-
7th Temmuz 2008

Mescid-i Aksa-Diyanet İslam Ansiklopedisi

posted in İSRA MİRAÇ |

MESCİD-İ AKSA  –DIA (Diyanet Ansiklopedisi)

Müslümanların İlk kıblesi, en kutsal sayılan üç mescîdden biri. Asıl adı Ârâmîce Beth makdeşa, İbrânîce Beth hamikdaş ve Arapça Beytül-makdis olup “mukaddes ev” demektir; ilk kuruluşundan beri taşıdığı bu ad son­radan şehrin tamamını kapsamına almış­tır. Şehir için müslümanların benimsediği Kudüs adı da aynı kökten gelmekte ve aslında şehri değil mabedi ifade etmektedir. Minhâcî mabedin on yedi kadar adı olduğunu söyler.

İslâm âlimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de el-Mescidü’l-aksâ adıyla anılan ve çevresi­nin mübarek kılındığı belirtilen yerin Beytülmakdis olduğu konu­sunda ittifak halindedir. Arapça aksa “uzak” anlamındadır ve ma­bedin Mekke’ye uzaklığından dolayı bu ad verilmiştir. Musevîliğe göre mâbed dünya ya­ratılmadan önce de vardı ve gökte idi. Rab dünyayı onun gölgesinin düştüğü yerden yaratmaya başlamış, ardından o nokta­da Hz. Âdem’i yaratmıştır. Bir hadise göre ise burası, Mescid-i Harâm’dan sonra içinde insanla­rın Allah’a ibadet etmeleri amacıyla yapı­lan en eski ikinci mâbeddir. Bugün Kabe’ye çevresiyle birlikte Mescid-i Harâm denildiği gibi Mescid-i Aksâ’ya da çevresiyle birlikte Harem-i şerif denil­mekte ve bununla eski Kudüs’teki kuzeyi 321, güneyi 283, doğusu 474 ve batısı 490 m. uzunlukta olan ve yer yer 30-40 m. yüksekliğe ulaşan surlarla çevrili bu­lunan, içinde Kubbetü’s-sahre”nin de yer aldığı kutsal mekân kastedilmektedir.

Mescid-i Aksâ’nın yerinin tesbiti ve planlanması Hz. Dâvûd ile başlar. Ancak Allah mabedin Hz. Süleyman tarafından yapılacağını bildirir.Bunun üzerine Dâvûd, oğlu Süleyman’a durumu anlatıp mabedi inşa etmesini emreder ve mâbed yapımıyla ilgili bütün malzemeleri ve eleman­ları ona teslim eder. Mâbed için gerekli taş ve kereste Lübnan dağlarından karşılanmış, Sûr Kralı Hiram bunları Hz. Süleyman’ın yolladığı işçilere ve kendi adamlarına inşaatta kullanılacak şekilde hazırlatıp Kudüs’e göndermiştir. Çünkü mabedin yapımı sırasında ne keser ne çekiç sesinin duyulduğu belirtilmek­tedir.

İlk mabedin yeri konusunda farklı gö­rüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre günümüzde Kubbetü’s-sahre’nin bulun­duğu Harem’in en yüksek kısmı, onun Kudsü’l-akdes denilen en iç mekânına ve­ya sunağının (mezbah) bulunduğu kısmı­na tekabül etmektedir. Ahd-i Atîk’e göre inşaat İsrâiloğullarının Mısır’dan çıkışı­nın 480. ve Hz. Süleyman’ın hükümdarlı­ğının dördüncü yılında, yahudi takvimi­nin ikinci ayı olan “ziv” ayında (nisan – ma­yıs] başlamış ve yedi yıl kadar sürmüştür. Ahd-i Atîk mabedin uzunluğunun 60, ge­nişliğinin 20 ve yüksekliğinin 30 arşın (1 yahudi arşını 45 cm.) olduğunu bildir­mektedir. Girişte 20 arşın eninde, 10 ar­şın uzunluğunda bir yer ve iki yanında Sûr Kralı Hiram tarafından döktürülmüş iki tunç sütun yer almaktaydı. Ortada 20 x 40 zira’ boyutlarındaki kutsal ana bölüm (kuds) yer alıyordu; sunak da bu bölüm­deydi. Mabedin en ön kısmında Tevrat levhalarının muhafaza edildiği ahid san­dığı için 20 x 20 arşın boyutlarında bir iç oda (Kudsü’l-akdes) yapılmış ve duvarları sfenks (kerub) kabartmalarıyla süslü al­tın kaplama ahşapla örtülmüştür. Mabe­din diğer iç duvarları da kabartmalarla donatılmıştı. Ana girişte yine kabartmalı altın levhalarla kaplı 2,25 m. eninde çift kanatlı kapı bulunuyordu. Hem mabedin hem de iç odanın etrafı üç katlı yan oda­larla çevrilmişti. Otuzar odanın bulundu­ğu üst katlara burma merdivenlerle çıkı­lıyordu. Odaların kullanım şekilleri, birbir­lerine geçişleri ve mimari amaçları açı­sından cevaplanması gereken birçok soru bulunmaktadır. Genel kabulün aksine bazı bilim adamları bu odaların Hz. Süleyman’­dan sonra yapıya eklendiği görüşündedir. Mabedin iç kısmı yan odaların üstündeki kafesli pencerelerden ışık alıyordu. Kud­sü’l-akdes ise on altın şamdanla aydınla­tılıyordu; mâbeddeki diğer madenî eşya­nın da tamamı altındandı. Mabedin sağı­na güneydoğuya doğru tunçtan büyük bir havuz yapılmıştı. 10 arşın çapında ve 5 ar­şın yüksekliğinde olan havuz üçer üçer dört yöne bakan on İki boğa heykelinin üzerine oturmaktaydı. Ayrıca mâbed gö­revlilerinin ve ziyaretçilerin abdest alması için tunçtan dökme on araba üzerine yer­leştirilen ve her biri 1,5 ton kadar su ala­bilen on kazan yapılmıştı. Kur’an’da Hz. Süleyman’ın emrinde çalışan cinlerin mihraplar, heykeller, ha­vuzlar kadar geniş leğenler ve sabit ka­zanlardan ne dilerse yaptıkları bildirilir. Bu mihraplar mescidin bö­lümleriyle yorumlanmıştır. Ahd-i Atîk’in verdiği bilgiye göre mâbed büyük bir tö­renle açılmış, bu sırada görülen bazı ola­ğan üstü haller karşısında İsrâiloğulları taş zemin üzerinde secdeye kapanmışlar­dır. Yine kitapta Hz. Süleyman’ın 22.000 öküz, 120.000 koyun kurban ettiği ve bir hafta süreyle bayram yapıldığı rivayet edilmektedir. Varlığı belgelere dayanan bu ilk mâbedden gü­nümüze belki sonraları tekrar kullanılan bazı taşları dışında fazla bir şey kalma­mıştır. Ahd-i Atîk’in tasvirlerinden yapı­nın Ortadoğu ve antik Yunanistan’da ge­lişen mâbedlerden etkilendiği anlaşılmak­ta, özellikle Teynet(Tell Tainat) kazılarında ortaya çıkarılan ve milâttan önce IX-VIII. yüzyıllara tarihlenen bir mâbed planının Süleyman Mabedi için yapılan tanımla­malara çok benzediği görülmektedir.

Çok değerli eşya ile dolu olan Beytül-makdis, Hz. Süleyman’dan sonra zaman zaman istilâcıların yağmalama ve yıkım­larına mâruz kalmıştır. En büyük yıkım Bâbil Hükümdarı II. Buhtun-nasr’ın (Nebukadnezzar) Kudüs’ü üçün­cü işgali sırasında olmuş şeh­ri tamamen tahrip eden Buhtunnasr yıkılan mabedin kapı ve duvarlarından söktüğü altın kabartmalarla diğer kıy­metli eşyayı şehirden topladığı ganimet­lerle ve halkın büyük bir kısmıyla beraber Bâbil’e götürmüştür. Bu şekilde başlayan Bâbil esaretinin Bâbil’in Persler tarafın­dan zaptı ile sona ermesinin ardından Kudüs’e dönen yahudi ileri ge­lenlerinden Zerubbabel ve arkadaşları mabedi yeniden inşa etmiş ve bu inşaat yirmi beş yıl kadar sürmüştür. Daha sonra Kudüs birkaç defa daha İstilâya uğramış ve bunlardan Selefki Kralı Antiochos (Antiokhos) IV. Epiphanes’in iş­gali sırasında mabede Grek tanrı heykellerinin konulması üzerine Makkabi isyanları başlamıştır; dört yıl sonra istilâcıları kovan Makkabiler mabedi bunlardan temizlemişlerdir. Ancak milâttan önce 63’te Pompeus’un, ardın­dan Crassus’un emrindeki Roma ordula­rının işgal ve yağmalarına uğramıştır. Kı­sa bir süre Partlar’ın hâkimiyetine giren Kudüs, milâttan önce 37’de Romalılar’ın Yahudiye kralı ilân ettikleri I. Herod (Bü­yük Herod) tarafından yine onların yardı­mıyla ele geçirilince mâbed genişletilerek yeniden yapılmıştır. Bu inşaat Hz. îsâ’nın doğumundan yirmi yıl kadar önce başla­mış ve onun zamanında da sürmüştür.

Günümüzde yahudilerin ilk Süleyman Mâbedi’nin bir bölümü olduğu düşüncesiyle önünde dua ettikleri ağlama duvarı bu mabedin çevre duvarının batıya düşen kısmının kalıntısıdır. Kur’an’da bahsi ge­çen, Hz. Zekeriyyâ’nın ve Meryem’in iba­dete çekildikleri odalar da bu binada olmalı­dır. Ahd-i Cedîd’de verilen bilgilerden Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde yahudilerin ma­bede gereken saygıyı göstermedikleri an­laşılmaktadır; çünkü îsâ Kudüs’e geldiğin­de mabedin pazar yerine çevrilmiş oldu­ğunu görmüş ve bunu engellemeye çalı­şarak insanlara, Ahd-i Atîk’te mabedin yapılış amacının bütün milletler için dua evi olduğuna ve geçmişte “haydut ini”ne çevrildiğine dair yer atan cümleleri hatırlatmıştır. Yine Ahd-i Cedîd’de mevcut bilgilerden Hz. isa’nın orada İn­cil’i öğretmeye çalıştığı, fakat yahudi kâ­hin, yazıcı ve ihtiyarlarının buna karşı çık­tıkları anlaşılmaktadır.

Mi­lâttan sonra 70 yılında Titus kumanda­sındaki Roma ordusunun işgali sırasında hemen hemen tamamen yakılan Kudüs’le birlikte mâbed de yıkılmış, şehir Hadrien zamanında (117-138) yeniden imar edilir­ken Beytülmakdis’in yerine Jüpiter Capitolinus Tapınağı yapılmıştır. Kostantinos’un Hıristiyanlığı kabulünden sonra bu tapınağın yıkıldığı sanılmaktadır.

Hz. Peygamber’in mi’rac yolculuğuna çıkmadan önce müslümanların kıblesi olan Mescid-i Aksâ’ya getirildiği İsrâ sû­resinin ilk âyetinde açıkça belirtilmekte­dir. Hicretin ardından buranın kıble olu­şu on altı-on yedi ay kadar sürmüştür. Bu durum İslâm’da Mescid-i Aksâ’ya verilen değeri göstermekte ve Kudüs’ün ele ge­çirilmesinden yıllar önce Resûl-i Ekrem’in söylediği, ibadet ve ziyaret maksadıyla gidilmesi gereken üç mescidden birinin Mescid-i Aksa (diğerleri Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî) olduğu bu mescidlerde kılınan namazın kişinin evinde tek başına eda edeceği namazdan elli bin kat daha çok faziletinin bulunduğu yolundaki hadisleri bunu pekiş­tirmektedir.

Hz. Ömer, Kudüs’ün anah­tarını teslim aldığında kendisi de bizzat çalışarak Mescid-i Aksâ’nın (Süleyman Mabedi) Hıristiyanlık döneminde moloz­lar altında kalmış olan yerini temizletip Sahre’nin güneyindeki düzlükte cemaate namaz kıldırmış (Taberî, Târih, II, 450) daha sonra da buraya bir mescid yaptır­mıştır. İlk dönem İslâm kaynaklarında bu mescid hakkında fazla bilgi bulunmamak­ta, ancak (670) yılı civarında burayı zi­yaret eden bir hıristiyan hacının anlattıklarından müslümanların haremin doğu duvarına yakın bölümünde yer alan hara­benin üzerini kalaslarla kapatarak 3000 kişinin namaz kılabileceği büyüklükte ba­sit bir mescid yaptıkları öğrenilmekte­dir. Cameron Creswell, söz konusu harabenin Titus’un askerleri tarafından yıkılan mabedin ka­lıntısı olduğu kanaatindedir.

Ya’kubî’ye dayanan bir rivayette, Mescid-i Aksâ’nın ikinci defa Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân tarafından Mısır’ın yedi yıllık ha­racı ile inşa edildiği belirtiliyorsa da 90-96 (709-714) yıllarında Mısır valiliği yapan Kurre b. Şerîk dönemine ait Grekçe divan kayıtlarından binayı yaptıranın I. Velîd ol­duğu anlaşılmaktadır. 130’da (747-48) vuku bulan deprem sırasın­da mescidde büyük hasar meydana gel­miş ve bina ancak Ebû Ca’fer el-Mansûr zamanında (754-775) kapılarındaki altın ve gümüş kaplamalardan para bastırıla­rak tamir edilebilmiştir. 158’de de (775) yine deprem sebebiyle kısmen yıkılmış ve Mehdî-Billâh tarafından yenilenmiştir. Creswell o günden kalan bazı bölümlerin yardımıyla binanın planını çıkarmıştır. Bu­na göre Mescid-i Aksa kıble duvarına dik uzanan ortadaki daha geniş on beş nef-ten oluşuyor ve diğerlerine göre daha yüksek olan ve üst kısmında pencereler bulunan 11.8 m. genişliğindeki ana nefin ucunda çift cidarlı ahşap bir mihrap önü kubbesi, kuzey ucunda da ana giriş yer alıyordu. Kuzey duvarında, 6,S m. enindeki diğer neflere de birer kapı açılmıştı; ayrıca yan duvarlarda da kapılar vardı. Binanın cephesi 102.8, derinliği 69,2 m. idi; yani 2/3 oranında enine geniş mescid planı burada da uygulanmıştı. Abbasî dö­nemine ait ikinci önemli imar Halife Me’-mûn zamanında (813-833) yapılmıştır.

425’te (1034) yine deprem yüzünden harap olan Mescid-i Aksa. Halife Zâhir’in emriyle yeniden yapılırcasına onarılmış, sağ ve sol taraftan dörder nef kaldırıla­rak bina küçültülmüştür. Haçlı istilâsın­dan sonraki Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ima­rında bu onarım esas alınmıştır. Günü­müzdeki binanın büyük bir bölümü de Zahir döneminden kalmadır. Bu durum, özellikle son büyük onarımı gerçekleşti­ren Mimar Kemâleddin Bey’in, kendisine 1925’te İngiliz Kraliyet Mimarlar Akade­misi üyeliğini kazandıran ve 1922’de baş­layan, titiz çalışmaları sırasında ortaya çık­mıştır. Kemâleddin Bey, kuzey kubbe ke­merinin kuzey kısmındaki sıvaları kaldır­dığı zaman içinde Zâhir’in adı geçen uzun kûfî bir kitabenin yer aldığı sarmal kenger yapraklarından oluşan cam mozaik bir tezyinatla karşılaşmış ve yaptığı ince­leme sonunda kubbe kasnağının da bu dönemden kaldığını anlamıştır. Mescidin bütün kemerleri çift kirişlerle birbirine bağlanmış ve bu kirişler alttan kalem işi süslemeli tahta levhalarla kapatılarak gizlenmiştir. Orta nefin tavanı XX. yüzyıla kadar oyma tezyinatlı levhalarla süslen­mişti; bunların farklı ölçüdeki ikisi (30 90 cm.; 60 x 110 cm.) Creswell tarafından yayımlanmıştır. Creswell, motiflerden ha­reketle levhaların Mehdî-Biilâh zamanına ait olduğu ve Zahir imarından sonra da kullanıldığını ileri sürer. Orta nefin doğusu ile onun doğusundaki nefin 7,1 m. mesafe­sinde bulunan yuvarlak sütunlar dizisi ve kubbeyi taşıyan kemerler ve ana şahınla “T” planı oluşturan doğu ve batı uzantı­ları Zahir dönemine aittir. Tavan yüksekli­ği 12.4 m. olan mescidin üstü önceleri 21 m. yüksekliğindeki kubbe dışında beşik çatılarla kapatılmışken sonradan bunlar düz dama dönüştürülmüştür. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Mescid-i Aksa Maddesi)

This entry was posted on Pazartesi, Temmuz 7th, 2008 at 11:07 and is filed under İSRA MİRAÇ. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There are currently 2 responses to “Mescid-i Aksa-Diyanet İslam Ansiklopedisi”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Nisan 8th, 2012, Saadettin MERDİN said:

    İSRA ve MİRAÇ
    İslami kaynaklara göre; Peygamberin (ona salât ve selam olsun) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin yürütülmesine “İsra”, oradan da semaya yükseltilmesine “Miraç” denir. “O Allah’ın şanı ne yücedir ki; Kulu Muhammed’i gecenin bir kısmında, ayetlerimizin bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü…” [İsra, 17/1]
    İsra ayetle sabittir, inkârı küfürdür. Miraç ise pek çoğu Kuran’a ve tarihi hadiselere aykırı, zayıf ve uydurma hadislere dayanır. İnkârı bir şey gerektirmez. Böyle zayıf rivayetlerden itikat oluşturulamaz. İtikad subuti zanni deliller üzerine kurulamaz. Kuran’da olmayan bir şey itikada konu da olamaz. Zira Kuran, ta-mamlanmış son dinin kitabıdır.
    Miraç; Peygamberin Mescid-i Aksa’dan, Allah’a yükselişi, urûcudur. Miraç olayı hadislere göre özetle şöyle gerçekleşmiştir; “(Bir rivayete göre, henüz kendisine vahiy gelmezden önce, yani peygamber bile olmadan) Peygamber, Kâbe’de yatarken (ya da evinde yatarken evin tavanı yarılmış) ya da; uyurken –Zira peygamberlerin gözleri uyusa da kalpleri uyumaz- Cebrail gelip karnını göğsüne kadar yarıp, kalbini çıkarıp, zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup, kapattı. Burak adlı bir bineğe bindirilen Peygamber, Cebrail ile Kudüs’teki, Mescid-i Aksaya gitmişler. Cebrail parmağıyla sahre’yi (hacer-i muallak’ı) delip Burak’ı bağlamış. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Hz.Muhammed, onlara imamlık yaparak namaz kıldırdı. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başlıyor. Her bir katta bir peygamber ile görüşür. Mesela; yedinci kat semada Hz. İbrahim’i gördü. Hz. İbrahim sırtını Beyt-i Mamur’a dayamış duruyordu. Her gün buraya 70 bin melek, bir daha dönmeyesiye girip, çıkıyordu. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü’l Münteha’ya kadar devam eder. Sidretü’l Münteha ağacının fil kulağı gibi olan yapraklarını, desti gibi olan meyvelerini görür. Orada dört nehirle karşılaşır. O dört nehirden ikisinin cennet ırmağı, diğer ikisinin Fırat ve Dicle olduğu söylenir. Cebrail; “Buradan öteye geçecek olursam yanarım” diyerek orada kalır. Peygamber Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürür. O kadar yükselir ki, insanların kaderlerini yazan kalemlerin cızırtılarını işitecek kadar. Bu yükseliş sırasında kendisine cennet ve cehennem gösterilir. Allah’ın huzuruna varır. Yüce Rabbe o kadar yaklaşır ki, Kab-ı kavseyn kadar, arada bir yayın iki ucu kadar, hatta daha az bir mesafe kaldı. (Hatta bazı rivayetlere göre Allah’ın didarını /yüzünü gördü) Orada kendisine ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların cennete gireceği müjdesi verilir. Bakara Suresinin son iki ayeti doğrudan peygambere hediye edilir. Elli vakit namaz farz kılınır. Dönüş yolunda Musa ile karşılaşır. Musa; “Ne ile emrolundun?” diye sorar. Hz. Muhammed; “Elli vakit namaz” diye cevap verir. Bunun üzerine Musa; “Her gün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabbi’ne söyle bunu azaltsın” der. Hz. Muhammed’de yeniden Allah’a giderek vakit sayısını azaltmasını ister, Allah’ta yarım vakit, ya da beş, ya da onar vakit (rivayetler farklıdır) azaltır. Peygamber dönüşte Musa’ya tekrar uğrar. Musa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” diyor. Hz. Musa’ın bu uyarıları ile namaz beş vakte inene kadar Hz. Muhammed’in Allah’la görüşmeye gidip gelişi devam eder. Peygamber, namaz beş vakte indirildikten sonra yeniden Hz. Musa’ya uğrar. Musa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceği uyarısında bulunarak yeniden Allah’a dön ve biraz daha azaltmasını iste der. Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söyler. Bu arada Allah şöyle nida eder; “Ey Muhammed! Katımda söz değişmez. Ne dedimse odur. O, gündüz ve gecede beş vakit namazdır. Her bir namazın karşılığı on namaz sevabıdır. İşte bu, böylece elli vakit namaz yapar. Allah Resulü uyandığında kendini Mescid-i Haram’da bulur. Miraç dönüşü Kureyş onu yalanlayınca, Allah da Beyt-i Makdis’i gözünün önüne getirir. Ona bakarak onların sorularına cevap verir. Hz.Ebubekir, Peygamberimizi tasdik ettiği için ona “Sıddîk” lakabı verilir.”
    Mirac’ın hangi tarihte olduğu ve kaç kere olduğu konusunda da pek çok farklı rivayet vardır. Genel-de Receb ayının 27.gecesi kabul edilmekle birlikte, beş ayrı vakit/ay ismi zikredilir. Ayrıca miracın ne zaman olduğu hakkında; bi’setin /Peygamberliğin beşinci yılıyla, on ikinci yılı arasında değişen rivayetler vardır. Hatta İsra ve Miracın, peygamberlikten önce (vahiy gelmezden önce) olduğunu söyleyen çok garîb bir rivayet bile vardır. [Buhari, Menakıb, 42/2, Müslim, İman, 264] Yine miracın kaç kere olduğu hususunda da ittifak yoktur. Ayrıca ruhen mi, bedenen mi olduğu da tartışmalıdır. Yine bazı rivayetler İsra ile Miracın ayrı ayrı vakitlerde olduğu rivayetleri de vardır. [ ]
    Necm Suresi ile İsra olayının hiçbir alakası yoktur.
    Miraç hadisleri ile Kuran ayetleri arasında ciddi problemler vardır. Şöyle ki; Miraç olayında geçen “sidre-i münteha, kab-ı kavseyn” gibi kavramlar Necm suresinden alınmadır. Oysa Necm suresi bisetin 3. veya 4. senesi inmiştir. Yani İsra ve Miraç olayından en az sekiz sene önce nazil olmuştur. Bu nedenle Necm suresinin kendisinden sekiz sene sonra olacak bir olayı anlatması düşünülemez. Sonra inenler öncekileri açıklar. Necm suresinde anlatılan, Peygamberin Cebrail’i görmesidir. Kuran’ın hiçbir ayetinde Peygamberin Allah’ı gördüğüne, göğe çıktığına, O’nunla konuştuğuna dair tek bir ayet yoktur. Hatta ima bile yoktur.
    Necm suresinin anlamı şöyledir; ”Ortaya çıktığı zaman /battığı zaman yıldıza andolsun! Arkadaşı-nız (Muhammed) ne saptı, ne de azdı. Ne de o kendi hevasından konuşmaktadır. Bu (Kuran) kendisine indirilen bir vahiyden ibarettir. Onu son derece kuvvetli olan bir (melek /Cebrail) öğretti. Üstün akıl sahibi /tam donanımlı birisi. Derken kendini gösterdi. En yüksek/uzak ufukta belirmişti. Sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu. Öyle ki iki yay aralığı kadar, hatta daha da az. İşte bu esnada Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti/bildirdi. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onunla gördüğü şey konusunda tartışacak mısınız? Doğrusu onu /Cebrail’i bir başka iniş sırasında daha görmüştü. Son Sidre /kiraz ağacının yanında. Ki onun yanında oturulacak bir bahçe (mesire yeri) vardır. Sidre’yi /kiraz ağacını kaplayan kaplamıştı. Göz ne şaş-tı /kamaştı ne de haddi aştı. Muhakkak ki o Rabbinin ayetlerinden en büyüklerinden bir kısmını görmüş-tü.” [Necm, 53/ 1-18]
    Bu ayetlerde, ilk vahy anında olanların bir zann /sanı, bir rüya, bir hayal, bir halüsinasyon olmadığını, Peygamberin olay anında sağduyusunu kaybetmediği vurgulanmakta ve bu sahnenin iki kere yaşandığı açıklamaktadır. Cebrail’in en yüksek ufuktan gelişini anlatan ayetler muhtemelen ilk vahy olan Alak suresinin ilk beş ayetinin gelişinde olmuş olmalıdır.
    Peygamberimizin Cebraili görmesinden bahseden, Kab-ı Kavseyn (yayın iki aralığı kadar boşluk) veya Sidre-i Münteha ( Son Kiraz ağacı), “Cennet’ül Me’vâ” (Dinlenilecek bahçe, ya da mesire yeri) gibi deyimlere, sonrakiler bambaşka anlamlar yüklemişlerdir. Kab-ı kavseyn; Allah ile Kulu Muhammed’in birbirine ok ile yay kadar yaklaştığı bir vuslat anı olarak anlatılır. Sidre-i Münteha da; Varlık dünyasının sınırı olarak anlatılmaktadır. Hatta bu son sidre ağacından, cennet nehirleri çıkar, Fırat ve Dicle doğar. [Buhari, Enbiya, 22/2] Bunların gerçekle ne alakası olabilir?, Siz takdir ediniz.
    Necm suresinin anlatımı tıpkı Tekvir suresindeki anlatım gibidir; “Kuşkusuz bu, değerli bir elçinin (Cebrail’in) sözüdür. Arş`ın Sahibi Allah’ın katında ona hem güç, hem de çok itibar bahşedilmiştir. Orada ona itaat edilir, üstelik güvene layıktır. Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. Ant olsun o meleği berrak bir ufukta görmüştür. O gayb/vahy hakkında cimri de değildir (onu saklamaz). Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.” [Tekvir, 81/19-23] Necm suresi de, Peygamber’in Cebrail’den vahiy alışını tasvir etmektedir. Bu ayetler çok açık olarak vahyin kaynağı hakkındadır. Peygamber vahyi cinlerden almıyor, kendi hevasından uydurmuyor. Ona vahyi getiren Cebrail’dir. Onu iki defa görmüştü. Bir defasında en yüksek ufuktan yaklaşıp gelmişti. Bir defasında da Me’va bahçesinde /mesire yerinde, Son Sidre ağacının yanında onunla konuştu.
    Müfessirler nakilcilerin rivayetlerini esas alarak “Sidret’ül-Münteha ve Kâb-ı Kavseyn”e kelime an-lamlarını hiç dikkate almaksızın, kendilerince imal edilen kavramsal anlamlar yüklemişlerdir. O günün Mekkelileri, bu “Me’va cennetini/ Oturulacak bahçe” ve “Sidret’ül-Münteha /Son Sidre Ağacını” biliyor olmalılardı ki, içlerinden hiçbirisi bu yerin neresi olduğuna dair bir soru sormamıştır. Aksi halde ona itiraz ederler, atıyorsun derler ve ‘Sen demek göğe çıkıp Allah veya Cebrail ile sohbet ettin, öyle mi?’ diye alaya alırlardı.
    Bu ayetlerde; vahiy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. [Necm, 53/7-10] ayetlerinde anlatılan hadisenin, herkesin bildiği, yanında oturmaya değer bahçe olan “son sidre ağacının” yanında vuku bulduğu anlatılmaktadır.
    Ayette bahsedilen sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayanlar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi /işaret noktası olarak kabul edilirdi.
    Cennet kelimesi Kuran’da onlarca yerde dünyadaki bahçeler için de kullanılmıştır. Âdem’in dünyada yaratıldığı cennet /bahçe gibi. Peygamberin vahiy almak için, ya da Cebrail’i görmek için Ahiret yurdundaki Me’vâ cennetine gitmesinin hiçbir gerekçesi yoktur. Allah nasıl bir zamanlar Musa peygamber ile bir ağacın arkasından konuştu ise,[ ] Cebrail ile vahyetti ise, şimdi de Son Peygamberiyle Sidre ağacının arkasından konuşmaktadır. Cebrail ile muradı ilahisini bildirmektedir.
    Kab-ı Kavseyn; de o zamanlar için kullanılan bir uzunluk birimidir. “Bir kulaç, iki arşın” gibi. Cebrail “Bir yay boyu” mesafe kadar Peygambere yaklaştı, hatta daha da yakın.
    Miraç hadisleri Kuran ve Tarihi hadiselere aykırıdır.
    Miraç’tan Peygamberimizin getirdiği söylenen üç hediye, “Beş vakit namaz, Bakara’nın son iki ayeti ve Allah’a şirk koşmayan günahkârların affedileceği”[ ] meselesini ele alalım. Kuran’ın hiçbir yerinde beş vakit tabiri yoktur. Ancak namazın kılınacağı beş vakti en iyi ifade eden ayetlerden biri olan [Tâhâ, 16/130] ayeti Miraç’tan en az beş- altı sene önce nazil olmuştur. Çünkü Hz. Ömer Taha suresini dinledikten sonra Müslüman olduğu ve ne zaman olduğu bilinmektedir. Yani, beş vakit namaz için delil getirilen ayetin nüzulü bi’setin/ peygamberliğin altıcı senesinden önce nazil olmuş olmalıdır. Namazın vakitlerini en iyi belirten ayet şudur; “ …Bir de güneşin doğumu ve batımından önce Rabbini hamdederek tesbih et. Yine gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün belli zamanlarında (namaz kılarak) O’nun yüce zatını an…”[Tâhâ, 16/130] Dolayısıyla miraçtan gelen beş vakit namaz emri Miraçtan yıllar önce zaten emredilmiştir. Haliyle bu hadisin sahih olması mümkün değildir.
    Yine Bakara suresi son iki ayeti (Amenerrasulü…) nün İsra ve Miraç gecesi hediye olarak verildiği Kuran’a apaçık aykırıdır. Bakara suresinin inmesine daha en az beş sene vardır. Çünkü Bakara Suresinin tamamı ittifakla kabul edildiği üzere medenîdir. Hicrî ikinci ve beşinci yıl arasında nazil olmuştur. Bakara suresinin bu son iki ayetinin Mekkî olduğuna dair tek bir rivayet yoktur. Ayrıca; tefsirlerde bu iki ayetin iniş sebebi hakkında farklı bilgiler vardır. [ ]
    Yine; Bakara son iki ayetini Peygamberin doğrudan Allah’tan aldığı iddiası Kuran’a tamamıyla aykırıdır. Zira; [Şura, 42/51] ayeti; bir beşerin hiçbir şekilde doğrudan Allah ile konuşamayacağı konusunda nettir. “Allah bir insanla ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veyahut bir elçi / Cebrail göndererek… konuşur” . Bu ayet peygamberlerin bile Allah’la yüz yüze, doğrudan konuşmasının mümkün olmadığını ilan eder.
    Peygamberimizin bu Miraç yolculuğu öncesinde göğsünün yarılarak, kalbinin yıkandığı rivayetleri de bir başka problemdir. Bu hadisleri uyduranlar kalp temizliğinin su ile yapılacağını zannedecek kadar saftır-lar. Kalp temizliği su ile mi yapılır? Ayrıca en az on yıllık peygamber olan Peygamberimizin kalbinin hala pis, kirli olması düşünülebilir mi? Kalbinin, huyunun/ahlakının kötü olduğunu söylemek, o en masum beşere /Nebiye açık bir iftira değil midir? Ki bu operasyonu Peygamberimizin çocukluğunda da bir kere daha yaparlar. Beş yaşında bir sabinin / masum çocuğun kalbi nasıl kötü oluyorsa! Aslında bunlar resmen peygambere vaftiz yapmaktadırlar. Üstelik cerrahi ağır bir operasyon geçiren birisi, nasıl olur da böyle bir uzun miraç yolculuğuna çıkabilir? Yedi kat semanın ötesine yolculuk yapabilir? Zira kalbi yarılıp-dikilen birisi bir süre dinlenmelidir.
    [İsra, 17/60] ayeti, İsra hadisesinin rüya olduğunu söylemektedir. “Sana gösterdiğimiz o rüyayı… sırf insanları sınamak için vesile yaptık”. Tabii Peygamberin rüyası normal bir rüya da değildir. Zaten hadis-lerde geçen İsra gecesine ait anlatımlar sembolik dildir. Yani rüya dilidir. Zaten [İsra, 17/1] de geçen “linüriyehü” deki “R-E-Y” fiili gözle görmek değil, Türkçedeki rey /görüş, akıl ile görmek, anlamak, bilmektir. Dilimizdeki rüya kelimesi de bu anlamdadır. Âişe Annemizin; “Allah’ın Elçisi’nin cesedi yerinden ayrılmadı, fakat o ruhuyla seyahat ettirildi” dediği, Muaviye’nin de; “O, Allah’tan sâdık bir rüya idi” dediği rivayet edilir.[ ] Daha birçok hadiste, olayın rüya olduğu belirtilir.
    Cennet ve Cehenneme gitmiş, oraları müşahede etmiş hikâyesine gelince, daha Cennet ve Cehen-nem yaratılmadı ki! Oraları görmüş olsun. Onlar kıyametin kopmasından sonra yaratılacak. Kozmik kıyametin kopmasından sonra, evren bambaşka bir evren olduktan sonra, kâinatın ve tabii insanın fiziksel, kimyasal ve biyolojik yapısı yeni baştan yaratıldıktan sonra İkinci Yaşam başlayacak.
    Yine Mescid-i Aksa (En uzak mescid) meselesi tartışmalıdır. Bugün Kudüs’te böyle bir cami varsa da İsra ve Miraç olayı esnasında böyle bir mescid /cami yoktu. Yahudiler veya Hıristiyanlar ibadethanelerine “mescid” ismini verdikleri nerede görülmüştür? Peygamber Miraç sonrası bu olayı anlatınca Mekkeli müş-rikler ona Beyt-i makdis /Mescid-i Aksa hakkında sorular sormuşlar, bunun üzerine Cenab-ı Hak da mescidi peygamberin gözü önüne getirmiş, o da mescide bakıp bakıp pencereleri, kapıları hakkında bilgi vermiş. [Buhari, Menakıb’ül-Ensar, 41,] Gel gör ki, Peygamberin bakıp, bakıp söyleyeceği bir mescid henüz inşa edilmemiştir ki, baksın da söylesin!
    Yine Kudüsteki mescid-i aksâ /en uzak cami olması Kur’an’a aykırıdır. Zira Kudüs, Filistin Kuran’da “ednâ’l-ard /en yakın yer” [Rum, 30/3] olarak geçmektedir.
    Kuran’ın indiği sırada Kudüs’te bu adla bilinen bir mabet bulunmadığına göre İsra Suresi’nin baş tarafında Hz. Peygamber’in yürütüldüğü mescidin, Araplarca bilinen bir mescit olması gerekir. Bu da Kudüs’te değil, Mekke yöresinde bulunan bir mescit olmalıdır. Mescid-i Aksâ’nın Cirane’de, Hz. Peygamber’in ihrama girdiği mescit olduğu Vakıdi ve Ezraki tarafından rivayet edilmektedir.
    İsra gecesi, Kudüs seyahati veya Mescid-i Aksa da tüm peygamberlerin ruhlarına namaz kıldırdığı hikâyesi de bir başka garip hadisedir. Daha Kudüs’ün fethine onlarca yıl vardır. Kudüs Hz. Ömer zamanında fethedilecektir. Yani orada bir mescit yoktu. Hz. Süleyman’ın yaptırdığı Beyt-i Makdis’i Romalılar M.70 yılında yakmışlar ve orayı çöplük olarak kullanıyorlardı.
    Yine; Peygamberin miraçtan dönerken, Kureyşli bir kervan ile karşılaşmış, onlarla konuşmuş, Mekkeliler onu tekzib edince, kervanınız iki-üç gün sonra dönecek demiş. Kervan Mekke’ye vardığında, Kureyşliler onlara Hz. Muhammed’i görüp, görmediklerini sormuşlar, onlarda gördüklerini söylemişler. Ve yine bir başka rivayette, Peygamberimiz miracı anlattığında, müşrikler Ebubekir’e gidip, ‘Senin arkadaşın böyle, böyle şeyler söylüyor, Ne dersin? Diye sormuşlar. O da, Muhammed söylüyorsa doğrudur demiş, bunun üzerine ona “Sıddîk” lakabı verilmiştir. Bunların hepsi uydurmadır. İbn-i İshak, İbn-i Sad, Vakıdî bunların hiç birinin senedini göstermemişlerdir. Diğer bazı siret yazarlarının ravi olarak gösterdiği kimseler ise yalancı ve masalcı olmakla itham edilmiş kimselerdir.[ ]

    İsra zamanında Kudüs
    Kuran’da Kudüs şehrinin ismi geçmez. İslami eserlerde Kudüs’ün ismi olarak geçen diğer isimlere de rastlanmaz. Elmalı “Mescid-i Aksa” ile kastedilenin “Beyt-i Makdis” ve mübarek kılınan yerin de Kudüs ve civarı olduğunu söylese de, Mescid-i Aksa ile Beyt-i Makdis arasında anlam ve yapı bakımından hiçbir ben-zerlik yoktur. Zaten Kuran’ın indiği dönemde ve daha sonraki yıllarda Kudüs’teki mescit, Beyt-ül Makdis olarak anılır, yazılır, bilinir. Nitekim peygamberimize ve sahabeye isnad edilen sahih rivayetlerin tümünde, Kudüs’teki mescit için “Beyt’ül-Makdis” ifadesi kullanılmıştır. “Mescid-i Aksa” ismi ise bir kaç rivayette geç-mektedir. “İbadet için şu üç mescitten başkasına yolculuk edilmez; Mescidi Haram, Mescid-i Nebevî, ve Mescid-i Aksâ.” [Buhari, Fazl-u salati fi mescidi Mekke ve’l-Medine,1] , “Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez; Mescidi Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim”. Ve yine Mescid-i Aksa’nın, Mescid-i Haram’dan 40 yıl sonra inşa edildiğini bildiren hadiste de [Buharî, Ehadis’ül-Enbiya, 10] “Mescid-Aksa” olarak geçer.
    Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, o günkü Emevi iktidarına yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla, saray âlimlerinden Şihab-ez Zühri, hadisin orjinalindeki “Süleyman’ın mescidi” ifadesini ,“Mescid-i Aksa” şekline çevirerek tahrif etmiştir. Abdülmelik bin Mervan, kendisine karşı Mek-ke’de halife ilân edilen Abdullah bin Zübeyr ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak, Halife Ömer tarafından camiye çevrilen bu basit yapının adını, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye “Mescid-i Aksa” koymuştur. Zührî gibi hadisçilere de Mescid-i Aksa’nın, bu mescit olduğunu kitaplara yazmak kalmıştır ki, bu da pek zor olmamıştır. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişlerdir. “Mescid-i Aksa” dendiğinde Kudüs akla gelir olmuştur. Hatta Kâbe’ye harem dendiği gibi buraya da daha sonraları “Harem-i Şerif” denilmeye başlanılacaktır.[ ]
    Hz. Süleyman emrinde çalışan cinlerin mihraplar, heykeller, havuz kadar geniş leğenler ve kazanlar yaptıkları [Sebe, 34/13] bildirilmektedir. Gerçekten Süleyman Peygamber 4.5 m çapında, 2.25 m yüksekliğinde olan havuzu üçer üçer dört yöne bakan 12 boğa heykelinin üzerine oturan tunçtan havuzlar yaptırmıştı. Ve yine mabette abdest alabilmek için her biri 1,5 ton su alabilen 10 kazan yaptırmıştı. Ustalar Sur kralı Hiram tarafından Süleyman’a gönderilmiştir.[ ]
    M.Ö, 586 yılında Babil kralı Nabukadnezzar/ Buhtünnasr tamamen yıkmış, Yahudileri de esir olarak yanında götürmüştür. Daha sonra mabed birkaç defa daha inşa edilmişse de pek çok işgale uğrayan Kudüs her bir defasında yakılmış, yıkılmıştır. En son Hz. İsa zamanında son kez inşa edildi. Bu son Mabed de M.S. 70 yılında Roma Valisi Titus şehri kuşattığında batı duvarındaki bir bölüm ve üç kule hariç yıktırmıştır. Bu mabed’ten günümüze, belki daha sonra tekrar kullanılan bazı taşlardan başka hiçbir şey kalmamıştır. Titus şehre Yahudilerin girmesini yasaklamış, girmeye kalkışan Yahudileri ölüm cezasına çarptıran yasağı koymuştur. Bu yasak ancak M.S. 326 yılında, İmparator Konstantin tarafından kaldırılmıştır.
    Hıristiyanlar Hz. İsa’nın [Matta,24/2] deki sözlerine hürmeten Süleyman Mabedinin tekrar yapılma-sını reddetmişlerdir. Hıristiyanlığı kabul eden Bizans İmparatoru Konstantin’in annesi Eleni, Kudüs’e geldi. Hz. İsa’nın, çarmıha gerildiği yerde bir kilise yaptırdı, fakat harabe vaziyetinde bulunan Beyt-i Makdis’i de tamamen yıktırıp burayı mezbelelik haline getirdi. Hatta Hıristiyanlar Yahudilere hakaret olsun diye burasını çöplük olarak kullanmışlardır. Müslümanların 638 yılında Kudüs’ü fethetmesine kadar burası bu şekilde kalmıştır. Yani peygamberin Miraca çıktığı söylenen tarihlerde burada bir Beyt-i Makdis, Mescid-i Aksa yoktu.
    Yahudilere göre bir tane de gökte semavi Kudüs vardır. Bu Semavi Kudüs dünyanın sonuna doğru yeryüzüne inecek, Dünyadakinin yerini alacaktır. Onlara göre Mabed, dünya yaratılmadan önce de vardı, ama gökte idi. Rab Dünya’yı onun gölgesinin düştüğü yerden yaratmaya başlamıştır.
    [Tur, 52/4] geçen “Beyt’ül-Mamur”un Kâbe’nin üzerinde, hizasında bulunduğu, yedinci kat semada her gün 70 bin meleğin ziyaret ettiği şeklindeki rivayetler yukarıdaki İsrailoğullarının Kudüs hakkındaki riva-yetleriyle paralellik arz eder. Yine bu Beyt-i Mamur’un önceleri yeryüzünde olduğu, Nuh tufanıyla göğe çıkarıldığı şeklinde rivayetler de vardır. Hasan Basri’ye göre, bu Beyt-i Mamur Kâbe’dir.[ ] Muhammed Hamidullah, Mescid-i Aksa’nın Beyt’ül- Makdis değil, semalarda bulunan meleklerin sürekli Allah’a ibadet ettikleri bir mescid / Beyt’ül-Mamur olduğunu ileri sürer.[ ]
    Peygamberimiz Hicretten önce iki veya üç yıl Kâbe’yi önüne alarak Kudüs’e doğru namaz kıldığı, Hicretten sonra da 16 ay Kudüs’e doğru namaz kıldığı bilinmektedir.
    Kudüs Hz. Ömer zamanında Ebu Ubeyde b. Cerrah tarafından fethedildi. Hz. Ömer’in Kab’ul-Ahbar’ın delaleti ile çöplük haline getirilmiş bu sahranın /kayanın yerini bulduğu ve temizlettiği, öyle ki, kendi eteğine taş, toprak doldurup taşıdığı bilinmektedir. Hz. Ömer’in molozlar altında kalan bu yeri temiz-letip, Sahre’nin güneyinde cemaate namaz kıldırdığı Taberî tarafından nakledilir. Ömer’in yaptırdığı bu camii hakkında fazla bilgi yoktur. H. 50 yıllarında burayı gezen bazı gezginlerin anlattığına göre bu camii, Beyt-i Makdis’in kalıntıları arasında bulunan sütunların üzeri kalaslarla kapatılarak oluşturulan basit bir yapıdır.
    Emevi kralları insanlardan biat almak için özellikle Kudüs’ü tercih etmişlerdir. Emeviler Kudüs ve civarını siyasi nedenlerden dolayı öne çıkarmaya gayret sarf etmişlerdir.
    Kudüs’teki Mescid-i Aksa, Emevi kralı Abdülmelik ve oğlu Velid tarafından inşa edilmiştir. 102,8 m genişlikte, 69,2 derinlikte bir yapıdır.

    Kubbet’üs-Sahra /Ömer Camii
    Kubbet’üs-Sahra; Abdülmelik b. Mervan tarafından, Hz. Ömer’in yaptırdığı mescidin yerine inşa edildiği için buraya “Ömer Camii” de denir. Bu kubbeye “sahre” denmesinin nedeni de üzerinde bulunduğu kutsal kaya /sahre nedeniyledir. Yahudi kaynaklarına göre bu kaya ‘dünyanın temelindeki köşe taşıdır’ [Eyüp, 38/4-6] Yahudi geleneğine göre; bu sahre; Süleyman mabedinin temelini oluşturur, dünyanın orta-sında bulunur, Nuh’un gemisi tufandan sonra bu kayanın üzerine konmuştur, vs. İslami kültüre /rivayetlere göre ise; İsrafil insanlara hesap için toplanın emrini bu kayanın üzerinden verecektir. Ebu Hureyre’den nak-ledilen bir rivayete göre; bütün tatlı su kaynakları, nehirler ve rüzgârlar bu kayanın altından çıkmaktadır. Bu kayanın havada durduğu, üzerinde peygamberin ayak izi olduğu, Cebrail’in parmak izi olduğu,[ ] Peygamberin havada duran bu taşın üzerine basarak miraca çıktığı rivayetleri de vardır. Bu rivayetlerin tamamı mevzu /uydurma ve münkerdir. [ ] Bu sahrenin içinde 4.5×4.5 çapında elle yontulmuş, 1,5 m yüksekliğinde, yarım daire şeklinde bir oyuk bulunur. Güya haftada iki defa tüm ruhlar burada toplanırlarmış.
    Tarihçi Yakubî [Tarih, II, s.261] ve diğer bazı kaynaklar, Kubbet’üs-Sahra’nın Kral Abdülmelik’in Müs-lümanların Hac için Mekke yerine Kudüs’e gitmesi için yaptırdığını söylerler.[ ]
    Emevilere karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr, Mekke ve Medine’nin yönetimini 15 sene elinde tut-muştur. Mekke ve Medine Abdullah b. Zübeyr’in hilafeti altında yönetildiği bu yıllarda Kudüs Emeviler tara-fından ön plana çıkartılmaya çalışılır. Emevi kralları hacca giden Müslümanların Abdullah’a biat etmesinden korkuyorlardı. Hacıların Mekke’ye gitmemesi için Kudüs’ü Mekke’ye alternatif olarak düşündüler. “Hacer’ül-Esved” yerine, “Hacer-i Muallâk” ön plana çıkarıldı.[ ] Bu taş üzerine Kubbet’üs-Sahra Camisi inşa edilmişti. Bu cami, bilinen hiç bir cami tarzına benzemez. Sekizgen olup, etrafı meydan olarak düzenlenmiştir. Mekke ve Medine’ye gitmesi istenmeyen hacılar, hac tavafını bu mescidin içinde veya dışında yapacaklardı. İnsanlar Hac için Mekke’ye gitmekte ısrar edince, “Ancak üç mescide ibadet kastıyla yolculuk yapılır” hadisini okuyup, Mescid-i Haram yerine, Beyt-ül-Makdis’i, Kâbe yerine de peygamberin miraca çıktığı bu sahre /kayayı ziyaret edebileceklerini söylenmiş ve üzerine ipek örtüler asılmıştır. Bu sahrenin etrafında tavaf edilip, arefe günü de Mescid-i Aksa’da vakfeye durulduğu rivayetleri vardır.[ ]

    Esrâ; götürmek mi? yürütmek mi?
    Çoğu Kuran’a ve tarihi olaylara aykırı bu zayıf, hatta muhtemelen uydurma rivayetleri kurtarmak için, bazıları ayetlerin canına okumuşlardır. Örneğin; [İsra, 17/1] de geçen “Esra” kelimesinin anlamını açıkça tahrif etmişlerdir. Ayetin anlamı; “gece yürüyüşü, hızlıca geceleyin yürümek” iken, meallerin çoğunda “götürmek” anlamı verilmiştir. Zira; “ Allah kulunu yürüttü” anlamı verirlerse, bir gecede Peygamberi Kudüs’e götürüp, getiremeyeceklerdir. Bereket versin bu kelime Kuran’da birkaç yerde geçmektedir. Hepsinde de “geceleyin yürütmek” anlamındadır. “Fe esri bi ehlike…Hemen gecenin bir kısmında aileni yürüt” [Hıcr, 15/65], “ve lekad evhaynâ ilâ Musa en esri bi ibâdî…Musa’ya kullarımı geceleyin yürüt diye vahyettik.” [Taha, 20/72], “Fe esri bi ibâdî leylen… O halde geceleyin kullarımı yürüt” [Duhan, 44/23]

    Şu Şerik’in, Enes (r.a)’dan naklettiği hadisi ele alalım; [Buhârî, Tevhîd, 37, Menâkıb, 42] Bu rivayette gerek metin, gerek anlam bakımından pek çok sakatlıklar vardır. Hadîsin râvîsi Şerîk İbn Abdillah’ın, bu hadisi karıştırdığı; iyi hatırlayamadığı belirtilmektedir. Buhârî’nin rivayetinde olay, Peygamber’in, henüz peygamber olma¬dan önce gördüğü bir rüyadan ibarettir ve ayette anlatılan İsrâ olayı ile bir ilgisi yoktur. [ ] İbn Kesîr gibi bir zât, bu bağ¬lamda çok tuhaf ve garip şeyler olduğunu söyler.[ ]
    Bütün rivayetlerin özünü, Buhârî’nin Enes’ten aktardığı bu rivayet oluşturmaktadır. Olay, bir rüya biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters düşen pek çok şeyle doludur.
    [Necm, 53/1-15] ayetlerinde Cebrail’in, Hz. Muhammed’e, iki yay arası, hatta daha da az bir mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı, Mi’râc olayı ile karıştırılmış ve Allah’ın sarktığı, yaklaştığı ifade edilmiştir. Oysa Hz. Âişe’nin ve Abdullah İbn Abbas’ın belirttikleri gibi sarkan, yaklaşan Cebrail’dir. Peygamber’in Cebrail’i görmesi olayı İsrâ olayı ile karıştırılmıştır. Hatta Peygamber’in çeşitli zaman¬larda gördüğü rüyalar da birbirine karıştırılıp, hepsi tek olaymış gibi anlatılmış, daha sonra çeşitli eklemelerle de olay efsaneleştirilmiştir.
    Miraç rivayetlerinde Peygamber, Musa ile görüştükten sonra Al¬lah’a varınca bir rivayette farz kılın-mış olan elli namazın ya¬rımşar, yarımşar, diğer rivayette beşer beşer vaktinin indirildiği, başka rivayette ise onar, onar vaktinin kaldırıldığı söylenir.[ ] Bunlar birbiriyle çelişmektedir.
    Namazın elli vakit farz kılınmış iken Musa’nın ikazlarıyla Hz. Peygamber’in, Rabbine dönüp bunun çok olduğunu, ümmetine ağır gele¬ceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş vakte indirilmiş olması, Allah ile Peygamber arasında bir pazarlık olduğu izlenimi vermektedir. Neymiş Efendim, Allah 50 vakit namazı farz kılmış. Yolda Musa ile karşılaşır, “Git, biraz indirt, ümmetinin takati yetmez. Peygamber Allah’a geri döner. Rica eder, yalvarır 45 vakte indirir. Peygamber gide-gele, pazarlık yaparak güç bela 5 vakte indirebilmiş. Musa daha da indir demiş. O da gitmiş, lakin Allah “Tamam, yeter artık, bundan fazla indiremem demiş” İşte böylece günde 5 vakit namazı çok bulan beynamazlara, ‘Halinize şükredin, sesinizi çıkartmayın, Ya Musa ile yolda karşılaşmasaydı da 50 vakit olsaydı, haliniz nice olurdu?’ denir. Çok sevap toplama derdindeki diğer bir zümreye de ‘Beş vakit kılıyorsunuz amma 50 vakit namaz sevabına nail oluyorsunuz’ denir. Sanki Allah Kitabında yapılan her bir hasenata en az on kat sevap vereceğini vaad etmemiş gibi! Hâşâ Allah o aralar biraz meşgulmüş, 50 vakit namazı düşünmeden emredivermiş, her 20 dakikada bir namaz kılınacağını hiç hesaplayamamış!
    Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülemez! Üstelik bu hadise göre henüz peygamber bile olmayan Hz. Muham¬med’in ümmeti yoktur ki, onlara namaz farz kılınsın. Elli vakit namaz emrini alan Peygamberin, Musa’nın önerisini Cebrail’e danışması ve onun önerisi ile beş kez Allah’a dönüp “Ya Rabbi! Bunu bizden hafiflet” şeklinde itirazda bulunması, akıl ve mantığın alacağı bir şey değildir. Allah değiştireceği bir şeyi neden emretsin? Allah sözünü değiştirir mi? Yine Peygamberin Allah’ın huzurunda onunla pazarlığa girişmesi olacak şey değildir. Bunu Peygamber değil, sıradan bir kul bile yapmaz. Dinde pazarlık olsa olsa Ebu Leheb tıynetli kişilerin itiyadıdır.
    Yine Peygamberimiz bu hadislerde acemi /çömez biri olarak tasvir edilmiştir. Musa da ona dinin inceliklerini öğreten bir usta gibi takdim edilmiştir. Hâşâ, Peygamber elinden ekmeği alınmış bir çocuk gibi, gidip-geliyor, saf saf dolaşıyor! Musa ile karşılaşma işi olmasa, bu azaltma işlemi de olmayacaktı. Sonra neden başka bir peygamber değil de Musa? Çünkü olay İsrailiyattır. Ve bu olayla Hz. Musa, Peygamberimizden daha akıllı ve üstün gösterilmek istenmektedir. Musa olmasaydı, “hapı yutmuştuk, iyi ki Musa, Peygamberimize akıl vermiş (!) Öyle ki; Hz. Musa, Allah’ın ve Son Peygamberin düşünemediği şeyi düşünmüş(!)
    Ayrıca biraz önce kaydettiğimiz Buhârî rivayeti, Miracın, henüz peygamberlik gelmezden önce vuku bulduğunu ve beş vakit namazın o zaman farz kılındığını anlatıyor. Bundan çıkan sonuç, beş vakit namazın, peygamberlik gelmezden önce, bir rüya üzerine farz kılındığıdır. Ki, bu olacak şey değildir. Daha peygamberlik verilmemiş bir kimseye her hangi bir emir verilemez. Namazın farz olabilmesi için önce onu tebliğ edecek kişinin, peygamber olarak görevlendirilmiş olması gerekir. Henüz Peygamber olmayan birinin ümmetine namazın farz kılınması oldukça tuhaftır.
    Ayrıca bir diğer hadiste Cebrail, Peygambere yola çıkmadan önce şarap /hamr ve süt ikram etmiş, peygamber de sütü tercih emiş. [Müslim, İman, 259] Cebrail’in peygambere haram olan şarap ikram etmesi olacak şey değildir.
    Hâsılı bu rivayetlerin içine birçok ilaveler girmiştir. Beş vakit namazın Miraç da farz kılındığı rivayeti, kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, bu tarih Müslümanların hayatında bir dönüm noktası olurdu. Oysa Miracın ne zaman olduğu hususunda bile onlarca farklı rivayet vardır. Yani daha tarihi konusunda bir ittifak yoktur. Miraç gibi büyük bir olayın ne zaman olduğunun bilinememesi olacak şey değildir. Neden sahabeler bu olayı hatırlamazlar? Hatta peygamber bu olayı miraç dönüşü anlattığında bazı Müslümanlar dinden dönüp, irtidat etmişler. Bu irtidat hikâyesinin aslı astarı yoktur. Zaten Mekke’de bir avuç Müslüman vardı ve onlarda Peygambere sımsıkı kenetlenmişlerdi.[ ] Peygamber bu olaydan sonra bir süre Mekke’de, on yıl da Medine’de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu belirtilmemiştir. Namazın beş vakit olduğuna dair ne Miraçtan önce, ne de sonra Kuran’da bir açıklık yoktur. Namazın beş vakit olma hususu, Peygamber’in uygulamasına dayanır, onun fiili sünnetinden, ümmetin icmâsından çıkar. Herhalde bu rivayetler, namazın beş vakit olduğunu sağlama bağlamak için Miraç hadislerinin arasına sokuşturulmuştur. Ama maalesef bunu yapanlar, Miraç olayının, -en sağlam rivayete göre bile- bir rüyadan ibaret olduğunu maalesef hiç düşünememişler.
    Kuran’da Miraç olayından da söz edilmez. İsrâ Suresinin birinci ayetinde anlatılan, Miraç değil, İsrâ olayıdır. Yani Peygamber’in göklere çıkarılması değil, Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksâ’ya yürütülmesi olayıdır. Surede bunun dışında bir şey söylenmiyor. [İsra, 17/60] “Sana gösterdiğimiz rüyayı insanları sı-nama (aracı) yaptık” buyrulmaktadır, ki bundan da olayın, Peygamber’e gösterilen ruhani bir müşahede (vizyon) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Arapçada rüya, baş gözüyle değil, uykuda veya gönül gözüyle görme olayına denilir.
    Miraç hakkındaki rivayetler, genellikle olayı görmeyen, ancak Pey¬gamber, Medine’ye hicret ettikten sonra onun hizmetine girmiş olan Enes ibn Mâlik, Câbir ibn Abdillah veya Medine döneminin son yılla¬rında gelip müslüman olan, 18 ay kadar Peygamberi gören Ebû Hüreyre gibi sahabe tarafından akta-rılmaktadır.
    Miraç olayını anlatan rivayetlerde ge¬çen ayrıntılar, inanılması gereken şeyler değildir. Biz, Kuran’ın dediği biçimde Peygamber’in, Necm Suresinin inişine kadar Cebrail’i iki kez gördüğüne, ondan vahiy aldığına ve yine; Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya kadar da uyanık durumda yürütüldüğüne, bu arada Allah’ın birçok ayetini gördüğüne inanırız. Bu rü’yet/rüya, peygamberin manevî dünyasında gerçekleşmiş olup, ona güven ve itminan vermiş harikulade bir olaydır.
    Muhammed İzzet Derveze’ye göre; Bu rivayetlerde cennetin, cehennemin vasıfları, cennet¬liklerin, cehennemliklerin nimet ve azabı; Allah’ı, melekleri ve peygam¬berleri görme; göğün, Arşın, Levh’in, Kürsî’nin, Kalem’in, Sidret’ül-müntehâ’nın maddî biçimlerde nitelendirilmesi hakkında çok acayip şeyler vardır. [ ] Buhârî’de bulunmayan bu ayrıntılar, sonrakilerin uydurmalarıdır.

    Kudüs’teki Mescid-i Aksa İsra olayında mevcut değilse, Pekâlâ Mescid-i Aksa nerededir?
    Kaynaklar, Mescid-i Aksâ’nın, Süleyman Mabedi olduğunu söylüyorlarsa da Peygamber döneminde Süleyman Mabedi, bir harabeden ibaret olup adı Mescid-i Aksa değildi. Hz. Ömer döneminde Süleyman Mabedinin yerine yapılan mescide, Mescid-i Aksa adı veril¬miştir. Bu durumda Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Aksa olmadığına göre İsrâ Suresinin bu ilk ayetinde sözü edilen Mescid-i Aksâ’nın, Süleyman Ma’bedi’nden ayrı bir mescid olması gerekir.
    “Etrafını bereketli/mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa”; ayetinde geçen “ havl” kelimesinin gerçek anlamı “bir yan, bir kenar, kıyı” demek olup, çevre /etraf demek değildir. Sözlüklerde; bir şeyin havli, üzeri-ne dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. [ ] Yani bir şeyin değiştiğini gösteren, belli eden tarafı (dış yüzü, dış kenarı) o şeyin havlidir. “Havl” sözcüğü Kuran’da 17 kez geçer. Bunlardan ikisi “sene” anlamında on beşi de “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. (Bak. Meryem/68, Mümin/7) “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu /avlu” olarak da geçmiştir. Avlu; bir yapının yanı başında duvarla çevrili yere denir.
    “Havl” sözcüğünün yukarıdaki açıklamaları çerçevesinde, ayette geçen “bir kenarını mübarek kıldı-ğımız” ifadesinden; Mescid-i Aksa’nın, coğrafî olarak mübarek kılınmış yerin dışında veya bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır.
    Mübarek yerin neresi olduğu Kur’an’da bildirilmiştir. “Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk kuru-lan ev, Bekke’de (Mekke’de) olandır. Âlemlere uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur.” [Âl-i İmrân, 3/96] Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram; “Harem bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu bu bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin “havl”i / kenarları tespit edilebilsin.
    Belgelere göre; Kâbe’den /Mescid-i Haramdan dışarıya doğru mübarek/ bereketli bölgenin (hare-min) sınırları; Medine yolu istikametine dört mil, Yemen yolu istikametine altı mil, Taif yolu istikametine on bir mil, Irak yolu istikametine yedi mil, Cidde yolu istikametine on mil, Ci’rane vadisi istikametine dokuz mildir.
    Bu durumda, konumuz ayette sözü edilen Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin hemen dışında, kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik bin Mervan tarafından bu ayetlerin inişinden en az 50 sene sonra Mescid-i Aksa olarak konulmuş Kudüs’teki mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa ol-ması mümkün değildir.[ ]
    “Mescid-i Aksa”; “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit ol-ması ve bu mescitlerden birinin merkeze, diğerlerinden daha uzak olması gerekir. İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitab-ül Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbar-ül Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır.
    Vâkıdî; “Hz. Peygamber’in, zilkade’nin son beş gününde, Perşembe günü Ci’râne’ye gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada bulunan Mescid-i Aksâ’ya geçip, orada ihrama girdiğini, Rasulullah’ın namazgâhının Mekke’ye 10 mil mesafede Ci’râne’deki Mescid-i Aksa olduğunu; Mescid-i Ednâ (Yakın Mescid) adını taşıyan mescidi ise Kureyşli bir adamın yaptığını; Resulullah’ın, Ci’râne Vadisini ihramsız geç-mediğini” yazar.
    Ezrakî ise bu konuda şöyle diyor; “Mücâhid’le birlikte Ci’râne’de Vâdî’nin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed İbn Târık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki; ‘Ben Ci’râne’de birlikte ihrama girdiğim Mücâhid bana dedi ki; Mescid-i Aksa, Vâdî’nin öte yakasında, Pey-gamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Ednâ (Yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır.”
    Günümüzde insanlar mescid/cami denilince büyük yapılar akıllarına geliyor. Hâlbuki o tarihlerde, etrafı taş duvarla çevrili veya üstü çardak şeklinde kapatılmış basit yapılara bile mescid denildiği bir gerçektir. Hatta bazı sahabenin evlerine de mescid denildiği vakidir. İşte bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bunu Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken namaz kılmışlardır.
    Bu bilgiler ışığında, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu bilinmektedir. Sonuç ola-rak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki haremin kenarındadır. Dolayısıyla, ko-numuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit de-ğil, Haremin kenarındaki bu mescittir. Özetle; hakikî Mescid-i Aksa, Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in verdiği bilgilerle örtüşmektedir.
    Bu durumda Mescid-i Aksa, ne Kudüs’teki Süleyman Ma’bedi, ne gökte bir ma’bed’dir. Hz. Peygam-ber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci’râne Vâdîsinde bir namazgâhtır. Ci’râne Vâdîsinin Arafat yakı-nında bulunan kıyısında, bir Kureyşli tarafından yapılan mescide Mescid-i Ednâ, Hz. Peygamber’in namaz kılıp ihrama girdiği namazgâha da Mescid-i Aksa denmiştir. Ayette Mescid-i Aksa’nın çevresinin mübarek kılındığı belirtiliyor. Bu bereketlilik sıfatı, Mescid-i Haram için de kullanılmıştır; Aynı kentte ve hac vakfesinin yapıldığı Arafat yöresindeki bir mescid için de bu sıfatın kullanılması gayet doğaldır.
    Eğer Mescid-i Aksa, Ci’râne’de, Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber’in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Ci’râne mescidine bedenen gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah’ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan “Allah, kulunu yürüttü” şeklinde ifade edilmiş olmalıdır. Çünkü O’nun sevkiyle olmuştur. Pey¬gamber oraya vardıktan sonra tıpkı [Necm, 53/13-18] “Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü; Sidretü’l-Müntehâ (son kirazın) yanında, ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre’yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed’in) Gö’z(ü) şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük âyetlerinden bazılarını gördü” ayetlerinde anlatıldığı üzere Sidretu’l-Muntehâ’da olağan üstü olaylara şâhid olduğu gibi, bir gece geldiği Ci’râne’deki bu Mescid-i Ak¬sa’da da olağanüstü olaylara şâhid olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Ak¬sâ’ya gelmesi, normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i Aksa’da gördüğü olağanüstü olaylar ise ruhsal bir vizyondur.
    Bu “kulunu yürüttü” ifadesi, tıpkı “Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için) Rabbin seni, evinden çıkardı…”[Enfâl, 8/5] ifadesindeki gibidir. “O, kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yü-rüttü.” söylemiyle, “Rabbin seni evinden çıkardı” söylemi arasında bir fark yoktur. Nasıl, Peygamber, Allah-‘ın vahiy veya ilhamıyla evinden çıkıp Bedir’e gitmişse, bu sefer de ge¬cenin bir kısmında Allah’ın ilhamı ve sevkiyle Peygamber, geceleyin kalkıp Mescid-i Aksa’ya yürümüştür. İkisinde de, havada uçurma, kaçırma yoktur.
    Bu Mescid-i Aksa vizyonu, Necm Sûresinde belirtilen “Sidretu’l-Münteha” vizyonuna çok benzemek-tedir. Nasıl Hz. Peygamber, Sidretu’l-Münteha’da “Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” ise, geceleyin geldiği Mescid-i Aksa’da da “O’nun bazı ayetlerini görmüştür.” Peygamber’in Sidretu’l-Münteha’ya ve Mescid-i Aksa’ya gelişi, bedensel yürümedir. Kuran’ın anlattığı bu sade vizyonlar, rivayetler-de efsaneleştirilmiş, aslı olmayan senaryolara temel yapılmıştır. [ ]

    Miraç öyküsü, başka milletlerde de vardır.
    Ayrıca başka dinlerde olan Miraç öyküleri, bizdeki Miraç rivayetlerine tesir etmiştir. Semaya yüksel-me tasavvuru eski Hind ve İran dinlerinde de mevcuttur. Yine Peygamberin Kudüs yolunda bindiği söylenen Burak ile yunan mitolojisindeki “Uçan At /Pegasus” arasında paralellikler vardır. Yahudi geleneğinde İdris, İbrahim, Musa, İşaya gibi peygamberlerle bazı tarihi şahsiyetlerin yeryüzünden ilahi âlemlere çıktığına inanılır. Hıristiyanlık teolojisine göre; İsa çarmıha gerildikten sonra mezarından çıkıp, göğe, Baba’nın yanına yükselmiştir. Yina Hıristiyanlığın kurucusu sayılan Pavlus’un da böyle bir miracı vardır. [ ] İncil’in son eki, “Yuhanna’nın Vahyi” bölümünde de Aziz Yuhanna’nın göklerdeki acâib olayları içeren vizyonu anlatılmaktadır. Bu Yuhanna’nın Vahyi ile bizim ayrıntılı miraç edebiyatı arasında benzer tasvirler ve olaylar vardır. Ayrıca bizim bazı sufilerde de miracı vardır. Mesela; Hallac’ın ve Beyazıd-ı Bistamî’nin miraçları vardır. Özellikle Hz. İsa’yı göğe çıkaran rivayetler Müslümanları, peygamber yarışına sokmuştur. İsa göğe çıkar da bizim peygamberimiz çıkamaz mı? Yine veliler bile semaya çıkıyorsa (!), peygamberin onlardan aşağı kalması olacak şey değildir.
    Zaten Peygamberi göğe çıkarmanın temel Saiklerinden biri de, İsa (as)’ın göğe çıkarılmasıdır. İsa’nın göğe çıkıp da Bizim Peygamberin çıkamaması onları ezmiş olmalı. Peygamberleri yarıştıran bu zavallılar, bilmezler ki, bütün peygamberler İslam peygamberidir. Hem İsa’nın göğe çıktığını, ölmediğini iddia etmek, Kuran’ı yalanlamak demektir.[ ]

    İsra ve Miraç Mucize midir?
    İsra ve Miraç mucize’de olamaz. Zira Mucizeler karşılıklı bir meydan okumadan sonra gerçekleşir ve herkes tarafından görülür. Oysa bu olayı Peygamberimizden başka hiç kimse görmemiştir. Eğer İsra ve Miraç mucize olsaydı, müşriklerle peygamber arasında karşılıklı bir meydan okumadan sonra vuku bulması ve bu mucizeyi herkesin görmesi gerekirdi. Bu nedenle İsra ve Miraç bilinen klasik mucize tanımlarına uy-maz.[ ] Üstelik ha bire bize mucize göster diye Peygamberi sıkıştıran müşriklere Allah; ‘İsra ve Miracı verdik ya! Daha ne mucizesi istiyorsunuz?’ diye cevap verirdi. Yine Kuran’da onlarca ayet Peygamberimizin Kuran’dan başka mucizesi olmadığını üstüne basa basa vurgular.
    Mesela İsra gecesi nazil olan [İsra, 17/59] “Bizim sana mucizeler göndermemize engel olan şey ancak, önceki (milletlerin) onları yalanlamış olmalarıdır” ayetini ele alalım. Ayet apaçık, peygamberimize önceki peygamberlere verilen hissi mucizelerin /âyât-ı beyyinâtın Peygamberimize verilmediğini, hatta niçin verilmediğini de söylemektedir. Onları nasıl yalanladılarsa, seni de yalanlayacaklardı. Mucizelere gözleriyle tanık olup da yalanlayanlara akabinde azab gelmiştir.
    Ya da; [İsra, 17/93]ayetini ele alalım. Peygamberin göğe çıkmasını, urûç etmesini, miraç mucizesi getirmesini isteyenler Mekkeli müşriklerdir. “Senin altından bir evin olmalı ya da gözlerimizin önünde gö-ğe yükselmelisin, fakat göğe çıkma durumunda (dahi) bize oradan okuyacağımız bir kitap indirmedikçe sana inanacak değiliz”.
    Anlaşılan, müşriklerin iman etmek için şart koştukları “Miraç Mucizesini” hadisçiler bulup, getirmiş-ler. Lakin bu ayetlerin sonunda şu ayet her şeyi bozmaktadır(!) “Rabbimi tenzih ederim, (ölümlü) bir beşer elçiden başka ben neyim ki?” Siz bir melek peygamber istiyorsunuz. Sizden öncekiler de, hep Allah bir be-şeri mi elçi gönderdi? demişler ve bu yüzden iman etmemişlerdi. [İsra, 17/94] Anlayacağınız hastalık çok eski kadim, bir hastalık. İnsanlık tarihi kadar! İnanmak istemeyenler hep mucize istiyorlar, Peygamberlerinin gökte dolaşacak bir melek peygamber olmasını arzuluyorlar.
    Miraç; yükselme demektir. Müminin Miracı namazıdır. Kişi namazında Allah’ın huzuruna çıkar. Secde de iken en yüksek dereceye/makama çıkar. Göğe çıkmak; Allah’a yaklaşacak yüksek manevi derecelere yükselmek, miraç (asansör) ile merdiven ile olmaz. Tam aksine yere eğilerek, huşu içinde O’nun önünde secdeye kapanarak olur. Nitekim kul secde anında, Rabbine en yakın olduğu andır.
    Miraç bir mucize ise bile bu bizi değil, onu ilgilendirir. Çünkü onu peygamberimiz görmüştür. Zaten mucizeler akıl ile anlaşılacak hususlar mıdır? Bize göklerde seyahat mucizesi lazım değil, bizi göklere çıkaracak namaz lazımdır. Bize düşen o kutlu geceden getirilen ilahi emir ve yasaklara dört elle sarılmaktır.

    Bir İnsan çok küçük bir zaman diliminde Kâinatın öbür ucuna gidip-gelebilir mi?
    Hiçbir cisim ışık hızından hızlı gidemez. Işık hızına erişen bir cisim sonsuz sıcaklığa erişir ve atom altı parçacıklarına ayrışır. Hadi diyelim ki, Peygamber ışık hızına erişti, Kâinatın öbür ucuna gitti ve geldi. Bu bile on milyarlarca yıl eder. Peygamber diyelim ki ışık hızını da aştı, atomlarını dünyada bıraktı, ruhen uçtu. Bu aklen ve tıbben imkânsız hale neden başvuruyoruz ki? Birkaç rivayeti kurtarmak için mi? Peygamberden mucize isteyip duran, onu bu konuda sıkıştırıp duran müşriklere mucize takdim etmek için mi? Böyle hari-kulade bir şey olsaydı, Allah bunu kitabında neden sarahaten zikretmesin!
    Peygamberimiz fizik kanunlarına tabi değil mi? Uhud’ta düşmanın attığı mızrak onun yanağını yar-madı mı? dişini kırmadı mı? Allah’ın koyduğu sünnetullah, âdetullah asla değişmez. Ve bu kurallara uymak peygamberler dâhil, herkesin görevi değil mi?
    Allah ile Elçisinin Kab-ı Kavseyn denilen, birbirine dirsek teması olacak şekilde bir araya gelmesi apaçık tecessüme /Allah’ı cisimleştirmeye varacağından, İslâm âlimleri, ilgili hadisle¬rin zaptı doğru olsa bile zahirî manalarıyla kabul edilemeyeceğini belirtirler.[ ] Zira, Allah’a mekân/ yer izafe edilemez. Oysa Miraç da Peygamber’in yolculuk güzergâhı en sonunda bir mekânda noktalanmaktadır. Bu olgu Kuran’a ters düşmektedir. Kuran’da Allah insana şah damarından daha yakındır. Kâinatın öbür ucunda ikamet eden bir Allah inancı İslamla bağdaşmaz. Sonra niye peygamber kâinatın öbür ucuna gidiyor ki? Allah her yerde hazır ve nazır değil mi? Bu düşünce Allah’a mekân ve yer izafe etmek demektir. Bu ise onu cisimleştirir. Haliyle bu İslam’a baştan sona aykırıdır.

    Bize İsra Mucizesi mi Lazım? Yoksa İsra gecesi verilen on iki emir mi?
    Peygamberimizin İsra/gece yolculuğundan getirdiği 12 emir vardır. Bizim zavallı Müslümanlar Pey-gamberi Burak ile, Refref ile uzay yolculuğu yaptırırken İsra 22-37. arasındaki bu 12 emri atlamışlar. Hâlbuki hangi Yahudi veledine sorulsa Musa’ya verilen 10 emri bilir. Lakin Müslümanların çoğu İsra gecesi verilen 12 emirden haberi yoktur. Bu 12 emrin 11. si “Bilmediğin şeyin ardından gitme, Kesin bilgi sahibi olmadığın şey hakkında konuşmadır”. Maalesef amaç ile araç yer değiştirmiş, Peygamberin getirdiği evrensel prensipler göz ardı edilmiş, bizi hiç ilgilendirmeyen, onun mucizeleri ile nefes tüketiyoruz. Ah ki, ne ah!
    1-Allah’a ortak koşmayınız, yalnızca O’na ibadet ediniz. 2-Ana-babaya iyilik ediniz. 3-Yakına, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver, herkese iyilik yap! 4-İsraf etme! Büsbütün de saçıp-savurma! (Ne cimri olun, ne de müsrif, İkisinin arasında orta bir yol tut, iktisatlı ol)! 5-Çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmeyin, Sizin de, onların da rızkını biz veriyoruz. 6-Zinaya yaklaşmayın! O apaçık bir hayâsızlıktır. O ne çirkin bir yoldur. 7-Haksız yere kimseyi öldürmeyin. 8-Yetim malını -arttırmak gayesi dışında- yemek için asla yaklaşmayın. 9- Verdiğiniz sözü yerine getiriniz. 10-Ölçü ve tartıyı tam yapın. 11-Bilmediğiniz şeyin ardınca gitmeyin, Taklitçi olmayın, aklını kiraya vermeyin! 12-Yeryüzünde mağrur ve kibirli dolaşmayın. Mütevazi olun!

    Miraç’ta Peygamberimiz Allah’ı gördü mü?
    Miraç’ta Allah’ın görülmesi olayına gelirsek; Kuran’a göre Allah’ı görmek isteyen inkârcılardır. [Mü’min, 40/36-7] Firavun, Musa’nın inanmasını istediği ilahı görebilmek için Hâmân’a yüksek bir kule yapmasını emretmiştir. İsrail oğulları Musa (as)’dan gözle görünür bir ilah getirmesini istemişler, [Araf, 7/138] hatta apaçık Allah’ı görmedikçe inanmayacaklarını söylemişlerdi. Mekkeli müşrikler de Allah’ı gör-medikçe, O’nunla konuşmadıkça, Muhammed (s.a.v)’e inanmayacaklarını söylemişlerdi. Bunun üzerin-de “Gözler O’nu göremez, O ise gözleri görür.” [En’am 6/103] ayeti nazil olmuştur. “Onlar Allah’ın melek-lerle birlikte bulut gölgeleri içinde gelmesini mi bekliyorlar?” [Bakara, 2/210] Bu ayette ya Mekkeli müşriklerden ya da devamındaki ayetin konusu olan Yahudilerden bahsetmektedir. Ki o lanetli Yahudi zihniyeti Yakub Peygamber ile Rab Yahve’yi güreştirebilmiştir. Peygamberimizin Allah’ın didarını/yüzünü iki defa gördüğünü söyleyen eski bir Yahudi olan, İslama pek çok İsraliyat sokan Kab’ul Ahbar’dır.
    Yine müşriklerin ‘Allah ile yüz yüze görüşme ve karşılıklı konuşma’ talepleri üzerine “Allah bir insanla ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veyahut bir elçi / Cebrail göndererek… konuşur” [Şura, 42/51] ayetini indirmiştir.
    Ru’yetullah /Allah’ın görülmesi meselesi, Hicri II. asrın ilk yarısında ortaya çıkmıştır. Kuran’da geçen ‘Arş, Kürsî, Yed, Vech, İstiva’ gibi bazı müteşabih kelimelerden Allah’ın insana benzetilmesi /teşbih meselesi tartışma konusu oldu. Antropomorfist /insan biçimli tanrı anlayışı hadislerde daha belirgindir. O kadar çok Allah ile konuşma, senli-benli olmalar vardır ki, bunların doğal sonucu ‘Allah’ın görülmesi’ meselesinin gün-deme gelmesi kaçınılmazdır. Kuran’a uyan veya uymayan, sahih veya mevzu hadislerle, çarpık bir anlayış olan, Allah’ı mahlûkata benzeten Müşebbihe, Mücessime ortaya çıktı. Bunların karşısına Cehmiyye, Mutezi-le çıktı. Cehm b. Safvan Allah’ın mahlûkata benzetilmesine tepki göstermiş, akıl ile nakil çatıştığında, aklı ve prensiplerini esas almış, aşırı bir tenzih anlayışını savunmuştur. Mutezile de bunları daha ileriye götürünce, onlara Muattıla (sıfatları kabul etmeyenler) denildi. İmam Eşari, Mutezile den olaylı bir şekilde ayrılınca, bir reaksiyon olarak mezhebini oluşturacak, Mutezile’nin ak dediğine kara diyecektir. Örneğin; Mutezile, Allah’ın ahirette görülmesini inkâr ediyorsa, o da tam aksini söyleyecek, “Ru’yetullah haktır” diyecektir.
    Esas problem ‘insan biçimci bir tanrı’ anlayışını çağrıştıran hadisçilerin katı haşviyetçiliğidir. Zaten ru’yetullah hadis rivayetlerine dayanır. “Allah Âdemi kendi suretinde yarattı” [Buhari, İsti’zan, 1] şeklinde bir hadis de vardır. Hâlbuki “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” [Şura, 42/11] ayeti bunu tümden reddeder-ken, böyle bir sözü Peygamberin söylemesi mümkün değildir. Yukarıdaki hadis, [Tevrat, Tekvin, 1/26-7] pasajının Arapçaya tercümesinden ibarettir. Allah’ın insan biçimli tasviri, anlatımı Yahudilerden Müslümanlara İsrailiyat yoluyla sirayet ettiği ve bazı hadisçiler tarafından benimsenerek hadis formatına sokulduğu çok açıktır. Özellikle Mutezilenin tenzih düşüncesinde aşırı gittiğini, Allah’ın sıfatlarını ortadan kaldırdığını düşünen bazı hadisçiler Allah’ın sıfatlarını isbat edebilmek için her türlü haberi nakletmişlerdir. Devamında bu tür aslı astarı olmayan rivayetler itikada dâhil olmuş ve Müşebbihe, Mücessime gibi Allah’ı insana benzeten sapkın mezhepler ortaya çıkmıştır.[ ]
    Ru’yetullah meselesinin diğer beslendiği ana damar Sufilerdir. İlk sufiler O’nun ıkâbından korkarken, O’nu sever ve cennetini umarken, sonrakiler cennet ve cehennemi küçümsemeye başladılar. “Livechillah /Allah rızası için” artık, ‘Allah’ın cemali’ oldu. Artık amaçları âşık oldukları Allah’ın cemalini doya doya seyretmektir. Bu mecnun dervişler, Hak Sübhanehû ve Teâlâ’yı görmeyi, Leylâ’yı görmek gibi zannediyor olmalılar. Eski sufiler bırakın Allah’ı görmeyi, “Allah Aşkını” bile ağızlarına almıyorlardı. Şimdilerde ise, İnsan Allah’a âşık, Allah’ta kullarına âşık (!) Eh, öyleyse Âşıklar, maşukların mah cemalini doya doya seyredebilmeli (!) Paradigma maalesef bunun üzerine kurulmuştur.
    Dünyada iken hiçbir insan baş gözüyle Allah’ı göremez. Bu hususta ihtilaf yoktur. Peygamberimizin Miraç’ta Allah’ı gördüğü şeklindeki rivayetler külliyen yalandır. Hz. Aişe Annemiz “Kim Muhammed Allah’ı gördü derse yalan söylemiş olur. Ben bunu Resulullaha sordum demiştir.” [Buhari, Tevhid, 4] Oysa mevlit-hanlarımız; “Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti, ahirette öyle görür ümmeti” diyebilmektedirler. [ ]
    Musa Peygamber de “… Rabbim bana görün / göster kendini, Sana bakayım dedi. Allah ‘asla beni göremeyeceksin’ dedi…” [Araf, 7/143] Allah, “Len Terânî”, hiçbir zaman, ebediyyen göremeyeceksin! Allah Musa’ya “Dağa bak, yerinde durabiliyorsa, sen de beni görebilirsin! dedi. Rabbi dağa tecelli edince, dağı paramparça etti. Musa da baygın düştü, (olduğu yere yıkıldı kaldı).” [Araf, 7/143] Koskoca Musa Peygamber, bırakın Allah’ın zatını, bir isminin tecellisini görünce aklını kaybetti.
    Ahirette Allah’ın görülmesine gelince Ehl-i Sünnet bunu kabul eder, Mutezile kabul etmez. Ahirette görüleceğini ifade eden ayetler sarih /açık değildir. “O gün bazı yüzler mutluluktan ışıl ışıl olacak, Rableri-ne nâzır olarak / yönelmiş olarak / bakarak.” [Kıyame, 75/22-3] Hâlbuki ayet; kıyamette amel defterlerinin dağıtılması anında sicili iyi olanların neşesini ifade etmektedir. [İnşikak, 84/1-9] Yine ayet; cennetliklerin göreceğini değil, “bakacağını” haber vermektedir. Pek tabiidir ki, bakmak ve görmek farklı şeylerdir. Tıpkı şu ayetteki gibi; “terâhüm yenzurûne ileyke ve hüm lâ yubsırûn /Sen onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler” [Araf, 7/198] Ayet, net bir şekilde, müşriklerin baktığını (nazara) fakat görmediğini (basara) fiilleriyle anlatmaktadır. Haliyle, [Kıyame/23] de geçen “nâzırûn” kelimesi de, görmek değil, bakmaktır.
    Ehl-i Sünnet uleması; ‘Allah’ın cisim olmaksızın cisim şeklinde görüleceği’ tarzında ilginç bir çözüm üretmiş. Yer, yön, renk, şekil, sınır olmaksızın, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir şekilde Allah’ın ahirette görüleceğine kaildirler. Yani bir tür ara formül icad etmişlerdir. Görülecek deseler, Allah’ı mahlûkata benzetme ihtimali var, görülmeyecek deseler hadisleri reddetme. Hiç bir şeye benzemeyen ve benzetilmesi asla caiz olmayan bir şey nasıl görülecek? Benzetmek câiz değil ama görmek, serbest (!) Gördükten sonra tarif etmek, benzeterek tanımlamak yasak (!)
    O, ‘nasılsız /keyfiyetsiz’ olarak görülecektir![ ] Akıl ve tasavvurdan ne geçerse geçsin, tüm bunlar-dan münezzeh olarak görülecektir (!)
    İmam Maturidi ve Fahreddin Razi, “ruyetullahın” akıl ile değil nakil ile (rivayet edilen hadislerle) kanıtlanabileceğini ya da inanılması gerektiğini söylerler.[ ] Tabii haber-i ahad’lar itikatta ne kadar hüccet olabiliyorlarsa! Zaten Kuran’da tecsim ve teşbih (Allah’ı cisimleştirmek ve yaratılmışlara benzetmek) yoktur. Ama hadislerde, teşbih ve tecsîmi çağrıştıran ifadeler mevcuttur. Bu insan biçimci Allah tasavvuru bir kısım Ehl-i hadis arasında daha yaygındır. Bu hadis nakilcileri kelimelerin zahiri anlamlarına sarılıp, çoğu zayıf ya da uydurma rivayetin peşine takılmışlardır. Kelam ilmine karşı olduklarından ne akıl yürüttüler, ne de te’vile yanaştılar. Müteşâbih ayetleri muhkem ayetlere, hadisleri, Kitab’a götürmediler. Ahad hadislerden, hele hele zayıf hatta mevzû haberlerden itikat devşirdiler.
    Ahirette fiziksel, kimyasal, biyolojik yapımız şimdikinden çok farklı olacağını kabul ediyoruz. Orada zaman-mekân boyutları farklı olacak. Ontolojik olarak çok farklı olacağımız kesin. Yani biz insanların O’nu görebilecek şekilde mahiyetimizin değişebilir. Lakin orada bizim ubudiyetimiz bitse de O’nun ulûhiyeti de-vam edecek. Yani; Allah bu dünyadaki Allah! Biz değişsek de, O değişmeyecek. Teşbih ve tecsim (Allah’ı mahlûkata benzetmek) burada caiz değilken orada nasıl caiz olacak?
    Hz. Ali tevhidi; “O’nu herhangi bir şekilde düşünmemen/ hayal etmemendir” şeklinde tanımlamıştır. Yine bazıları; “İdrak ettiğin her şey O’ndan başkasıdır” diye meseleyi özetlemişlerdir. [ ]
    Hiç Rasulullah ‘Ya Rabbi! Bizi cemalinle şereflendir, dîdarından/ güzel yüzünden mahrum eyleme’ diye dua etmiş midir? Gelin biz O’nun Zât’ını düşünmeyelim. Haddimizi aşmayalım. Boynuz umarken kulak-tan da olmayalım. Koca Musa Peygamber Allah’ın zatını değil, kudretini değil, kudretinin tecellisini görünce bayılıp, yere yığılırken, biz nasıl olur da O’nun Zât’ını doya doya seyredeceğiz? Kudretinin dağa tecellisi koca dağı un-ufak etmeye yeterken, biz nasıl olur da sayısız isimleri ile birlikte O’nun Zât-ı ulûhiyetini görmeye tahammül edebileceğiz?
    “Bulutsuz bir günde güneşi nasıl görüyorsanız, mehtaplı bir gecede Ay’ı nasıl görüyorsanız, Allah’ı da öyle göreceksiniz.” [Buhari, Ezan, 129, Müslim, İman, 299] [ ] hadisini ele alalım. Bu hadiste sırat köprüsü, şefaat, ru’yetullah ve özellikle Kuran’a aykırı olarak cehennemin tamamen boşaltılması gibi pek çok anlatım mevcut. Şefaat etmelerine izin verilen müminler kalbinde zerre kadar iman olan kimseleri cehennemden çıkaracak! İmanı olmayıp da zerre kadar hayrı olanları da Allah cennete sokacaktır. Yani hadis baştan sona Kuran’ın temel prensipleri ile taban tabana zıttır. Böyle bir hadis nasıl olur da, Ru’yetullah konusunda hüccet olur? Hatta aynı hadiste Allah hâşâ baldırını açıp insanlara gösteriyor. Bunu gören insanlar da O’nun Allah olduğunu buradan anlayıp secdeye kapanacak! Hâşâ, Allahın baldırını görünce ne hikmetse O’nun Allah olduğuna kânî olurlar. Nerde hani, Allah keyfiyetsiz, altı yönden münezzeh, mahlûkata benzemeksizin görülecekti? Bırakın keyfiyetini, baldırına varana kadar insan şeklinde bir tanrı tasviri var. Böyle çizgi dışı bir anlatım, nasıl olur da hüccet olur, itikat olur!
    Allah’ın ahirette görülmesi meselesi bile böyle tartışmalı iken, Miracın mahiyeti meçhul iken, ne za-man olduğuna dair onlarca rivayet var iken, hatta olup-olmadığı tam bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize mesafede sohbet ettirmek, -hakkı gören göz hakkı için- edep sınırlarını epey zorlamaktır.

  2. 2 On Nisan 8th, 2012, Saadettin MERDİN said:

    DİPNOTLAR

    Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet, C.2, s.421-6
    “Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin sağ tarafından, bir ağaçtan şöyle seslenildi; “Ey Musa! Âlemlerin Rabbi Allah Benim, Ben!” [Kasas, 28/30]
    Müslim, İman, 279, Ayrıca Tirmizi ve Nesaî,
    “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır. İçinizde olanı açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker, sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah her şeye kâdirdir.” [Bakara, 2/284] ayeti inince sahabeye çok ağır geldi, içlerinden geçen her düşünceden sorumlu olacaklarını sandılar, Allah’ın Elçisi’ne gelip; Ya Resûlallah, namaz, oruç, cihâd, sadaka gibi yapabileceğimiz işlerle yükümlü kılındık. Bunları yapabiliriz ama sana inen bu ayetin hükmünü yerine getiremeyiz (içimizden geçen düşüncelere engel olama¬yız), dediler. Bu ayet gerçekten onlara çok ağır gelmişti. İşte bu olay üzerine Allah Bakara Suresinin son iki ayetini indirdi. [ ] “Allah kimseye kaldıramayacağı yükü teklif etmez” ayeti onları rahatlattı. [el-Câmi’: 3/427-428 (nakleden Süleyman Ateş, Kuran Ans.)]
    İbn Kesîr, Tefsir: 3/24 (nakleden Süleyman Ateş, Kuran Ans.)
    Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, C.2, s.434
    Bu Harem-i Şerif denilen yer yaklaşık 140 dönüm civarında olup, etrafı yüksekçe surlarla çevrili bir tepecik olup, içinde Kubbet’üs-Sahra’nın da bulunduğu bir alandır.
    Nebi Bozkurt, Mescid-i Aksa md., DİA, C. 29, s.269
    Ahmet Önkal, Beyt-i Mamur md., DİA, C.6, s.95
    Cebrail Kudüs’e vardığında, eliyle taşı delip, Burak denilen merkebi oraya bağlamıştır. [Tirmizi, 3132]
    Nebi Bozkurt, Kubbet’üs-Sahre md.,DİA, C.26, s.305
    Ömer Faruk Harman, Kudüs md., DİA, c.26, s.324-7
    Nebi Bozkurt, Kubbet’üs-Sahre md.,DİA, C.26, s.306
    Güya bu “Asılı Taş” Peygamberimiz göğe çıkarken, peşinden gelmeye kalkışmış! Bu yüzden havada asılı kalmış. Tabii ki herkesin de bildiği gibi böyle bir taş yok!
    İbn Kesîr, Tefsir: 3/6 (nakleden Süleyman Ateş, Kuran Ans.)
    İbn Kesîr, Tefsîr: 3/4-21; Hâzin: 4/135 (nakleden Süleyman Ateş, Kuran Ans.)
    Hadisçiler, rivayet ettikleri hadislerin “metin tenkidine” maalesef pek önem vermemişlerdir. Yani hadislerin “akla, bilime, Kuran’a, fıtrata, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına,” uygun olup olmadığını hiç dikkate almamışlardır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları, yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi, onların umurunda olmamıştır. Onlar metinden ziyade rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmişlerdir. Bu yüzden hadisçiler için söylenen; “En-Nakkâl ke’l-bakkal / Nakilciler bakkal gibidir” sözü meşhurdur. Kendilerine geleni doğru mu yanlış mı diye bakmaksızın satmışlardır.
    et-Tefsîru’l-hadîs: 3/217 (nakleden Süleyman Ateş, Kuran Ans.)

    Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, C.2, s.434
    Süleyman Ateş, Kuran Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 10/304-319
    İsfehani, Müfredat, s.320, Çıra Yay.
    http://www.erdemyolu.com/isra-mirac/isra-ve-mirac-hakki-yilmaz.html,
    http://www.erdemyolu.com/isra-mirac/isra-mirac-prof-suleyman-ates.html
    Salih Sabri Yavuz, Miraç md., DİA, C.30, s.132
    Allah demişti; ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, sonra seni katıma yükselteceğim…”[Al-i İmran, 3/55]. “…Ya Rabbi! Beni vefat ettirince onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun…” [Maide, 5/117] “Doğduğum gün, öleceğim gün ve tekrar diriltileceğim (kıyamet) günü bana selam olsun.” [Meryem, 19/33] Kuran’daki tüm ayetler İsa (a.s)’ın ölümlü olduğunu ve diğer insanlar gibi canının alındığını söylemektedir. ‘Teveffa’ Arapçada tüm türevleriyle ruhu/canı bedenden ayırıp öldürmek anlamına gelir. Ayrıca bir insanın gökyüzünün ikinci katında binlerce senedir yaşaması diye bir şey sünnetullaha / tabiat yasalarına aykırıdır. İnsanlar ancak yeryüzünde yaşar. Yine yüce Allah ; “Hz. Peygamberden önce hiç kimseye ölümsüzlük bahşetmediğini” [Enbiya, 21/34-5] kesin bir dil ile vurgulamıştır. Bu ‘hiç kimse’ ye İsa’da dâhildir.
    Salih Sabri Yavuz, Miraç md., DİA, C.30, s.134
    Salih Sabri Yavuz, Miraç md., DİA, C.30, s.134
    Y.Şevki Yavuz, Müşebbihe md, DİA, C.32, s.156
    “Ben (Allah) sana âşık olunca ey Şerîf (Nebi), Dû alem (iki cihan) senin olmaz mı Ey Latif !
    Mâtürîdî, Kitab’ut-Tevhid, s.109
    Temel Yeşilyurt, Ru’yetullah, DİA, C.35, s.313
    İsfehani, Müfredat, s.147
    Bu uzun hadisin bizi ilgilendiren bölümleri şöyledir; “Dedik ki; ‘Ey Allah’ın Resulü! Biz kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz?’ ‘Evet; bulutsuz bir havada güneşi görmekte sıkıntı çeker misiniz? Mehtaplı bir gecede ayı görmekte bir sıkıntı çeker misiniz? ‘Hayır, Ey Allah’ın Resulü’ dediler. Resulullah; ‘İşte kıyamet gününde aynı şekilde Allah’ı görmekte hiçbir sıkıntı çekmeyeceksiniz… Muvahhidlerin dışındakiler cehenneme gidince Allah onlara gördükleri en yakın bir sıfatta tecelli edecek ve şöyle seslenecek’; ‘Ben sizin Rabbinizim!’. Bunun üzerine onlar birkaç kere ‘Senden Allah’a sığınırız, biz hiçbir şeyi O’na ortak koşmayız’ diyecekler. Hatta bazıları nerdeyse dönecek duruma düşecek. ‘Peki sizinle O’nun arasında kendisini tanıyabileceğiniz bir alamet var mıdır? Diye sorduğunda ‘Evet’ diyecekler. Bunun üzerine Allah baldırını açacak, Allah’a secde etmek isteyenlere izin verilecek… Sonra başlarını kaldırdıklarında Allah’ı ilk gördüklerinden farklı görecekler ve Allah da onlara; ‘İşte ben sizin Rabbinizim’ buyuracak. Onlar da ‘Sen bizim Rabbimizsin’ diyecekler….(sonra sırat köprüsü kurulur, insanların bir kısmı sapır sapır cehenneme dökülür, sonra inananlar cehenneme düşen kardeşlerini kurtarmaya çalışırlar, Allah ‘haydi onlardan tanıdıklarınızı çıkartın’ der. Onlarda çıkartırlar. En sonunda bırakın iman edenleri kalbinde zerre kadar hayır /iyilik olan herkesi çıkartmalarına izin verir. En sonunda Allah kalbinde zerre kadar hayır olmayanları da ‘Merhamet edenlerin en merhametlisi’ olarak çıkarır…) [Buhari, Ezan, 129- Rikak, 52, Müslim, İman, 299]

Yorum Yaz