-
7th Aralık 2008

Ehl-i Beyt

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

EHL-İ BEYT

Hz. Peygamber’in aile fertleri için kullanılan bir tabir.

“Ev halkı” anlamına gelen Ehl-i beyt (ehlü’l-beyt) terkibi ev sahibiyle onun eşi­ni, çocuklarını, torunları ve yakın akra­balarını kapsamına alır. Câhiliye devri Arap toplumunda kabilenin hâkim aile­sini ifade eden Ehl-i beyt tabiri. İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sa­dece Hz. Peygamber’in ailesi ve soyu mâ­nasına gelen bir terim olmuştur. Daha çok Şii kaynaklarında bunun yerine ıtre kelimesi de kullanılır.

Kur’ân-ı Kerîm’de ehl ve beyt kelime­leri birçok âyette geçer. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre ehl “sahip, taraftar” gibi sözlük anlamlarından başka “ay­nı mekânı paylaşanlar; bir dine yahut peygambere inananlar; zevce”; beyt de “ev, Allah evi (cami)” ve “aile” mânaların­da kullanılmıştır (M. F. Abdülbâki, “ehl”, “beyt” md.leri). “Ehlü’l-beyt” terkibi ise üç âyette geçmektedir. Bunların birinde Hz. İbrahim’in, birinde Hz. Musa’nın, birinde Hz. Peygamber’in Ehl-i beyti zikredilerek Hz. Musa’nın ev halkı, diğer­lerinin de hanımları kastedilmiştir. Hz. Peygamber’in hanımlarına hitap eden âyette Allah’ın onları buyruklarına itaat etmeye çağırdığı ve böylece kendilerini günahlardan temizlemeyi dilediği anla­tılmıştır.

Hadis olarak nakledilen çeşitli rivayet­lerde de Ehl-i beyt tabiri yer almakta­dır. Bunların bazısında ashabın, birçoğunda ise Hz. Peygam­ber’in ev halkından bahsedilmiştir. Re-sûl-i Ekrem’in ev halkından söz eden rivayetlerin bir kısmında belirtildiğine göre Resûlullah ashaba, Kur’an ile Ehl-i beyt’İnden ibaret olan iki değerli kaynak bıraktığını söylemiş (“sekaleyn” hadisi) ve onlar hakkında dikkatli olmalarını is­temiştir. Ancak daha yaygın olan rivayetlerin bir kısmında -meselâ Veda hutbesinde- sadece Kur’an zikredilmek­te, bazılarında ise onunla birlikte sün­nete sarılma hususuna önem verilmek­tedir.

Hz. Peygamber’in Ehl-i beyt’ine kim­lerin dahil olduğu meselesinde farklı gö­rüşler mevcuttur. Bazı rivayetlere göre Resûl-i Ekrem, Zeyneb ile evlendiği gün başta Âişe olmak üzere bütün hanımla­rının odalarını dolaşmış, her birine, “Al­lah’ın selâmı üzerinize olsun ey Ehl-İ beyt!” diye hitap etmiş ve onların Ehl-i beytin asıl mensupları olduğunu vur­gulamıştır. Diğer bazı rivayetlere göre ise Ehl-İ beyt’e iliş­kin âyet, Hz. Peygam­ber hanımlarından Ümmü Seleme’nin odasında iken nazil olmuş, Resûlullah da orada bulunan veya sonradan gelen Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i abasının altına alarak, “Allahım, bunlar benim Ehl-i beytimdir, onları günahlarından temizle!” diye dua etmiş, bunun üzerine Ümmü Seleme kendisinin Ehl-i beyt’ten olup olmadığını sormuş. Peygamber ona, “Sen zaten kendi yerindesin, sen hayır üzeresin” şeklinde cevap vermiştir. Diğer bir telakkiye göre sadaka almaları haram kılınan Ebû Tâlib, Akîl, Cafer ve Abbas’ın ailesine mensup olanlar yanında Abdullah b. Mes’ûd ile Selmân-ı Fârisî gibi sâhabî-ler de Ehl-i beyte dahildir.

İslâm âlimleri, Hz. Peygamberin ha­nımlarına ilişkin iiâhî emirlerin açıklan­dığı âyette geçen ehl-i beyt tabirinin yo­rumu konusunda farklı görüşler benim­semişlerdir. Özellikle Ehl-i beyt’in kap­samına kimlerin girdiği ve bunların han­gi niteliklere sahip olduğu hususunda Şîa ile Ehl-i sünnet âlimleri arasında erken devirlerden itibaren günümüze kadar sü­ren ihtilâflar meydana gelmiştir.

Şiî ve bilhassa İsnâaşerî âlimlerine gö­re Ehl-i beyt kapsamına ilk olarak Hz. Peygamber, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüse­yin girer; ayrıca imam kabul edilen di­ğer dokuz kişi de Ehl-i beyt’e dahildir. Resûl-i Ekrem’in hanımlarıyla Fâtıma dı­şındaki çocukları, Hasan ve Hüseyin dı­şında kalan torunları ise Ehl-i beyt’e da­hil değildir. “Ehl-i kisâ, pençe-i âl-i abâ” veya “hamse-i âl-i abâ” diye de anılan ilk beş kişinin Ehl-i beyt’ten oldukları tevatür derecesine ulaşan hadislerle sa­bittir. Her ne kadar ilgili âyetin öncesin­de ve sonrasında Peygamber hanımları­na hitap edilmesinden -umumî ve zahi­rî mânada- onların da Ehl-i beyt’e dahil oldukları anlaşılabilirse de Ehl-i beyt’in geçtiği âyetin Hz. Peygamber’in hanım­ları hakkında değil Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olduğu çeşitli ha­dislerde belirtilmiştir. Bu hadisler, Ehl-i beyt âyetinin öncesi ve sonrasıyla irti­batlı olmadığını gösterdiği gibi Ehl-i bey­tin söz konusu beş kişiye tahsis edildi­ğini de ispat etmekte ve umumi mâna­sını hususi hale getirmektedir. Ayrıca söz konusu âyette müzekker çoğul za­mirinin kullanılması da bu görüşü des­teklemektedir. Hz. Peygamber’in Nec-ranlı hıristiyanları mübâhele’ye davet etmesi sırasında yanına sadece Ali, Fâ­tıma, Hasan ve Hüseyin’i alması, yine ona, nübüvvet görevine karşılık yakınla­rın sevilmesi (akrabalık sevgisi: el-meved-de fi11-kurbâ) dışında bir ücret isteme­diğini ifade etmesinin emredilmesi, hadislerde de burada sözü edilen yakınlarının Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin olarak gösterilmesi, Ehl-i beyt’in yalnız bunlardan ibaret olduğu görüşünü teyit etmektedir. Dokuz imamın Ehl-i beyte dahil ol­masına gelince, on ikinci imam olan ve zuhuru beklenen Mehdî’nin Ehl-i beyt’­ten olduğu hadislerle sabittir. Onunla Hz. Hüseyin arasında yer alan sekiz ima­mın Ehl-i beyt kapsamına girdiği husu­suna “sekaleyn” hadisiyle birlikte başka rivayetler işaret etmektedir. Hüseyin’­den sonra gelen imamların bizzat yap­tıkları açıklamalar da birer delil oluştu­rur.

Ehl-i sünnet âlimlerinin Ehl-i beyt kap­samına dahil olanlara İlişkin görüşleri­ni iki noktada toplamak mümkündür.

1- Ehl-i beyt kapsamına sadece Hz. Pey­gamber’in hanımları dahildir. Zira Jbn Abbas’tan nakledildiğine göre Ehl-i beyt âyeti onlar hakkında nazil olmuştur. Ni­tekim âyetin öncesiyle sonrasında Pey­gamber hanımlarına hitap edilmekte ve sadece onlarla ilgili bazı ilâhî emirler­den bahsedilmektedir. Âyette müzek­ker çoğul zamirinin kullanılması Ali, Ha­san ve Hüseyin’le ilgili değil ev reisi ola­rak Hz. Peygamber’in Ehl-i beytin ba­şında yer almasından dolayıdır. Hz. İb­rahim’in hanımına yapılan bir hitapta da müzekker çoğul zamiri kullanılmıştır. Ayrıca zamirin mercii “ehl” kelimesi olduğundan buna gidecek za­mirin müzekker olması gerekir. İkrime el-Berberi, Ata, Kelbî, Mukâtil b. Süley­man, Buhârî, İbn Ebü Hatim. İbn Asâ-kir gibi âlimler bu görüşü benimsemiş­lerdir. Hz. Peygam­ber’in nübüvvet görevi karşılığında mü­kâfat olarak sadece “yakınlık İçinde sev-gi’yi talep etmesini emreden âyetteki “kurbâ” kelimesi zannedildiği gibi Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i içine alan bir nesep yakınlığı mânasında değil, “güzel amellerle Allah’a yakın olma” anlamın­dadır. Buna göre âyete, “Görevime karşılık sizden, kulluk yaparak Allah’a ya­kınlıkta dost olmaktan başka bir şey is­temiyorum” anlamının verilmesi gerekir. Âyetin devamında güzel amellerle iyilik sahibi olanların iyiliğinin arttırılacağını belirten vaadin yer alması da bunu gös­termektedir. Uzak bir ihtimal olmakla birlikte “kurbâ” kelimesi nesep yakınlığı anlamına gelse bile bununla kastedilen bütün Kureyş halkıdır. Buna göre Hz. Peygamber, Kureyş’ten olduğunu kavmine yani Kureyş mensup­larına hatırlatarak kendisine eziyet et­memelerini ve akrabalık hukukunu gö­zetmelerini istemiş olmaktadır. Nitekim âyete bu mânayı veren müfessirler var­dır

2- Söz konusu âyet Hz. Peygam­ber’in hanımlarına hitap ettiğine göre Ehl-i beyt’ten öncelikle onlar anlaşılmak­la birlikte, müzekker zamiri kullanılmak suretiyle Ehl-i beyt’in Hz. Peygamber’in bütün çocuklarını, kadın erkek bütün to­runlarını, amcalarını ve onların çocukla­rıyla torunlarını, hatta bütün akrabala­rını yani Benî Hâşim’i kapsamına alacak şekilde geniş bir muhtevaya sahip bu­lunduğu ileri sürülmüştür. Ehl-i beytin bu derece geniş kapsamlı olduğunu bil­diren rivayetlerin varlığı da bunu ispat etmekte, örfen de Ehl-i beyt bu mâna­da anlaşılmaktadır. Ehl-i sünnet âlimle­rinin çoğunluğu bu görüştedir.

Ehl-i beyte mensup olanların vasıfla­rı konusu da ihtilaflıdır. $iî âlimleri bu hususta oldukça aşırı sayılacak bir tutum takip etmişlerdir. Onlara göre söz konusu âyette geçen “tathîr” kelimesi, Ehl-i beyt mensuplarının günah işlemek­ten korunmuş (masum) olduklarını gös­terir. Zira âyetteki “innemâ” edatı tah­sis ifade eder. Bu da diğer müminlerden farklı olarak Ehl-i beyt’ten her türlü kö­tülüğü ve günahı gidermek suretiyle Al­lah’ın kendilerini sürekti temiz kılması, inanç ve amel konusunda her türlü ha­tayı onlardan giderip yerine doğruyu ve hakikati ikame etmesi demektir. Ehl-i beyt men­suplarının diğer müminlerde bulunma­yan başka vasıfları da vardır. Hz. Ali ve onun soyundan gelen on bir imam Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberle­re verilen İlme sahiptirler; onlar insan­ların öğrendiği bütün gerçek bilgilerin kaynağıdır. Onlara itaat eden Hz. Pey-gamber’e itaat etmiş olur, onları seven Allah’a ibadet etmiş sayılır. Zira dünya ve âhiret onlar için yaratılmıştır.

Sünnî âlimlerine göre ise Ehl-i beyt mensupları Hz. Peygamber’in neslinden gelme şerefini taşımakla birlikte hiçbir zaman hata ve günah işlemekten korun­muş değildirler. Zira ismet sıfatı sadece peygamberlere mahsustur. Ehl-i beytin tathîrinden bahseden âyet onların ma­sum olduklarını değil ilâhî emirlere uy­dukları takdirde günahlardan temizle­neceklerini belirtmektedir. Nitekim tat-hîr Kur’ân-ı Kerîm’de diğer müminler hakkında da kullanılmaktadır. Eğer Ehl-i beyt mensupları günahsız olsalardı temizlen­melerinden bahsetmenin de bir anlamı olmazdı. Buna göre onlar da diğer in­sanlar gibi ilâhî emirlere uydukları tak­dirde Allah nezdinde değer kazanırlar; aksi halde Hz. Nuh’un oğlu, Hz. Lûfun hanımı ve Hz. Muhammed’in amcası ör­neklerinde olduğu gibi peygamber so­yundan olmaları kendilerine bir üstün­lük sağlamaz.

Ehl-i beyt’in kapsamı ve vasıflan ko­nusunda Şiî âlimlerince benimsenen te­lakkiler tutarlı görünmemektedir. Her şeyden önce onların Ehl-i beyt’in kap­samını belirlerken dayandıkları rivayet­lerin bir kısmı isnad açısından zayıf gö­rülmüş, bir kısmı da tamamen uydurma (mevzu) kabul edilmiştir. Sûra sûresinin 23. âyetiyle ilgili bir rivayete dayanarak Şiî­ler in, Hz. Peygamberin İslâm’a davet ettiği insanlardan bu hizmeti karşılığın­da sadece Ali, Fâtıma ve çocuklarını sev­melerini istediğini iddia etmeleri bu ko­nudaki çarpıcı örneklerden birini teşkil eder. Zira söz konusu âyet Mekke dö­neminde nazil olmuştur ve o tarihte Ali ile Fâtıma henüz evlenmemişlerdir. İs­nad açısından sahih görülebilecek bazı rivayetlerin ise âyetlerin açık ifadeleri­ne aykırı şekilde yorumlanması da dik­kat çekici örneklerdendir. Şöyle ki: Tir-mizî’de yer alan Ümmü Seleme hadisinde Hz. Peygamber’in bu eşine verdiği cevabı Şiî âlimleri Ümmü Seleme’nin Ehl-i beyte dahil ol­madığı şeklinde yorumlamış ve Ahzâb süresindeki Ehl-i beyt âyetinde (33/33) geçen müzekker zamirlerinin de bu gö­rüşü desteklediğini söylemişlerdir. Aslın­da tam aksine söz konusu hadis Ümmü Seleme’nin Ehl-i beyt’e dahil olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Hz. Peygam­ber ona. “Sen zaten kendi yerindesin” demekle bunu kastetmiştir. Burada dik­kat edilmesi gereken önemli bir husus da Ehl-i beyt âyetinden önce ve sonra gelen âyetler arasındaki konu bütünlü­ğüdür. Ahzâb sûresinin 28. âyetinden itibaren Hz. Peygamber’in hanımlarına hitap edilmekte, Ehl-i beyt âyetinden sonraki âyette yine onlara emir verilmek­te, hatta ardından devam eden birkaç âyet de Hz. Peygamber’in aile hayatını konu edinmektedir. Ehl-i beyt âyetinin ilk beş cümlesi de apaçık bir üslûpla Pey­gamber hanımlarına hitap etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in bu ahenkli cümle ve yoğun ifadelerinin içinden birinin hitap yönünü değiştirip farklı sonuçlar çıkar­manın objektif ölçülerle bağdaştırılması mümkün değildir. Hz. Peygamber’in ha­nımları ile bütün çocuklarının, hatta zür-riyetinin Ehl-i beyt’e dahil olduğunu bil­diren daha kuvvetli hadisler de mevcut­tur. Gerçi çağdaş Şiî âlimlerinden Hasan el-Mustafavî. bu tür hadislerin Ehl-İ beyt’e sadece Ali. Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’in dahil olduğunu açıklayan hadislere kar­şı uydurulduğunu iddia etmektedir; ancak aynı şeyi Şîa’-nın sahih kabul ettiği rivayetler için de söylemek mümkündür. Bu durumda, Ebû Hanîfe’nin de belirttiği gibi Kur’an’ı esas almak ve ister Şiî ister Sünnî kaynaklarında nak­ledilmiş olsun, Kur’an’ın açık ifadeleri­ne aykırı hükümler taşıyan rivayetlerin Hz. Peygamber’e ait olmadığını kabul etmek gerekir. Bütün bunların yanı sıra, Şia’nın Selmân-ı Fârisî’yi Ehl-i beyt’ten kabul ederken Hz. Peygamber’in hanımları ile Fâtı­ma dışında kalan çocuklarını, ayrıca Ali’­nin Fatma’dan doğan Hasan ile Hüseyin dışındaki evlâdını, nihayet Hasan’ın bü­tün çocuklarını, Hüseyin’in ise biri dışın-dakileri Ehl-i beyt’in kapsamına dahil etmemesinin dinî ve mantıkî bir izahı yoktur.

Şiî âlimlerinin, Ehl-i beyt kapsamına dahil ettikleri kimselerin her türlü gü­nahtan korunmuş olduklarını iddia etme­leri de ilmî dayanaktan yoksundur. Delil olarak gösterdikleri “tathîr” âyetinden ilmî ölçüler çerçevesin­de böyle bir hüküm çıkarmak mümkün görünmemektedir. Peygamberlerin bile ilâhî uyanlara muhatap olacak şekilde bazı hatalar işledikleri ve gaybı bilmedikleri dik­kate alınınca Ehl-i beyt mensuplarının masum olmadıklarına ve gaybı bilmedik­lerine kesinlikle hükmetmek gerekir.

Ehl-i beyt âyetinin kapsamına Hz. Pey-gamber’den başka sadece on iki imamı alarak onların masum olduğunu ispat etmeye gayret eden Şiî âlimlerinin bu tutumları şüphe yok ki hilâfet görüşle­rinden kaynaklanmaktadır. İslâmiyet gi­bi evrensel bir dinin mensuplarını yöne­tecek kadroları bu tür bir sınırlamaya tâbi tutan anlayışı bu dinin naslan, ayrıca tarihî realite ve sosyal gerçeklerle bağdaştırmak mümkün değildir.

İslâm tarihinde Hz. Hasan neslinden gelenlere şerif, Hz. Hüseyin soyundan ge­lenlere seyyid adı verilmiş, kendilerine hürmet ve muhabbet göstermek Hz. Pey­gamber’i sevmenin bir tezahürü kabul edilmiş, halk arasında tanınmaları için farklı kıyafetlerle dolaşmaları sağlanmış­tır. İsimleri, şecereleri ve ahlâkî durum­larını tesbit eden teşkilâtlar kurulmuş, sadaka almaları haram kılındığı için ken­dilerine beytülmâlden tahsisat bağlan­mış, menfaat elde etmek amacıyla Pey­gamber soyundan geldiklerini iddia eden yalancılar cezalandırılmıştır.

Ehl-i beyt’in özellikleri, faziletleri, men­kıbeleri ve mâruz kaldıkları üzücü olay­ları konu edinen müstakil eserler yazıl­mıştır. Şîa’nın imam kabul ettiği kişile­re ait monografiler dışında Sünnî ve Şiî âlimlerince yazılan birçok eser mevcut­tur. Şerif el-Murtazâ’nın el-Âyâtü’l-ba­hire fî’l-‘itreti’t-tâhire, Makrîzî’nin Fazîü âlil-beyt, İsmail b. Ali es-Semmân’ın el-Muvâfaka beyne ehli’1-beyt ve’ş-şa-hâbe, İhsan İlâ­hî Zahîr’in eş-Şta ve Ehlü’1-beyt, M. Cevâd Muğniyye’nin Ehlü’l-beyt menziletühüm ve mebûdi’ühüm ‘inde’l-müslimîn ile el-İşnâ’aşeriyye ve Ehlü’1-beyt ve Seyyid Abdurrahman el-Meş-hür’un Şemsü’z – zahire fî nesebi Eh­li 7 – beyt adlı eserle­ri bunlardan bazılarıdır.

Ehl-i beyt tabiri, Alevîlik ve Bektaşîli­ğin yanı sıra Mevleviyye, Rifâiyye ve Kâdiriyye gibi Sünnî tarikat çevrelerinde umumiyetle Şia’nın tasvir ettiği mâna­da anlaşılmıştır. (Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Ehl-i Beyt maddesi)

This entry was posted on Pazar, Aralık 7th, 2008 at 12:20 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz