafa İslamoğlu, Düşün Yayıncılık)