Gazali’nin Tanrı Anlayışı
Gazali’nin Tanrı Anlayışı[444]
İnsanların, tarihte en büyük lakap olarak “Hüccetu’l-İslam” lakabını verdikleri Gazali gibi bir insanın bu gibilerle bir arada anılması belki tuhafınıza gidecektir. Ama ne yazık ki, onlarla aynı akıntıda kürek çektiği realitesini de gözardı etmek mümkün değildir. Belki de Hüccetü’l-İslam yerine “Hüccetu’t-Tasavvuf’ demek daha uygun düşen Gazali’nin sözlerine bakalım. Tevhid ve mertebelerinden söz ederken şöyle diyor:
‘Tevhidin dört mertebesi vardır; Öz, özün özü, kabuk ve kabuğun kabuğu gibi kısımlara ayrılır. Tıpkı cevizin öz, özün yağ ve kabuk, kabuğun kabuğu kısımlarına ayrıldığı gibi.
Tevhidin birinci derecesi, kalbi tevhidden habersiz veya münafıklar gibi tevhidi inkar ettiği halde, kişinin diliyle lailahe illallah, demesidir.
İkincisi, umum Müslümanların tasdik ettiği gibi, lafzın manasını kalbinin tasdik etmesidir. Bu da avamın itikadıdır.[445]
Üçüncüsü, Hakkın nuru vasıtasıyla keşf yolu ile bunu müşahade etmesidir. Bu da mukarreb olanların makamıdır. Bu da birçok şeyler görmesi, ama hepsinin Bir ve Kahhar olandan sadır olduğunu görmesidir.
Dördüncüsü, alemde sadece bir varlığı görmesidir.[446] Bu da sıddîklerin müşahadesidir. Tasavvufçular buna “tevhidde fena” adını verir. Çünkü bir varlıktan başkasını görmediğinden kendini de görmemektedir. Tevhidle kuşatıldığı için kendini göremediğinden tevhidinde kendi (nefsi)nden de fani olur. Yani kendini ve alemi göremeyecek şekilde fena derecesine ulaşmış olur. [447]
Daha sonra Gazali her mertebede muvahhidlerin makamlarını anlatarak üçüncü ve dördüncü mertebeyi şöyle açıklamaktadır:
“Üçüncüsü de, Hak olduğu gibi kendisine açık olduğunda bir failden başkasını görmeyen muvahhiddir. Hakiki fail olarak bir tek varlığı görür. Hakikat olduğu gibi ona açığa çıkmıştır. Yoksa hakikat lafzının mefhumunu kalbinde tutmağa kendini zorlamış değildir.
Bu, avam insanların ve kelamcıların mertebesidir. Çünkü bu düğümü çözmeğe çalışan bidatçının hileleri gibi, kelamcının dil dökmesi dışında itikat bakımından avam kişiden farkı yoktur.
Dördüncüsü ise, muvahhiddir. Yani şuhudunda(müşahedesinde) birden başkasını bulundurmaz. Çok olması açısından “küllü” (bütünü)” görmez, sadece bir olması açısından görür. İşte tevhidde en yüksek nokta budur. [448]
“Gök, yer, müşahade edilen diğer cisimler gibi varlıkları gördüğü halde nasıl olur da sadece “biri” görür? Çok varlıklar nasıl bir olur? diyeceksiniz. Bilin ki bu mükaşafe ilimlerinin son noktasıdır. [449] Bu ilimlerin sırlarının kitaplarda yazılması caiz değildir. Nitekim arif olanlar “Rububiyetin sırlarını ifşa etmek küfürdür” demişlerdir.[450] Sonra vahdette kesretin müşahadesine dair misal vererek şöyle demektedir:
“Ruhu, cesedi, organları, kasları, kemikleri ve iç organları itibariyle insan çok (çokluk) iken, başka açıdan ve başka müşahade ile o tektir. Aynı şekilde halik ve mahluk olarak alemde ne varsa, hepsinin çok itibarları ve farklı müşahadeleri vardır, barlardan birine göre tek (bir)dir, başka İtibarlara göre ise çoktur. İnsan misalinde olduğu gibi. Gerçi İkisi tıpatıp değildir. Ancak genelde, müşahade itibariyle çokluğun nasıl tek hükmünde olacağını gösterir. Ulaşamadığın bir makamı inkar etmeyi bırakıp tam tasdik ile İman etmek gerektiği bu sözlerimizle anlaşılmıştır. [451] Huseyn İbn Mansur el-Hallac[452] buna işaret etmiştir. Havvas’ın[453] Tevrat’ı karıştırdığını (veya, çok seyahat ettiğini) görünce sormuş: Ne yapıyorsun? Tevekkülde durumumu düzeltmek için Tevrat’ı karıştırıyorum (veya, seyahat ediyorum), demiştir. Hallaç ona: İçini imar etmek için ömrünü tükettin, hani tevhidde fena? demiştir. Havvas, sanki üçüncü makamın tashihinde bulunuyordu da dördüncü makamda olmasını kendisinden İstemiştir. [454]
Gazalinin vahdeti vücut veya vahdeti şuhud inancım nasıl savunduğunu görüyoruz. İslam’a aykırılıkta iki nazariye de birleşmektedir. Vahdet-i vücudun bir başlangıç ve vahdet-i şuhudun bir sonuç olduğunu düşünmek yansıtır. Çünkü isimleri ve renkleri farklı da olsa ikisi de tasavvufı bid’attır ve tevhid inancıyla bağdaşmamaktadır.[455]
Gazali’nin bu anlayışını ve tasavvuf akımını canlandırmasını oryantalist Micholson kavramış ve şöyle demiştir: “Şüphesiz Gazali, “hür din” sözünün tam anlamıyla ifade ettiği hür dinde kardeş olan İbn Arabi ve benzeri vahdet-i vücudçu tasavvuf çevrelerinin alanını genişletmiştir. [456] Gazali’yi göğe çıkaran birtakım çevrelerin bu gerçeği kavramasını ve hıristiyan oryantalistin anladığı kadar anlamasını isterdik. [457]
Bir diğer oryantalist de şöyle demektedir: “Gazali’den açıkça etkilendiğine daha önce işaret ettiğimiz İbn Arabi’nin tefsirindeki tevil metodu, Gazali’nin bakış açısına tamamen uymaktadır. [458]
“Gazali, tasavvufu içinde bulunduğu uzletten kurtarmış, resmi diyanetten kopukluğuna son vermiş, İslam’da ve dini hayatta onu ülfet edilen bir unsur haline getirmiş, donuk dini tezahürlere can katmak için tasavvufla ilgili görüş ve öğretilerden yararlanmayı teşvik etmiştir. [459] “Gazali, tasavvufi görüşlerin şanını yücelterek İslam’ın dini hayatında etkin amillerden yapmıştır. [460]
Bu şekilde Gazali denilebilir ki, en çok tasavvufa hizmet etmiştir. Müslümanlar tasavvufun olumsuzluğuna karşı dikkatli ve ona bir dereceye kadar sırt çevirmiş iken, büyüleyici ifadeleriyle onları tasavvufun hurafelerine inanmaya ve ona sarılmaya sürüklemiştir.
Cari Bockr da şöyle demektedir: “Agnostizm ruhu İslam’ın ilk dönem fırkalarına hakim olmuş, başlangıçta dinden çıkaran bir bid’at sayılan tasavvufa da sonra hakim olmuştur. Ama tasavvuf, Gazali sayesinde zehirden arınmış ve ehl-i sünnet tarafından kabul edilen bir hüviyet kazanmıştır.[461]
İ.Vahdet-i Vücud Terennümleri
Gazali şöyle diyor:
“Hakikat semasına yüseldikten sonra arifler bir hak (Allah), dışında alemde birşey görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Ancak bu durum bazıları için ilmi bir irfan iken, bazıları için de zevk ve hal olmuştur. Onlar için kesret tümden yok olmuş, mahza ferdiyetle kuşatılmış ve onlar için Allah dışında birşey kalmamıştır. Öyle bir sarhoş olmuşlar ki, akıllarının egemenliği ona teslim olmuştur. Kimi “Enelhak” (Ben Allah’ım), . kimi “Sübhani mâ a’zama şe’nî” (Noksan sıfatlardan kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir[462] kimi de “Mâ fi’l-Cubbeti illallah” (Cübbemin içinde Allah’tan başka birşey yoktur) [463] demiştir. Aşıkların sekr (sarhoşluk) halinde söylediği sözler gizlenir ve anlatılmaz. [464] Sarhoşlukları azalıp akıllan başlarına geldiğinde bunun hakikatten ittihad olmayıp ittihada benzediğini anladılar. Aşk derecesi yükseldiği zaman aşıkın “sevgilim benim, ben de oyum, biz bir beden içinde iki ruhuz[465] sözü gibi birşey!”[466]
Gazali, yukarıdaki sözün Hallac’a ait olduğunu bildiği halde bile bile adını gizliyor ve arkasına sığınıyor, Hallaç, bilindiği gibi, hululiyeci olup ilahi hakikatin ikiliğine inanır. Allah’ın iki yüzlü yahut iki tabiatlı olduğunu, bunların lahut ve nasut, yani ilah ve insan tabiatı yahut yüzü olduğunu söylüyor. Lahut (Allah), nasut (insan)’da hulul etmiştir. Onun için insanın ruhu ilahi hakikatin lahutisi (ilahisi)dir. Onsuz olduğu zaman da nasutisi (insanisi)’dir. Gazali ittihadı reddedip ittihada benzeyen bir şeyi kabul etmekle ittihaddan daha kötü olan hulule (Allah-insan bütünleşmesine) inanmış olmaktadır. Bunun açık delili de Gazali’nin naklettiği Hallacın beytidir. Halin hulul inancını açıkça ifade etmektedir.
Bu inancın veya anlayışın Hıristiyanlık’tan Hallaç ve benzerlerine geçti İspanyol oryantalist A. Blacios şöyle anlatıyor:
İslam’ın diğer dinlerle, özellikle Hıristiyanlık’la yüzyüze geldikten sonra ruhanilik alanında gittikçe esnekleştiğini görüyoruz. Tasavvufçular çıkıp Muhammed’e ruhanilik konusunda Hıristiyan rahipliğinden alınmış birtakım görüşleri, mücahede ve -fazilete, ibadete çekilmeye dair İslam’a yabancı birçok şeyleri nisbet ettiler. Kısa bir müddet sonra zühd ve rahiplikleri tasavvufa dönüştü. Yeni Eflatunculuk ve Hıristiyanlık’tan, arınma ve irfan nazariyelerini aldılar. İkinci asırdan itibaren de tasavvufçular ilahi aşkla kişinin Allah’ı görüp onunla ittihad ettiğini savunmaya başladılar. Halbuki İslam’da, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi tecessüd (Allah’ın insan vücuduna bürünmesi) inancından hiçbir şey yoktu. Bu düşünce tasavvufa zemin hazırlamıştır. Hristiyanlık’ta Allah aynı anda hem ilah, hem de insandır. Kişilerden oluşan ittihad onda gerçekleşmektedir. Bu da insanlık ile ilahlık arasındaki sıkı ilişkinin örneğidir. Hicri dördüncü asırda (M. 10. asır) Bağdad’da yaşamış bir tasavvufçu olan Hallaç ortaya çıktı ve İslam ile Hıristiyanlığı birbirine yaklaştırmanın adımını attı. Onun söylediği “Ene’l-Hak” sözü tamamiyle Mesih’te gerçekleşmektedir. Sevgi ve kendini feda etme konusunda ona tabi olup hayatına uyan kişilerde de bu durum gerçekleşmektedir.
Mesih’in şahsında, birbirine karışmaksızın lahut ile nasut (Allah ile insan) birbiriyle ittihad ettiği gibi, Hallac’ın ittihad ve hululunda da insan ile Allah’ın kişiliği belirgin olup karışmamaktadır. Onun “Ene’l-Hakk” sözü öyle görülüyor ki, Aziz Pavlos’un “Mesih bende yaşıyor” ile aynı anlamdadır. Bu bakımdan Hallac’ın mezhebi belki hulul ve ittihad değil, bu açıdan Hıristiyanlığa benzemektedir.[467] R. A. Nicholson da, Hallac’a göre, Allah’ın Adem’in suretine büründüğü ve öylece ortaya çıktığı, yine Hz. İsa olarak göründüğü anlayışını izah ettikten sonra şöyle diyor: “Bu özel ferdi ilahlaşma görüşü, açıkça Hristiyanlığın esas akidesine benzer ve İslam’a göre en kötü bir küfürdür. [468]
Gazali bu konuda görüşlerini serdetmeye şu şekilde devam ediyor. “Bu hal, kuşattığı kişi ile beraber mecaz dilinde “İttihad”, hakikat dilinde “Tevhid” diye adlandırılır. Bu gerçeklerin arkasında öyle sırlar var ki, onlara dalmak caiz değildir. [469]
Kimin tevhidi? Kur’an’daki tevhid mi? Ey bu sözlerin ve benzerlerinin kurbanları, ey bu İslam dışı anlayışları kutsallaştıranlar veya İslam olduğunu söyleyenler! Biraz sizler de bunu düşünür müsünüz?![470]
Vahdet Mitolojisi
Vahdet mitolojisine dair Gazalinin söylediklerine bakalım: “Herşey Onun nurundandır. Belki başka varlığın hüviyeti (kimliği) O’nsuz ancak mecaz yolu iledir. (Yani başka varlıkların varlığı gerçek değil, mecazdır). O halde Onun dışında bir nur yoktur (ne nur varsa odur). Diğer bütün nurlar, Onun yüzünün zatından değil, Onun tarafındaki yüzdendir. Herşeyin yüzü Ona dönük ve yönü ona yöneliktir. Ne tarafa dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır. O halde, O’ndan başka ilah yoktur. Şüphesiz ilah, ibadette yüzlerin kendisine dönük olduğu şeyin ifadesidir. İlahlaştırma, yani kalblerin yüzleri de nurlar ve ruhlardır. Belki O’ndan başka ilah olmadığı gibi (Bel kemâ la ilahe illa huve) ondan başka da yoktur (felâ huve illâ huve). Şüphesiz O (huve) işaret edilen şeyden ibarettir. O’na olmayan hiçbir işaret yoktur, belki ne zaman işaret etsen, gerçekte O’na işaret etmiş olur.[471]
Alemdeki her varlığın (hüviyetin) Allah’ın hüviyetini, yani hakikatinin aynısı olduğunu ve hangi varlığa işaret edilirse Allah’a işaret edilmiş olacağını söylüyor. Mesela bir put veya ölüye işaret edilirse, gerçekte Allah’a işaret edilmiş olur. Neden olmasın ki? Putun mahiyeti veya hakikati, Gazali’nin tasvir ettiği böyle bir Rabbin mahiyetinin kendisi değil midir?
Gazali’nin tasvir ettiği ve kendisinden sonra gelen tasavvuf meşhurlarının vasiyet ettiği mitoloji işte budur. Vahdet saçmalıklarının yeni bir terennümünü dinlemek isterseniz şu sözlerine bakınız:
“La ilahe illallah” avamın tevhididir. “La huve illa huve” havassın tevhididir. [472] Çünkü o daha genel, bu ise daha hususi, daha şamil, daha dakik, daha haklı olup, sahibini mahza ferdaniyet (ferdiyet) ve sırf vahdaniyete daha fazla dahil eder. Yaratıkların miracının zirvesi ferdaniyet memleketidir. Onun ötesinde bir yükseliş yoktur. Çünkü yükseliş çokluk olmadan tasavvur edilemez. Bu bir nevi izafettir ki yükselişin kendisinden ve kendisine yapıldığı şeyi gerektirir. Kesret (çokluk) ortadan kalkınca, vahdet (birlik) gerçekleşir, izafet kalmaz ve işaret yok olur. Artık yükseklik aşağılık, yükselen, inen diye birşey de kalmaz. Artık yükselmek ve terakki etmek müstahil olur.
En yükseğin ötesine yükselme ve vahdetle beraber kesret yoktur. Kesretin yokluğu halinde yükseliş de yoktur. Ortada bir değişme varsa, o da dünya semasına iniştir. Yani yüksekten aşağıya işrak olur. Çünkü -daha yükseği olmasa da- en yükseğin aşağısı vardır. Bu da ancak Allah’ı bilen alimlerin bilebileceği künhü gizli olan ilimdendir. Alimlerin bu ifadelerini Allah’ı bilmeyenler ancak inkar eder.[473] Gazali, Allah’la ilgili sözlerine devam ederek şöyle diyor: “Dünya semasına inişi vardır. O inişi de duyuları işletmek, organları hareket ettirmek içindir. Hz. Peygamberin “Onun kulağı olurum…” sözünde işaret edilen odur. O halde işiten, konuşan ve gören O’dur, başkası değil. [474]
Gazali’nin Allah ile halk (yaratıklar) birliği inancını bu son cümle ifade etmeye yeterlidir. Gördüğünüz gibi, konuşan, gören ve işiten herkesin Allah olduğunu ifade ediyor. Bu kuruntularda haktan bir parıltı ve bu saçmalıklarda tevhidden bir kıvılcım olduğunu bir Müslümanın kabul edeceğini sanmıyorum.
Gazali, bu sözlerinin ne kadar mantıksız ve tevhide ne kadar aykırı olduğunu fark etmiş ve hak ehlinin şimşeklerine hedef olacağını anlamış olacak ki, bu söylediklerine karşı çıkanları “Allah’ı bilmeyenler” olarak nitelemiştir. Allah’ı bilmeyenler dediği kimler olabilir? Allah’ı bilmeyenler dediği, Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu gerçek dine iman eden, Gazali ve benzerlerinin bu anlayışlarına karşı çıkanlardır. Doğrusu, bu sözlerle Gazali, kitabının birini adlandırdığı gibi, Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-Kufri ve’z-Zendeh (Küfür ve zındıklık arasında ayırımın ölçüsü) değildir. Bu ölçü, sadece ve sadece vahdet saçmalıklarını savunanları sanık sandalyesine oturtan, bu anlayışlarını ve onlara inananları mahkum eden Allah’ın kitabı Kur’an’dır.[475] (Prof. İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam, s.201-209, Ekin Yayınları, 5. Baskı)
[444] Muhammed Ebu Hamid el-Gazali, İslami ilimlerin hemen hepsinde söz sahibi olmuş, daha sonra kendini tasavvufa adamıştır. Çok sayıda kitabın müellifidir. Şark ve Garp aleminde şöhreti büyüktür. 505/1111 yılında ölmüştür.
[445] Umum müslümanların itikadda avam oldukları deyişine bakınız.
[446] Vahdeti vucud-vahdeti şuhud kısmında görüleceği gibi, Gazali burada, “alemde bir tek varlıktan başkasını görmemesidir”, sözüyle gelecekte vahdeti vücuda alternatif otarak ortaya alacak olan imam Rabbani’nin ortaya atacak olduğu vahdeti şuhud nazariyesini terennüm etmektedir. Hem Allah’tan başka varlıkların olduğunu kabul edecek, hem de alemde Allah’tan başka varlığı görmeyecek! Acaba çelişki ve mantıksızlığın böylesi görülmüş müdür?!
[447] Gazali, İhya, 4/240, el-Halebi, Kahire, 1939
[448] Gazali, İhya, 4/240, el-halebi, 1939, Gazali başka bir yerde imanın üç mertebesi olduğunu söylemekle Ve şöyle demektedir: “Birinci mertebe, avamın imanıdır ki salt takliddir. İkinci mertebe, kelamcıların imanıdır. Bir nevi istidlal ile doludur. Derecesi, amanın imanı derecesine yakındır. Üçüncüsü de ariflerin imânıdır. Oda yakin nuru ile müşahade edilen imandır. ” İhya, 3/1.5, el-Halebi, 1939
[449] Tevhidin en yüce mertebelerini bilmeyi mükaşafe ilimlerine bırakmaktadır. Acaba nedir o ilimler? Şüphe yok ki, Kur’an ve sünnetten başka şeylerdir. Tasavvufçuların vecd ve zevklerinden uydurdukları ve kitaplarına yazdıkları hurafelerdir. Sanki Kur’an katıksız tevhide ve Yüce Allah’ın sevgisine ulaştıramıyor. 3. tasavvufçuların hayal ve kuruntuları tevhidin zirvesine ulaştırmaktadır! Bu nevi sözlerin müslümanları dinin hidayetinden uzaklaştırıp (tasavvufçularm hurafelerine götüreceği acaba Gazali’nin hiç mi aklına gelmemiştir?!)
[450] Gazali, İhya, 4/241, ei-Halebi, 1939.
Yüce Allah’ın “Kitaba almadığımız hiçbir şey bırakmadık” buyurmaktadır. En önemli şey de uluhiyet ve rububiyetinde Allah’ın tevhididir. Ama Gazali gerçek tevhid hakikatinin kitaplarda yazılmasının caiz olmadığını iddia ediyor. Bu demektir ki, tevhid hakikati Allah’ın kitabında yoktur ve onu Usavvtıfçlnrılan başkası bilmemektedir.
[451] Gazali bu mantıkla yaratan ile yaratılan arasındaki birliği delillendirmekte ve kendisine inanmamızı zorunlu kılmaktadır. Bunun yerine Allah’ın kitabından bir ayet yahut akli bir delil veya sahih bir düşünceyi delil getirmesini isterdik. Ne var ki, hayale başvurarak Allah ile yaratıkların birliğini insan ile organların birliğine benzetmektedir. Gazali, erenlerin Allah’la ittihadını anlatmak için Allah’ı, kişinin kendini gördüğü aynaya ve şarap içenlerin şarab kadehine benzetmektedir. Şöyle diyor:
“Hakikat semasına yükseldikten sonra arifler alemde bir ve hak olandan başkasını görmediklerinde ittilak etmişlerdir. Ancak kimileri için bu ilmi bir irfan, kimileri için de zevk ve hal olmuştur. Kesre! onlar için tümden yok olmuş ve mahza ferdaniyete dalmışlardır.”
[452] Hallac-ı Mansur, şeriatın kesin ve açık hükümlerine bile bile muhalefetinden ve mevcut yönetime karşı Batıni Karmatilerle gizlice işbirliği yaptığı sabit olduğundan dolayı hicri 309 yılında idam edilmiştir. İslam tarihi kaynaklarının tümü bunu anlatmaktadır.
Ama Allah’ın dini ile tasavvuf kültürünü bir birine karıştıran Gazali, bir taraftan batıniyyeyi rezil etmek için kitap yazarken, diğer taraftan batınıyye’nin siyasi örgütü olan Karmatilerin vurucu timi durumunda bulunan Hallac’ı da tebcil etmekten (yüceltmekten) geri kalmamaktadır. İşte Yasar Nuri Öztürk’ün ağzıyla Gazali’nin Hallaç için yaptıkları:
“Hallac’ın sünni İslam dünyasında “Ortak” denecek bir kabulle benimsenmesi ve haksızlığa uğradığının açıkça ilanı, sünni düşüncede kelam-fıkıh-tasavvuf üçlüsünü kaynaştıran ve “Hüccet” (kanıt) kabul edilen Gazali sayesinde olmuştur. Gazali, sadece tasavvufun resmiyetini tescilde delil olmakla kalmadı, Hallac’ın sünni resmiyetinin kabulünde de en önemli kalem oldu. Gazali, Hallac’ı aklamakla kalmamış, onu, “Hakikat semasına yükselen arifler” arasında göstermiştir. “, Yaşar Nuri Öztürk, I (allan Mansur ve Eseri, 124, Yeni Boyut, İstanbul 1996
[453] el-Havvas, İbrahim ibn İsmail Ebu İshak olup hicri 291 yılında ölmüştür.
[454] Gazali, İhya, 4/241, el-Halebi, 1939
Aşağıdaki beyitlerin sahibi olduğunu bile bile Gazali’nin Hallac’ı övmesi, yahut en yüksek muvahhid o-larak nitelemesi çok tuhatır. Hallaç şöyle diyor:
“Lahutiliginin delici ışığının sırrı tarafından beşeriyeti açığa çıkarılan yüce olsun! Sonra yaratıkları arasında yiyen ve içen suretinde açıkça göründü. Hatta yaratıkları onu kapıcıların birbirini farketmeleri tibı fark etti.”
Başka beyitlerinde de şöyle diyor: “İçkiye berrak suyun katılması gibi ruhun ruhuma kalıldı.
Sana birşey olursa bana olur, zira her durumda sen benim”
Sevdiğim kişi ilenim, ben de oyum. Biz bir bedene girmiş (hulul etmiş) iki ruhu/.
Beni görürsen, onu görürsün. Onu görürsen bizi görmüş olursun”.
Bakınız, Yaşar Nuri Öztürk, Hallacı Mansur ve Eseri, (Kitabu’l-Tavasin), 130-132, İstanbul. 1976. Ayrıca bkz. Nicholson, a. g. e. 134,
[455] Vahdet-i vücud ile vahdeti şuhud nazariyelerini mukayeseli olarak ileride vereceğiz ve ikisi arasında isimden öte ciddi bir farkın bulunmadığını göreceğiz.
[456] Nicholson, fi’t-Tasavvufi’l-İslami ve Tarihih, 104, Çev. Dr. Ebul-A’la Afifi, Matbaatu Lecneti’t-Te’lif ve Terceme, Kahire 1956
[457] Nicholson’dan önce, imam İbn Teymiyye bunu kavramış, İhya’dan yaptığımız gibi nakiller yapmış ve Gazali’nin tasavvufunu kesin delillerle açık bir şekilde ortaya koymuştur. Ne var ki tasavvufçular ibn Teymiyye’yi kendileri gibi tasavvufçu göstermeğe çalıştıkları halde söylediklerini tepki ile karşıladıkları için onu belirtmedik.
[458] Goldziher, Mezahibu’t-Tefsiri’l-islami, 259, Cev. Dr. Abdulhalim en-Neccar, Meklebetu’l-Hanci, Kahire 1955.
[459] İ. Goldziher, el-Akide ve’ş-Şeria, fi’l-islam, 1 59. Çev. Muhammet! Yusuf Musa, Daru’i-K.ıtib el-Mısri, Mısır 1946.
[460] İ. Goldziher, a. g. e., 161.
[461] Abdurrahman Bedevi, et-Turasu’l-Yunani fi’l-Hadarati’l-İslamiyye, 10, Daru’n-Nahdati’l-Mısriyye, Kahire 1940. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 168-172.
[462] Hallac-t Mansur söylemiştir.
[463] Ebu Yezid Sistemi söylemiştir.
[464] Hallac-ı Mansur söylemiştir.
[465] Gazali, bu mecusiliği Allah’ın aşkıyla sarhoş olmuş ruhların yüksek sesleri olarak niteliyor. Baştanbaşa zındıklık demek olan bu ifadeleri Gazali, eleştiri sayılırsa, eleştirmek için bütün söylediği “Aşıkların sözü gizlenir, anlatılmaz” ifadesinden ibaret olmuştur. Ama bu nevi dindışı şeyler için Allah’ın hükmünün ne olduğunu söylemiyor. Gerçi bundan önce, bunun tevhidin en üst mertebesi olduğuna kendisi hükmetmişti.
[466] Bu söz Hallac-ı Mansur’undur. el-Bistami, Hallaç, Rabiatu’l-Adeviyye gibi tasavvııfçuların safahatları hakkında bilgi için bkz. Dr. Abriurrahman Bedevi, Şatahatu’s-Sııfiyye.
[467] A. Plscios, İbn Arabi Mezhebuhu ve Hayatuh, 256-257- Çev. Dr. Abduı-rahman Bedevi, Beyrut 107*).
[468] R. A. Nicholson, İslam Sufiİeri, 128-129, Ter. Komisyon, Ankara 197».
[469] Gazali, Mişkatu’l-Envar, 122. Mısır 1325 h. Risaleler içinde. Gazali, sır cledİRİ saçmalıkların deşifre edilmesini ve içyüzünün insanlara açıklanmasını da caiz görmeyerek sahiplerine bir nevi dokunulmazlık tanımaktadır.
[470] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 172-174.
[471] Gazali, Mişkatu’l-Envar, 124. Bu da Gazali’nin hazırladığı felakettir. Hangi şeye işaret ederseniz, gerçekte Allah’a işaret etmiş olursunuz. Çünkü Allah, işaret edilen o şeyin aynı (kendisi)’dir, diyor.
[472] Gazali, Tevhid kelimesinin gerektirdiği şeylere imanın, avamın tevhidi okluğunu söylüyor. Çünkü uluhiyet ve rububiyeti sadece Allah’a tahsis eder ve başkalarından nefyeder. Dolayısıyfa yaratıkların ve yaratmanın varlığını ispat eder. Bu da iki mevcudun varlığını, yani biri diğerinden farklı iki mevcudun varlığını ispat eder. Vahdeti yok eden bir anlayışı kabul eder. Bu ise tasavvufçıılar ve onların meşhurlarına göre şirktir. Onun için “La ilahe illallah”ın avamın tevhidi olduğunu söyleyerek horlarlar. Halbuki bütün peygamberlerin tevhidi odur. Gazali’ye ve başka tasavvufçulara göre havassın tevhidi ise “La huve illa huve”dir. Çünkü bu söz, bir tek varlığı (mevcudu) ispat eder, gayriyeti, kesreti ve teaddudu (başkalığı, çokluğu) nefyeder. Görünümleri değişik olan birtek mevcudu ispat eder ki bu görünümler halk (yaratıklar) adını almıştır. Yaratılan ile yaratan arasındaki ve varlıklar arasındaki ğayriliği ve başkalığı nefyederken, birincinin varlığının ikincinin varlığının aynı (kendisi) olduğunu ispat eder. Sanki onun varlığından başka bir varlık, onun zatından başka bir zat yok, demek olur. Zatlardaki bu çokluğa ise, kalpleri kör olanlar inanır, derler. Cüneydi Bağdadi de, Gazali gibi, tevhidin dört mertebesi olduğunu şöyle belirtmektedir:”Bil ki halk arasında tevhid dört mertebe üzere bulunur: Birinci, mertebe avamın tevhididir. İkinci mertebe, zahir ilim hakikatine ermiş bilginlerin tevhididir. Üçüncü ve dördüncü mertebe de, marifet ehli olan havassın tevhididir “. Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşarı tefsir Okulu, 85, Cüneydi Bağdadi ve mektupları, Risale no, 19’dan naklen.
[473] Gazali, Mişkatu’l-Envar, 125. Yüce Allah istiva ettiğini, meleklerin kendisine yükseldiğini (uruc ettiğini), salih ameli kendisine yükselttiğini bildirmiştir. Ama Gazali, yükselişin (urucun) müstahil olduğunu söylemekle ve kesinlikle reddetmektedir. Çünkü vahdet-i vücudla ters düşmek işlememektedir. Herhangi bir kişinin Allah’a yükselişini kabullenmek kesreti, gayriye ve teadduduu kabullenmek demektir. Çünkü Vukselen ve kendisine yükselinen kişilerin varlığını gerektirir. Bu ise, Gazali’nin anlayışındaki vahdete aykırı ve onunla çelişen bir ikiliktir. Onun için herhangi bir yükselişten söz edilirse, o sadece mecazi bir yükseliştir. Zira yükseliş, zatı ilahinin kendisinden, kendisiyle ve kendisine olmaktadır. Yükselişi yapan, kendisine yükseliş olanın bizzat kendisidir, demektedir.
Yükselen ve inen denildiği zaman da aynıdır. Çünkü inen de, yükselen de aynı zattır. İnmek de yükselmenin kendisidir. Çünkü gerçekte birbirinin aynısı iki vasıftır. Sadece itibari olarak farklıdırlar. Bir anda, bir durumda kendileriyle bir tek zat tavsif edilir ki, o da ilahi zattır. Nasslarda yükseldiği belirtilen ve sözü edilen varlıklar, başka isimler taşıyan zatı ilahinin bizzat kendisidir. Allah’ın kendisine yükselttiği salih anıel de bu şekildedir. Aksi halde kesreti ve teaddudu gerektirir.
İşte Gazali’nin tevhid anlayışı! Bundan sonra aynı felsefe ile, ama yeni bir isim, büyüleyici bir kostüm ve Sözleri kamaştıran aldatıcı büyük bir ünvania karşınıza İbn Arabi çıkar.
[474] Gazali, Mişkatu’l-Envar, 125
[475] Gazali’nin bazı yazılarında Selefiliğe dahiyane meyletmesine bakıp bu sözlerine şaşmamalısının. Çünkü Gazali’nin yüzleri çoktur. Zamanında değişik insanların karşısına bu yüzlerle çıkmıştır. Bakarsınız, Eş’ari’dir. Çünkü Nizamiyye Medresesinin sahibi Nizamu’l-Mülk böyle olmasını istemiştir. Halbuki kendisi felsefenin düşmanıdır. Çünkü o zaman kitlelerde felsefe düşmanlığı vardı. Bakarsınız, kelamcıdır. Ama Hanbelilerden çekindiği için de kelamcılara düşman görünür. Örnek verdiğimiz yerlerde ve “el-Maznunu Biha Ala Gayri Ehliha” kitaplarında tepeden tırnağa kadar işraki ve lasavvufçudur. Diğer kitaplarında da bazan Eş’ari, bazan da Eş’ari-selefi karışımı olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde her kesime hoşlandıklarını bildiği dille seslenir. Bakınız, Abdurrahman ei-Vekil, Hazihi Hiye’s-Sufiyye, 56-57, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1984.
İbn Rüşd, Gazali’yi şöyle tanıtır; “Gazali, kitap yazarken belli bir mezhebe tabi olmayı lüzumlu görmediğini belirterek fıtraten istidatlı olanları uyarmıştır. Gerçekten de Gazali Eş’ari’lerle eş’ari (ve kelamcı), sufîlerle birlikte sufi ve nihayet filozoflarla birlikte filozof olmuştur. Bu bakımdan onun durumu şu şiirde anlatılan duruma uymaktadır:
“Yemenli biri ile karşılaştığım günde Yemenli, Ma’di kabilesinden birine rastladığım diğer bir gün de Adnanî’yim. ” İbn Rüşd, Faslu’l-Makal, 144. Bu kitabın çevirisinde Dr. Süleyman Uludağ’ın düştüğü dipnot M şöyle denmektedir: “İbn Rüşd’ün, Gazali’nin tutumu karşısında takındığı tavır akla ve manlığa uygundur. ” a. g. e., 145, dipnot. Gazali’nin çelişkileri konusunda yine bakınız, a. g. e. , 264-271.
İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 174-176.