Peygamber okur yazardı
“Hz. Muhammed’in okuryazar olmadığı görüşü genel anlamıyla doğru olamaz. Bu anlayış, Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’in, daha önce bir ‘Kitap’ okumadığını ve eliyle kitap yazmadığını belirten Ankebût Suresi’nin 48’inci âyetin yanlış anlaşılmasından kaynaklanır. Oysa o âyette Hz. Muhammed’in okuma yazma bilmediği değil, o çevrede tek dinî Kitap olan Tevrat’ı okumadığı ve onu yazmadığı, Kur’ân’ı bir yerden okuyarak değil, vahiy ile aldığı anlatılır. Bazı ‘Kitap’ ehli kimseler, Kur’ân’da anlatılanların Tevrat ve İncîl’den iktibas edildiğini söylemiş olmalılar ki 47. ve 48. âyetler, Peygamber (SAV.)in, önceden bir ‘Kitap’ okumadığını, yazmadığını; bu söylediklerinin, kendilerine ilim verilmiş olanların hafızalarında bulunan âyetler olduğunu belirtiyor. * Peygamber’in (SAV) tahsil görmediği, tam anlamıyla okuryazar bir insan olmadığı bir gerçektir. Fakat bu, onun hiç yazı bilmediği anlamına gelmez. Hz. Muhammed gibi son derece zeki ve aynı zamanda ticaret filosu yönetmiş bir insanın, en az arkadaşları Ebubekir, Ömer vb. kadar yazı bilmiş olması gayet doğal. Çünkü özel bir eğitim görmemiş olan o insanlar da Hz. Muhammed ile aynı ortam içinde yetişmişlerdi. Onlar yazı bilirken Hz. Muhammed niçin zorunlu şeyleri yazacak kadar yazı bilmesin ki?
Buhârî’deki rivayete göre Hudeybiye Barış Antlaşması yazılırken Kureyş delegesi “Allah’ın Elçisi Muhammed” sözünü kabul etmeyince Hz. Muhammed, antlaşmayı yazan Alî’ye “Allah’ın elçisi” sözünü silmesini emretmiş, fakat Alî, bu sözü silemeyeceğini söyleyince Peygamber (S.A.V), sayfayı alıp, o sözü silmiş ve kendi adını yazmış. Bir başka rivayette de “yazısı iyi değildi” kaydı vardır. Kadı Ebû’l-Velîd el-Bâcî, bu rivayete dayanarak Peygamber’in yazı bildiğini ispat etmek için bir kitap yazmış ve bu kitap, yazarın üzerine şimşekleri çekmiştir. * Bir rivayete göre de Peygamber (SAV) Mu’âviye’ye, Akra ve Uyeyne için ta’lîmât yazmasını emretmiş, Uyeyne, bu yazılan ta’lîmatı “Götüreyim mi?” diye sorunca Allah’ın Elçisi yazılan sahîfeyi alıp bakmış ve: “Sana emredilenleri yazmış” demiş. Bu rivayeti aktaran Yunus: “Bize göre Allah’ın Elçisi, kendisine vahiy geldikten sonra yazı yazmıştır” demiştir. Kadı İyâd da gelen haberlerin, Peygamber’in harfleri ve bunların güzel yazılımını bildiğini kanıtladığını belirtmektedir. (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -28/11/2003)
“Hz. Muhammed’in, zamanında mevcut ‘Kitap’ı okuması mümkün değildi. Çünkü İbrânîce olan o ‘Kitap’ kendisinden dört asır sonra Arapça’ya çevrilmişti. Onun için Hz. Peygamber’in Kitâb-ı Mukaddes’i okumadığı ve ondan parçalar yazmadığı muhakkaktır. Ayrıca âyette, “Bundan önce bir ‘Kitap’ okumuyordun ve onu elinle yazmıyorsun” denilir. Bu ifadeden, bundan sonra, yani kendisine vahiy gelmeye başladıktan sonra da hiç yazı yazmadığı anlamı çıkmaz. Biz sanıyoruz ki Peygamber Aleyhisselâm, en az bazı arkadaşları ve vahiy kâtipleri kadar yazı biliyordu ve yazdırdıklarını kendisi de kontrol edip, bir nüshasını evinde saklıyordu. “İnkâr edenler. ‘Bu (Kur’ân), yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) Onu uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti’ dediler ve kesin bir haksızlığa ve iftiraya vardılar.’ Evvelkilerin masallan, onları yazmış, sabah akşam onlar kendisine imlâ (dikte) ediliyor’.” (Furkan: 42/4-5) âyetlerinden de Hz. Peygamber’in, yazı bildiği anlaşılır. Müşriklere göre Kur’ân, Allah’ın sözü veya vahiy değil, Hz. Muhammed’e başkalarının yazdırdığı, yahut başkalarından derlediği sözlerden ibaret. Bu sözler, öncekilerin satır satır yazdıkları destan ve öykülerdir. Böyle söyleyenlere cevaben Kur’ân’ın, bağışlayan, esirgeyen Allah’ın indirdiği vurgulanıyor.” (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -29/11/2003)
“Müşrik liderler, Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’e imlâ edildiğini yani yazdırıldığını ve kendisinin de “İktetebchâ: onları yazdı”ğını iddia ettiklerine göre Peygamberin yazı bildiğine inanmış olmaları gerekir. Bu kelimeleri yoruma tabi tutmadan kendi anlamlarında kullanırsak direkt manası budur. Bu takdirde Hz. Muhammed’in, hiç okuma – yazma bilmediği savı, pek doğru görünmemektedir. Onun ümmîlik vasfını, okur yazar olmadığı şeklinde açıklamakla âyetin kelimeleri, yorumlara tabi tutularak bunlara asıl manaları dışında anlamlar yüklenmiştir. Oysa Âlûsî’nin belirttiği gibi âyetteki “ik-tetebehâ” kelimesinin asıl anlamı yazdı veya yazmak istedi; “tumlâ aleyhi” nin asıl anlamı da ona yazdırılıyor, demektir. Yani Hz. Muhammed’in yazmak istediği bu Kur’ân sözleri, sabah akşam kendisine yazdırılıyor, demektir. Nitekim Süyûtî’nin tespitine göre, Haris el-Muhâsibî, şöyle demiştir: “Kur’ân’ın derlenmesi, yeni bir şey değildi. Çünkü Peygamber (SAV), onun yazılmasını emrederdi. Ancak Kur’ân, ruk’alar (ince deri ve kâğıt parçaları), kürek kemikleri ve hurma kabukları üzerine yazılmıştı. Bunlar, Hz. Peygamber’in evinde dağınık vaziyette duruyordu. Ebûbekir, dağınık vaziyette yazılı bulunan Kur’ân’ı, bir yere yazdırarak toplu hale getirdi ve bir cilt halinde bağladı ki zayi olmasın.” “Eğer o, (Muhammed), bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, Elbette onun sağını (elini veya kuvvetini) alırdık. Sonra onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı. O (Kur’ân), korunanlar için bir öğüttür.” (Hakka: 78A-44-48) Bu söylemden de, Hz. Muhammed’in yazı bildiği anlaşılır. Çünkü sağ el, genelde yazı yazmakta kullanılır. Ayette eğer Hz. Muhammed, uydurup yazdığı sözleri bizim üstümüze atmış olsa, onun, bunları yazan sağ elini Allah’ın alacağı, onu felç edeceği belirtilmektedir. Demek ki o, sağ eliyle yazı yazabiliyordu ki böyle bir söylemle, onun bu sözleri uydurup yazmadığı vurgulanmaktadır. Eğer o, zaten yazamıyorduysa, böyle bir durumda sağ elinin alınacağı şeklinde uyarılmasına gerek olmazdı. Peygamber’in yazı bilmiş olması, ümmîlik vasfına aykırı değil, çünkü ümmî, yazı bilmez, okur yazar olmayan demek değil, yazılı bir “İlâhî kitâp”ı olmayan demektir ki bu, yalnız Hz. Muhammed’in değil, gönderildiği toplumun da genel vasfıdır. Nitekim: “Allah’tır ki ümmîler arasında, kendilerinden olan bir elçi gönderdi.” denir. Fakat Kur’ân, Hz. Muhammed’e (SAV) sadece vahiy ile bildirilmiştir. Aksi takdirde ümmî toplum içinde yetişmiş, ümmî bir insanın, bu gerçekleri, yanlışlardan ayıklayarak, bu kadar erişilmez bir üslûp içinde anlatması mümkün olmazdı. Aradan ondört asır geçmesine rağmen bugün dahi bir köyde yetişen, zar zor bir iki kelime yazabilen birinin, edebî bir kitap yazması veya söyleyip yazdırması, toplumu yönetecek yasalar, koyması mümkün değil. Bu, bugün olmadığına göre ondört asır önce hiç olmaz.” (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -30/11/2003)