Eş’ari ve Eş’arilik
EŞ’ARİ, EBÜ’L-HASAN
Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl b. Ebî Bişr Ishâk b. Salim el-Eş’arî el-Basrî (ö. 324/935-36) Eş’ariyye mezhebinin kurucusu.
Yemen’deki Eş’ar kabilesine mensup olan sahâbî Ebü Mûsâ el-Eş’arînin soyundan geldiği için Eş’arî nisbesiyle tanınmıştır. Onun Ebû Musa’nın soyundan gelmediğine ilişkin bazı iddialar varsa da bunlar ilmîlikten uzaktır. Ehl-i sünnet akidesinin gelişip yayılmasına olan önemli katkılarından dolayı “Nâsırüddin” lakabıyla da anılır. Yaygın olmamakla birlikte bazı kaynaklarda dedesine nisbetle kendisinden İbn Ebû Bişr diye de söz edilir. Doğum tarihi hakkında farklı görüşler varsa da genellikle 260 (873-74) yılında Basra’da doğduğu kabul edilir.
Küçük yaşta babasını kaybeden Eş’arî onun vasiyeti üzerine Sünnî bir âlim olan Yahya b. Zekeriyyâ es-Sâcînin öğrencisi oldu. Annesinin Mu’tezile âlimlerinden Ebû Ali el-Cübbâî ile evlenmesinden sonra da onun himayesinde yetişti ve kendisinden kelâm tahsil etti. Bir taraftan da Abdurrahman b. Halef, Ebû Halîfe el-Cumahî, Sehl b. Nûh, Muhammed b. Ya’-küb gibi Sünnî âlimlerden hadis ve fıkıh dersleri aldı. Basra’da oturduğu yıllarda zaman zaman Bağdat’a giderek Ebû İshak el-Mervezrnin Mansûr Camii’ndeki cuma derslerine katıldı. Hocası Cübbâî’-nin etkisiyle gençliğinde Mu’tezilî görüşleri benimsemesine, hatta bunlan savunan eserler yazmasına rağmen 300 (912-13) yılı civarında bir cuma günü Basra Camii’nde Mu’tezile’den ayrılıp Ehl-i sünnete intisap ettiğini ve Ahmed b. Hanbel ile diğer hadis âlimlerince temsil edilen Selef itikadını benimsediğini açıkladı. Hayatındaki bu değişikliğin daha ileri bir tarihte gerçekleştiğini söyleyenler varsa da bu zayıf bir ihtimal olarak görünmektedir. Zira Demirkapı (Bâbüleb-vâb) halkına hitaben yazdığı risalenin 297 (909-10) tarihini taşıması ve bu risalede Ehl-İ sünnet akîdesini savunması bunun açık delilidir. Kaynaklar Eş’arî’nin itikadî ve fikrî hayatındaki bu değişikliği farklı sebeplere bağlar. Eş’ariyye kaynaklarının ittifakla kaydettiğine göre bunun en önemli sebebi, bir ramazan ayında birkaç defa rüyasında gördüğü Hz. Peygamber’in, sünnetindeki esaslara bağlı kalıp onları savunması hususunda Eş’arîyi ikaz etmesidir. Herhangi bir ilmî mesnede dayanmayan bu rivayetin, hizipler arası mücadelelerde sık sık üretilen hayal mahsulü olaylardan olduğu bilinmektedir. Eş’arfnin, Allah’ı zorunluluk altına sokan Mu’tezile görüşünün yanlışlığını farkederek hocası Cübbâî ile, bu görüşle ilgili üç kardeş (ihve-i selâse) meselesi etrafında yaptığı münakaşalarda tatmin edici cevaplar alamamasının Mu’tezile’den ayrılmasında etkili olduğu kabul edilir. Bazı aşırı Hanbelîler’in telakkisine göre İse Eş’a-rî’nin dedesinden intikal eden bir mirasın Basra kadısı tarafından Sünnî olmadığı gerekçesiyle kendisine verilmeyişi veya şöhrete kavuşma hevesi onun Mu’tezile’den ayrılmasına sebep olmuştur. Ancak Hanbelîler’in aşırı tutuculuğu ve Eş’arfye tekfire kadar varan suçlamalar yöneltmeleri bu iddianın da ithamdan öte bir değer taşımadığını gösterir. Eş’arfnin mezhep değiştirmesini özel bir olaya bağlamak yerine onun gerçeği arama çabalarının, özellikle başta Ebû Hanîfe ve takipçilerinin konuyla ilgili düşünceleri olmak üzere daha önce yapılmış olan Mu’tezile’yi tenkit mahiyetindeki çalışmaları incelemesi ve bu suretle kaydettiği fikrî gelişmenin bir sonucu saymak daha makul görünmektedir.
Eş’arî muhtemelen 300’lü yıllarda Bağdat’a giderek hayatının geri kalan kısmını orada geçirdi. Bağdat’ta Hanbelîler’in İleri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehârryi ziyaret ederek ona Mu’tezile âlimleriyle, ayrıca hıristiyan, yahudi ve Mecûsîler’e karşı verdiği fikrî mücadeleleri bulunduğunu uzun uzun anlat-tıysa da beklediği ilgiyi göremedi. Daha sonra Ahmed b. Hanbel’in akîdesini savunan eJ-Jbdne’yi yazıp Berbehârî’ye sundu; ancak bu defa da beklediği ilgiyi bulamadı. Basra’da yürüttüğü öğretim ve telif faaliyetlerine Bağdat’ta Sünnî inanç doğrultusunda devam ederek pek çok öğrenci yetiştirdi. İmâmiyye’nin ileri gelenlerinden biri iken Eş’arî ile yaptığı münazarada yenik düşen Ebü’l-Hasan el-Bâhilî’den başka İbn Mücâhid et-Tâî, Basra ve Bağdat’ta hizmetinden ayrılmayan Bündâr b. Hüseyin eş-Şîrâzî, Abdullah b. Ali et-Taberî, Muhammed b. Ali el-Kaffâl, İbn Hafîf eş-Şîrâzî, Ebü’l-Hasan Ali b. Meh-dî et-Taberî onun meşhur öğrencilerin-dendir. Kâdî Abdülcebbâr’ın İddiasına göre Eş’arî, Mu’tezile’den Ebü’l-Kâsım b. Sehlûye ile yaptığı münazarada yenik düşmesinin verdiği üzüntüyle hastalanmış ve bir süre sonra vefat etmiştir. Bu olaydan sonra Ebü’l-Kâsım “Katilü’l-Eş’a-rî” lakabıyla anılmıştır. Kaynaklarda Eş’arî’nin ölümüyle ilgili olarak 320 (932) ile 380 (990-91) yıllan arasında değişen farklı tarihler verilmekteyse de genellikle 324 (93S-36) yılında Bağdat’ta vefat ettiği ve şehrin güney bölgesinde bulunan bir mescidin yakınındaki türbeye defnedildiği kabul edilmektedir. Daha sonra bazı aşın Hanbelîler tarafından tahrip edilme ihtimaline karşı türbe yıkılarak kabrinin yeri gizlenmiştir.
Basra’da dedesinden intikal eden bir arazinin 17 dirhem tutarındaki geliriyle geçinen Eş’arî’nin oldukça zâhidâne bir hayat yaşadığı anlaşılmaktadır. Samimi dindarlığının yanında kıvrak bir zekâya sahipti. Diyalektiği çok iyi kullandığı için yaptığı münazaralarda genellikle üstün gelirdi. Mu’tezilî âlimlerin fıkıhta umumiyetle Hanefî mezhebini benimsemelerine bakılarak onun da aynı temayülü koruduğunu söylemek mümkünse de Mâlikî ve daha yaygın kanaate göre Şâfıî olduğu da nakledilir. Hadis rivayetinden başka tefsir, fıkıh, usûl-i fıkıh, cedel gibi İlimlerle ilgilenmiş ve bu alanlarda da eserler vermiştir. Asıl şöhretini ise kelâm ve itika-dî mezhepler sahasında yaptığı çalışmalarla kazanmıştır. Hayatının ilk döneminde Mu’tezilî kelâm anlayışı doğrultusunda eserler telif etmiştir. Fakat akla aşırı derecede güvenen, onu dinin esasları için temel ölçü kabul eden bu mezhebin bazı tutarsızlıkları bulunduğunu ve naslarla çatıştığını farkederek Ebû Ha-nîfe, Ahmed b. Hanbel, Buhârî, İbn Ku-teybe. Ebû Saîd ed-Dârimî gibi âlimler-ce ortaya konan Ehl-i sünnet akaidi safında yer alması kelâm tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Eş’arî, Mu’tezile’nin aşırı akılcılığına karşı çıkışının etkisiyle olacaktır ki önce Ahmed b. Hanbel’in takipçisi olmuş ve teslimiyetçi bir tavır benimsemiştir. Fakat kısa bir zaman sonra itikadı esasları aklın ilkeleriyle destekleyerek nasları ön plana çıkaran üçüncü bir merhaleye ulaşmıştır ki bu Mâtürîdî paralelinde Sünnî kelâm metodunun başlangıç dönemini oluşturur. Bu dönemde, Mu’tezile görüşlerini savunmak için daha önce ileri sürdüğü görüşleri bizzat kendisi eleştirmiştir. Müslümanların itikadî konulardaki ihtilâflarını Makâlâtü’l-İsîâmiyyîn adlı eserinde bir araya topladıktan sonra bid’atçı görüşleri ve başta Aristoculuk olmak üzere felsefî fikirleri, ayrıca Hıristiyanlık, Yahudilik ve Mecusîliği çeşitli kitaplarında tenkide tâbi tutmuştur. Bazı müsteşrikler Eş’arFyi, çeşitli yabancı kültürler karşısında Arap milliyetçiliğini canlandıran ve fikir hürriyetine engel olan bir hareketin öncüsü olarak gös-terirlerse de bu iddiaya katılmak mümkün değildir. Çünkü Eş’arî eserlerinde ne Arap milliyetçiliğini savunmuş ne de fikir hürriyetine karşı çıkmıştır. Görüşlerinin, Hindistan’dan Endülüs’e kadar muhtelif milliyetlere mensup müslümanların yaşadığı geniş bir coğrafyada yayılmış olması bu İddianın İsabetsizliğini gösterir.
Kelâmî Görüşleri.
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’den günümüze intikal eden eserler kelâm kültürü ve terminolojisi bakımından çağdaşı Ebû Mansûr el-Mâtûrîdî’nin eserlerine nisbetle zayıftır. Buna rağmen kendisi Sünnî kelâm ekolünün önemli kurucularından biri olarak kabul edilmiştir. Bunda, hayatını sürdürdüğü Basra ve Bağdat gibi ilmî çevrelerin tesirinden başka muhafazakâr çoğunluğun en güçlü rakibini oluşturan Mu’tezile mezhebinden dönüşünün de büyük payı olmalıdır. Eş’arî’nin, kendisinden sonraki birçok âlim tarafından geliştirilen kelâmî görüşlerini onun eserlerinden ziyade İbn Fûrek’in önemli bir kısmını bu eserlerden derlediği bilgilerden ve bunlara eklediği şahsî yorumlarından hareket ederek şu şekilde özetlemek mümkündür:
1- Bilgi. Zaruri ve iktisabı olmak üzere ikiye ayrılır. Doğruluğundan şüphe edilmeyen bilgilere zaruri bilgiler denir. Akıl dış dünyadaki nesnelerden yaptığı soyutlamalarla yani kavramlarla birleşip özdeşleşince bilgi meydana gelir. Bu anlamda akıl bilgi demektir. Bilgi sadece nazar ve tefekkürle değil tartışma (cedel) yoluyla da elde edilebilir.
Âlemdeki bütün cisimler bölüneme-yecek kadar küçük olan cüzlerin (atom) birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu parçalar sonlu olduğu için bunların birleşip ayrılmasından oluşan âlem de sonludur. Atomlarda, kendiliğinden çeşitli terkipler yaparak değişik cisimler meydana getirme gücü yoktur; onların birleşmesi ve farklı cisimler teşkil etmesi sadece ilâhî irade ve kudretin tesiriyle olmaktadır. Zira bütün atomlar mahiyet itibariyle birbirinin benzeridir.
2- İlahiyat. Allah’ın varlığına ancak akıl yürütme yöntemiyle ulaşılabilir. O’nun varlığına ilişkin bilgiler, insanda doğuştan mevcut olan zaruri bilgiler türünden değildir. Aksi halde varlığı hakkında şüpheler ileri sürülmez ve sonuç itibariyle herkes zorunlu olarak O’na iman ederdi. Allah’ın mevcudiyetini idrak etmek için insanın hangi unsurdan yaratıldığını, bir damla sudan nasıl mükemmel bir varlık haline geldiğini düşünmesi yeterlidir. Zira onun dünyaya gelişi de çeşitli safhaları aşıp dünyadan ayrılışı da kendi irade ve gücü dahilinde olmamaktadır. Şu halde insanı yaratan, yaşatan ve dünya hayatına son veren irade ve kudret sahibi bir varlığın bulunması gerekir ki O da Allah’tır.
Allah’ın ezelî sıfatlan vardır. Âlim, kadir, hay, mürîd, mütekellim, semî”, basîr oluşu O’nda ilim, kudret, hayat, irade, kelâm, sem” ve basar sıfatlarının bulunduğu anlamına gelir. Başka bir ifadeyle Allah ilimle âlim, kudretle kadirdir. Hayat, ilim, irade ve kudret sıfatları fiilleri yoluyla; sem’, basar, kelâm, beka sıfatlan da zâtının eksiklikten tenzih edilmesini gerektiren aklî zaruretle bilinir. Vech, yed, ayn, istiva, nüzul gibi sıfatlar sadece naslarda O’na atfedilen kavramlar olup akıl onların Allah’ın zâtına lâyık olacak mânalan bulunduğuna hükmeder. Yaratma, nzık verme gibi fiilî sıfatları ezelî değildir. Zira bu takdirde âlemin ezelî olması gerekirdi, bu ise imkânsızdır. Zâtında mevcut kelâm-ı nefsî kadîm, bu kelâmı İfade eden lafızlarsa hadistir. Allah’ın ilminde bir değişiklik olmaz, varlıkları yaratmadan önceki bilgisi ne ise yarattıktan sonra da odur. İrade sıfatı küllî olup âlemdeki bütün varlık ve olaylan kuşatır; aynı şekilde kulların fiilleri de ilâhî İradeye göre cereyan eder.
Kul fiilini Allah’ın dileyip yarattığı hâ-dis kudretle yapar ve böyle bir kudretle de olsa fiili yaptığı için sorumlu olur.
Eğer kul fiilini ilâhî irade ve kudretten bağımsız olarak yapabilseydi ona dilediği niteliği verebilmesi gerekirdi. Halbuki kulun güzel ve iyi olmasını istediği bir şey çirkin ve kötü olabilmektedir. Bütün ilâhî fiiller hikmet ve adalet ürünü olmakla birlikte irade sıfatına göre gerçekleşir. Dolayısıyla bu fiillerde menfaat elde etme veya bir zararı bertaraf etme anlamında herhangi bir hikmet aramak gereksizdir. Esasen hiçbir şey O’nun hakkında vâcib değildir.
Allah’a nisbet edilen isimler sadece nasla belirlenir. Allah’ın görülmesi aklî bir imkânsızlığa götürmediği için mümkündür. Dünyada Allah sadece Hz. Peygamber tarafından görülmüştür; âhirette ise bütün müminlerce görülecektir; rüyada görülmesi ise imkânsızdır.
3- Nübüvvet ve Âhiret. Allah bir sebep ve hikmete bağlı olmaksızın sadece rahmetinin eseri olarak kullarından dilediğini peygamberlikle görevlendirir. Bunlardan resul olanlar ilâhî emirleri insanlara tebliğ etmekle yükümlü tutulduğu halde nebîler böyle bir mükellefiyet taşımaz. Bu sebeple kadınlardan da nebî seçilmiştir. Bir peygamberin nübüvveti mucize göstermesi, önceki peygamberin kendisini haber vermesi veya hitap ettiği insanlarda, örnek davranışları ve öğretilerinin hidayete ulaştırıcı olması açısından nübüvvetinin doğruluğuna dair zaruri bir bilginin meydana gelmesiyle bilinir. Hz. Peygamber’in nübüvvetine ilişkin en büyük delil, ümmî olduğu halde Kur’ân-ı Kerîm gibi yüce bir kitabı getirmiş olmasıdır. Erişilmez nazım güzelliği, fevkalâde zengin muhtevası, gay-ba ait haberler içermesi, çelişki ve tutarsızlıklardan uzak bulunması onun ilâhî kaynaklı bir kitap olduğunu gösterir. Peygamberler nübüvvetten önce büyük günahlardan, nübüvvetten sonra da bütün günahlardan korunmuşlardır.
Âhiret hallerini bilmenin tek yolu nakil olmakla birlikte akıl da bunların imkân dahilinde bulunduğunu kabul eder. Kabirlerdeki cesetlere, dünyadaki amellerine göre acı veya huzur ve mutluluk hissedecek şekilde bir tür hayatın verilmesi, ölmüş bir canlının ikinci defa yaratılması (ba’s ba’de’l-mevt) aklen imkânsız değildir.
4- İman-Günah. İman Hz. Muhammed’İn hak peygamber olduğunu tasdik etmekten ibarettir. İnancı dil ile açıklamak ve ilâhî buyrukları yerine getirmek (ikrar ve amel) imana dahil değildir. İlâhî buyruklara aykırı olan her davranış büyük günahtır. Günahın büyüklüğü ve küçüklüğü izafîdir. Kötülüklerin günahı iyiliklerden elde edilen sevabı yok etmez. Tövbe Allah’a karşı işlenen bütün günahları siler. Kullara verilen sevap ve mükâfat işledikleri amellerin karşılığı değil sadece ilâhî bir lutuftur.
5- İmamet. Müslümanların işlerini Hz. Peygamber’in tayin ettiği ilkelere göre yürüten bir halifenin ehlü’1-hal ve’l-akd* tarafından seçilmesi zaruridir. Şiî iddialarının aksine halifenin nasla tayin edildiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Eğer Resûl-i Ekrem yerine geçecek olan halifeyi nasla tayin etseydi ve bu kişi de Hz. Ali olsaydı ashap bu emri yerine getirir, Ali de bunu bir emir telakki ederek ilk üç halifeye biat etmezdi. İmamın gay-bı bilmesi ve masum olması mümkün değildir. Ali ile muhalifleri arasında meydana gelen olaylarda Ali haklı, muhalifleri hatalı idi.
Eş’arî üzerinde araştırma yapan çağdaş yazarların bir kısmı onun sadece Ah-med b. Hanbel’e uyan ve tamamen Se-lefî çizgiyi takip eden bir akaid âlimi olduğunu ileri sürerken bir kısmı da onu İbn Kül-lâb el-Basri, Haris b. Esed el-Muhâsibî ile Kalânisfden etkilenen ve onların görüşlerini açıklayan bir kelâma olarak görür. Öyle anlaşılıyor ki Eş’arî itikadı esasları belirlerken Ahmed b. Hanbel’den faydalanmış, nakli akılla desteklerken İbn Küllâb. Muhâsibî ve Kalânisî gibi kelâmcılar doğrultusunda bir çizgi takip etmiş, ancak kendine has bir kelâm sistemi de kurmuştur. Onun sistemi Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının bir mektebi haline gelmiş, kendisinden sonra önemli değişikliklerle İbn Fûrek, Bâkıllânî, Ebû İshak el-İsferâyînî, Abdülkâhir el-Bağdâdî, Cüveynî, Gazzâlî. Ebü Bekir İbnü’l-Arabî, Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, Adudüddin el-îcî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Teftâzânî gibi belli başlı kelâmcılar tarafından geliştirilerek günümüze kadar devam ettirilmiş ve neticede kelâmı metot açısından Eş’a-rî’yi büyük ölçüde aşan bir noktaya ulaşmıştır. Şâfıî ve Mâlikî âlimlerinin ekseriyetiyle bazı Hanbelî ve Hanefî âlimleri de Eş’arrnin görüşlerini benimsemişlerdir.
Eş’ari’nin sistemi çeşitli âlimlerce tenkit edilmiştir. Bunlar arasında Hasan b. Ali el-Ahvâzî, İbrahim b. Muhammed b. Ayyaş, Kâdî Abdülcebbâr, İbn Hazm, İbn Teymiyye ve bazı Mâtürîdî âlimleri yer alır. Ahvâzrnin Meşâlîbü İbn Ebî Bişr el-Eşcarî’de mülhidlikle suçladığı Eş’a-rî’ye yönelttiği tenkitler indî ve tutarsız ithamlardan öteye geçmez. Ebü’l-Kâsım İbn Asâkir Tebyînü kezibi’l – müfteri iî-mâ nüsibe ile’1-İmâm Ebi’I-Hasan eî-Eş’arî adlı eserinde bu ithamlara cevap vermiştir. Kâdî Abdülcebbâr’ın tenkitleri ise daha çok Ehl-i sünnet’le Mu’tezile arasında ihtilaflı olan konularla ilgilidir. İbrahim b. Muhammed b. Ayyaş, Eş’arrnin usule dair eserine Nakzu İbn Ebî Bişr fi îzâhi’î- burhan adlı bir reddiye yazmıştır. İbn Hazm’ın Eş’arî’yi tenkidi, görüşlerini eksik nakletmesinden ve buna bağlı olarak onu yanlış anlamasından kaynaklanmaktadır. Ona göre Eş’arî sadece Allah’a iman eden herkesi mümin saymıştır. Halbuki Eş’arî, eğer naslar peygambere İman etmeyi farz kılmasaydı sadece Allah’a iman edeni mümin saymanın aklen mümkün olacağını söylemiştir. İbn Hazm’ın, Eş’arî’nin Allah’a ezelî sıfatlar nisbet etmesiyle ilgili tenkidi de isabetli görünmemektedir. Zira aynı görüşü kendisi de benimsemiştir. İbn Teymiyye umumi mânada kelâmı metodu eleştirirken Eş’arî’yi de buna dahil etmiştir. Mâtürîdî âlimleri Eş’arfyi fiilî sıfatları hadis kabul etmesi ve Havva, Âsiye, Meryem gibi bazı kadınların nebî olduğunu söylemesi gibi hususlarda tenkit etmişlerdir.
Buna karşılık bazı âlimler de Eş’arî’yi müdafaa eden eserler yazmışlardır. İbn Asâkir’in Tebyînü kezibi’l-müfteri fî-mâ nüsibe ile’İ-İmâm Ebi’I-Hasan el-Eş’ari, Ahmed b. Muhammed el-Kurtubrnİn Zecrü’î-müfteri Qaiâ Ebi’I-Hasan el-Eş’ari, İbn Derbâs’ın Risale li’z-zeb “an Ebi’I-Hasan el – Eş” arî, Muhammed b. Dâvûd el-Bâzelfnin Menâfim Ebi’I-Hasan el-Eş’arî ve Ali b. Muhammed et-Tûnisî’nin el-Husâmü’s-semhe-rî adlı eserleri bunlardan bazılarıdır.
Eş’arînin görüşlerini günümüze ulaşmayan bazı eserlerinden inceleyerek tes-bit eden ve kendi yorumlarını da katan İbn Fûrek’in Mücerredü makâlâti’ş-Şeyh Ebi’i-Hasan el-Eş”ari adlı eseri onun hakkında yapılan en önemli çalışma niteliğindedir. Bunun yanında Hammâd b. Muhammed el-Ensârî’nin çI-Eş’arî, Hammûde Gurâbe’nin el-Eşcari Ebü’l-Hasan, W. Spitta’nın Zur Geschichte Abu’i-Hasan al-Ascarîs, Helmut Ritter’in Die Dogmatischen Lehten der Anhanger des islam von Abu’l-Hasan eAli b. Ismâcîl al-Asharî, Michel Allard’ın Le probleme des attributs divins dans la doctrine d’al-As’aiî, Hâdî b. Ahmed’in Ebü’l-Hasan el-Eşcarî bey-ne’1-Mu’tezile ve’s-Seiei, Daniel Gimaret’nin La doctrine d’aî-Ash’aiî, Fevkıyye Hüseyin Mahmûd’un Kütüb mensûbe ii’i-îmâm el-Eşcarî, Vehbî Süleyman Gâvecînin Nazra ciîmiyye fî nisbeti Kitâbi’l -İbâ-ne cemî’ih üe’1-İmâm Ebi’l-Hasan el-Eş’arî, İsmail Efendizâde’-nin Risale ü’htilâfâti’l-Mâtündî ve’l-Eş’ari adlı eserleri Eş’a-rî’nin kelâmı görüşlerini İnceleyen monografilerden bazılarıdır.
Eserleri. Ebü’l-Hasan el-Eş’arfnin kelâm, cedel, tefsir, usûl-i fıkıh ilimlerine, aynca Mu’tezile ile Şîa’nın reddine, Me-cûsîler’in, yahudilerin, hıristiyanlann. ta-biatçılann ve çeşitli felsefi görüşlerin tenkidine dair olmak üzere irili ufaklı yüzü aşkın eser yazdığı rivayet edilir. Bunların sayısını 300’e çıkaranlar da vardır. İbn Asâkir, EşarFye ait eserlerin listesini onun el-cömed adlı eseriyle İbn Fû-rek’in Mücerred’inden nakleder. Ancak bunlardan sadece beşi günümüze ulaşabilmiştir,
1- Makâlâtü’l-İslâmiyyîn’. Müslümanlar arasında itikadla İlgili olarak ortaya çıkan farklı görüş ve mezheplere dair önemli ilk kaynaklardandır.
2- el-İbâne can uşûli’d-diyâne. Ehl-i sün-net’e intisap ettiği yıllarda kaleme aldığı bir risaledir.
3- el-Lüma” fi’r-red calâ ehli’z-zeyg ve’1-bida”. Allah’ın sıfatlarını, kader ve iman konularını Ehl-i sünnet’e göre açıklayan eseridir.
4- el-Haş a/e’/-ba/iş\ Kelâm ilmini ve bu ilmin kullandığı aklî İstidlal metotlarını tenkit edenlere cevap olarak yazdığı risaledir. Eser, Risale îî İstihsâni’1-havz fî cilmi’i-kelâm adıyla meşhur olmuş ve bu isimle neşredilmişse de son araştırmalara göre bu eserin el-Haş ale’l-bahş adını taşıdığı anlaşılmıştır.
5- Risale ilâ ehli’ş-Şeğr. Selefin üzerinde icmâ ettiği itikadı ilkeleri ihtiva eden. Demirkapı halkına hitaben yazıp gönderdiği bir risaledir. Allah’ın varlığına ait delilin yer aldığı bir mukaddime ile İki babdan oluşur. Birinci babda Hz. Peygamber’İn gönderildiği sırada insanların dinî durumları, ikinci babda Selefin hakkında icmâ ettiği esaslar elli bir maddede anlatılır. Bunlar sıfatlar, âlemin hudûsu, Hz. Peygamber’İn nübüvveti, iman-günah meselesi, âhiret halleri gibi konuları ihtiva eder. Muhammed Seyyid el-Celyend tarafından Usûlü Ehli’s-sünne ve’i-cemâ’a adıyla yayımlanan eseri Kıvâmüddin Burslan Türkçe’ye tercüme ederek Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası’nda neşretmiştir. Risalenin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp-hanesi’nde bir nüshası vardır. Kaynaklarda Eş’arî’ye nisbet edilen Tefsîrü’l-Kur’ân’m günümüze ulaşıp ulaşmadığı bilinmemekle birlikte İbn Fûrek’in Tefsîrü’l-Kurbân adlı kitabında bu eser kısmen nakledilmiştir. İbn Fûrek’in eserinin eksik bir nüshası (il! cilt) Millet Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Eş’arî’ye nisbet edilerek yayımlanan Şecere-tü’l-yakın ve Mukaddi-meta Seyyidî Ebi’l-Hasan el-Eşcari adlı eserlerin ona ait olmadığı anlaşılmıştır. Zira bu kitapların ihtiva ettiği konulan Eş’arî’nin düşünceleriyle bağdaştırmak mümkün değildir.
Eş’arTnin günümüze ulaşmayan bazı eserleri de şunlardır: en-Nevâdir fî de-ka’iki’l-kelâm, eş-Şifât, el-Muhtaşar fi’t-tevhîd ve’1-kader, îzâhu’l-burhan, el-İhticâc, el~Ahbâr, Delâ’ilü’n-nübüv-ve, Fi’i-İmâme, cAle’n-Nâsih, Fî En-ne’1-kıyâse, yehussu zâhire’î-Kur’ân, cAle’n-Naşârâ, el-Mesâ^il calâ ehli’t-teşnîye, el-FuşûI fi’r-red cale’l-mül-hidîn ve’1-hâricîn cani’l-mille, Cüme-lul-makalât fî ekâvîli’l-mülhidîn, cAlâ Ehli’î-mantık, er-Red ca!el-felâsife, Nakzu Nakzi Te’vîlı’l-edİlle Cale’l-Bel-hî, el-Kâmic li – Kitâbi’l -Hâîidî ü7-irâde, Nakzü’t-Tâc caiâ İbni’r-Râvendî, Fi’n-Nakz calâ İbni’r-Râvendî fî İb-tâli’t-tevatür, Nakzü’l-latîf Cale’l-İs-kâfî, Nakzu Kelâmı ‘Abbâd b. Süleyman, en-Nakz cala cAîî b. cîsâ, cAlâ Ebi’l-Hüzeyl fî Maclûmâtillâh ve mak-dûrâtih, Fi’r-Red fi’1-harekât calâ Ebi’l-Hüzeyl, Fî Hikâyâti mezhebi’l-Müces-sime. D. Gimaret. Eş’arfnin çeşitli kaynaklarda zikredilen eserlerinin adını bir makale halinde yayımlamıştır.
EŞ’ARİYYE
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî (ö. 324/935-36) tarafından kurulan kelâm mektebi.
Adını kurucusundan alan bu mezhep ilâhî sıfatlar, kulların fiilleri ve iman-günah konularına dair görüşleri sebebiyle muhaliflerince Müşebbihe, Mücbire (Cebriyye) ve Mürcie gibi isimlerle de anılmıştır. Bu mezhep mensuplanna Eş’arî’nin çoğulu olan Eşâire adı da verilir.
Daha önce siyasî ve itikadî birer fırka olarak ortaya çıkan Haricîler ile Şîa’dan sonra II. (VIII.) yüzyılın başlarında ilâhî sıfatları nefyeden Cehmiyye, ardından itikadî konularda naslan te’vil ederek aklı nakle hâkim kılmaya çalışan Mu’te-zile teşekkül etmeye başlamış, bunlara bir tepki olmak üzere Müşebbihe ve Mücessime ortaya çıkmış, fakat bu akımlar müslümanların çoğunluğu tarafından “ehl-i bid’at” diye adlandırılmıştır. II. (VKI.) yüzyılın başlannda Hasan-ı Bas-rî’den itibaren oluşmaya başlayan Ehl-i sünnet akaidi, bir taraftan itikadî konularda naslara sımsıkı bağlanmayı zaruri ve yeterli gören İmam Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel gibi belli başlı muhafazakâr âlimlerin oluşturduğu Selefıyye. diğer taraftan naslan esas almakta birlikte itikadî meseleleri akıl ilkeleriyle teyit etmeyi gerekli bulan Ebû Hanîfe ile öğrencileri, ayrıca İbn Küllâb el-Basrî, Haris el-Muhâsibî, Ebû Ali el-Kerâbîsî. Ebü’l-Abbas el-Kalânisî gibi âlimlerin öncülüğünü yaptığı kelâmcılar tarafından temsil edilmekteydi. Mu’tezile mensuplarının nakli ihmal edip itidal çizgisini aşan akılcı bir metot takip etmeleri, Abbâsîler’in nüfuzundan faydalanarak inanç ve düşünce özgürlüğünü engellemeye çalışmaları, halkın sevip saydığı Ahmed b. Hanbel gibi âlimlere eziyet edip miline olayına sebebiyet vermeleri, IV. (X.) yüzyılın başiannda köklü Sünnî kelâm mekteplerinin doğmasına zemin hazırlamış ve Eş’arî’nin kurduğu mezhep de bunlardan birini teşkil etmiştir. Eş’ariyye kaynakları, Mu’tezile içinde yetişip bu mezhebin önemli âlimlerinden biri olan Ebü’l-Hasan el-Eş’a-rî’nin itikadî ve fikrî hayatındaki değişikliği onun rüyasında defalarca gördüğü Hz. Peygamber’in manevî tenbihine bağlamış ve Allah’ın yakında kendisini seven bir topluluk getireceğini bildiren âyetin kendi mezheplerini müjdelediğini kaydetmişse de Eş’a-rî’de bu değişikliğin meydana gelmesinde Ebû Hanîfe’den itibaren gelişen Sünnî kelâm hareketi Önemli rol oynamış ve onun şahsında mâkes bulmuş olmalıdır. Nitekim bu hareketin etkisi Eş’arî’den önce, kullara ait fiillerin insanların kes-bi ve Allah’ın yaratması İle gerçekleştiğini kabul etmek suretiyle Dırâr b. Amr, Hüseyin b. Muhammed en-Neccâr gibi farklı ekollere mensup âlimler üzerinde görülmüş, bu etki alanı zamanla genişleyerek Eş’arî’yi de içine almıştır. Eş’ariyye kaynaklarında Eş’arî’nin Mu’tezi-le’den ayrılışından bahsedilirken “vücûb alellah” nazariyesindeki çelişkiyi dile getiren üç kardeş (ihve-i selâse) meselesine atıfta bulunulması, onun hayatındaki değişikliğin İslâm dünyasında ağırlığını hissettiren Sünnî anlayışa bağlı fikrî hareketle ilgili olduğunu gösterir mahiyettedir. Zira o dönemde Sünnî kaynaklarında ilâhî iradenin küllîliği ve yaratıklar üzerindeki etkisi konusu geniş bir şekilde işlenmiştir. Eş’arî’nin, Mâve-râünnehir’de Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Mısır’da Ebû Ca’fer et-TahâvFye paralel olarak, yaşadığı devirde Ehl-i sünnet’in imamı sayılan Ahmed b. Hanbel’in nas-lardan belirleyip savunduğu İtikadî esasları, daha önce Ebû Hanîfe ile İbn Kül-lâb’ın yaptığı gibi akıl ilkeleriyle teyit edip uzlaştırmaya çalışmasından sonra İslâm düşünce tarihinde yeni bir dönem başlamış ve kelâm İlmi Ehl-i sünnet âlim-lerince meşru kabul edilerek temel dinî ilimlerden biri haline gelmiştir. Eş’arî’nin Ehl-i sünnet akaidini kelâmı metotla savunması büyük yankılar uyandırmış, Şafiî ve Mâlikî âlimlerinin pek çoğu ile bazı Hanefî ve Hanbelî âlimleri onun metodunu benimseyip geliştirmeye başlamışlardır. Eş’ariyye’nin kısa zamanda geniş bir yelpazeye yayılıp Ehl-i sünnet’in en büyük kolu haline gelişinde nakille aklı birleştiren mutedil bir metot kullanmasının ve mensuplarının tasavvufa olumlu bakmasının önemli rol oynadığı kabul edilir.
Eş’arî’nin çizgisini kendisinden sonra güçlü âlimlerin takip etmesi hareketin sistemli bir kelâm mektebi haline gelmesini sağlamıştır. IV. (X.) yüzyılda öğrencilerinden Ebü’l-Hasan el-Bâhilî ile İbn Mücâhid et-Tâî’nin yetiştirdiği üç büyük kelâmcı olan Bâkıllânî, İbn FÛrek ve Ebû İshak el-İsferâyînî, haberî sıfatların te’vilini ihtiva eden Fi’1-kelâm çale’l-müteşâbih mine’I-âyât ve ehâdîşi’ş-şıfât adlı eserin müellifi Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed et-Taberî, Ebû Bekir Muhammed b. Ali el-Kaffâl, Ebû Abdullah Muhammed b. Kasım el-İsfahânîve Ebû Mansûr Muhammed b. Abdullah en-Nî-sâbûrî mezhebe hizmet edenler arasında dikkat çeken ilk âlimlerdendir. Bu arada Bündâr b. Hüseyin eş-Şîrâzî, İbn Hafif eş-Şîrâzî, Ebû Sehl es-Sulûkî, Ebû Zeyd el-Mervezî gibi sûfî şahsiyetler de Eş’arî’ye öğrenci olan ve Eş’ariyye’nin tasavvufla temasını sağlayan ilk dönem âlimlerindendir. Kaynaklarda Eş’ariyye’nin ikinci kurucusu olarak gösterilen Ebû Bekir el-Bâkıllânî cevher, araz ve aded kavramlarına dayanarak Eş’ariyye’nin tabiat felsefesini geliştirmiş, haberî sıfatlan te’vi-le tâbi tutmaktan kaçınıp sübütî sıfatlar konusunda ahval teorisine meyletmiş, mezhebin dayandığı delillerin öncüllerini iman esası gibi mütalaa ederek “in’ikâsü’l-edille” ilkesini vazetmiş, öğrencilerinden Ebû Abdullah el-Ezdîve Ebû Tâhir el-Bağdadî aracılığıyla Eş’ariyye’yi Kuzey Afrika’dan Endülüs’e kadar yaymıştır. Bâkıllânî ile birlikte tahsil gören İbn Fûrek ise Müş-kilü’l-hadîş, Mücerredü Makâlâti’ş-şeyh Ebi’l-Hasan el-Eşcarî, Şerhu’l-cÂlim ve’l-mütecallim adlı eserlerinde Eş’arî’nin sistemini tamamlayıp başta İsfahan ve Nîşâbur yöresi olmak üzere Eş’ariyye’yi doğudaki merkezlerde yaymıştır. el-Minhâc fî şucabi’î-îmân adlı hacimli eserin sahibi Ebû Abdullah el-Halîmîve Ebû İshak el-İsferâyînî de bu bölgede Eş’arîliğe katkıda bulunanlardandır. Telhîşü’d-delâ’U’iyle Ebû Mansûr el-Eyyûbî; Uşûlü’d-dSn, el-Faik beyne’I-fırak ve el-Esma ve’s-şıfât adlı eserleriyle Abdülkâhir ei-Bağdâdî; el-İcti-kad, el-Esmâ3 ve’ş-şıfât, Delâ^ilü’n-nübüvve, Kitâbü’l – Kaza ve’l – kader adlı eserleriyle Ebû Bekir el-Beyhakî, Eş’ariyye’nin üçüncü kuşağını teşkil eden âlimler arasında yer alır. Ünlü er-Risâ-ie’siyle tanınan Ebü’l-Kasım el-Kuşeyrî Eş’ariyye’yi tasavvufa yaklaştıranlardandır. Nizamiye Medresesi müderrislerinden Ebû Bekir el-Fûrekî en-Nizâmı fî uşûli’d-dîn’i ile; İmârnü’I-Haremeyn el-Cüveynî el-eAkidetü’n-Nizâmiyye, eş-Şâmil ve eJ-/rşâd’ıyla; Ebû Sa’d el-Mü-tevellî de el-Gunye fî uşûli’d-dîn adlı eseriyle Eş’ariyye’nin mütekaddimîn döneminin son âlimleri olarak kabul edilir. Eyyûbîler’in ve Büyük Selçukluların siyasî desteğini kazanan Eş’ariler mezheplerini kolayca yayma imkânına kavuşmakla birlikte, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey döneminde (1040-1063) Vezir Amî-dülmülk el-Kündürî’nin Mu’tezilî görüşleri benimsemesi ve Eş’arîler’in lanetlenmesini emretmesiyle bir süre İlmî faaliyetten menedilmiş, aralarında İmâ-rnü’l-Haremeyn ei-Cüveynrnin de bulunduğu bir Eş’arî âlim grubu Hicaz bölgesine kaçmaya mecbur kalmıştır. Ancak bu durum fazla sürmemiş, Alparslan’ın tahta geçip Kündürî’yi azletmesinden sonra Eş’ariyye’ye yönelik baskılar sona ermiş, Vezir Nizârnülmülk tarafından Nî-şâbur ve Bağdat’ta yaptırılan Nizamiye medreseleri mezhebin yayılmasında önemli hizmetler görmüştür.
Mütekaddimîn döneminde daha çok Mu’tezile ve Bâtıniyye ile fikrî mücadelelerde bulunan Eş’ariyye âlimleri, yer yer eleştirdikleri Aristo felsefesinden bağımsız bir metot geliştirmeye çalışmışlardır. VI. (Xli.) yüzyılın başlarında Ebû Hâmid el-Gazzâlî İle Eş’ariyye’nin müte-ahhirîn dönemi başladı ve bu ünlü âlimle kelâm sisteminde köklü değişiklikler meydana geldi. Gazzâlî bir taraftan Ma-kâşidü’l-felâsife ve Tehâiütü’l-felâsi-fe adlı eserleriyle Aristocu geleneğe bağlı İslâm Meşşâî filozoflarını eleştirirken diğer taraftan Aristo mantığını İslâmî ilimler arasına katıp bu alanda Mi’yd-rü’î-cilm ve Mihakkü’n-nazar adlı eserlerini yazmış, mantık bilmeyenin ilmine güvenilemeyeceğini ileri sürmüştür. Ayrıca el-İktişâd fi’1-i’tiköd’mda kelâm yöntemini benimsemesine rağmen nihaî merhalede gerçeğin keşf metoduyla bilinebileceğini kabul etmiştir. Böylece Gazzâlî ile birlikte başlayan müteahhi-rîn devrinde Eş’ariyye klasik mantık ve felsefenin yanı sıra tasavvufa da kapılarını açmış oluyordu. Bu dönemde Gaz-zâlfnin öğrencileri arasında gösterilen İbn Tûmert kurduğu Muvahhidler Devleti vasıtasıyla Eş’ariyye’yi Kuzey Afrika’da kökleştirirken Gazzâlî ile görüşen Ebû Bekir İbnü’l-Arabî el- cAvâşım mi-ne’1-kavâşım’da keşf metodu ile Aristocu geleneğe bağlı felsefî anlayışları eleştirmekle birlikte mezhebi Endülüs’te temsil etti. Bu dönemin ünlü isimlerinden Muhammed b. Abdülkerîm eş-Şehristânî Nihâyetü’l – ikdam îî ‘ilmi’l-kelâm’ında GazzâlFnin başlattığı felse-fe-kelâm ilişkilerini güçlendirip kelâmî meselelere felsefî açıklamalar getirdi ve Bâkıllânî ile Cüveynfnin meylettiği ahval teorisini başarılı bir şekilde tenkit edip Eş’ariyye’ye mal olmasını engelledi. Sağlam tefekkürü ve zengin felsefî kültürüyle VI-VII. (XI1-X1II.) yüzyılın büyük şahsiyetlerinden biri olan Fahreddin er-Râzî el-Mecölim, el-Muhaşşal ve el-Metâîibü’l-‘âliye adlı eserlerinde felsefeyle kelâmı birleştirerek felsefî kelâm dönemini başlattı. Seyfeddin el-Âmidî Ebkârü’l-efkâr ve Ğâyetü’l-merâm’m-da, Kâdî Beyzâvî Tavâlicu’l-envâr ve Mişbâhu’l-ervah adlı eserlerinde, Adu-düddin el-îcî de el-‘Aka’id ve el-Me-vâkıf’ınûa Râzî’nin başlattığı felsefî kelâm metodunu devam ettirdi. Bundan sonra Sa’deddin et-Teftâzânî İle mezhepte gerileme devri olarak değerlendirilen şerhçilik ve hâşiyecilik dönemine girildi. Teftâzânî. Nesefî’nin cAkö3id”me yazdığı şerhin dışında kendi eseri olan el-Maköşıd’a da şerh yazmak suretiyle şerhçilik anlayışının tipik örneğini vermiş oldu. Devrin ünlü şahsiyetlerinden Seyyid Şerif el-Cürcânî de Şerhu’1-Me-vâkıî’\y\a bu çalışmalara katkıda bulundu. Aynı dönemde Kuzey Afrika’da Eş’ariyye’yi temsil eden Muhammed b. Yûsuf es-Senûsî, TeftâzânFnin geleneğine uyarak biri diğerinin şerhi durumunda olan ve ‘Akâ’idü’s-Senûsî adıyla bilinen risalelerini kaleme aldı. Eş’ariyye’nin mü-teahhirîn döneminde kelâm âlimlerinin tasavvufa karşı olan ilgisi devam etti. Bu devrin önemli temsilcilerinden Celâ-leddin ed-Dewânfnin Şerhu’l-‘Akâ’i-di’l-cAdudiyye’smde Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ nin vahdet-i vücûd nazariyesini Eş’ariyye kelâmıyla bütünleştirmeye çalışması bunun örneklerinden birini teşkil eder (D/A IX, 258). Böylece Eş’ariyye son merhalede kelâm, felsefe ve tasavvuf disiplinlerini birleştiren eklektik bir noktaya ulaştı. Şerhçilik ve hâşiyecilik geleneğiyle girilen yaklaşık altı asırlık gerileme döneminde müstakil konular hakkında küçük risalelerin yazılması da dikkat çekmektedir.
Temel Görüşleri.
Eş’ariyye’ye mensup âlimler genel çerçevede aynı görüşleri paylaşmakla birlikte bazı noktalarda farklı telakkilere sahip olanları da mevcuttur; bu durum mezhebin görüşlerini bir noktada toplamaya engel teşkil etmektedir. Bundan dolayı çoğunluğun benimsediği görüşler zikredilirken önemli sayılan farklı görüşlere de zaman zaman temas edilerek mezhep hakkında doğru bir fikre ulaşmak mümkün olacaktır. Eş’ariyye’de metot açısından mütekaddimîn dönemiyle müteahhirîn dönemi farklılık arzeder. Mütekaddimîn devrinde Eş’arî kelâmcılan itikadî esasları akıl ilkeleriyle teyit edip nasları aklın ışığında yorumlamayı gerekli gören, fakat nakli ikinci plana düşürmeyen metotlar geliştirmişlerdir. Duyular ötesini duyular âlemine kıyas etme, aksiyoma-tik bilgilerden oluşan delillerle nazarî bilgiler üretme, sebr ve taksim yöntemi gibi Eş’ariyye metotlarının daha çok Kur’an’a dayanarak belirlendiği kabul edilir. Bâkıllânî bunlara in’ikâsü’l-edille ilkesini de eklemiş, ancak İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve Gazzâlî buna muhalefet etmişlerdir. Müteahhirîn devri âlimleri ise istidlal metotlarını klasik mantık ilkelerine uygun hale getirmişler ve felsefî kültürün etkisiyle zaman zaman naslara akla nisbetle zan ifade eden bir kaynak nazanyla bakmışlardır. Eş’ariyye’nin görüşlerini genel olarak şu noktalarda toplamak mümkündür:
1- Ulûhiyyet. Eş’ariyye’ye göre insanın varlıklar ve olaylar hakkında bilgi edinmesi mümkündür. Bilginin kaynaklan duyular, akıl ve haberden ibarettir. Sadece duyuların verdiği bilgiler eksik ve sınırlıdır. Akıl istidlal yoluyla teorik bilgiler üretebilir. Haberin kesin bilgi ifade edebilmesi için tevatür yoluyla gelmesi veya doğruluğu mucize ile kanıtlanmış bir peygamber tarafından bildirilmiş olması gerekir. Mütsvâtir haber ayrıca akla ve duyu verilerine de uygun olmalıdır. Gazzâlfnin en güvenilir bilgi kaynağının keşf olduğunu savunmasına ve Eş’arî âlimlerinden bir kısmının tasavvufa temayül göstermesine rağmen bu görüş Eş’ariyye kaynaklarında genel kabul görmemiş, hatta bazılarınca tenkide tâbi tutulmuştur. Eş’ariyye’nin tabiat felsefesi, Gazzâlî gibi bazılarının kabul etmekte mütereddit davranmasına rağmen atomculuğa dayanır. Buna göre kâinat, özde farklı nitelikleri bulunmayan birbirine benzer (mütemâsil) cevherlerle değişik türlerden oluşan arazlardan meydana gelmiş olup hadistir; kadîm ve aşkın bir muhdis tarafından aslî bir unsur olmaksızın (lâ şey, lâ an şey) yaratılmıştır Cevher ve arazların varlıklarını sürdürmeleri Allah’ın onları sürekli yaratmasına bağlıdır. Zira evrende ondan başka yaratıcı ve varlıklar üzerinde müessir olan bir fail yoktur. Müteahhirîn devri âlimlerinden bazılarına göre ise sürekli yaratılmakta olan şeyler cevher ve cisimler değil arazlardır. İki zamanda devam edemeyen arazlar yenilenmeyince cisimler de yok olur. Eş’ariyye’ye göre yaratıcılık sadece Allah’a ait olduğundan en ince ayrıntılarına kadar bütün varlıklar vasıtasız bir şekilde O’nun tarafından icat edilmiştir. Bundan dolayı kâinatta cereyan eden ve varlıkların meydana gelişinde etkili olan zorunlu bir illiyyet ilkesinden söz edilemez. Bâkıllânî ve Cüveynî’de görülen, Gazzâlî tarafından geliştirilerek filozofların determinist görüşlerini çürütmek maksadıyla kullanılan bu anlayışa göre varlıklar arasında zorunlu bir sebep-sonuç ilişkisi (iktiran) yoktur. Odunun ateşe atılmasıyla yanma olayının meydana gelişi o anda Allah’ın ateşte yakma, odunda yanma fiilini yaratmasına bağlıdır. Esasen insanlann ateşin odunu yaktığına ilişkin bilgileri aklî bir zorunluluğa değil sürekli tekrarlanan âdete ve bu âdeti müşahede etmelerine dayanmaktadır.
Eş’ariyye âlimlerinin çoğunluğu, Allah’ın varlığına akıl yürütme yoluyla ulaşılabileceği ve bunun her yükümlü insan tarafından yapılması gerektiği kanaatindedir. Gazzâlî ve Devvânî gibi bazı müellifler ise eserlerinin bir kısmında aklî istidlal yöntemini kullanmakla birlikte keşf metoduna da önem vermişlerdir. Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin, bir damla su (meni) iken çeşitli merhalelerden geçerek mükemmel bir varlık haline gelen insanın bu oluşum devrelerini kendi bilgi ve İradesiyle gerçekleştirmediğine dikkat çekmek suretiyle Allah’ın varlığını kanıtlamaya çalışmasından sonra Eş’a-rîler, âlemin bütünüyle hadis olduğu ve her hadisin kadîm ve aşkın bir muhdi-se veya âlemin mümkin olduğu ve her mümkinin bir vâcibü’l-vücûda ihtiyacı bulunduğu tarzındaki önermelere dayanan hudûs ve imkân delilleriyle istidlalde bulunmuşlardır. Beyhaki’nin belirttiğine göre mütekaddimîn devri Eş’ariyye âlimlerinden bazıları Allah’ın mevcudiyetine peygamberlerin varlığı ve mû-cizeleriyle de İstidlal etmişlerdir. Eş’ariyye kelâmcıları mütekaddimîn devrinde hudûs deliline ağırlık verirken müteahhirîn döneminde klasik delillerle birlikte filozofların önem verdiği imkân delilini de kullanmışlardır. Gazzâlî ve Özellikle Fahreddin er-Râzî ise “ihkâm ve itkin” adı altında gaye ve nizam deliline ilgi göstermişlerdir.
İlâhî zâtın hakikatini bilmeye yönelik olmaktan çok Allah-kâinat ilişkisi, özellikle yaratıkların yaratıcıyla irtibatı noktasında önem taşıyan ilâhî sıfatlar meselesi Eş’ariyye kelâmcıları arasında tartışma konusu olmuştur. Cüveynî. Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, Kadî Beyzâvî gibi âlimler beşerî idrak seviyesini aştığından İlâhî zât ve sıfatların hakikatini akıl yürüterek bilmenin imkânsız olduğunu kabul ederken Bâkıllânî, Şehristânî, îcî, Teftâzânî ve Cürcânî gibi âlimler yaratıkların niteliklerini dikkate alarak ilâhî varlığın yüce sıfatları bulunduğunu ve bunların hakikatinin kısmen de olsa bilinebileceğini savunmuşlardır. Zira onlara göre Allah’ın varlığı ile mâhiyeti aynı olduğundan varlığını bilmek hakikatini bilmeyi gerekli kılar. Seyfeddin el-Âmidfye göre ise ilâhî sıfatlar aklî delillerden ziyade üzerinde İcmâ edilen naklî delillerle bilinir.
Başta mezhebin imamı olmak üzere Eş’ariyye âlimlerinin çoğunluğu, Ehl-i sünnetle ehl-i bid’at ve felâsife arasında önemli bir ihtilâf konusu olan ilâhî sıfatlar meselesine “sıfât-ı meânî” teorisiyle çözüm getirmeye çalışmışlardır. Şöyle ki: Naslarda Allah’ın hay, âlim, kadir, mürid olduğu bildirilmiştir. Duyular âleminde hay hayat sahibine, âlim ilim sahibine, kadir kudreti olana, mürîd iradesi bulunana denildiğine göre Allah’ın da hayat, ilim. kudret, irade kavramlarından (mânalarından) ibaret olan sıfatları vardır. Bu kavramları zâta nisbet etmeden O’nun hay, âlim… olduğunu söylemek kuru bir adlandırma niteliği taşır ki böyle bir şey ulûhiyyet makamı için caiz değildir. Âmidî ve Cürcânî tarafından zayıf görülüp eleştirilmesine rağmen hem mütekaddimîn hem de müteahhirîn devri Eş’ariyye âlimleri sıfatlan bu metotla ispat etmeye çalışmışlardır. Eş’arî kelâmcılannın hemen hepsi ilâhî sıfatların muhale değil mümkin olan şeylere taalluk ettiğini kabul eder. Kâdî Beyzâvî dışındaki âlimlere göre zâtın ne aynı ne de gayri olan ilâhî sıfatlar zât üzerine zait veya zâtta mevcut olan mânalardır.
Fahreddin er-Râzî dışındaki Eş’arîler’in taksimine göre sıfatlar zâtı, fiilî ve haberi” gruplarına ayrılır. Râzî ise sıfatları hakiki, İzâff. selbî kısımlarına ayırmıştır. Zatî sıfatların sayısı konusunda Eş’arî kelâmcıları arasında bazı ihtilâflar ortaya çıkmıştır. Hayat, ilim, kudret, irade ve kelâm sıfatlarının zât ile kâim ezelî sıfatlar olduğunda ittifak edilmesine karşılık kıdem ve beka sıfatlarında bazı farklı görüşler ileri sürülmüştür. Zâtı sıfatlardan olan kelâmın ezelî ve tek olduğu konusunda görüş birliği vardır. Kelâm lafzî ve nefsî kısımlarından ibaret olup harf ve sesler lafzî kelâmı teşkil eder, nefsî kelâm ise harf ve seslerin delâlet ettiği mânalardan ibarettir. Buna göre Kur’an Allah kelâmı olup lafzan mahlûktur, lafızların delâlet ettiği mânalar ise Allah’ın zâtı ile kâim olup kadîmdir. Bu da gerçek ilâhî kelâmın harf ve ses cinsinden olmadığını gösterir. İlâhî kelâmın yaratıklar tarafından işitilmesi de Eş’arî-ler arasında ihtilaflıdır. İmam Eş’arî ve İbn Fûrek Allah kelâmının işitilebilece-ğini, Bâkıllânî ise harikulade bir yolla Allah’ın dilediği kuluna kelâmını işittire-bileceğini kabul etmişlerdir. Ebû İshak el-İsferâyînî ise Allah kelâmının asla işitilemeyeceğini savunmuştur.
Bâkıllânî ile Cüveynî, mâna teorisinin ezelî varlıkların çoğalması (taaddüdü’l-kudemâ) ve dolayısıyla tevhid ilkesinin zedelenmesi sonucuna götürdüğü şeklindeki İtirazlardan kurtulabilmek için ilâhî sıfatları ahval teorisiyle açıklamayı uygun görmüşlerdir. “Bir varlığın mevcut ve ma’dûm olmayan sıfatlan” diye tanımlanan bu teoriye göre Allah’ın hay, âlim, kadir oluşu zâtındaki hayat, ilim ve kudret mânalarından dolayı değii zâtında mevcut olan hayatiyet, âlimiyet ve kâdiriyet hallerinden ötürüdür. Ancak Bâkıllânî ile Cüveynrnin bu görüşleri mezhep içinde taraftar bulmamış, özellikle Şehristânî, Râzî ve Âmidînin haklı eleştirileri teorinin Eş’ariyye’ye mal olmasını önlemiştir. Bu sebeple İbn Hazm ve İbn Tey-miyye gibi muhafazakâr müelliflerin ahval teorisini Eş’ariyye’nin sıfat anlayışı olarak göstermeleri isabetli değildir.
Allah’ın yarattıklarına benzemekten tenzihi konusunda Eş’ariyye âlimleri arasında ittifak vardır. Onlara göre Allah araz, cevher ve cisim olmak, hadislere mahal teşkil etmek, yaratıklara hulul etmek, bir yönde bulunmak, zaman ve mekân tarafından kuşatılmak, âlemin içinde veya dışında olmak gibi vasıflardan münezzehtir. Bu anlayışa bağlı olarak Eş’arîler’in çoğunluğu Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed et-Taberî’den itibaren vech, yed, istiva, nüzul gibi haberî sıfatlara ilişkin nasları mecaz kabul ederek zât, nimet veya kudret, hâkimiyet ve rahmet gibi mânalarla te’vil etmişlerdir. Ebü’l-Hasan el-Eş’arîve Bâkıllânî, ayrıca son merhalede Cüveynî Allah’ı yaratıklara benzemekten tenzih etmekle birlikte haberî sıfatlan te’vil etmeyi isabetli bulmamış, bu konuda Selef anlayışını benimseyerek agnostik kalmayı tercih etmişlerdir.
Eş’ariyye âlimlerinin hemen hepsine göre fiilî sıfatlar zât-ı ilâhiyye ile kâim olmayıp hadistir. Yaratmak, rızık vermek, öldürmek, diriltmek vb. fiiller, ezelî olan kudret sıfatının yaratıklara taallu-kuyla meydana gelir. Bundan dolayı tekvin ancak itibarî bir sıfat olarak kabul edilebilir. Yine Eş’arîler’e göre duyular âleminde fiille mef ut aynı olduğundan ve bu durum duyular ötesinde de değişmediğinden tekvinle mükevven aynı şeydir. Mükevven hadis olduğuna göre tekvinin de hadis olması gerekir. Kınlan nesne olmadan kırma fiili bulunamayacağı gibi yaratılan varlık olmadan yaratma fiilinden söz edilemez. Diğer taraftan Eş’arîler kullar hakkında en uygun olanı (aslah) yaratmayı Allah için vâcib gören Mu’tezile’ye karşı gösterdikleri tepkinin bir sonucu olarak ilâhî fiillerin herhangi bir hikmet ve gayeye bağlı olmadığını ısrarla vurgulayıp irade sıfatını öne çıkarmışlar, böylece bir anlamda ilâhî fiillerin hikmetsiz olabileceğini savunmuşlardır. Zira onlara göre ilâhî fiillerde hikmet aranması belli bir gayenin ilâhî iradeyi sınırladığı, determine ettiği ve dolayısıyla yaratıcının eksik ve âciz bir varlık olduğu sonucuna götürür.
Eş’ariyye âlimleri Allah’ın âhirette görüleceğine (rü’yetullah) inanmanın farz olduğunda ittifak etmelerine rağmen aralannda rü”yetullahın aklen İspatı ve dünyada vukuu konularında görüş ayrılıkları vardır. Bizzat Eş’arî rü’yetullah], naklî delillerin yanı sıra duyular âleminde görülebilen varlıkların görülme sebebini sadece var oluşlarına bağlayan istidlal tarzı ile ispat etmeye çalışmış, ona uyan âlimlerin çoğu aynı delile dayanarak rü’yetullahın aklen de kanıtlanabileceğini savunmuştur. Şehristânî ve Fahreddin er-Râzî gibi felsefe ile de meşgul olan Eş’arîler İse rü’yetullahın sadece naklî delille ispat edilebileceğini, bu husustaki aklî delilin ileri sürülen itirazları ortadan kaldıracak nitelikte olmadığını düşünmüşlerdir. Zira duyular âleminde görülen bütün nesneler var olma vasfı yanında yaratılmış olma niteliğine de sahiptir. Allah ise yaratılmış bir varlık olmadığından görülmenin keyfiyeti konusunda Allah’ı görülebilen diğer varlıklardan farklı düşünmek gerekir. Görülme sebebini var oluşla değil mahlûk oluşla da açıklamak mümkündür. Ayrıca nesnelerdeki tat, koku, sıcaklık, soğukluk gibi özellikler var oldukları halde görülmezler. O halde her var olanın görülebilir olduğu iddia edilemez. Bakıl-lânî gibi bazı âlimlerin Allah’ın dünyada da görülebileceğini ve Hz. Peygamber tarafından mi’rac esnasında görüldüğünü ileri sürmelerine karşılık çoğunluk bu konuda kesin bir delilin bulunmadığı kanaatindedir.
Kader Problemi. Allah’ın kulları hakkında önceden tayin ettiği değişmez bir kaderi mevcuttur. Kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığı hususunda ittifak eden Eş’arîler, insan kudretinin fiilleri üzerindeki tesiri konusunda kendi aralannda farklı düşünmüşlerdir. Eş’a-rî’ye göre kulun kudret ve fiilini yaratan Allah’tır, fiilin meydana gelişinde kula verilen hadis kudretin hiçbir etkisi yoktur. Kul, Allah tarafından yaratılan fiilin kendine ait hadis kudretle kısmen irtibatlı bulunduğu için sorumlu olur. Bâ-kıllânî. Ebû İshak el-İsferâyînîve Cüvey-nî Eş’arî’nin cebre yaklaşan tutumunu isabetsiz bularak konuya kulun sorumluluğuyla uyum sağlayacak bir çözüm getirmeye çalışmışlardır. Eş’arî’nin aksine Bâkıllânî kulun hadis kudretinin fiil üzerinde etkili olduğunu kabul etmiştir. Ona göre insana ait fiilin aslını Allah yaratır; bir fiilin iyi veya kötü, itaat veya mâsiyet oluşu gibi vasıflarının meydana gelişinde insanm gücü ve iradesi etkili olur. Ebû İshak el-İsferâyînî de kula ait fiillerin Allah’ın kudreti ve kulun kudretinin ortak etkisiyle oluştuğunu benimsemiştir. Cüveynî ise kulda fiilleri üzerinde etkili olmayan bir kudret bulunduğunu ileri sürmekle onun kudretini temelden inkâr etmek arasında fark olmadığını belirterek fiillerin, yaratma anlamında olmamak üzere hakiki olarak kula nisbet edilmesi gerektiğini savunmuştur. Zira ona göre kul kendisinde fiil yapma gücü bulunduğunu hisseder. Fiilin Allah tarafından yaratılması, kuldaki gücün çeşitli sebepler aracılığıyla son merhalede Allah’a dayanması tarzında açıklanmalıdır. Bu görüşüyle Mu’tezile’ye yaklaştığı kabul edilen Cüveynî kulun fiillerini Allah’ın doğrudan değil dolaylı olarak yarattığını benimsemiş ve kulun sorumluluğunu tutarlı bir temele oturtmuş oldu. Şehristânî onun bu görüşünü, Allah’tan başka hakiki hiçbir sebebin bulunmadığı ilkesine aykın bularak tenkit etmiştir. Kulun iradesinin fiillerinde rol oynadığını kabul etmekle birlikte insanın cebir altında bulunduğunu savunan Fahreddin er-Râzî”den sonra Teftâzânî ve Cürcânî gibi müteah-hirîn âlimleri de fiillerinin meydana gelişinde insan gücünün hiçbir etkisi olmadiğini söyleyerek insanı “fiillerinde hür görünen, fakat aslında mecbur olan bir varlık” şeklinde değerlendirmek suretiyle Eş’arî’nin görüşüne dönüş yapmışlardır. Zira onlara göre bir eseri iki müessirin meydana getirmesi imkânsızdır. Ayrıca naslar da kulun fiilleri üzerinde etkili olmadığını belirtmektedir. Kulların fiilleriyle ilgili anlayışlarına uygun olarak Eş’arîler’in çoğunluğu insanlara güç yetiremeyecekle-ri sorumluluklar yüklenmesini caiz görürken Cüveynî, Gazzâlî ve İbn Dakîku’l-îd “teklîf-i mâ lâ yutâk’ı muhal saymışlardır.
2- Nübüvvet. Varlığı aklî delillerle bilinen ve kâinatın yegâne mâliki olan Allah’ın kulların dünya ve âhiret mutluluğu İçin çeşitli emirler, yasaklar ve ibret verici öğütler içeren talimatlar göndermesi ve bunları insanlar arasından seçeceği kimseler vasıtasıyla onlara bildirmesi aklen imkânsız değildir. Tarihî bilgiler de bunun vuku bulduğunu göstermektedir. Eş’arîler’in nübüvveti ispat etmek için dayandıkları en önemli delil mucizedir. Çünkü mucize tabiatta hâkim bulunan kanunları aşan ilâhî bir fiil olup peygamberin doğruluğunu tasdik etmektedir. Allah’ın yalancı bir insanın elinde mucize yaratması vâki değildir. Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi bazı âlimler mucize yöntemini kabul etmekle birlikte başka ispat denemeleri de yapmışlardır. Gazzâlfye göre nasıl ki akıl insanın, duyuları vasıtasıyla algılayamadığı şeyleri idrak etmesini sağlıyorsa nübüvvet de aklın idrak edemeyeceği fizik ötesi âleme (gayb) ait bilgilerin algılanmasını sağlar. Nübüvvet bu açıdan mümkündür ve fiilen de var olmuştur. Var oluşunun delili ise duyu vasıtaları ve akıl yoluyla ulaşılamayan birçok bilgiye insanların sahip olmasıdır. Bir şahsın peygamber olup olmadığı ise müşahede veya tevatür yoluyla bilinir. Tıpla az çok meşgul olmuş bir kimsenin doktorun davranışlarını görerek veya sözlerini duyarak onun doktor olduğunu anlaması gibi Kur’an ve Sünnefi okuyan ve öğrendiklerini bizzat uygulamak suretiyle deneyen kimse de Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu idrak eder.
Fahreddin er-Râzî de konuya sosyolojik açıdan yaklaşarak peygamberlerin bilgi ve erdem bakımından eksik kalmış toplumları olgunlaştırma faaliyetlerini onların doğruluklarının bir delili olarak kabul etmiştir. Buna göre bir kimsenin gerçek peygamber olduğu, itikadî ve amelî konularda doğruyu belirledikten sonra insanları bâtıldan hakka çevirmesi ve sözlerinin onlar üzerinde olumlu etkiler yapması ile anlaşılabilir. Bu iki müellifin epis-temolojik ve sosyolojik açıdan nübüvveti temellendirmeye çalışmaları müteah-hirîn devri âlimlerince pek itibar görmemiş ve mucize yöntemi tekrar öne çıkarılmıştır.
Peygamberlerde bulunması gereken vasıflar konusu Eş’arîler arasında tartışmalıdır. Onların yaşadıkları dönemin en akıllı insanları olmaları, bedenî ve ruhî kusurlardan uzak bulunmaları gerektiği üzerinde görüş birliği varsa da peygamberlerin cinsiyeti noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluk nebînin erkek olmasını zaruri görmemiş ve nazariyede kadınların da peygamber olabileceğine hükmedip Âsiye, Meryem gibi bazı kadınların bu mertebeye ulaşmış bulundukları ihtimalinden bahsetmişti1″. İbn Fûrek ve Teftâzânî ise risâ-leti zor ve aktif bir görev telakki ederek bunu yürütecek kimsenin erkek olmasını şart koşmuşlardır. Bâkll-lânî dışındaki âlimlere göre peygamberler nübüvvetten önce küfürden ve büyük günah işlemekten korunmuşlardır. Bâkıllânî ise nübüvvetten önce bu tür günahları işleyen bir kimsenin bile nübüvvetle görevlendirilebileceğini savunmuştur. Nübüvvetten sonra ise yanıla-rak (bazılarına göre kasten de olabilir] bazı küçük günahlar işleyebilirler.
Ebû Abdullah el-Halîmîve Ebû İshak el-İsferâyînî gibi âlimler dışındaki Eş’a-rîler’in çoğunluğu, peygamberlerin doğruluğunu teyit etmek ve bir mânada mucizelerin devam ettiğini belirtmek üzere velîlerin farkında olarak veya olmayarak keramet göstermelerini aklen mümkün, naklen sabit görmüş, en büyük kerametin ise Allah’ın, iyi kullarına hayırlı işlerin sebeplerini kolaylaştırıp kötülük yollarını zorlaştırması olduğunu kabul etmiştir.
3- Ahiret Konuları. İttifakla kabul edildiğine göre naslann haber verdiği ber-zaha ve âhiret hallerine inanmak farzdır. Bu konuya dair naslann te’vil edilmeyip zahiri mânada anlaşılması gerekir. Zira haber verilen hadiseler akıl açısından imkânsız değildir. Bunlar kabir imtihanı, oradaki azap veya nimet, kıyametin kopması, ölülerin cismanî olarak dirilişi, haşir, hesap, mîzan, sırat, cennet ve cehennem safhalarından ibarettir. Mütekaddimîn devri âlimleri azap veya nimetiyle birlikte kabir hayatına inanmayı gerekli görmekle birlikte ayrıntılar üzerinde durmamışlardır. Beyhakî ve özellikle Gazzâirden itibaren kabir hayatına İlişkin önemli sayılan ayrıntılar âhirete imanın aslî unsurları arasına girmiştir.
Âhiretle ilgili akideler içinde Eş’arî-ier’in ihtilâf ettikleri konuların başında bedenle birlikte ruhun ölüp ölmediği meselesi gelir. Bazı kaynaklara göre Eşari ve Bâkıllânî gibi erken devir âlimleri ruhun latif bir cisim olduğuna inanmışlar, kabirde azap veya nimetin ruhun varlığını devam ettirmesiyle değil Allah’ın bedene ait bazı parçalarda azap veya nimetin idrak edilmesini sağlayacak bir tür hayat yaratmasıyla gerçekleştiğini kabul etmişlerdir. Ancak Eş’arî’nin görüşlerini derleyip yorumlayan İbn Fûrek’in konuya ilişkin ifadeleriyle Bâkıllânî’ye atfedilen ei-7n-şâ/adlı eserdeki bilgiler (s. 51), bu âlimlerin ruhu bedenden ayrı bir varlık olarak gördüklerine ve ölümden sonra da hayatiyetini sürdürdüğüne inandıklarına işaret etmektedir. Cüveynî ile Gazzâ-lî’den itibaren ruhun bedenden ayrı basit bir cevher olduğu ve Ölümden sonra varlığını sürdürdüğü görüşü Eş’arîler’ce benimsenmiştir. Fah-reddin er-Râzî, naslarda şehidlerin Allah katında diri olduğunun bildirilmesi, bedenin sürekli değişim içinde bulunmasına rağmen insanda benlik şuurunun hayatın başlangıcından sonuna kadar devam etmesi gibi naklî ve aklî delillere dayanarak ruhun mevcudiyeti ve bekası üzerinde önemle durmuştur. Halîmî, Gazzâlî ve Râzî gibi Eş’arîler ruhun hiçbir zaman fena bulmadığını, bedenin ölümünden sonra varlığını devam ettirip diriliş anında yaratılan bedene iade edildiğini ileri sürmüşlerdir. Eş’ariler’in çoğunluğuna göre ise ölümden sonra berzah âleminde varlığını sürdüren ruh kıyametin kopmasıyla yok olacak ve bedenlerin dirilişiyle tekrar yaratılacaktır.
4- Diğer Konular. İman esaslarından ve dolayısıyla kelâmın temel konularından sayılmamakla birlikte bid’at fırkalarının. Özellikle Şiî gruplarının ileri sürdüğü ve bir inanç meselesi haline getirdiği görüşleri tartışmak amacıyla imamet konusu da Eşari kelâm literatürü içinde yer almıştır. Buna göre müslü-manların din ve dünya işlerini yürütecek bir kimseyi devlet başkanı olarak seçmeleri farzdır. Başkanın ergenlik çağına girmiş, devlet işlerini yürütmeye ehil hür bir erkek olması şarttır. Ayrıca Ku-reyş kabilesine mensup bulunması da teorik olarak öngörülmüş, fakat bu kabileden olmayan birçok devlet başkanı Eş’arî âlimlerince fiilen meşru kabul edilmiştir. Hz.Peygamber’in vefatından sonra sırasıyla devlet başkanlığına getirilen Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali bu görevi meşru olarak elde etmişlerdir. Zira devlet başkanlığı görevi, Şiî gruplarının iddialarının aksine nasla değil müs-lümanların seçimiyle (biat) belirlenir; bu halifeler de o dönemin İleri gelenleri tarafından oy birliği veya buna yakın bir çoğunlukla bu göreve getirilmişlerdir.
Eş’arî kelâmcılarının çoğunluğuna göre iman Hz. Peygamber’i, vahiy yoluyla Allah’tan alıp tebliğ ettiği ve bize kadar sağlam yöntemlerle ulaşan hususlarda kalben tasdik etmekten ibarettir. Eşari başta olmak üzere Beyhakî ve Beyzâ-vî gibi bazı âlimler ise kalpteki tasdikin dille ifade edilmesini de şart koşmuşlardır. Allah’ın varlığını tanımamak (küfür) veya birliğine inanmamak (şirk) en büyük ve affedilmez günahlardır. Bunların dışında kalan zina, katil gibi büyük günahları işlemek kalpte tasdik bulunduğu sürece imanı ortadan kaldırmaz. Günah işleyen, özellikle büyük günahları irtikâp eden ve tövbe etmeden ölen mümin cehennemde cezasını çektikten sonra cennete girer. Ancak ilâhî affa veya şefaate mazhar olması ve doğrudan cennete girmesi de mümkündür.
Eş’arî kelâmcıları ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği ilkesini benimsemişlerdir. Dinden olduğu zaruri olarak bilinen esaslar dışında nasların yorumuna bağlı görüş ayrılıkları tekfire sebep teşkil etmez. Ebû İshak el-İsferâyînî gibi bazı âlimler Eş’arîler’e küfür isnat eden muhalif grupların tekfir edilmesi gerektiğine hükmetmişlerse de bu kanaat çoğunluk tarafından benimsenmemiştir.
Nakille aklı uzlaştırmak suretiyle Mu-tezile İle Selefiyye arasında mutedil bir çizgide yer alan Eş’ariyye itikadî bir mezhep olarak tanınmaya başlandığı V. (XI.) yüzyıldan itibaren zamanımıza kadar Şîa, Mutezile, Mâtürîdiyye. Selefiyye. Sûfiy-ye ve Felâsife gibi değişik mezhep ve anlayışlara mensup âlimlerce eleştirilmiş, bu eleştirilerden bazıları tekfire kadar varmıştır. Tenkitçiler arasında Kadî Ab-dülcebbâr, İbn Hazm. Ebü’l-Yüsr e!-Pez-devî, Ebü’1-Muîn en-Nesefî, İbn Rüşd, Muhyiddin İbnü’l-Arabî. İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevzİyye, Mevlânâ Celâ-leddîn-i Rûmî ile çağdaş bazı araştırmacılar zikredilebilir. Eş’ariyye’ye yöneltilen eleştirileri metot, tabiat felsefesi, ulûhiyyet, kulların fiilleri, nübüvvet, âhi-ret ve imamet noktalarında toplamak mümkündür.
Eş’ariyye’nin takip ettiği metotla ilgili eleştirilerin başında gittikçe artan bir yoğunlukta aklın nakle hâkim kılınması, gayb âlemine ilişkin bilgileri haber veren nakle zannî bir kaynak nazarıyla bakılarak mutlak bir bilgi kaynağı olmayan aklın ışığında te’vil edilmesi gelir. Daha çok Selefiyye âlimterince yöneltilen bu tenkide bir de söz konusu kelâm ekolünün açtığı te’vil kapısından giren çeşitli Bâtınî zümreler aracılığıyla İslâm dininin yozlaştırıldığı iddiası eklenmelidir. Bundan başka duyular ötesinin duyulur âlemle kıyas edildiği, İslâmî ilimlerin yorumu için klasik mantığın temel ilke haline getirilerek iman hayatının kuru mantık kurallarıyla korunmasına çalışıldığı, bütün bunlara rağmen ilâhiyyât konularında te’vil yöntemini benimseyen diğer grupların (İslâm filozofları) şiddetle eleştirildiği, sonuç olarak hem çelişkili ve yetersiz hem de Kur’an ve Sünnete aykırı bir metodun uygulandığı iddia edilmiştir.
Eş’ariyye’nin tabiat felsefesine yönelik eleştiriler, illiyyet kanununun inkârı ve metafizik sistemlerini kesinlik taşımayan atomcu nazariyeye dayandırmaları noktalarında toplanır. Bu konuda İbn Hazm’ın eleştirileri şöylece özetlenebilir: Mevcudattan her birinin kendine has bir tabiatı bulunduğunu inkâr etmek İslâmî anlayışa aykırıdır. Zira il-liyyeti ifade eden “tabiat, garize, cibil-let” kavramları Câhiliye dönemi Arapla-rınca kullanıldığı halde Hz. Peygamber tarafından reddedilmemiştir. Esasen illiyyet ilkesinin inkâr edilmesi mucizelerin imkânını kanıtlamaktan çok iptaline götürür. Çünkü kâinattaki varlıklar belli tabiat ve fonksiyonlara sahip olmayıp belirsiz sonuçlar doğurabilecek özellikler taşıyorsa o takdirde meselâ taştan devenin meydana gelmesi, asanın ejderhaya dönüşmesi mucize değil tabii bir olay şeklinde değerlendirilmelidir. İbn Rüşd de varlıkların meydana gelişinde sebep-sonuç ilişkisinin gözlem ve deneyle bilindiğini, bunu inkâr etmenin gerçeğe aykırı düştüğünü belirttikten sonra illiyyeti inkâr eden kimsenin kainatın düzenli ve hikmetli işleyişini sağlayan Allah’ın kanunlarını ve dolayısıyla Onun varlığını da İnkâr etmiş olacağını söyler. İbn Teymiyye ve Mevlânâ Celâled-dîn-i Rûmî gibi Selefi ve sûfî âlimler, Allah’ın her şeyi sebeplere bağladığını belirterek illiyyeti inkâr etmeyi aklî ve nak-lî açıdan isabetsiz görmüşlerdir. Çağdaş bazı araştırmacılar da İlliyyeti inkâr ederek İslâm akaidini savunmanın yanlışlığına dikkat çekmişler ve bunun bilimsel verilere aykırı düştüğünü ifade etmişlerdir.
Kâinatın birbirine benzeyen cevherlerle arazlardan ibaret olduğunu kabul eden Eş’ariler’in atomcu nazariyesi de başta İbn Rüşd olmak üzere çeşitli âlimlerce tenkit edilmiştir. İbn Rüşd’ün tenkitleri daha çok bu nazariyenin kesin hiçbir delile dayanmadığı noktasında yoğunlaşır. İbn Teymiyye ve diğer Selefiyye âlimleri ise atom nazariyesinin İslâm akaidiy-le çeliştiğini ve bu nazariyeye dayanarak meselâ cismanî dirilişi açıklamanın içinden çıkılamaz bazı problemleri beraberinde getireceğini söylemişlerdir.
Ulûhiyyet konulannda Eş’ariler’in kullandığı hudûs delili yetersiz, imkân delili ise gaye deliliyle bazı bakımlardan çelişik, Allah’ın birliğini ispatlamak için ileri sürdükleri vahdâniyyet delili de zayıf bulunarak eleştirilmiştir, Öte yandan Eş’arîler naslara muhalefet edip ilâhî sıfat ve fiilleri insanların sıfatlarına benzettikleri için teşbihe düştükleri, sıfatların zât ile birlikte kadîm olduğunu kabul etmekle “her birleşiğin hadis olduğu” şeklindeki kendi ilkelerine aykırı davrandıkları, sıfatların ilâhî zâtın ne aynı ne de gayri olduğunu söylemekle tev-hid ilkesini zedeleyen kadîmlerin çoğalması tehlikesinden kurtulamadıkları, sıfât-ı meânîyi kanıtlamak için kullandıkları metodu fiilî sıfatlarda terkedip tekvin sıfatını gerçek anlamda inkâr etmek veya hadis kabul etmekle çelişkiye düştükleri ileri sürülmüştür. Eş’arîler, ulû-hiyyetle ilgili pek çok görüşü dolayısıyla da tenkit edilmiştir. Buna göre onlar Allah’ın haricî varlığını inkâra götürecek derecede tenzihte aşırı gitmişler, kendi içinde çelişkili olan ahval teorisini benimsemişler, lafzî ve nefsî kelâm ayırımı yapmakla hataya düşmüşler, rü’ye-tullahı caiz görmekle teşbih ve tecsîme sapmışlar, Allah’a cihet nisbet etmediklerinden rü’yetullahı da temellendirememişlerdir.
Kulların fiilleriyle ilgili görüşlerinden dolayı Mutezile, Mâtürîdiyye ve Selefıy-ye’ce tenkit edilen Eş’ariler Cebriyye içinde mütalaa edilmiştir.
İbn Rüşd’e göre Eş’ariler’in nübüvveti ispat etmek için aklî delillere başvur-mayıp mucizeyle yetinmeleri doğru değildir. Kadınlardan da peygamber zuhur ettiğini savunmaları ve Hz. Peygamber’in kabrinde hayatta olduğunu ileri sürmeleri İsabetsiz bulunmuştur. Eş’arî kelâm-cılarının şeyh ve sûfflere ait kabirlerin ziyaretgâh haline getirilip onlarla tevessülde bulunmayı caiz görmeleri de Sele-fıyye’nin şiddetle eleştirdiği konular arasında yer alır. Eş’arî ekolünün, dolayısıyla bütün Sünnî mezheplerin seçimi esas alan imamet anlayışı Şiî grupları tarafından eleştirilmiştir.
Eş’ariyye’nin İslâm akaidindeki yeri ve diğer mezheplerle mukayesesi konusundaki değerlendirmeler de şu şekilde özetlenebilir: Eş’arî ekolü sıfat-1 meânî, rü’yetullah. kader, şefaat, mürtekib-i kebîrenin mümin oluşu, kadınların peygamberliğinin caiz olması konulannda Mu’tezile’den ayrılır. Buna karşılık kâinatın yaratılış ve işleyişini atom nazari-yesiyle açıklaması, fiilî sıfatlan hadis kabul etmesi, tekvinle mükevveni aynı görmesi, haberi” sıfatları te’vile tâbi tutması noktalarında bu mezheple aynı görüşleri paylaşır. Ekolün kurucusu olan Eş’a-rî’nin Mutezile bünyesinde yetişmesinin bazı noktalarda benzer görüşlerin paylaşılmasında etkili olduğu kabul edilmiştir. Ayrıca Bâkıllânî ve Cüveynî ahval teorisinde, Fahreddin er-Râzî de sem’ ve basar sıfatlarında Mu’tezile’ye meyleden Eş’arfler arasında yer almışlardır. Mu’tezile âlimleri ise Eş’ariyye’yi teşbih, tecsîm ve cebir görüşlerini savunan bir mezhep olarak değerlendirmiştir.
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî Mu’tezile’den ayrılıp Selefiyye’nin imamı olan Ahmed b. Hanbel’in itikadî görüşlerini benimsediğini ilân ettiği halde Selef âlimleri onun ekolünü Ehl-i sünnet içinde mütalaa etmemiştir. İbn Teymiyye ile Reşîd Rızâ’ya göre Eş’ariyye bazı görüşlerinde Ehl-i sünnet’e benzemekle birlikte genellikle Mu’tezile’ye yakın bir çizgide yer alır. İbn Teymiyye, ilâhiyyât konularında kendi çizgisine yakın bulduğu Eş’ariyye’yi tabiat felsefesinde filozoflara nis-betle çok daha hatalı görmüştür. Eş’ariyye. aklî ilkelerin Yunan mantığından değil Kur’an’dan İstidlal edilip çıkarılması ve nasların bu ilkeler çerçevesinde anlaşılması, haberi sıfatların te’vil edilmemesi, insanların kendi fiilleri üzerinde kendilerinin etkili olması, tevessül ve imanın tarifi konularında Selefiyye’den ayrılmıştır.
Eş’arî ekolünün hem metot hem de itikadî görüş açısından en çok yaklaştığı ve en az tenkidine uğradığı mezhep Mâtürîdiyye’dir. Temel görüşlerinde birbirine çok yakın bulunan Eş’ariyye ile Mâtürîdiyye arasında nakille aklı uzlaş-tınp akla önem atfetme ve buna bağlı olarak varılan sonuçlar bakımından bazı farklı görüşler mevcuttur. İki mezhep arasında teferruat olarak görülen bu farklılıkları Ebû Saîd el-Hâdimî yetmiş üç, Mestçizâde Abdullah Efendi elli alt, Şeyhzâde Abdürrahîm kırk. Muham-med Abduh otuz, İzmirli İsmail Hakkı on beş, İbn Kemal on iki noktada toplamıştır. Bunların büyük bir kısmının lafız ihtilâfından ibaret olduğu, esasa ait ihtilâfların birkaç meseleyi aşmadığı kabul edilmiştir. İmamet dışında kalan itikadî konularda Eş’a-riyye”nin $îa ve İbâzıyye ile ilişkisi Mu’tezile’den farklı değildir. Şîa imamın seçimle iş başına gelmesi, İbâzıyye de imamın Kureyş’ten olması gerektiğini savunduğundan Eş’ariyye’yi tenkit etmiştir.
İtikadî esasların ortaya konulması ve yorumlanması, ayrıca takip edilecek metot açısından kurucusu Eş’arî’den çok müntesiplerine ait bir mezhep olarak değerlendirilebilecek olan ve kurucusu adına geliştirilip sistemleştirilen Eş’ariyye’-nin en belirgin özelliği, V. (XI.) yüzyıldan günümüze kadar Ehl-i sünnet’i en geniş çerçevede temsil eden bir kelâm mektebi olmasıdır. Selef âlimlerince Ehl-i sünnet dışında bid’atçı bir mezhep olarak tanıtılması ilmî bir temele dayanmaz. Zira akaidin yanı sıra fıkhî ve ahlâkî cephesiyle İslâm dininin yozlaşmadan günümüze kadar ulaşmasında Eş’a-riyye’nin hizmetleri inkâr edilemeyecek derecede açıktır. Aksine bazı iddialar bulunsa da her asırda Mâtürîdiyye’den sonra en çok müslüman nüfusunu bünyesinde toplayabilmiştir. XX. yüzyılın sonlarında Mâlikîler’in hemen hemen tamamı ile Şâfiîler’in büyük ekseriyetini, ayrıca Hanefî ve Hanbelî-ler’in bir kısmını teşkil eden Sünnî müs-lümanlar Eş’ariyye’ye mensuptur. Çeşitli eski kaynaklarda mutlak mânada Ehl-i sünnet denilince Eş’ariler’in kastedildiği kabul edilmektedir. Bundan başka Eş’ariyye’ye ait eserlerin Sünnî çevrelerde okutulduğu ve bu kaynaklarda Ehl-i sünnet akaidine sahip çıkıldığı da bilinen bir gerçektir. Nakille akıl ilkeleri arasında denge kurmaya çalışan Eş’ariyye’nin teşbihle tenzih arasında mutedil bir çizgide seyrettiği kabul edilmekte birlikte bunun her konuda gerçekleştirildiğini söylemek zordur. Özellikle müteahhirîn devrinde felsefî kültürün etkisiyle mezhepte akılcılığın ağır basmasına rağmen illiyyetin inkârı, kulların fiilleri, teklif-i mâ lâ yutak ve hüsün-kubuh meselelerinde olduğu gibi akılla nakil arasında başarılı bir uzlaşmanın sağlanamadığı dikkati çekmektedir. Bunda Eş’ariyye’nin nakli ihmal edip akla aşırı derecede görev yükleyen Mutezile ile İslâm filozoflarına tepki olarak ortaya çıkışının da rol oynadığı muhakkaktır. Nefsin ruhanî bir cevher oluşu vb. konularda İbn Sînâ ile diğer İslâm filozoflarından, illiyyet ilkesini inkâr etmekte Allah’tan başka hiçbir varlık ve fail tanımayan tasavvufî düşünceden etkilenen Eş’ariyye kelâm, felsefe ve tasavvuf disiplinlerini birleştiren bir inanç ve düşünce ekolü olarak görünmektedir. Eş’ariyye’nin tabiat felsefesi, özellikle illiyyete bakışı ile David Hu-me. Berkeley, Malebranche gibi Batılı düşünürlerin İlliyyete bakışları arasında büyük benzerlikler bulunduğu görülmektedir. Yaklaşık on asır boyunca İslâm düşüncesine Önemli katkılarda bulunmakla birlikte Eş’arîler’in zât-sıfat ilişkilerini ve bunların mahiyetini akıl ilkeleriyle çözmeye çalışmaları, hüsün-kubuh örneğinde olduğu gibi ba-zan aklı mahkûm etmeleri, insanların ihtiyari fiillerinde nerede ise icbar altında bulunduklarını savunarak sorumluluk ilkesini aklî temelden yoksun bırakmaları, kitaplarında halkın İnançlarını canlı tutmakta bir fonksiyonu olmayan felsefî konulara fazlaca yer vermeleri, kurtuluşa erecek mezhebi (fırka-ı nâciye) yalnız kendilerinin temsil ettiğini ileri sürmeleri Örneğinde olduğu gibi mezhep taassubuna kapılmaları, tenkitçi zihniyetten uzaklaşıp taklitçiliği benimsemeleri. İlâhî kudret ve iradenin kâinat üzerindeki etkisini, ayrıca mucizelerin imkânını ve ilâhî iradenin her şeye hâkim olduğunu kanıtlama uğruna illiyyet ilkesini inkâr ederek etki-tepki münasebetine bağlı tabiat kanunlarını araştıran pozitif ilimlerin İslâm dünyasında gelişmesine zarar vermeleri, Eş’ariyye adına kaydedilmesi ve mezhebin ıslahı açısından gözden geçirilmesi gereken hususlardır.
Eş’ariyye’nin görüşlerine dair başlıca kaynaklar şüphe yok ki bu mezhebe mensup olan âlimlerce kaleme alınan eserlerdir. Bununla birlikte sadece Eş’ariyye’yi konu alan eserler de yazılmıştır. İbn Asâkir’in Tebyînü kezibi’l-müfterî, Ebû Azbe’nin er-Ravzatü’1-behiyye, Şeyhülislâm Esad Efendi’nin Risale ti’htiîâfâ-ti’1-Mâtürîdî ve’l-Eş’arî, İbn Kemal’in el-Mesâ’ilü’l-hilâfiyye beyne’l-Eşcariyye ve’1-Mâtürîdiyye, Mestçizâde Abdullah Efendi’nin Hilâîiy-yâtü’1 -hükemâ3 ma =a7-mütekeHimîn ve hilâfiyyâtü’}-Eşâ’ire ma^a’1-Mâtü-ridiyye, Salim Yefût’un e]-Eşcariyye ü’l-Mağ-rib (1989), Celâleddin Muhammed Ab-dülhamîd Musa’nın Neş’etü’l-Eş’ariyye ve tetavvuruhâ adlı eserleri bunlardan bazılarıdır. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Eş’ari ve Eş’arilik maddesi)
posted on Temmuz 29th, 2012 at 14:59
posted on Ağustos 1st, 2012 at 06:03
posted on Mart 11th, 2014 at 16:33