Nazar Hak Olabilir mi? Mehmet Durmuş
Nazar Hak Olabilir mi?
Kur’an’ın son iki suresine muavvizât/muavvizeteyn(felak ve nas sureleri) de denmektedir. Bu iki sure bazı şerli unsurlardan Rabb’e sığınmak telkin edildiği için bu ismi almışlardır. Besmeleden önce okuduğumuz “eûzü” duası da, yerilmiş şeytandan Allah’a sığındığımız için bu ismi almıştır.
Felak ve Nâs surelerinde bazı yaratıkların, karanlığın, düğümlere üfleyenlerin, hasetçinin, vesveseci hannas’ın şerrinden Allah’a sığınılması önerilir; fakat “nazar edenden”, “göz edenden” ya da “nazar değmesinden” şeklinde herhangi bir ifadeye yer verilmez. Böyle olmasına rağmen, geleneksel din anlayışında göz değmesi gerçektir ve çoğunlukla Felak suresinin son ayetine istinat ettirilir(dayandırılır/dayanak gösterilir).
“Göz değmesi” ya da “nazar değmesi” mecazi olarak, kötü niyetli bir adamın, uğursuzluk getirmesi sonucu bir felakete uğramak, hasta olmak, bir belaya maruz kalmak anlamında kullanılmaktadır. Anadolu’nun hemen her yerinde görülen bu inanışın dinî bir dayanağı olmadığı gibi, aklî ölçülerle izahı da mümkün görünmemektedir. Eski Türk dinî inançlarından bir miras olduğunu zannettiğimiz bu inanış ne yazık ki halk yığınlarını çok büyük çapta etkilemektedir.
Türkiye’de insanlar bazı yeşil gözlü “şerir” insanların nazarının değdiğine, felaket getirdiklerine kesinkes inanmakta, bu düşünceyle hem kendilerini rahatsız etmekte, hem de zann altında tuttukları insanlarla ilişkileri olumsuz yönde etkilenmektedir.
Biz, genelde, nazar değmesinin Kur’anî dayanağı olarak kabul edilen Felak suresinin 5. ayeti üzerinde durmak istiyoruz.
Bu ayette “haset eden kişinin haset ettiği zaman” şerrinden Felak’ın Rabbi’ne sığınmamız önerilir. Ayetler dikkatlice okunursa burada, “haset eden”den bahsedilmekte ve “haset ettiği zaman” şerrinden sığınmak tavsiye edilmektedir. Altını çizdiğimiz bu hususlar akıldan çıkarılmamalıdır.
Haset etmek, her nimetin, sahibinden gitmesini, sahibinin onu kaybetmesini temenni etmektedir(1). Hâsid de bu temennide bulunan kişidir. Bunu biraz açarsak şunları söyleyebiliriz.
İlk izlerini Adem’in iki oğlundan Kabil’de gördüğümüz kıskançlık insanın fıtratında mevcuttur. Kur’an’ın bazı ayetlerinde de bir toplumun kıskançlığından bahsedilmiştir. (2/109; 5/54 v b.) Peygamberimiz Hz. Muhammed’i ve O’na gelen vahyi kıskanan Mekkelilerden de söz edilmektedir. Mekke’li kafirlerin Hz. Peygamber’den Kur’an’ı işitince duydukları kinden ve kıskançlıktan adeta kahroldukları, O’nu, devirecekmiş gibi baktıkları anlatılmaktadır (68/5l). Yani kinleri ve hasetleri adeta gözlerinden okunmaktaydı müşriklerin…
İnsan, bir zaaf eseri olarak, hemcinsinin elindeki bir nimeti kıskanmakta, bu nimeti kaybetmesini, ıstıraplara gark olmasını canü gönülden arzu etmektedir. Kardeşinin elindeki değerlerden dolayı adeta kendini heder etmekte, kahrolmaktadır. Kafasını kemiren şeytanî duygular, hemcinsindeki o değerlerin yok olup gitmesine kelimenin tam anlamıyla kilitlenmiştir.
Kıskanılan değerler para, mal-mülk, servet gibi maddi zenginlikler olabileceği gibi; bilgi, makam, güzellik, huzurlu bir yaşam gibi gayri maddî değerler de olabilir.
Kıskançlık bizatihi çirkindir. Başkalarını örnek edinmek, onlar gibi olabilmeyi, hatta geçmeyi istemenin kıskançlıktan bir farkı vardır, fakat Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın dikkat çektiği gibi(2), kıskançlık kişinin kalbinde kuvvede (potansiyel halde) kaldıkça insanlar için tehlike arzetmez. Aksine bu durumda, hasetçinin kendisini kahreder, yer bitirir. “Keskin sirke küpüne zarar” hükmü gereğince kıskanç da kendi bâtınını çürütür.
Zaten eğer ki sırf birileri diğerini kıskanmakla, kıskanılanlara (haset edilen) zarar verilebilseydi, yeryüzünde hiçbir insanın can ve mal güvenliği olmaması gerekirdi.
Herkes islediği kişiyi anında zîr ü zeber ederdi ki bu, insanın kudretine verilmiş bir imkan değildir.
Eğer ki birilerinin hasedi, kıskançlığı diğerini bozguna uğratabilseydi Hz, Muhammed’in nübüvvetten sonra yirmi üç yıl değil, yirmi üç gün bile hayatta kalmaması gerekirdi. Nitekim O’nun kıskanıldığına Kur’an’ın işaretini yukarda vermiştik.
Şu halde, haset edenin şerri “haset ettiği zaman” ortaya çıkmaktadır. Yani hasetçi hasedini dışa vurup, hasedinin gereği fiiliyatta bulunduğu zaman ancak tehlikeli olmaktadır. Haset eden kişi, örneğin, kıskandığı insana sözle sataşabilir, saldırıda bulunabilir. Birtakım entrikalar içine girebilir, iftiralar, dedikodular, fitneler çıkartabilir. Özellikle iftira ve dedikodu fitnesi en şiddetli fiilî saldırıdan daha beterdir. Dil yarasının kılıç yarasından beter olduğunu özellikle yaşayanlar çok iyi bilirler.
Kıskanç insanlar çok zaman “eşeğini dövmeyen palanını döver” cinsinden, kıskandığı kimsenin ekinini yakar, ağacını söker, hayvanını zehirler. Artık şimdilerde, tahrip gücü yüksek bir bomba kıskanç kimse için en kestirme bir çözüm yolu oluşturmaktadır… Öyleyse, haset edenin şerrinden Allah’a sığınmamız için çok neden bulunmaktadır.
Nazar değmesiyle haset arasında kıskançlık bağlamında bir alaka söz konusudur. Yani nazarı değdiğine inanılan kişiler de kıskanç kabul edilen insanlardır. Komşusunu çekemeyen insanın bakışlarının (nazarının) sırf bakış olarak kaldığı sürece, muhatabı için bir tehlikesinden bahsetmek olanaklı değildir.
Bu, “nazar eden”in kendi sorunudur! Bununla beraber, şu hususa dikkat etmek gerekir:
İnsanlar nazar değmesi diye bir hadiseye inanmışlarda, peşin peşin kendilerini etki (teshir) altına sokmuşlardır demektir. Bu durum insan psikolojisi ile çok yakından ilgilidir(3).
Nazar değmesine kendilerini şartlandıran insanlar, başlarına gelen en küçük bir olayı bile nazara atfetmekte sakınca görmemektedirler. Hâlbuki insan, hayatı boyunca hiçbir sıkıntı ile karşılaşmayan bir varlık değildir.
Yani insanlara nazar değmemekte, sadece yorum yapılmaktadır. Nazar spesifik bir kanaati yansıtmaktadır.
Hiçbir hasetçinin kıskanç bakışları (nazarı) insana uğursuzluk getiremez. Eğer böyle bir imkan olsaydı nazarı en fazla ideolojik alanda kullanmak fonksiyonel olurdu. Silahsız sopasız, düşmanınızı nazarla yere sermek oldukça keyif verici olurdu herhalde… İktidar kavgasında muhalefet liderleri de sanırım nazardan çokça yararlanabilirlerdi…
Bunun da ötesinde, örneğin, zenginin malı züğürdün çenesini yorar da nazarı ona bir zarar veremez! (Böyle bir şeyi arzu ettiğimiz sanılmasın. Zira sırf zenginliğinden dolayı insanları kıskanmak Müslüman’ın ahlakı olmamalıdır.)
Ve nazar ne hikmetse genelde orta halli ailelerde ve bilhassa yeni doğan çocuklara değer!
Cenabı Allah Ali İmran suresinin 110-120. ayetlerinde kıskanç/kindar insanların şahsiyetlerinden bir kesit sunmaktadır. Bizim dışımızdaki inkarcıların bize olan kin ve kıskançlıklarından dolayı parmaklarını ısırdıklarını bu ayetler bildirmektedir. Ama sabreder ve Allah’dan korkarsak bunların hilesinin bize hiçbir zarar veremeyeceği -çok şükür ki- müjdelenmektedir!
İslamî kardeşliğin olmadığı dünyada insan insanın kurdudur. Fakat insan hayatı, bir diğer insanın gözlerinden çıkacak “nazar manyetik dalgalarıyla”(?)tehlikeye düşecek kadar da pamuk ipliğiyle bağlı olamaz, olmamalıdır.
Nazarı gözden yayılan manyetik ışınlarla v.b. izah etmenin tamamen zorlama ile kotarılan bir yorum olduğuna inanıyoruz. Bu yorumlar spekülasyonlarla doludur. Şu var ki, kem gözlü ve şom ağızlı insanların hitap biçimleri, kullandıkları kelimeler, yüz hatları v.s. karşısındaki kişiyi olumsuz yönde etkileyebilir. Bu bağlamda insanın arkadaşından duyduğu bir tek kelime bile o gün hayatını zehir etmeye yetebilir. Bunlar ise nazarla alakalı şeyler değildir.
Nazardan korunmak için başvurulan çareler ise bazen çok komik, bazan da üzücüdür. At kafasından kurbağa iskeletine, merkep gübresinden mavi boncuğa kadar bir dizi enstrüman, tevhide inanan bir halkın, medet umduğu aracılar olmamalıydı! Bu araç gereçler folklorik bir kıymet ifade ederlerse de, dini bakımdan hiçbir şey ifade etmezler. Hatta sahibini, inanç durumuna göre şirke bile düşürebilirler.
Halbuki, Allah dilemedikçe hiçbir kimse hiçbir kimseye zarar veremez. Bu konuda 10/1O7. 48/11 ve 72/21 gibi ayetlerin dikkatlice okunması yararlı olur kanısındayız.
Sonuç olarak, insanları Allah’ın dışında, anlamsız korkularla zaptu rapt altına almak onlara yapılacak en büyük zulümdür, diye düşünüyoruz. Müslüman, Allah’ın izin vermediği bir biçimde, yani öyle bir imkan tanımadığı halde, nazar gibi mevhum korkularla endişeye kapılmamalıdır. Mitolojik kalıntılarla kendimizi kuruntulamamız doğru olmaz. Bununla beraber, insanlardan gelebilecek her türlü sözlü ve fiili saldırılara karşı da Allah’dan sabır ve dua ile yardım istemeliyiz.
NOTLAR:
1- Müfessir Hazin, Mecmuatut Tefasir, 6/600; E, Hamdi Yazır, 9/357.
2- Elmalılı, 9/357.
3- Bu konuda AKAŞA yayınlarının, J.E.Addington’dan çevirdiği Yüzde Yüz Düşünce Gücü adlı kitapdaki ilginç izahlardan yararlanılabilir.
İktibas Dergisi, Mehmed Durmuş, Sayı: 215, Kasım 1996.