Ehl-i Bidat
EHL-İ BİD’AT
Asr-ı saâdet’ten sonra ortaya çıkmış, şer’î bîr delile dayanmayan bazı inanç ve davranışları benimseyen gruplar anlamında bir tabir.
Sözlükte “dinle ilgili olarak yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelen ehl-i bid’at (ehlü’l-bid’a, çoğulu ehlü’1-bida’), terim olarak farklı şekillerde yorumlanmakla birlikte Ahmed b. Hanbel, Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, İbn Hazm, Şehristânî ve Süyûtf gibi âlimlerce yapılan tariflerde genellikle ortak nokta “sünnetin terkedilmesi”dir. Buradaki “sünnet”. Resûlullah ile ashap topluluğunun İslâm’ın inanç ilkeleri demek olan akaid alanında takip ettikleri yol anlamına getir. Buna göre ehl-i bid’at, “aklı esas alıp nasları te’vil etmek suretiyle Hz. Pey-gamber’den sonra sünnete aykırı bazı inanç ve davranışları benimseyenler” şeklinde tarif edilebilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ehl-i bid’at tabiri geçmemekle birlikte “b-d-‘a” kökünden türeyen bedî\ bid’ ve ibtidâ’ kelimeleri dört âyette yer almıştır. Bu âyetlerin birinde, Allah tarafından farz kılınmadığı halde Hz. îsâ’dan sonra hıristiyanlarca ruhbanlığın icat edildiği belirtilerek bir anlamda bunu yapanlar bid’at ehli olarak kabul edilmiştir. Diğer İki âyette bedf kelimesi. Allah’ın gökleri ve yeri örneksiz bir güzellikte yarattığını, bid1 ise Hz. Peygamber’in risâlet ve nübüvveti ilk defa icat eden kişi olmadığını belirtmek için kullanılmıştır. Bir rivayete göre İbn Abbas, kıyamet günü bazı kimselerin yüzlerinin kararacağını haber veren âyette kastedilenlerin ehl-i bid’at olduğunu söylemiştir. Şâtıbî, müteşâbih âyetleri te’vil edenlerin kalplerinde sapıklık bulunduğunu ifade eden âyetin, Şevkânî de Allah’ın âyetlerini alay konusu yapan müşriklerden bahseden âyetin ehl-i bid’ata işaret ettiğini kaydetmişlerdir. Ancak bu âyetlerin müslümanlan değil kâfirleri konu aldığı düşünülürse yukarıdaki görüşlerin indî telakkiler niteliğinde olduğu ortaya çıkar.
Hadis literatüründe bid’at kavramının geniş bir şekilde yer aldığı dikkati çekmektedir. Konuyla ilgili rivayetlerde sonradan ortaya çıkan her şeyin bid’at, her bid’atın ise sapıklık olduğu belirtilmiş, ayrıca çeşitli gruplara ayrılmak suretiyle dinlerini parçalayanların bid’at sahibi oldukları ve böylelerinin tövbe ve ibadetlerinin kabul edilmeyeceği ifade edilmiştir. Ancak bu rivayetlerin bir kısmı is-nad, bir kısmı da metin bakımından zayıf görülmüştür. Bu konuya dair literatürden anlaşıldığına göre ehl-i bid’at tabiri lafız olarak hadislerde geçmemekte, fakat müteahhir bazı kaynaklarda Hz. Peygamber’e nisbet edilen rivayetlerde bu tabire rastlanmaktadır. Hatta bunların bir kısmında ehl-i bid’ata ilişkin hadislerin mü-tevâtir olduğu iddialarına bile yer verilmiştir. Ayrıca kaynaklarda ashabın ileri gelenlerinden Muâz b. Cebel, İbn Mes’Ûd, İbn Ömer ve İbn Abbas’a, her türlü bid’atla bunları benimseyenlerin tenkidine dair çeşitli rivayetler nisbet edilmiştir. Bu rivayetlere göre ashap yeni zuhur eden olaylar karşısında itikadı problemlere dalıp görüş beyan etmekten sakınmış ve müslümanları bu tür görüşlere itibar etmemeleri için uyarmıştır. Hadisleri derleyen âlimler Kaderiyye, Cehmiyye, Mür-cie, Râfıza (Şîa) gibi fırkaların kınanmasını konu alan ve Hz. Peygamber’e atfedilen rivayetlerle ehl-i bid’atın kastedildiğini düşünerek bunlan “bid’attan sakınmanın lüzumu ve sünnete bağlanmanın gerekliliği” gibi bablarda toplamışlardır. Kaynaklarda ehl-i bidat karşılığında bazan “ashâbü’l-bida’, ehl-i ehvâ, mübtedia, ehl-i dalâlet ehl-i zeyğ” gibi tabirler de kullanılır.
Ehl-i bid’at teriminin ne zaman ortaya çıktığı ve ilk defa kimin tarafından kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte rivayete göre Hasan-ı Basrî Ehl-i sünnetin yanı sıra ehl-i bid’at tabirini de kullanmıştır. Buna göre söz konusu tabir hicrî I. yüzyılın ikinci yansından sonra ortaya çıkmıştır. Sünnete bağlanıp bid’attan kaçınmanın gereğine işaret eden rivayetlerin hadis mecmualarında bir araya getirilmesinden, ayrıca bazı âyet ve hadislerin bid’at ehline işaret ettiğine dair açıklamaların kaynaklarda nakledilmesinden sonra ehl-i bid’at terimi III-IV. (1X-X.) yüzyıllara ait eserlerde fazlaca yer almaya başlamış ve bunların tesiriyle Ehl-i sünnet âlimlerince Cehmiyye, Havâric, Mürcie, Şîa, Kaderiyye, Mu’te-zile gibi fırkalar ehl-i bid’at olarak kabul edilmiştir.
Kaynaklar ehl-i bid’atın ortaya çıkışını genellikle, naslann zahiri mânalarının akla aykırı olduğunu zannedip bunları teVil etmek. Kur’an ve Sünnet hakkında yeterli bilgiye sahip bulunmamak, birtakım felsefî görüşleri mutlak doğrular olarak kabul edip nasları bunlarla uzlaştırmaya çalışmak, uydurma ve zayıf hadislere dayanmak, başka dinlerin, siyaset ve kültürlerin tesirinde kalmak. Kur’an ve Sünneti dikkate almayıp şeytanî telkinlere kapılmak. Kur’an ve Sün-net’i bazı siyasî ve ideolojik görüşler doğrultusunda yorumlamaya çalışmak gibi sebeplere bağlarlar.
Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra müslümanlar arasında baş gösteren siyasî görüş ayrılıkları yeni bazı itikadı görüş ve anlayışların doğmasına sebep olmuştur. Hz. Ali’nin Kur’an’ın hükmüne uymadığını iddia eden bir grup (Haricîler) ortaya çıkarak onu tekfir etmiş, buna karşılık hilâfetin sadece Ali ile evlâdının hakkı olduğunu ileri süren Şîa zuhur edip muhaliflerini tekfir etmiş, daha sonra her iki grubun görüşlerini de aşırı bularak Hz. Osman ile Hz. Ali’yi tekfir etmenin yanlış olduğunu kabul eden Mürcie teşekkül etmiştir. Diğer taraftan, I. yüzyılın sonlarına doğru henüz bir kısım sahabenin hayatta iken Ma’bed el-Cühenî iman esaslarından sayılan kaderi inkâr etmiştir. Onun Gaylân ed-Dı-maşkî ve Yûnus el-Esvâri tarafından benimsenen bu görüşü hakkında ashaptan Abdullah b. Ömer’in düşüncesi sorulunca Abdullah bu tür inançlardan kendisinin uzak olduğunu söylemiştir. Böylece Kaderiyye’ye ait ayırıcı ilk görüşler belirmeye başlamıştır. Aynı dönemde Ca’d b. Dirhem Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve ilâhî sıfatların bulunmadığını ileri sürmüş, insana ait herhangi bir İradenin mevcut olmadığını iddia eden Cehm b. Safvân onun bu görüşlerini savunup yaymaya çalışmış ve Cehmiyye fırkası ortaya çıkmıştır. Bütün bu fikrî hareketler muhafazakâr çoğunluk tarafından Kur’an’a, sünnete ve ashabın icmâına aykırı telakki edilerek mensuplanna bid’at ehli nazarıyla bakılmıştır. II. {Vill.) yüzyılda Vâsıl b. Atâ ve Amr b. Ubeyd’in öncülüğünde Mu’te-zile hareketi başlamıştır. Bu hareket ilâhî sıfatlar, rü’yetullah. İrade hürriyeti, kader, büyük günah (kebîre) işleyenin durumu, âhiret halleri gibi belli başlı iti-kadî konularda yeni görüşler ileri sürüp bunları kelâm adı verilen bir disiplinin çerçevesinde kendine has metotlarıyla temeliendirmeye çalışmıştır. Siyasî görüş ayrılıklarına bağlı olarak ortaya çıkan Şîa’nın da zamanla temel konularda Mu’tezile’nin görüşlerini benimseme-siyle ehl-i bid’at daha belirgin bir hale gelmiş oldu. Yine II. yüzyılda başta mü-fessir Mukatil b. Süleyman olmak üzere Hişâm b. Hakem, Hişâm b. Salim gibi âlimler antropomorfist bir ulühiyyet telakkisini ortaya koyup savunmuşlar ve Müşebbihe ile Mücessime’nin teşekkülüne zemin hazırlamışlardır. Daha sonra Kerrâmiyye’ye mensup bazı fırkalarla Ahmed b. Hanbel’e bağlı olduklarını iddia eden bir kısım Hanbelîler bu grup içinde mütalaa edilmiştir. Buna göre muhafazakâr çoğunluk dışında oluşan fikrî ve siyasî hareketler Havâric, Şîa, Cehmiyye, Mürcie, Mu’tezile, Cebriyye, Müşebbihe ve Mücessime gibi isimlerle anılan fırkaların teşekkülüne sebep olmuştur. İslâm dünyasında iç ve dış âmillerle meydana gelen ilmî-fikrî gelişmeler sonunda III. (IX.) yüzyılın ortalarından itibaren yeni yöntemlerin belirlenmesine ve yeni açıklamaların yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur. IV. (X.) yüzyılın başlarında akaid alanıyla ilgili olarak ortaya çıkan Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye akımları bu arayışın bir sonucudur. Muhafazakâr Selefiyye ile serbest düşünceyi temsil eden Mu’tezile arasında yer alan ve özellikle metot açısından birbirine çok yakın bulunan bu akımlar gittikçe taraftar toplayarak çoğunluğun temsilcisi olmuş ve Sünnî kelâm ekolleri olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Hem ilk hem de müteahhir Selef âlimleri Kur’ân-ı Kerim’de açıkça yer almayan, Resûlullah ve ashap topluluğu tarafından dile getirilmeyen her düşünceyi geniş anlamıyla sünnet dışı saydıklarından Sünnî kelâmcılar dahil olmak üzere yukarıda adı geçen bütün grupları ehl-i bid’at olarak kabul etmişlerdir. Meselâ İbn Kuteybe, Ebû Saîd ed-Dârimî, Âcur-rî, İbn Teymiyye gibi Selef âlimleri Mâlik b. Enes, ŞâfiT. Ahmed b. Hanbel ve Evzâî gibi müctehid âlimlerden kelâm ilmi aleyhinde nakledilen birtakım rivayetlere dayanarak bütün kelâmcıların bid’at ehli olduğunu söylemişlerdir. Zira bunlann kanaatine göre kelâmcılar naslar arasında çelişki bulunduğunu ve bu sebeple aklî te’villere başvurulması gerektiğini ileri sürerek Kur’an ve Sünnet’e aykırı inançlar benimsemişlerdir. Selefıyye’ye göre Sûfiyye veya Mutasavvife de ehl-i bid’ata dahil olan gruplardandır. Zira sûfîler dinin vâ-zıı tarafından emredilmeyen birtakım zikir ve ibadetleri nerede ise farz telakki etmişler, sadece tarikat mensuplarını kardeş (ihvan) saymak suretiyle müs-lümanların çeşitli gruplara bölünmesine sebep olmuşlardır. İslâm akaidiyle bağdaştırılması mümkün olmayan vah-det-i vücûd ilkesini icat edip savunmuşlar, şeyhlerinin kabirlerini ziyaretgâh edinerek Ölülerden ve kabirlerden medet ummuşlardır. Bütün bunlar dine sonradan girmiş tehlikeli düşünce ve davranışlardır, bunları savunanlar da ehl-İ bidattir.
Mu’tezile âlimleri de ehl-i bid’atın Kur’an’a, sünnete ve hak üzere icmâ edilen hususlara aykırı görüşleri benimseyenlerden oluştuğunu kabul etmekle birlikte kendi kanaatlerinin Kur’an ve Sün-net’e uygun olduğunu, mezheplerine muhalif düşüncelerin ise sonradan ortaya çıktığını ve dolayısıyla bid’at oluşturduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre “cebir”, “irca” ve “teşbih” gibi kavramlar Emevîler devrinde ortaya çıkmıştır. Kaderci anlayış, başta Muâviye olmak üzere siyasî İcraatlarını meşrûlaştırıp halka kabul ettirmek isteyen Emevî yöneticileri tarafından öne sürülmüş ve konuyla ilgili nasların yanlış yorumlanmasının da etkisiyle zamanla çoğunluğun görüşü haline gelmiştir. Zira Allah’a isyan edip de, “Bu Allah’ın takdiridir” diyen Kaderiyye ile imanı amelden ayırıp onu sadece kelime-i şehâdeti telaffuz etmek veya bilmekten ibaret sayan Mürcie Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadislerde lanetlenmiştir. Bu sebeple Kaderiyye ile kastedilenler kaderi inkâr edenler değil kaderciliği benimseyenlerdir, Mürcie ile kastedilenler de ameli imandan ayıranlardır ki bunlar Mu’tezile dışında kalan, kendilerine Ehl-i sünnet adını verenler de dahil olmak üzere diğer gruplardır. Ashap devrinden sonra ortaya çıkan Müşebbihe Allah’ı kalp, dil gibi organları bulunan ve kelâmını konuşmadan önce kalbinde saklayan bir insana benzettiklerinden Kur’an’ın mahlûk değii kadîm olduğunu zannetmişler, yine Allah’ı cisimlere benzettiklerinden dolayı görülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Mürcie ve Havâric, kebîre sahibinin durumu hakkında ashabın icmâına muhalif görüşler ortaya atmış. Şîa ise Hz. Ali’nin icraatlarıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan yeni görüşler öne sürmüştür. Mu’tezile âlimlerinin dinî konularda aklı kullanmalarına ve re’y ile hüküm vermelerine gelince bu daha Önce Ebû Bekir, Abdullah b. Mes’ûd, Muâz b. Cebel gibi sahâbîler tarafından benimsenip uygulanmış bir yöntemdir. Şu halde Mu’tezile âlimlerine göre kendileri dışında kalan Havâric, Şîa, Mürcie, Mücbire, Müşebbihe (Selefıyye) ve Nâbite. İbnü’l-Murtazâ da İslâmî gruplar içinde Mu’tezile’nin doğru yolda bulunan en iyi fırka olduğuna dair bir rivayeti Hz. Peygamber’e nisbet ederek bu fırkanın ehl-i bid’attan sayılamayacağını demlendirmeye çalışmıştır. Havâric ise müslü-manlar arasında meydana gelen anlaşmazlığın ilâhî hükümlere göre çözümlenmesi gerektiğini savunmuş ve buna karşı çıkanları bid’at ehli kabul etmiştir.
Şîa’yı temsil eden İlk fırkalardan Key-sâniyye’nin kurucusu Muhtar es-Sekafî. başlattığı hareketin “Allah’ın kitabı ile Hz. Peygamber’in sünnetine uyum sağlamak. Ehl-i beyt’in intikamını almak ve günahkârlara karşı cihad iiân etmek” amacı taşıdığını ileri sürüp dolaylı olarak muhaliflerini ehl-i bid’ata dahil etmiştir. İmâmiyye Şîası ise Ali’nin Hz. Peygamber tarafından ilk halife olarak tayin edilmesine rağmen sa-hâbîlerin sünnete muhalefet ederek onun yerine Ebû Bekir’i seçtiğini iddia etmiştir. Şîa’nın bu anlayışına göre ehl-i bidat ashap döneminde ortaya çıkmış olup onların yolunu takip eden her fırka bid’at çerçevesi içinde kalmıştır.
IV. (X.) yüzyıldan itibaren kurulup gelişen, % 9O’dan fazla müslüman çoğunluğunun tasvibini alan ve bugün de aynı durumu koruyan Sünnî kelâm akımlarına göre teşbih veya tecsîm gibi aşırı görüşlere sapmayan bütün Selef âlimleri, şeriata uygun davranan Sûfiyye ve tabii olarak kendi mezhepleri IMâtürî-diyye, Eş’ariyye) dışında kalan fırkalar ehl-i bid’attır. Ebü’i-Yüsr el-Pezdevî gibi bazı Mâtürîdîler’in yanı sıra İbn Hazm Eş’a-riyye’yi, Adudüddin el-îcîgibi bazı Eş’a-rî âlimleri de Eş’ariyye dışındaki mezhepleri ehl-i bid’attan saymışlarsa da bu tür kanaatler her iki mezhep mensuplarının çoğunluğu tarafından benimsenen genel telakkiye aykırı düşmektedir.
Ehl-i bid’atın temel özelliklerini dört noktada özetlemek mümkündür,
a- Nas-ların ruhuna ve İslâm’ın temel yönelişlerine vâkıf olmamak veya yabana kültürlerin etkisi altında kalıp nasları uzak yorumlarla te’vile tâbi tutmak. Bunun yanında Kur’an’ın kendine has üslûp ve mantığına, Arap dilinin ifade özelliklerine bakmaksızın bazı âyetlerin ve dolayısıyla hadislerin zahirine takılıp kalmak, nasların yorumlanmasında peşin ve indî görüşleri naslara hâkim kılmak da bu özellik içinde mütalaa edilir. “Nassa veya akla körü körüne bağlılık” diye özetlenebilecek olan bu iki aşın telakkiyi itidal çizgisine çekmeyi amaçlayan Gazzâ-lî el-İktişâd îi’l-ictikâd adlı kitabını telif etmiştir,
b- İslâm’ın hem iman hem de amel açısından İlk neslini oluşturan ve son ilâhî dini fikir ve aksiyon yönüyle sonraki nesillere aktaran ashaba karşı iyi niyetli olmamak, onların özellikle dini ilgilendiren rivayet, anlayış ve uygulamalarına değer vermemek,
c- Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünnetine karşı menfi bir tavır takınmak. Kuranın genel karakteri ve İslâm’ın temel yöneliş-leriyle bağdaştığı halde kendi görüşleriyle bağdaştıramadıklan bazı hadisleri mütevâtir olmadıkları gerekçesiyle reddedenlerle, mezhebî telakkilerini desteklemek amacıyla hadis uyduranlar veya bu tür hadisleri rivayet edenler de bu grup içinde yer alır.
d- Ashaptan itibaren oluşan çoğunluğun (cemaat, cum-hûr-İ müslimîn) din anlayışından kopup ayrılmak, azınlık psikolojisi içinde karşı grupları küfürle itham etmek ve dinin temel hükümlerini sürekli olarak tartışmaya açık tutmak.
Bid’at akımı, ortaya çıktığı I. (VH.) yüzyılın sonlarından itibaren İslâm âlimleri tarafından dinin yozlaşün İması olarak görülmüş ve ehl-i bidat hakkında çeşitli değerlendirmeler yapılmıştır. Ceh-miyye, Şîa ve Mürcie’nin ehl-i bid’at içinde en tehlikeli fırkaları teşkil ettiğini genellikle kabul eden Sünnî âlimlerin bid’at ehli hakkında verdikleri hükümler farklılık arzeder. Selef âlimlerine göre bid’at ehlinin ibadetleri makbul değildir. Onlardan uzaklaşmak, hastalarını ziyaret etmemek, arkalarında namaz kılmamak, kız alıp vermemek, istişarede bulunmamak, rivayetlerini ve şehâdetlerini kabul etmemek gerekir. Eş’arî âlimlerinden Abdülkâhir el-Bağdâdî’ye göre ise Gâliyye dışında kalan bid’at mensupları müslümanlann kabristanına defnedile-bilir, savaşa katıldıkları takdirde ganimetten pay alabilirler; ancak kestikleri yenmez ve Sünnîler’in kendileriyle evlenmeleri caiz olmaz.
Ehl-i bid’atın tekfiri konusunda görüş birliği bulunmamakla birlikte büyük çoğunluk zarûrât-ı dîniyyeden herhangi birini inkâr edenlerin, yani Gâliyye ve ona bağlı bütün fırkaların tekfir edilmesi gerektiği hususunda birleşmiştir. Za-rûrât-ı dîniyyeyi kabul etmekle birlikte bunların herhangi birini ortadan kaldırma sonucunu doğurmayan yorumları benimseyenleri ise tekfir etmemişler, onları sadece İslâm’ın dosdoğru yolundan sapmış gruplar (firak-ı dâlle) olarak görmüşlerdir. Bununla beraber Ebû Saîd ed-Dârimî, Âcurrî, İbn Teymiyye gibi Selef âlimleriyle Abdülkâhir el-Bağdâdî gibi Eş’arî kelâmcılan Cehmiyye ve Mu’te-zile’yi, bazan da Şîa’yı tekfir etmişlerdir. Bid’ata karşı mücadele etmekle meşhur olan Şâtıbî ehl-i bidatin tekfirden önce aydınlatılması, vazgeçmedikleri takdirde kendileriyle mücadele edilmesi gerektiğini kaydeder.
İslâm tarihinde çeşitli sebeplerle ortaya çıkan mezheplerden her biri kendi görüşlerinin Kur’an. sünnet ve ashabın anlayışıyla uygunluk gösterdiğini, muhaliflerinin ise sonradan zuhur eden bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Öyle ki mezheplerini Hz. Peygamber’e nisbet eden Şîa bir yana Mutezile mensuplan bile kendilerini Resûlullah’a ve ashaba dayandırmak istemişlerdir. Gerçi Kur’ân-ı Ke-rîm’de dinin Allah tarafından İkmal edildiği, gerçeklere vâkıf olduktan sonra tefrikaya düşenlerin ilâhî azaba mâruz kalacakları belirtilmektedir. Ancak İslâmiyet kıyamete kadar geçerli en son din olduğundan her çağın ihtiyacı doğrultusunda âlimlerce yorumlanması gerekir. Nitekim Kur’an’da, müslümanlar arasında herhangi bir hususta ihtilâf zuhur ettiği takdirde Kur’an ve Sünnet’e başvurularak bunun çözümlenmesi emredilmiştir. Kelâm. Asr-ı sa-âdet’ten sonra iç ve dış âmillerle İslâm dünyasında ortaya çıkan problemleri nas-lann ışığında çözmek amacıyla teşekkül etmiş bir ilimdir. Bundan dolayı kelâm-cılann bid’at ehli arasında gösterilmesi yanlış bir tutumdur. Mâlik b. Enes, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Evzâî gibi müçte-hid âlimlerle ilk dönem muhaddislerinin kelâm akımına karşı tavır almalarının bir sebebi İslâm birliğinin bozulması ve dinî hayatın yozlaşması endişesi ise bir başka sebebi de Cehmiyye ve Mu’tezile gruplarından bazılarının âdeta aklı nakle hâkim kılma temayülleridir. Gerçekte İslâm âlimlerinin, inanç esaslarının sis-temleştirilmesi anlamındaki kelâm ilmine karşı çıkmalarının mâkul bir izahı yoktur. Nitekim Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere Ebû Saîd ed-Dârimî, Ebû Ya’-lâ el-Ferrâ, İbn Teymiyye gibi Selef âlimleri Kur’an ve Sünnet’e uygun düşecek görüşü belirlemek amacıyla aklî ve nak-lî istidlallere başvurmuşlardır. Meselâ Dârimî, Hz. Peygamber ile ashabın görüş beyan etmedikleri konular üzerinde tartışma yapmanın yanlış olduğunu savunanları reddederek Kur’an ve Sünnet’e uygun düşecek görüşü belirlemek amacıyla ashabın tartışmadığı konuları tartışmanın gerekli olduğunu söylemiş ve bunun bid” atçılık olarak değerlendirilemeyeceğini belirtmiştir. Ashabın itikadî konularda tartışmaya girişmemesinin sebebi ise bu hususta herhangi bir problemin bulunmayışıdır. Esasen Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının ortaya çıkmasıyla bid’at fırkalarının zayıflaması, kelâm ilmiyle uğraşmanın bid’atı destekleyen değil önleyen bir tedbir olduğunu göstermiştir. Ebü’l-Kâsım el-Kuşeyrî, “Kelâm ilmine ve kelâmcılara ancak taklitçiler ve fâsid bir mezhebi benimseyenler karşı çıkar” derken bu hususa işaret etmiş olmalıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki bid’at, Kur’an ve Sünnet’le sabit olmuş temel meseleler hakkında tartışılan bir husustu. Nas-lann ihtiva ettiği konuların ispatlanması ve yorumlanması amacıyla başvurulan bilgilerde ise (vesâil) bid’at söz konusu değildir. İstidlale ve yoruma dayanan bu yardımcı bilgiler ilimde kaydedilen gelişmelerle ilgili bulunduğundan zaman içinde değişebilir. Bu sebeple vesâil mutlak doğrular olarak kabul edilmemelidir.
Ehl-i bid’atın tekfirine gelince, herhalde azınlığa mensup bulunmanın psikolojik bir sonucu olarak hemen her bid’at fırkası kendi dışında kalanları küfürle itham etmiştir. Bunun neticesinde bid’at fırkaları, kendi mezhep mensupları arasında farklı temayüle sahip olanları dahi suçlamaktan geri kalmamışlardır. Ayrıca ilk dönem Selef âlimlerinin de tekfir konusunda müsamahasız bir tavır sergilediği bilinmektedir. Ehl-i sünnet kelâmcılan ise bu hususta Ebû Hanîfe’-ye nisbet edilen “ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği” şeklindeki hoşgörülü tavrı genellikle benimsemişlerdir. Ancak müslüman olduklarını iddia ettikleri halde İslâm dışı kabul edilen küçük bir grup bu geniş alanın haricinde bırakılmıştır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâmiyet’in Arabistan yarımadasının dışına çıkıp kısa zamanda çok geniş bir alana yayıldığı bilinmektedir. Bu fütuhat döneminde müslümanlar bazı iç gelişme ve değişmelere şahit olduktan başka dışarıdan gelen birçok düşünce, inanç ve kültürlerle de karşılaşmışlardır. Bu tarihî ve sosyal gerçek karşısında dinin hem aslî hem de fer’î hükümleri alanında yeni yorum ve bakış açıları İle sistemleştirme faaliyetlerine girişilmesi müslüman âlimleri için kaçınılmaz bir görev olmuş ve nihayet itikadî fırkalarla fıkıh mezhepleri ortaya çıkmıştır. Bu oluşum tamamlandıktan sonra Sünnî kelâm akımları müslümanların en az % 9O’ı tarafından kabul görmüştür. Fıkıh konularında genellikle Hanbelî olan Selef mensuplarının % 1-2 olarak tahmin edilen oranı ile yine bu kadar tahmin edilen Gâliyye göz önünde bulundurulduğu takdirde bid’at gruplarının sayısı toplam müslüman nüfusuna nisbetle % 6 dolayında kalır. Şu halde kelâmcıların büyük ekseriyeti eht-i kıbleden olan müslümanlann küfre nisbet edilmemesi kanaatini taşımaktadır.
İslâm tarihi boyunca oluşan ve çoğunluk tarafından bid’ata nisbet edilen fırkalar içinde bugün belirgin bir şekilde varlığını sürdüren Şîa gruplarıdır. Bunların dışında kalan ve Kuzey Afrika ile bazı körfez ülkelerinde az miktarda bulunan Haricî-İbâzîler’le Selefiyye görünümlü aşırı muhafazakâr zümreler önemsenecek bir nüfus yoğunluğuna sahip değildir. Kendilerini Şiî göstermekle birlikte hem mutedil Şiî çoğunluğunun hem de Sünnîler’in İslâm çerçevesinde mütalaa etmediği aşın gruplar (Bâtıniyye-Gâliyye) ve bunların etkilediği bazı tasav-vufî akımlar da (Alevî – Bektaşî – Kalenderi vb.) aynı durumdadır. Toplam müslüman nüfusun âzami % 10’unu oluşturan sünnet dışı gruplar içinde bu istisnaî zümreler her halde % 4 nisbetini aşmaz. % 6 civarında bir müslüman nüfusuna sahip bulunan mutedil Şia’dan Zeydîler Yemen’de. İsnâaşerî-Ca’feriler de yoğun olarak Irak, İran ve Azerbaycan’da yaşamaktadır.
Sünnete veya bid’ata mensup olmak İslâm dininin temel esaslarını İlgilendiren bir husus olmakla birlikte özellikle günümüzde konunun mahiyetini bilmeyenler ehl-i bid’at tabirini dinin fer’î hükümlerini ilgilendiren meselelerde de kullanmaktadır. İnsanlar tabii olarak doğup yetiştikleri çevrenin, aldıkları eğitimin din telakkisini ve mezhep anlayışını benimserler. Ancak İslâmiyet’te bazı meseleler üzerindeki ilmî araştırma sonucu elde edilen kanaatler mezhep değişikliği mânasına gelmez. Konuyla İlgilenen âlimlerin tesbitine göre sünnet çizgisini terkedip ehl-i bid’at statüsüne girmenin belli başlı alâmetleri şöyle sıralanabilir:
a- Ashap topluluğu ile onları takip eden ve V. (XI.) yüzyıldan itibaren (Selefiyye ile birlikte) Sünnî kelâmcı-lar tarafından temsil edilen çoğunluk telakkisine muhalefet etmek,
b- İzah ve yorumu zor olan nasları (müteşâbih) irdelemeyi âdet edinip dinin ilke ve hükümlerini kaygan bir zemine çekmeye çalışmak,
c- Temel dinî konularda nas-ların gereğine yani Allah’ın iradesine bağlı kalmak yerine beşerî görüş ve indî arzulara tâbi olmak. Bu tesbite göre, kalıcı ve değişmez ilkelere sahip bulunması gereken dinin temel hüküm, kural ve uygulama şekillerini ashaptan itibaren oluşan büyük çoğunluğun anlayışı istikametinde benimseyen düşünce farklılıkları kişiyi bid’at ehline katmaz.
İtikadî mezhepler tarihi âlimlerinin telakkisine göre İslâm tarihinde oluşan ilk fikir ağırlıklı fırka Mu’tezile, siyaset ağırlıklı akım da Şîa’dır. Mu’tezile düşünce tarihinde geniş yankılar ve derin tesirler bırakarak ortadan kalkmıştır. Mutedil İsnâaşerî Şîası itikadî konularda Mu’-tezile’ye yaklaşırken kendine has bir fıkıh ekolü oluşturmuş, siyasî alanda da İslâm tarihi boyunca etkinliğini sürdürmüştür. Ancak siyasî telakkileri sebebiyle, İslâm’ın evrensel boyutlarını hem İnanç ve fikir hem de aksiyon alanında dünyaya duyuran ashapla onların takipçilerine karşı takındıkları olumsuz tavır daima endişe ile karşılanmıştır.
III. (IX.) yüzyıldan itibaren ehl-i bid’atı tenkit için çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Şafiî’nin er-Red çalâ ehli’1-eh-vd, Ahmed b. Hanbel’in er-Red cale’z-zenâdıka ve’1-Cefımiy-ye, Ebû Âsim Huşeyş b. Esrem’in Kitâbü’l-İstikâme fi’r-red calâ ehli’l-bidcf, Eş’arî’nin el-Lüma, Malatî’nin et-Ten-bîh ve’r-red calâ ehli’î-bida”, İbn Hazm’in en-Neşâ’ihu’l-münciye mine’l-fedâ’ihi’l-muhziye, Ebü Muti en-NesefTnin er-Red calâ ehli’l-bida ve’I-ehvâ i’d-dâlleti’l-mudille, İbn Ha-cer el-Heytemfnin eş-Şavâciku’l-muh-rika ü’r~red calâ ehli’1-bida ve’z-zen-deka adlı eserleri bunlardan bazılarıdır. (Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Ehl-i Bidat maddesi)