Rasyonel Ebu Hanife ve Hanefilik
EBÛ HANÎFE
Ebû Hanîfe Nu’mân b. Sabit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/767) Hanefî mezhebinin imamı, büyük müctehid.
İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur. Ebû Hanîfe onun künyesi olarak zikrediliyorsa da Hanîfe adında bir kızının, hatta oğlu Hammâd’dan başka çocuğunun bulunmadığı bilinmektedir. Bu şekilde anılması, İraklılar arasında hanîfe denilen bir tür divit veya yazı hokkasını devamlı yanında taşıması veya hanîf kelimesinin sözlük anlamından hareketle haktan ve istikametten ayrılmayan bir kimse olmasıyla izah edilmiştir. Buna göre “Ebû Hanîfe’yi gerçek anlamda künye değil bir lakap ve sıfat olarak kabul etmek gerekir. Onun öncülüğünde başlayan ve talebelerinin gayretiyle gelişip yaygınlaşan Irak fıkıh ekolü de imamın bu künyesine nisbetle “Hanefî mezhebi” adını almıştır. “Büyük imam” anlamına gelen İmâm-ı Âzam sıfatının verilmesi de çağdaşları arasında seçkin bir yere sahip bulunması, hukukî düşünce ve ictihad metodunda belli bir çığır açması, döneminden itibaren birçok fa-kihin onun görüşleri ve metodu etrafında kümelenmiş olması gibi sebeplerle açıklanabilir.
Hayatı ve Şahsiyeti. 80 (699) yılında Küfe’de doğdu. Daha önce doğduğu yönündeki bazı iddialar hariç tutulursa Ebû Hanîfe’nin doğum tarihinde hemen hemen görüş birliği vardır. Torunları Ömer ve İsmail’in belirttiklerine göre nesebi Nu’mân b. Sabit b. Zûtâ b. Mâh’tır. Aslen Arap olmayan Ebû Hanîfe’nin dedelerinin Fars menşeli olduğu rivayet edilir. Memleketleri fet-hedlldiği zaman kabilelerinin ileri gelenleri arasında kendilerine de eman verilmiş, onlara esir muamelesi yapılmamış ve Arap olmadıkları için, Bekir b. Vâil oğullan kabilesinin aşireti olan Teymul-iah b. Sa’lebe oğullarının himayesine verilmişlerdir. Diğer bir rivayete göre ise dedesi Zûtâ köle olarak İran’dan getirilmiş, sonra da efendisi tarafından azat edilmiştir. Bundan dolayı Ebû Hanîfe, Bekir b. Vâil oğullan veya Teymullah b. Sa’lebe oğullarının mevlâsı (azatlısı) diye bilinmiş ve zaman zaman Teymî nisbe-siyle de anılmıştır. Ebû Hanîfe’nin aslının Nesâ’dan, Enbâr’dan, Tirmiz’den geldiği veya babasının Fars, annesinin Hint menşeli olduğu yahut Türk asıllı kabul edildiği rivayetleri de bulunmakla birlikte dedesi Zütâ’nın, aslen Kabil bölgesinde yaşayan Fârisoğullarfna mensup “mer-zübân” denilen bir uçbeyi olduğu rivayeti daha kuvvetli görünmektedir. Dedeleri Sâsânî Devleti’nde görev almış, valilik yapmış kimselerdir. Hatta Sâsânî Meliki Hürmüz’ün Ebû Hanîfe’nin dedesi olduğu da nakledilmiştir Birçok farklı bölge ve ırklara mensubiyetinin rivayet edilmesi, babası Sâbit’in bütün bu anılan yerlerde bir müddet oturduktan sonra Kûfe’ye gelip yerleşmiş olmasıyla izah edilebileceği gibi, diğer büyük ve önemli şahsiyetlerde görüldüğü üzere, farklı ırk ve bölge mensuplarının Ebû Hanîfe’ye ayrı ayrı sahipçıkmasıyla da açıklanabilir. Ebû Hanîfe’nin dedelerinin ana yurdu olan bölgede Türkler de dahil birçok müslüman kavmin yaşamakta oluşu, onun aslen Türk olabileceği ihtimalini de akla getirmektedir. Torunu İsmail’in bildirdiğine göre babası Sabit Hz. Ali’yi ziyaret etmiş, o da kendisine ve zürri-yetine duada bulunmuştur. Ebû Hanîfe’nin doğduğunda babasının hıristiyan olduğu, babasının hatta Ebû Hanîfe’nin sonradan müslüman ismi aldığı gibi bazı rivayetler hariç tutulursa kaynaklar, babası Sâbit’in hür ve müslüman olarak doğup büyüdüğü hususunda görüş birliği içindedir.
Ebû Hanîfe hakkında döneminden itibaren, değişik görüşteki birçok âlim ve müellif tarafından lehte ve aleyhte çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Hayatı ve görüşleriyle ilgili olarak teşekkül eden bu zengin menkıbe ve rivayet birikimi içerisinde mezhep taassubunun ve diğer birçok âmilin yol açtığı birtakım aşırılıkların bulunması tabiidir. Nitekim özellikle menâkıb kitaplarında Ebü Hanîfe veya Nu’mân adında bir şahsın geleceği, ümmetin ışığı olacağı, dini ve sünneti ihya edeceği mealinde bazı hadislere sened ve metinleriyle birlikte yer verilir. Ancak diğer mezhep imamları ve büyük âlimler hakkında rivayet edilen benzeri hadisler gibi bu tür haberlerin de uydurma olduğu açıktır.
Ebû Hanîfe ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğudur. Kendisi de ilim öğrenmeye başlamadan önce kumaş tüccarlığı yapmıştır. Kûfe’de Amr b. Hureys bölgesinde bir dükkânının bulunduğundan söz edilir. İlim hayatına atılınca ticaret işini ortakları aracılığıyla sürdürdüğü, onun bu sıralarda öğrencilerine ve başkalarına yaptığı maddî yardımlardan anlaşılmaktadır. Hayatı maddî sıkıntıdan uzak olarak geçmiştir. Küçük yaşlarda Kur”an’ı ezberlediği sanılan Ebû Hanîfe, kıraat ilmini kırâat-ı seb’a âlimlerinden olan Âsim b. Behde-le’den öğrenmiştir. Aslında Ebû Hanîfe’nin doğup büyüdüğü Küfe ile bölgenin ikinci büyük şehri olan Basra, diğer milletler ve eski medeniyetlerle irtibatı bulunan, yeni müslüman olanlara İslâm’ın ve Arapça’nın öğretildiği, siyasî faaliyetlerin yoğun olduğu önemli yerleşim birimleriydi. Aynı zamanda buralar birçok fakih, dilci, edip, şair ve filozofun da bulunduğu birer ilim merkeziydi. Böyle bir ortamda ticaretle uğraşan, parlak bir zekâya sahip Ebü Hanîfe’ye çevresindeki âlimler yakın ilgi gösterdiler ve onu ilme yönelttiler. Ebû Hanîfe de bu konuyla İlgili olarak Ebû Amr eş-Şa’brnin kendisini çağırıp, “Seni zeki, kabiliyetli ve hareketli bir genç olarak görüyorum, fime ve âlimlerin meclislerine devam etmeyi ihmal etme” dediğini, bu konuşmanın kendisine tesir ettiğini, böylece ilim tahsiline yöneldiğini anlatır. Önce akaid ve cedel ilmini öğrenmeye başlayan, giderek bu ilimde belli bir mesafe alan Ebû Hanîfe dönemindeki İnkarcı ve bid’atçılarla münakaşa etmiş, farklı itikadî düşünceye sahip kimselerin ve mezheplerin bulunduğu Basra’ya zaman zaman yaptığı seyahatlerinde de bu tavrını sürdürmüştür. Ebû Hanîfe bu tür münakaşa ve münazaralarıyla, Hz. Pey-gamber’den sahabeye ve sonraki nesillere intikal eden ve o dönem müslüman-larının çoğunluğunca da benimsenen itikadî esasları savunmayı gaye edinmiştir. Onun bu alandaki görüşleri, zamanla daha belirgin hale gelecek olan Ehl-i sünnet anlayışının şekillenmesine önemli ölçüde yardımcı olmuştur. Ebû Hanîfe’yi akaid ve cedelden fıkıh sahasına yönelmeye sevkeden âmiller hakkında farklı rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birine göre, Ebû Hanîfe bir kadının boşanma ile ilgili olarak kendisine sorduğu bir soruya cevap verememiş, kadını fıkıh okutan Hammâd b. Ebû Süleyman’a göndermiş ve ondan alacağı cevabı kendisine bildirmesini rica etmiştir. Kadın Hammâd’dan aldığı cevabı nakledince de fıkıh konusunda yetişmesi gerektiğini düşünerek yirmi iki yaşlarında Hammâd b. Ebû Süleyman’ın derslerine devam etmeye başlamıştır. Ancak gerek bu rivayetin, gerekse Ebû Hanî-fe’nin Kur’an, hadis, kelâm, nahiv gibi ilim dallarından ayrılıp fıkıh ilmine yönelişini konu edinen diğer nakillerin, Zehebfnin de belirttiği gibi ihtiyatla karşılanması gerekir. Çünkü o dönemde dinî ilimler ayrı disiplinler halinde ve belli başlıklar altında henüz yeterince teşekkül etmemiş olduğu gibi bu tür rivayetler, sonraki devirlerde iyice yaygınlaşan dinî ilimler arası üstünlük tartışmalarında fıkıh ilminin üstünlüğü iddiaları için de uygun bir zemin teşkil etmiş olabilir. Bu sebeple Ebû Hanîfe’nin dinî ilimleri bir bütün olarak düşündüğü ve dindeki fıkhı (usûiü’d-dîn) ahkâmdaki fıkıhtan daha faziletli gördüğü göz önünde bulundurulunca, hayatının belli devrelerinde belli ilim dallarıyla uğraştığını ileri sürmek pek isabetli görünmemektedir. Ancak Ebû Hanîfe’nin Hammâd’ın öğrencisi olduktan sonra amelî fıkıh alanında iyice derinleştiği ve ağırlıklı olarak bu alanda otorite olduğu söylenebilir.
Devrinin seçkin âlimlerinin pek çoğu ile görüşme ve onlardan ilmî yönden faydalanma imkânı bulan Ebû Hanîfe’nin asıl hocası, döneminde Küfe re’y ekolünün üstadı kabul edilen Hammâd b. Ebû Süleyman’dır. Ebû Hanîfe. 102 (720) yılından itibaren hocasının vefatına kadar on sekiz yıl süreyle onun ders halkasına devam etmiş, en seçkin öğrencileri arasında yer almış, hocasının bulunmadığı zamanlarda ona vekâleten ders verecek seviyeye yükselmiştir. Hammâd’ın 120 (738) yılında ölümü üzerine, kırk yaşlarında iken arkadaşları ve öğrencilerin ısrarları üzerine hocasının yerine geçerek ders okutmaya başlamış, bu hocalığı bazı aralıklarla ölümüne kadar sürmüştür. Son derece vakarlı, mütevazi ve üstün anlayış sahibi olan Ebû Hanîfe’nin derslerine o günkü İslâm ülkesinin her tarafından öğrenciler katılmış ve etrafında geniş bir ders halkası oluşmuştur. Yetiştirdiği öğrencilerin sayısının birkaç bini bulduğu, bunlardan kırkının ic-tihad edecek dereceye ulaştığı belirtilir. Ebû Hanîfe’nin ilmi. hocası Hammâd’ın aracılığıyla İbrahim en-Nehaî ve Ebû Amr eş-Şa’bî’den, dolayısıyla Mesrûk b. Ecda’, Kâdî Şüreyh, Esved b. Yezîd ve Alkame b. Kays’tan, bunların ilimleri de sahabenin en âlimlerinden olan Hz. Ömer, Hz. Ali. Abdullah b. Mes’ûd ve Abdullah b. Abbas’tan gelmektedir. Esasen Ebû Hanîfe’nin ic-tihadlarında bu silsilenin büyük tesiri görülür. Onun Basra, Küfe ve İrak bölgesinin İleri gelen üstatlarının hadis ve fıkıh meclislerine zaman zaman iştirak ettiği. 100’e yakın tabiîn âlimiyle görüştüğü ve birçok kimseden hadis dinlediği rivayet edilir. Seyahatleri sırasında bizzat Atâ b. Ebû Rebâh, İkrime ve Nâ-fı’den hadis dinlemiş, onlar vasıtasıyla Mekke ve Medine ilmini, Özellikle Hz. Ömer, Abdullah b. Abbas gibi fakih sahâbîlerin görüş ve fetvalarını öğrenme imkânı bulmuştur. Çeşitli vesilelerle Mâlik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne, İmam Zeyd b. Ali, Muhammed el-Bâkır. Abdullah b. Hasan b. Hasan, Ça’fer es-Sâdık da dahil birçok âlimle görüşerek onlarla bilgi ve fikir alışverişinde bulunmuştur. Hatta Ebû Hanîfe. devrinin sapık fırka mensuplarının Câbir b. Yezîd el-Çu’fî gibi sahasında yetişkin olanlarıyla ve fikrî önderleriyle de görüşüp münazara etmiştir. Hac münasebetiyle gittiği Mekke’de döneminin seçkin ilim adamlarıyla karşılaşarak görüş ve fetvalarını onlarla tartışma imkânı bulmuştur. Bütün bu temasların. Ebû Hanîfe’nin bilgi birikimine ve fıkhî meselelere bakış açısına önemli ölçüde katkısının bulunduğu açıktır.
Tabakat ve menâkıb müelliflerinin büyük çoğunluğu Ebû Hanîfe’yi tebeu’t-tâbiînden sayar. Fakat onun bazı şarabîlerle görüştüğünü ve onlardan hadis rivayet ettiğini, dolayısıyla tabiînden olması gerektiğini ileri sürenler de vardır. Bu iddia sahipleri Ebû Hanîfe’nin görüştüğü on beş kadar sahâbînin adını vermekte ve bunların çoğundan nakilde bulunduğunu söylemektedirler. Onun zamanında sahâbîlerden Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ebû Evfâ. Sehl b. Sa’d ve Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile’nin hayatta olduğunda görüş birliği vardır Ancak Ebû Hanîfe’nin, farklı şehirlerde bulunan bu dört sahâbîden sadece Enes b. Mâlik’i Kûfe’ye geldiğinde küçük yaşta görmüş olabileceğini kabul etmek daha isabetli görünmektedir. Ebû Hanîfe’nin ilim tahsiline geç başlaması, bir hadisi ayrı ayrı sahâbîlerden dinlediğinin nakledilmesi, görüştüğü ileri sürülen sahâbîlerden pek çoğunun onun doğumundan önce vefat etmiş olması veya bulundukları beldeler açısından görüşmelerinin mümkün görülmemesi, talebelerinden Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl ve Abdullah b. Mübârek’in hocalarından bu yolda bir nakilde bulunmaması, onun tabiînden olduğu şeklindeki iddiayı ciddi Ölçüde zayıflatmaktadır. Ancak bazı âlimler, tabiînden olmak için ashaptan birini sadece görmeyi yeterli sayarlar. Bu görüş ölçü alındığında Ebû Hanîfe’nin Enes b. Mâlik’i gördüğü kabul edilerek tâbiîn-dan sayılması mümkündür. Onun tabiînin küçüklerinden, tebeu’t-tâbiînin büyüklerinden olduğunu söyleyenler de her halde bu noktadan hareket etmektedirler.
Ömrünün elli iki yılı Emevîler, on sekiz yılı Abbasîler döneminde geçen Ebû Hanîfe, Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mer-vân’dan (685-705) başlayarak son halife 11. Mervân zamanına (744-750) kadar geçen bütün olaylara, hilâfetin Emevîler’-elen Abbâsîler’e geçişine ve Abbasî halifelerinden Ebü’l-Abbas es-Seffâh (750-754) ile Ebû Ca’fer el-Mansûr (754-775) zamanında gelişen olaylara şahit oldu. Ebû Hanîfe’nin Ehl-i beyte karşı kal-bî yakınlık ve bağlılık duyduğu ve Hz. Ali evlâdını sevdiği kesindir. Bu sebeple Emevîler’in Ehl-İ beyte karşı tutumu sertleşince Ebü Hanîfe onları açıkça tenkit etmekten çekinmemiştir. Hatta onun, Zeyd b. Ali’nin 121 (739) yılında Emevî Halifesi Hişâm b. Abdülmelik’e karşı başlattığı ayaklanmayı hem maddî olarak hem de fetvalarıyla manen desteklediği nakledilmektedir. Bu ayaklanma 122’de (740) Zeyd1 in öldürülmesiyle sona ermiş, daha sonra oğlu Yahya 125’te (743) Horasan’da ayaklanmış ve o da öldürülmüştür. Üst üste gelen bu olaylar âlimlerin Emevî hilâfetini açıktan tenkit etmelerine, dolayısıyla hilâfetin sarsılmasına sebep olmuştur. Son halife II. Mervân, gönüllerini almak ve yönetime karşı muhalefetlerini yumuşatmak için Irak Valisi İbn Hübeyre aracılığıyla birçok âlime memuriyetler teklif etmiştir. Bu arada Ebû Hanîfe’ye de Küfe kadılığı veya beytülmâl eminliği teklif edilmiş, her türlü baskıya rağmen kabul etmeyince de hapsedilmiş ve dövülmüştür. 130 (747-48) yılında cereyan eden bu olayda Ebû Hanîfe’nin durumunun ağırlaştığı, sağlığının kötüye gittiği görülünce valiye haber verilmiş, vali de arkadaşlarıyla istişare etmesi için Ebû Hanîfe’ye zaman tanıyarak onu hapisten çıkarmıştır. Bunun üzerine Ebû Hanîfe Mekke’ye gitmiş ve hilâfet Abbâsîler’e intikal edinceye kadar orada kalmıştır. Bu arada Zeyd b. Ali’nin Tâlibü’l-Hak diye tanınan torunu Abdullah b. Yahya, atalarının hakkını aramak amacıyla Yemen’de ayaklanmış ve II. Mervân’ın buraya gönderdiği ordu tarafından şehid edilmiştir (130/ 748). Bütün bunlardan sonra Ebû Hanîfe, Hz. Ali evlâdının haklarını koruyacağını söyleyen Abbâsîler”in kuruluşundan memnun ve bu hanedandan ümitvar olduğu için Kûfe’ye dönerek arkadaşlarıyla birlikte Ebü’l-Abbas es-Seffâh’a biat etmiş, fakat Irak’taki karışıklığın sürdüğünü görünce tekrar Mekke’ye gitmiştir. Halife Mansûr zamanında ortalık yatışınca Küfe’ye gelmiş ve eskisi gibi ders vermeye devam etmiştir.
Ebû Hanîfe’nin Abbâsîler’e karşı nispeten mutedil tutumu. Abdullah b. Hasan b. Hasan’ın iki oğlundan Muham-med en-Nefsüzzekiyye’nin 145’te (762) Medine’de, İbrahim’in de Irak’ta Abbasî hilâfetine karşı ayaklanmaları üzerine öldürülerek isyanların bastırılması ve 140 (758) yılından beri hapiste olan babalan Abdullah’ın da aynı yıl hapiste ölmesine kadar sürmüş, fakat bu olaylardan sonra Abbasî hilâfetine karşı açıkça tavır almaya başlamıştır. Bu zamana kadar sadece derslerinde Abbâsîler’in bazı tutumlarını tenkit etmekte iken bu olaylarda ihtilâlcileri desteklemek gerektiğini açıkça söylemiş, hatta Mansûr’un kumandanlarını ihtilâlcilere karşı savaşmaktan vazgeçirmeye çalışmıştır. Bunun üzerine Halife Mansûr. Ebû Hanîfe’nin kendisine bağlılığını da denemek amacıyla yeni kurulan Bağdat şehrinin kadılığını ona teklif etmiştir. Bu teklifi kabul ettiğini ve görevinin çok kışa sürdüğünü söyleyenler varsa da daha sağlam rivayetlere göre kadılığı kabul etmemiş, bunun sonucu olarak Bağdat’ta hapse atılmış, işkence edilmiş ve dövülmüştür. Ebû Hanîfe 150 yılının Şaban ayında Bağdat’ta vefat etti. Zehirlenerek öldürüldüğü ve hapisten cenazesinin çıktığı da söylenir (İA, IV, 25). Ancak olayların gelişmesi, cenaze namazında halifenin bizzat bulunması göz önüne alınırsa, Ebû Hanîfe’nin hapisten çıktıktan bir süre sonra öldüğü şeklindeki rivayeti tercih etmek gerekir. Böylece halife halk nazarında ağır bir töhmetten zahiren de olsa kendini kurtarmıştır. Cenazesi vasiyeti üzerine Hayzü-rân Kabristanı’ nın doğu tarafına defnedildi. Daha sonra Şerefülmülk Ebû Sa’d el-Müstevfî tarafından 4S9 (1067) yılında üzerine bir türbe yaptırılıp çevresine de medrese inşa ettirilmiştir. Kabri bugün Bağdat’ta kendisine nisbetle Âzamiye diye anılan mahaldedir.
Kaynaklar: Ebû Hanîfe’nin kanaatkar, cömert, güvenilir, âbid ve zâhid bir kişi olduğunda, bütün ticarî işlem ve beşerî ilişkilerinde bu özelliklerinin açıkça görüldüğünde görüş birliği içindedir. Kazancına haram ve şüpheli gelir karıştırmamaya özen gösterirdi. Bir defasında ortağı Hafs b. Abdurrahman’ın defolu bir kumaşı yanlışlıkla normal fiyata satması üzerine o parti maldan alınan bütün parayı dağıttığı söylenir. Hatîb el-Bağdâdfnin anlattığına göre yıldan yıla kazancını hesap eder, onunla çevresindeki ilim adamlarının ve öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılar ve onlara, “Bunu ihtiyacınız olan yere sarfedin ve sadece Allah’a hamdedin. Çünkü bu verdiğim mal gerçekte benim değildir; sizin nasibiniz olarak Allah fazl ve kereminden onu benim elimle size göndermiştir” derdi. Dış görünüşe önem verir, temiz giyinir ve çevresindekileri de temiz giyinmeye teşvik ederdi. Onun zühd ve takva sahibi olması ve tarikat silsilelerinde önemli bir yeri olan Ca’fer es-Sâdık’la ilmî görüşmelerde bulunması, Ebû Hanîfe’nin hayatının son iki yılında tasavvufa yöneldiği ve bu dönemi kastederek. “İki yıl olmasaydı Nu’mân helak olmuştu” dediği şeklinde bazı iddiaların ileri sürülmesine zemin hazırlamıştır. Ancak yaşadığı yılların zühd ve takva dönemi olduğu ve tasavvufun ayrı bir disiplin halinde henüz ortaya çıkmadığı düşünülünce bu iddianın doğruluğunu kabul etmek mümkün görünmemektedir. İslâm âleminde tarikatlar ortaya çıkıp kurucuları büyük saygı görmeye başlayınca bazı mezhep imamları ve büyük âlimler tarikat kurucuları veya büyükleri gibi telakki edilmeye başlanmıştır. Nitekim Sülemîve Ebû Nuaym gibi evliya tabakatına dair ilk eserleri yazan mutasavvıflar onları kitaplarına almadıkları halde daha sonraları Hücvî-rî, Attâr, Şa’rânî, Münâvî gibi mutasavvıf yazarlar bu âlimleri velîler arasında zikrederler. Sûfî tabakatına dair ikinci dönem eserlerinde Ebü Hanîfe’nin de bulunması, ilmine, zühd ve takvasına dair pek çok menkıbenin yer alması ve kendisine nisbetle Âzamiyye tarikatından söz edilmesi bu telakkinin sonucudur. Halbuki böyle bir tarikat hiçbir zaman teşekkül etmemiştir. Önce kelâmla. Ömrünün son iki yılında ise fıkıhla ilgisini keserek tasavvufa intisap ettiği yolundaki iddianın, sonraki asırlarda halkın tarikatlara güvenini arttırmak amacıyla ortaya atıldığını söylemek mümkündür.
Ebû Hanîfe derin fıkıh bilgisinin yanı sıra, inandığını ve doğru bildiğini söylemekten ve onun mücadelesini vermekten çekinmeyen güçlü bir ideal ve cesarete de sahipti. Hayatı bu yönüyle de mücadele içinde geçmiş, bu uğurda birçok sıkıntı ve mahrumiyete katlanmıştır. Gerek Emevîler gerekse Abbasîler devrinde halife ve valilerin yaptığı zulümlere açıkça karşı çıkmış, onlann yanlış ve haksız tutumlarını tasvip etmiş olmamak ve halk nazarında onlara meşruiyet kazandırmamak için halifelerden gelen hediyelerin, yapılan görev tekliflerinin hiçbirini kabul etmemiş, işkenceye ve hapse katlanmayı tercih etmiştir. Şüphesiz ki bu görev tekliflerinin reddi Ebû Hanîfe açısından böyle bir amaç taşırken İktidar açısından da Ebû Hanffe”yi cezalandırma yönünde bir gerekçe teşkil ediyordu. Emevîler’in Irak valisi İbn Hübeyre’nin teklif ettiği beytülmâl emin-liği görevini reddetmesi üzerine işkenceye mâruz kalınca. “Bana Vâsıt Mesci-di’nin kapılarını saymayı teklif etse onu da yapmam” cevabını vererek Emevî iktidarına karşı tavrını açıkça ortaya koymuştur. Onun İktidarla en iyi ilişkisi Abbasî Halifesi Mansûr dönemine rastlar. Bununla birlikte aynı tutumu Mansûr devrinde de sürdürmüş, onun haksız ve keyfî uygulamalarına alet olmaktan şiddetle kaçınmış ve halifeyi açıkça tenkit etmiştir. Bezzâzî’nin anlattığına göre Mansûr’un Musul halkı ile yaptığı anlaşmada Musul halkı, halifeye isyan ettikleri takdirde kanlan ve mallarının helâl sayılmasını kabul etmişlerdi. Daha sonra Mansûr, isyan eden Musul halkını anlaşma gereği cezalandırmak istedi ve bu konuda çevresindeki âlimlerin görüşüne başvurdu. Bir kısmı halifeye, “Eğer onları affedersen af ehlinden olursun, eğer cezalandırırsan onlar bunu hak etmişlerdir” cevabını verirken Ebû Hanîfe kanaatini şöyle belirtmiştir: “Onlar mâlik olmadıkları bir şeyi sana şart koşmuşlar, sen de yetkin olmayan bir şeyi kabul etmişsin. Zira müslümanın kanı ancak üç şeyden biriyle helâl olur. Sen onlara karşı kılıç kullanırsan bu üç şeyin dışında helâl olmayan bir şeyi yapmış olursun. Şüphe yok ki riayet edilmesi gereken şartlar Allah’ın koştuğu şartlardır”.
Ebû Hanîfe halifeyi tenkit ettiği gibi devrindeki âlim ve kadıların verdiği yanlış hükümleri de tenkit etmiştir. Nitekim Küfe Kadısı İbn Ebû Leylâ’nın verdiği hükümleri Ebû Hanîfe’nin öğrencileriyle birlikte derste ve ilmî toplantılarda tartıştığı ve yanlış gördüklerini açıkça tenkit ettiği, bundan rahatsız olan İbn Ebû Leylâ’nın şikâyet ve talebi üzerine fetva vermesinin halife tarafından bir süre yasaklandığı söylenir. Ebû Yûsuf’un, Ebû Hanîfe ile İbn Ebû Leylâ arasındaki görüş ayrılıklarını konu alan İh-tilâiü Ebî Hanîîe ve İbn Ebî Leylâ adıyla bir kitap yazmış olması da bu ihtilâfın boyutlarını göstermesi bakımından kayda değer bir olaydır. Hakikati aramada ve takip etmede son derece samimi olan Ebû Hanîfe başkalarının görüşlerine karşı hoşgörülü olmuş, kendi içtihadının doğruluğunda ısrar eden ve onu tartışmaya imkân vermeyen bir taassup göstermemiştir. Derslerinde ve ilim meclislerinde herkese söz hakkı verir, aykırı görüşleri dinler, öğrencilerini kendi kanaatlerini benimsemeye zorlamazdı. Tartışma sonunda ulaştığı netice için de, “Bizim kanaatimiz ve ulaşabildiğimiz en güzel görüş budur. Bundan daha iyisini bulan olursa şüphe yok ki doğru olan onun görüşüdür” diyerek hem diğer görüşlere müsamaha ile bakar, hem de ilmî araştırmayı sürdürmeyi teşvik ederdi.
Fıkhî kanaatlerine katılsın katılmasın çağdaşı olan âlimler Ebû Hanîfe’nin ilim. takva, cömertlik, edep, tevazu, cesaret gibi vasıflar bakımından eşine ender rastlanan bir İslâm âlimi olduğunu belirtirler.
Eserleri. Ebû Hanîfe fıkhî meseleleri, geniş tabanlı ictihad şûrası sayılabilecek ders halkasında istişareye açıp çeşitli müzakerelerden sonra ortaya çıkan çözümleri talebelerine yazdırdığı için öğrencisi Muhammed b. Hasan’m kaleme aldığı zâhirü’r-rivâye metinleri, ona isnat edilen ve Haneffler’ce de kendisine ait olduğunda ittifak bulunan görüş ve ictihadlan ihtiva eden sağlam kaynaklar olarak değerlendirilebilir. Bu usul sonucu ortaya çıkan fıkhî hükümlerden birbirine benzeyenler konu ve cinslerine göre “kitab”lara, bunlar da nevilerine göre “bab” ve “fasıllara ayrıldı. el-Aşl {el-Mebsût), ez-Ziyâdât, el-Câmicu’l-kebîr, el-Câmi’uş-şağir, es-Siyerü’I-kebîr, es-Siyerü’ş-şağîr adlarını taşıyan bu zâhirü’r-rivâye eserlerde Hanefî fıkhı taharetten başlamak üzere İbadetler, münâkehat, muamelât, hudûd, ukû-bat… miras şeklinde ayrı bölümler halinde tedvîn edilmiş oldu. Bu sebeple Hanefî fıkhının tedvininin Ebû Hanîfe ile başladığını söylemek mümkündür {İA, IV, 22). Ebû Hanîfe’ye doğrudan nisbet edilen eserler şunlardır:
1- el-Müsned“. Talebeleri tarafından Ebû Hanîfe’den rivayet edilen hadisleri, diğer bir İfadeyle Ebü Hanîfe’nin ictihadlarında delil olarak kullandığı hadisleri ihtiva eden bir eserdir. Rivayetlerin toplanmasında veya tasnifinde etkin rol oynayan şahısların adlarıyla anılan ve önemli bir kısmı basılmış olan yirmiyi aşkın Ebû Hanîfe müsnedi mevcuttur.
2- el-Fikhü’l-ekber. Akaide dair olup Ehl-i sünnet’in görüşlerini özetlemiştir. Başta I. Goldzi-her olmak üzere bazı şarkiyatçılar bu eserin Ebû Hanîfe’ye nisbetini sahih görmezlerse de kitabın ona ait olduğunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedir. Birçok şerhi bulunan eser, bazı Doğu ve Batı dillerine de tercüme edilerek defalarca basılmıştır.
3- el-Fıkhü’l-ebsat. Akaidle ilgili olup oğlu Hammâd ile talebeleri Ebû Yûsuf ve Ebû Mutî’ el-Belhî tarafından rivayet edilmiştir.
4- el-Alim ve’l-müte’allim. Ehl-İ sünnet’in görüşlerini açıklayıp savunma amacıyla ve soru-cevap tarzında kaleme alınmış akaide dair bir risaledir.
5- er-Risale. Ebû Hanîfe, Basra Kadısı Osman el-BettFye hitaben yazdığı bu eserinde akaid konularında kendisine yöneltilen bazı itham ve iddialara cevap vermektedir.
6- el-Vasiyye. Akaid konularını kısaca ele alan bir risaledir. Son beş eserin ihtiva ettiği konular, Osmanlı âlimlerinden Beyâzîzâde Ahmed Efendi tarafından kelâm kitaplarının tertibine göre el-UşûIü’I-münîfe’ adıyla bir araya getirilmiş, yine aynı müellif tarafından İşârâtü’l-meram’ adıyla şerhedil-miştir. Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen, oğluna ve bazı talebelerine hitaben yazılmış dinî, ilmî ve ahlâkî öğütleri İçeren başka risaleler de vardır.
7- el-Kasîde-tü’n-Nucmâniyye. Hz. Peygamber için yazdığı na’t olup basılmıştır Kasidenin Halîl b. Yahya tarafından Sürürü’1 -kulûbi’l-irfâniyye bi-ter-cemeti’1 -Kasîdeti’n • Nu’mâniyye adıyla yapılan Türkçe tercümesi, İbrahim b. Mehmed el-YalvacFnin satır arası tercümesi ve Muhammed A’zâm b. Mu-hammedyâr’ın Rahmetü’r-rahman adlı Hintçe şerhi bu arada zikredilebilir.
Bunların dışında kaynaklarda Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen Mücâdele li-eha-di’d-dehriyyîn, ed-Davâbitü’s-şelâse, Risale fi7-ierâ 3iz, Du’â’ü Ebî Hanîîe, Muhâtabetü Ebî Hanîfe ma’a Ca’fer b. Muhammed b. Ahmed er-Rızâ, Fe-tâvâ Ebî Hanîîe ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, eî-Makşûd îi’ş-şarf, er-Red Cale’l-Kaderiyye, Ma’rifetü’l-mezâhib gibi çoğu akaid alanında birçok eserden söz edilmekte, Brockelmann ve Sezgin tarafından adı geçen eserlerin kütüphane kayıtları verilmekteyse de bu eserlerin Ebü Hanîfe’ye aidiyetini ihtiyatla karşılamanın daha doğru olacağı muhakkaktır. Nitekim söz konusu kaynaklarda Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen, Râmpür ve Bengal’de nüshalarının bulunduğu bildirilen Ma’rifetü’I-mezâhib adlı eserin gerek üslûp ve yazım tekniği, bakımından, gerekse içerisinde daha sonraki dönemlerde teşekkül etmiş itikadî fırkaların zikredilmesi sebebiyle Ebû Hanîfe’ye ait olmadığı hususu büyük kuvvet kazanmıştır.
Fıkıh İlmindeki Yeri. Ebü Hanîfe, ilmî müzakerelerin yanı sıra ticaretle de meşgul olması sebebiyle daima hayatın ve fıkhı problemlerin içinde bulunmuş, karşılaştığı meseleler veya kendisine yöneltilen sorularla ilgili olarak hayatı boyunca sayısız ictihad yapmıştır. Ancak bunları yazmadığı gibi ictihad metodunu açıklayan herhangi bir eser de bırakmamıştır. Bundan dolayı aleyhine bazı şeyler söylenmiş, çok kıyas yapmakla, kıyası nassa tercih etmekle suçlanmıştır. Ebû Hanîfe’nin, “Biz önce Allah’ın kitabında olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Pey-gamber’in sünnetine bakarız. Orada da bir şey bulamazsak ashabın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilâf etmişlerse dilediğimizin görüşünü alırız. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz. Ancak Hasan-ı Basrî, İbrahim en-Nehaî, Saîd b. Müseyyeb gibi tabiîn âlimlerine gelince onların ictihadlarına bağlı kalmayız. Onlar gibi biz de ictihadda bulunuruz. Aralarında müşterek illet bulununca bir hükmü diğerine kıyas ederiz” sözünden ictihad metodu anlaşılmaktadır. Ebû Hanîfe’nin ithamlara mâruz kalmasının, aleyhine birçok şey söylenmesinin esas sebebi, onun kendisini tabiînin fetvalarına bağlı hissetmeyip onlar gibi ictihad yapabilecek seviyede olduğunu söylemesi, dönemindeki fakihlerin görüş ve fetvalarına gerektiğinde aykırı fetva vermesi ve çok ictihad etmiş olmasıdır.
Ebû Hanîfe kıyas metodunu sıkça kullanmıştır. Çünkü bulunduğu bölge karmaşık birçok olayın meydana geldiği ve çözümünün arandığı bir yerdi. Fıkhı meseleleri çeşitli yönleriyle ele alıp tartıştığı için farklı ihtimal ve durumlara göre fikir ve çözümler üretmiş, bunun sonucu olarak ehl-i hadîsin aksine bir tutumla, henüz vuku bulmamış farazî meselelerin hükümlerini de içtihadına konu etmiştir. Ebû Hanîfe’nin kıyasa sıkça başvurduğu doğru ise de bu sebeple tenkit edilmesi isabetli olmaz. Zira sahabeden İtibaren İslâm âlimleri az veya çok bu metodu kullanmışlardır. Ebû Ha-nîfe’de göze çarpan farklılık kıyası belli bir sistem ve kurala bağlamak, onu sıkça kullanmak ve henüz vuku bulmamış hadiselere de uygulamaktan ibarettir. Çünkü Irak bölgesinin özel şartları, meydana gelen veya vukuu muhtemel olaylar karşısında susmayı ve çekimser davranmayı değil olayları fıkhî hükme bağlayarak müslümanlara yol göstermeyi, halkın aşın görüş ve çözümlere yönelmesini önlemeyi gerekli kılmaktaydı. Ancak onun kıyası nassa tercih ettiğine ve haber-i vâhidleri almadığına dair ileri sürülen iddialar doğru değildir. Ebû Hanîfe bir meselenin hükmünü önce Kur’an’da aramış, nassın her türlü lafzı delâletini, umum-husus, ıt-lak-takyid. nâsih-mensuh gibi lafızlar arası metodolojik ilişkiyi göz önünde bulundurmuş, aksine bir delil ve gerekçe olmadığı sürece âyetlerin açık, genel ve doğrudan İfadelerini esas almıştır. Eğer Kur’an’da konuyla ilgili bir nas bulama-mtşsa Hz. Peygamber tarafından Yemen’e vali olarak gönderilen Muâz b. Çebel’in, Kur’an’da bulamadığı bir meselenin hükmünü sünnette arayacağını bildirmesiy-le ortaya çıkan ve Peygamber’in de tasvibine mazhar olup bütün sahabenin uyguladığı sıraya göre sünnete müracaat etmiştir. Esasen sünnetin delil olduğu ve delil olarak alınmasının önemi ve gerekliliği Ebû Hanîfe’nin ictihad ve fetvalarında da açıkça görülür.
Ebû Hanîfe’nin on küsur veya 150 yahut yansı hatalı 400 hadis bildiği gibi iddialar ileri sürülmüşse de çeşitli mezheplere mensup tarafsız âlimler onun, hadis ilminde meşhur olmuş muhaddisler kadar mütehassıs değilse de ictihad şûrası şeklinde oluşturduğu İlim meclisinde birçok hadis hafızının bulunduğunu, dolayısıyla fıkhî icti-hadlannda hadisi ikinci aslî kaynak ve delil olarak gerektiği şekilde kullandığını ifade ederler. Nitekim Ebü Hanîfe’nin ictihadlarında başvurduğu hadisleri tesbit, derleme ve inceleme amacıyla birçok eser kaleme alınmıştır. Bunlar arasında Tahâvî’nin Mecöni’l-âşâr ve Müşkilü’î-âşâr’\, Muhammed Murtazâ ez-Zebîdfnin cUküdü’l-cevâhiri’l-mü-nîie îî ediUeti mezhebi’!-İmâm Ebî Ha-nîfe’si ve Zafer Ahmed et-Tehânevî’nin İ*lâ3ü’s-sünen adlı on sekiz ciltlik eseri sayılabilir. Öte yandan Ebû Hanîfe için söylenen, hatta İmam Şafiî için de ileri sürülen hadis azlığı iddiası, aslında delil olarak kullandığı hadisin azlığı değil rivayet ettiği hadisin azlığı şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü fakihlerin çabası, hadisin hükme delâleti ve delil olarak kullanılabilme imkânı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bununla birlikte Ebû Hanîfe’nin isnadlı olarak rivayet ettiği hadislerin sayısı az değildir. Başta yirmiyi aşkın Ebû Hanîfe müsnediyle Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in eserleri olmak üzere musannefler ve diğer hadis mecmualarında Ebü Hanîfe’nin birçok rivayeti mevcuttur. Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî, Ebü Hanîfe’nin yarısı hocası Hammâd’-dan, yarısı da diğer şeyhlerden olmak üzere 4000 hadis rivayet ettiğini belirtir. Buna rağmen Ebû Hanîfe’nin çoz az hadis bildiği veya hadisle amel etmediği gibi iddialar, çok defa mezhep taassubunun sev-kettiği aşırılıktan ve karşı tavırdan, ba-zan da o konuda daha uygun ve kuvvetli başka bir delilin bulunması sebebiyle diğer mezheplerce benimsenen hadisleri delil almaması veya farklı yorumlaması ve zahiren o hadisle amel etmemiş gibi görünmesinden kaynaklanmaktadır. Yaptığı ictihadlar ve verdiği hükümler incelendiğinde bunların ahkâmla ilgili yüzlerce hadise uygun olduğu görülür. Ancak bazan bir konuda zahiren birbiriyle çelişen iki ve daha fazla hadis mevcut olup Ebû Hanîfe bu hadislerden birini tercih ettiğinde verdiği hüküm bir hadise uygunluk gösterirken başka bir hadise aykırı görünebilmektedir. Onun ders aldığı ve hadis naklettiği hocaları yanında, kendisinden ders alıp hadis rivayetinde bulunan Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan, Abdürrezzâk es-San’ânî, Abdullah b. Mübarek başta olmak üzere pek çok talebesi vardır. Ayrıca İçlerinde Yahya b. Zekeriyyâ, Hafs b. Gıyâs, Hibbân b. Ali gibi hadislere hakkıyla vâkıf olan daha genç yaşta âlimler de bulunmaktadır. Ebû Yûsuf’un naklettiğine göre Ebû Hanîfe kendisine bir mesele sorulduğunda önce talebelerinin bu konuda bildikleri hadisleri ve sahâbî sözünü sorar, ardından kendi bildiği rivayetleri nakleder, meseleyi değişik yönleriyle ele alır, talebelerinin görüşlerini ay-n ayrı dinler, daha sonra da o meseleyi hükme bağlardı. Sorulan konuda bir hadis ve sahâbî görüşü bulunmadığı takdirde kıyas yapar, kıyasın da mümkün olmadığı yerde istihsana giderdi. Onun ders verme usulüne göre soruların önce öğrencilerle tartışılması, o mesele hakkında nas bulunup bulunmadığının araştırılması demektir. Verdiği bazı hükümlerin o konuda mevcut bîr hadise aykırı görünmesi ise bazan hadisin Ebû Hanî-fe’ye ulaşmamış olmasıyla, çok defa da hadis Ebû Hanîfe’nin aradığı sıhhat şartlarını taşımadığı İçin onunla amel etmeyi uygun görmemesiyle izah edilebilir. Bu durum yalnız Ebû Hanîfe’ye mahsus bir metot olmayıp kendisine göre aradığı sıhhat şartlarını taşımadığı için belli bir hadisi almayan pek çok müctehid vardır. Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemde ve özellikle bulunduğu bölgede hadis uydurma işi yaygın hale gelince daha ihtiyatlı davranarak haber-i vâhidleri almada bazı şartlar ileri sürmüş olması onun ilmî ciddiyetinden kaynaklanmaktadır.
Ebû Hanîfe’nin ilminin bütün hadisleri ihata etmediği de bir gerçektir. Ancak onun hadislerin nâsih ve mensuhu-nu çok iyi bildiği, Hz. Peygamber’in hayatını ve hadisleri öncelik-sonralık açısından inceleyerek özellikle son dönemde söylenen hadisleri esas aldığı belirtilir. Bu anlayış, hayatın değişmesi ve fık-hî hükümlerin bu değişikliğe belli ölçüde uyum sağlaması gerektiği fikrinin sonucudur. Ebü Hanîfe’nin, birbiriyle çatışan hadisleri uzlaştırmaya çatışmaktan çok nesih fikrini tercih etmesi de bu anlayışın ürünüdür. Fetva verdiği bir konuda görüşüne aykırı bir sahih hadis nakledildiğinde de tereddütsüz onu almış ve kendi içtihadından vazgeçmiştir. Ebû Hanîfe mürsel hadisleri de delil olarak kullanmıştır. Hatta sahabenin mürsetlerini başkalarının müsnedlerinden üstün tutmuştur. Ebû Hanîfe âhad hadisi Kur’an’ın genel ve zahirî hükümleriyle, İslâm fıkhında yerleşik genel ilkelerle, kavlî veya fiilî meşhur sünnetle, hatta bazan da sahabe ve tabiînden gelen ortak uygulama ile karşılaştırarak değerlendirir, arada çatışma olduğunda genelde daha kuvvetli gördüğü ikinci grup delillerle amel ederdi. Geniş bir topluluğun önünde vuku bulması veya sık sık tekrarlanması sebebiyle çoğunluk tarafından bilinmesi, uygulanması ve rivayet edilmesi gereken bir konuda (umûmü’l-belvâ) vârid olan âhad haberi şâz bir görüş sayması da bu anlayışın sonucudur. Ancak bu metodolojisinin iyi kavranamadığı durumlarda hadisle amel etmediği veya kıyası hadisten öne aldığı gibi tenkitlere de muhatap olmuştur. Ebû Hanîfe daha hayatta iken kıyası hadise takdim etmekle suçlanmış, fakat kendisi ya bizzat ithamda bulunanlara nasıl İctihad ettiğini anlatarak veya böyle söyleyenlerin iftirada bulunduğunu ileri sürerek bu ithamları reddetmiş, nas bulunan yerde kıyasa ihtiyaç duyulmayacağını bildirmiştir. Ebû Hanîfe’nin bazı ictihadla-n, onun kıyası, râvisi fakih olmayan haber-i vahide tercih ettiğini, Kur’an’ın açık ve özel hükümlerini {nas) ve genel ilkelerini haber-i vâhidle nesh ve tahsis etmediğini, rivayet ettiği hadise aykırı davranan râvinin hadisini delil almadığını göstermekteyse de bunu Ebû Hanîfe’nin genel bir metodu olarak belirtmek yanlış otur. Çünkü aksini gösteren ictihad-larının sayısı da bir hayli fazladır. Onun kıyası hadise takdim etmediği, aksine hadisi kıyasa takdim ettiğine dair icti-hadlarında pek çok örnek bulmak mümkündür. Ebü Hanîfe haber-i vâhidleri delil almış, zayıf da olsa hadisi tercih etmiş, ancak nas bulunmayan yerde kıyasa gitmiştir. Ne var ki çok kıyas yapan bir âlim olarak tanınmıştır. Üzerinde ashabın ittifak ettiği tek bir görüşün bulunmadığı yerlerde onların farklı görüşlerinden kıyasa uygun olanını tercih etmesi, bunun yanında tabiîn dönemi de dahil sonraki âlimlerin görüşleriyle kendini bağlı hissetmeksizin ictihad etmesi, gerek sahabe gerekse tabiînin icmaı-nı, ayrıca sahâbî görüşünü delil olarak kullandığının göstergesidir. Bunların bulunmadığı yerde kıyasa giden Ebû Hanîfe, eğer kıyas sonucu vardığı hüküm genel olarak dinin ruhuna, genel prensip ve amaçlarına uygun düşmezse İlk bakışta görülmeyen, ancak biraz düşünmekle bulunabilecek olan müessir illeti kavrayarak ve daha kuvvetli bir delile dayanarak istihsan metoduyla ictihad-da bulunmuştur. Bu açıdan istihsanla elde edilen hükmü almak, kıyasla varılan hükümden daha kuvvetlisine dönmek demek olur. Zira kıyas ispat edici değil ancak hükümleri ortaya çıkarıcıdır. Halbuki istihsan yapılarak ulaşılan hükmü diğer şer’î deliller takviye etmekte ve bu hüküm kıyasa göre gerçeğe daha yakın görünmektedir.
Ebû Hanîfe’nin ictihad metodu, yetiştirdiği öğrencilerin bizzat yaptıkları icti-hadlardan da anlaşılır. Bunların içinde Ebû Yûsuf, Züfer b. Hüzeyl gibi kıyasta ileri bir dereceye ulaşanlar bulunmaktadır. Talebelerinden Muhammed b. Ha-san’ın naklettiğine göre Ebû Hanîfe’nin öğrencileri yaptıkları kıyasları onunla tartışırlardı; fakat o, “Ben istihsan yapıyorum” deyince hiç kimse kendisine yetişemezdi. Çünkü Ebû Hanîfe meseleler arasındaki açık veya gizli illetleri bulur, onları kolayca kavrardı. Ayrıca halkın muamelâtını da göz önünde bulundurur, dinin temel ilke ve esaslarına aykırı olmadığı sürece bunları delil olarak alırdı. Ebû Hanîfe asla zorluk taraftan değildi.
Ebû Hanîfe’nin fıkhında şahsiyetinin, içinde bulunduğu dönem ve şartların, şahsî görüş ve temayüllerinin, re’y ve ictihad anlayışının, ilmî muhitinin, ders aldığı ve görüştüğü âlimlerin belli bir tesiri mevcuttur. Aynı tesir, onun görüş ve öğretisi etrafında sonradan oluşan Hanefî mezhebi için de söz konusudur. Ebû Hanîfe’nin fıkhında, dönemlerinde Irak’taki re’y ekolünün temsilcisi durumunda olan İbrahim en-Nehaîve Ham-mâd b. Ebû Süleyman’ın derin izlerini bulmak mümkündür. Ancak bu durum, aralarında Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’-nin de bulunduğ bir kısım âlimi, onun fıkhının İbrahim en-Nehafnin fıkhından farklı olmadığı kanaatine de sevketmiştir. İlk dönemlerinde hocası Hammâd’ın ve bu sebeple İbrahim en-Neharnin çizgisini büyük ölçüde korumuş olduğu doğrudur. Ancak hocasının ölümünden sonraki otuz yıl içinde hadis ve re’y ekollerinin birbirine kısmen yaklaşması sebebiyle hadis ekolüyle ve hadisçilerle de ilişki kurmuş, Mekke. Medine ve Ehl-i beyt fıkhından faydalanmış, devrindeki birçok yetişkin ilim adamıyla görüş alışverişinde bulunmuştur. Böylece İslâm ümmetinin mevcut fıkhî mirasını değişik kanallardan özümseme, farklı temayül ve bakış açılarını kendi şahsî birikim, metot ve kabiliyetiyle mezcederek bunlardan bir senteze varma imkânı bulmuştur.
Ebû Hanîfe’nin ticaret hayatının içinde bulunması, İnsanların problem ve İhtiyaçlarını yakından tanıması da ictihad-lannın kabul ve uygulama şansını arttırmıştır. Öte yandan onun farklı kültür ve geleneklere sahip çeşitli grupların karma bir halde yaşadığı Irak bölgesinde yetişmiş olması, Hicaz bölgesinde hâkim geleneksel sosyal yapı ve anlayıştan daha az etkilenmesine, birçok konuda örfü ve içtimaî vak’ayı esas alan farklı yorum ve ictihadlara sahip olmasına zemin hazırlamıştır. Hanefî mezhebinin Araplar dışındaki müslümanlar arasında yaygınlık kazanmasının bir sebebi de bu olmalıdır. Denilebilir ki Ebû Hanîfe, hocaları ve önceki nesiller tarafından kendisine intikal ettirilen fıkhı kuralları, görüşleri, âyet ve hadislerle ilgili yorumları içinde bulunduğu ortam, insanların ihtiyacı ve dinin genel ilke ve amaçları acısından yeniden değerlendirme, sınırlı naslarla sınırsız olaylar, naklin hükmü İle aklın yorumu, hadisle re’y arasında mâkul bir ahenk kurma imkânını yakalamıştır. Ebû Hanîfe’nin örf ve âdeti, Kur’an’ın genel ilkelerini, kamu yararını gözetmesi ve istihsanı sıkça kullanması bu gayretin sonucudur. Ebû Hanîfe, ticarî muameleleri açıklık ve belirlilik, faizden uzak olma, örf ve ihtiyaca uygunluk, dürüstlük ve güven şeklinde dört temel üzerine oturtmuş, ticarî hukukta olsun borçlar, aile ve kamu hukukunda olsun şahsî teşebbüs ve sorumluluğu, kişi hak ve hürriyetlerini ilke edinmiştir. Onun, bulûğa ermiş kızın velisiz evlenebileceği, sefihin ve borçlunun ehliyetinin kısıtla-namayacağı, vakfın bağlayıcı olmayacağı gibi fıkhî görüşleri bu anlayışının sonucudur.
Ebû Hanîfe, kendi dönemine kadar geçen sürede oluşan ve nasların yorumu mahiyetinde olan kuralları gerektiğinde yeniden ifade etmiş, bazan da kuralı değiştirmek yerine ferdî ihtiyaç veya zarureti giderebilmek için birtakım fıkhî çözüm ve çareler önermiştir. Ancak bulduğu bu çareler çok sınırlı bir alanda ve belli ölçüde uygulanmış olup hiçbir zaman ana kuralı işlemez kılacak ve kanuna karşı hile teşkil edecek mahiyette değildir. Hanefî mezhebinin teşekkülü sürecinde geliştirilip üretilen ve literatürde “hîle-i şer’iyye” olarak terimle-şen hukukî çözümlerin bütünüyle Ebû Hanîfe’ye isnat edilmesi doğru olmadığı gibi onun bu konuda müstakil bir kitap onun fakihler nezdindeki itibarını anlatmaya kâfidir.
Akaide Dair Görüşleri. Havâric, Cehmiyye, Mu’tezile, Müşebbihe, Kaderiy-ye, Cebriyye, Mürcie ve Sîa’nın birer itikadı mezhep olarak teşekkül etmeye başladığı bir dönemde yetişen Ebû Hanîfe, akaid ve kelâma dair görüşleriyle Ehl-i sünnet akidesinin oluşmasına zemin hazırlayan âlimlerdendir. Özellikle Basra’da ilâhî sıfatlar, kader, mürte-kib-i kebîre ve tekfir gibi ilk dönemin belli baştı akaid meseleleri üzerinde değişik görüşlere mensup âlimlerle yaptığı tartışmalarda İslâm ümmetinin çoğunluğu tarafından benimsenen itikadı ilkeleri ortaya koymuş ve bunlan güçlü delillerle savunmuştur. Çağdaşları arasında Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd, Abdülkerîm b. Acred, Zürâre b. A’yen ve Şeytânüt-tâk gibi değişik görüşleri savunan ilk kelâmcılar yer alır. Bunlardan özellikle Cehm b. Safvân, Amr b. Ubeyd ve Şey-tânüttâk İle yaptığı tartışmalar tabakat kitaplarında kısmen de olsa nakledilmiştir. Hâricîler’den Yezîd b. Ebân er-Rekâ-şî, Şîa’dan Hişâm b. Hakem, Mu’tezile’-den Dırâr b. Amr ve Ebü’l-Hüzeyl el-Al-lâf da Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemi kısmen idrak eden önemli âlimlerden bazılarıdır.
Ebû Hanîfe’nin kelâm metoduna karşı takındığı tavırla ilgili olarak kaynaklarda yer alan farklı bilgileri üç grupta toplamak mümkündür:
1- Ebû Hanîfe kelâm ilmiyle uğraşmayı farz-ı kifâye kabul etmiş, ilmî hayatına itikadî konularla ilgilenerek başlamış, Küfe ve Basra gibi ilmî muhitlerde kendisini yetiştirip seçkin bir kelâm âlimi olmuş ve hayat boyunca bu konudaki çalışmalarını sürdürmüştür. Nitekim İmam Şafiî. Ebü Ha-nîfe’yi kelâm ilminin kurucusu olarak kabul etmiş, Bağdadî onun fakihler içinde Ehl-i sünnet ke-lâmcıiarının ilki olduğunu belirtmiştir. Daha sonra İbnü’s-Sübkî. Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Beyâzîzâde Ahmed Efendi gibi âlimler de bu görüşü benimsemiş, çağdaş yazarlardan M. Zâhid Kevserî, Ali Sâmî en-Neşşâr ve İnâyetullah İblâğ aynı kanaati paylaşmışlardır.
2- Ebû Hanîfe önce kelâm ilmiyle ilgilenmiş, ancak daha sonra ashabın itikadî meselelerle meşgul olmadığını düşünerek amelî konularda halkın karşılaştığı problemlerin çözülmesini daha önemli görmüş ve bir daha uğraşmamak üzere kelâm ilmini terkedip fıkha yönelmiştir.
3- Ebû Hanîfe. kelâmı öğrenilmesi caiz olmayan İlimlerden kabul edip başta oğlu Hammâd olmak üzere öğrencilerine bu ilimle uğraşmayı yasaklamış, insanlara kelâmın kapısını aralayan Amr b. Ubeyd “in yanı sıra biri tenzihte, diğeri teşbihte olmak üzere iki aşırı ucu temsil eden Cehm b. Safvân İle Mukâtil b. Süleyman’a lanet okumuştur.
İlk iki görüş birbirine oldukça yakındır. Her ikisinde de Ebû Hanîfe’nin itikadî tartışmalara girdiği ve henüz oluşma döneminde bulunan kelâm ilminin ilk temsilcileri arasında yer aldığı belirtilmektedir ki isabetli görünen de budur. Ebû Hanîfe’ye itikadî konulara ilişkin bazı risalelerin nisbet edilmesi ve fıkıh sisteminde re’ye ve kıyasa başvurup bir anlamda akılcılığı benimsemesi onun kelâmî bir nosyona sahip olduğunun delilleridir. Hayatının belli bir döneminden sonra fıkhı konularla fazlaca meşgul olması, İtikadî meselelerle ilgilenmeyi caiz görmemesinden değil akaide dair temel esaslara ilişkin görüşlerini ortaya koyduktan sonra bu alandaki çalışmalara fazla İhtiyaç duymamasından, ayrıca çözüm bekleyen fıkhî meselelerin çokluğundan kaynaklanmış olmalıdır. Vefatından önce öğrencilerine yaptığı tavsiyeleri ihtiva eden eJ-Vaşiyye İle er- Risale ‘sinin itikadî meselelere dair olması kelâmî konularla ilgisini kesmediğini gösterir. Ebû Hanîfe’nin, ashabın itikadî konularda tartışmaya girmemesinden dolayı akaid meseleleriyle uğraşmayı terket-tiğine dair rivayete gelince bunun sahih olması uzak bir ihtimaldir. Zira el- cÂlim ve’l-müte’dllim’de tamamen aksi bir görüşü savunmuştur. Burada belirtildiğine göre Ebû Hanîfe ashap dönemindeki şartların değiştiğini görmüş, İslâm dünyasında çeşitli siyasî ve fikrî gelişmelerin meydana gelmesi sebebiyle iman esaslarının belirlenmesi için akaid konularının incelenmesini zaruri görmüştür. Ashap döneminde müstümanlar arasında akaide dair bir ihtilâf bulunmadığı halde hicrî I. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkan ihtilâflar neticesinde değişik görüş sahiplerinin birbirini tekfir edip öldürmeyi caiz görmesi, Ebû Hanîfe’ye göre itikadî esasların Kur’ân-ı Kerîm’e ve sahih hadislere başvurularak kesin delillerle belirlenmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu da onun kelâm ilmiyle uğraşmayı doğru bulmadığına ilişkin rivayetlerin sahih olma ihtimalini zayıflatmaktadır. Bu rivayetlerin doğru olabileceğini kabul eden âlimlere göre ise Ebû Hanîfe’nin meşgul olmayı uygun bulmadığı kelâm Kur’an ve Sünnet’e dayanmayan, buna karşılık yabancı kültürlerden etkilenen veya hakKı değil bâtılı savunmayı hedef alan ve ne olursa olsun muarızın görüşlerinin mutlaka yanlış olduğunu göstermeyi amaçlayan itikadî tartışmalardır. Sonuç olarak Ebû Hanîfe mutlak mânada kelâm ilmi aleyhinde bulunmamıştır.
Ebü Hanîfe’nin fıkhı, “kişinin dünya ve âhirette fayda veya zarar göreceği hususlara ilişkin hükümleri bilmesi” şeklinde tarif ederek bunlardan akaide dair hükümleri konu edinen ilme “el-fıkhü’l-ekber” adını vermesi onun, akaidi amelî hükümleri inceleyen fıkıhtan üstün tuttuğunu göstermektedir. Ebû Hanîfe, farklı itikadî telakkilerin çarpıştığı Küfe, Basra, Bağdat ve Hicaz bölgelerini dolaşıp bu yörelerde savunulan görüşleri öğrendikten sonra Kur’an’ı ve Hz. Peygam-ber’e atfedilen hadisleri incelemek suretiyle İslâm akaidini asıl kaynaklarından belirlemeye çalışmıştır. Kendisiyle tartıştığı muarızı nasları kabul eden biriyse kesin naklî delil, nasları delil saymayan biriyse kesin aklî delil kullanmıştır. Nitekim mül-hidlerle yaptığı tartışmalarda aklî deliller kullandığı gibi muhaliflerini ikna etmek için “ma’külâtı mahsûs hale getiren” kıyaslar yapmış, bazan da esaslarına Kur’an’da işaret edilen ihtimalleri tartışma metoduna başvurmuştur. Akaidde daha çok Kur’an’ı esas alıp ondan itikadı hükümler çıkarmış, hadisleri de bazan kullanmakla birlikte Kur’an’a aykırı hükümler İhtiva edenlerini uydurma kabul ederek dikkate almamıştır. Zira ona göre Kur’an’a aykırı hükümler taşıyan hiçbir söz Hz. Peygamber’e ait Olamaz.
Ebû Hanîfe’nin akaid alanında görüşlerinden faydalandığı kişilerin başında Hz. Ali gelir. Zira Ebû Hanîfe, kendisiyle savaşan muhaliflerine “isyankâr kardeşler” adını vermek suretiyle adam öldürme gibi büyük bir günahı işleyenlerin dahi mümin olduğuna hükmetmesinden ötürü Hz. Ali’yi itikadî problemlere çözüm getiren ilk âlim olarak görmüş ve onun bu metodundan önemli ölçüde faydalandığını açıklamıştır. Ehl-i beyt’e mensup âlimlerden Zeyd b. Ali. Muhammed el-Bâkır, Ca’fer es-Sâdık ve Abdullah b. Hasan b. Hasan ile görüşüp akaid konularında onlardan istifade etmiş, ashaptan Abdullah b. Mes’ûd, Muâz b. Cebel, tabiînden Ha-san-ı Basrî, Ata” b. Ebû Rebâh, Saîd b. Müseyyeb, Ömer b. Abdülazîz gibi âlimlerin görüşleri de onun itikadî düşüncelerine şekil vermiştir. Bunlardan başka Hüseyin b. Haris ve Ebü11-Kasım el-Ce-delî’den de faydalandığı nakledilir.
Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerini, talebeleri Ebû Yûsuf, Ebû Mutr el-Belhî ve Ebû Mukâtil es-Semerkandî tarafından yazılıp nakledilen el-KÂlim ve’I-mü-te’aüim, el-Fıkhul-ekber, el-Pıkhü’l-ebsat, er-Risâle, el-Vaşıyye adlı akaid risalelerinin yanı sıra tabakat ve menâ-kıb kitaplarından tesbit etmek mümkündür. Bununla birlikte onun itikadî görüşlerini hatasız olarak belirlemek oldukça güçtür. Ebü Hanîfe’nin itikadî cephesini inceleyen müellifler, söz konusu kaynaklarda bazan aynı konuda kendisine farklı görüşler nisbet edilmesini, akaid risalelerinin bizzat kendisi tarafından yazılmayıp talebelerince kaleme alınması ve bu risalelerde araz, cevher, zât, sıfat, mucize, keramet gibi daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı kabul edilen terimlerin yer alması sebebiyle ona aidiyetlerinin tartışmalı olmasını, risalelerin bazı yazma nüshalarında değişik bilgilerin yer almasını ve dolayısıyla eserlerine sonradan bazı ilâvelerin yapılmış olma ihtimalini, onun İtikadî görüşlerini belirlemeyi zorlaştıran âmiller arasında zikrederler. Her şeyden önce tabakat ve menâkıb kitaplarında Ebû Hanîfe’yi övme ve yerme hususunda ifrat ve tefrite varan aşın değerlendirmelerin yapıldığı, bu arada taraftarlarına göre onun Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan bir kişi. muhaliflerine göre ise tekfir edilmesi gereken zararlı bir bid’atçı olarak gösterildiği dikkati çekmektedir. Bu da söz konusu kaynaklardaki bilgilerin ihtiyatla karşılanmasını gerekli kılan bir husustur. Nitekim Ebü’l-Muzaffer el-İsferâyînî, Ka-deriyye ve Râfıza’ya mensup bazı kimselerin kendi bâtıl inançlarını terviç etmek amacıyla onları Ebû Hanîfe’ye nisbet ettiklerini kaydetmiştir. Talebelerince ona atfedilen akaid risalelerine bazı ilâveler yapılmış olmasına rağmen bunların ana hatlarıyla ona ait görüşleri ihtiva ettiği hususu ittifaka yakın bir kanaat halindedir. Ebû Hanîfe ile öğrencilerinin akaide dair görüşlerini naklettiğini belirten Ebû Cafer et-Tahâvî’nin cAkîde”sindeki görüşlerle söz konusu risâlelerdeki görüşlerin büyük çapta benzerlik arzetmesi de bunu teyit etmektedir. İlgili risalelerde yer alan araz, cevher, zât, sıfat, mucize ve keramet terimleri bunlara sonradan ilâve edilmiş olabileceği gibi Ebû Hanîfe’nin bunlardan bahsetmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Zira onun döneminde yaşayan Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvân, Şeytânüttâk, Hişâm b. Hakem gibi kelâmcıların aynı terimleri kullandıkları ve Ebû Hanîfe’nin de Cehm b. Saf-vân ve Şeytânüttâk ile münazaralar yaptığı bilinmektedir. Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:
1- Ulûhiyyet. Bütün varlıklar Allah tarafından yoktan (lâ min şey’) yaratılmıştır. Göklerin ve dünyanın şaşmaz bir düzene sahip olması, varlıkların bir halden başka bir hale dönüşmesi, çocuğun güzel bir endam ile ana karnından çıkması, bilgili ve hikmet sahibi ulu bir yaratıcının mevcudiyetini gösteren apaçık delillerdir. Akıl, azgın dalgalar arasında seyreden bir geminin yetenekli bir kaptanı olmadan yoluna devam etmesini imkânsız gördüğü gibi kâinatın da bilgili ve her şeye gücü yeten bir yaratıcısı olmadan var olup düzenli şekilde devam etmesini muhal görür Her insan bunları düşünerek Allah’ın var olduğunu idrak edebilir. Bundan dolayı dinî bir davetle karşılaşmasa bile yetişkin ve akıllı her insan Allah’a inanmakla yükümlüdür. Akıl yürütmek suretiyle Allah’a isim ve sıfat nisbet edilemez ; O sadece zâtına nisbet ettiği İsim ve sıfatlarla nitelendirilebilir. O’nun İlim, irade, hayat, kudret kelâm, sem’, basar gibi zatî; yaratma, nzık verme, diriltme. Öldürme gibi fiilî sıfatları vardır. Sıfatları zâtından ayrılmaz. Bütün isim ve sıfatları ezelî olup hiçbiri hadis değildir. İlâhî fiiller ezelî olmakla birlikte bu fiillerle meydana gelenler (meful) hadistir. Allah araz ve cisim değildir, dengi ve benzeri yoktur. Sayı itibariyle değil eşi ve benzeri bulunmaması itibariyle birdir. İlâhî zatın yanı sıra sıfatların hiçbiri de yaratıklara ve sıfatlarına benzemez. İhlâs sûresi bunu ifade etmektedir. Naslarda Allah’a atfedilen yed. nefs, vech, nüzul gibi sıfatların keyfiyeti bilinemez. Bunlar ne yaratıklara ait organ ve fiillere benzetilebilir, ne de i’ttzâl ehlinin yaptığı gibi te’vil edilerek açıklanabilir. Zira “yed”i kudretle açıklamak örneğinde olduğu gibi bu sıfatları te’vil etmek onlan ilâhî sıfat olmaktan çıkarır. Allah İhtiyaç duymaksızın göklerin üstünde bulunan arşa istiva etmiştir. Bir mekânda bulunmaya muhtaç olmayan Allah zâtıyla değil ilmî ve ilâhî yardımıyla yaratıklarının yanındadır. Allah dilediği şekilde ve keyfiyeti bizce bilinmeyen bir tarzda müminler tarafından cennette görülecektir.
Bazı kaynaklarda Ebû Hanîfe’nin Allah’a mâhiyet atfettiğine dair rivayetler yer almışsa da bunların sahih olmadığı kabul edilmiştir.
2- Halku’l-Kur’ân. Bu konuda Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen görüşler farklı olup üç noktada toplanabilir,
a- Kur’an’ın sadece Allah kelâmı olduğuna inanmak gerekir, mahlûk olup olmadığı hususunu tartışmak caiz değildir.
b- Kur’an mahlûktur, zira Allah’ın dışındaki her şey yaratılmıştır. Nitekim yaratılmış bir şeye yemin etmek caiz olmadığından Kur’an’a yapılan yemin geçerli sayılmamıştır.
c- Kur’an Allah kelâmı olup mahlûk değildir, fakat Kur’an’ı telaffuz edişimiz ve onu yazışımız mahlûktur.
Kur’an’ın mahlûk olduğu görüşünü ilk defa Ebû Hanîfe’nin ortaya attığını ileri süren ikinci rivayet ya onu kötülemek isteyenlerce uydurulmuştur veya eksiktir. Ebû Hanîfe belki de ilk defa Kur’an’ı telaffuz edişin mahlûk olduğunu söylemiş, fakat muhalifleri bunu “Kur’an mahlûktur” şeklinde eksik olarak nakletmiş-lerdir. Eğer Ebû Hanîfe Kur’anın mahlûk olduğunu savunmuş olsaydı bazı görüşlerini eleştiren Buhârfnin bu hususta da onu eleştirmesi gerekirdi. Halbuki Buhârî, halku’l-Kur’ân konusuna ayırdığı Halku efcâli’l-cibâd adlı eserinde Ebû Hanîfe’ye böyle bir görüş nisbet etmemiş, Eş’arî de Makölât’müa Kur’an’m mahlûk olduğunu kabul edenler arasında Ebû Hanîfe’yi zikretmemiştir. Birinci rivayetin ise halku’l-Kur’ân tartışmasına girmeyi uygun görmediği dönemdeki görüşünü yansıtmış olması muhtemeldir. Üçüncü rivayet Ebû Hanîfe’nin nihaî görüşü olmalıdır. Nitekim bazı kaynaklar, Ebû Yûsuf’un hocasıyla alt ay halku’l-Kur’ân konusunu tartıştığını ve sonunda onunla, “Kur’an Allah kelâmıdır, mahlûk değildir, mahlûk olduğunu söyleyen kâfirdir” görüşünde karar kıldıklarını kaydetmektedir. Bu da Ebû Hanîfe’nin halku’l-Kur’ân konusundaki görüşünün bazı değişiklikler geçirdiğini gösterir.
3- Kader. Kâinatta meydana gelen her şey ilâhî takdir ve kazaya göre cereyan eder. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde her şeyin yaratılmadan önce yazıldığı ve meydana gelen şeylerin bu yazıya göre gerçekleştiği açıkça belirtilmiştir. Allah Teâlâ hayır ve şer dahil vuku bulacak her şeyi ezelî ilmiyle bilmiş ve ilmine göre vasfederek levh-i mahfuza yazmıştır. Bununla beraber müminleri imana, kâfirleri de küfre zorlamamış, herkese fiillerini iradeleriyle gerçekleştirme imkânı tanımıştır. Zira Allah herkesin kaderini, kendi İradeleriyle gerçekleştirecekleri şekilde yazmıştır. Bundan dolayı kişi annesinden mümin veya kâfir (saîd veya şakî) olarak doğmaz; mümin iken kâfir, kâfir iken mümin olabilir.
Kulların fiillerini yaratan Allah’tır, kul ise fiil yapmayı diler ve onu icra eder. Eğer kul fiillerinin yaratıcısı olsaydı onları dilediği şekilde yapabilmesi ve her dilediğini gerçekleştirebilmesi gerekirdi. Fiillerini yapma gücü (istitâat) fiilden önce değil fiil anında kullara verilmiştir. Kul fiili yapma anından önce bu güce sahip bulunsaydı Allah’a muhtaç olmazdı; halbuki Kur’an’da kulların her an Allah’a muhtaç oldukları bildirilmiştir. İstitâat. fiilini gerçekleştirmesinden sonra da kula verilmiş olamaz; zira bu takdirde fiilin is-titâatsız meydana gelmesi gerekir ki bu muhaldir. Kulda istitâat yaratmakla Allah kulun fiilinin halikı, kul ise bu istitâ-atı hayır veya şer yönünde kullanmakla fiilin kâsibidir. Bütün bu açıklamalara rağmen Ebû Hanîfe kader problemini hürriyet-zaruret çelişkisinden kurtararak çözemediğinin farkına varmış olmalıdır. Zira ona göre gözün güneşe bakması mümkün olmadığı gibi aklın da kader ve kulların fiilleri konusunu nihaî çözüme kavuşturması mümkün değildir.
4- Nübüvvet. Nübüvvetin gerçekliği ilâhî bir ilhamla kavranabilir. Şöyle ki Allah, peygamberin ilâhî kaynağa dayandırarak verdiği bilgilerin doğruluğu hususunda insanların kalbinde bir kanaat ve bir itminan yaratır. Bununla birlikte peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de haktır. Hz. Peygamber’in inşikâku’l-kamer* mucizesi ve mi’racı bu tür olaylardandır. Peygamberler şirkten, büyük ve küçük günahlardan korunmuştur. Ancak küçük hata (zelle) işlemeleri mümkündür. Bütün peygamberlerin getirdiği dinlerin temel prensipleri tevhid esasına dayalı tek bir sistem oluşturmakla birlikte fer’î hükümleri (şeriat) farklı olabilmiştir. Allah’a inandığı halde son peygamberin nübüvvetini benimsemeyen kimse Allah’a da iman etmemiş sayılır. Çünkü ona iman etmek Allah’ın emirlerinden biridir. Dolayısıyla Allah’a İman eden herkesin Hz. Muhammed’in nübüvvetini de kabul etmesi gerekir.
5- Âhiret. Kabir azabı haktır; zira Kur’-ân-ı Kerîm’de buna işaret edilmiştir. Kabir azabına inanmayanlar Cehmiyye mensuplarıdır. İnsanlann ölümden sonra diril-tilmeleri ve amellerinin tartılması haktır. Kıyamet alâmetlerinden kabul edilen deccâlin çıkışı ile Hz. îsâ’nın nüzulü. ayrıca cennetle cehennemin ebedîliği konularında Ebû Hanîfe’ye farklı görüşler nisbet edilir. Deccâlin çıkışı ve Hz. îsâ’nın nüzulü el-Fıkhü’l-ekber’e ait yazma nüshaların bir kısmında yer almamaktadır. Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerini yansıtan beş risalesini bir araya toplayıp yeniden düzenleyen Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin eserinde de söz konusu kıyamet alâmetlerine yer verilmemiştir. Bu da deccâlin çıkışı ve Hz. îsâ’nın nüzulü konusunun Ebû Hanîfe’nin risalelerine sonradan ilâve edildiği ihtimalini güçlendirmektedir. Akaid risalelerinde belirtildiğine göre Ebû Hanîfe cennet ve cehennemin ebedî olduğunu kabul eder. Diğer bazı kaynaklarda ise cennet ile cehennemin ebedî olmadığına ve yaratılan her şeyin mutlaka yok olması gerektiğine inandığı rivayet edilmektedir. Ancak Ebû Hanîfe, bu görüşü ortaya atan Cehm b. Safvân’ı tekfire kadar varan bir tenkide tâbi tuttuğuna göre bunun kendisine nisbet edilmesinin yanlış olduğunu söylemek mümkündür. Şu var ki Ebû Hanîfe cennetin ebedîliğine delil getirdiği halde cehennemin ebedîliğini ispatlayan herhangi bir delil zikretmemiştir. İbn Kayyim’in Münzir b. Saîd’den yaptığı bir nakilde belirtildiğine göre Ebû Hanîfe ve mensupları, Âdem’in yaratıldığı cennetin dünya bahçelerinden biri olduğu kanaatini taşıyorlardı. Buna karşılık el-Fıkhü7-ebsat’ta cennet ile cehennemin elan yaratılmış bulunduğu belirtilmekte ve Allah’ın her şeyi yarattığını bildiren âyet buna delil gösterilmektedir.
6- İman-Günah Meselesi. Ebu Hanîfe’ye nisbet edilen görüşlere göre iman bilgi, tasdik ve ikrar unsurlarından oluşur. Bir insanda İmanın gerçekleşmesi için onun şüpheden arınmış kesin bilgiye sahip olmasının yanı sıra bu bilginin doğruluğunu kesin olarak tasdik etmesi ve bu kararını sözlü olarak açıklaması gerekir. İman için bunların hiçbiri tek başına yeterli değildir. Aksi halde kalben tasdik etmedikleri halde inandıklarını söyleyen münafıkların ve Hz. Muhammed’in gerçek peygamber olduğunu bilmelerine rağmen nübüvvetini tasdik etmeyen Ehl-i kitap’ın mümin sayılması gerekir. Halbuki Kur’an’da gerçeği tasdik etmemekte direnen münafıklarla Ehl-i kitap kâfir statüsünde tutulmuştur, Yine Kur’an’da, gerçeği dilleriyle ikrar etmelerinin karşılığı olmak üzere Ehl-i kitap’tan bazılarının cennetle mü-kâfatlandırıldığının bildirilmesi, dille ikrarın imanın unsurlarından biri olduğunu gösterir. Bununla birlikte Ebû Hanîfe’-nin, mümin vasfını kazanmak için marifet ve tasdiki yeterli görmesini dikkate alarak marifet ve tasdiki aslî, ikrarı da tâli birer unsur olarak gördüğünü söylemek mümkündür. Zira ona göre dil ile ikrar dünyevî hükümlerin uygulanması için gereklidir. Baskı altında İnandığının aksini ifade eden kimsenin mümin kabul edilmesi de bunu göstermektedir. Ebû Ha-nîfe’nin bazı ifadelerinden anlaşıldığına göre kalben tasdik imanın aslî unsurunu teşkil ettiğinden imanda artma ve eksilme olmaz; dolayısıyla peygamberler ve melekler dahil bütün müminlerin imanı aynıdır veya birbirinin benzeridir. Onun, imanın artıp ek-sileceği telakkisini benimsediği nakle-diliyorsa da bu rivayet iman hakkındaki umumi telakkisine aykırı düşmektedir. Çünkü imanda artma ve eksilme olabilmesi için amelin onun unsurlarından birini teşkil etmesi gerekir. Halbuki Ebû Hanîfe’ye göre amel imanın bir cüzü olmayıp dinî hayatta imandan sonra yer alan bir unsurdur. Kişi namaz kılıp oruç tuttuğundan dolayı Allah’a ve Peygam-ber’e inanmış değildir, aksine Allah’a ve Peygamber’e iman ettiği İçin namaz kılıp oruç tutar ve diğer ilâhî buyrukları yerine getirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’-de kişiden önce iman etmesi, sonra da iyi işler yapması istenmek suretiyle iman amelden ayrı tutulmuştur. Hayız ve nifas halindeki kadınlardan bazı farzların sakıt olması da bunun delillerinden birini teşkil eder.
Ebû Hanîfe’ye göre günah işlemek mümini imandan çıkarmaz. Çünkü Kur’an’da, zina eden ve adam öldürenlerden iman vasfı nefyedilmemiş, zerre miktarı hayır işleyenlere bunun karşılığının verileceği bildirilmiştir. Hz. Ali de kendisiyle savaşanları mümin olarak adlandırmıştır. Eğer günah işlemek mümini imandan çıkarmış olsaydı şirkten sonra günahların en büyüğü sayılan adam öldürme fiilini işleyenleri Hz. Ali’nin kâfir kabul etmesi gerekirdi. Bu aynı zamanda ashabın telakkisini de yansıtmaktadır. Müminlerin günahları sebebiyle âhirette tâbi tutulacakları muamele ise Allah’a bırakılmalıdır; dilerse affeder, dilerse azaba uğratır. Buna göre sadece peygamberlerin ve nas-larda haklarında açıklama bulunan kimselerin doğrudan cennete gireceklerine hükmedilebilir. Mümin bir kimsenin kararlı bir ifade ile, “Ben gerçekten müminim” demesi gerekir; zira iman şüphe kabul etmez. Hz. İbrahim’in İmanını bu şekilde ifade etmesi bunun bir delilidir.
7- Tekfir. Ebû Hanîfe’ye göre insanlar kendi beyanlarına, ibadet şekillerine ve dinî alâmet sayılan kıyafetlerine bakılarak tekfir edilebilirler. Mümin olduğunu söylemekle birlikte ilâhî sıfatları inkâr eden veya bunları yaratıkların sıfatlarına benzeten, kadere inanmayan, Kur’an’da açıkça belirtilen hükümleri kabul etmeyen, günah işlemeyi helâl sayan ve Kur’an’ın bir harfini bile inkâr eden kimse tekfir edilir. Ancak Kur’anı tefsir veya te’vil ederek hükümler çıkaran, yahut Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadislere dayalı bazı itikadî hususları benimsemeyen kimse tekfir edilemez. Bazı kaynaklarda, Ebû Hanî-fe’nin Kur’an’ı farklı şekillerde te’vil eden muhaliflerini tekfir ettiği nakledilirse de bu onun tekfir konusundaki müsamahakâr tutumuna aykırıdır. Bu duruma göre tekfir ettiği kimse hükmü apaçık olan bir esası inkâr etmiş olmalıdır. Ebû Hanîfe’ye göre Hz. Peygamber’in ebeveyni kâfir olarak değil fıtrat üzere ölmüştür. Her ne kadar bazı kaynaklarda bunun aksini ifade eden bir görüş kendisine nisbet edilmişse de bunun bazı risâlele-rindeki istinsah hatasından kaynaklandığı tesbit edilmiştir.
8- İmamet. Devlet başkanının, müminlerin bir araya gelip istişarede bulunmaları yoluyla seçilmesi gerektiğini kabul eden Ebû Hanîfe’ye göre Hz. Ebû Bekir ve Ömer’den sonra Hz. Ali ashabın en faziletlisidir; muhalifleriyle olan anlaşmazlıklarında da haklıdır. Hilâfete, idareyi zorla ellerine geçiren Emevî ve Abbâsîler’in değil ümmetin işlerini düzeltmek isteyen Ali evlâdı daha lâyıktır. Bu kanaatine bağlı olarak Ebû Hanîfe, İmam Zeyd’in ve Ehl-i beyt’e mensup kişilerin mevcut idareye karşı giriştiği mücadeleleri meşru kabul etmiş, hatta onlara destek vermiştir. Fakat buna dayanarak bazı Şiî yazarların iddia ettiği gibi Şîa’nın İmamet anlayışını benimsediğini söylemek mümkün değildir. Zira Ebû Hanîfe imameti nasla Ehl-i beyt’e verilmiş bir hak olarak görmemiş, sadece döneminde Ehl-i beyt’e mensup olanları imamete diğerlerinden daha lâyık kabul etmiştir. Buna karşılık onun, ashabın faziletini fiilî bir durum olan hilâfet sırasına göre değerlendirmek gerektiği ve zorla da olsa idareyi eline geçiren halifeye itaatin lüzumlu olduğu kanaatini taşıdığı da nakledilmektedir. Ancak Ebû Hanîfe’nin Hz. Ali’ye ve evlâdına karşı bir temayülü bulunduğu sezilmekte ve idareyi zorla eline geçirenlere karşı direnen Ehl-İ beyt mensuplarına destek verdiği herkesçe kabul edilmektedir.
Kendi risâleleriyle hakkında bilgi veren kaynakların incelenmesinden anlaşıldığına göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe İslâm dünyasında meydana gelen siyasî, fikrî ve İtikadî zümreleşmeler sonunda Kur’ân-ı Kerîm’e ve ona aykırı olmayan sahih hadislere dayanıp İslâm akaidini belirlemeye çalışan erken devir mütefekkirlerinin başında yer almıştır. Naklin yanında aklı ihmal etmemiş, itikadî meseleleri açıklamak için aklî kıyaslar yapmış, düşüncesini Kur’an, sahih hadişler ve ashabın ileri gelenlerinin anlayışları şekillendirdiği için yabancı kültürlerin tesirinden uzak kalmıştır. İslâm akaidinin ana meseleleri etrafındaki görüşleri âlimler arasında büyük yankılar uyandırmış, bu görüşlerin büyük bir kısmı, başta Mâtürîdiyye olmak üzere Se-lefıyye ve Eşa’riyye âtimlerince benimsenerek geliştirilmiştir. Mülhidlere karşı Allah’ın varlığını ispatlamak için başvurulan ve esaslarına Kur’ân-ı Kerîm’de işaret edilen, daha sonra “ihtira'” ve “inayet” diye adlandırılan aklî delilleri bilindiği kadarıyla ilk defa o kullanmış, âlemin “lâ min şey'”den yaratıldığını söylemiş, ayrıca Allah’a “şey’iyyet” izafe ederek bir anlamda haricî mevcudiyeti bulunduğuna yine ilk defa o temas etmiştir. Ebû Hanîfe, zât-sıfat ayırımı yaparak ilâhî sıfatları muhtemelen ilk defa zatî ve fiilî kısımlarına ayırıp hepsinin kadîm olduğunu savunmuş, böylece Cehmiyye ve Mu’tezile’nin sıfat anlayışını reddetmiştir. Bir taraftan haberi sıfatlara “bilâ keyf” iman edilmesi gerektiğini söylemek suretiyle Selefe öncülük etmiş, diğer taraftan bunların bir kısmını üstü kapalı, bir kısmını da açıkça te’vil ederek teşbih ve ta’tîl akîdesine alternatif bir görüş ortaya koymuştur. Ebû Hanîfe, halku’l-Kur’ân konusunda Cehmiyye ve Haşviyye arasında mutedil bir görüşü savunarak daha sonra Ehl-i sünnet kelâmcılarınca yapılan lafzî ve nefsî kelâm ayırımına zemin hazırlamıştır. Kadere imanı gerekli görüp kulun iradesiyle fiil yapma gücüne sahip kılındığını kabul etmiş, İnsanın mümin iken kâfir, kâfir iken mümin olabileceğini söyleyerek cebir anlayışından uzaklaşmış, İmanı tasdik, marifet ve ikrar unsurlarına dayandırmakla iman için marifeti yeterli gören Cehmiyye’yi ve sadece ikrarı kâfi gören anlayışları reddetmiş, amelin imandan ayrı olduğunu ve dolayısıyla artıp eksilmeyeceğini ortaya koymakla da Selefıyye, Mu’tezile ve Havâric’e muhalefet etmiştir. Böylece akaidin ana meselelerinde mutedil bir itikadî sistemin temellerini atarak çoğunluğun mensup olduğu Ehl-i sünnet mezhebinin oluşmasına öncülük yapmıştır. Nitekim imanın artıp eksilmesi, iman-İslâm ilişkisi, imanda istisna gibi önemsiz sayılabilecek bazı hususlar dışında Mâlik b. Enes, Şafiî, Ahmed b. Hanbel onun görüşlerini paylaşmışlardır.
Ebû Hanîfe’nin akaide dair görüşlerini Ebû Ca’fer et-Tahâvî daha çok Selef anlayışı çerçevesinde, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ise kelâm statüsü İçinde açıklayıp yaymışlardır. Daha sonra Mâtürî-dFyi takip eden âlimlerce geliştirilen bu muhteva günümüze kadar taşınmış ve Mâtürîdiyye adıyla meşhur olmuştur. Osmanlı kazaskerlerinden Beyâzîzâde Ahmed Efendi, Ebû Hanîfe’nin akaid risalelerini Önce el-Uşûlü’1-münîfe H’I-İmâm Ebî Hanîfe adlı eserde kelâmî tertibe göre düzenleyip bir araya getirmiş, ardından da İşârâtü’l-meram min ibârâti’1-İmam adlı kitabıyla bunu şerhetmiştir. Ebü Hanîfe’nin itikadî cephesini İnâyetullah İblâğ el-İmâ-mü’1-a’zam Ebû Hanîfe el-mütekellim adlı eserinde, Muhammed Ebû Zehre Ebû Hanîfe adlı kitabının bir bölümünde, Ebü’l-Hayr Muhammed Eyyûb Ali de cAkidetü’l-İslâm ve’I-İmâm el-Mâtü-ridî isimli çalışmasının yarısına yakın kısmında incelemiştir. İbnü’s-Sübkî, Ebû Hanîfe ile Ebü’l-Hasan el-Eş’arî arasındaki İhtilâflar hakkında Manzûmetü’n-nûniyye fil-‘akü id {Kaside fi’I-ihtilâf beyne Ebî Hanîfe ve’I-Eşart) adıyla bîr risale yazmış Ali el-Kâ-rî Edilletü muctekadi Ebî Hanîfe fî hakkı ebeveyi’r-Resul adlı risalesinde, Ebû Hanîfe’nin Hz. Peygamber’in ebeveyninin imanı konusundaki görüşlerini delillendirmiş, Debbağzâde Meh-med Efendi Risale fî beyânı kavli Ebî Hanîfe, Saçaklızâde Mehmed Risale fî tavzihi kavli Ebî Hanîfe, Dârendeli Muhammed b. Ömer Risale fî îzâhı kavli Ebî Hanîfe adlı risalelerinde iman konusundaki görüşlerine açıklık getirmeye çalışmışlardır.
Ebû Hanîfe, imanın artıp eksilmeyeceği ve bütün müminlerin imanının benzer olduğu, bu sebeple de kişinin, “Ben inşallah müminim” değil. “Ben hakkıyla müminim” demesinin gerektiği tarzındaki görüşlerinden ötürü Selef akîdesine mensup hadis âlimlerince şiddetle eleştirilmiştir. Ayrıca bunlar, yalancı kabul edilen bazı râvilerin nakillerine dayanarak Ebû Hanîfe’nin İbn Ebû Leylâ, Süfyân es-Sevrî gibi âlimler tarafından iki defa küfürden tövbe etmeye davet edildiğine ve bid’atçı olduğu için görüşlerine itibar edilmeyeceğine ilişkin rivayetlere de eserlerinde yer vermişler, onu bazan Cehmiyye’ye, bazan da Mürcie’ye nisbet etmişlerdir.
Mevcut kaynaklara göre Ebû Hanîfe’-yi tenkit edenlerin başında Buhârî gelmektedir. Buhârî el-Câmicu’ş-şahîh’i-nin bab başlıklarında isim zikretmeden, “Kale ba’zu’n-nâs” (insanlardan biri şöyle dedi) ifadesini kullanarak Ebû Hanî-fe’yi tenkit etmiş, diğer eserlerinde de onun İslâm dinine zarar veren Mürcie’ye mensup olduğuna ilişkin rivayetleri zikretmiştir. Hadis-çilerden İbn Hibbân, Ebû Hanîfe’nin aleyhindeki zayıf rivayetleri naklettikten sonra hakkında görülen rüyalara dayanıp onu akîdesi bozuk bir kişi olarak göstermeye çalışmıştı Muhaddislerin Ebü Hanîfe’yi eleştirmesinde, nakil yanında akla da başvurmasının etkili olduğu kabul edilmektedir. Esasen bunların, yalancılıkla itham edilen râvilerin nakillerine dayanarak Ebû Hanîfe’yi kötülemeleri kendi metotlarına aykırıdır, rüyalara başvurmalarının ise hiçbir ilmî değeri yoktur. Zâhid Kev-serî, bu rivayetlerin Ebû Hanîfe’ye muhalif olan ehl-i bidat mensuplarının gayretiyle uydurulup yayıldığını kabul eder. Mezhep tarihçilerinden Ebü’t-Hasan el-Eş’arî, Ebû Hanîfe’yi Mürcie’nin dokuzuncu fırkasının kurucusu olarak göstermiş, Nevbahtîve Ebû Hatim er-Râ-zî de onu Mürcie’nin Amr b. Kays el-Mâ-sır’ın (el-Mâzır) öncülüğünü yaptığı Mâ-sıriyye (el-Mâzıriyye) fırkasına mensup biri olarak tanıtmışlardır. Âlimler arasında Ebû Hanîfe’nin Mürcie’ye nisbet edilişini, bu mezhebin mensuplarından Gassân el-Kûfî tarafından yapılan bir rivayete bağlayanlar bulunduğu gibi bunu Ebû Hanîfe’nin iman görüşüyle irti-batlandıranlar da vardır. İkinci gruba göre Ebû Hanîfe, günah işleyenlerin mümin olduğunu savunup akıbetlerini âhi-rete bırakması veya Allah’ın iradesine havale etmesi (irca) sebebiyle ilk defa Hâricîler’den Nâfi’ b. Ezrak, daha sonra da Mu’tezile âlimleri tarafından mürciî olarak nitelendirilmiş, bu sebeple mezhep tarihçileri de bunlara uyarak onu Mürcie’den göstermişlerdir. Gerçi Ebû Hanîfe’nin akaid risalelerinde “irca” terimi, günah işleyenlerin akıbetini ilâhî iradeye havale etme anlamında kullanılmıştır. Ancak bunun mezhepler tarihi kaynaklarında tarifi yapılan ve iman eden kişiye günah işlemenin hiçbir zarar vermediğini temel görüş olarak benimseyen Mürcie ile bir ilgisi yoktur, öyle olsaydı akidesini benimseyip nakleden Öğrencileri de aynı görüşü savunurlardı. Halbuki onlar Mürcie’yi eleştirmişlerdir. Ebû Hanîfe’nin, günah işleyenlerin mümin olduğuna dair görüşünün Selefıyye de dahil olmak üzere bütün Ehl-i sünnet’çe benimsendiği dikkate alınırsa onun Mür-cie’ye nisbet edilişinin, mezheplerle ilgili kavramların o devirde henüz yerleşmemesinden kaynaklandığı ortaya çıkar. Esasen Ebû Hanîfe döneminde yeni teşekkül etmeye başlayan Ehl-i sünnet mezhebi için bu ad henüz kullanılmadığından akaid meselelerinin her biriyle ilgili olarak Ehl-i sünnet âlimlerine farklı İsimlerin verildiği de bilinmektedir. Nitekim Mutezile âlimleri, İlâhî sıfatlara ilişkin görüşlerinden dolayı Ehl-i sünnet âlimlerine Müşebbihe, kulların fiilleri ve kadere dair görüşlerinden ötürü Mücbire veya Cebriyye adını vermişlerdir. Mâ-türîdî de insanların irade hürriyeti ve fiil yapma gücü bulunmadığını savunan ve dolayısıyla kulların bütün fiillerini ilâhî irade ve kudrete havale edenlere Mürcie demektedir. Ebû Hanîfe’nin iman hakkındaki tarifini eleştiren İbn Hazm, onu Mürcie içinde Ehl-i sünnet’e en yakın âlim olarak kabul eder. Şehristânî ise Ebû Hanîfe’nin, günah işlemenin mümine zarar vermediğini ve imanın yeterli olduğunu iddia eden Mürcie’den sayılmadığını belirtmiş, aksine günah işleyen kişinin Allah’ın azabından korkması gerektiğini savunduğundan onu Ehl-i sünnet Mürciesi’nden kabul etmiştir. Ebû Hanîfe’nin Cehmiy-ye’den sayılması da isabetli değildir. Zira Müşebbihe ve Haşviyye’ye mensup âlimlerin ilâhî sıfatlar konusunda tenzihi benimseyen herkesi Cehmiyye’ye nisbet ettiği bilinmektedir. Ayrıca Ebû Hanîfe’nin Cehmiyye’yi şiddetle tenkit ettiği sahih rivayetlerle sabittir.
Zâhid Kevserî, Hatîb el-Bağdadî’nin Ebû Hanîfe hakkında naklettiği bilgilere güvenilemeyeceğini ispat etmek için Te’nîbü’l-Hatîb calö mâ sâkahû fî ter-cemeti Ebî Hanîfe mine’l-ekâzîb adıyla bir eser yazmış, Abdurrahman b. Yahya el-Yemânî el-Muallimî Ta’lîkötü’t-tenkîl bi~mö fî Te’nîbi’l-Kevserî mi-ne’î-ebâül adlı kitabında Kevserfye cevap vermiş. Kevseri de buna et- Terhîb bi-nakdi’t-Te’nîb adlı eseriyle karşılık vermiştir. Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf’ın Kitâb zalâ Dırâr ve Cehm ve Ebî Hanîfe ve Hafş fi’1-mahlûk’u ile Şeyh Müfîd’in Risale fi’t-teşnî calâ Ebî Hanîfe’si de Ebü Hanîfe’yi eleştiren eserlerdendir.
Bibliyografya:
Ebû Hanîfe. el-cAlim üe’l-müte’allim (nşr. M. Zâhid Kevserî, trc. Mustafa Öz, imam-ı Azamın Beş Eseri içinde), İstanbul 1981, s. 11-33; a.mlf., el-Fıkhü’l-ebsat{a.e. içinde), s. 37-54; a.mlf.. el-Fıkhul-ekber (a.e. içinde), s. 58-64; a.mlf., er-Risâte (a.e. içinde), s. 67-69; a.mlf.. et-Vaşıyye (a.e. içinde), s. 72-75; et-Mu-uatta*. “Kader”, 14; Buhârî. “îmân”, 36; a.mlf.. et-Târîhu’l-kebîr, Vlll, 81; a.mlf.. et-Târîhu’ş-şağir, 11, 43, Î00, 230; Tirmizî. “îmân”, 4; Dâri-mî. er-Red ‘ale’I-Merisi, s. 15; Nevbahtî. Fıra-ku’ş-Şfa, s. 7, 10, 14; Ebü Hatim er-Râzî, Ki-tâbü’z-ZIne Fuat Sezgin (GAS
2- İbn Ebû Şeybe, Rudûd calâ Ebî Hanîfe.
3- Hüseyin b. Ali es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve aşhâbih.
4- İbn Abdülber en-Nemerî, ei-İntikÖ fî feza3 Hi’ş – şelâseti’l – e imme-ti’1-fukahâ.
5- Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî el-Hârizmî, Menâkıbü Ebî Hanîfe.
6- îsâ b. Ebû Bekir b. Ey-yûb, es-Sehmü’1-muşîb fi’r-red cale’I-Hatîb.
7- Sıbt İbnü’l-Cevzî, el-İntişâr ve’t-tercih li – mezhebi ş – şahîh (Kahire, ts.).
8- Zehebî, Menâkıbü Ebî Hanîfe.
9- Bezzazı. Menâkıbü’1-İmâmi’l-Aczam Ebî Hanîfe.
10- Sü-yûtî, Tebyîzü’ş-şahîfe iî menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîîe.
11- Şâmî, ‘Uküdü’l’CÜmân fî menâkıbi Ebî Hanîfe en-Nucmân.
12- İbn Hacer el-Heytemî, el-Hayrâtü’l-hisân iî menâkıbi7-İmâmi7 -Aczam Ebî Hanîfe en-Nu’mân.
13- Ali el-Kârî, Menâ/abü7-/md-mi’1-A’zam.
14- Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, cöküdü’î-cevâhinl-münîfe fî edilleti mezhebi’1-İmâm Ebî Hanîfe.
15- Nûreddin Mustafa b. Muhammed Emîn el-Hüseynî, el-Metâ-libü’l-münîfe fi’z-zebbi cani’]-İmâm Ebî Hanîfe.
16- M. Zâhid Kevserî, en-Nüketü’t-tarîfe ii’t-tehaddüş can rudûdi İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe; Akvemü’i-mesâlik fî bahsi rivayeti Mâlik can Ebî Hanîfe; Te’nîbü’l-Hatîb calâ mâ sâkahû fî tercemeti Ebî Hanîfe mine’l-ekâzîb.
17- Abdülevvel el-Kanpûrî, en-Ne-vâdirü 7 -münîfe bi – menâkıbi ‘1 – İmâm Ebî Hanîfe.
18- Muhammed Ali b. Gulâm Muhammed, el-Ce-vâhirü’l-erbaba.
19- Abdülkuddûs el-Kâdirî el-Bengalûrî, Tezkiretü’n-Nu’mân.
20- Ahmed Reşid Paşa, İmâm-ı A’zamın Siyâsî Terceme-i Hâli.
21- Şemseddin Sivâsî, Me-nâkıb-ı İmâm-ı Azam.
22- Zafer Ahmed et-Tehânevî, Ebû Hanîfe ve aşhâbühü’l – muhaddi-şûn.
B- Yazma Olanlar.
1- Abdullah b. Hüseyin en-Nâsihî, el-Muhtelef beyne Ebî Hanîfe ve’ş-Şâfi’î.
2- Ebû İs-hak eş-Şîrâzî. el-Muhtaşar fî ma’htele-ie fîhi Ebû Hanîfe ve’ş-Şâfi’î.
3- Ebü’l-Fazl Bekir b. Muhammed ez-Zerencerî, Menâkıbü Ebî Hanîfe.
4- Sadreddin Muvaffak b. Muhammed el-Hâssî. el-İbâne fi’r-red caîâ men şen-ne’a calâ Ebî Hanîfe.
5- Şem-süleimme el-Kerderî, er-Red calâ men yücânidü Ebû Hanîfe ve aşhâbeh Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 779; eserin diğer adlan: el-Feuâ3 idil’i- mühim-me fi’z-zebbi can Ebî Hanîfe, er-Red ue’l-intişâr li-Ebî Hanîfe İmâmi fukahâ’i’l-em-şâr, Sezgin. Gazzâlî’nin el-Menhûl’öekı görüşlerine cevap mahiyetindedir.
6- Abdülazîz el-Buhârî, Risale fî tahp’eti’l-İmâmi’l-Ğazzâlî Ebâ Hanîfe.
7- Bâbertî, en-Nüketü’z-za-rîfe fî tercihi mezhebi Ebî Hanîfe.
8- Ebü’l-Kâsım Abdülalîm b. Ebû Kasım, Kalâ’idü cuküdi’d-dürer ve’1-İkyân fî menâkıbi Ebî Hanîfe en-Nu’mân.
9- Ali el-Kârî, Risale fi’r-red calâ men zeyyefe mezhebe Ebî Hanîfe. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynrnin Hanefî mezhebine karşı tenkitlerine cevap olarak kaleme alınmıştır.
10- Şehâbeddin Ahmed b. Muhammed el-Hamevî, Tezhîbü’ş-şahife bi-nuşreti’l – İmâm Ebî Hanîfe.
11- Ebü Ca’fer Ahmed b. Abdullah eş-Sirmâzî, Risale fi’1-cevab can i’tirâiâti’l-muhalifin li-Ebî Hanîfe.
12- Muhammed b. Muhammed b. Bilâl, Risale fî tercihi mâ zehebe ileyhi Ebû Hanîfe.
13- İbrahim b. Hüseyin b. Ahmed Pîrîzâde, Risale fî mezhebi’î-imâm.
14- Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddin b. Muhammed, Menâkıb-ı îmâm-ı Azam.
15- Ebü’l-Abbas Ahmed b. Salt el-Hımmânî, Faşl fî menâkıbi Ebî Hanîfe. Ebû Hanîfe’nin me-nâkıbına dair yazılan ilk eser olarak bilinir.
16- Atfk b. Dâvüd el-Yemânî, Kitâ-bü’1-Beyân ve’1-burhân fî cümelin nün fezâ’ili’I-İmâmi’l-A’zam.
17- Ha-tîb el-Bağdâdî, Menâkıbü i-İmâmi1-Azam.
18- Ebü’l-Kâsım Abdullah b. Muhammed es-Sa’dî, Feza 3ilü Ebî Hanîîe.
19- Şemsüleimme el-Kerderî, el-Fevâ’i-dü’1-mühimme fi’z-zeb can Ebî Hanîfe {er-Red oe’l-intisâr li-Ebî Hanîfe imâmi fukahâ^i’l-emşâr). Gazzâlî’nin el-Men-hûl’deki görüşlerine cevap mahiyetindedir.
20- Ebü’l-Hasan ed-Dîneverî. Menâkıbü Ebî Hanîfe ve aşhâbih.
21- Muhammed b. Muhammed b. Nakîb, Me-nâkıbü’1-İmâm Ebî Hanîfe.
22- Ebü’l-Leys Muharrem b. Muhammed ez-Zeylaî, Menâkıbü Ebî Hanîfe ve şâhıbeyh Ebî Yûsuf ve Muhammed b. Hasan.
23- Nûh b. Mustafa er-Rûmî, ed-Dünü’1-mu-nazzam fî menâkıbi1- İmâmi7-Aczam. 24. Abdülgafûr b. Hüseyin b. Ali el-Elmaî. Mendkibü Ebî Hanîfe.
C- Son Dönemde Yapılan Çalışmalar.
1- Seyyid AfTfî, Hayâtü’1-İmâm Ebî Hanîfe.
2- Abdülhalîm el-Cündî. Ebû Hanîfe batalü’l-hürriyye ve’t-te-sâmüh fi’1-İslâm.
3- M. Ebû Zehre, Ebû Hanîfe hayâtühû ve casru-hû-ârâ’ühû ve fıkhuh. Eser Osman Keskioğlu tarafından Ebû Hanîfe adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
4- M. Yûsuf Mû-sâ, Ebû Hanîfe ve’l-kıyemü’l-insâniy-ye.
5- Muhammed Şiblî Nu1-mânî, Sîret-i Nu’mân. Urduca olan eser, M. Hadi Hussain tarafından İmam Abu Hanifah Life and Work adıyla İngilizce’ye tercüme edilmiştir.
6- Ömer b. İshak el-Hindî, el-Ğunetü’i-münîfe fî tahkiki’!-İmâm Ebî Hanîfe.
7- M. Rızâ el-Hakîmî. Levle’s -senetân le -heleke’n – Nu cmân (İbaskı yeri yok|, 1985).
8- Habîb Ahmed Kîrânevî, Ebû Hanîfe ve aşhâbüh.
9- Vehbî Süleyman Gâvecî, Ebû Hanîfe en-Nucmân imâmü e’imme-ti’1-fukahâ.
10- İnâyetullah İblâğ. el-İmâmül-A^zam Ebû Hanîfe el-mütekeilim.
11- Mustafa eş-Şek’a, el-İmâmül-Aczam Ebû Hanîfe en-Nucmân.
12- Şâkir Zîb Feyyaz, Ebû Hanîfe beyne’1-cerh ve’t-ta’dîl (yüksek lisans tezi, 1976, Mekke Câmiatü Ümmilkurâ).
13- Hilmi Merttürkmen, Buhârî’nin Ebû Ha-nîfe’ye İtirazları (doktora tezi, 1976, Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi).
14- Adil Bebek, İslâm Akaidinde Ebû Hanife ve el-Fıkhü’1-ebsat.
15- Mustafa Uzunpostalcı, Ebû Hanife’nin Hayatı ve İslâm Fıkhmdaki Yeri (doktora tezi, 1986, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).
16- Mahmood Hüseyin Ali, Ebû Hanife’nin İslâm Hukuka ile İlgili Temel Görüşleri (doktora tezi, 1988, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).
17- İsmail Hakkı Ünal. İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı ve Hanefî Mezhebinin Hadis Metodu (doktora tezi, 1989, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).
Kaynaklarda Ebû Hanîfe ile ilgili olarak yazıldığı bildirilen, ancak nüshalarına henüz rastlanmamış olan bazı eserler de şunlardır: Ebû Ca’fer et-Tahâvî, Menâkibü Ebî Hanîfe; Ebü’l-Kâsım Mu-hammed b. Hasan b. Ke’s, Tuhfetü” s-sultân fîmenâkıbi’n-Nu’mân; Ebü Yahya Zekeriyyâ b. Yahya en-Nîsâbûrî, Menâkı-bü Ebî Hanîfe; Abdullah b. Muhammed es-Sebezmûnî, Keşfü’l-âşâri’ş-şerife fî menâkıbi Ebî Hanîfe; Yûsuf b. Ahmed el-Mekkî es-Saydelânî, Menâkıbü Ebî Hanîfe; Zahîrüddin el-Merglnânî. Menrî-kıbü Ebî Hanife; Muhammed b. Ahmed eş-Şuaybî, Menâkıbü’n-Nu’mân; Cârul-lah ez-Zemahşerî, Şekâ^iku’n-nu’mân fî menûkıbi’n-Nu’mân-, Kureşî, ed-Dürerü’l-münîie îi’r-red calâ İbn Ebî Şeybe Cani’î-İmâm Ebî Hanîfe ve el~ Bustân fî menâkıbi’n-Nu’mân (müellif el-Ceuâhirü’l-mudıyyede |I, 49-63] ikinci eserin Özetini vermektedir); Ebü’l-Kâsım Abdülalîm b. Ebû Kasım, er-Ravza-tü’l’Câliyetü’l-münîfe fî menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfe; Şeyh Ebû Saîd, Me-nâkıb-ı İmâm-ı A’zâm (Farsça); Osman-zade Tâib Ahmed, Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam (Türkçe). (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Ebu Hanife maddesi)