Allah Dileseydi, Dilemek ve İrade
KUR’AN’DA İRADE, ŞEY VE FITRAT
Şey (شَيْء), kader ve irade; birbirleriyle ilişkisi olan kelimelerdir. Şey varlık; kader varlıktaki ölçü, irade de bir şeyi var etme isteği veya kararıdır. Fıtrat ise varlıkların yapısını oluşturan, geliştiren ve değiştiren kanunlar bütünüdür.
Şey (شَيْء) hem mastar hem isimdir. Mastar, kelimenin türetildiği kaynaktır. “Şey”den mimli mastar olarak () meşîet türetilmiştir. Bu kelime Kur’ân’da yoktur. Bazı zayıf hadislerde ve bir kısım edebi eserlerde az da olsa rastlanabilir. Arapların pek bilmediği meşîete, sonraları bir delile dayanmadan irade anlamı verilmiş, bu anlam Kur’ân’da çokça yer alan şâe (şâe) fiiline taşınmış ve daha sonra da şöyle bir kural oluşturulmuştur:
”LA FARKA BEYNEL MEŞİETİ VE’L-İRADE İNDE’L-EHL-İSUNNET”
“Ehl-i Sünnet’e göre meşîet ile irade arasında fark yoktur[1].”
Hâlbuki şâe () de tıpkı meşîet () gibi şey (شَيْء)’den türemiştir. Dolayısıyla ona, şey (شَيْء)’in anlamından farklı anlam yüklenemez. Ama olan olmuş ve şâe ()’nin anlamı değiştirilmiştir. Bu da Müslümanların şeyi (çoğulu eşya) doğru anlamalarını engellemiş, İslâmî ilimleri hayattan yani fıtrattan koparmış ve kaderciliği bir inanç esası haline getirmiştir. Bu sebeple konu, son derece önemlidir.
İrâde, ravd () kökünden, bir noktadan bir hedefe gidip gelme anlamındadır. Bu, konaklamak ve otlak yeri aramak için gidip gelen kişinin yani râid’in, yaptığı iştir. Râid gider, dolaşır ve en iyi yeri tercih eder. بَعَثْنا رائداً يرود لنا الكَلأَ والمنزِلَ = Râid gönderdik, bize otlak ve konaklama yeri arayacak; denir[2].
İrâde (), ravd ()’in if’âl babına nakli ile oluşmuş, lazım iken müteaddiye dönüşmüş, ravd ()’ın faili, iradenin mefulü olmuştur. Yani irâde, râidi göndermektir.
İnsanın içinde, râid gibi gidip gelen, istek ve kararlarını oluşturan bir yetenek vardır. İrâde, o yeteneği harekete geçirmektir; istek ile başlar, bir karar veya kararsızlıkla biter. Bu sebeple irade ikiye ayrılır; birincisi istek, ikincisi kararlılıktır.
وَاللّٰهُ يُرٖيدُ اَنْ يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرٖيدُ الَّذٖينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ اَنْ تَمٖيلُوا مَيْلًا عَظٖيمًا
Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; arzularının peşine takılanlar da büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler. (Nisa 4/27)
خَالِدٖينَ فٖيهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَاءَ رَبُّكَ اِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُرٖيدُ
Senin rabbin irade ettiği şeyi yapar. (Hûd 11/107)
بَدٖيعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِذَا قَضٰى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونَ
Allah bir işe karar verdi mi, ona sadece “ol!” der, o da oluşur. (Bakara 2/117)
İnsanın kararlılığı anlamını taşıyan iradeye şu ayet örnektir.
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ
Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlama kararında olanlar içindir. (Bakara 2/233)
İnsan, verdiği kararı ancak Allah’ın desteği ile uygular. Mesela çocuğu emzirmek için Allah’ın vereceği imkânlara sahip olmak gerekir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurur:
فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلٖينَ
Bir şeye karar verdin mi Allah’a dayan. Allah kendine dayananları sever. (Al-i İmran 3/159)
İrade ayrı, irade edilen şey ayrıdır.
شئ)
Kur’ân’da şey (شئ); kendi veya kaderi oluşturulmuş varlık anlamına gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْپًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
“Bir şeyi irade ettiğinde yaptığı, sadece ona “ol” demektir; sonra o şey oluşur.” (Yasin 36/82)
Ayetteki شَيْئاً (= şey’en) mastar, ondaki tenvîn ise muzafun ileyhten ıvazdır. Yani شيْئَ شَيئٍْ iken muzafun ileyh olan şey شَيئٍْ kaldırılmış yerine tenvîn konmuştur. Kaldırılan شَيئٍْ isimdir ve mastar olan شَيئٍْ’in mef’ûlüdür. Ayetteki كُنْ tam fiildir[3] ve faili, şey (شَيئٍْ)dir. Şey (شَيئٍْ)’in kendisi henüz oluşmamış olsa da ölçüsü yani kaderi oluştuğu için emre muhatap kılınmıştır.
Her şey (شَيئٍْ) bir kadere yani bir ölçüye göre oluşur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَیْءٍ قَدْرًا
“Allah her şey için bir kadr (ölçü) koymuştur.” (Talak 65/3)
Ayetteki كُنْ emrinin cevabı olan فَيَكُونُ (fetekûnu) da tam fiildir. Bu sebeple âyetin (إِذَا أَرَادَ شَيْئاً) bölümüne; = bir şeyi var etmek ve oluşturmak istediği zaman[4]’. anlamı verilmiştir. Çünkü tam fiil olan كُنْ = kün’ün anlamı, kevvin كوِّنْ = oluşmaya başla!” veya “uhdus = varlık sahnesine çık” şeklindedir. Buradan hareketle mastar olan شَیْ’in, ihdas () ve tekvîn () anlamında olduğu ortaya çıkar. İhdas, yokken var etmek, tekvîn ise oluşturmaktır. Bize göre tekvîn kelimesi daha uygundur.
اَوَلَا يَذْكُرُ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ يَكُ شَيْپًا
İnsan bilmez mi, daha önce hiçbir şey değilken onu biz yarattık. (Meryem 19/67)
هَلْ اَتٰى عَلَى الْاِنْسَانِ حٖينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْپًا مَذْكُورًا
İnsan, mezkûr bir şey oluncaya kadar çok zaman geçmiştir. (İnsan 76/1)
Mezkûr; zikrolunmuş, zikre konu anlamındadır. Zikir, kullanıma hazır, doğru bilgidir[5]. “İnsan, mezkûr bir şey oluncaya kadar…” sözü; “o kişiyle ilgili bilgi üretilinceye kadar” demek olur. Bu bilgi onun ölçüsü yani kaderidir.
Şey (شَيْء) mastarından (şâe) fiili türetilmiştir. Aslı (شَيَأَ)dir. Yâ (ي)’dan önce fetha olduğu için yâ elife dönüşmüş ve (şâe) olmuştur. Mastar ile fiil arasında anlam farkı olmaz; tek fark fiilin bir zaman dilimi içinde olmasıdır. Bu sebeple (شَاء) “şeyi oluşturdu” demektir. Şey mastarının anlamı () tekvîn olduğu için şâe ()’nin anlamı da “(كوَّن) kevvene =oluşturdu” olur.
Ölçüleri yani kaderi belirlenmiş ama henüz yaratılmamış olana da şey (شَيْء) dendiğine göre (şâe) fiilinin fiilinin mef’ûlü oluşmamış şey ise anlamı “şeyin ölçüsünü oluşturdu = كوَّنَ قَدَرَ الشيئ” ; oluşmuş şey ise anlamı, “şeyi oluşturdu = كوَّنَ الشيئَ” olur. Bir de şâe (şâe) fiili daima müteaddîdir[6]. Oluşturulan şey cümlenin akışından anlaşıldığı için çoğu zaman söylenmez yani mef’ûlü hazfedilir.
Her şey, Allah’ın koyduğu kanunlara göre oluşur. Bu, dünya işleri gibi din işleri için de geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَنْ كَانَ يُرٖيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فٖيهَا مَا نَشَاءُ لِمَنْ نُرٖيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلٰیهَا مَذْمُومًا مَدْحُورًا وَمَنْ اَرَادَ الْاٰخِرَةَ وَسَعٰى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَاُولٰئِكَ كَانَ سَعْيُهُمْ مَشْكُورًا
“Kim hemen olanı isterse orada, onun için oluşturacağımız kadarını istediğimiz kişiye verir, sonra cehennemi onun yeri yaparız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Kim de ilerisini (Ahireti) ister ve onun için gereken çabayı inanarak gösterirse bunların çabaları teşekkürle karşılanır.” (İsrâ 17/18-19)
Bu ayetlere göre beşeri fiiller bir çabayla oluşur. Öyleyse faili insan olan şâe (şâe)’ye (كوَّن) anlamı verilebileceği gibi (سَعَى لَهَ سَعْيَهَ) “oluşum için gerekli çabayı gösterdi” anlamı da verilebilir.
Şu âyetler, (şâe)’nin bütün anlamlarını göstermesi bakımından önemildir:
وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ رَجٖيمٍ فَاَيْنَ تَذْهَبُونَ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمٖينَ لِمَنْ شَاءَ مِنْكُمْ اَنْ يَسْتَقٖيمَ وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ
“O (Kur’ân) başka değil, âlemler için bir zikir, doğru bilgidir. İçinizden doğruluğu ölçü alanlar için. Siz bir şey oluşturamazsınız; varlıkların sahibi Allah’ın oluşturduğu ölçüye göre olursa başka.” (Tekvîr 81/25-29)
Şimdi âyetlere neden bu anlamın verildiğine bakalım:
لِمَن شَاء مِنكُمْ أَن يَسْتَقِيمَ ayetinde شَاء’nin mef’ûlü يَسْتَقِيمَ أَن ifadesidir. شَاء’ye كوَّن anlamı verince âyetin tefsiri şöyle olur.
لِمَن
“İçinizden doğruluğu ölçü alanlar için.”
وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ
Bu bir istisna cümlesidir. وَمَا تَشَاؤُونَ ile başlayan olumsuz anlam, إِلَّا ile olumluya çevrilmiş ve mef’uller hazfedilmiştir. Mef’ulleri yerlerine koyarsak âyet şöyle olur:
Bu âyetin anlamını şöyle de ifade edebiliriz:
Siz varlıkların sahibi Allah’ın koyduğu ölçüye uymazsanız doğruluğu oluşturamazsınız.
Ayetlere göre şey (شَيْء), yedi safhada oluşur. Birincisi irâde, ikincisi kaderin tekvîni (تكوين قدر الشيئ), üçüncüsü ilham, dördüncüsü onay, beşincisi kayda geçme, altıncısı şeyin tekvîni (تكوين الشيئ) yedincisi o şeye güç verme yani takdîr safhasıdır.
Buradaki irâde, bir şeyi oluşturmaya karar vermektir. Bu konu yukarıda geçmişti.
Kaderin Tekvîni
Kader, ölçü demektir. Allah, yaratacağı şeyin önce kaderini oluşturur. İlgili âyetler şöyledir:
اِنَّا كُلَّ شَیْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
“Biz, her şeyi bir kadere (ölçüye) göre yaratmışızdır”.
وَكَانَ اَمْرُ اللّٰهِ قَدَرًا مَقْدُورًا
Allah ’ın işi, kaderi (ölçüsü) tam belirlenmiş şekildedir. (el-Ahzâb 33/38)
اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ
“Allah her şeye bir kader (ölçü) koyar” (Bakara 2/20)
Yani Allah her şeyi olması gereken ölçüye göre yaratır; eksiği de fazlası da olmaz[7].
İnsanın kaderi ile eşya ve hayvanların kaderi farklıdır. Allah Teâlâ yere ve göğe; “İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin” dediği zaman ikisi de; “İsteyerek geldik” demişlerdi.[8] Ama istemeseler de onun emrinden çıkamazlardı. İnsanla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:
اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبٖيلَ اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا
Biz ona yolu gösterdik, ister teşekkür etsin, ister nankör olsun. (İnsan 76/3)
Yani insan, istemezse Allah’ın emrine uymaz. Bu sebeple dinde zorlama olamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
لَا اِكْرَاهَ فِى الدّٖينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَىِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ
Dinde zorlama olamaz[9]. Doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Kim azgınları tanımaz[10], Allah ‘a inanırsa, kopması imkânsız en sağlam kulpa yapışmış olur. Allah işitir, bilir. (Bakara 2/256)
Önceki âyette geçen (شَاكِرًا) ve (كَفُورًا) kelimeleri önemlidir. Şâkir, (شَاكِر) şükr () kökündendir. Şükr, nimeti akla getirmek, onu vereni övmek ve karşılığını vermektir[11]. İnsan her şeyini Allah’a borçludur. Bir âyet şöyledir:
وَاٰتٰیكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا
O size istediğiniz her şeyden vermiştir; Allah’ın nimetini saysanız bitiremezsiniz. (İbrahim 14/34)
Bu nimetler insanın Allah’a olan borcudur. Arapçada borca deyn (الدين) denir. Deyn insanı itaate zorlar. Allah’a olan borca karşılık, ona itaati öngören sisteme din () denir. Din ile deyn aynı köktendir. Allah’a olan borcun sürekli kabarmasına rağmen onu görmezlik eden ve emirlerine uymak istemeyen insan çoktur.
Görmezlik edene kefûr ( كَفُور) denir. Kefûr ( كَفُور) küfr () kökünden ism-i faildir; kâfir da aynıdır. Nimete küfr, onu örtmek ve şükrünü yerine getirmemektir[12]. Bu nankörlüktür. En büyük nankörlük Allah’a karşı yapılır. Birçok insan, Allah ile ilişkilerini, olması gerektiği gibi değil de kendi istediği gibi kurar. Verdiği nimetin kıymetini bilmez ve onun düzenini bozacak işlere girişir. Bu, insana verilen hürriyetten dolayıdır. Bunun hesabı kıyamet gününde görülecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
اِنَّ الَّذٖينَ يُلْحِدُونَ فٖى اٰيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَا اَفَمَنْ يُلْقٰى فِى النَّارِ خَيْرٌ اَمْ مَنْ يَاْتٖى اٰمِنًا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ
Âyetlerimiz karşısında yamukluk yapanlar bize gizli kalmazlar. Ateşe atılan mı hayırlıdır, yoksa Kıyamet günü güven içinde gelen mi? Tasarladığınız şeyi yapın, Allah ne yaptığınızı görür. (Fussilet 41/40)
Kur’ân’da (şâe) fiili ve türevlerinin faili ya Allah ya da insandır. Bir başka varlık bu fiile fail yapılmamıştır. Allah, her şeyin hem kaderini hem kendini mükemmel bir şekilde oluşturur. Ama insanın gücü sınırlıdır. Oluşturduğu şeyler, Allah’ın emirlerine ve fıtrata uyarsa güzel, uymazsa kötü olur. Her ikisini de yapacak hürriyete sahip olduğundan insan, medeniyet kurma, medeniyet yıkma, savaş, barış, çevreyi bozma veya ıslah gibi birbirine zıt işler yapabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَاٰتَيْنَا عٖيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذٖينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰـكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰـكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُرٖيدُ
Biz o elçilerden kimini kimine üstün kıldık. Kimiyle Allah konuştu, kimini derece derece yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da açık deliller verdik. Onu Kutsal Ruh ile destekledik. Allah zorlayıcı kader oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı kader oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı. Ama Allah dilediğini yapar.
لَوْ شَاء اللّهُ) ifadesinin başındaki lev (لَوْ), “ikincisi olmadığı için birincinin olamayacağını gösteren şart edatı”dır. Cümlenin akışına göre şâe (şâe) fiilinin hazfedilen mef’ûlü “şeyi’in kaderi = قدرالشَيْء” kelimesidir. Buradaki kader, (لَوْ شَاءَ اللّٰهُ) cümlesiyle insanda olmadığı vurgulanan zorlayıcı kaderdir.
Kavram kargaşasına meydan vermemek için insan için belirlenen kadere “” diğerine de “zorlayıcı kader = القَدَر المُجْبِر” demek uygun olur. Hazfedilen mef’ûlleri yerine koyunca âyet şöyle olur:
Allah zorlayıcı kader oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı kader oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı.
Burada kader yerine sistem kelimesi konabilir. O zaman meal şöyle olur:
Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı, onlardan sonrakiler o açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inandı, kimi görmezlik edip kâfir oldu. Allah, zorlayıcı sistem oluştursaydı, birbirleriyle savaşamazlardı.
Kur’ân’da bu anlamın verilmesi gereken ayet çoktur. Buna birkaç örnek verelim:
وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰـكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ فٖى مَا اٰتٰیكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَمٖيعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ فٖيهِ تَخْتَلِفُونَ
Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı hepinizi bir tek ümmet kılardı, ama verdiği şeyde sizi yıpratıcı imtihandan geçirmek için böyle yaptı. Öyleyse hayırlarda yarışın. Dönüşünüz Allah’adır; nelerde ihtilâf ettiğinizi size haber verecektir. (Maide 5/48)
وَاِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ اِعْرَاضُهُمْ فَاِنِ اسْتَطَعْتَ اَنْ تَبْتَغِىَ نَفَقًا فِى الْاَرْضِ اَوْ سُلَّمًا فِى السَّمَاءِ فَتَاْتِيَهُمْ بِاٰيَةٍ وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدٰى فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلٖينَ
Onların yan çizmeleri sana ağır gelir ve gücün de yeterse yerde bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven arar onlara bir mucize getirirsin. Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı elbette onları hidayet üzere toplardı. Sakın cahillerden olma. (En’âm 6/35)
وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اَشْرَكُوا وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفٖيظًا وَمَا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكٖيلٍ
Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı müşrik olmazlardı, biz seni onlara bekçi göndermedik, sen onlara vekil de değilsin. (En’âm 6/107)
وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِى الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَمٖيعًا اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِنٖينَ
Eğer rabbin zorlayıcı sistem oluştursaydı yeryüzünde kim varsa hepsi topluca iman ederlerdi. Mümin olsunlar diye onlara sen mi baskı yapacaksın? (Yunus 10/99)
وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَهُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰـكِنْ يُدْخِلُ مَنْ يَشَاءُ فٖى رَحْمَتِهٖ وَالظَّالِمُونَ مَا لَهُمْ مِنْ وَلِىٍّ وَلَا نَصٖيرٍ
Allah zorlayıcı sistem oluştursaydı hepsini bir tek ümmet yapardı. Ama gayret göstereni rahmetine sokar. Zalimlere gelince onların ne dostu ne de yardımcısı vardır. (Şura 42/8)
Fıtratta kadercilik yoktur. Allah Teâlâ, bu iddiada bulunanları şu âyette kınamıştır.
سَيَقُولُ الَّذٖينَ اَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللّٰهُ مَا اَشْرَكْنَا وَلَا اٰبَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ شَیْءٍ كَذٰلِكَ كَذَّبَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ حَتّٰى ذَاقُوا بَاْسَنَا قُلْ هَلْ عِنْدَكُمْ مِنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَخْرُصُونَ
“Müşrikler diyeceklerdir ki: “Allah hidayeti oluştursaydı ne biz şirke düşerdik ne atalarımız. Bir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de yalana böyle sarıldılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: “Yanınızda bununla ilgili bir bilgi var mı ki, çıkarıp bize gösteresiniz. Siz sadece zannınızın peşine takılmışsınız; siz sadece atıyorsunuz.
De ki, susturucu delil Allah ’ınkidir; eğer hidayeti oluştursaydı elbette hepinizi yola getirirdi.” (En’âm 6/148–149)
Âyetin akışına göre hazfedilen mef’ul hidayet ()’tir. Onu yerine koyunca şöyle olur:
= Allah hidayeti oluştursaydı şirke düşmezdik; babalarımız da öyle..
Buna karşılık Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
= Allah hidayeti oluştursaydı elbette hepinizi yola getirirdi. (Birinizi mümin, birinizi müşrik yapmazdı)
Müşrikler demiş oluyorlar ki, “Allah, bizi böyle yaratmış, bunda bizim suçumuz yoktur.” Her insan gibi müşriklerin de temel bilgi kaynağı fıtrat, yani yaşadıkları hayattır. Herkes bilir ki, Allah insanı, nasıl üzüm veya şarap üretmeye zorlamazsa yola gelmeye veya yoldan çıkmaya da zorlamaz. Ayet, kaderciliğin yalan ve boş bir kuruntudan ibaret olduğunu, bu iddianın ispatlanamayacağını bildirmektedir.
İnsan da bir şeyi oluşturmak istediğinde Allah’ın koyduğu kanuna göre hareket ederek önce onun kaderini yani ölçüsünü belirler. Mesela canı çorba çekiyorsa önce zihninde istediği çorbanın ölçüsü oluşur. Eğer o ölçü tam ise çorbayı, kendisi de pişirebilir.
Allah’a kulluk da insanın zihninde başlar. Her insan kendi zihninde, Allah ile ilişkilerinin ölçüsünü oluşturarak ona kul olması gerektiğini anlar. Sonra başka şeyler öne geçer ve bu ilişkiler bozulur. Bu da Allah’a kul olma isteğinin karara dönüşmesini engeller. Bazısı akılını kullanarak Allah’ı birinci planda tutar ve ömür boyu ona kulluk eder. Bazısı da zorda kalınca ona kulluk ihtiyacı duyar, sıkıntı geçtikten sonra, Allah’ı yine ikinci plana iter. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ
Allah’ın gerçek değerini ölçemediler. (En’âm 6/91)
İnsan, bir şey yapmayı kararlaştırırsa Allah o kişiye önce, onun iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu ilham eder.
İlham; Allah’ın, kulunun kalbine bir şeyi doğurmasıdır[13]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Nefse isyankârlığını ve takvâsını ilham edene yemin olsun,
Onu arındıran umduğuna kavuşmuş, kirletip karartan da kaybetmiş olur.” (Şems 91/1-10)
Karar verdiği şeyin takvâ mı yoksa isyankarlık mı olduğu kişinin kalbine ilham edilir. Bundan sonra o, ya devam eder ya da vazgeçer. Doğru karar verenin içi giderek daha da rahat eder. Karar yanlışsa üzüntü, vicdan azabı ve bunalımlara kadar varan sıkıntılar olur. Şu âyet, ilhamın her iki çeşidini de göstermektedir:
فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِى السَّمَاءِ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ
Allah kimi hidayete erdirme kararı vermişse onun gönlünü İslam’a açar. Kimi de saptırma kararı vermişse onun içini daraltır; sanki göğe yükseliyor gibi olur. Allah o pisliği inanmayanların üstüne işte böyle yığar. (En’âm 6/125)
Allah Teâlâ, hidayete erdireceği kişilerle ilgili şu ölçüleri koymuştur:
وَيَهْدٖى اِلَيْهِ مَنْ اَنَابَ
“Allah , kendine yöneleni yola getirir.” (R’ad, 13/27)
وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِىَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ
“Kim Allah ’a bağlanırsa kesinkes doğru yola iletilir” (Al-i İmran, 3/101)
Allah Teâlâ; kâfirlik, fâsıklık, zalimlik, yalancılık, nankörlük, müsriflik ve âyetlerine inanmazlık edenleri, tevbe edinceye kadar yoluna kabul etmez. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْكَافِرٖينَ
“Allah kâfirler topluluğunu yola getirmez.” (Bakara, 2/264)
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِقٖينَ
“Allah fâsıklar topluluğunu yola getirmez.” (Maide, 5/108)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمٖينَ
“Allah zâlimler topluluğunu yola getirmez.”(Maide, 5/51)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدٖى مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ
“Allah nankör yalancıyı yola getirmez.”( Zümer, 39/3)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدٖى مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ
“Allah yalancı müsrifi yola getirmez.”(Mü’min, 40/28)
اِنَّ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَا يَهْدٖيهِمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ
“Âyetlerine inanmayanları Allah yola getirmez.”( Nahl, 16/104)
Vabısa b. Mabed diyor ki, Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gittim buyurdu ki; “İyilikten ve günahtan sormak için mi geldin? “
Evet, dedim.
Sonra parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Vabısa! İyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bulmuş olsunlar.[17]”
Muhammed sallallahu aleyhi ve selemin bir sözü de şöyledir: “Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç. Çünkü doğruluk iç huzuru verir, yalan da şüphe ve tereddüt doğurur[18].”
Allah Teâlâ yanlış davranış gösterenlerle ilgili şöyle buyurur:
لَا يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذٖى بَنَوْا رٖيبَةً فٖى قُلُوبِهِمْ اِلَّا اَنْ تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ
Kurdukları bina, içlerinde bir şüphe olarak devam edecektir; kalpleri parça parça olursa başka. (Tevbe 9/110)
Kur’an’da onay vermeyi ifade eden kelime izin () dir. Arapça’da kulağa üzün (الأذن), kulakla alınan veya kulağa duyurulan bilgiye izin (), o bilgiyi yüksek sesle bildirene müezzin () bildirilen şeye de ezan () denir[19]. Allah’ın onayı çıkmadan hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَا اَصَابَ مِنْ مُصٖيبَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ وَمَنْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ يَهْدِ قَلْبَهُ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَیْءٍ عَلٖيمٌ
“Meydana gelen her şey Allah’ın onayıyla (izniyle) olur. Kim Allah’a inanırsa kalbini doğrultur. Allah her şeyi bilir.” (Teğâbun 64/11)
İnsan kararını kendi içinde oluşturur; onu Allah’ın dışında, melekler dâhil, kimse bilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
اِذْ يَتَلَقَّى الْمُتَلَقِّيَانِ عَنِ الْيَمٖينِ وَعَنِ الشِّمَالِ قَعٖيدٌ مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلَّا لَدَيْهِ رَقٖيبٌ عَتٖيدٌ
İki alıcı (melek) sağda ve solda oturur; ağzından bir söz çıkmaya görsün hemen yanında gözetleyici (melek, yazmak için) hazır bulunur. (Kaf 50/17–18)
وَاِنَّ عَلَيْكُمْ لَحَافِظٖينَ كِرَامًا كَاتِبٖينَ يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ
Üzerinizde koruyucular vardır, değerli yazıcılar; bütün işlediklerinizi bilirler. (İnfitâr 82/10–12)
Allah’ın izni yani onayı olmazsa kişi kayıtlara mümin olarak geçmez. Çünkü her insan, kendine göre Allah’a inanır ama Allah, her imanı onaylanmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تُؤْمِنَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذٖينَ لَا يَعْقِلُونَ
Hiç kimse, Allah’ın onayı (izni) olmadan mümin olacak değildir. Allah pisliği, aklını kullanmayanların üzerine yığar. (Yunus 10/100)
Allah, iznini önce yazıcı meleklere bildirir. Onlar bunu hemen kayda geçerler. Oluşum bu kayıttan sonra başlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَا اَصَابَ مِنْ مُصٖيبَةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا فٖى اَنْفُسِكُمْ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَا اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَسٖيرٌ
Yeryüzünde ve kendinizde olan her şey[20], onu ayrı bir varlık olarak yaratmamızdan önce mutlaka bir kitaba kaydolunur. Bu, Allah için kolaydır. (Hadîd 57/22)
Kayda geçmeyen hiçbir şey meydana gelmez. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle dememizi emretmiştir:
قُلْ لَنْ يُصٖيبَنَا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَا هُوَ مَوْلٰینَا وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
De ki, bize Allah’ın yazdığı dışında bir şey olmaz. O bizim dostumuzdur. Müminler yalnız Allah’a güvensinler. (Tevbe 9/51)
Kaydın güzel olması için şöyle dua etmemiz öğütlenmiştir:
وَاكْتُبْ لَنَا فٖى هٰـذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَـا اِلَيْكَ
“Bu dünyada bize iyilik yaz, Ahirette de… Biz sana yöneldik.. (Araf 7/156)
Kayıttan sonra tekvîn yani şeyin oluşumu başlar.
Allah’ın şeyi tekvîni yani oluşturması ile insanın tekvîni farklıdır. Allah, tekvînine karar verdiği şey için sadece “ol” der, o şey oluşmaya başlar.
Allah, ölçünsü belirlediği her şeyi yapacak güçtedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَهُوَ الْعَلٖيمُ الْقَدٖيرُ
Allah kaderini belirlediği şeyi yaratır. O bilir ve ölçüyü koyar. (Rum 30/54)
قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ لٖى غُلَامٌ وَقَدْ بَلَغَنِىَ الْكِبَرُ وَامْرَاَتٖى عَاقِرٌ قَالَ كَذٰلِكَ اللّٰهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ
Zekeriya dedi ki; “Yarab! Benim oğlum nasıl olur; ihtiyarlık gelmiş çatmış, karım da kısır? Dedi ki, bu böyledir, Allah ölçüsünü belirlediği şeyi yapar. (Al-i İmran 3/40)
İnsanın böyle bir gücü yoktur. O, bir şeyi, ancak Allah’ın koyduğu kanunlara göre oluşturabilir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَلَا تَقُولَنَّ لِشَاىْءٍ اِنّٖى فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَدًا
اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَسٖيتَ وَقُلْ عَسٰى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّٖى لِاَقْرَبَ مِنْ هٰـذَا رَشَدًا
“Hiçbir şey için yarın bunu yapacağım, deme; “Allah şartları oluşturursa” dersen başka.” (Kehf 18/23–24)
Her oluşum için belirlenen şartlar vardır. Üzüm üretmek isteyen kişi, toprağa, suya, üzüm kütüklerine, gübreye, tarım aletlerine, uygun tabiat şartlarına, bilgiye ve beceriye vs. ihtiyaç duyar. Gereken çabayı da gösterirse üzümü üretir. Bundan sonra “bunu ben ürettim” diyebileceği gibi “bunu Allah yarattı” da diyebilir. Çünkü Allah o kanunları koymasa ve şartları oluşturmasaydı üzüm üretilemezdi. Şarap üreticisi de benzer durumdadır. Allah, üzümü helal, şarabı haram kılmıştır ama insanı, ne üzüm üretimine zorlar, ne de şarap üretimine engel çıkarır. Bütün insan fiilleri böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى
İnsanın kendine ait bir şeyi yoktur; çaba gösterdiği başka. (en-Necm 53/39)
Yani kişinin bir çabası yoksa kendinin sayılacak işi de yoktur. Miras, hediye ve sair yollarla eline geçen şeylerde kendi katkısı olmadığından bu kişi iyi veya kötü diye vasıflandırılamaz.
Takdîr, bir şeyin ölçüsünü oluşturmak veya ona güç vermektir[21]. Yaratılış bir kadere göre olduğundan, âyetlerde yaratılıştan sonrasını gösteren takdîr kelimeleri, bir şeye ölçülü güç verme anlamındadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰى اَلَّذٖى خَلَقَ فَسَوّٰى وَالَّذٖى قَدَّرَ فَهَدٰى
Yaratan ve düzenleyen odur. Güç veren, arkasından yolu gösteren odur. (Alâ 87/1-3)
Birinci âyette geçen سَوَّى (sevvâ) tesviye etti, yani eşitledi, yaratılışını tamamladı, demektir. Allah her varlığı, kendi cinsine ait ölçülerde yaratır. Armut, elma olmaz; hangi cins armut ise o cinsin şeklini ve özelliklerini alır.
İkinci âyette, yaratılıştan sonrasını gösteren قَدَّرَ (kaddere) kelimesi, o şeye kudret, yani belli ölçüde güç vermeyi ifade eder. Demek ki Allah, yarattığı her varlığın içine bir güç koymaktadır.
İkinici âyetteki (fe hedâ) “arkasından yolu gösterdi” anlamındadır. Bütün varlıklar Allah’ın gösterdiği yola girerler. Bu özellikleri sebebiyle eşya Allah’a muhatap hale gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
ثُمَّ اسْتَوٰى اِلَى السَّمَاءِ وَهِىَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِیَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعٖينَ
Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: «İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin» dedi. İkisi de: «İsteyerek geldik» dediler. (Fussilet 41/11)
Varlıkların أَتَيْنَا طَائِعِينَ = (eteynâ tâiîn = isteyerek geldik) demeleri önemlidir. Bu, onlardaki şuurun ve gerçeği gördüklerinin delilidir. Bunu şu âyet daha açık ifade eder:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰـكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا
Yedi gök, yer ve bunlardaki varlıklar onu tesbih ederler; Onu hamdi sebebiyle tesbîh etmeyen bir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. (İsrâ 17/44)
Hamd; birini, yaptığı iyi bir işten dolayı övmektir[22]. Allah’ı, hamdi sebebiyle tesbih etmek, yaptığı her şeyi güzel yaptığı için tesbih etmektir. Bu da eşyanın şuurunu gösterir.
İnsanı, diğer varlıklardan farklılaştıran güç ana rahminde, yaratılışın tamamlanmasından sonra verilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مِنْ نُطْفَةٍ خَلَقَهُ فَقَدَّرَهُ
İnsanı nutfeden (döllenmiş yumurtadan) yaratmış sonra ona güç vermiştir. (Abese 80/19)
Onun farklı hale gelmesi[23] ruhun üflenmesinden sonradır. Bu safha şöyle açıklanır:
ثُمَّ سَوّٰیهُ وَنَفَخَ فٖيهِ مِنْ رُوحِهٖ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْپِدَةَ قَلٖيلًا مَا تَشْكُرُونَ
Sonra Allah o cenini (organları itibariyle diğer insanlara) eşitledi ve ruhundan üfledi. Böylece sizde dinleme özelliği, gören gözler ve (karar veren) gönüller oluşturdu. Ne kadar az şükrediyorsunuz! (Secde 32/9)
Bu safhada köklü değişiklikler olur. Kulak, dinledikleri sesleri ayrıştırarak bilgi edinme aracına, gözler; olayların arka planını görecek özelliğe, kalp ise sevginin, nefretin, imanın, küfrün ve her türlü kararın merkezi olacak yapıya kavuşur.
Fıtrat, varlıkların yapısını oluşturan, geliştiren ve değiştiren kanunlar bütünüdür. Bu kanunlar, Allah’ın şey () için oluşturduğu ölçülerin ve şeyler arası ilişkilerin incelenmesi ile ortaya çıkar. İnsanların, hayvanların, bitkilerin, yerin, göğün, kurumların, kavramların hâsılı her şeyin yapısı ve işleyişi fıtrata göredir. Kur’ân’da bu kanunlar ve onlarla oluşan varlıklardan her biri birer âyet sayılmıştır. Bu âyetlerle Kur’ân âyetleri arasında tam bir bütünlük vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّٖينِ حَنٖيفًا فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّتٖى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدٖيلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ ذٰلِكَ الدّٖينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah ’ın fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rum 30/30)
Bu âyete göre din, fıtrattır. Bundan dolayı Kur’ân’da, sık sık fıtrata vurgu yapılmış ve Kur’ân’daki örneklerin tamamı fıtrattan yani doğadan seçilmiştir.
Fıtrattaki şeylerin, kendi içinde ve diğer şeylerle ilişkisinde bir sistem vardır. Bunu her insan, bilgisi ve tecrübesi ölçüsünde bilir. Tıpkı bunun gibi, Kur’ân’daki dini hükümlerin de kendi içinde ve diğerleri ile ilişkisinde bir sistem vardır. Bu sistem fıtratla birebir uyumludur. Öyle olmasaydı örnekler fıtrattan seçilemezdi.
Kur’ân’da, kendisinden şey () diye bahsedilen talakın, kendi içinde nasıl bir sisteme sahip olduğu, örnek olarak verilebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey Peygamber! Kadınları boşadığınızda iddetleri içinde boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah ’tan çekinin; onları evlerinden çıkarmayın. Onlar da çıkmasınlar; açık bir fuhuş yapmış olurlarsa başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa kendine kötülük etmiş olur. Bilemezsin, belki Allah bunun ardından yeni bir durum ortaya çıkaracaktır.
Kadınlar sürelerinin sonuna geldiklerinde onları ya mâruf [24] ile tutun veya mâruf ile ayırın. İçinizden güvenilir iki kişiyi şahit tutun; şahitliği Allah için yerine getirin. İşte bu size, içinizden Allah’a ve Ahiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür. Kim Allah’tan çekinirse o, ona bir çıkış yolu açar.
Beklemediği yerden ona rızık verir. Kim Allah ‘a güvenirse o, ona yeter. Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey () için bir ölçü koymuştur.” (Talak 65/1–3 )
“Allah her şey () için bir ölçü koymuştur” buyrularak talak da ölçüleri belirlenmiş bir şey () sayılmıştır.
Eşini boşamak isteyen erkeğin uyacağı bu ölçüler şöyle sıralanabilir:
1.Boşanma iddet içinde olmalı yani kadın adetli olmamalı, temizse o temizlik dönemi içinde eşiyle ilişkiye girmemiş olmalıdır.
Bu dönemde, hem adetin kadına verdiği sıkıntıdan, hem de eşinin onunla ilişkiye girememesinden dolayı erkekte huzursuzluk olur ve karısını kolayca boşayabilir.
Adetten temizlenmiş olan eşiyle ilişkiye giren erkek, arzusuna kavuşmuş olacağından eşini yine kolayca boşayabilir. Her iki durumda da boşamanın geçersiz sayılması fıtrat gereğidir.
2.İddeti erkek saymalıdır. Boşadığı kadının, evde geçireceği günleri kocanın sayması, bu dönemde onunla yakından ilgilenmesi demektir.
3.Kadını evinden çıkarmamalıdır. Üç ay kadar sürecek bekleme dönemini, birlikte geçiren çiftler, bir şekilde anlaşabilirler. Eğer anlaşamazlarsa sıkıntı büyük demektir.
4. Kadın da evden çıkmamalıdır. Kadının evi terk etmesi halinde araya soğukluk girer ve eşleri birleştirme işi zorlaşır.
5.Erkek, süre içinde veya süre sonunda eşine iyilikle dönmeli veya iyilikle ayrılmalıdır. Zoraki evlilik olmaz; bu aileye zarar verir. İyilikle ayrılırlarsa daha sonra yeni bir nikâhla birleşebilirler.
6.Gerek boşarken gerek dönüş sırasında ve gerekse ayrılırken iki kişiyi şahit tutmalıdır.
Böylece durumdan haberdar olan Müslümanlar Nisa 35. âyete göre erkeğin ve kadının ailesinden birer hakem görevlendirip eşleri barıştırma yollarını ararlar.
Erkeğin, iddet bitmeden karısında dönmesi, iyi niyetli olmasına bağlıdır (Bakara 228). Bunun da şahitlerle tespiti gerekir.
Ayrılma halinde de şahit tutulur ki, evliliğin sona erdiğini herkes öğrensin.
1. ve 6. şartlar, yapısı gereği olmazsa olmaz şartlardır. Bunlar yerine gelmezse talak oluşmaz.
Bu, birinci boşamadır. Erkek karısını bu ölçülere göre bir kere daha boşayabilir. Üçüncüsünde 1. ve 6. şart dışında bir şart yoktur. Bunların tamamı fıtrat gereğidir.
Görüldüğü gibi şey (شَيْء), kader ve irade; birbirleriyle ilişkisi olan kelimelerdir. Tarihi süreçte bu ilişkinin koparılması, dinin bilimden ve fıtrattan ayrı düşmesine yol açmış, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını engellemiştir.
Bize göre çağımızın en önemli problemi din-bilim ilişkisinde odaklanmaktadır. Bilimin kaynağı fıtrattır. Din ile fıtrat arasında da birebir ilişki kurulabilirse insanlığa çok büyük bir hizmet yapılmış olur.
Bu çalışmanın, bu hizmete katkısının olduğunu ümit etmekteyiz.
Dipnotlar:
————————————————–
[1] Nuruddin es-Sabûnî, el-Bidâye fî usûl’id-dîn, Ankara 1995, s. 72. Eş’ârîlerin aynı mealde ibareleri için bkz. İbrahim b. Muhammed el-Beycûrî (öl. 1277 h./1860 m.), Şerhu cevhereti’t-tevhîd, Beyrut 1403/1983, s. 65.[2] Cemalüddin Muhammed b. Manzur, Lisanu’l-arab, Beyrut tarihsiz, (
رود
كان ya tam, ya nakıs fiil olur. Tam fiil olduğu zaman fail alır. Nakıs ise mübteda ve haberin başına gelir, mübtedayı kendine isim yapar, haberi de mensup kılar. Mübtedânın, bir zaman diliminde haber ile vasıflandığını gösterir. Bazen de كان الله عليما حكيما da olduğu gibi süreklilik ifade eder. Eğer كان
وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ Allah Bir işe karar verdi mi, onun için sadece “ol!” der, o da oluşur. (Bakara 2/117) Buradaki قَضَى kelimesi ‘irâde etti’ أَمْر kelimesi de ‘şey’ anlamındadır. Tenvîn ise muzaftan ıvazdır. إِذَا قَضَى أَمْراً= bir şeyi oluşturmak isterse, anlamındadır. Kurtubî bunu; إذا أراد خلق شَيْء
ذ كر
شاء)’in mef’ulü شَيْئًا olarak geçmektedirِ إِلاَّ أَن يَشَاء رَبِّي شَيْئًا { الأنعام
قدر
[9]- Dinin özü imandır. İmanın temeli onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası insanın en hür olduğu yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz. Zorla ibadet de olmaz. Çünkü ibadet için niyet şarttır. Niyetin yeri de kalptir; kalpten yapılmayan niyet geçersizdir. Kimseye zorla niyet ettirilemeyeceğinden ibadet de yaptırılamaz.
[10]- Yoldan çıkmışlara boyun eğmez.
شكر
كفر
[14] Bakara, 2/264; Maide, 5/67; Tevbe, 9/37; Nahl, 16/107.
[15] Maide, 5/108; Tevbe, 9/24, 80; Saff, 61/5; Munafıkun, 63/6.
[16] Bakara, 2/258; Al-i İmran, 3/86; Maide, 5/51; En’am, 6/144; Tevbe , 9/19, 109; Kasas, 28/50; Ahkaf, 46/10; Saff, 61/7; Cuma, 62/5.
[17]-Sünen-i Dârimî, Büyû’, 2.
[18]-Tirmizî, Kıyame, 60.
[19] Mucemu mekayîs’il-luğa, Müfredat
مُّصِيبَةٍ musibet, savb (صوب) kökündendir. Mucemü mekâyîs’il-luğa’ya göre savb, bir şeyin nüzulü ve yerine yerleşmesi (يدلُّ على نزولِ شيءٍ واستقرارِهِ قَرَارَه) anlamına gelir. Bu sebeple âyete, ister iyi ister kötü olsun ‘olan her şey’ anlamını verdik. Sonraki âyet de bu anlamı doğrulamaktadır. Ayet şöyledir:
لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ
والقدر يدلُّ على مَبْلَغ الشَّيء وكُنهه ونهايته. والتقدير إحداثه أو أعطا الشَّيء القدرة
حمد