-
7th Aralık 2008

Ehl-i Hadis

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

EHL-İ HADİS

Hadisçiler ve hadis taraftarları anlamında terim.

Ehl-i hadîs (ehlü’l-hadîs) veya aynı an­lamdaki ashâbü’l-hadîs tabirleri sahâ-bîler zamanında kullanılmaya başlanmış­tır. En çok hadis rivayet eden yedi sahâ-bîden biri olan Ebû Saîd el-HudrTnin ha­dis öğrenmeye çalışan gençlere, “Siz bi­zim halefimiz ve bizden sonraki ehl-i ha­dîssiniz” dediği nakledilir. Ehlü’l-hadîs, ashâ­bü’l-hadîs ve sâhibü’l-hadîs gibi tabir­lerle, hadis öğrenim ve öğretimiyle uğ­raşan, râvilerin durumlarını bilen ve ha­disi ilgilendiren bütün konularda söz sahibi olan kimseler kastedilmekteydi. Buna göre ünlü hadis âlimi ve muhad-dis Şu’be b. Haccâc sâhibü’l-hadîs sayı­lırken hadis rivayetin­de kuvvetli olmayan, fazla hadis rivayet etmeyen Ferkad es-Sebahî sâhibü’l-ha­dîs sayılmamıştır. Aynı şekilde Mâliki fıkhında söz sahibi olan Abdullah b. Nâfi’ hadiste de-rinleşmediği için sâhibü’l-hadîs kabul edilmemiştir.

Ehl-i hadîs terimi zamanla “hadise gö­re amel etmeye çalışan kimse” anlamı­nı da kazanmaya başladı. Nitekim ehl-i hadîsin önde gelen temsilcilerinden Ah-med b. Hanbel. sâhibü”l-hadîsi “hadisle amel eden kimse” diye tarif etmiştir. Eht-i hadîs terimi bu anlamıyla, chl-i re’y ile birlikte hadisle amel eden bü­tün müslümanları kapsamaktaysa da ha­disle amel etme ve bunun için belli usul­leri kullanma söz konusu olduğunda Ehl-i sünnetin bir kısmını teşkil eden ve naslara yaklaşımları fark­lılık arzeden bir ashâbü’l-hadîs ortaya çıkmaktadır. Ehl-i hadîsin en belirgin özelliği, hadisleri mümkün olduğu kadar yoruma tâbi tutmadan ve kıyasa baş­vurmadan uygulamak, aklî-edebî ilim­lerden ziyade naklî ilimlerle İlgilenmek şeklinde ifade edilebilir. Hadislere şek­len bağlı kalmayı savunan Zâhirîler’le ehl-i re’ye yakınlığı ile bilinen Şafiî ve Mâl ikiler de ehl-i hadîs içinde kabul edil­miştir. Aynı şekil­de, el-Câmicu’ş-şohîh’\ne bab başlığı da dahil olmak üzere hadis dışında hiç­bir şey yazmayan Müslim ile fikhî görüş­lerini el-Câmicu’ş-şahîh’\nm bab baş­lıklarında vermeye çalışan Buhârî ehl-İ hadîsin farklı grupları içinde yer almışlardır. II (VIII) ve III. (IX.) yüzyıllar bu fark­lı yaklaşımları benimseyen kimselerin şiddetli mücadelesine sahne olmuş, ehl-i hadîs çeşitli dönemlerde şekilci tutum­ları sebebiyle tenkide uğramıştır.

İlk zamanlar hadis öğrenimi, Allah rı­zâsı için yapılan bir ibadet ve müslüman-lara bir hizmet vesilesi sayılırken II. (VIII.) yüzyılda bu işin, halkın gösterdiği ilgi sebebiyle şehir meydanlarında binlerce, on binlerce insanın katıldığı bir gösteriş ve hatta kazanç vesilesi yapıldığı anla­şılmaktadır. Ehl-İ hadîse mensup bazı kimseler işi tamamen nakilciliğe dökmüş ve hadisleri anlama yönünde bir gayret göstermemişlerdir. Hz. Ömer’in Medine dışına gönderdiği bazı sahâbîlere az ha­dis rivayet etmeleri yolundaki tavsiye­siyle anlamadan rivayet etmenin mah­zurlarını dikkate aldığı hatıra gelmek­tedir. Ehl-i hadîsten olan Hasan-ı Bas-rî’ye nisbet edilen, “Âlimlerin maksadı riayet etmek, sefihlerin maksadı riva­yet etmektir” sözüyle de bu hususa işa­ret edilmektedir. Taberrnin, fakihlerin çeşitli konulardaki farklı görüşlerini ele aldığı İhtilâtü’l-iu-kahâ adlı eserinde Ahmed b. Hanbel’in görüşlerine yer vermemesi, ehl-i hadî­sin bu önemli simasını fakih kabul et­mediğini göstermektedir. Bu sebeple birçok âlim ehl-i hadîse, muhaliflerinin tenkitlerine imkân vermemek için ha­dislerin fıkhını öğrenmeyi tavsiye etmiş­tir. Hatîb el-Bağdâdî, bir taraftan ehl-i hadîsi muha­liflerine karşı savunmak maksadıyla Şe­refü aşhâbi’l-hadîş’ı yazmış, diğer ta­raftan onlara hadislerin fıkhını öğren­meyi tavsiye eden Naşîhatü ehli’1-ha-dîş adlı kitabını kaleme almıştır.

Asırlar boyunca devam eden bu tar­tışmalar tarafları etkilediği için ehl-i ha­dîsle ehl-i re’yden belli meselelerde an­laşma zemini bulanlar Ehl-i sünnet da­iresinde bir araya gelmişlerdir. Bu du­rum ehl-i hadîsin lehine olmuş, onların hadisleri koruma, öğrenim ve öğretimi­ni sağlama hususunda hizmet etmele­rine imkân hazırlamıştır.

Ehl-i hadîsin meydana getirdiği zen­gin bir literatür vardır. İlk dönem hadis kitaplarının çoğunu bunların fıkıh saha­sındaki faaliyetleri olarak değerlendir­mek mümkündür. Aynı şekilde akaidle ilgili hadisleri topladıkları kitaplar ehl-i hadîsin bu konudaki kanaatini, akaidle ilgili naslara te’vilsiz bağlılığını ortaya koymaktadır. Ehl-i hadîsi savunmak, onlan tanıtmak veya bazı konulardaki gö­rüşlerini belirlemek maksadıyla da ki­taplar yazılmıştır. Bunlardan bazıları şun­lardır: İbn Kuteybe, Te’vîlü muhtelifi’l-hadîş; Hatîb el-Bağdâdî, Şerefü aş-hâbi’l-hadîş; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhaki, el-îctikâd ve’1-hidâye ilâ se-bîli’r-reşâd ‘alâ mezhebi’s-selef ve aş-hâbi’l-hadîş; İsmail b. Abdurrah-man es-Sâbûnî, cAkidetü’s-seîef ve as-hâbi’l-hadîş, Zama­nımızda yapılan çalışmalar arasında, Ab-dülmecîd Mahmûd’un eî-İtücöhâtü’1-hk-hiyye ‘inde aşhâbi’l-hadîs fi’1-karnî’ş-şâlişil-hicri’si ile Mehmet Hayri Kırbaşoğlu’nun Ashâbü’l-Hadîs’e Göre Allah’ın Sıfatları Prob­lemi adlı doktora tezi zikredi­lebilir.

Diğer taraftan XIX. yüzyılın sonunda Hindistan ve Pakistan’da, tarihî ehl-i ha­dîs çizgisini devam ettirmek isteyen ye­ni ehl-i hadîsçiler görülmüş olup bunlar Sıddîk Hasan Han’ın (ö. 1307/1890) eser­leri ve Delhi’de yarım asırdan fazla bir zamanda birçok talebe yetiştiren Nezîr Hüseyin’in (ö. 1320/1902) öğretim faali­yetlerinin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Hin­distan’daki ehl-i hadîsin en müessir şah­siyetleri arasında, görüşleri sebebiyle Af­ganistan’dan sürüldüğü için Amritsar’a yerleşen Mevlevi Abdullah Gaznevî (ö 1298/1881), yıllarca İşâ’atü’s-sünne ad­lı aylık bir dergi çıkaran Mevlevî Muham-med Hüseyin (o. 1920) ve 1947 yılından itibaren haftalık Ahi al-Hadîth dergisini yayımlayan ve bu harekete birçok ünlü kişiyi kazandıran Ebü’l-Vefâ Senâ-ullah (ö. 1948) zikredilebilir. Ebü’l-Vefâ. İlk yıllık toplantısını 1912de yapan Ali India Ahl-i Hadith Conference’ın orga­nizasyonunda da önemli rol oynamıştır. Yeni ehl-i hadîs sadece sahih hadisle amel edileceğini, yeterli bilgisi olan her­kesin ictihad yapabileceğini söylemek­te, tevhid inancı ve gaybı yalnız Allah’ın bileceği konuları üzerinde durmakta, tak­lide ve bid’atlara karşı çıkmaktadır. Bu tutumları sebebiyle Vehhâbîlik’le itham edilen bu grup, Vehhâbîlerin Hanbelî, dolayısıyla mukallit olduklarını söyleye­rek bu iddiayı reddetmiştir. Kendilerine has yayınları, camileri ve eğitim yerleri bulunan yeni ehl-i hadîs bir yandan Hin­du, Kâdıyânî ve hıristiyanlara karşı mücadele verirken öte yandan dinî haya­tı saflaştırma düşüncesiyle hurafelere karşı da mücadele etmekte, hadis öğre­timini yaygın hale getirmeye çalışmak­tadır.

Fıkıh. 11. (Vlll.) yüzyıldan sonra or­taya çıkan ve daha çok hadise ağırlık ve­ren Medine merkezli fıkıh ekolüne de ehl-i hadîs adı verilir.

Fıkıh tarihinde, II. (VIII.) yüzyılın baş­larından IV. (X.) yüzyılın başlarına kadar süren yaklaşık 200 yıllık dönem büyük müctehidlerin yetiştiği, onlara ait müs­takil ictihad metotlarının belirginleştiği ve fıkhın tedvin edilip geliştiği bir dö­nem olarak kabul edilir. Emevîler dev­rinde Medine ekolü – Küfe ekolü veya Hi-cazlılar-Iraklılar şeklinde bir ayırım için­de kendini gösteren fıkhî gruplaşma, II. yüzyıldan itibaren daha çok ehl-i hadîs ve ehl-i re’y olarak anılmaya başlan­mış, bu ayırım farklı fıkıh, kelâm ve fel­sefe ekollerinin, hatta tasavvufî tema­yüllerin ağırlık kazandığı dönem ve böl­gelerde farklı tanım ve kapsamlar ka­zanmakla birlikte asırlar boyunca de­vam etmiştir.

Gerek dört halife gerekse Emevîler döneminde birçok sahâbî İslâm’ı tebliğ, cihad, eğitim ve öğretim gibi amaçlarla ülkenin çeşitli bölgelerine gitmiş, ora­da yerleşmişti. Bunlar, etraflarında kur­dukları ders halkaları ve yetiştirdikleri öğrenciler sayesinde daha sonraki ne­sillerde genişleyerek gelişecek olan bir ilmî ve fikrî faaliyet başlatmışlardı. Özel­likle Küfe ve Basra Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde kurulmuş iki şehirdi ve İbn Mes’ûd, Sa’d b. Ebû Vakkâs, Ammâr b. Yâsir, Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Mugîre b. Şu’-be, Enes b. Mâlik, Huzeyfe b. Yemân, İmrân b. Husayn ve daha birçok sahâbî buraya yerleşmiş, Hz. Ali’nin Kûfe’yi hi­lâfet merkezi yapmasıyla Irak daha da büyük bir önem kazanmıştı. Bütün bu gelişmelere rağmen Medine, Dımaşk’ın hilâfet merkezi olduğu Emevîler döne­minde de hâlâ ashabın büyük çoğunlu­ğunu barındırma özelliğini korumaktay­dı. Mâlik b. Enes’in ifadesine göre 10.000 sahâbî ölünceye kadar burada yaşamış, diğer bölge ve şehirlere gidenlerin top­lam sayısı 2000 civannda olmuştur. Bu­nun İçin de Medine, dört halife döne­minde üstlendiği Kur’an ve Sünnete da­yalı dinî bilgiye öncülük etme rolünü Emevîler devrinde de devam ettirmiş, sa­habe devrinden itibaren Medine’de güçlü bir ilmî muhit ve gelenek ortaya çık­mıştır.

Fıkıh tarihçileri, Emevîler döneminde­ki Medine fıkhının sahabeden Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit. Abdullah b. Ömer, Hz. Os­man, Hz. Âişe, Abdullah b. Abbas gibi fakiri sahâbîlere dayandığını, bilhassa ilk üç sahâbînin bunda önemli tesirinin bulunduğunu kaydederler. Bu sahâbîle-rin ilminin Özellikle Safd b. Müseyyeb, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Urve b. Zü-beyr b. Avvâm, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Hârice b. Zeyd, Kasım b. Muhammed b. Ebû Bekir, Süleyman b. Ye-sâr, Kabîsa b. Züeyb, Abdülmelik b. Mer-vân, Ebü Seleme b. Abdurrahman b. Avf. Ebân b. Osman b. Affân, Salim b. Abdul­lah b. Ömer’den oluşan ve ilk yedisi “fu-kahâ-i seb’a” olarak anılan on iki tâbir fakihi tarafından iyice özümsenip Nâfi’, Zührî, Ebü’z-Zinâd. Rebîatürre’y. Yahya b. Saîd gibi bir sonraki nesli teşkil eden âlimlere aktarıldığı kaydedilir. Tabiîn devrinde Medine’nin hadis ve fıkıh ilmi­ni birinci dönemde Saîd b. Müseyyeb, ikinci dönemde ise Nâfi’ ve Zührî sim­gelemektedir. İmam Mâlik’in yetiştiği üçüncü döneme de ilim bu kanaldan in­tikal etmiştir. İmam Mâlik, Leys b. Sa’d’a yazdığı mektupta bu ilmî mirası ve Me­dine halkının dinî yaşayış ve geleneğini hem iftihar vesilesi hem de sağlam bil­gi kaynağı olarak tanımlarken Medineli hadis ve fıkıh bilginlerinin ortak kana­atini yansıtmaktadır. Medine merkezli bu fıkhı-ilmî gelenek sahabe ve tabiîn döneminde “Medine ekolü (medresetü’l-Medîne). Medineliler (ehlü’l-Medîne) veya Hicazlılar (ehlü’l-Hicâz)” şeklinde anılmak­ta ve daha çok üstat, muhit ve malze­me farklılığına dayanan bir ekolleşme görünümünde iken Abbasîler devrine gi­rildiğinde “ehlü’l-hadîs, ashâbü’l-hadîs, ehlü’l-eser, ehlü’1-ilm” gibi adlarla anıl­maya, hadis ve re’yle ilgili bazı prensip tartışmaları da yapılmaya başlandı. Ge­rek bu adlandırmada gerekse bu gru­bun hadis ve re’y anlayışında, içinde bu­lundukları şartlar kadar alternatif bir ekol olan Irak ekolünün veya ikinci dö­nemdeki adlandırmasıyla ehl-i re’yin de önemli tesiri olmuştur.

Dört halife döneminden itibaren Irak ve özellikle kurulduğu tarihten itibaren Küfe şehri önemli bir ilim merkezi ol­maya başlamıştı. İbrahim en-Nehaî, Kû-fe’ye Bey’atürndvân’da bulunan sahâbî-lerden 300. Bedir Gazvesi’ne katılanlar­dan da yetmiş kişinin gelip yerleştiğini söylemektedir. Irak fıkhı sahabeden Abdullah b. Mes’ûd’a. bir ölçüde de Hz. Ali ve Hz. Ömer’in fık­hına dayanır. İkinci kuşakta yer alan Al-kame b. Kays, Mesrûk b. Ecda’. Abîde es-Selmânî, Esved b. Yezîd, Şüreyh b. Haris ve İbrahim en-Nehaî gibi fakihler İrak fıkıh ekolünün kuruluşunda önemli rol üstlenmişlerdir. Bu grubun temsilci­si durumundaki İbrahim en-Neharden sonra İraklı fakihlerin daha çok ehl-i re’y olarak anılmaya başlandığı görülür. Bu gelişmeler sonunda Eme­vîler döneminde Medine’nin yanı sıra Kü­fe de devrin önemli bir ilim merkezi ko­numunu kazanmış ve bu durum uzun süre devam etmiştir. İmam Mâlik’e so­ru soran birinin, “Dımaşklılar bu konu­da sana muhalefet ediyorlar” demesi, onun da bu kişiye, “Dımaşklılar, Medi-neliler’e ve Kûfeliler’e ait olan bu ilmî seviyeyi ne zaman elde etmişler?” diye sorması da bunu ifade eder. Eme­vîler döneminde Medine ve Küfe merkez­li bu iki fıkıh ekolü arasında görünürde sadece hoca, çevre ve dinî bilgi kaynak­ları açısından farklılık mevcutken Abba­sîler döneminden itibaren hadis ve re’y­le ilgili bazı prensip ve anlayış farklılık­ları da belirginleşmeye, buna bağlı ola­rak farklı görüşler ortaya çıkmaya baş­lamıştır. Yeni meseleler karşısında üre­tilen çözümlerin veya takınılan tutum­ların diğer ilim merkezlerinde tartışıl­maya başlanması ekolleşmeyi daha da arttırıcı bir rol üstlenmiş, bu gelişmeler hem ehl-i re’y ve ehl-i hadîs şeklinde adlandırılan iki fıkıh ekolünün, hem de bunların içinden Hanefî ve Mâliki hukuk ekollerinin doğmasını hızlandırmıştır.

Ehl-i hadîs ve ehl-i re’y tabirleri fıkıh tarihi açısından ilk bakışta. Abbasîler dö­nemiyle birlikte iyice belirginleşen iki farklı fıkhî ekol ve temayülü ifade eder görünmekte ve ehl-i hadîs tabiriyle İmam Mâlik’in şahsında temsil edilen Medine fıkhı kastedilmekteyse de bu iki tabire veya benzeri diğer tabirlere değişik şa­hıs ve gruplar tarafından değişik dönem­lerde farklı anlamlar yüklendiği de ol­muştur. Dolayısıyla bu tabirlerin kap­sam ve kullanım alanı hadis ve re’y ke­limelerine verilen anlamla, karşıt görü­len grubun metot ve fikirleriyle, döne­min şartlarıyla yakın bağlantı içinde ol­muştur. Bunun için de ehl-i hadîsin kim­liğini tesbitte önemli güçlükler bulunduğu görülür. Meselâ Ebû Bekir b. Ay-yâş’ın, “Her devirde ehl-i hadîsin diğer âlimlere nisbeti ehl-i İslâm’ın diğer din mensuplarına nisbeti gibidir” sözünü nakleden Şa’rânî. buradaki ehl-i hadîs ifadesinin bütün Ehl-i sünnet fakihle-rini kapsadığını söyler. İbn Kuteybe. aralarında İmam Mâlik ve Evzâî’nin de bulunduğu birçok mücte-hidi ashâb-ı re’yden sayarken fıkıhta pek şöhreti olmayıp sadece hadis rivayetiyle uğraşanları da ehl-i hadîs olarak adlan­dırır ve Ahmed b. Hanbel’i her iki züm­renin dışında tutar. Aynı müellif Te\îlü muhtelifi’l-hadîş adlı eserinde İse ehl-İ re’y olarak sadece Ebû Hanîfe ve arkadaşlarından söz eder. Makdisî bir yerde Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûye’yi ashâbü” I -hadîsten kabul ederken bun­ları Hanefî. Mâlikî. Sâf iî ve Zahiri gibi fı­kıh mezhebi önderleri arasında saymaz. Bir yerde Şafiî mezhebini Hanefî mez­hebine muhalif olarak ashâbü’l-hadîs içinde zikrederken bir başka yerde Ebû Hanîfe ve Şafiî’yi Ahmed b. Hanbel’in hilâfına ehl-i re’yden sayar. TİrmİZÎ es-Sünen’in birçok yerinde Şafiî’yi ashâbü’l-hadîsten göstermeye önem verir. Beyhakide Hanefîler dı­şında kalan üç fıkıh mezhebini ehl-i ha­dîs olarak nitelendirir.

Şehristânî’ye göre müctehidler ashâ­bü’l-hadîs ve ashâbü’r-re’y şeklinde iki grupta toplanır, üçüncü bir grup yoktur. Ashâbü’l-hadîs Hicazlılar yani Mâlik, Şa­fiî, Sevrî, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî ve taraftarlarıdır. Ashâbü’r-re’y ise Iraklılar yani Ebû Hanîfe ve arkadaş­larıdır. Onun bu ayırımı sonraki dönem­de birçok müellif tarafından da benim­senmiştir. Fahreddin er-Râzî ashâbü’l-hadîsi insanları hadislere bağlanmaya teşvik eden, bunun dışındakilere tutun­maktan sakındıran, hadislerden hüküm çıkarıp fikrî münakaşa ve çözüm üret­mede başarılı olan kimseler olarak ta­nımlayıp bu sıfatın Mâlik, Ahmed b. Han­bel, İshak b. Râhüye ve taraftarlarına da verilebileceğini, ancak bu adlandırmaya en çok Şâfiîler’in lâyık olduğunu ifade eder Mâlikî ve Şafiî hatta Hanbelî fıkıh ekollerine mensup müellifler de genel­de bu üç ekolü ehl-i hadîs, Hanefî fakih-lerini ise ehl-i re’y olarak adlandırma te-mayülündedirier. İbn Haldun bu ikili ayı­rıma ehl-i zahiri de ilâve ederek üçlü bir kategori oluşturmuş. Şah Veliyyullah da buna yakın bir taksimi ehl-i re’y, ehl-i zahir ve ikisi arasında kalan Ehl-i sünnet’ten muhakkıklar şeklinde yapmıştır.

Ancak bazan ehl-i hadîsten Ehl-i sün-net’in kastedildiği ve bu tabirin ehl-i bid’atın karşılığı olarak kullanıldığı, bu durumda Hanefî imamların da bu sınıf­tan sayıldığı görülür.

Emevîler döneminden itibaren Hicaz fıkhı ile Irak fıkhı arasındaki önceleri üs­tat muhit ve bilgi, sonraları ise metot ve görüş farklılığına dayanan rekabet ve fikrî çekişme ortamı Hanefîler’in ehl-i re’y, karşılarında ortak cephe oluşturan Mâlikî ve Şâfiîler’in de ehl-i hadîs ola­rak adlandırılmasının başta gelen se­bepleri arasında yer alır. Ancak Ahmed b. Hanbel’in, halku’l-Kur’ân tartışma­sıyla birlikte Mu’tezile karşısında gele­neksel düşüncenin ve geniş müslüman kitlenin önderi olarak görülmesi ve mu-haddislerin fıkhının Ahmed b. Hanbel ile ekolleşmesi, ehl-i hadîs ile ehl-i re’y ayırımına ve hadise bağlı fıkıh anlayışı­na yeni bir boyut getirmiştir. Bu yeni fık­hı anlayışın ortaya çıkmasından sonra o zamana kadarki yaygın fıkhî ekoller, meselâ Hanefî, Mâlikî ve Şafiî ekolleri ve taraftarları ehl-i re’y. Hanbelîler ise ehl-i hadîs olarak anılmaya başlanmış­tır. Ancak Bişr b. Gıyâs ve İbn Ebû Duâd gibi bazı Mu’tezilî âlimlerin Hanefî mez­hebine mensup olması, ehl-i re’ye karşı yöneltilen suçlamalarda Hanefîler’in ön planda tutulmasının bir sebebini oluş­turmuştur. Aynca bu ikili ayırımda, “Ev-zâî’nin, Mâlik’in ve Ebû Hanîfe’nin ileri sürdükleri görüşler şahsî kanaatlerin­den başka bir şey değildir ve bana göre bunların hepsi birdir; asıl deliller ise nas-larda ve benzeri nakillerde mevcuttur” diyen Ahmed b. Hanbel’in tavrı da et­kili olmuştur. Böylece Mâlikîler’in Hane-fîler’e, Şâfiîler’in de bu iki ekole karşı ileri sürdüğü hadise dayalı fıkıh anlayı­şını geliştirme iddiasını bu defa Hanbe­lîler ilk üç fıkıh ekolüne karşı ileri sür­meye başlamışlardır. Hanbelî fıkhının or­taya çıkmasıyla benimsenmeye başlanan bu ikili ayırımı esas alan çağımızın bazı fıkıh tarihçileri de ehl-i hadîsi müfrit eserciler-mutedil eserciler şeklinde iki­ye ayırırlar. Birinci grubu teşkil edenler re’yi ve bunun en önemli unsuru olan kı­yası, sahabe ve tabiîn fetvalarını kabul etmezler. Bazı Mu’tezile âlimlerinden başka Ehl-i sünnetten Dâvûd ez-Zâhirî ve İbn Hazm’ın önderliğini yaptığı Zahirî fakihleri bu grubu oluşturur. İkinci gru­bu meydana getiren mutedil eserciler ise genellikle hadis bilginleridir. Bunlar re’y ve kıyası inkâr etmemekle birlikte ona nadiren başvururlar; hadislerden başka sahabe ve tabiîn fetvalarını da delil ola­rak kullanırlar. Henüz vuku bulmamış meselelere cevap vermedikleri gibi ha­dis ve esere hiçbir re’yi tercih etmezler. En önemli temsilcileri olarak Şu’be b. Haccâc, Hammâd b. Zeyd, Ebû Avâne el-Vâsıtî, Ma’mer b. Râşid, Leys b. Sa’d, Süfyân b. Uyeyne. İbn Ebû Şeybe, Ah­med b. Hanbel ve meşhur altı hadis ki­tabının müellifi hadisçiler sayılabilir. Fık­hî meselelerin çözümünde, re’y ve hadi­si kullanmada gösterdikleri ilmî tavır ve metoda göre yapılan bu tasnifin tabii sonucu olarak re’ye sıklıkla başvuran Ebû Hanîfe ve diğer Hanefî müctehidleri ka­dar İmam Mâlik, Şafiî, Evzâî, Süfyân es-Sevrî gibi fakihler de ehl-i re’yin mute­dil re’yciler kısmını teşkil edecektir.

Fıkıh tarihi içinde farklı dönem ve mu­hitlerde farklı fıkhî ekolleşmeler ve an­layışlar doğduğundan ehl-i hadîs tabi­ri, özünde hadise bağlılık iddiasını taşı­makla birlikte kullanıldığı döneme ve karşıt gruba göre farklı anlam ve kap­samlar taşıyabilmekte, bunun tabii so­nucu olarak ehl-i hadîsin kimliğini be­lirlemek ve tanımlamak kadar onun ha­dis ve re’y anlayışlarını tesbit de olduk­ça güçleşmektedir. Başta İmam Mâlik olmak üzere o dönemde Hİcazlılar, ken­di ellerinde bulunan hadislerin diğer böl­gelerde bilinen hadislerden daha sağ­lam ve güvenilir olduğuna inanmakta, hatta Iraklılar’ın ve Şamlılar’ın elinde bulunan hadisleri kendileri teyit ve tas­vip etmedikçe delil saymamakta idiler. İmam Mâlik’in, “Harreteyn (Medine çev­resindeki taşlık bölge) sınırları dışında kalan hadis gücünü yitirir” sözüyle, “Irak-lılar’ın hadislerini Ehl-İ kitabın sözü gibi kabul edin; onları ne tasdik ne de tek­zip edin” şek­lindeki yaklaşımı bu anlayışın sonucudur. Hicaz âlimlerini böyle düşünmeye sev-keden âmil, onların mevcut bütün ha­disleri bildiklerine kesin olarak inanma­ları, diğer bölgelerdeki hadisleri ise sıh­hati sabit oluncaya kadar şüpheyle kar­şılamalarıdır. Medine’de sözlü olarak nakledilegelen hadisin yanı sıra şehir halkının dinî hayatı yani yaşayan sün­net de dinî delil olarak algılandığından Hİcazlılar eser yönünden zengin bir malzemeye sahipti. Öte yandan Medine’de hayatın sadeliğini koruması, diğer böl­gelerdeki çevre farklılığının ve yeni kül­türlerle tanışmanın yol açtığı fıkhî ve fik­rî tartışmaların bu şehre pek taşmamış olması da onların mevcut hadislerle ve Medine halkının örfüyle yetinmesine im­kân veriyordu. Henüz vuku bulmamış farazi meseleleri tartışmaya, hadisin bu­lunmadığı konularda re’y ve içtihada da­yanarak yeni çözümler üretmeye de sı­cak bakmıyor, re’y ve kıyasa ise sadece çok gerekli olduğunda başvuruyorlardı. Re’yi de iyi ve kötü diye ikiye ayırıp iyi (memdûh) re’y ile sahabenin ve tabiînin ümmet tarafından hüsnü kabul görmüş fetvalarını, kötü (mezmûm) re’y ile de herhangi bir nassa dayanmayan, hadise aykırı düşen şahsî yorumları kastediyor­lardı. Ancak o dönemde bütün Medineli fakihlerin bu görüş ve tutum içinde ol­duğunu söylemek de zordur. Medine’de Rebîatürre’y gibi re’y ile fetva vermek­le isim yapmış fakihler bulunduğu gi­bi Irak’ta da Mesrûk b. Ecda”, Şa’bî, Ha-san-ı Basrî gibi ehl-i hadîs olarak nite­lendirilebilecek çok sayıda fakih mev­cuttu.

Ehl-i hadîsin, hakkında âyet veya ha­dis bulunan konularda nassı esas alıp bulunmadığı konularda re’y ve içtihada başvurmak yerine susmayı tercih etme­si, yeni veya muhtemel olayların çözü­mü üzerinde fıkhî tartışmalara pek gir­memesi, sahabe ve tabiîn fakihlerinden bir kısmının da tercih ettiği bir tutum­du. Re’y ile hüküm vermenin yanlışlığı­na dair ilk nesillerden gelen rivayetler, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Ammâr b. Yâsir, hatta Hz. Ömer gibi sahâbîle-rin henüz vuku bulmamış olaylar hak­kında soru sormayı yasaklaması, ehl-i hadîsin re’ye dayanarak hüküm vermeyi ihtiyatla kar­şılamasında ve farazî fıkıhla ilgili çekim­ser tavırlarında etkili olmuştur. Nitekim İmam Mâlik bir defasında, öğrencilerin­den Esed b. Furât’ın ortaya attığı farazî meselelerin bir veya ikisini cevaplandır­dıktan sonra bu kadarının kâfi olduğu­nu, re’y ile hüküm vermeyi istemesi ha­linde Irak’a gidip Muhammed b. Ha-san’ın derslerine devam etmesi gerek­tiğini söylemiştir. Ancak başta İmam Mâ­lik olmak üzere 11. (VIII.) asırdaki ehl-i hadîsi re’y ve ictihaddan uzak duran ve onu hiç kullanmayan kimseler olarak görmek de doğru olmaz. Belki onlan ha­disin tesbit ve tahkikine önem veren, hadisle, sahâbe-tâbiîn fetvasıyla ve Me­dine’de yaşayan sünnetle yetinme imkâ­nı daha çok olan, ancak gerekli olduğun­da da re’y ve kıyasa başvuran kimseler olarak tanımlamak daha doğru olur. Esa­sen iki ekol arasındaki farklılık da ha­dis veya reyi kabul noktasına dayanmamaktadır. Fahreddin er-Râzî, Şafiî’den önce ehl-i hadîsin sadece hadislerin me­tinlerini bilen kimseler olduğunu, hadis ve eserden hüküm çıkarıp ehl-i re’y ile mücadele edebilecek durumda bulun­madıklarını ifade ederken, yalnız hadis rivayetiyle meşgul olan bu kimselerin Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik gibi re’y ile hüküm veren ve hatta zaman zaman ba­zı gerekçelere dayanarak bir kısım ha­dislerle amel etmeyi terkeden ehl-i re’y karşısında sessiz kaldıkları iddiasını di­le getirmektedir. İbn Kayyım el-Cevziy-ye ve Zehebî gibi diğer âlimlerin de ehl-i hadîse karşı bu tür tenkitleri vardır. Emevîler devrinde re’ye karşı çıkarak sadece hadis rivayetiyle meşgul olan ve­ya daha sonraki dönemde halku’l-Kurân ve mihne olayından sonra re’y ve içti­hada karşı iyice tavır alıp sıkı bir şekil­de hadislere bağlı kalan ehl-i hadîs hak­kında geçerli sayılabilecek bu tenkitleri, gerek İmam Mâlik gerekse İmam Şafiî’­nin temsil ettiği ehl-i hadîs grubu için haklı bulmak mümkün değildir. Nitekim Hanbelî fakihi İbn Receb de ehl-i hadî­sin bir kanadına benzeri bir tenkitte bu­lunarak İslâm âlimlerini yeni meseleler karşısında çözüm üretebilmeleri açısın­dan öç gruba ayırarak inceler. Birincisi fıkhî meselelere zihnini kapamış, fıkhî anlayış ve tahlil gücünü geliştirememiş ve bu konudaki bilgileri naslarla sınırlı kalmış ehl-i hadîstir. İkinci grup mese­lelere çözüm üretmekte ileri giden, fara-zî fıkıh ve cedel üslûbunu geliştiren ehl-i re’ydir. Üçüncü grup ise hadisle amel eden, güç ve gayretlerini Allah’ın kitabı­nı, sahih sünneti, sahabe ve tabiîn sö­zünü anlamaya yönelten, tefsir ve hadis gibi İlimler sayesinde meseleleri anlama­ya çalışan ehl-i hadîstir. Ahmed b. Han-bel ve onu takip eden ehl-i hadîs âlim­leri bu üçüncü grubu oluşturmaktadır. Bu durumda ehl-i hadîsi de kendi ara­sında re’y. kıyas ve içtihadı tamamen reddedenler, ehl-i re’y kadar olmasa bi­le yine re’y ile amel etmenin gereğine ve doğruluğuna inananlar şeklinde ikiye ayırmak mümkün olur. Hatta II (VIII) ve III. (IX.) yüzyılda İmam Mâlik ve Şafiî ile onlar etrafında yer alan fakihler de ehl-i hadîs olarak adlandırıldığına göre ehl-i hadîsin üçlü ayırımından da söz edilebi­lir. Buna göre Mâlikî ve Şâfiîler, arala­rındaki metot ve üslûp farklılığına rağ­men re’y ve içtihadı sıklıkla kullanan ehl-i hadîs, Ahmed b. Hanbel’in etrafında yer alan fakihler mutedil re’yci ehl-i hadîs.

Zahirîler ve bir kısım muhaddisler de re’­ye tamamen karşı çıkan ehl-i hadîs gru­bunu oluştururlar. Bu üçüncü grubu teş­kil eden Zahirîler ve muhaddisler hariç tutulursa hangi gruba ve metoda men­sup olursa olsun fakihler arasında ge­rek sahih hadisi delil almada, gerekse bir fıkhî meseleyi re’y ve ictihadla çöz­menin cevazında ciddi bir görüş ayrılığı yoktur. Her ekol diğerini hadisi terket-mek, re’y ve şahsî temayülü ile hüküm vermekle tenkit etmiş, kendisinin hadi­se ve nassa daha bağlı olduğunu veya isabetli bir görüşe sahip bulunduğunu ileri sürmüşse de her bir fıkhî görüşün savunulabilir haklı bir naklî veya aklî gerekçesinin bulunduğu görülür. Nite­kim Ahmed b. Hanbel’in özellikle itikadî alanda verdiği mücadele esnasında ser-dettiği görüşleri etrafında oluşan ehl-i hadîs grubu katı bir tavır sergileyerek re’ye karşı güçlü bir mukavemet göster-mişlerse de zamanla bu tavırlarını yu­muşatmış, re’yi de önemli bir fıkhî bilgi kaynağı olarak kullanmaya başlamışlar­dır. Hanbelîliğin fıkıh ekolü haline gel­mesi de bu gelişmelerin sonucudur. Bu sebeple re’y ve ona dayalı olarak yapı­lan kıyas, ehl-i hadîs ile ehl-i re’yi veya aynı grup içindeki farklı temayülleri ayı­ran yegâne ölçü olarak alınmamalıdır. İbn Abdülberr’e göre ehl-i hadîsle ehl-i re’y arasındaki ihtilâfın sebebi Ebü Ha-nîfe’nin birçok hadisi. Kur’an’dan ve ha­dislerin bütününden çıkarılan dinin ge­nel ilkelerine arzettikten sonra uygun düşmeyenleri şâz olarak nitelendirip reddetmesidir. Şah Veliyyullah, iki ekol ara­sındaki en belirgin farkın ictihad ve nas-lardan hüküm çıkarmak değil tahrîc ol­duğunu ifade etmekte, tahrîci de, “Geç­miş imamların sözleri arasında açık hük­mü bulunmayan meseleleri aynı usule göre hükme bağlamak ve böylece mez­hep içinde ictihad etmektir” şeklinde açıklamaktadır. Hatta ehl-i hadîs ve ehl-i re’y ta­birlerinin ilk defa iki karşı ekolü, yani Medineli ve Kûfeli fakihleri ifade etme­ye başladığı hicrî II. yüzyılın ortalarına göz atılacak olursa gerek hadis gerekse re’y ile hüküm verme konusunda Ebû Hanîfe ile Mâlik arasında ciddi bir far­kın bulunmadığı görülür. Üstelik her iki bölgede de re’yi sıkça kullanan fakihle-rin yanı sıra nassın olmadığı yerde re’y ile hüküm vermekten çekinen birçok fa-kihin bulunduğu da bilinmektedir. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının ehl-i re’y, ar­dından da İmam Mâlik ve arkadaşlarının cııı-ı uduis uıyc aıııııııasnıua ley ve hadis ihtilâfından ziyade mevâlî-Arap çe­kişmesi, iki bölge arasında süregelen il­mî rekabet, İmam Mâlik’in el-Muvatta3 adlı hadis kitabını tedvîn etmiş olması, Hanefîler’in re’yi daha isabetli kullan­mış olmaları gibi faktörlerin etkili oldu­ğu söylenebilir. İbn Abdülber bu dönem­de fakihler arasındaki Arap-mevâlî çe­kişmesinin ilginç örneklerini verir. İmam Mu-hammed de Medine ehlinin hadisle ame­le önem verdiği şeklindeki yaygın kana­ati çürütmeye çalışır. Bu sebeple ehl-i hadîs ve ehl-i re’y tabirlerinin, muhaddislerin dayanışma içine girip birlikte hareket etmeye ve cerh ve ta’dîl silâhını kullan­maya başladıkları hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gündeme geldiği, söz konusu tartışmanın esasında hadisçi-lerle fakihler arasında cereyan ettiği, buna rağmen aralarında metot ve tavır benzerliği bulunan fakihlerin de zaman zaman hadisçilerle birlikte hareket et­tiği veya öyle algılandığı da söylenebilir.

Sonuç olarak ehl-i hadîs ve ehl-i re’y tabirleriyle, iki ayrı ekol olarak hadisçi-ler ve fakihler veya hadisçilerle kelâm-cılar kastedildiğinde bunlar arasındaki metot ve yaklaşım farklılığının ilk devir­lerden itibaren devam ettiği, fakihlerin kendi aralarındaki ekolleşmeleri kaste­dildiğinde ise hicrî III. yüzyıldan itibaren iki ekolün prensip ve metotlarının belir­ginlik kazandığı, aralarında yapılan tar­tışma ve bilgi alışverişinin bunları birbi­rine yakınlaştırdığı, ehl-i re’y karşısında alternatif bir görüş olarak ortaya çıkan ehl-i hadîsin zamanla re’y ve kıyası kul­lanmaya başladığı, ehl-i re’yin de hadis konusunda yeterli ölçüde titiz davranıp ekollerin birbirinden âzami derecede fay­dalandığı söylenebilir. Ahmed b. Hanbel döneminde ehl-i hadîs tabiri farklı bir boyut ve anlam kazanmış ve neredeyse Ehl-i sünnet’le aynı mânada kullanılır olmuşsa da tartışma daha çok inanç ala­nına kaydığı için fıkıh alanında hadisle ve re’y ile amel konusunda ciddi bir gö­rüş ayrılığı ortaya çıkmamıştır. Mezhep mensuplarının karşı mezhep mensuplarına hadisi terketme veya kınanmış re’y ile amel etme gibi ithamları da sübjektif değerlendirmeler­den öte geçmez ve fıkıh alanında bu dö­nemlerde ciddi bir ehl-i hadîs-ehl-i re’y çatışmasının bulunduğunu göstermez. (Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Ehl-i Hadis maddesi)

This entry was posted on Pazar, Aralık 7th, 2008 at 12:24 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz