Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir? Abdullah Tekin
Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir
a. Tasavvuf, Müslümanların Tevhid İnancını Bozmuştur
b. Tasavvuf, Müslümanların Peygamber İnancını Bozmuştur
c. Tasavvuf, Müslümanların Kur’an İnancını Bozmuştur
d. Tasavvuf, Müslümanların İbadet Şeklini Bozmuştur
e. Tasavvuf, Müslümanların ahlakını bozmuştur
f. Tasavvuf, müslümanların din anlayışını bozmuştur
g. Tasavvuf, İslam’ın insana bakışını bozmuştur
Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir
Abdullah Tekin
Bu yazımızda tasavvufun doğuşu, sebepleri, tanımları, meseleleri, meşhurları, kitapları ve tarikatları üzerinde durmayacağız. Sadece müslümanlara ne sağladığı, neler getirip götürdüğü konusu üzerinde durmak istiyoruz. Sonuçları bakımından tasavvufa baktığımız zaman müslümanlara aşağıda sıraladığımız olumsuz sonuçları kazandırdığını görüyoruz:
a. Tasavvuf, Müslümanların Tevhid İnancını Bozmuştur
Bilindiği gibi tevhid İslam’ın belkemiği ve özüdür. Zatı ve sıfatları bakımından yüce Allah’ın yaratıklarından tamamen ayrı ve farklı olması demektir. Uluhiyet, rububiyet ve hakimiyette ona başka bir şeyin ortak ve benzer olmaması demektir, ibadet ve itaatte ona ortak koşulmaması demektir. Yüce Allah’ın herhangi bir kişi yahut varlıkla ittihad etmekten ve herhangi bir varlığa hulul etmekten münezzeh olması demektir. Eş ve oğul edinmekten münezzeh olması demektir. Cahiliyye Araplarının, Hıristiyan ve Yahudilerin Allah’a isnad ettikleri her türlü evlat, eş ve ortaklıktan uzak olması demektir.
İslam’ın tarihin çöplüğüne gömdüğü bütün şirk anlayışlarını, hulul ve ittihad inançlarını tasavvufun tekrar dirilttiğini ve müslümanlara tevhidin özü ve zirvesi olarak sunduğunu görüyoruz. Tasavvuf; vahdeti vücut, vahdeti şuhud, hulul (Allah’ın eşya ile bütünleşmesi) ve ittihad (Allah ile eşyanın bir olması) inançlarını diriltip dini boya ile boyadıktan sonra orijinal bir inanç olarak müslümanlara sunmuştur. Hint dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, zerdüştlük ve yeni eflatunculuk inançlarına İslami bir boya vurarak müslümanlara tevhidin zirvesi ve mükemmeli olarak takdim etmiştir. Bu inancın pazarlayıcıları da ibn el-Farıd, ibn Arabi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, Abdulkerim el-Cilli ve onların izinden gidenlerdir. Bazı örnekler görelim: ibn el-Farıd şöyle diyor:
“Bana bakanlara tecelli ederek varlığını gösterdi. Görünen her varlıkta onu bir surette görürüm, ilahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka olmadığımı gördüm. Mahv’dan sonra sahv’da ondan başkası değildim. Zatım zatıma bürün-düğü zaman tecelli eden yine zatımdı.
İkilik olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir, çünkü biz biriz.
O çağrılınca cevap veren benim, ben çağrılırsak, beni çağırana o karşılık ve cevap verir.
Aramızda muhatap tâ’sı (sen, ben) kaldırılmıştır, yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındadır.
Hiç bir felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren ve batınımın nurundan olan bir melek ihtiva etmesin.
Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şahit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu.
Hayatı hayatımdan olmayan hiç bir canlı yoktur, her nefis benim isteğimi ister.
Yapılan hac, umre ve diğer ibadetlerle altı yön bana yönelmiştir, makamda kıldığım namaz onun içindir ve orada onun bana namaz kıldığına şehadet ederim.
İkimiz de namaz kılıyoruz, her secdesinde birimiz cem’ ile diğerinin hakikatine secde etmektedir.
Başkası sana namaz kılmış değildir, her secde edişimde de başkasına namaz kılmış değilim.” [1]
Tevhid inancı bozulmamış ve dini, kişilerin hatırı için feda etmeyen mümin bir insan acaba bu sözlerden İbn el-Farıd’ın Allah ile bir olduğu, onunla bütünleştiği ve görünen ibn el-Farıd’ın Allah’tan başka bir şey olmadığından başka acaba ne anlar?
Şimdi de Muhyiddin ibn Arabi’ye bakalım.
“Onlar kendisi olduğu halde, eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun.” [2]
“Arif, hakkı (Allah’ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir.” [3]
“Her şeyin haddi (tarifi) aynı zamanda Hakkın tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Alem onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de odur. O, büyük insandır.” [4]
“O ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü başka bir şey yoktur. Kendisinden bâtın olacak bir şey de yoktur. O kendisine zahir ve kendisinden gizlidir. Ebu Said el-Harraz diye adlandırılan da odur. Görülen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur.” [5]
“Hakkın, yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını da kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar hakkın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları onun için hak olduğu gibi, onun sıfatları da yaratıklar için haktır.” [6]
“Kâmil arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında tapanlar onlara ilah adını vermişlerdir.” [7]
“Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır… Sen ahkamla onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise onun özelliği odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona ‘Beni mükellef kıl’ dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez. O bana hamleder, ben ona hamlederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim.” [8]
İbn Arabi’nin bu sözlerini tevhid inancı ile bağdaştığını herhalde hiç bir muvahhid söyleyemez. Bunun örnekleri burada sayılayamayacak kadar çoktur, isterseniz onun değerlendirmesini de tasavvuf felsefesi uzmanlarından Dr. Abdulkadir Mahmud’dan dinleyelim:
“Bu şekilde vahdeti vücut nazariyesi bizi dünyadan yok olma, diriliş ve amellerin karşılığı konularında İslam’ın kesin prensiplerini inkar etmeğe götürür” [9]. “Şüphe yok ki vahdeti vücut nazariyesinin mantığı İslam dinini tümden yıktığı gibi, semavi bütün dinleri ve uluhiyetin ayırıcı özelliklerini de yıkmaktadır. Bu bakımdan Dr. Ebu’l-Ala Afifi’nin ‘ibn Arabi, şeriatın zahirinin enkazı üzerine ruhaniyette daha derin ve daha çok tatmin eden bir din bina etmek için yıkmaktadır’ (Fususi’l-Hikem, ‘Giriş’, s. 43) sözlerine katılmıyoruz.” [10]
İbn Arabi’nin sarihlerinden olup vahdeti vücut nazariyesinin felsefesini yaparak şirk bataklığına daha çok batıran Abdulkerim el-Cili’den de örnekler verelim:
“Zatı itibariyle yüce olan Hak’kın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O, âlemin zerrelerinde açığa çıkmış(zahir olmuş)tur.” [11]
“İki alemde de mülk benimdir. İkisinde de benden başkasını görmedim. Onun ya iyiliğini umarım yahut ondan korkarım.
Kemalin her türlüsüne sahibim ve Küllün büyüklüğünün cemaliyim, ben ondan başkası değilim.” [12]
“Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan, gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina, gördüğün ne kadar manevi suret ve göze hoş gelen güzel manzara, gördüğün ne kadar melek şekli ve manası iblis olan görünüm, gördüğün ne kadar beşeri bir şehvet ve elde edilen birhak, gördüğün ne kadar arş, kuşatıcısı, kürsüsü, yüce refref, işte onlar hepsi benim, hepsi benim manzaram (görünüşüm)dür. Onun hakikatinde teceli eden benim, o değildir. Halkın rabbi ve efendisi benim. Bütün alem isim, zatım ise müsemmasıdır.” [13]
“Allah, Muhammed’in nefsini kendi zatından yarattığı -ki Allah’ın zatı iki zıttı bulundurmaktadır- zaman hidayet, nur ve güzellik, sıfatları bakımında melekleri Muhammed’in nefsinden yarattığı gibi, zulmet ve celal sıfatları bakımından iblis ve tabilerini de Muhammed’in nefsinden yarattı.” [14] “Bil ki varlık ve yokluk iki karşıttır ve uluhiyet feleği ikisini kuşatır. Çünkü uluhiyet eski-yeni, hak-halk, varlık-yokluk gibi iki zıttı birlikte bulundurur…” [15]
Bir de Bayezid (Ebu Yezid) el-Bistami’den bazı örnekler verelim:
“Allah’tan Allah’a çıktım. Nihayet bende ‘Ey ben sen olan’ diye seslendi.” [16] “Sübhani (noksanlık sıfatlarından münezzehim), mâ a’zame şe’nî (şanım ne yücedir)!” [17]
“Çadırımı Arş’ın yanına kurdum.” [18] “Allah’ım! Senin bana itaatin benim sana itaatimden daha büyüktür.” [19] “Allah’a yemin ederim ki sancağım Muhammed’in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağımın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır.” [20] “Beni bir defa görmen, rabbini bin defa görmenden hayırlıdır.” [21] “Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardı.” [22]
Aynı inançları bu meşhurların izleyicileri olarak Sadreddin Konevi, Celaleddin er-Rumi, Yunus Emre, Şair Cami, Nazmi Efendi, ibn Sebîn, Tilimsani, Şebusteri, Zinnun el-Mısrî, Kaygusuz Abdal, Seyyid Hüseyin Nasr ve Rene Guenon gibi muhtediler devam ettirmişlerdir. [23]
b. Tasavvuf, Müslümanların Peygamber İnancını Bozmuştur
İslam anlayışında, Hz. Muhammed (s) son peygamber ve örnek insandır. Bununla beraber Allah’ın kulu ve elçisidir. Diğer insanlar gibi bir insandır. En şerefli sıfatı da Allah’ın kulu ve elçisi olmasıdır. Ama tasavvuf onu insanüstü göstererek, bütün alemin kendisi için yaratıldığını söyleyerek, bütün varlıkların ondan meydana geldiğini iddia ederek, herkesten ve her şeyden önce yaratıldığını ileri sürerek müslümanların onun hakkındaki inancını bozmuştur. Hakikati Muhammediye ve Nuru Muhammedi nazariyeleriyle peygamber inancını bozmuştur. Bazı mutasavvıflar, Peygamberin derecesini küçümseyerek yahut vahiy aldığı gibi vahiy ve ilham aldığını söyleyerek Peygamber hakkındaki inancı bozmuştur. Kainatın işlerini idare ettiğini söyledikleri gavs, kutup, ebdal gibi, Hatemu’l-Evliya gibi inançlarla müslümanların peygamber inancını bozmuştur. Bunu kanıtlayan sözlerden bazı örnekler verelim.
Gümüşhanevi şöyle diyor: “Hakkın suretleri Muhammed’in kendisidir. Çünkü ehadiyet ve vahdaniyet hakikati ile taayyün etmiştir.” [24] “ilk taayyunla beraber olan zattır. Esmau’l-Husnası vardır ve Allah’ın ismi a’zamıdır.” [25]
Muhammed ed-Demirtaş da şöyle demektedir: “Hakikatlerin hakikati bütün mertebeleri ihata eden ilahi kemalli insani mertebedir. Hazratu’l-Cem’, ehadiyyetu’l-cem’ diye isimlendirilir. Daire onunla tamamlanır. Zatın yokluğunda taayyün eden ilk mertebedir ve o hakikati muhammediyedir.” [26]
İbn Arabi de şöyle demektedir: “Alemin başlangıcı hava(boşluk)tur. Alemde ilk mevcut, rahmani arşın üzerin istiva ile nitelenen rahmani hakikati muhammediyedir. Rahmani arş ilahi arştır. Ayrı bir varlık söz konusu olmadığı için onu ihata etmek de söz konusu değildir. O, neden var olmuştur? Nerede var olmuştur? Hava (boşluk)da var olmuştur. Ne şekilde var olmuştur? Kendisini bilmekle ifade edilen Hak (Allah)da mevcut olan misal (şekil) üzere var olmuştur. Karışımdan kurtulmak ve karışım olmaksızın her alemin yaratıcından nasibini almasını sağlamak, gayesi hakikatlerini izhar etmek ve en büyük alemin feleklerini bilmektir.” [27]
Yine şöyle demektedir: “Allah’ım! Salavatının bağı (sılası)nı ve selamlarının selametini rabbani körlük (boşluk)tan doğan taayyunatın ilki ve insan türüne katılan tenezzülatın sunucusu üzerine saç. Mekke’den Medine’ye hicret eden Allah’tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu. Daha önce ne ise şimdi de odur. Varlığında beş alemin (ilahizatın aşamaları) hazaratını toplamıştır. Hüviyet sırrı her şeyde sirayet etmiştir. Ubudiyetle rububiyeti şahsında toplamış, imkan ve vücudiyeti kapsamıştır. [28]
Abdulgani en-Nablusi de şöyle demektedir: “Muhammed’e ancak Muhammed salat okumuştur. Çünkü kulların ona salatı isminin suretinden bir emriyle kullardan sadır olmuştur. (Yani Kur’an’da Allah müminlere Muhammed’e salat okumalarını emrederken, gerçekte emreden Muhammed’in kendisiydi ve Allah salat okuyan kulların suretine bürünmüştür.)” [29]
el-İbriz kitabının sahibi Abdulaziz el-Debbağ da şöyle demektedir: “Arş ve ferşiyle, yer ve gökleriyle, cennet ve perdeleriyle, alt ve üstleriyle ne varsa, hepsi bir araya getirilip bakıldığında Muhammed’in nurundan bir parça olduğu görülür. Muhammed’in bütün nuru biraraya getirilip Arşa konulsa, Arş erir. Arşı örten yetmiş kat perdeye yöneltilse, perdeler parçalanırlar. Bütün yaratıklar bir araya getirilip o büyük nura tutulsa, hepsi dökülür ve dağılırlar.” [30]
Ömer İbn Said el-Fûnî de şöyle demektedir:
“Muhammed’in nuru yaratıldığı zaman, taayyün eden kainatta dağılmadan önce bütün peygamberlerin ve evliyanın ruhları ehadi bir bütünlükle bu Muhammedi nurda toplanmıştı. Bu da birinci akıl mertebesinde olmuştur.” [31]
Ahmed Abdulmumin el-Hulvani de şöyle demektedir: “İnsanlar yok iken bütün varlıklardan önce, fert fert parlak bir nur olarak var etmiştir. Ondan sonra bütün yaratıklar senin yüce nurundan varlığını almıştır. Bu ne büyük bir şereftir! Onun için bütün yaratıklar bu dünyada ve daha çetin kıyamet gününde sana sığınır. Başlarına bir sıkıntı geldiği zaman, sadece insanların değil, diğer yaratıklar da dahil, hepsinin sıkıntısını giderirsin. Bana cömertlik yap. Şüphesiz Rahman’ın hazineleri sağ elindedir. Ve sen dağıtanların en cömerdisin.” [32]
Meşhur mutasavvıf şair el-Busiri de “el-Burde” kasidesinde şöyle demektedir: “Bütün peygamberlere gelen âyetler onun (Muhammed’in) nurundan onlara gelmiştir.” [33]
İbn Arabi de şöyle demektedir: “Nuru içinde bir lamba bulunan kandile benzer. Lambaya benzetilmiştir. O boşlukta akılla adlandırılan hakikati Muhammed’den daha çok kabul edeceği bir şey yoktu. Akıl denilen bu hakikati Muhammed bütünüyle âlemin başlangıcı ve varlık olarak ilk zahir olandır. O’nun varlığı o ilahi nurdan, boşluktan ve külli hakikattandır. Boşlukta kendisi var olmuş ve alemin kendisi onun tecellisinden var olmuştur. Onun en yakını, alemin imamı ve bütün peygamberlerin sırrı Ali ibn Ebi Talib’dir.” [34]
Tasavvufun sünni kanadında bu inanç olduğu gibi Şii kanadında da bulunmaktadır. Bir örnek verelim. (Güya) Hz. Ali söylemektedir: “Ben ve peygamber onun buyurduğu şekilde, Allah’ın nurundan bir nurduk. O zaman Allah bu nurun ayrılmasını emir buyurdu. Sonra bir yarısına Muhammed ol, dedi. O da Muhammed oldu. Öteki yarısına da Ali ol, diye emretti. O da Ali oldu.” [35]
İbn Arabi, Yüce Allah’ın kafir ve cehennemlik olduğunu belirttiği Firavun’ı mümin yapıp cennete göndermek için ayetlerin canına okurken, buzağıya tapanlara engel olmak için çırpınan Hz. Harun’u da geri kafalılık ve anlayışsızlıkla suçlamaktan geri kalmamıştır. Çünkü felsefesine göre Allah bütün varlıklar suretinde görünmüş ve Allah’tan başka tapılan her şeyde aslında Allah’a ibadet edilmiş olur. Ama Hz. Harun bunu kavrayamadığı için İsrail oğullarının buzağıya tapmasına engel olmaya kalkışmıştır. Fakat kavrayışlı Hz. Musa bunu bildiği için engellemesinden dolayı Hz. Harun’u azarlamış ve cezalandırmıştır. Firavun Allah’ı en iyi bilenlerden olduğu ve Hz. Musa da bunu bildiği için Hz. Harun’u bu anlayışsızlığından dolayı uyarmıştır. [36] Bu şekilde tasavvufçular müslümanların peygamber inancını bozmuş ve Allah’ın dinini değiştirmeye çalışmışlardır. Tasavvufun müslümanların peygamber inancını bozmasına dair misaller çoğaltılabilir. Fakat bu kadarla yetiniyoruz.
Tasavvufçuların hatemu’l-enbiyaya rakip olarak uydurdukları hatemu’l-evliya nazariyesi vardır. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed olduğu gibi hemen her tasavvuf meşhuru da kendini hatemu’l-evliya saymaktadır. Peygamber adı dışında hatemu’l-evliya olan zat peygamberin bütün sıfatlarına sahiptir. Zamanının en üstün temsilcisidir, gaybten haber verir, insanların kalpleri ve kaderleri üzerinde tasarruf eder, melekler kendisine, peygamberlere vahiy getirdiği gibi, ilham getirir. Peygamber vahiy getiren meleği gördüğü gibi, hatemu’l-evliya da meleği görür. Sonuç olarak isim dışında peygamberin bütün özelliklerine sahiptir. [37] Şia’nın imamet nazariyesini tasavvufçular hatemu’l-evliya nazariyesi şeklinde ortaya koymuşlardır. Bu nazariyeyi ilk olarak hakim dedikleri et-Tirmizi uydurmuştur.
c. Tasavvuf, Müslümanların Kur’an İnancını Bozmuştur
Peygamberlere Allah’tan vahiy geldiği gibi kendilerine de meleğin ilham getirdiğini söyleyerek vahiy olgusunu sulandırmıştır. Vahiy adını vermemekle beraber kendilerine gelen bilgilerin vahiy gibi Allah’tan olduğu ve peygamberlere getiren meleğin getirdiğini söyleyerek nübüvvet sistemine rakip bir sistemi ortaya koymuşlardır. Kitaplarının Allah tarafından ve ilham yolu ile yazıldığını iddia ederek Kur’an-ı Kerim’e bir nevi alternatif gibi sunmaya çalışmışlardır. Kendilerine yöneltilecek eleştirilerin önüne geçmek için sözlerinin kendilerine ait olmaktan ziyade gökten gelen ilham ve gaybten verilen bilgi ürünü olduğunu söyleyerek peşin olarak engellemeye çalışmışlardır. Bunların meşhurlarından iki örnek vermek istiyoruz.
Celaleddin er-Rumî mesnevisinin Kur’an’ın sahip olduğu özelliklere sahip olduğunu iddia etmektedir. Önce Kur’an-ı Kerim’in niteliklerini sayan şu ayetlere bakalım. “Şüphesiz Kur’an, alemlerin rabbinin indirmesidir. Uyaranlardan olman için onu Cebrail apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir.” [38] “Oysa o, değerli bir kitaptır, önünden ve ardından ona batıl gelmez (batıl şeyler ona hiç bir şekilde karışmaz), hakim ve hamid olan Allah tarafından indirilmiştir.” [39] “Şüphesiz bu yüce bir Kur’an’dır, korunmuş bir kitaptadır, ona ancak arınmış olanlar dokunabilir, alemlerin rabbinden indirilmiştir.” [40]
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’i bu niteliklerle niteliyor. Şimdi de Celaleddin er-Rumi’nin ve sarihlerinin Mesnevi kitabını nitelemelerine bakalım.
“Hüzünleri giderir bir şifadır kalplere
Ledünnî mana verir müteşabih ayete
Kur’an-ı Kerim gibi kimini hidayete
Kimini hak ettiği dalalete sevkeder.” [41]
Şimdi Mesnevi sarihlerinden Tahiru’l-Mevlevi’nin şu sözlerine bakalım: “Kur’an dolayısıyla insanlardan çoğunun dalalete düşeceğini, çoğunun da hidayet bulacağını bildiriyor. Kur’an öyle olduğu gibi Mesnevi de öyledir. Nitekim Sahibi arifi de: ‘Kur’an gibi bizim Mesnevi de bazılarını hidayete, bazılarını da dalalete gönderir.’ diyor.” [42]
“Şerefli kâtiplerdir onun yazıcıları
Temastan men ederler temiz olmayanları
Kalbe mutluluk verir huyları güzel eyler
O ilhamla inmiştir alemlerin Rabbından
Gelemez bâtıl onun önünden ve ardından
Koruyucu olan Hak onu korur gözetir
Ki o merhametlilerin merhametlisidir
Mesnevi kitabının başka adları da var
Adlarını verense Allah’ın kendisidir.” [43]
Tahiru’l-Mevlevi şöyle devam ediyor: “Mesnevi, kerim ve salih olan katipler eliyle yazılmıştır. Temiz olanlardan başkasını Mesneviye temas eylemekten men ederler. Mesnevi, Rabbu’l-Aleminden ilham olunmuş bir kitaptır. Bu fıkralar ile Sure-i Abese’deki ‘Kur’an va’z ve nasihattir, dileyen onunla öğüt ve nasihat almış olur. O Kur’an tertemiz katiplerin eliyle yüksekte tutulan temiz sahifelerde yazılıdır.’ [44] Sure-i Vakıa’daki ‘Rasuli Ekreme nazil olan Kur’an-ı Kerim’dir. Kitabı Meknun, yani Levhi Mahfuzda yazılıdır. Ona temiz olanlardan başkası temas edemez. Kur’an Rabbu’l-Alemin tarafından inzal buyrulmuştur.’ [45] ayetlerine işaret edilmiştir.
“Mesnevi de ilham yolu ile canib-i Hak’dan nazil olmuştur… Taharet ve salah erbabından mâada (başka)sının ona teması, yani mütalaasıyla dinlenmesinden feyz-i marifet alması kabil değildir… Hz. Mevlana bu fıkra ile diyor ki: Canibi ilahiden vahyi münzel olan Kur’anı Kerim, nasıl avn-i samedanîde ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa, Mesnevi de öyledir, ilhamı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir.” [46]
Muhyiddin ibn Arabi de gerek Fususi’l-Hikem ve gerekse el-Futuhatu’l-Mekkiye kitaplarını direkt Allah ve Rasulullah’tan aldığı ilham ve emirle yazdığını, Allah ve peygamberle görüştüğünü söyleyerek sanki Kur’an’ın tamamlanması ve Hz. Muhammed ile vahiy ve risalet henüz son bulmadığını anlatmaktadır. Nitekim İbn Arabi vahyi risalet vahyi ve velayet vahyi olmak üzere ikiye ayırmakta, risalet vahyinin son bulmasına rağmen velayet vahyinin devam ettiğini ve kendisine gelenlerden birinin biri olduğunu söylemektedir. Şöyle diyor Fusus kitabı için:
“Rasulullahı rüyada gördüm. Bu kitabı yazmamı istedi. Ben de yazdım. Bu kitap, nefis arzularının münezzeh ve içine fesat karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir. Ben ancak bana ilham olunan şeyi yazdım.” [47] “Size söylediklerimiz O’ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz, bizden sizedir…” [48] Bu şekilde tasavvufçular kitaplarına Kur’an-ı Kerim’in vasıflarını vererek müslümanların Kur’an hakkındaki inançlarını bozmuş ve kitaplarını Kur’an gibi takdis etmeye çalışmışlardır.
Tasavvufçuların müslümanların Kur’an hakkındaki inançlarına ve fazla zarar verdikleri şekillerden biri de ayetlerine getirdikleri sapık ve batini tevilleridir. Tasavvuf boyasıyla yazılmış bütün tefsirlerde bu özellik değişik oranlarda bulunmaktadır. Bunlardan bazı örnekler vereceğiz.
Muhyiddin ibn Arabi’nin [49] tefsirinden bazı örnekler verelim. “Allah çocuk edindi, dediler. Halbuki göklerde ve yerde olanların tümü O’nundur…” [50]
“Allah çocuk edindi, dediler. Yani kendisi dışında özel ve zatı ile müstakil bir varlık var etti, dediler. Haşa! Ona benzer başka bir şeyin var olması bir yana, ondan başka bir varlığın bulunmasından onu tenzih ederiz. Aksine göklerde ve yerde ne varsa onundur. Yani ruhlar ve cesetler alemi onundur. Zaten bunlar onun zahir ve batınıdır…” [51]
“İbrahim babasına ve milletine ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ demişti. Babalarımızı onlara tapar bulduk, demişlerdi…” [52]
“Babasına demişti. Yani küllî nefs. Kavmine de. Semavi ve diğer konuşan nefisler. Bu heykeller nedir? Yani akılların hakikatlerinden, eşyadan ve mevcudatın mahiyetlerinden akledilen ve onlarda nakşedilen bu suretler. Siz onları tapınıp durdunuz. Bu da mukaddes ruhun makamından nurani perdelerden sıyrılıp zati tevhid fezasına yükselmesidir… Babalarımızı. Ceberrut ehlinden bütün nefislerden önce bulunan alemlerden illetlerimiz. Onlara tapar bulduk. Zatlarında onları bulundururlar ve bir an onlardan ayrılmazlar. Apaçık bir sapıklık. Yani hakkı perdeleyen nurdan bir perde içinde. Zatın kendisine ulaşmadan sıfatların berzahında duruyoruz. Ehadiyet hakikatine ve hüviyet denizine batmaya yol bulamıyoruz…” [53]
İbn Arabi’nin tefsirinden rastgele aldığımız bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Zaten baştan sona kadar bu felsefe ile yazılmıştır. Kur’an ayetlerini bu şekilde tahrif edip gerçeklerini inkar etmektedir. Diğer tasavvuf! tefsirlerin tümünde değişik oranlarda bu sapık tevil ve tahrifler bulunmaktadır. İsterseniz Ebu Abdurrahman es-Sülemi’nin tefsirinden de bazı örnekler verelim.
“Biz beyti (Kabe’yi) sevap kazanma ve güvenlik yeri yaptık.” [54] Rivayetlerin senetlerini geçerek es-Sülemi’nin görüşünü belirtiyoruz. “Burada Beyt, Muhammed aleyhisselamdır. Ona inanan, onun risaletini tasdik eden güvenliğe kavuşmuş olur.” [55]
“Muhakkak Safa ile Merve Allah’ın nişanelerindendir.” [56] “Safa, muhalefetlerden arınan ruhtur. Merve, efendisine hizmette mürüvveti kullanan nefistir. Şöyle de demiştir: Safa, marifet sagasıdır, Merve arifin mürüvvetidir…” [57]
“Sonra insanların indiği yerden siz de inin ve Allah’tan mağfiret dileyin:” [58]
“İbn Ata’ya göre: içinizi beni anmakla tamir edip ondaki kirleri boşalttığınız zaman artık herkesin yaptığı kulluk adetlerine dönün. Allah’tan başkasıyla iştigalden Allah’a istiğfar edin…” [59]
“Sizden kimi dünya ister.” [60] “Sehl’e göre dünya nefsindir. Onu yok edersen dünyan kalmaz.” [61]
“Allah’a kulluk edin ve hiç bir şeyi ona ortak koşmayın. Ana babaya yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızdaki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin.” [62]
“Sehl’e göre cari zilkurba (yakın komşu) kalbdir. Carulcunub (uzak komşu) nefistir. Sahibulcenb (yakınınızdaki arkadaş) sünnet ve şeriata iktidaen yapılan fiildir. İbnussebil (yolcu), Allahu Tealaya ibadet eden uzuvlardır.” [63]
“Dağları donuk görürsün, halbuki bulutlar gibi yürümektedir.” [64]
“Cafer’e göre ruh çıktığı zaman nefisleri donuk sanırsın. Ruh, arşın altındaki yerine sığınak için kudüste yürür. Yine Cafer’e göre, müminin kalbinin nuru, aşıkların ah-u enini, Hak’kı müşahade edip huzura kavuşuncaya kadar bulutlar gibi yürür. Burada Hak’kı müşahade edinceye kadar nefisten çıkan ruh ahu figan, bulutlar gibi yürüyen dağlara misal verilmiştir.” [65]
“Müminlerden iki topluluk vuruşursa, aralarını düzeltin. Eğer biri diğerine saldırırsa saldıranla savaşın ki Allah’ın emrine dönsün.” [66] “Sehl’e göre bu iki topluluk, ruh, akıl ve kalb ile tab’ı hava ve şehvettir. Eğer tab’, hava ve şehvet; akıl ruh ve kalbe saldırırsa, kul onu murakebe kuluçlarıyla, mütalaa oklarıyla ve muvafakat nurlarıyla öldürsün ki ruh ve akıl galip gelip hava ve şehvet mağlup olalar.” [67]
Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Merak edenler ilgili kitaplara bakabilirler. Tasavvufi tefsirlerin hemen hepsinde genel özellik budur. Kur’an ayetlerini tahrif ederek manalarını sulandırmak, gerçeklerini inkar etmek, müminlerin ona karşı inanç ve teslimiyetlerini bozmak için ne gerekiyorsa yapmaktadırlar. Görüldüğü gibi Kur’an’ın gerçekleri inkar edilmekte, tahrif ve tebdil edilmektedir. Yaptıkları bu tevil ve tahriflere de dinin özü, süsü ve gerçeği demektedirler.
Tasavvufçuların en akıllısı Gazali’nin müridleri nasıl Kur’an okuma ve hadis yazmaktan menettiğine bakınız. “(Mürid) Kur’an okuyarak, tefsir mütalaa ederek, hadis ve başka şey yazarak düşüncesini dağılmamalıdır.” [68] Gazali gibi bir insan böyle derse, başkaları neler demez?!
d. Tasavvuf, Müslümanların İbadet Şeklini Bozmuştur
İslam’da ibadetin şekli Kur’an ve Sünnetle belirlenmiştir. Teorik olarak Kur’an-ı Kerim’in belirlediği ibadetleri Hz. Peygamber canlı bir örnek olarak göstermiş ve uygulamıştır. Ashabı da ondan almış ve yolunu izlemişlerdir. Bütün ümmet de onların yolundan gitmiştir.
İslam’ın inanç esaslarında yapılacak herhangi bir değişiklik bidat olduğu gibi, ibadetlerinde de artırma veya eksiltme şeklinde yapılacak herhangi bir değişiklik bidat sayılmış ve bidat sahibinin cehennemlik olduğu belirtilmiştir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’in belirlediği ve Rasulullah’ın yaptığı ibadet şeklinde değişiklik yapmak İslam’ın cehennemle tehdit ettiği ve yasakladığı bir davranıştır.
Ama tasavvufçular Kur’an-ı Kerim’in belirlediği ve Rasulullah’ın gösterdiği ibadet şeklinin çerçevesi içinde kalmakla yetinmemiş, artırmak veya eksiltmek yahut değiştirmek suretiyle bu çerçevenin dışına taşmıştır. Kur’an’ın belirlemediği ve Rasulullah’ın göstermediğini birçok ibadet şekilleri uydurmuş ve uygulamıştır. Bunlardan sonu gelmeyen vird ve nafileler, dans ederek ve yüksek seslerle yapılan zikirler, yapılan ayinler, İslam akaidiyle bağdaşmayan istiğase, rabıta ve tevessülle yapılan dualar, ricalu’l-gayb, gavsı azam, evliya, yatır ve ölülerden medet istemeler gibi.
Yüce Allah buyuruyor: “Rabbini, içinden, yalvararak ve ondan korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gafillerden olma.” [69] buyurulduğu ve Rasulullah’ın bağırıp çağırarak, sesi yükselterek Allah’ı anmayı yasaklamasına rağmen, tasavvufçular yüksek seslerle ve koro halinde zikir yapmakta, bunun için ayin ve merasimler düzenlemektedir. Kişini Allah’a bağlılığı ve teslimiyetinin artması için yapılan zikir tasavvufçularda İslam’ı kavramların tahrifi ve bidatlerin uydurulması için araç olarak kullanılmıştır. Haşyet ve tevazu içinde yapılması ayette öğütlenirken, tasavvufçular kendilerinden geçip coşmak için araç olarak kullanılmıştır. Zikir çeşitlerini çoğaltmak ve fırkalara bölünmek için “lailahe illallah” şehadet kelimesinin başına getirmediklerini bırakmamışlardır. Kimisi Allah, kimisi lailahe, kimisi illallah, kimisi hu, kimisi illa hû, la mevcude illa hû gibi parçalara ayırarak her fırka zevkine göre bir parçasını alıp zikirde kullanmıştır. Kimisi bunu sessiz yapmayı tercih ederken, kimileri de sesli ve bir koro şefi eşliğinde ilahiler ve aletlerle çalman musikilerle yapmıştır. Kimisi ayakta dans ederek, şişler batırarak, göbeğe yırtılacak kadar feryat edip kendinden geçerek, ya gavs, ya şeyh Abdulkadir naralar atarak, destur ve medet deyip Allah’tan başka varlıklardan yardım isteyerek yapmıştır. Kimileri zaviye ve hücrelerinde saatlerce sürecek zikir ve teşbihi yapmak için metrelerce uzunlukta ve estetik niteliklerde iri tanelerden oluşan teşbihler çekmekte, müzik aletleri çalmaktadır. Bütün bunların Allah’ın gösterdiği ve Rasulullah’ın yaptığı zikir olduğunu herhalde aklı başında, bidatlerden sakınan hiç bir müslüman söyleyemez.
Yüce Allah “Şüphesiz mescidler Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.” [70] buyurduğu halde, tasavvufçular dualarında Allah’tan başka varlıkları da ortak etmiş ve onları aracılar yapmıştır. Kimileri dua esnasında şeyhinin siluetini gözünün önüne getirerek dua etmiş, kimileri resmini yanında taşımış, kimileri şu veya bu kişiyi aracı yapmıştır. Yatırlardan ve üstünlüklerine inandıkları gavs yahut kutup dedikleri kişilerden medet ummuş ve onlardan yardım istemişlerdir. Rabıta ve tevessüle dört elle sarılmışlardır.
Duaları da Rasulullah’ın öğrettiği ve Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği dualardan çok, tılsımlı ve esrarengizliklerle dolu muammalardan oluşmuştur. Bununla ilgili bazı örnekler verelim. Şeyhi ekber ve hatemu’l-evliya dedikleri tasavvufun en meşhuru Muhyiddin İbn Arabi’nin dua ve salavatından örnek verelim. Şöyle diyor:
“Allah’ım, bütünümü kendi bütünlüğünde yok et, evveliyetimi evveliyetinle destekle ki evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, zahirliğini zahirliğimde, batınlığını batınlığımda, hüviyetini hüviyetimde, inniliğini inniliğimde ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahade edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde ve beraberliğin beraberliğimde olsun ki o sırrın tüm unvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım.” [71]
Bir de Hz. Peygamber’e getirdiği salata bakalım: “Allah’ım, zatın tılsımlı görünümü, derya yağmuru, cemalinin lahutu ve visalinin nasutu, hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti, süregelen mahlukatın kaynağı, fark nasutlarını hak yoluna ilettiği kişiye salat ve selam olsun. Allahım, onunla, ondan ve onun içinde ona salat kıl.” [72]
Bir de Ticani tarikatının şeyhinin şu sözlerine bakalım: “Hz. Peygambere salatu’l-fatih’i sordum. Salatu’l-Fatih’i bir defa okumanın altı defa Kur’an okumaya denk olduğunu söyledi. Sonra, her defasını kainatta meydana gelen bütün teşbihlere, bütün zikirlere, büyük küçük bütün dualara ve Kur’an’ın altı defasına denk olduğunu söyledi.” [73] Salatu’l-Fatih dedikleri duanın sözleri de şunlardır: “Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin el-fatih lima uğlika ve’l-hatim lima sebeka, nasıru’l-hakki bi’l-hakki, el-hadi ila sıratike’l-Mustakim ve ala alihi hakka kadrihi ve mikdari-hi’l-azim.” [74] Bu dua ve salavatların İslam’la bir ilgisi olduğunu düşünecek bir müslüman düşünemiyoruz.
Bilindiği gibi yapılan ibadet ve duaların kabul görmesi için sahibinin inançlarının İslam’a uygun olması yanında yaptığı ibadet ve duaların da İslam’a uygun olması lazımdır. Bunlara uygun olmayan ibadetlerin makbul olması söz konusu değildir.
Dipnotlar
1.Bkz.: Ibn el-Farid, Divanu ibn el-Farıd, Talyye Kasidesi”, Kahire, 1341 h.
2.Muhyiddin Ibn Arabi, Fütuhatı Mekkiyye, 2/604.
3.Muhyiddin Ibn Arabi, Fususu’l-Hikem, Bali Şerhi, 374, Kaşani Şerhi, 1/192, thk. Dr. Ebu’l-Ala Afifi.
4.Fususu’l-Hikem, 111, el-Halebi baskısı.
5.Fususu’l-Hikem, 77, el-Halebi baskısı.
6.Ftısusu’l-Hikem, 80, el-Halebi baskısı.
7.Fususu’l-Hikem, 1/195, Afifi neşri. Ibn Arabi’nin İslam dışı bilgi kaynakları hakkında bilgi için bkz.: Dr. Ebu’l-Ala Afifi, Muhyiddin Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi, Çev. Dr. Mehmed Dağ, AÜlF Yay., No. 127.
8.Fususu’l-Hikem, 1/83.
9.Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Felsefetu’l-Sufiyye fi’l-İslam, 511, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire.
10.Dr. Abdulkadir Mahmud, a. g. e., s. 515.
11.Abdulkerim el-Cîlî, el-lnsanu’l-Kamil fi Marifeti’l-Evahir ve’l-Evail, 2/83, hicri 1293.
12.Abdulkerim el-Cîlî, a. g. e., 1/22.
13.A. g. e., 1/22.
14.A. g. e., 2/41.
15.A. g. e., 3/27.
16.Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu’s-Sufiyye, 28-32; Feriduddin Attar, Tezkiretu’l-Evliya, 1/160, Neşr. Nicholson, 1905-1907.
17.Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e., s. 30.
18.A. g. e., 29.
19.A. g. e., 30.
20.Aynı yerde.
21.Aynı yerde.
22.A. g. e., 31. “Bunlar ‘safahattır, dolayısıyla sahipleri sorumlu olmaz.” gibi bir savunma geçerli değildir. Çünkü her şeyden önce din insanlara akıllı olmayı ve akıllarını kullanmayı öğretmektedir, deli olmayı değil. Diğer taraftan bu şafahat sahiplerinin güya akılları başlarına geldikten sonra da şafahatları üzerinde ısrar ettikleri ve o sözlerden vazgeçmedikleri bir gerçektir. Safahatından tevbe edip söylediği din dışı şeylerden istiğfar eden hiç bir tasavvufçu gösterilmemektedir. Aksine, şafahatları üzerine ısrar ettiklerini kendi kaynaklan söylemektedir. “Kemal ehlinin en basit hali şathdır. Çünkü onlatın hangi manalar içerdiğini biliyorlar.” Bkz.: ibn Haldun, Mukaddime, 333; Şifau’s-Sail H Tehzibi’l-Mesail, 84-86; Kadı lyaz, eş-Şifa, 4/538-544; ez-Zebidi, Şerhu Ihyai Ulumid-din, 8/139; Ebu Talib el-Mekki, Kutu’l-Kulub, 1/267; Ebu Nasr es-Serrac et-Tusi, el-Luma, 454-461.
23.Bunlardan alıntılar ve örnekler için bkz.: Celaleddin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, 227-242, Pınar Yay., İst.-1992; Zubeyr Yetik, insanlığın Yüceliği ve Guenoniyon Batınîlik, değişik bölümler, Fikir Yay,, lst-1992
24.Gümüşhanevi, Camiu’l-Usul, 107, Kahire, 1329 h.
25.A. g. e., “Hakikati Muhammediye” bölümü.
2.6.Muhammed ed-Demirtaş, Risale fi Marifeti’l-Hakaik, 7’den naklen Abdurrahman Abdulvekil, el-Fikru’s-Sufi 1i Dav’tti’l-Kitap ve’s-Sunne, 74, Mektebetu Ibn Teymiyye, Kuveyt.
27.ibn Arabi, el-Futuhatu’l-Mekkiyye, 1/152-154.
28.Ibn Arabi, Mecmuatu’l-Ahzab, 2, istanbul, 1298 h.
29.Abdulgani en-Nablusi, Mecmuu’l-Ahzab, 557, istanbul baskısı.
30.Abdulaziz ed-Debbağ, el-lbriz, 2/84.
31.Ömer Ibn Said el-Funi, Rimahu Hizbi’r-Rahim, 14’den naklen, Abdurrahman el-vekil, Hazihi Hiye’s-Sufiyye, 87, Beyrut, 1984.
32.Ahmed Abdulmunim el-Hulvani, Risale, 14’den naklen Abdurrahman Abdulvekil, a. g. e., 87.b
33.Kaside-i Bürde Şerhi ve Tercümesi, 39. beyit, s. 52-53, istanbul, 1977. Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nde de aynı ifadeler bulunmaktadır.
34.Ibn Arabi, e;-FuftJ/ıafu7-MeWc/yye, 1/152-154.
35.Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, 153, Yöneliş Yay., istanbul, 1990. Tasavvufçular bu inançlarına dayanak olması için de “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım.”, “Gizli bir hazine idim… benimle beni tanıdılar.” gibi hadisleri uydurmuşlardır.
36.Geniş bilgi için bkz.: Ibn Arabi, Fususu’l-Hikem, 1/191-196, Harun Fassı, Dr. Afifi neşri.
37.Fususu’l-Hikem, 1/62, el-Halebi baskısı; Futuhat-ı Mekkiyye, 353. bölüm. Ebu Hamid el-Gazali, İhyau Ulumidin, 3/19, el-Mektebetu’t-Ticariyye, Mısır; eş-Şarani, el-Yevakıt ve’l-Cevahir, 2/85-86, ikinci baskı, 1307; Ibn Teymiyye, Hakikatu Mezhebi’l-İttihadiyyin, 63-77, Faysalabad, Pakistan.
38.Şuara, 192-195.
39.Fussilet, 41-42.
40.Vakıa, 77-80.
41.O Mevlevi, Mevtana Mesnevi, 9, onüç-onaltıncı mısralar, Konya, 1980.
42.Tahiru’l-Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, 1/35-36.
43.O Mevlevi, a. g. e., 10.
44.Tahiru’l-Mevlevi, a. g. e., 1/36.
45.A. g. e., 1/37.
46.A. g. e., 1/39.
47.İbn Arabi, Fususu’l-Hikem Mukaddimesi.
48.Fususu’l-Hikem, 1/48, 56, 166, Afifi neşr.
49.Bu tefsirin İbn Arabi’nin değil, Kaşani’nin olduğu söylenir. Olabilir. Ancak onun olduğunu uzmanları söylemektedir. Zaten baştan sona kadar onun metodu ve felsefesiyle yazılmıştır. Zaten Kaşani de Ibn Arabi’nin felsefesini benimseyen ve Fususu’l-Hikem kitabını bu felsefe ile şerheden bir kişidir.
50.Bakara, 118.
51.ibn Arabi, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim, 1/180, Beyrut, 1968.
52.Enbiya, 52-53.
53.ibn Arabi, a. g. e., 2/78.
54.Bakara, 125.
55.Süleyman Ateş, Şulemi ve Tasavvuf! Tefsiri, 119, Sönmez Neşriyat, istanbul, 1969.
56.Bakara, 158.
57.Süleyman Ateş, a. g. e., 119.
58.Bakara, 199.
59.Süleyman Ateş, a. g. e., 120.
60.Ali imran, 152.
61.Süleyman Ateş, a. g. e., 120.
62.Nisa, 36.
63.Süleyman Ateş, a. g. e., 120.
64.Nemi, 88.
65.Süleyman Ateş, a. g. e., 124.
66.Hucurat, 9.
Haksöz Dergisi – Sayı: 22 – Ocak 93 Tasavvuf ve Sapmalar
http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=322
Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir -2 Abdullah Tekin
e. Tasavvuf, Müslümanların ahlakını bozmuştur
Yüce Allah, Hz. Peygamber’in büyük bir ahlak sahibi olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz sen yüce bir ahlaka sahibisin.” [1] Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: “Her dinin ahlakı vardır, İslam’ın ahlakı da hayadır.” [2] “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” [3] İyi bir müslümanın ahlakı üzerine çok sayıda hadis olduğu gibi İslam’ın öğütlediği güzel ahlaka teşvik eden sayısız hadisler de mevcuttur. İslam’ın bütün emir ve yasaklarının amacı da öngörülen ahlaka sahip faziletli insanları ve bu insanlardan meydana gelecek toplumu yetiştirmektir.
Tasavvuf da, ahlaki bir davet veya hareket olduğunu iddia etmektedir. İslam’dan birçok unsurlar ve öğretiler içermesine rağmen, tasavvufun mensuplarına aşıladığı ahlak ne yazık ki birçok yönden İslam’ın ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Allah’ın her varlık ve her varlığın Allah olduğunu söyleyen, peygamberi, İslam’ın belirlediği konumun ve anlayışın dışında gösteren, Kur’an’ın ayetlerini heva ve heveslerine uyduran bir tasavvufun ahlaki olduğu herhalde söylenemez. Haya İslam’ın ahlakı olduğu halde tasavvufçular ahlakçılık adı altında müstehcenliği ve hayasızlığı huy edinmişlerdir. Bazı örnekler verelim:
İbn el-Farıd şöyle diyor: “Oğul hükmünden önce ilk yaratılışta Adem’e Havva suretinde göründü. Aşıklara ise, her türlü elbise içinde olağanüstü güzelliklerde görünür. Bir defasında Lübna, birinde Büseyna, bazan da -Yüce olsun- Azze diye anılır. “[4]
İbn el-Farıd’ın cariyelerle şarkı söyleyip dans ettiğini mensuplarından biri şöyle anlatmaktadır: “Bana bir kaç dirhem verdi ve yemek için bir şeyler al, dedi. Aldım. Sahile yürüdük. Bir sandala bindik ve Behnesa’ya vardık. Şeyh kapıyı çaldı. Bir adam çıktı. Bismillah dedi. Şeyh çıktı, ben de beraber çıktım. Bir de ne göreyim, bir sürü kadın. Tef ve kavallar çalıyor, şarkı söylüyorlardı. Konser bitene kadar şeyh dans etti. Sonra çıkıp ayrıldık. Mısır’a geldik. Bu durum tuhafıma gitti. O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Tellal çağırın ve yerine şarkı söyleyecek bir kadın satın alın dedi. Sonra kulağıma yaklaşıp şöyle dedi: Fakirlere (sofulara) bunu yadırgama. “[5]
Şemsi Tebrizi de Kimya Hatun’u Allah olarak gördüğünü şöyle anlatmaktadır: “Mevlana Şemsi Tebrizi’nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Maram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle Haydi gidin Kimya hatunu buraya getirin, Mevlana Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır. buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya başladıkları sırada Mevlana Şems’in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems İçeri gel diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit Şems’ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve Kimya nereye gitti? dedi. Mevlana Şems Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir, şu anda da Kimya şeklinde geldi. buyurdu. “[6]
İbn Arabi de Allah’ın en güzel görünümünün kadın olduğunu belirterek şöyle demektedir:
“Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey. Nikah (kadın erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Bu sebepten kişinin yıkanması emredilmiştir… Şüphesiz Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) ile onu temizlemiştir. Çünkü başka şekilde olmaz. Erkek, Allah’ı kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahade denir… Allah’ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahade edilmektedir. Zira Allah maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahade edilmez. Allah’ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (münasebet)tir.” [7]
İmam Rabbani’nin Mektubat’ından da bir örnek verelim: “Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titreyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahu Teala’nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları haline ayrı ayrı zahir oldu. “[8]
Eş-Şarani’nin velilerinden de bir iki örnek vermek istiyoruz: “Şeyh Vahiş Mahalle’de (Kahire’nin bir semti) Benatı Hata (randevu kızları) hanında kalıyordu. Biz de oradaydık. Oradan kim çıkıp gitmek isterse, şöyle derdi: Dur, çıkmadan önce Allah katında senin için şefaatta bulunayım. Ve şefaatini kabul ettirirdi. Bunun için oradan çıkıp gidecek bazı kimseleri bir gün, iki gün bekletirdi. Şefaatına tam cevap alıncaya kadar o kimseleri bırakmazdı. Bir gün Benatı Hata hanı için şöyle dedi: Buradan çıkın, han sallanıyor, üzerinize çökecek. Bir kız (randevu kızı) hariç. Öbürleri duymadılar. Belki de duydular, aldırmadılar. O bir tanesi de çıkınca han diğerlerinin üzerine yıkıldı, çöktü. Öldüler. Hiç kurtulan olmadı. Hepsi öldü. “[9]
Abdulaziz ed-Debbağ’dan da bir örnek vererek bitirmek istiyoruz. “Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu bir mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan her biri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben de başka bir yatağa uzandım. Odamızda bir dördüncü yatak daha bulunuyordu. O boş kaldı. Sonra hanımlardan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu zannediyordum. Bir müddet sonra diğer hanımımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım diğer hanımın artık uyduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonra şeyhimin ziyaretine gittim. Aramızdaki mesafe uzak da olsa sık sık bu ziyaretlerimi yerine getiriyordum. Beni görünce hafif tebessüm ederek şöyle buyurdu:
– İki karıyı bir odada biraraya getirip ikisiyle cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında ne dersin? Beni kastettiğini anladım ve cevap verdim:
– Efendim, bunu nasıl bildiniz? Ya dördüncü yatakta kim yattı? diye sordu. Bunun üzerine dedim ki: Efendim, onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım. Hayır, hiç biri uyumadı. Böyle yapman doğru değildir. dedi. “[10]
“Şeyhimi ziyarete gittiğimde evinin odalarından birinde beni yanına alıp oturduk. Sohbetimiz hayli devam etti ve uyku vakti gelmiş oldu. Bana Uyu dedi. Ve kendisi ayrılıp başka odaya gitti. Ben de elbisemi çıkardım ve sırt üstü uzandım. Yatağımda bir elin beni gıdıkladığını hissettim, güldüm, o da güldü. Fakat odamda hiç kimse yoktu. Şeyhimin odası alt katta bulunuyordu. Gülme sesinden o elin ona ait olduğunu anladım. “[11]
Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Tasavvufçu çevrelerde iş bu kadarla da kalmamış, daha kötüsüne kadar götürülmüştür. Adam Metz bunu şöyle kaydeder:
“O devirde tasavvufçuların en büyük afetlerinden biri de kendileri gibi olmayan muhaliflerle oturup kalkmaları ve kadınlarla dostluk kurmalarıdır… Buna bir de Şarka mahsus başka bir afet eklenmiştir ki o da taze gençlerle oturup kalkmalarıdır… “[12] Onun için tasavvuf meşhurlarından Ebu Said el-Harraz (öl. 277/890)’ın şöyle dediği kaydedilir:
“Uykuda İblis’i gördüm. Benden uzak geçiyordu. Ona neyin var, gel? dedim. Ben sizi ne yapayım, insanları kendisiyle aldattığım şeyi nefsinizden attınız, dedi. Nedir o? dedim. Dünya, dedi. Biraz gittikten sonra dönüp şöyle dedi: Ama sizde de aradıklarımdan bir şey var, diye ilave etti. Nedir o? dedim. Taze gençlerle oturup kalkmak, dedi. “[13] Onun için el-Vasıti (öl. 320/932) şöyle demiştir:” Allah, bir kulunun alçalmasını isterse, onu bu çirkef ve kokuşmuş kişilerin yanına atar.” [14]
Bütün bunların dışında tasavvufçular insanları hayat sahnesinden çekerek uzlete ve çile doldurma hayatına götürmesi, pasif bir hayat yaşamaya itmesi, evlenmekten ve ilim tahsilinden uzaklaştırması, nefsi mahrumiyetle cezalandırması gibi İslam ahlakıyla bağdaşmayan, hatta dinin emir ve yasaklarını tanımayan bir ahlak yoluna sevketmiştir. Şüphesiz İslam ne böyle bir hayat tarzını tasvip eder, ne de bu şekilde bir ahlakı kabul eder.
f. Tasavvuf, müslümanların din anlayışını bozmuştur
Yüce Allah, geçerli ve Allah tarafından makbul olan dinin ancak İslam olduğunu, insanların ancak müslüman olmakla Allah’ın azabından kurtulabileceklerini buyurmuştur. Şöyle buyuruyor: “Allah katında hak din İslam’dır.” [15] Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki aradığı o din kendisinden asla kabul edilmeyecektir ve ahirette zarar edenlerden olacaktır. [16] Allah’ın yanında makbul ve geçerli olan İslam’ın da bütün temel ve boyutları Kur’an-ı Kerim’de ve Rasulullah’ın sahih sünnetinde belirlenmiştir.
Böyle iken tasavvuf, Allah’ın dinini şeriat, tarikat ve hakikat diye parsellemiş, şeriata dinin kabuğu ve zahiri adını vererek kurtuluş için kişinin mutlaka tarikat yolu ile marifete ve hakikate ulaşması gerektiğini söylemiştir. Şeriatın hükümleri üzerinde hassasiyet gösteren ve ondan meydana gelen sapmaları eleştiren din alimleri de zahir ehli molla kasım, sevgiden yoksun kaba softa olarak nitelemiştir. Helal ve haramları tevil ederek seri ahkamı çığırından çıkarmış ve sonunda ibahiyye (her şeyi yapmanın serbest oluşu ve haramın kalkmış olması) mezhebinin ortaya çıkmasına kadar gitmiştir. Karşı çıkıp eleştirenleri de sevgiden yoksun ve dinin kabuğunda kalan hakikatsiz kişiler olarak nitelemiştir.
Yunus Emre’den Celaleddin er-Rumi’ye ve İbn el-Farıd ile İbn Arabi’ye ve onların yolundan gidenlere kadar tasavvufun felsefesiyle uğraşanlar sevgi dini ve dinlerin birliği gibi İslam şeriatıyla bağdaşmayan bir din anlayışını meydana getirmiş ve hangi dinden ve inançtan olursa olsun, neticede Allah’ın tecellisi ve görünümü olduğu için hepsinin aynı olduğunu söylemiştir.
Dinin emir ve yasaklarına bakış açısını bozmuş, tasvip etmediği birçok şeyleri terviç etmiştir. Denilebilir ki tasavvufun bütün çevrelerinde meyhane edebiyatı oluşturulmuştur. Aşk, şarap, mey, kadeh, sekr, sahv, mahv, saki, rindan vb. baştan sona kadar meyhane terim ve anlamları kullanılmıştır.
Bütün bunlara dair örnekleri burada sıralamak mümkün değildir. Ancak yine de insanlara ibret olacak bazı örnekler vermeye çalışacağız. Muhyiddin İbn Arabi şöyle diyor:
“İnsanlar Allah hakkında türlü inançlara inanmışlardır. Ben ise, inandıklarının hepsine inanırım. ” [17]
“Bugüne kadar, dini dinime yakın olmadığı için arkadaşıma karşı çıkıyordum. Ama bugün kalbim artık her şekli kabul eder oldu. Ceylanların çayırı, rahiplerin manastırı, putların barınağı, tavaf edenin kabesi, Tevrat’ın sayfaları ve Kur’an’ın Mushafı oldu. Süvarileri ne tarafa yönelirse yönelsin, ben SEVGİ DİNİNE inanıyorum. Din benim dinim ve imamındır.” [18]
İbn Arabi taraftarlarını muayyen bir dine bağlı kalıp onun dışındakileri red etmekten sakındırarak şöyle demektedir:
“Sakın sakın, muayyen bir kayıtla kayıtlı kalıp onun dışındakileri red etme. Böyle yaparsan çok çok hayırdan mahrum kalırsın. Hatta işi olduğu gibi anlamaktan yoksun olursun. Onun yerine bütün inançlar için nefsinde heyuli ol. Zira Allah nesiller arasından sadece bir nesille (yahut zamanlardan sadece bir zamanla) sınırlanmayacak kadar büyüktür. Hepsi de isabet etmiş ve her isabet eden mükafatını almıştır. Mükafat alan herkes de mutludur, her mutludan da Allah razıdır. ” [19]
Bu anlayış ister istemez ahirette cehennem azabının inkar edilmesini gerektirecektir. Çünkü bu sevgi dininde bütün din mensupları aynı olup hepsi tanrının suretleri olduğu için tanrının kendi kendine azap etmesi müstahil olur. Onun için şöyle diyor:
Vadinde doğru tek (Allah)dan başka kimse kalmadı. Hak’kın vaidi (tehdidi)ni de gözetleyen bir göz yoktur. Bedbahtlık yurduna girseler bile onda bir lezzet ve farklı bir nimet içindedirler… Tadının lezzetinden azap diye adlandırılır. Halbuki bu onun kabuğu gibidir ve kabuk koruyucudur.
Kur’an-ı Kerim Firavn için “Allah onu herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. ” [20] “Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman ‘Allah’a inandık ve ona ortak koştuğumuz şeyleri inkar ettik’ dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine fayda vermeyecektir. Allah’ın kulları hakkında cari olagelen sünneti (kanunu) budur.” [21] derken İbn Arabi bunu yalanlarcasına şöyle demektedir: “Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuştur. ” [22] İbn Arabi, İbn el-Farıd, Abdulkerim el-Cili, Kaşani, Molla Cami, Sadreddin Konevi, Suhreverdi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, İbn Sebin, İbn Beşiş, et-Tilmisani, et-Tusi, Attar ve burada sayamayacağımız kadar tasavvuf meşhurunun inancı ve kanaati budur.
Celaleddin er-Rumi’nin Divan’ından nakledilen şu beyitlere bakınız:
“Canım ey nur, kaçma benden, Kaçma benden ey parlayan görünüm, Kaçma benden, kaçma benden.
Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum, Hatta bileğime taktığım Zerdüşt’ün zunnarına bak,
Zunnarı taşırım, yemliği taşırım, Belki nuru taşırım, kaçma benden.
Müslümanım ben, ama hıristiyanım, brahmanistim, zerduştiyim, Ey yüce Hak, sana tevekkül ettim, kaçma benden.
Bir tek tapınağım, mescid, kilise veya puthanem yok benim, Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden, kaçma benden. ” [23]
İsterseniz Niyazi Mısri’nin de şu beyitlerine bakınız:
“Bu cihanın halkına bir yolum uğrar benim, Cem’edip bunca kumaşı bir bezistan olurum,
Geh nasara, geh yahudi, gehi tersa (müşrik), geh mecusi, Gahi şia, gah olur, sünni müselman olurum.” [24]
İbn Arabi’nin felsefesini satan Şebusteri (öl. 720/1320)’nin şu sözlerine bakalım:
“Önündeki şu perde kalktı mı ne mezhebin hükmü kalır, ne dinin. Bütün şeriat hükümleri senle benden doğar. Çünkü bu hükümler, senin canına, tenine bağlıdır. Arada ben ile sen kalmayınca, Kabe nedir, havra nedir, kilise ne… Cüzi alemden geçip külli aleme varan kişi bu sırrı bilir. Burada hululün da imkanı yoktur ittihadın da. Çünkü birlikte ikilik düşüncesi sapıklıktır. Hak’tan başka bir varlık yok. İster O Haktır de, ister ben Hak’kım de.” [25] Bir kaç örnek daha verelim.
“Medrese ile minare yıkılmadıkça kalenderlik halleri düzene girmez. İman, küfür, küfür de iman olmadıkça hiç bir tanrı kulu gerçekten müslüman olamaz.” [26] “Aşk mezhebinde küfürle iman yoktur. Aşkda ne beden vardır, ne akıl, ne can vardır, ne gönül. Kim böyle değilse aşık değildir.” [27] “Kafir de sensin küfür de. İkisinden de betersin sen. Eman yurdu da sensin, iman da sensin. İkisine de başsın sen. ” [28]
“Bir şey küfür de olsa, suç da olsa, kara şeytan da olsa, O’nun güneşi o şeye vurdu mu dolunay olur gider. “ [29] “Aşık içinde bulunduğu halin sarhoşudur. Bu yüzden küfürden de yücedir, imandan da. Küfürle iman ikisi de zaten onun kapısıdır. Çünkü o içtir. Küfürle din onun iki kabuğudur. Küfür dıştaki kuru kabuktur, imansa içteki tatlı kabuk. ” [30]
“Gerçek küfür kime yüz gösterirse o kimse mecazi müslümanlıktan usanır. Her putta gizli bir can var, küfürde bir iman gizli. Küfür de daima Tanrı’yı teşbih etmekte. ‘Ve in min şey’in… (17/İsra, 44) ayetine bak. Burada kınamanın ne lüzum var!” [31]
Yunus Emre söylüyor: “Dost yüzin görecek şirk yağmalandı,
Anınçun kapıda kaldı şeriat,
Küfür ile iman dahi hicap imiş bu yolda,
Satalaşdık küfr ile iman yağmaya verdük.” [32]
Nesimi söylüyor:” Hace-i meyhane mest oldu vu hem pir-i muğan
Kabe vu puthane mest u hırka vu zunnar mest,
Küfr u iman mest u cümle mest ayni yekdiğer
Aşık u maşuk u aşk u yar mest ağyar mest. [33]
Eşrefoğlu Rumi söylüyor:
Bana ne ilmu amel ne küfrü iman nisbeti,
Kamusundan el yudum aşka uyuben giderim. ” [34]
Şebusteri’nin şu sözlerine bakalım: “Bu makamda put, aşk ve birlik mazharıdır, zunnar kuşanmak da hizmete bağlanmaktır. Küfür de varlıkla olur, din de… Onun için birlik puta tapmanın ta kendisidir. Bütün var olan şeyler varlığın mazharları ve tecelli yerleridir. Onların biri de puttur. Ey akıllı kişi, iyi düşün put varlık bakımından batıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da yüce Tanrı. İyinin yaptığı her şey iyidir. Mutlak varlık nerede varsa, ne ile zuhur etmişse, orası ve o şey hayırdan ibarettir. Eğer o şeyde bir şey varsa o, varlıktan meydana gelmemiştir. Müslüman, puta tapmak nedir bilseydi dinin puta tapmaktan ibaret olduğunu anlardı. Müşrik de putun hakikatini bilseydi hiç dininde yol azıtır, sapık olur muydu? O, putu ancak görünen bir suretten ibaret gördü de o sebeple şeriata kafir oldu. Sen de onda gizli olan hakikati, onda Hak’kı görmezsen sana da şeriatta müslüman demezler. ” [35] Tasavvufun insanları ve İslam anlayışını ne duruma getirdiğini bütün bunlar göstermeye yeterlidir sanırız.
Tasavvufun yaydığı ve davet ettiği İslam budur. Tasavvuf yolu ile İslam’ın yayıldığını söyleyenler, insanların böyle bir İslam’a girdiğini acaba düşünmezler mi? Rene Guenon ve benzerlerinin böyle bir İslam anlayışının kurbanları olduklarını ve bunların sorumluluğunun onlara böyle bir İslam anlayışını götürenlerin boynunda olduğunu anlamazlar mı? İsterseniz bunun itirafını onların eserlerini dilimize kazandıranların dilinden dinleyelim:
Rene Guenon temel hakikat geleneğini dinlerin önüne ve üstüne yerleştiriyordu… Nitekim Rene Guenon, nefsin Yüce İlkeyle (Allah’la) birleşiminin en saf anlamını Hint maneviyatında bulmuştu. [36]
Özet olarak diyebiliriz ki onun eserlerinde bize sunulan temel hakikat bütün dinlerin önünde ve üstünde olan bir gelenekten gelmektedir. Guenon çeşitli dinlerde o hakikatlerin izlerini yeniden buluyor, fakat kendisine göre, o izler dinlerde az çok zayıflamış ve bozulmuş haldedir. İşte bu yüzden o her dini düşünceyle hem bir yakınlık kurmakta, hem de her sahih dinden ayrılmaktadır. [37] Celaleddin er-Rumi, Yunus Emre, İbn Arabi, Hallaç, Cami, Attar ve benzerlerinin kültürü ile müslüman olan insanların maalesef İslam anlayışı budur. Bu anlayış sadece muhtedilerin yanlış üzerinde devam etmelerine sebep olmakla kalmamakta, müslüman kimi insanların da bu yanlış sebebiyle İslam’ın yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır. Örneğin iman eden (müslüman)lar, yahudiler, hıristiyanlar ve mecusilerden Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam’a inanan ve salih amel işleyen kişilerin cennete girecekleri Kur’an’da belirtildiği ve kapalı bir tarafı bulunmadığı halde, tasavvufun büyüsü ile büyülenip dinlerin birliği ve dinlerüstü gerçek (hurafe)sine kendini kaptıran kimi müslüman (tasavvufçu)ların Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed’e iman etmeyi devre dışı bırakan yorumları hep bu hastalıktan ileri gelmektedir. Cehenneme kimsenin girmemesi için vücutlarının büyütülüp cehennemi doldurmasını savunan Ebu Yezid el-Bistami ve ne olursa olsun yaratandan ötürü yaratılanı seven Yunus Emre’nin felsefesi hep bu bulanıklıktan kaynaklanmaktadır. Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, putperest ve müslüman ayırımı yapmayıp meyhanecinin sarhoşluğa olan aşkı ve sekri şeriatın üstüne çıkaran sapıklık bu hastalığın ürünüdür. Her varlığı Allah görme, Allah’a isyanın simgesi ve tağutluğun sembolü olan Firavn’ı arif billahi ve cennetlik mümin görme, kendini tanrı ilan etme, seri ahkamı takmama ve enternasyonel sevgi dinini propaganda etme akımı bu sapıklığın neticesidir. Bu anlayışın İslam alemini ve müslüman zihinleri ahtapot gibi sardığı ve Allah’ın tevhid dini gibi zihinlere din olarak yerleştiği bir realitedir. Bu anlayış İslam aleminde filizlenip boy vermeye ve yayılmaya başladığı tarihten itibaren İslam alemi düşünce olarak gerilediği gibi gittikçe İslam’ın safiyetinden de uzaklaşmıştır. Bunun önüne ancak sahih bir Kur’an ve sünnet eğitimi ile geçilebileceğini yeri gelmişken belirtelim.
Dipnotlar:
1. Kalem, 4.
2. Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 9, ibn Mace, Zühd, 17.
3. Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8.
4. İbn Farıd, Taiyye Kasidesi. Buradaki Lübna, Büseyna ve Azze isimleri Arap edebiyatında anonim kadın isimleridir. Halk edebiyatındaki Leyla, Şirin gibi.
5. Ibn Hacer el-Askalani, Lisanu’l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.
6. Ahmed Eflaki, Menakibu’l-Arifin, II/56-57, ter. Tahsin Yazıcı, MEB, İst., 1989. .
7. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, 1/212, el-Halebi baskısı, yine Kaşani şerhi, 437, İstanbul baskısı, İbn Arabi’nin kadın aşkı ve kadınlara düşkünlüğü hakkında bilgi için Tercümanu’l-Eşvak kitabına bakınız, s. 75-77, ter. Mahmud Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul, 1991.
8. İmam Rabbani, Mektubat Tercemesi, 1/6, Birinci Mektup, Terceme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968.
9. Abdulvahab eş-Şarani, Tabakatu’l-Kübra, 4/1807, tere. Abdulkadir Akçiçek, Cümle, İstanbul, 1985.
10. Abdulaziz Debbağ, el-lbriz, 1/78-79, tere. Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, İstanbul, 1979.
11. Abdulaziz Debbağ, el-lbriz, 1/79.
12. Adam Metz, el-Hadaratu’l-İslamiyye, 2/34-35, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, Arapça tercümesi, Dr. Abdulhadi Ebu Ride.
13. el-Kuşeyri, er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, 1/23, Daru’l-Kütübi’l-Hadise, Kahire.
14. el-Kuşeyri, a. g. e., 1/40.
15. Ali İmran, 19.
16. Ali İmran, 85.
17. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, 225, 191-196; ayrıca bkz.: Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Felsefetu’s-Sufiyye fi’l-İslam, 516-521, Da-ru’l-Fikri’l-Arabi.
18. İbn Arabi, Zehairu’l-Ahlak Şerhu Tercümani’l-Eşvak, 39, Dr. Abdulkadir Mahmud, a. g. e., 503-531, Dr. Kemal Muhammed İsa, Nazarat fi Mutekadat Ibn Arabi, 51-59, Daru’l-Muctema, 1986, Burhaneddin el-Bikai, Masrau’t-Tasavvuf, 99-100, tah. Abdurrahman el-Vekil, Yayın yeri ve tarihi yoktur.
19. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, 112-113; ayrıca Bali Şerhi, 191, Hicri 1309.
20. Naziat, 25.
21. Mümin, 84-85.
22. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, 1/212, Afifi neşri.
23. Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi’l-Mizan, 100-101, Daru Nahdati Mısr, Kahire.
24. Niyazi Divanı, 109, Maarif Kütüphanesi, İstanbul, 1963
25. Dr. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 325, Gülşen-i Raz’dan naklen.
26. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 325, Rubailer, 83’den naklen.
27. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Rubailer, 91’den naklen.
28. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Rubailer, 223’den naklen.
29. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Divanı Kebir, 5/478’den naklen.
30. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Mesnevi, 6/696’dan naklen.
31. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Gülşen-i Raz, 72’den naklen.
32. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.
33. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.
34. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.
35. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 328, Gülşen-i Raz, 71-72’den naklen.
36. Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, 18, tere. Mahmud Kanık, Risale Yayınları, İstanbul, 1986.
37. Rene Guenon, a. g. e., 21-22, Çevirenin önsözü. Geniş bilgi için bkz.: Zübeyir Yetik, İnsanın Yüceliği ve Guenoniyen Batınilik, Fikir Yayınları, İstanbul, 1992.
Haksöz Dergisi – Sayı: 23 – Şubat 93 Tasavvuf ve Sapmalar
http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=330
Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir -3 Abdullah Tekin
g. Tasavvuf, İslam’ın insana bakışını bozmuştur
İslam, insanın mükerrem ve Yüce Allah’ın verdiği emaneti yüklenebilecek bir varlık olarak yaratıldığını belirtir. En güzel yaratılışla yaratıldığını ve diğer yaratıklar arasından emir ve yasakları gözeterek yaşamaya elverişli, yeryüzünde halife olarak yaratıldığını söyler. Yüce Allah’ın buyrukları çerçevesinde hareket ettiği taktirde en yüce makamlara layık olduğu halde, Allah’ı bırakıp başka varlıkların isteği doğrultusunda yaşadığı taktirde esfeli safiline gideceğini söyler. İnsan ne lanetlenmiş ve asla ıslah olmayacak bir şeytan, ne de masum bir melektir. Hayra ve şerre müsait olarak yaratılmıştır. Yetenekleri sınırlı ve yaptıklarından sorumludur. Toplumun en büyüğü, en meşhuru ve üst düzeyde olanı böyle olduğu gibi sıradan insanları da böyledir. Aralarındaki üstünlük sadece takva, yani İslam’ın hükümlerini gözetme derecelerine göre olur. İnsanın İslam’daki konumu ana hatlarıyla bu şekildedir.
Tasavvuf ise, İslam’ın bu dengeli ve sorumlu yapısını altüst etmiş, toplumda sınıf farkını doğurmuş, şeytan gibi usanmaz ve ıslah olmaz azgın bir nefis sahibi olduğunu söyleyerek ömrünü bu mevhum düşmanla mücadele ederek geçirmesini söylemiştir. İnsanlardan kimilerini peygamberlerin ötesinde ve kainatın kaderinde tasarruf edenler kabul ederken, kimilerini de kapıkulu, şeyhin hizmetçisi ve eşiğinde kölesi haline getirmiştir. Gavsı azam, kutbu’l-aktam, gavsı samadani, kaderlerde ve kalpler üzerinde tasarrufu olan, Allah ve peygamberle görüşüp onlardan talimat alan, yazdığı ve konuştukları Allah’ın ilhamı ve peygamberin telkini olan, hayat çarkını ve kişilerin geleceğini parmağıyla idare eden, hayatta olduğu kadar öldükten sonra da hayatta tasarrufu olan, hayır ve şer sağlayan, imdada koşan, bağlılarını ahirette destekleyip kurtaran ve Allah ile insanlar arasında aracılık yapan bir konuma getirirken, kimilerini de kapının eşiğinde köle, nefsini öldürmesi için tuvalet kapısında bekçi yahut halk pazarında palyaço, şeyhin elinde oyuncak ve geleceği onun himmetine kalmış bir zavallı yapmaktadır. Zavallının yaptığı ibadet ve iyiliklerin kabul olması için Allah ile kendisi arasında şeyhi aracı yapmak zorundadır. Şeyhin odasında oturamaz, eşyasını kullanamaz, yokluğunda hakkında bir şeyi aklına getiremez, boşayacak olursa onun hanımı ile evlenemez, seccadesinde oturamaz, gece gündüz varlığını ve murakebesini aklından çıkaramaz, izni olmadan çalışıp kazanamaz, bir yere gidemez, evlenemez, boşanamaz, kısaca bağımsız ve sorumlu bir insanın yapması gereken işleri yapma hak ve hürriyetine sahip olamaz. Şeyhin konumu ve şeyh-mürid ilişkileri incelendiği zaman bu tablo gözümüzün önünde şekillenir. Şeyh-mürid ilişkilerini, kutuplar, evliya, abdal, evtad, nukeba, nuceba, urefa ve benzeri tasavvuf ülkesinin hayali kurmaylarının konumları incelendiği zaman bu söylenenler müşahade edilir. Bunları müşahade etmek için bazı örnekler verelim:
Muhammed Emin el-Kurdi yazıyor: Mürid, şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir. İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itiraz etmemelidir. Ona Niçin böyle yaptın? dememelidir. Çünkü şeyhine Niçin? diyen kişi asla felah bulamaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir, fakat batını itibariyle o durum güzeldir. Külli ve cüzi, ibadet ve adet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine Şu fırına gir derse, girmesidir. Şeyhin durumlarını hiç bir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle bir şey çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnü zanda bulunmalıdır…
Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır. Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiği bir kadınla evlenmemeli ve şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemelidir. Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde bana niçin böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı, izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı, evlenmemeli ve önemli bir iş yapmamalıdır… [38]
Şeyhin elinde müridin gassalin elindeki cenaze gibi olması gerektiği, her nimeti ve feyzi ondan bilmesi, ona itiraz etmemesi ve kul kölesi olması gerektiği inancı adab kitaplarının hemen hepsinde mevcuttur. Mesela bugün kimi tasavvufçuların adab olarak okuttukları ve din kitabı gibi belledikleri Muhammed İbn Abdullah Hani’nin Ali Hüsrevoğlu tarafından tercüme edilen ve İstanbul’da 1980 tarihinde basılan Adab kitabından 152-166 sayfalarına bakılabilir. Şeyh mürid ilişkileri konusunda tasavvufçuların delisi bu şekilde düşündüğü gibi velisi de bu şekilde düşünmektedir. Mesela hatemu’l-evliya olarak bilinen İbn Arabi bunu şöyle ifade etmektedir:
Bu itaat üstünkörü ve ihlasla olması lazımdır. Şartsız ve tam olmalıdır. Mürid, tevilsiz, cevapsız, özürsüz ve tepkisiz şeyhin emirlerine harfiyyen bağlı kalır. Şeyhin emri akıldışı, hatta haram işlemeyi de emretse, harfiyyen bu emirlere itaat etmesi lazımdır. Şeriata muhalefet ettiğini görsen bile, ona itiraz etmeyi aklına bile getirmemelisin. Çünkü insan masum değildir. [39]
Avarifu’l-Maarif sahibi es-Suhreverdi de şöyle demektedir: Şeyhin sözü Hak ile, Hak’tan ve Hak içindir. Cebrail, vahiy konusunda emin olduğu gibi, şeyh de ilhamı müridlere aktarmada emindir. Cebrail vahiyde hiyanet etmediği gibi, şeyh de ilhamda hiyanet etmez. Rasulullah heva ile konuşmadığı gibi, şeyh de ona uyarak zahir ve batında hevasından konuşmaz. [40]
Müridin şeyhe karşı en güzel edebi, sessizlik, donukluk ve hareketsizlik (sukut, humud ve cumud)dur. Şeyhin izni olmadan çok konuşmamalı, çok gülmemeli ve sesini yükseltmemelidir. Şeyhin durumundan kendisine kapalı bir şey olursa, Musa ile Hızır kıssasını hatırlamalı ve itiraz etmemelidir. Üstadına hayır diyen asla felah bulamaz. Şeyh varken, mürid sadece farz namazı kılmalıdır. Çünkü onun görevi hizmettir. Şeyhine bütün durumlarını açmalı ve gizlememelidir. [41]
Tasavvuf kültüründe ve şeyh-mürid sisteminde müridin şahsiyeti olabildiği kadar yok edilmesine karşın, şeyh yüceltilmekte, kutsallaştırılmakta ve kendisine bir nevi tanrısal özellikler verilmektedir. Bunun bir örneğini Menakıbu’l-Arifin kitabında görüyoruz. Ahmed Eflaki anlatıyor:
Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün babam medresede bilgiler saçıyordu. Bu arada Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten olduğuna inanan kimsedir. dedi. Öyle ki bir adam Bayezid’in müridlerinden birine Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi? diye sordu. O yine, şeyhim dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu. O yine, şeyhim, diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük senin şeyhin mi? dedi. Yine, şeyhim büyüktür, dedi. En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Mürid: Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım. dedi.
Başka bir müridden de Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi? diye sordular. O da Bu iki büyük arasında hiç fark yoktur, dedi. Ariflerden biri de: Bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki bu farkı ortaya koysun demiştir. [42]
Tasavvuf, şeyh denilen kişinin insanüstü niteliklere sahip olduğunu mürid kişilerin zihinlerine işleyerek onsuz hidayet ve saadetin olamayacağını anlatmakta, onların kulluğunu yapmayan kişilerin şeytanın kulu kölesi olacağını telkin etmektedir. Bu konudaki sloganları meşhurdur: Ebu Yezid el-Bistami bunu şöyle dile getiriyor: Üstadı (şeyhi) olmayanın imamı şeytandır. [43] Letaifu’l-Minen sahibi de şöyle ifade etmektedir:
Şeyhlerin silsilesine kendisini ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıracak üstadı olmayan kimse, sahipsiz bir sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir. [44]
Şeyhe karşı müridin adabını belirlemeye çalışan Muhammed Osman da şöyle diyor: Geçtiğin her halde şeyhini görmen ve bunun onun vasıtasıyla olduğunu bilmen gerekir. Adabın bini de, namazda oturur gibi huzurunda oturman, onda fena bulman, seccadesinde oturmaman, ibriği ile abdest almaman ve bastonuna dayanmamandır. Ermişlerin birinin şu sözünü dinle: Şeyhine ‘niçin’ diye soran kimse felah bulmaz. Suretini kalbinden ve hayalinden sakın çıkarma. Bir an olsun ondan gafil olursan, bil ki bu senin bedbahtlığındandır. Onda fena makamına erişmeye çalış, böylece onda beka makamına erişirsin. [45]
Tasavvufçular, şeyhin emir ve yasak hiç bir isteğine müridin muhalefet etmemesini emretmektedirler. Hz. Peygamber’in sünnetine açıkça muhalefet ettiğini görse bile, şeyhin hiç bir arzusuna muhalefet etmemesini söylerler. [46] Müridin şeyhin avucunda kalması ve her şeyini dilediği gibi sömürebilmesi için tasavvufçular, eş-Şarani diliyle, şeyhine başka bir şeyhi ortak koşmanın Allah’a ortak koşmak gibi olduğunu telkin ederler. [47] Şeyhin tarikatından başka tarikat seçen veya onun gösterdiği yoldan başka bir yolda giden kişinin dinden çıkmış gibi olacağını bile söylerler. [48]
Bu felsefe eski sufilerde olduğu gibi yenilerde de devam etmiştir. Bunlardan da bir iki örnek vermek istiyoruz. Bilindiği gibi tasavvuf anlayışında mürid şeyhin elinde gassalin elindeki cenaze gibidir. Müridin zikirden namazına kadar, uykusundan çilesine kadar hemen bütün davranış ve ibadet şekli şeyh tarafından belirlenmektedir. Bunun ifadesini bazılarında görüyoruz.
Mürid şeyhinin terbiyesinde gassalin elindeki ölü gibi olmalıdır, ki o şeyh müride istediği gibi hareket edebilsin.
Kalbinde şeyhin efali üzerine itiraz etmemelidir. Şeyhe itiraz çok çirkindir. Muteriz (itiraz eden) mazur olamaz. [49]
Şeyhin efalinden birine zahiren veya batınen itiraz ve inkar etmemek lazımdır. Olabilir ki şeyh o fiilini bir hikmet tahtında veya imtihan maksadıyla yapmıştır. [50]
Şeyhin ihtiyar ve tercih ettiği miktardan fazla veya başka zikirlerle meşgul olmamalıdır. [51]
Babası, oğlu ve bütün insanlardan kendisine daha sevimli olmadıkça hiç biriniz iman etmiş olmaz. buyurduğu gibi, Peygamber efendimiz, mürşidi hakiki peygamber efendimizin varisi olduğundan, onun makamında oturduğundan o zamanın o mümini de onu o tarzda sevmesi lazımdır. O tarzda sevmezse, hava alır. Rasulullah’ı sevmeyenin amelleri heba olduğu gibi, o mürşide Allah’ın rızası için bağlanmayan da kendisi bilir. Onun için bu sevgi bağını, saygı bağını, o ruhani irtibatı güzelce yapın. [52]
Onlar bilmelidirler ki bu taifeyi (mürşidleri) inkar, öldürücü bir zehirdir. Onların yaptıklarına ve sözlerine itiraz da engerek yılanı zehridir. Bu şekilde davranmak, ebedi ölüme ve helake götürür. [53]
Tassavufun insan şahsiyetini öldürdüğü ve köpekten, hatta kafirlerden daha aşağı durma düşürdüğünü mutasavvıfların kendi sözlerinden okuyalım.
Veliler serdarı Şah Bahaaddin Nakşibend hazretleri bir gün yolda giderken bir köpeğin ayak çukurunda biriken suya bakarak Ben şu sudan daha kirliyim derler. Yanındakilerin şaşırdıkları, hayret ettiklerini görünce ilave eder: Hatta ben kafirden daha adi ve kirliyim. İşte denge noktasında olmak budur. [54]
Dünyada bulunan her insan, hatta Frenk kafirlerini ve sapıkları, zındıkları her bakımdan kendimden daha iyi görüyorum. Bunların en kötüsü olarak kendimi görüyorum. [55]
Tasavvufun insan şahsiyetini öldürmesi için mensupları her yola başvurmuşlardır. İnsanı en tiksindirici işlerde bile çalıştırmışlardır. Yola giren padişaha dilencilik yaptırılmıştır, intisap etmek isteyen vezire sokaklarda sakatat sattırılmış, devrin en büyük ilim otoritelerine tekkenin helaları temizlettirilmiştir… [56]
Hemen her ilimde söz sahibi olan Gazali gibi bir alim bu felsefe ile hayattan uzaklaşıp minareye kapanmamış mıydı? Hayatta insanların problemlerini çözerek alim ve ilim şerefini taşımaya devam edeceği yerde, tasavvufi çile doldurmaya ve insanların ruhlarla konuşmasının felsefesini yapmaya dalmamış mıydı?
Gördüğümüz gibi tasavvuf, İslam’dan iktibas ettiği unsurları kendi sistemine monte ederek onları da amaç ve karakterinden uzaklaştırmıştır. İslam’ın zaruratı diniyye diye adlandırılan ve onlara iman olmadan kişinin mümin olamayacağı değerleri, hükümleri ve prensipleri tasavvuf elinden geldiği kadar değiştirmeye, saptırmaya ve sulandırmaya çalışmıştır. Pasif ve bidatlarla dolu ameli hayatından şirk ve cahiliyye kültürü ile dolu felsefi yönüne kadar tasavvuf İslam alemine çok pahalıya mal olmuştur. Hatta İslam’a girecek ve hidayeti bulacak kimi insanların da İslam yerine tasavvuf dinine takılıp kalmalarına sebep olmuştur. Ayrıntılar ve kimi olumlu yanlar bir yana bırakılırsa, tasavvufun müslümanlara kazandırdığı ve onlara getirdiği bundan ibarettir.
Dipnotlar:
38. Muhammed Emin el-Kurdi, Tenvim’l-Kulub fi Muameleti Allami’l-Guyub, 528-531, hicri 1384, Mısır, Kitabın adında bulunan Allamu’l-Guyub niteliği bu durumda herhalde şeyhin kendisine ait olacaktır.
39. Muhyiddin İbn Arabi, Tedbirat, 226-227’den naklen A. Palacios, İbn Arabi Hayatuhu ve Mezhebuh, 140-141, tere. Abdurrahman Bedevi, Beyrut, 1979.
40. Suhreverdi, Avarifu’l-Maarif, 203-206, İhyau Ulumiddin kitabı sonunda, el-Mektebetu’t-Ticariyye, Kahire.
41. Suhreverdi, Avarifu’l-Maarif, 197-203, İhya sonunda.
42. Ahmed Eflaki, Menakıbu’l-Arifin, 1/310-311.
43. el-Kuşeyri, er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, 2/735, Matbaatu Dari’t-Telif, Mısır 1966, eş-Şarani, Letaifu’l-Minen, 147, basım 1913, Mısır.
44. eş-Şarani, Letaifu’l-Minen, 146.44. eş-Şarani, Letaifu’l-Minen, 146.
45. Muhammed Osman, el-Hibetu’l-Muktebese, 113, basım 1939, Mısır.
46. eş-Şarani, Kavaidu’s-Sufiyye, 131, Mısır.
47. eş-Şarani, a. g. e., 154.
48. eş-Şarani, Letaifu’l-Minen, 2/103.
49. Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/218, 263, Seha Neşriyat, İstanbul, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/18, Erkam Yayınları, İstanbul, 1982.
50. Mehmed Zahid Kotku, a. g. e., 2/239.
51. Mehmed Zahid Kotku, a. g. e., 2/239. Tam teslimiyet için yine bkz.: 2/263.
52. Prof. Dr. M. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 21, Gümüş Kitabevi, Konya, 1990.
53. İslam Dergisi, 24, Sayı 82, Haziran 1990 ve 54, sayı 86, Ekim 1990, İmam Rabbani’nin 113. mektubundan tercüme, Mehmet C. Kartalca.
54. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’anı Kerim ve Sünnet Göre Tasavvuf, 483, istanbul, 1989.
55. Mektubat Tercümesi, 1/22, Mektup, 11, Tercüme, Hüseyin Hilmi Işık
56. Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e., 120.
Haksöz Dergisi – Sayı: 24 – Mart 93 Tasavvuf ve Sapmalar
http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?authorId=35
posted on Temmuz 18th, 2011 at 11:05