-
7th Aralık 2008

Dinin İdareci Yüzü: Sünnilik

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

EHL-İ SÜNNET

Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler anlamında bir tabir.

Sözlükte “manevî alanda çizilen yolu benimseyenler” anlamına gelen ehl-i sünnet (ehiü’s-sünne) tamlaması ehlü’s-sünne ve’l-cemâa (ehl-i sünnet ve’1-cemâ-at) ifadesinin kısaltılmış şeklidir. Bura­daki sünnetten maksat dini tebliğ ve be­yan etmekle görevli bulunan Hz. Peygam-ber’in İslâm’ın temel konularını anlama ve benimseme tarzıdır. Cemaat kavra­mı, her devirdeki müslümanların büyük ekseriyeti (sevâd-ı a’zam) ve müctehid âlimler gibi farklı şekillerde yorumlanmışsa da vahyin ilk muhatapları olup inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk cephele-riyle İslâm’ı bir bütün olarak sonraki ne­sillere aktaran ashap cemaati anlamına geldiği yolundaki görüş tercih edilmişti. Aslında bu anlayış di­ğer yorumların da temelini oluşturmak­tadır. Buna göre Ehl-i sünneti. “Hz. Pey­gamber ile ashap cemaatinin dinin temel konularında takip ettikleri yolu be­nimseyenler” diye tarif etmek mümkün­dür. Bu tarifte yer alan “dinin temel ko-nulan’ndan, İslâm’dan olduğu kesinlikle bilinen ve “usûlü’d-dîn” diye de adlandırı­lan hususlar kastedilmektedir

Sünnet kelimesi daha çok, ilâhî tebli­gatı yalanladıkları için geçmiş peygam­berlerin ümmetlerine uygulanan ve âdet-i ilâhiyye haline gelen dünyevî azap mâ­nasında Kur’ân-ı Kerîm’de geçmektey-se d ehl-i sünnet tabiri Kur’an’da yer almamıştır. “O gün nice ağaran yüz­ler vardır mealinde­ki âyetle Ehl-i sünnet’in kastedildiği tar­zındaki bir yorum İbn Abbas’a nisbet edi­lirse d âyetin devamı dikkate alındığı takdirde burada genel anlamda mümin­lerden bahsedildiği açıkça görülür.

Erken dönem hadis kaynaklarında da ehl-İ sünnet tabiri görülmemekte, buna karşılık “sünnet” ve “cemaat” kelimele­rine rastlanmaktadır. İlgili rivayetlerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber üm­metinin yetmiş iki veya yetmiş üç fırka­ya ayrılacağını, bunlardan biri dışındaki bütün fırkaların cehenneme, “cemaat fırkası’nın ise cennete gireceğini söyle­mi; Allah’ın rahmet elinin ce­maat üzerinde olduğunu, cennetin or­tasına girmek isteyenlerin topluluktan ayrılmamaları gerektiğin, cemaatten az da olsa ayrılan­ların İslâm’dan çıkmış sayılacaklarını ve Câhiliye ölümüyle öleceklerini belirtmiş­ti. Ayrıca ihtilâf halinde büyük ço­ğunluğa uyulmasını emretmi, vefatından sonra, yaşayan­ların pek çok ayrılığa şahit olacaklarını söylemiş, bunlara yetişecek olan o dö­nemdeki müminlerin kendi sünnetiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sımsıkı sarılmasını Öğütlemişti. Bu nakillerden “yetmiş üç fır­ka” rivayeti isnad açısından zayıf görülmüştür Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetiyle ilgili rivayetler ise İs­lâm tarihinde vuku bulan bazı olayların seyriyle bağdaşmayan unsurlar ihtiva etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber’in ve­fatından sonra halifenin belirlenmesi ko­nusunda ashabın ihtilâfa düştüğü ve her halife seçiminde nassın bulunmayışın­dan doğan belirsizliğin devam ettiği ilk kaynaklarda zikredilmektedir. Eğer Re-sûl-i Ekrem râşid halifelerle ilgili bir tav­siyede bulunmuş olsaydı ihtilâf ve belir­sizlik ortaya çıkmazdı. Ayrıca bu rivayet­ler. Şîa’nın öne sürdüğü “sekaleyn” ha­disine alternatif olarak ortaya konulduğu izlenimini de vermektedi. Bazı geç dönem eserlerinde Hz. Peygamber’e nisbet edilmiş olarak ehl-i sünnet tabirine rastlanmaktadır. Ebû Abdullah el-Halîmî’nin kaydettiği riva­yete göre Resûl-i Ekrem her emîrin ar­kasında namaz kılmayı, her halifenin ida­resinde cihad yapmayı ve ehl-i kıbleden olup vefat eden herkesin cenaze nama­zını kılmayı Ehl-i sünnet’in üç esası ola­rak göstermişti. Şeh-ristânfnin yer verdiği rivayete göre ise Hz. Peygamber, yetmiş üç fırkaya ayrı­lacak olan ümmeti içinde yalnız kendisi­nin ve ashabının yolunu takip eden Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’in kurtuluşa erece­ğini söylemişti. Ana ha­dis kaynaklarında yer almayan bu rivayetlerin sıhhati şüphe ile karşılanmak­tadır.

Ehl-i sünnet’e bağlı olanlara “sağlam ve doğru inancı benimseyenler” anlamın­da “Sünnî” adı verilir. M. Watt, sünnî te­riminin ilk defa IV. (X.) yüzyılda kullanıl­dığını ileri sürmüşse d tabiînden Saîd b. Cübeyr’e (ö. 95/713) nisbet edi­len bir rivayetten anlaşıldığına göre ke­lime 1. yüzyılın sonuna doğru (VIII. yüzyı­lın başları) ortaya çıkmış olmalıdı. Ehl-İ sünnet tabiri ise Dâri-mfde yer alan bir rivayete bakılırs ilk defa Hasan-ı Basrî ta­rafından kullanılmıştır. Ehl-i sünnet men­supları, “ehl” kelimesine “hadis, cemaa. istikame, hak, iman, isbat” kelimeleri ek­lenerek oluşturulan terkiplerle ve “sıfâ-tiyye” ilâhî sıfatları benimseyenleri, “fır-ka-i nâciye” (kurtuluşa eren zümre) ve “se­vâd-ı a’zam” (büyük çoğunluk) tabirleriy­le de anılır; kaynaklarda ise Cebriyye, Mücevvire, Nasibe, Nâbite, Müşebbihe, Haşviyye gibi isimlerle ifade edilmek istenir. Günümüze ulaşan kaynaklar için­de ehl-i sünnet tabirine yer veren en es­ki eser, Ahmed b. Hanbel’e atfedilen er-Red ‘ale’z-zenâdıka ve’i-Cehmjyye’di. Onu Dârimî’nin es-Sünen’, Müslim’in ei-CdmiVş-şahîh’, İbn Şâzân en-Nlsâbûrî’nin eî-îzâh’r (s 93-94) ve İbn Kuteybe’nin el-İhtilâf fi’1-lafz’ takip eder. Bu bilgiler, Ehl-i sünnet1 in III. (IX.) yüzyılda itikadî bir mezhep ola­rak teşekkül ettiğini, başka bir deyişle ehl-i bid’atın zuhurundan sonra muha­fazakâr çoğunluğun bu isimle anılmaya başlandığını kanıtlar. Yeni araştırmala­ra göre Ehl-i sünnet ve’l-cemâatin baş­langıcı ilk siyasî görüş ayrılıklarına da­yanmaktadır. Zira ilk halifenin belirlen­mesi sırasında yapılan tartışmalar bir tarafa bırakılırsa üçüncü halifenin şehid edilmesine kadar geçen sürede müslü-manlar arasında kayda değer bir siyasî ve itikadî ihtilâf çıkmamıştır. Hz. Alinin hilâfeti döneminde Muâviye ve onu des-tekleyenlerce başlatılan siyasî mücade­leler müslümanların savaşlarda birbir­lerini öldürmeleri sonucunu doğurmuş, buna bağlı olarak imanküfür sınırı, ka­der, büyük günah işleyenlerin dinî du­rumu gibi meseleler zihinleri meşgul et­meye başlamıştır. Diğer taraftan Şîa’nın ilk üç halifeyi gayri meşru sayması da başka tartışmaları gündeme getirmiş­tir. Bu hususlar dikkate alınarak Ehl-i sünnet ve’I-cemâat tabirinde yer alan “sünnet” ashabın yaygın telakkisi, “ce­maat” de çoğunluğun siyasî temayülü şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle cema­at kavramının Muâviye tarafından orta­ya konulduğu ve Hz. Hasan’ın hilâfetten çekildiği 41. (661) yıla “cemaat yılı” de­nildiği nakledilmektedi. İktidarın Emevîler’in eline geçmesinden sonra sürdürülen hilâfet tartışmaların­da, Şia’ya karşı ilk dört halifenin yanı sıra Muâviye’nin hilâfetini meşru kabul edenlere Osmâniyye adı verilmiş ve böy­lece Havâric dışındaki müslümanlar si­yasî bakımdan büyük çoğunluğu teşkil eden Osmâniyye ile azınlık durumunda bulunan Şîa gruplarına ayrılmıştır. Ni­tekim Câhiz, hilâfet tartışmalarını incelediği eserinde Osmâniyye’yi çoğunluğu temsil eden siyasî grup karşılığında kul­lanmıştı. Buna göre Osmâniyye başlangıçta siyasî an­lamda Ehl-i sünneti ifade eden bir kav­ram olarak kabul edilmelidir. Hicrî I. yüzyılın sonuna doğru Emevî­ler’in cebir inancını siyasî amaçlarla yay­maya çalışmasına karşılık Ma’bed el-Cühenrnin kaderi inkâr etmesi, Havâric’in günah işleyen herkesi tekfire kalkışma­sı, hayatta bulunan sahâbîieri ve tabiîn âlimlerini bu konularda Kur’an ve Sün-nefteki hükümleri irdelemeye sevket-miştir. Ebû Hanîfe, Hz. Ali’nin Hâricîler’e karşı takındığı tavırla büyük günah işle­yenin mümin olduğuna işaret etmesini dikkate alarak onu Ehl-i sünnet’in ön­cüsü saymıştı. Abdülkâhir el-Bağdâdî de bu görüşe uyarak Hz. Ali’den Ehl-i sünnetin ilk kelâmcı-sı diye söz etmiş, ardından da Ma’bed el-Cühenî’den teberrî ederek kaderi iman esasları arasında gören Abdullah b. Ömer, tabiînden Kaderiyye’yi red hak­kında küçük bir risale yazdığı nakledi­len Ömer b. Abdülazîz. er-Red caie7-Kaderiyye adlı risaleyi kaleme alan Zeyd b. Ali, irca görüşünün ilk temsilcisi sayı­lan Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye ve kader konusunda bir risalesi bulunan Hasan-ı Basrfyi Ehl-i sünnet’in ilk tem­silcileri olarak zikretmişti. Bunlardan Ömer b. Abdülazîz hak­kında Ebû Davud’un naklettiği bir riva­ye Sünnî akîdenin oluşma­sına tesir etmiştir. Ömer b. Abdülazîz müslümanları, her türlü hatadan uzak bulunan Hz. Peygamber’in sünnetine da­vet etmek suretiyle bid’atçı görüşlerden sakındırmış, itikadî konularda tartışma­lara girişmeyen ashabın yolunu tavsiye etmiş, ayrıca her şeyin ilâhî irade çerçe­vesinde cereyan ettiğine inanarak kadere iman noktasında teslimiyet gösterilme­sini gerekli görmüştür. Onun bu görüş­leri Ehl-i sünnet akîdesinin ipuçlarını ta­şımaktadır. Başlangıç dönemi Ehl-i sün­net sisteminin şekillenmesinde önemli rol oynayan âlimlerin başında Hasan-ı Basrî gelir. Hasan-ı Basrî müslüman­ların mevcut yönetime isyan etmelerini doğru bulmamış, halkı fitneden uzak tut­maya ve cemaat şuurunu geliştirmeye çalışmış, bu sebeple Emevîler’in uygula­malarını gerektiğinde ağır bir dille eleş­tirmesine rağmen onları Hulefa-yi Râ-şidîn’den sonra meşru idareciler olarak kabul edip Ehl-i sünnet’in konuyla ilgili İlk habercisi rolünü oynamıştır Hasan-ı Basrfden sonra meş­hur dilci Asmaî’nin rivayetine dayanıla­rak Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/749), Yû­nus b. Ubeyd. Süleyman b. Tarhân ve Abdullah b. Avn(ö. 151/768) Ehl-i sünnet’in kurucuları arasında gösterilirse de kay­naklarda bunların konuya ilişkin görüşle­ri ve eserleri hakkında yeterli bilgi mev­cut değildir.

Ehl-i sünnet akaidinin oluşmasına te­sir eden âlimlerin en önemlisi şüphe yok ki Ebû Hanîfe’dir. Onun bazı kaynaklar­da Mürcie gruplarından birinin kurucu­su olarak gösterilmesi, o dönemde mez­heplerin henüz teşekkül safhasında bu­lunması sebebiyle terimlerin yerleşme­miş olmasından ve Sünnî akîdenin de­ğişik zümrelerin katkılarıyla teşekkül dönemini yaşamasından kaynaklanmak­tadır. Nitekim irca kavramının Ehl-i sün­netin gelişmesine tesir ettiği kabul edil­mektedi. Ebû Hanîfe aka-id risalelerinde Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd gibi bid’at ehli kar­şısında ilâhî sıfatlan, kaderi ve şefaati ispat etmiş, Kur’an’ın mâna itibariyle mahlûk olmadığını söylemiş, kulların fi­illerinin Allah tarafından yaratıldığını savunmuş, büyük günah işleyenin mü­min olduğuna hükmederek âhirette gö­receği muameleyi ilâhî iradeye havale etmiş ve böylece Ehl-i sünnet akidesi­nin en önemli meselelerine ışık tutmuş­tur. Ebû Hanîfe’den sonra İmam Mâlik, Mu’tezile ile diğer bid’at fırkalarının aka­ide dair faaliyetlerine paralel olarak sün­neti ön plana çıkarıp ta’tfl, teşbîh ve tec-sîm görüşlerini reddetmiş. İmam Şafiî İşbâtü’n-nübüvve ve er-Red ca/d eh-li’1-ehvâ1 adlı eserlerinde muhafazakâr akîdeyi savunmuştur. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru (IX. yüzyılın ortaları) Mu’-tezile’nin Abbâsîler’in desteğiyle parlak bir döneme girmesinin ardından Ehl-i sünneti iki zümre temsil etmeye başla­mıştır. Bunlardan biri, mihneye mâruz kalmasına rağmen akîdesini Kur’an’a, sünnete ve ashaptan itibaren gelen esas­lara dayandırdığını söyleyip ehl-i bid’atı şiddetle eleştiren Ahmed b. Hanbel’in ön­cülüğünü yaptığı gruptur. Selefiyye, Ese-riyye, ehl-i hadîs gibi isimlerle de anı­lan bu gruba daha çok hadisleri derleyip nakleden âlimler dahildir. Buhârî bun­lar arasında Süfyân es-Sevrî. İbn Ayyaş, Vekf, Yezîd b. Hârûn, Abdullah b. Müba­rek, Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Fudayl b. İyâz, Nuaym b. Hammâd gibi kişileri zikrede. İbn Kuteybe bunlara Evzâî, Şu’be. Leys b. Sa’d, Dâvûd et-Tâî, Muhammed b. Nadr el-Hârisî’y, Malatî ise Ali b. Âsim, Vâkıdî, Ah­med b. Hâlid ed-Dımaşkî. İshak b. Râhüye, Yahya b. Saîd el-Kattân, Abdur-rahman b. Mehdî gibi âlimler ilâve eder. Ahmed b. Hanbel, genel olarak ilâhî sıfatların ispatı ve haberî olanlarının te’vile tâbi tu­tulmaması, Kur’an’ın ezelî oluşu ve rü’ye-tullah gibi konular üzerinde durmuş, inanç esaslarının naslardan hareketle be­lirlenmesi gerektiğini savunmuş, böy­lece akaidde nakli hâkim kılmaya çalış­mıştır. Ahmed b. Hanbel, akaid alanın­da aklın rolü ve hadisin önemi noktala­rında Ebü Hanîfe’den farklı telakkile­re sahip bulunuyorsa da her iki imamın iman esasları listesinde yer alan konu­lar hemen hemen birbirinin aynıdır. Onun bu çizgisi, Buhârî ve Müslim’den itiba­ren Süyütî ve Ali e!-Kârî’ye kadar mu-haddis âlimler tarafından benimsenip devam ettirilmiştir. Abdullah b. Muham-med el-Cu’ff’nin er-Red ‘ale’I-Cehmiyye’si, Buhârînin el-Câmi’u’ş-şahih’ın-deki “Tevhîd”, Bed’ü’l-halk”, -Kader”, “îmân” ve “Fiten” bölümleriyle Halku ei’âlil-‘ibâd adlı eseri. İbn Kuteybe’nin el-İhtilöf fi’1-lafz ile Te’vîlü muhteli-li’1-hadîş’i, Ebû Davud’un Kitâbü’s-Sün-ne’si, Osman b. Saîd ed-Dârimî’nin er-Red Cale’l-Cehmiyye ile er-Red cale’l-Merîsî’s], İbn Ebû Âsim ile Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’in Kitâbü’S’Sünne’ie-ri. Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri olan ehl-i hadîsin Sünnî akîdenin belirlenip yaygın hale gelmesini sağlayan çalışma­larıdır. Ehl-i hadîsin temsil ettiği Sünnî anlayış bütünüyle sünnet çizgisi üzerin­de olduğu ve Selefin ittifak etmediği meselelere dalmadığı için “Ehl-i sünnet-i hâssa akîdesi” diye adlandırılmıştır

III. (IX.) yüzyılda gerçekleştirilen tercü­me faaliyetleri ve çeşitli fetihlerle geniş­leyen İslâm ülkesinin değişik kültürler­le karşılaşması. Selef âlimlerince benim­senen itikadı esasların akıl ilkeleriyle te­yit edilme İhtiyacını doğurmuş ve niha­yet “ehl-i hadîs kelâmcılan” diye anıla yeni bir grup ortaya çıkmıştır. İbn Küllâb el-Basrî ile Haris el-Muhâsibrnin öncülüğünü yaptığı bu grup daha sonra Ehl-i sünnet kelâmcı-larını oluşturacaktır. Bid’at fırkalarının yanı sıra felsefî akımların güçlenmesi, fıkıh mezheplerinin kurulması, hadisle­rin tedvin edilip akaidle ilgili olanlarının çeşitli bablarda toplanması, Kur’an ilim­leri atanında muhtelif eserlerin vücuda getirilmesi, derûnî tecrübelerle dinî ha­yatı canlı tutmaya çalışan tasavvufun ortaya çıkması gibi önemli gelişmeler, İslâm âlimlerini müteşâbih nasları ele alıp yeniden incelemeye ve iman esasla­rını aklî” ilkelerle desteklemeye sevket-miştir. Ehl-i sünnet kelâmcıları IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren müslüman çoğunluğun hâkim mezhebi haline gel­meye başlamıştır. Bu yeni hareket İbn Küllâb’dan sonra bir taraftan Ebü’l-Ha-san el-Eş’arî, diğer taraftan Ebû Man-sûr el-Mâtüridî ile canlılık kazanmıştır. Eş’arî eserlerinde ehl-i hadîsin, özellikle Ahmed b. Hanbel’in akîdesini benimsedi­ğini belirtmekle birlikt inanç esaslarını kelâmî delillerle kanıtlamaya çalışmış, talebelerinden Ebü’l-Hasan el-Bâhilî ile İbn Mücâhid’in yetiştirdiği Bâkıllânî, İbn Fürek, Ebû İshak el-İsferâyînî, daha son­ra da Abdülkâhir el-Bağdâdî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Gazzâlî ve müte-ahhir kelâmcılar onun yöntemini geliş­tirerek devam ettirmişlerdir. Eş’arî’nîn Suriye-Irak havzasında kurduğu kelâm mektebine nisbetle akılcılığa daha çok önem veren ve kökleri Ebû Hanîfe ile onun ilmî silsilesine dayanan diğer bir Sünnî kelâm mektebi Ebû Mansûr el-Mâtürîdî tarafından Mâverâünnehir hav­zasında kurulmuştu. Türk bölgelerindeki bid’at fırkalarını çökerten ve Mâtürîdiyye veya Hanefiyye adıyla anı­lan bu Sünnî kelâm mektebi kurucusun­dan sonra Hakîm es-Semerkandî, Ebü’l-Yüsr el-Pezdevîve özellikle Ebü’1-Muîn en-Nesefî gibi âümlerce geliştirilmiş ve Ehl-i sünnet mezhebini güçlendirmiştir. M. Watt, Mâtürîdiyye ve Eş’ariyye’nin ancak VIII. (XIV.) yüzyılda birbirlerinin farkına vardıklarını iddia ederse d bu doğru değildir. Zira Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve Ebü11-Mum en-Nesefî Eş’a­riyye’nin görüşlerini nakledip eleştirmiş­lerdi. Ayrıca Abdülkâhir el-Bağ­dâdî gibi bir mezhep tarihçisi, Ehl-i sün­net’in ehl-i re’y ve ehl-i hadîs grupların­dan oluştuğunu belirtirke ehl-İ re’y ile, fıkıhta re’y ekolünü tem­sil eden Mâtürîdiyye-Hanefiyye kelâm-cılarını kastetmiş olmalıdır. Onun bizzat Ebü Hanîfe’yi Ehl-i sünnet kelâmcıları arasında sayması da bunu teyit etmek­tedir. Bağdadî. Eş’arî ve takipçilerini ise ehl-i hadîs içinde mütalaa etmiş olmalı­dır. Zira Eş’arî ehl-i hadîsin imamı sayı­lan Ahmed b. Hanbel’e uyduğunu ifade etmiştir. Bundan dolayı Ebü’l-Muîn en-Nesefî Eş’arî âlimlerine “ehl-i hadîs ke-lâmcılan” demektedir

Sünnî kelâm akımı Eş’ariyye ve Mâtü­rîdiyye ekollerinin kuruluşuyla güçlene­rek İV-V. (X-Xi.) yüzyıllardan itibaren İs­lâm dünyasının birçok bölgesinde ana mezhep haline gelmiş ve âlimler züm-resiyle müslüman ekseriyetini kendine bağlamıştır. Böylece İslâm’ın geçmiş ta­rihine sahip çıkarak ilk dört halifeyi ve onlan takip eden diğer yönetimleri meş­ru sayan, ashaptan itibaren her asırda çoğunluğu oluşturan müslüman âlimle­re saygılı olmayı şiar edinen bir anlayış İslâm âleminde hâkim olmuştur. Sünnî kelâm ekolü büyük çoğunluğun tasvibi­ni kazandıktan ve bir bakıma resmî mez­hep halini aldıktan sonra fikrî hayatın çeşitli cepheleriyle kendini takviye etme­ye başlamış, onun bu hâkimiyeti Mute­zile, Mürcie. Müşebbihe, Felâsife gibi grupların zayıflayıp zamanla fiilen orta­dan kalkması sonucunu doğurmuştur. Ehl-i sünnet”in kurumlaşmasına paralel olarak Şîa da yeniden şekillenip azınlı­ğı temsil eden muhalif grubu teşkil et­miştir. Gazzâlî’den itibaren Eş’ariyye ke-lâmcılarının felsefe ve tasavvufa ilgi duy­maları ve bu âlimlerin genellikle Kurtu-ba, Mısır, Şam, Irak gibi Ortaçağ’ın kül­tür merkezlerinde yaşamaları ekolün Mâ-türîdiyye’ye nisbetle daha çok yayılma­sını sağlamış, hatta eserleri Osmanlı coğ­rafyasında mevcut medreselerde oku­tulan bir mezhep haline gelmişti. Mâtürîdiyye ile Eş’ariyye’nin tem­sil ettiği Sünnî akîdeyi benimseyenlere, Selefiyye’nin alternatifi olarak “Ehl-i sün­net-i âmme” de denilmişti. Günümüzde Selefıy-ye. Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye’den oluşan Ehl-i sünnet, % 90’ın üstünde müslü­man çoğunluğunun mezhebi durumun­dadır. Ehl-i sünnet mensupları Şîa’mn yoğun olduğu İran, Irak, Yemen ile İbâ-zîler’in azınlıkta bulunduğu Kuzey Afri­ka ülkelerinin bir kısım bölgeleri ve az miktarda İsmâilîTn yaşadığı Pakistan ile Hindistan’ın bazı yöreleri dışında kalan bütün İslâm ülkelerine yayılmış durum­dadır.

Ehl-i sünnet’in Selefiyye, Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye gruplarından meydana gel­diği genellikle kabul edilmekle birlikte mezhep taassubunun etkisi veya muh­temelen Ehl-i sünnet terimine verilen mânaların farklı oluşu sebebiyle değişik bazı görüşler de ileri sürülmüştür. Selefıyye’den Âcurrî, İbn Hazm, İbn Teymiy-ye, Seksekî. M. Reşîd Rızâ, Abdullah Bâ-betîn gibi eski ve yeni bazı âlimler Sele-fiyye’yi Ehl-i sünnet”in yegâne temsilci­si saymışlar, Eş’ariyye ile Mâtürîdiyye’-yi Ehl-i sünnete intisap iddiasında bu­lunan gruplar olarak görmüşlerdir. Bun­lardan İbn Hazm’a göre Eş’ariyye Ehl-i sünnefe en uzak olan fırkadı. İbn Teymiyye, Hulefâ-yi Râ-şidîn’i meşru kabul ettiklerinden dola­yı bazan Mutezile’yi, ayrıca kendilerini Sünnîliğe nisbet eden Kerrâmiyye, Zâhi-riyye, Sûfiyye ve Sâlimiyye’yi de Ehl-i sün­net grupları arasında zikretmişti. Seksekî, Bâtıniy-ye’ce benimsenen metodu takip ettikleri için Sûfiyye’nin Ehl-i sünnefe dahil edile­meyeceğini savunmuştu. Mâtürîdî âlimlerinden Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ile Ebü’1-Muîn en-Nesefî’ye göre Ehl-i sünneti gerçek anlamda tem­sil eden yalnız Mâtürîdiyye’dir. Eş’ariy­ye, Küllâbiyye ve Sûfiyye ise kendilerini Ehl-i sünnete nisbet eden gruplardı. Eş’arîler’den Abdülkâhir el-Bağdâdî. Ehl-i sünnetin kısaca ehl-i ha­dîs ve ehl-i re’yden oluştuğunu zikret­tikten sonra bunları ayrıntılı olarak se­kiz gruba ayırır. Buna göre Ehl-i sünnet ehl-i bid’atın görüşlerini reddeden ke­lâm, fıkıh, tefsir, kıraat ve Arap dili âlim­leri, şeriata bağlı sûfîler, müslüman mü-cahidler ve Sünnî akaidin hâkim oldu­ğu coğrafyada yaşayan müslüman halk kitlesinden oluşu. Şehristânî ise mezhepleri tasnif ederken Eş’ariyye’yi Sıfâtiyye içinde mütalaa et­miş ve bir anlamda Sıfâtiyye’yi Ehl-i sün­net karşılığında kullanmıştır. Buna göre Sıfâtiyye içinde zikrettiği Müşebbihe ile Kerrâmiyye’yi de Ehl-i sünnete dahil et­miş olduğu anlaşılmaktadır Sübkî’nin tasnifinde Ehl-i sünnet kitap, sünnet ve icmâı esas alan ehl-i hadîs, naklin yanında akla başvuran ve Eş’ariyye ile Hanefıyye’den oluşan ehl-i nazar, bir de başlangıçta nakli ve ak­lı esas alıp nihaî merhalede keşfte ka­rar kılan ehl-i keşf gruplarından mey­dana geli. Geç dö­nem Eş’arî âlimlerinden Cürcânî ise Ehl-i sünnete Selefıyye ile Eş’ariyye’yi dahil edip Mâtürîdiyye’den hiç bahsetmemiş­ti. Şia’dan İbn Şâzân, hilâfete aynı açıdan baktıkları için Şîa dışındaki bütün grupları, İbnü’n-Ne-dîm ile İbnü’l-Murtazâ kullara aitfiillerin Allah tarafından yaratıldığını kabul ettiklerinden Mücbire, Neccâriyye, Mür-cie, Dırâriyye ve Bekriyye fırkalarını Ehl-i sünnete dahil etmişlerdir. Çağdaş ya­zarlardan Muhammed Amâre’ye göre bir fırkanın Ehl-i sünnete dahil oluşu iza­fîdir. Eğer sünnetle Hz. Peygamber’in söz ve fiilleri kastediliyorsa Şîa, Havâric ve Mu’tezile de Ehl-i sünnetten sayılır. Zira onlar da Hz. Peygamber’e uymaya çalışmışlardır. Sünnetle ashabı taklit et­mek ve muhafazakârlık kastediliyorsa sadece Selefiyye Ehl-i sünnete dahildir Sünnî grupların tes-biti konusunda ileri sürülen bu farklı gö­rüşler bir yana kelâm, mezhepler tari­hi ve konuyla ilgili diğer eserlerde Ehl-i sünnet genellikle Selefıyye, Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye’yi kapsayan bir tabir olarak kullanılır. En büyük azınlık olan Şîa bile terimi bu kapsamıyla rnânalandırır.

Allah tarafından vazedilmiş olan dinî hükümlerin doğru anlaşılması Allah’ın muradını tesbit etmekle mümkündür. Allah kullarına iletilmesini dilediği şey­leri vahiy yoluyla peygamberine bildir­miş, vahyi açıklayıp uygulama görevini de ona vermiştir. Son peygamberin teb­ligat ve uygulamalarının ilk muhatapla­rı sahabe topluluğu olduğundan İslâm’ın temel konularında onların anlayış, uy­gulama ve rivayetleri Allah’ın muradına ve Peygamber’in sünnetine uygun dü­şen bir yol olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple müslüman çoğunluk daima bu yolu takip etmeye çalışmıştır. Ehl-i sün­net âlimlerine göre naslardan isabetli hükümler çıkarmak ve ihtilaflı konuların çözümüne ulaşabilmek için anlamı açık olan muhkem âyetlerden hareket etmek, sahih hadislerin beyanlarını dikkate al­mak, nasları bütünlük içinde anlamaya çalışmak, naklî ve aklî bir zaruret bulun­madıkça nasların zahirine bağlı kalıp ak­lı nakle tâbi kılmak gerekir. Nas bulun­mayan konularda ise aklın temel ilkele­rine başvurularak Kur’an’ın genel muh­tevasına ve özüne uygun bir şekilde ic-tihad etmek lâzımdı. Ancak nassın bulunduğu konularda ve dinin temel esaslarını belirlemede akla bağımsız yetki verilemez. Ehl-i sünnet­çe benimsenen bu temel ilkeler dışın­da genel prensipleri ve mezhebin itika-dî görüşleri, zamanın şartlarına ve Ehl-i sünnet bünyesindeki gruplara göre az çok farklılık göstermiştir. Başlangıç devrine ait kaynaklarda Hulefâ-yi Râşidîn”i meşru kabul etmek, imanın amelden ay­rılmadığına ve amelin imana dahil bu­lunduğuna inanmak. Kur’an’ın Allah ke­lâmı olup yaratılmadığını benimsemek, her şeyin ilâhî kadere göre vuku bul­duğuna, ilâhî sıfatların gerçekliğine ve bunların kadîm olduklarına, Allah’ın âhi-rette görüleceğine inanmak gibi belli te­lakkiler Ehl-i sünneti diğer mezhepler­den ayıran görüşler olarak kaydedilir Yayılmasına ve geniş bir alana dağılmasına paralel olarak Ehl-i sün­netin itikadî görüşlerinde gelişmeler kaydedilmiştir. Nitekim Ehl-i sünnetin genel ilkeleri ve itikadî görüşleri İbn Ebû Âsi, Eş’ar, Mala, İbnü’l-Cevz, İbn Ebû Ya’l, Abdülkâhir el-Bağdâd, İsferâyîn, Hakîm es-Semerkand, Ebü’l-Yüsr el-Pezdev gibi Selefiyye, Eş’ariyye ve Mâ-türîdiyye âlimleri tarafından büyük ben­zerliklere rağmen nicelik ve nitelik açı­sından farklı şekillerde nakledilmiştir. Genellikle Sünnî akaid ve kelâm kitap­larında, incelenen itikadî meselelerin ko­nu başlıkları tarzında nakledilen bu gö­rüşler daha çok kâinatın yaratılmışlığı, Allah’ın varlığı ve sıfatları, kulların fiil­leri ve kader, nübüvvet ve âhiret konu­ları, tekfir problemi ve imamet anlayı­şı üzerinde yoğunlaşır. Konuların seçimi ve işlenişinden anlaşılacağı üzere Ehl-i sünnet âlimleri bu temel görüşleriyle bir taraftan nasların ruhuna uygun, çoğunlu­ğun tasvibini almış tutarlı bir İnanç sek­li ortaya koymayı, diğer taraftan İslâm’ın dışındaki din mensuplarının benimsedi­ği bâtıl inançlarla bazı müslüman grup­ların ileri sürdüğü bid’at telakkilerini cevaplandırmayı amaçlamışlardır.

Ehl-i sünnete yöneltilen çeşitli eleşti­riler mevcuttur. Bunları, Mu’tezile ve Şîa gibi ehl-i bid’ata mensup âlimlerin eleş­tirileriyle farklı gruplara bağlı Sünnî âlim­lerin birbirlerine yönelik eleştirileri ola­rak iki grupta toplamak mümkündür. Mu’tezile âlimleri tenkitlerini daha çok Sünnîler’in ulühiyyet anlayışı ve İrade hürriyeti telakkilerine yöneltmişlerdir. Onlara göre Ehl-i sünnetin sübûtî sıfat­lar yanında fiilî sıfatlan da kadîm telakki etmesi, Allah’ın görülebilir bir varlık olduğuna inanması ve haberi” sıfatlan te’-vite tâbi tutmaması, yaratıcının yaratıl­mışlara benzemesi sonucunu doğurmuş­tur. Bunun da tevhid ilkesini zedelediği muhakkaktır. Ayrıca Allah’a cebir isnadı endişesiyle ilâhî fiilleri hikmet faktörün­den soyutlamak ve meselâ itaat edeni cehenneme, isyankârı da cennete koy­masının teorik olarak mümkün olduğu­nu söylemek, bunun yanında kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığına inanmak, O’nun en önemli sıfatlarından olan adaletli oluşuna aykırı düşe. Bundan dolayı Mu’-tezile kaynaklan Ehl-i sünnet’ten dai­ma Mücbire (Cebriyye), Mücevvire ve Mü-şebbihe adlarıyla bahsetmiştir. Mu’te-zile âlimlerine göre çoğunluk tarafın­dan benimsenmiş bulunması Ehl-i sün­net’in hak olduğunu ispat etmez. Nite­kim Kur’an’da azınlıkta olanların pey­gamberlere uyduğu ve kullardan çok azı­nın şükrettiği bildirilmişti. Şîa’ya bağlı âlimler de daha sonra Mu’tezile’nin ulûhiyyet ve irade hürriyeti konusundaki görüşlerini benimsediklerinden Ehl-i sünnet’e kar­şı aynı eleştirileri tekrar etmişler, ayrıca Hz. Ali’ye öncelik tanımayan hilâfet te­lakkilerini ve ashabın tamamına saygı göstermelerini de .tenkide tâbi tutmuş­lardır. Şia’nın erken dönem âlimlerin­den İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, Ehl-i sün-net’in, akaidde ve fıkıhta birbirine aykı­rı görüşler benimseyen gruplardan oluş­tuğu için çoğunluğa mal olmuş hak bir mezhep olarak kabul edilemeyeceğini söyler. Zira ona göre bazı Sünnîler asıl­sız rivayetlere dayanarak teşbihe düş­müş, bazıları da amel-iman ayırımı yapmıştır. Fıkıhta bir grubun haram gör­düğünü diğer grup helâl telakki etmiş, ezandaki “hayye alâ hayri’1-amel” ile na­mazdaki kunûtun kaldırılması örneğin­de olduğu gibi sünneti de terketmiş-lerdir. Sonuç olarak onların sünneti ter-kedip re’y ile amel ettiklerinden “ehl-i sünnet”, birçok noktada ihtilâfa düştüklerinden de “ehl-i cemâat” olamayacak­larını iddia etmiştir

Selefiyye âlimleri, rü’yetullahı normal görme şartlarına bağlı olmaksızın kabul edip haberi sıfatları zannî bilgilere da­yanarak te’vile tâbi tutmaları ve ameli imandan ayırmaları sebebiyle bütün Sün­nî kelâmcılarını ve İlâhî fiilleri sadece irade sıfatına dayandırıp adalet ve hikmet sıfatlarını arka plana ittiklerinden Eşa-riyye kelâmcılarını eleştirmişlerdir Sünnî kelâmcılar da zayıf veya uydurma rivayetlere dayanarak ulühiy-yete dair bâtıl inançlar benimsedikleri ve haberi sıfatları te’vil etmemekle teş­bihe düştükleri gerekçesiyle Selefıyye’yi tenkit etmişlerdir

Hicrî I. yüzyılın sonunda ortaya çık­maya başlayan ve IV. yüzyılda teşekkü­lünü tamamlayan Ehl-i sünnet, Kur’an ve Sünnete uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle tâbi kılmakla diğer mez­heplere göre isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Zira dinde ana prensip vahye uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın nakle hâ­kim olması veya naklin akla tâbi kılın­ması halinde bazı düşünürlerin de söy­lediği gibi vahye ihtiyaç kalmaz ve ilâhî emirler bir anlam taşımaz. İnsan bilgisi için vazgeçilmez bir kaynak olmasına rağmen sınırlı, dış tesirlere açık ve ge­leceği keşfetmekten yoksun bulunan akıl vahyin desteğine muhtaçtır. Ehl-i sünnet aklı vahye tâbi kılıp vahiyle akıl arasında bir denge kurmak, ayrıca kitap, sünnet, icmâ, kıyas gibi bütün şer’î usul­lere başvurmak suretiyle doğruya ulaş­ma İhtimalini yükseltmiş ve hemen he­men her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başar­mıştır. Dünya müslümanlannın % 90’ın-dan fazlasını oluşturan Ehl-i sünnet’in İslâm ilimlerinin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslâmî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimleri tarafından ka­leme alınmıştır.

Tarihî seyri içinde Ehl-i sünnet’in dik­kat çeken özelliği, başlangıç döneminde meseleleri Kur’an ve Sünnet’e başvur­mak suretiyle çözmeye çalıştığı ve ge­lişme kapısını açık tuttuğu halde zaman­la müctehid imamların ve takipçilerinin görüşlerini taklide yönelip Kur’an ve Sün­net’ten çözüm aramayı terketmesidir. Bu öyle bir noktaya varmıştır ki nere­deyse doğrudan doğruya Kur’an ve Sün­net’e başvurmak caiz görülmemiştir. Müctehid âlimlerin uygulayıp tavsiye et­tikleri metoda da aykırı düşen bu tu­tum mezhep taassubunu körüklemiş, fikrî ve içtimaî gelişmelerin doğurduğu ihtiyaçları karşılayacak yeni yorum ve bilgilerin üretilmesine engel teşkil ede­rek İslâm düşüncesinin duraklamasına sebep olmuştur. Özellikle Ehl-i sünnet kelâmcılarının eski felsefî, ilmî ve siyasî anlayışlara dayanarak geliştirdikleri is­tidlal yöntemi ve malzemelerinin mo­dern düşünce hareketleri ve ilmî veriler ışığında yeniden incelenip değerlen­dirilmesi dinî hayat açısından büyük bir önem taşımaktadır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen rivayetler konusunda Ehl-i sünnet âlimlerinin tavrı dikkat çekicidir. Hadislerin tedvîni İslâm’ın yozlaşmasını engelleyen sevindirici bir gelişme olma­sına rağmen gerek zındıklar gerekse mezhep taassubuyla çeşitli İslâmî fırka mensupları tarafından hadis uyduruldu­ğu da bilinmektedir Bu husus, rivayetlerin isnad açısından olduğu kadar metin açısından da tenki­dini gerekli kılmıştır. Ne var ki Ehl-i sün­net âlimleri korumacı bir yaklaşımla ha­disler konusunda bu noktayı ihmal et­mişler ve, “Devlet reisleri sadece Kureyş’-ten olur” örneğinde görüldüğü gibi hem sahih olmayan rivayetlere önem atfet­mişler, hem de kendilerinin de içinde bulunduğu sosyal realiteye ters düşerek müslümanların hareket alanını daralt-mışlardır. Halbuki bu hadis metin açı­sından tenkide tâbi tutulup Hz. Ömer’in İran asıllı Sâlim’i (Mevlâ Ebû Huzeyfe) ha­life adayı olarak düşündüğünü bildiren sahih rivayetle karşılaştırılsaydı uydurma olduğu anlaşılacaktı

Mu’tezile ve Şîa âlimlerinin Ehl-i sün­net’e yönelttikleri eleştirilere gelince, Sünnî âlimlerinin nasları yorumlarken hataya düşmediklerini söylemek elbet­te mümkün değildir. Nitekim aynı ko­nularda az da olsa ihtilâf etmeleri bu­nu göstermektedir. Ancak bu tür me­seleler İslâm akaidinin genel çerçeve­siyle ilgili olmayıp ayrıntı sayılabilecek bazı noktalara münhasırdır. Mu’tezile’­nin Ehl-i sünnet’i teşbih ve cebir görüş­lerini ihdas etmekle suçlaması isabetli değildir. Çünkü ilâhî sıfatları ispat eden sadece Sünnîler olmayıp Mu’tezilîler de belli bir çerçevede sıfatları kabul etmek­tedir. Kader ve kulların fiilleri konusun­daki eleştiriler de Ehl-i sünnet’in hata­lı olduğunu kanıtlayıcı bir kesinlik taşı­maz. Zira bütün olayların ilâhî ilim çer­çevesinde meydana geldiğini, bunun ya­nında kulun fiil yapma gücü ve İradesi­ne sahip bulunduğunu h#r iki taraf da kabul etmektedir. Ehl-| sürtnet sadece sıfatların yetkinliğinden hareketle fiilin meydana gelişinde ilâhî iradeye de yer vermek istemektedir. Mu’tezile’nin müs-lümanlar içinde azınlık durumunda bu­lunmakla övünüp çoğunluğu temsil et­mesinden ötürü Ehl-i sünnet1 i eleştir­mesi de haklı değildir. Çünkü Kur’an’dan getirdikleri deliller kâfir-mümin ayırı-mıyla ilgilidir. Eğer insanlar içinde azın­lıkta kalmak manevî açıdan bir avantaj ise Ehl-i sünnet kâfirlere nisbetle yine azınlıktadır. Şîa’nın, hilâfeti kastederek, re’y ile hükmettiği ve bazı rivayetleri dik­kate almadığı gerekçesiyle Ehl-i sün-net’e yönelttiği tenkitler aynen kendile­ri için de söz konusudur. Hakkında nas bulunmayan hususları ihtiyaca göre in­sanların anlayışına terkedip re’ye baş­vurmalarını caiz görmesi İslâm’ın ev­rensel ve mükemmel bir din oluşunun tabii bir neticesidir.

Selefiyye, Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye âlim-lerince yazılan akaid ve kelâm kitapları Ehl-i sünnetin asıl literatürünü oluştur­makla birlikte özellikle Ehl-İ sünnet adı kullanılarak telif edilen çeşitli eserler de vardır. Tahâvî’nin el-‘Akîdetü’t-Tahâ-viyye diye de bilinen Beyânü cakâ3idi Ehli’s-sünne ve’-cemâc, Ebü’l-Kâsım Hibetullah b. Hasan et-Taberî’nin Şerhu uşûli i’tikâdi Eh-H’s-sünne ve’I-cemâ’, Kâdıssünne Ebû Muhammed’in Kitâbü’s-Sünne ve’1-cemâ’, Beyhakî’nin el-Vtikâd calâ Ehli’s-sünne ve’1-cemâ’, Ebü’l-Hasan el-Eş’arT’nin Usûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâc, Cüveynînin Lüma’u’l-edille fî kava’idi Ehli’s-sünn, Adî b. Müsâfır’in Vtikâdü EhH’s-sünne ve’l-cemâ^, Ebü’l-Muzaffer es-Sem’ânrnin Minhâcü Ehli’s-sünne, İbn Fakîhi Fıssa’nın Riyâzul-cenne fi âşâri Ehli’s-sünne, Alâeddin İbnü’t-Türkmânrnin ed-Dürretü’s-se-niyye fi’l-‘akîdeti’s-Sünniyye, Şah Ve-liyyullah ed-Dihlevî’nin el-Mukaddime-tü’s-seniyye fi’1-intişâr ii’1-fırkati’s-Sünniyye, Muhammed Sıddık Han’ın Ri-yâzü’l-cenne fî terâcimi Ehli’s-sünne, Abdülganî en-Nablusî’nin Şarful-e’m-ne calâ cakâ3di Ehli’s-sünn, Ebü’l-Be-rekât en-Nesefî’nİn ‘Umdetü’l-‘akö’id li-Ehli’s-sünne ve’J-cemd’, Cemâled-din Muhammed b. Ebü’l-Hasan el-Bek-rî’nin Te’bîdü’l-minne bî-te’yîdi Eh­li’s-sünne Te3ytdü’I-mirine fî te’bîdi’ssünne, bk. Keşfü’z-zunûn, I, 268, 336, Ab-dülhâdî el-Mısrfnin Ehlü’s-sünne ve’l-cemâca, me’âlimü’l-intılâki’l-kübr ve Fâtıma Ahmed Rıfat’ın Mezhebü Ehli’s-sünne ve’l-cemâ’a ve menziletühüm fi’l-fikri’1-İslâm adlı eserleri bunlardan ba­zılarıdır. (Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Ehl-i Sünnet maddesi)

This entry was posted on Pazar, Aralık 7th, 2008 at 12:09 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz