İslam ve İnanç Esasları(Klasik Bilgi)
İSLAM
Etimoloji ve Tanım
Sözlükte “kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak; teslim etmek, vermek; barış yapmak” anlamlarındaki silm (selm) kökünden türemiş olan İslâm’ın etimolojisini yapan ilk âlimlerden İbn Kuteybe kelimeyi “boyun eğmek ve iradî olarak uymak suretiyle barış ortamına girmek”, İbn Manzûr da “boyun eğmek (inkiyâd) ve itaat etmek” şeklinde açıklamıştır. Sonraki kaynaklarda genellikle bu açıklamalar tekrar edilmiş, “sulh ve selâmet gayesiyle boyun eğmek, tâbi ve teslim olmak” mânaları öne çıkarılmıştır. İslâm’ın sözlük anlamındaki inkıyâd ve itaat her ne kadar mutlak ise de kelimenin örfteki kullanımı sadece “doğruya ve hakka uyma” mânası taşır. Yanlışa ve kötüye boyun eğme şeklinde bir teslimiyet İslâm’a aykırıdır ve isyan olarak nitelendirilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm kelimesi sekiz yerde geçmekte, ayrıca çok sayıda âyette aynı kökten fiil ve isimler bulunmaktadır[1] Fiil halinde geçtiğinde daha çok “Allah’a yönelmek [2] O’na teslim olmak [3] tevhid inancına sahip bulunmak” [4] “Allah’a teslimiyetin gereğini yapmak” [5] mânalarında kullanılmıştır. Kur’an’da İslâm, Allah katındaki hak dinin karşılığı ve özel adı olarak belirlenmiş, ondan başka hiçbir dinin Allah tarafından kabul edilmeyeceği vurgulanmıştır.[6] Ayrıca müsiümanlara din olarak İslâm’ın uygun görülmesi, hidayete erme yönünde Allah’ın yardım ve desteğinin en üst düzeyi şeklinde nitelendirilmiştir.[7] Gerçek ve dosdoğru din anlamındaki “dîn-i kayyim. sırât-ı müstakîm” gibi Kur’ânî terkipler, İslâm’a tekabül eden aslî dini tanıtma amacını taşırken Hz. İbrahim için “hanîf” ve “müslim” vasıflarının yan yana ve eş anlamlı kullanılması da [8]İslâm’ın saf tevhid inancının ve hak dinin devamı olduğunu göstermektedir.
Hadis kaynaklarında Özellikle “îmân” bölümlerinde İslâm kelimesini ihtiva eden çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Allah katında dinin İslâm olduğunu vurgulayan [9] ve bunu “kolaylaştırılmış Hanîflik” şeklinde açıklayan [10] hadisler ilgili âyetlerle bütünlük arzetmektedir. Âyet ve hadislerde İslâm kavramı ile hanîf ve fıtrat kavramları arasında bir anlam ilişkisi kurulduğu görülmektedir.[11] İslâm âlimleri tarafından genellikle kabul edildiğine göre fıtrat “Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratıcısını tanıma eğilimi, hakkı benimseme yatkınlığı”, Hanîflik de “Allah’ın başlangıçtan itibaren insanlığa bildirdiği, insan tabiatına en uygun olan tevhid dini, Allah tarafından vazedilen aslî din” anlamındadır. Hz. İbrahim’in yahudi veya Hıristiyan değil hanîf-müslim olduğunu belirten âyetle [12] Allah katında dinin hanîf-MüslümanIık [13] olduğunu vurgulayan hadisten de Hanîflik’le İslâm’ın eş anlamlı kabul edildiği anlaşılmaktadır. Hadislerde ayrıca Müslümanın nitelikleriyle itikadî, amelî ve ahlâkî alanda yerine getirilmesi gereken dinî vecîbeler üzerinde durulmuş, İslâm’ı tarif eden meşhur Cibrîl hadisinde bu vecîbelerden kalpteki imanı izhar ettikten başka dört temel ibadet zikredilmiştir.[14]
İslâm kelimesini ele alan ilk dönem âlimleri, daha çok iman kavramıyla ilişkisi bakımından ona tanımlar getirmeye çalışmışlardır. Bu çerçevede Eş’arî İslâm’ı “Allah’a tam teslimiyet, hükümlerine boyun eğme ve emirlerine uyma” şeklinde tanımlarken [15] Mâtürîdî “kişinin kendini bütünüyle Allah’a teslim etmesi, sadece ve tamamıyla O’na kulluk edip ortak koşmaması” diye bir tarif yapmıştır.[16] Sonraki dönemlerde yazılan sözlüklerde ise daha kapsamlı tanımlara rastlanmaktadır. Meselâ Râgıb el-İsfahânî İslâm’ı, “kalpteki inancı dille ifade edip fiillerle gereğini yerine getirmek suretiyle Allah’a takdir ve hükmettiği her hususta boyun eğip teslimiyet göstermek” şeklinde tarif etmiş, Seyyid Şerif el-Cürcânî de “Hz. Peygamber’in haber verdiklerini samimiyetle benimseyip onlara uymak” diye bir tanım getirmiştir. İslâm’ın din olarak tarifinde Allah’ın birliği ilkesinin yanı sıra O’na bütün kuşkulardan arındırılmış bir teslimiyetle bağlanma vurgusu önemli bir yer tutmaktadır.
Klasik kelâm literatüründe imanın içeriği ve sınırı ele alınırken onun İslâm’dan farklı olup olmadığı meselesi de tartışma konusu yapılmıştır. Mu’tezile ve Mâtürîdî kelâmciları, kelimelerin terim anlamlarını göz önünde bulundurarak bunların aynı şeyi ifade ettiğini söylemiş [17] Eş’arîler ise sözlük mânalarından hareketle farklı olduklarını ileri sürmüşlerdir. Eş’arî’ye göre İslâm imandan daha kapsamlı bir terim olup İmanı da içine alır. ancak İslâm diye nitelenen her şey imanı karşılamayabilir. Eş’arî kelâm ekolünün önde gelen âlimlerinden Bâkıllânî bedevilerin imanı hakkındaki âyetle [18]iman, İslâm ve ihsan kavramlarının tanımlandığı Cibrîl hadisini zikrederek imanın “tasdik”, İslâm’ın ise “boyun eğmek” anlamına geldiğini, dolayısıyla bunların birbirinden farklı olduğunu söyler.[19] Selefiyye âlimleri de bu konuda Eş’arîler gibi düşünmektedir [20] İtikadî mezhepler arasındaki bu tartışmada iki kavramın aynı şeyi belirttiğini savunanlar, iman ve İslâm’ın birbirini tamamladığı ve her ikisinde tasdik ve teslimiyetin esas olduğu görüşünden yola çıkarken farklılığı savunanlar, tasdik söz konusu olmadığı halde görünürde teslimiyet göstermenin imkânından hareket etmişlerdir.
İslâm kelimesinin semantik tahlilini yapan Toshihiko Izutsu’ya göre Câhiliye döneminin hâkim telakkisi olan şirk inancının aksine Kur’an’ın mesajıyla Allah kâinatın mutlak hâkimi ve tek rabbi olarak kabul edilmiş; O’na yapılan kulluk İse itaat, teslimiyet ve tevazu ifade eden terimler arasında en önemlisi olan, “kişinin bilerek ve samimiyetle kendisini Allah’a teslim etmesi” anlamına gelen İslâm terimiyle belirtilmiştir. İtaat ve teslimiyeti anlatan huşu, tazarru gibi diğer Kur’an terimlerinden farklı olarak İslâm, eskiden başlayıp devam eden bir şeye değil yeni başlayan bir dönüşüme işaret etmektedir. Bu durumda müslim de Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmak suretiyle bir atılım cesaretini gösteren kimsedir.
Câhiliye döneminde, insanın kendi gücüne güvenmesi, sınırsız benlik, hiçbir otorite karşısında eğilmeme gibi Kur’an’da “câhiliye karakteri olan taassup (hamiyyete’l-câhiliyye)” [21] şeklinde nitelenen ve insanı Allah’a teslim olmaktan alıkoyan özellikler belirginleşmektedir. Bir insanın Müslüman oluşu ise onun bencillikten kurtulmasını, gücüne fazlaca güvenmekten vazgeçip alçak gönüllü bir kul olarak Allah’ın huzurunda durmasını ifade eder. Bu durumda bir yanda Allah’a karşı kibir, gurur ve küstahlığı temsil eden câhiliye, öte yanda tevazu ve teslimiyeti simgeleyen İslâm kavramı vardır. Câhiliye kelimesi semantik açıdan tahlil edildiğinde “cehl” kökünün en ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybeden, kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılıp sonucu düşünmeden ileriyle atılan sabırsız kişinin sorumsuz davranışını nitelemekte kullanıldığı görülür. İslâm öncesi Arap kültüründe bu anlamdaki cehlin karşıtı ise hilimdir. Hilim duygularına hâkim olan, her durumda sakin kalmasını bilen insanın tavrını nitelemektedir. İslâm’ın doğusuyla birlikte cehl kavramı insanlar arası ilişkilerdeki etkinliğini kaybedip inanmayanların Allah’ın hidayetine ve bunu sağlayan dine karşı gösterdikleri kin ve düşmanlığı temsil eden bir tavır olarak anlaşılmıştır. Fakat cehlin karşıtı olan hilim kavramı da artık dinî anlamda İslâm’a denk bir içerik taşımamaktadır. Çünkü Kur’an’a göre yalnız Allah kullarına karşı halîm olur [22] kullar Allah’a karşı halîm olamaz. Gerçek kulluk Allah karşısında tevazu ve teslimiyete ulaşmaktır. Fert bütün kibir ve ihtiraslarından vazgeçip tam teslimiyete eriştiğinde artık bunun adı hilim değil İslâm’dır. Buna göre İslâm âdeta hilim kavramının esaslı bir şekilde tâdil edilmiş halidir.[23]
İslâm’a farklı açılardan hareketle getirilebilecek değişik tanım ve açıklamalar sonuç olarak birbirini tamamlar niteliktedir. Bu sebeple gerek genel din tasavvuru ve vahiy geleneği ya da diğer semavî dinlerle farklılığı ön plana çıkarılarak, gerekse Müslümanların ayırıcı özelliğini oluşturan inanç ve ibadet esaslarına, duygu, düşünce ve davranış yönüyle Müslüman fert ve toplumların tarihten günümüze akseden genel görüntüsüne ağırlık vererek yapılacak tanıtımlar ayrı ayrı anlam taşır. Böyle olduğu için de İslâm, Hz. Muhammed’in temel öğreti ve esaslarını vahiy yoluyla Allah’tan aldığı ve ilk uygulamalarını bizzat kendisinin gerçekleştirdiği, zamanla Müslüman toplumlar tarafından insanlığın diğer zihnî ve amelî birikimlerinden de istifade ile geliştirilen din ve dünya görüşünün; insan, toplum.
Allah katında yegâne din İslâm’dır mealindeki ayet[24] devlet gibi insanî konularda kendine has ilkeleri ve felsefesi bulunan tarihî tecrübenin, kültür ve uygarlığın genel adı olmuştur. Mustafa Sinanoğlu
Vahiy Geleneği İçinde İslâm.
İnanma duygusu insanın temel özelliklerinden biridir. Değerler sistemi oluşturma ve bunu bir iman kaynağına bağlanarak yapma bütün insanlar için ruhî ve içtimaî bir zarurettir. Çünkü inanan ve böylece diğer canlılardan ayrılan insanın bu niteliği fıtrîdir. İnsanlık tarihi ve bilimsel araştırmalar dinin insanla birlikte var olduğunu, dinsiz bir toplumun ve inançsız bir insanın olamayacağını göstermektedir. Kendini ve çevresindeki varlıkların niteliğini, var oluş sebeplerini sorgulayan insanın aklıselimi çeşitli kültürlerde farklı isimlerle anılıp farklı sayıda ve mahiyette tasavvur edilse de üstün bir kudretin varlığını kabul etmektedir. Günümüz araştırmalarında “kutsal” diye adlandırılan bu alan, tarihin her döneminde ve en ilkelinden en gelişmişine kadar bütün cemiyetlerde mevcuttur. Bunun gibi çeşitli kültürlerin kozmogoni ve antropogonilerinde genelde insanın belli bir amaç için, özellikle de tanrı veya tanrılara hizmet ve kulluk, ayrıca tanrıyı temsil ederek kozmik düzeni korumak için yaratıldığı kabul edilmektedir.[25] Dolayısıyla insan niçin yaratıldığını anlamaya, yaratıcısını bilip bulmaya çabalayan ve O’na karşı yükümlülüğünün şuurunda olan, kutsalın tecrübesini yaşayan dinî bir varlıktır.[26]
İlâhî din geleneğinde de insan yaratıcısını bilip tanımak(DİYANET BU KONUDA DELİLSİZ????????????) ve O’na kulluk etmek için yaratılmıştır [27] buna “fıtratullah” denilmektedir.[28] Bir hadiste her doğan insanın bu niteliğe sahip bulunduğu, yaratılışın da ki bu özelliğin Yahudilik, Hıristiyanlık veya ateşperestlik tarzında şekillenişinin aile ve çevrenin eseri olduğu belirtilmektedir.[29] İnsanın yaratılış gayesi olan kulluk aklın Allah’ı tanıması, bilmesi, iradenin de O’na yönelip bağlanmasıyla gerçekleşmektedir. Allah bu hususta da kuluna yardımcı olmuş, ondaki bu fıtrî his ve şuuru ilâhî vahiy ile yönlendirip geliştirmiş, onu başı boş bırakmamıştır.[30] En güzel bir kıvamda yaratılan insanın [31] yaratılışına yaraşır bir şekilde yaşaması için ona yol gösterecek kılavuzlar ve uyulacak prensipler göndererek rehberlik etmiştir ki bu prensipler bütününe “hak din” adı verilmektedir.[32]
İnsan, gerek yapısından kaynaklanan zaaflar gerekse tarihî seyir içinde ve değişik coğrafyalarda ortaya çıkan farklılıklar sebebiyle zamanla ilâhî menşeli ilkeleri unutmuş yahut çarpıtmış ve her defasında elçiler aracılığı ile bu ilkeler hatırlatılmıştır. Hz. Âdem, Allah’tan aldığı bilgilerle hem kendi hayatına hem de zür-riyetinin yaşayışına yön vermiş [33] Hz. Nuh’a birtakım tavsiyelerde bulunulmuş ve bu kurallar sonrakiler için de geçerli sayılmış [34] Hz. İbrahim’e sahîfeler verilerek kavminden onun dinine tâbi olması İstenmiş [35] Hz.Mûsâ ve İsâ’ya kitaplar verilmiş [36] son olarak da yegâne hidayet rehberi olmak üzere Kur’an indirilmiştir.[37]
Dinin çeşitli tanımlarının ortak noktası, zihnen varlığı kabul edilen üstün güce veya güçlere karşı duyulan kalbî bağlılık ve teslimiyet duygusu ile bu kabulün gerektirdiği davranışların (ibadetler) ifasıdır. Çeşitli dillerde din karşılığı kullanılan kelimelerin kök anlamında kişinin yüce bir kudrete bağlılığı ve teslimiyeti söz konusudur. Arapça’da da din kelimesi yaratıcının emir ve hâkimiyeti, kulun itaat ve teslimiyetine dayalı karşılıklı ilişkiyi ifade etmektedir. Şu halde dinin özünde kutsala bağlılık ve teslimiyet vardır. Bunu gerek eski dinlerde gerekse günümüzde mevcut bütün dinlerde görmek mümkündür.[38]
Vahiy geleneğine göre İslâm hem ilk hem de son dindir. Özünü Allah’ın emir ve iradesine teslimiyetin oluşturduğu ve adını da bu özelliğinden alan İslâm, son peygamberin tebliğ ettiği dinin özel ismi olmakla birlikte [39] tebliğlerinin esasını Allah’ın varlık ve birliğini tanıyıp O’nun iradesine teslim olma ilkesinin oluşturduğu daha önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin de adıdır. Nitekim Kur’an’ın bildirdiğine göre Nûh, “bana Müslümanlardan olmam emrolundu” demiş [40] İbrahim’e Müslüman olması emredilmiş [41] İbrahim ve Ya’küb, oğullarına, “Allah sizin için bu dini seçti, o halde sadece Müslümanlar olarak ölünüz” tavsiyesinde bulunmuştur.[42] Kur’an’da Benî İsrail peygamberleri, İslâm kelimesiyle aynı kökten gelen fiil ve isimlerle Allah’a teslim olmuş kişiler olarak takdim edilmekte [43] nihayet Hz. Muhammed de kendisine, tebliğ ettiği dine inanan ilk Müslüman olmasının emredildiğini ve böylece Müslümanlann ilki olduğunu bildirmektedir.[44] Ona ayrıca Ehl-i kitap ile ümmîleri (Araplar) Allah’a teslim olmaya davet etmesi emredilmiştir.[45] Dolayısıyla Allah katında yegâne din İslâm’dır [46] ve Hz. Âdem’den son peygambere kadar devam eden vahiy geleneğinde bütün peygamberlerin getirdiği dinin özünü İslâm, yani Allah’a teslimiyet kavramı oluşturmaktadır. Şu halde bütün peygamberler “Allah’ın dini, hak din, dosdoğru din, hâlis din” olarak adlandırılan İslâm’ı tebliğ etmişlerdir.[47] Buna göre İslâm’dan başka bir din aramak anlamsız ve geçersizdir.[48]
Hak dinin temel nitelikleri ilâhî kaynağa dayanması, bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi, vahiy menşeli bir kitabının olması, Allah’ın birliği ve âhiret inancını içermesidir. Hak din, başlangıçtan itibaren iman esasları ve başlıca ahlâk prensipleri bakımından daima aynı kalmışsa da İbadet şekilleri ve muamelât hükümleri yönünden bazı değişikliklere uğramıştır. Allah’ın iradesiyle gerçekleştirilen tekâmül şeklindeki bu değişiklik insanların ihtiyaçları ve kültür seviyeleriyle paralel olarak yürümüştür. İlk insanla başlayan hak din en gelişmiş şekline son peygamberin tebliğ ettiği vahiyle ulaşmıştır.
Günümüzde kitabî dinler olarak kabul edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm, asılları itibariyle hak dinin belirtilen temel niteliklerinde ortaktır; ancak ilk ikisinin kutsal kitaplarının zaman içinde mâruz kaldığı değişiklikler ve farklı yorumlar bu dinleri İbrâhimî gelenekteki ilkelerden kısmen uzakiaştırmiş, böylece onlardaki sapmaları düzeltecek, temel prensipleri daha açık biçimde ortaya koyacak yeni bir dine ihtiyaç doğmuştur.
İslâm dininde her şeyin başında gelen tevhid inancı genel anlamda hak dinin en belirgin karakteristiği olup bu ilke ilâhî dinin tarih içindeki bütün formlarında ısrarla vurgulanmıştır. Dinin menşeine dair bazı görüşlerde ilk tapınma objeleri olarak fetiş, totem, tabiat ve ruh gibi varlıklar üzerinde durulmuş ve insanlığın başlangıçta çok tanrı inancını benimserken bir tekâmül sonucu tevhid inancına ulaştığı iddia edilmişse de bu alanda yapılan son araştırmalarda tek Tanrı inancının önceden beri var olduğu ortaya konmuştur.[49]
Yahudiliğin önemle vurguladığı en temel ilke Tanrı’nın birliği hususudur. Tevrat’a göre ilk insanla onun çocukları ve Nûh [50] İbrahim, İshak, Ya’küb, Yûsuf bir olan Allah’a davet etmişlerdir. Musa’ya verilen on emirde ve Tevrat’ın diğer yerlerinde de üzerinde en çok durulan konu Allah’ın birliğidir.[51] Hz. Dâ-vûd’un Zebur’unda da (Mezmurlar) tek olan Tanrı’ya dua edilmektedir. Tann’nın oğlu olarak takdim edilen Hz. da şeriattaki birinci emrin Allah’ın birliği olduğunu vurgulamaktadır.[52]
Vahiy geleneği içinde tevhid inancı başlangıcından Kur’an’a kadar birbirine benzeyen ifadelerle anlatılmaktadır. Kur’an’a gelindiğinde Allah’ın birliği fikrinin en güzel şekilde belirtildiği, bu alandaki yanlışlıkların düzeltildiği, eksikliklerin giderildiği görülmektedir. İslâm’ın ortaya koyduğu tanrı kavramı ve diğer iman esasları çok açıktır. Yahudilik’te aşırı teşbihler Tann’nın antropomorfık tasvirine, Hıristiyanlık’ta aşırı sevgi beşer olan İsâ’nın ilâhlaştırılmasına, dolayısıyla tevhidden teslise düşülmesine yol açmıştır. İslâm ise bu noktada tevhid anlayışında zamanla oluşan bulanıklığı gidermiş, yahudi ve hıristiyanlara tevhidde birleşme çağrısında bulunmuştur.[53]
Peygamberlere iman bazı farklılıklara rağmen bütün ilâhî dinlerde mevcuttur. Yahudilik’te Tanrı’nın peygamber aracılığıyla konuştuğu, Mûsâ öncesi ve sonrası peygamberlerin varlığı hususu bir inanç esasıdır. Ancak Malaki sonrasındaki peygamberler kabul edilmediği gibi her üç dinde ortak olan bazı peygamberlerle ilgili olarak peygamberlik misyonu ile bağdaşması mümkün olmayan iddialar ileri sürülmektedir. Hıristiyanlık kendinden Öncekileri benimseyip sonrasını reddetmekte, ayrıca peygamber kavramına farklı anlamlar yüklemektedir. İslâm ise bütün peygamberleri tasdik etmekte, peygamberlere imanı Müslüman olmanın şartı saymakta, onlara dair gerçek dışı iddiaları kabul etmemektedir.
İslâm inancına göre peygamberler arasında bir bütünlük ve süreklilik söz konusudur; peygamberler kendilerinden önce gelenleri tasdik etmiş, sonra gelecek olanı da müjdelemişlerdir.[54] Aralarında peygamberlik mertebesi bakımından bir fark gözetilmediği gibi ortaya koydukları ilkelerde de öze ilişkin herhangi bir farklılık söz konusu değildir. Onların her biri Allah’ın birliğine, âhiret gününe ve peygamberlerin getirdikleri ilâhî mesajlara inanmayı öğütlemiştir. Farklılıklar, sadece zamanın gereklerine ve toplumun beklentilerine göre değişebilen ayrıntılarla ilgilidir. Bu da insanın sosyal ve psikolojik yapısına, hayatın gerçeklerine uygun bîr olgudur. Hz. îsâ, Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte İsrâiloğullarfna haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için [55] Tevrat ve İncil’de müjdelenen Hz. Muhammed de diğer görevleri yanında önceki milletlerin üzerindeki zahmet verici hükümleri kaldırmak için [56] gönderilmiştir. Bu elçilerden her biri, devirlerinin ve kavimlerinin ihtiyaçlarını karşılayacak esasları öğretmek için gelmiştir. Son peygamber Hz. Muhammed ise âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir; hedef kitlesi sadece bir kavim veya bir bölge değil bütün zamanlar ve bütün insanlıktır. Bundan dolayı onun bildirdiği esaslar hem bütün insanlığa hitap eder hem de fıtrat ve tabiata uygundur.
Kur’an’da belirtildiğine göre bazı peygamberlere sahîfeler, bazılarına kitap verilmiştir. Şu halde her din mutlaka bir kutsal kitaba dayanmaktadır. Bu metinlerin gönderildiği topluluklar farklı olsa bile muhatabı insandır. Hz. Âdem’e verilen sahîfelerle Tevrat, İncil ve Kur’an öz itibariyle birbirinden farklı değildir. Allah, içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat’ı indirmiş [57] Meryem oğlu îsâ Tevrat’ı tasdik ederek gelmiş, ayrıca bir nur, yol gösterici ve müttakilere öğüt olarak İncil’i getirmiştir.[58] Hz. Muhammed de kendinden öncekileri tasdik eden Kur’an’ı tebliğ etmiştir.[59]
Kur’ân-ı Kerim, başlangıçtan kendi zamanına kadar geçen süre içindeki vahye ait geleneğin bütününe mirasçı olmuş bir kitaptır. Allah’ın dininin son halkası olan İslâm önceki peygamberleri ve onların getirdiği ilâhî mesajları kabul etmekte, peygamberler arasında ayırım yapmamayı Allah’ın dininin temel şartı saymaktadır. Kur’an’da birçok peygamberin ismi ve nitelikleri sayıldıktan sonra, “İşte o peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir; sen de onların yoluna uy!” denilmektedir.[60] Resûl-i Ekrem tebliğ ettiği dinle ahlâkî açıdan da yeni bir şey bildirmiş olmamakta, önceden var olan evrensel ahlâkî prensipleri devam ettirmektedir. Cumartesi yasaklan dışında bugünkü Tevrat’ta yer alan ve Hz. Mûsâ’ya bildirilen on emir farklı formlarda da olsa Kur’an’da muhafaza edilmektedir.[61] Hz. îsâ da Tevrat’taki emirleri iptal için değil ikmal için geldiğini vurgulayarak Tevrat’ı tasdik etmektedir.[62] Diğer taraftan İnciller’de yer alan ahlâk prensipleri Kur’an’da da korunmuştur.
Âhiret inancı üç dinde de mevcut olmakla birlikte yahudiler ve hıristiyanlar ebedî kurtuluşu sadece kendilerine hasretmekte [63] bunu kendileri için bir ayrıcalık olarak görmektedirler. Halbuki İslâm, hem bu dünyada hem âhirette mutluluk ve kurtuluş için belli bir ırka mensubiyeti değil Allah’a kulluğu ve ilâhî emirlere uymayı şart koşmaktadır.
Hz. Muhammed’den önceki peygamberlerin tebliğleri de ilâhî kaynaktan geldiği halde onların dinlerine sonraki mensupları farklı isimler vermişlerdir. Ne Hz. Mûsâ getirdiği dine Yahudilik, ne de Hz. îsâ tebliğ ettiği esaslara Hıristiyanlık adını vermiştir. Hz. Musa’nın getirdiği din kendisinden çok sonra Bâbil esaretinin ardından Yahudilik olarak adlandırılmış ve sadece bir kavme inhisar ettirilmiştir. Hz. îsâ’nın tebliğ ettiği din de kendisinden sonra Hıristiyanlık adını almış, böylece dinin merkezine Hz. îsâ yerleştirilmiştir. Halbuki îsâ kavmini Allah’a kulluğa davet etmiş, kendisinin de Allah’ın kulu olduğunu ısrarla vurgulamıştır.[64]
Kur’an hem Yahudileri hem Hıristiyanları unuttukları veya farklılaştırdıkları Allah’ın dinine tekrar davet etmekte ve bir Allah inancında buluşmaya çağırmaktadır.[65] Kur’an’a göre Yahudiler ve Hıristiyanlar hahamlarını ve rahiplerini Allah’ın dışında rabler edinmişlerdir.[66] Özde aynı olan din, zaman içinde kutsal metinlerin ve dinî nasların yanlış yorumlanması, din âlimlerinin görüşlerinin kutsal kitap yerine geçmesi ve dinin anlaşılmasında bunların yegâne geçerli kaynak olarak görülmesi sonucunda orijinal şeklinden saptırılmıştır. Yahudilerin peygamber bile saymadıkları, hatta nesebi konusunda çeşitli iddialarda bulundukları Hz. İsâ Hıristiyanlarca tam aksine ilâhlaştırılmıştır.[67] Nitekim İncil’e göre İsâ Allah’ın birliğini vurgularken [68] Pavlus’un Filipililer’e Mektubu’nda (2/6) Allah ile eşitlenmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm Yahudilere Musa’ya verilen Tevrat’ı, Hıristiyanlara da İsâ’ya verilen İncil’i uygulamalarını emretmekte, aksi takdirde hiçbir temele dayanmadıklarını ifade etmektedir.[69] Hz. İbrahim’i kendilerinden sayan ve gerçek dinin kendi dinleri olduğunu ileri süren kitap ehline İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, onun hanîf olduğunu, dolayısıyla Yahudilik ve Hıristiyanlığın zamanla İbrâhimî özden uzaklaştırıldığını belirtmektedir.[70]
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm arasındaki ortaklık ve benzerlikler sebebiyle İslâm’ı tamamen Musevîlik ve Hıristiyanlığın etkisinde doğmuş bir din olarak görme iddiası, bu dinlerin kaynağının müşterek olduğu ve İslâm’ın Öncekilerde ortaya çıkan sapmaları giderdiği gerçeğinin göz ardı edilmesinin bir sonucudur.
Kur’an”ın ortaya koyduğu kâinat ve hayat anlayışı, hukuk ve ahlâk ilkeleri, insana verdiği değer, hem kendinden öncekilere vâris olup onları kuşattığı hem de kendinden sonra başka bir din ve kitap gelmeyeceği için çağlar üstü ve evrensel boyuttadır. Kur’an insanın günahsız doğduğunu, sırf pişmanlık duygusuyla günahtan kurtulmasının mümkün olduğunu kabul ederek aslî günah inancını sürdüren Hıristiyanlık’tan; ırk. aile, kabile ve aşirete dayalı üstünlük ve seçkinlik iddialarını reddederek bu iddiaları sürdüren Yahudilik’ten ayrılmaktadır.
Hz. Âdem’le başlayan vahiy geleneğinin son halkasını oluşturan İslâm peygamberler tarafından tebliğ edilen, fakat zaman içinde unutulan ya da insanlar eliyle bazı sapmalara uğratılan ilâhî mesajın kıyamete kadar kalıcı olmak üzere tashih edilerek yeniden ifade edilişinin adıdır. “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim[71] mealindeki âyet de bu hususa işaretle İslâm’ın insanlık tarihi boyunca hiç eksik olmayan ilâhî mesajın kemal noktası, Hz. Muhammed’in de bu rahmet ikliminin son peygamberi olduğunu anlatır. Hz. Muhammed’in Allah tarafından son peygamber olarak seçilip görevlendirilmesinin ardından milâdî 610 yılında Mekke’de onun aracılığıyla insanlığa gelmeye başlayan vahiy yirmi üç yıl süreyle devam etmiş, Resûl-i Ekrem de vahiyle tesis edilen bu dini açıklamış, kural ve yükümlülüklerin uygulamasını göstermiş, peygamberliği süresince ilâhî hitabın anlaşılması ve hayata geçirilmesinin üstün örnek şahsiyeti olarak İlk İslâm toplumunu oluşturmuş ve onu eğitmiştir. Bu sebeple İslâm’ın kavranmasında Kur’an ve Resûl-i Ekrem belirleyici role sahiptir. İslâm’ın asıl kaynaklarının Kur’an ve Sünnet olduğu bütün İslâm tarihi boyunca bir postulat olarak kabul edilmiş, Asr-i saâdet’ten itibaren İslâm toplumlarının fikrî ve amelî hayatı bu iki kaynak etrafında şekillenmiş, Kur’an ve Sünnet Müslümanların tarihî tecrübesinde, zihniyet ve gelenek teşekkülünde mihver, yeni oluşum ve yorumlar için de başvuru ve denetim aracı olma özelliğini daima korumuştur.[72] Ömer Faruk Harman
İnanç Esasları
Sözlükte “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” anlamına gelen îmân, dini benimsemenin ve mümin diye nitelenmenin esasını oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’de iman kavramı 800’den fazla yerde geçmekte, inanmış kişinin samimiyet ve iç huzurunu ifade etmek için de sidk ve itmi’nân kavramları kullanılmaktadır.[73] İnsanın aşkın bir varlığa ve O’ndan gelen vahiy etrafında oluşan dine inanma temayülü taşıdığı hem Kur’an’da hem hadislerde belirtilmektedir.[74] İmanın oluşması İçin bu fıtrî yetenekten başka aklın hüküm verebilecek kadar bilgi birikimine sahip olması da gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm, dünya ve âhiret mutluluğunu inanç ve iyi davranışın [75] beraberliğine bağlamış, birçok hadiste imanla amel yan yana zikredilmiştir. Hadisleri konularına göre tasnif eden Kütüb-i Sitte müelliflerinin dördü [76] eserlerinde imana müstakil birer bölüm ayırmış ve burada iman ilkelerinden çok imanın ürünü olan amelleri sıralamıştır. İslâm âlimleri ilk dönemlerden itibaren iman-amel münasebeti üzerinde durmuş. Haricîler ve Mu’tezile ile bazı Şiî grupları amelsiz imanı âhiret planında geçersiz kabul etmiş, Sünnî çoğunluk ise son tahlilde imanı zihnin ve kalbin tasdikinden ibaret sayarak amelle imanı ayrı düşünmüştür. Ancak bu husus, hiçbir şekilde dinî hayatta amelin önemini küçümseme anlamı taşımamaktadır.
İman esaslarının tesbiti konusunda öne çıkan ilke Allah’ın hükümranlığına boyun eğmek ve görevlendirdiği elçileri tasdik etmektir. Kur’ân-i Kerîm’de, geçmiş peygamberlerin muhatap aldıkları toplumlara kendilerini Allah’ın güvenilir elçileri olarak tanıttıktan sonra O’ndan korkmalarını ve elçilerine uymalarını istedikleri haber verilmiş [77] aynı husus Hz. Peygamber’e de nispet edilmiştir.[78] Kul, Allah ile doğrudan iletişim sağlama imkânına sahip bulunmadığından dinî esas ve vecîbelerin tesbitinde peygamber yegâne güvenilir kaynak durumundadır. Bundan dolayı çeşitli âyetlerde iman konuları “peygamberlere indirilen vahyin muhtevası” şeklinde özetlenmiştir. Son peygambere gönderilen vahiy öncekileri tasdik etmekte ve onlara da iman edilmesini istemektedir.[79] Bu İse İslâm dininin Hz. Muhammed’le tamamlanan son halkasının önceki bütün halkaları kucakladığını göstermektedir.
Kur’an’ın bütün sûre ve âyetlerinin, Allah tarafından Hz. Muhammed’e indirilmiş vahiyler olduğunu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde benimsemek son peygamberi tasdik etmenin diğer bir ifadesidir. Bu açıdan iman konulan Kur-“ân-ı Kerîm’in tamamından oluşur. Bununla birlikte ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimleri eğitim ve telif açısından kolaylık sağlanması amacıyla, muhtemelen Cibril hadisinden de esinlenerek [80] iman esaslarını altı noktada toplamış (usûl-i sitte), genellikle Sünnî âlimleri eserlerinde bu esasları üç ana konuda (usûl-i selâse) birleştirmiştir. Bunlar da ulûhiyyet, nübüvvet ve sem’iyyât bölümleridir. Bu âlimler irade ve kader meselesini ulûhiyyetin sıfatlar bahsi, kitaplar ve melekler konusunu da nübüvvet bölümü içinde mütalaa etmişlerdir.
II. (VIII.) yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan itikadı İslâm mezhepleri, iman esaslarının tesbit edilmesi ve yorumlanmasında genelde Kur’an’ı esas almıştır. Çeşitli mezheplere mensup kelâm âlimlerinin halk için yazdıkları akide risaleleri bunu kanıtlamaktadır. İslâm dünyasında iman esaslarının cem” ve tedvini, fetihler döneminde bu dinle ilk tanışan grupların yönelttiği eleştiriler sebebiyle başlamış olmalıdır. Daha çok Mu’tezile kelâmcılarının cevaplamaya çalıştığı bu eleştiriler aklî istidlale dayandığından kelâmcılar da ağırlıklı olarak akla önem vermişlerdir. Buna karşılık dönemin muhafazakâr âlimleri, Kur’an’da sık sık vurgulandığı gibi [81] Ehl-i kitabın fikir ayrılığına düşmesi yüzünden, dinin tahrife mâruz kalması olgusundan kaygılanarak İslâm’ı eleştirenlerden ziyade Mu’tezile kelâmcılarına karşı cephe almışlardır. Daha sonra Selefıyye diye adlandırılan bu grup. kendi tezini ortaya koyarken Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde usûlü’d-dînde ihtilâf edilmediği yolundaki fiilî delili ileri sürmüş [82] sünnete uyma ve bid’attan uzak kalmayı telkin eden birçok rivayeti nakletmiştir. Böylece hadis de iman esaslarının önemli bir kaynağı olarak göz önünde bulundurulmuştur. IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren Mu’tezile’nin aşırılığa kaçan akılcılığı ile Selefiyye’nin ihtiyaca cevap vermeyen koyu muhafazakârlığı arasında mutedil bir yöntem benimseyen Sünnî kelâm ekolleri İslâm dünyasında etkinlik kazanmaya başlamıştır. Ebü’l-Hasan el-Eş’arî ile Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye nisbet edilen ve sonraki dönemlerde Müslümanlann büyük çoğunluğunu kendilerine çekebilen bu ekoller, temelde Kur’an’dan hareket etmekle birlikte ağırlıklı olarak aklî istidlale başvurmuş, hadislere ise daha çok sem’iyyât bahisleriyle mezhepler arası fikrî tartışmalarda yer vermiştir. İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbnü’l-Vezîr gibi Selefiyye’nin müteahhir temsilcileri ise iman esaslarıyla ilgili eserlerinde Kur’an ve hadisi kaynak olarak kullanmaya özen göstermişlerdir.
İslâm dünyasında Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde ortaya çıkan Şiî ve Haricî temayüller, gerek ortaya çıkış sebepleri gerekse sürekli biçimde savundukları görüşler ve sergiledikleri tavır itibariyle siyasî fırka olarak kabul edilmiştir. Her iki mezhep de amelin imandan cüz olduğu görüşünde Mu’tezile ile birleşirken devlet başkanlığı (hilâfet) konusuna dinin temel hükümleri arasında yer verme açısından ondan ayrılmıştır. Şîa, halifenin Hz. Ali neslinden olmasını şart koşup bunun dışındakile-ri gayri meşru saymış, Hâriciler ise halife için dinî erdemlerin tamamını içeren takvadan başka hiçbir şart ileri sürmemiştir.[83] İmamet ve onunla bağlantılı olan konular dışındaki kelâmı meselelerde Şîa genellikle Mu’tezile’ye bağlı kalmış ve mevcudiyetini korumuşken Mu’tezile kendi adıyla varlığını sürdürememiş. Haricîler de çok küçük İbâzî grupları dışında günümüze intikal etmemiştir. Ameli imandan cüz görmeyen Sünnî gruplara, günahkâr müminler hakkında müsamaha ilkesine dayalı görüşleri sebebiyle Mürde denmişse de bunun mezhepler arası fikrî ihtilâfın ötesinde bir gerçeklik taşımadığı ve esasen Mürcie’nin kimliği hakkında açık bir şey söylenemediği anlaşılmaktadır.[84]
Dinin esası ilgilendirmeyen hükümlerini konu edinen fıkıh alanındaki ihtilâflar tekfir gibi ağır bir sonuç doğurmadığı halde akaid konularındaki aşırı iddiaların sahibini iman sınırının dışına çıkarabileceği kabul edilmiştir. Bununla birlikte iman-küfür konusunda ilk ciddi değerlendirmeyi yapan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin ortaya koyduğu, ehl-i kıbleden olanların tekfir edilemeyeceği ilkesi genel kabul görmüş [85] bu ilke sayesinde İslâm tarihi boyunca oluşan yüzlerce mezhep mensubu içinde din dışı sayılabileceklerin oranı yüzde bir civarında kalmıştır.[86]
İlâhiyyât
Kur’ân-ı Kerîm, her insanın kâinatı yaratan ve yöneten bir yüce varlığın mevcudiyetini kabul edeceğini öngörür. İnsan böyle bir özellikte yaratılmış [87] ve bu kabulü fıtrat diliyle de ikrar etmiştir.[88] Kur’an, inançsızlığı fıtratın suni şekilde örtülüp etkisiz hale getirilmesi olarak değerlendirir. Nitekim 500’den fazla âyette geçen “küfür” kavramının kök anlamı “bir şeyi örtmek ve etkisiz kılmak”tır. Hz. Peygamber’in her çocuğun selim fıtrat üzere dünyaya geldiğini, fakat anne baba ve çevrenin onda sapmalar meydana getirdiğini bildiren hadisi de bu gerçeği vurgular.[89]
Kur’an’da kör taklit, kibir, bayağı arzulara mahkûm olma, iradesizlik gibi engelleyici âmillerin bertaraf edilmesi durumunda Allah’ın varlığının tabii olarak kabul edileceği fikrinden hareketle beşer için en büyük tehlike görülen şirkin reddine önem verilir. Çeşitli âyetlerde insanın imana açık olan selim yaratılışı hatırlatılarak iç gözlem yapılması istenir.[90] Kur’an’da tabiatın işleyişine dikkat çeken gaye ve nizam delili de kullanılır. Yaratılış delili kelâmcılar tarafından hudûs, İslâm filozofları tarafından imkân delili şeklinde takrir edilerek zengin bir literatür oluşturulmuş, Sûfiyye ise keşif ve ilham yolunu tercih etmiştir.[91]
İslâm dininin itikadı bakımdan en belirgin özelliği tevhid ilkesine verdiği önemdir. Tevhid, Allah’tan başka yaratıcı(DİYANET BU KONUDA DELİLSİZ????????????) ve mâbud kabul etmeme esasına dayanır. Gerek şirk ve tevhidle gerekse Allah’ın insana yönelik esmâ-i hüsnâsıyla ilgili âyetler, ayrıca Hz. Peygamberin dua ve niyazlarında kullandığı ifadelerden anlaşılacağı üzere [92] yaratanla yaratılan arasındaki temel bağ sevgiden ibarettir. Cenâb-ı Hakk’ın “ruhundan üfleyerek hayat verdiği” [93] insana yönelik sevgisi Kur’an’da doğrudan doğruya “hub” (sevgi) ve “velayet” (dostluk) kavramlarıyla ifade edildiği gibi [94] rahman, rahîm, raûf, afüv, gafur, şekûr gibi isimleriyle de bu sevginin açılımları tekrarlanmıştır.[95] Bunun yanında çeşitli âyet ve hadislerde “ittika, havf, haşyet” vb. kavramlar kullanılarak Allah’tan korkma faktörü de vurgulanmıştır. Ancak bu tür kavramlar içinde en çok tekrarlanan ittikânın “korunmak” şeklindeki temel mânası ve ilgili âyetlerin içinde yer aldığı kompozisyon göz önünde bulundurulduğu takdirde buradaki korku, hâkim faktör olan Allah’a yakinlığm ve sevginin kaybedilmesi istikametindedir. Bu durumda Allah’tan uzak kalan ve temel bağı koparan kişi kendi haline terkedilerek azaba müstahak olur. Tevhid inancının ilâhî ve beşeri olmak üzere iki yönünün bulunduğunu söylemek mümkündür. İlâhî yönü Allah’ın otoritesinin hiçbir şekilde paylaştırılmamasıdır. Beşerî yönü ise kulun en üst düzeyde sevilmeye ve sayılmaya lâyık tek varlık olarak Allah’ı kabul etmesi, başka hiçbir varlığa beşer üstü bir sevgi ve itaat hissi duymamasıdır. Kur’an, önceki peygamberlerin tebliğ ve irşad faaliyetlerinin odak noktasını da tevhid ilkesinin oluşturduğunu bildirir. “Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona, ‘benden başka ilâh yoktur, sadece bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım [96] mealindeki âyet bu gerçeğe işaret etmektedir.
Kur’an’da şirk inancı ilâh, şerik, şefi’, velî, nasîr gibi kavramlarla da ifade edilir. Bu kavramları şekillendiren kelimelerin ekseriyetle çoğul olarak kullanılması, putların dünyada da âhirette de tapanlara bir fayda sağlamayacağının belirtilmesi [97] ayrıca Kur’an’da Allah elçilerine karşı mücadele edip toplulukları saptıranların genellikle servet ve itibar sahibi kimseler olduğunun bildirilmesi [98] şirkin ferdî olmaktan çok belli menfaat ve amaçlar etrafında şekillenen bir zümrenin davranış biçimi olduğunu gösterir.
Monoteist dinlerde ilke olarak müminin Allah ile doğrudan münasebet kurması, dua, niyaz ve ibadetlerini O’na yöneltmesi, bağışlanmasını aracısız olarak O’ndan talep etmesi istenir. Duyular üstü yüce varlıkla ancak O’nu niteleyen kavramlar yoluyla ilişki kurulabilir. Kelâm literatüründe ilâhî isimler için daha çok sıfat terimi kullanılmıştır. Söz konusu kavramlar, İslâm’ın ulûhiyyet anlayışını eğitim öğretime elverişli bir şekilde anlatmak amacıyla Allah’ın zâtını tanıtan (zatî) ve kâinatı yaratıp idare ettiğini ifade eden (fiilî) sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Duyular ötesi bir varlığın tanıtılması için tecrübe dünyasında kullanılan, benzeşmeyi ve mâna ortaklığını çağrıştıran kelimelere başvurmaktan başka bir imkân bulunmamaktadır. Bu sebeple sıfatlar tenzîhî (selbî) ve sübûtî olmak üzere iki grupta mütalaa edilmiştir. Tenzîhî sıfatlar yaratılmışlara mahsus acz ve eksiklik ifade ettiklerinden zât-ı ilâhiyyeden nefyedilmesi gereken nitelikler olup Allah’ın varlığı için başlangıcı ve sonuç belirlememek (kıdem, beka), yaratılmışlara benzememek (muhâlefetün li’l-havâdis), başkasına muhtaç olmamak (kıyam bi nefsih) ve şeriki bulunmamak (vahdâniyyet) şeklinde özetlenir. Sübûtî sıfatlar da Allah’ın ezelî ebedî diri (hayat), bilen, işiten ve gören (ilim, sem’, basar) olması, irade ve kudrete sahip bulunması, peygamberleri vasıtasıyla kullarına mesaj (kelâm) göndermesi diye sıralanır.
Sıfatların zâta nisbeti (İspat) konusunda, nasların zahirî mânalarına bağlı kalıp ispata önem veren muhafazakârlarla tenzihe önem verip bazı sıfatları te’vile tâbi tutan serbest düşünceli âlimlerin telakkileri hakkında kelâm ve mezhepler tarihi kitaplarında birçok ayrıntı yer almaktadır. Selefiyye, Eş’ariyye-Mâtürîdiyye, Mu’tezile-Şîa ve İslâm filozofları şeklinde sıralanabilecek ekoller arasında kesin nasların Allah’a izafe ettiği sıfatları reddeden bir ekol yoktur. Gazzâlî’nin, ilim sıfatının alanını daralttıkları düşüncesiyle İslâm filozofları hakkında verdiği tartışmalı tekfir hükmü bir yana [99] sözü edilen mezheplerden sıfat telakkisi sebebiyle İslâm dışı kabul edilecek bir âlim bulunmamaktadır.
Kader
Aslında ilim, kudret ve irade sıfatlarıyla ilgili olan, fakat genellikle müstakil bir başlık altında ele alınan kader bahsi, Allah’ın hükümranlığının mutlak-lığı ile kulun özgürlüğünün kesiştiği yapısal bir özelliğe sahip bulunduğundan inanç ve düşünce tarihinin temel problemlerinden birini oluşturmuştur. İnsanlara ait ihtiyarî fiillerin meydana gelişinde ilâhî bir müdahalenin bulunup bulunmadığı, böyle bir müdahale varsa bunun mahiyetinin ne olduğu sorusu meselenin odak noktasını teşkil eder. Müdahalenin bulunmadığını söyleyenlerin (Kaderiyye-Mu’tezile) Allah’ın ilim, kudret ve irade sıfatlarının etki alanını daralttıkları, bulunduğunu benimseyenlerin ise (Cebriy-ye) kulun özgürlüğünü kısıtladıkları veya tamamıyla ortadan kaldırdıkları kabul edilmiştir.
İlâhî ilmin insanın irade alanına giren fiillerine önceden (ezelde) taalluk edip etmediği sorusunu kader probleminin nirengi noktası olarak görmek mümkündür. Aslında bu problemin sebebi zaman faktörüdür. Zât-ı ilâhî zaman ve mekândan münezzehken insana mahsus idrak ve eylemler bu iki faktörden bağımsız düşünülemez. Bu noktada kader bir sır örtüsüne bürünmektedir. Esasen metafiziğin ve gayp âleminin zirve noktasında bulunan ulûhiyyet konularının tam bir açıklıkla bilinmesi mümkün olmadığı gibi bu konudaki aşırı tereddüt ubûdiyyetin gerektirdiği teslimiyet ilkesiyle de bağdaşmaz. Sonuçta kader de insanın özgürlüğü ve sorumluluğu da bir iman konusu olarak kalmaktadır.
Nübüvvet
Kur’ân-ı Kerîm’de daha çok “resul” (mürsel) ve “nebî” kelimeleriyle ifade edilen peygamber, Allah ile kul arasında hem bir haberci hem de bir elçi olup imanın hayata geçirilmesini sağlar, dinin fert ve toplum yaşantısmdaki boyutlarını ve sınırlarını çizer. Kur’an’da, imanın hayata yansıması ve hak dinin sunduğu mutluluğun yaşanabilmesi için kişinin yaratana ve yaratılmışlara yönelik görevlerine yer verilir ve bu amaçla ibadet şekilleri, ahlâk kuralları, örnek olması açısından insanlar arası bazı hukukî işlemler zikredilir: birçok husus da Resûl-i Ekrem’in sözlü ve fiilî sünnetinde açıklanır. Bunun yanında Kur’an’da peygamberlerin mücadelelerine geniş yer verilir. Kur-‘ân-i Kerîm’de Resûl-i Ekrem’in muhataplarının iman etmemesi sebebiyle duyduğu derin üzüntüye temas edildikten sonra [100] Hz. Mûsâ ile Hârûn, İbrahim, Nûh, Hûd, Salih. Lût Şuayb’ın ve Hz. Muhammed’in mücadeleleri zikredilmiş, bu “güvenilir elçifer”in kavimlerinden Allah’tan korkmalarını ve kendilerine itaat etmelerini istedikleri, ayrıca içinde bulundukları içtimaî ve ahlâkî düşüklükler sıralanarak bunlardan kurtulmaları için peygamberlerine uymalarını telkin ettikleri bildirilmiştir. Peygamberlerin görevleri ve konumları son nebinin şahsında şöyle belirtilmiştir: “Ey Peygamberi Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı, Allah’ın izniyle O’nun yoluna bir da-vetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.[101]
Kur’ân-ı Kerîm’in nübüvvetin ispatını tarih olgusuna, akla ve mucizeye dayandırdığını söylemek mümkündür. Yine Kur’an’da adı geçen peygamberlere tabiat kanunlarını aşan, duyularla algılanabilir (hissi) olaylar nisbet edilmektedir.[102] Özellikle muhafazakâr âlimlerin eserlerinde ve Sünnî kelâm literatüründe Resûl-i Ekrem’e de hissî mucizeler nisbet edilmektedir; fakat birçok sahâbînin huzurunda cereyan ettiği nakledilen bu tür olayların sonraki nesillere aktarılırken tevatür derecesine ulaşmamış olması dikkat çekicidir. Diğer taraftan Kur’an, Hz. Peygamber’den hissî mucize İsteyenlere tabiatın işleyişini gözlemleyip akıllarını kullanmalarını tavsiye etmektedir.[103]
Şüphe yok ki kul ile Allah arasında elçilik görevi yapacak kişilerin güvenilir olması gerekir. Ahd-i Atîk’te, bazı peygamberler hakkında Allah elçilerinin günahtan korunmuşluğu (masumiyet) ilkesini zedeleyen beyanların yer almasına karşılık [104] Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin elçilik hüviyetlerindeki korunmuşluğa vurgu yapılır. A’râf ve Şu-arâ sûrelerinde [105] peygamberlerin her yönden güvenilir, özverili, iyi niyetli ve iyilik sever kişiler oldukları ifade edilir. Aralarında bazı farklı görüşler bulunmakla birlikte bütün kelâm âlimleri peygamberlerin elçilik görevlerinde hatadan korundukları, Özel hayatlarında ise şahsiyet zedeleyici ve manevî liderlik vasfına halel getirici davranışlardan uzak bulundukları noktasında müttefiktirler. Naslarda peygamberlere izafe edilen ve ilk bakışta hata gibi görünen bazı davranışların yorumu için kelâm literatüründe “ismetü’1-enbi-yâ” adıyla bir telif türü oluşmuştur.
Kur’an’da Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu ifade edilmiş [106] Resûlullah’ın kendisi de çeşitli beyanlarında bunu dile getirmiştir.[107] Onun zuhurundan günümüze kadar geçen on dört asır içinde ciddiye alınabilecek bir nübüvvet iddiasının bulunmayışı da bunun fiilî kanıtını oluşturur.
Dünyadaki Müslüman nüfusun en büyük azınlık grubunu oluşturan İsnâaşeriy-ye Şîası, nübüvvetin Hz. Muhammed’Ie sona erdiğini kabul etmekle birlikte peygamberlere has olan gayb bilgisiyle günahtan korunmuşluk vasfının on iki imamda devam ettiğini kabul etmiştir. Onlara göre ilk meşru halife Hz. Ali’dir. İki buçuk asır boyunca Ali neslinden gelen on bir imamla devam eden hilâfet için 265 (879) yılında on ikinci imamın canlı olarak ortadan kaybolmasıyla bir duraklama ve bekleyiş dönemi başlamıştır. O günden bu yana hayatta olan on ikinci imam bir gün ortaya çıkacak ve Şiî iktidarını hâkim kılacaktır. Doğrudan vahiy alamayan bir insanın bilinmesi gereken her şeye vâkıf olması, son imamın on bir asrı aşkın bir zamandan beri hâlâ bir yerlerde yaşaması, dünyanın çokyönlü güç dengeleri karşısında zafer kazanıp Şîa iktidarını hâkim kılması vb. hususlar dikkate alındığında nübüvvetin siyasî bir otorite olarak imametle devam ettiğini benimsemek mümkün görünmemektedir.
Nübüvvet ilkesi içinde mütalaa edilecek konulardan biri kitaplara imandır. Kur’ân-ı Kerîm’de her peygamberin vahye muhatap olduğu bildirilir; bunlar arasında Nûh, İbrahim, İsmail. İshak, Ya’küb, torunlar, Mûsâ, îsâ, Eyyûb, Yûnus, Hârûn, Süleyman ve Dâvûd ismen anılır.[108] Vahiyleri bir araya getiren metinlerden “suhuf” diye bahsedilir ve bunlar Hz. İbrahim. Mûsâ ve Muhammed’e nisbet edilir.[109] Ayrıca Davud’a Zebur [110] Musa’ya Tevrat, îsâ’-ya İncil [111] ve Hz. Muhammed’e Kur’an’m verildiği bildirilir.
Kur’an’ın baş tarafında, kurtuluşun şartlan içinde Hz. Muhammed’e indirilen vahyin yanında ondan önce indirilenlere de iman edilmesi zikredilmiş [112] Hz. Peygamber de geçmiş nebilerden saygı ile söz etmiş, kendilerine iman ettiğini belirtmiş, bazılarının adını zikretmiş ve onları kardeş diye nitelemiştir.[113] İslâm’ın bu kucaklayıcı açılımının uygulamada daralmasının sebebi kadîm vahiylere arız olan tahriftir. Kur’ân-ı Kerîm bu vahiylerin metinlerinde insanlar tarafından yapılan değişikliklere [114] içeriklerinin gizlenmesine [115] dikkat çekerek günümüze intikal eden Kur’an öncesi vahiylerin yer yer aslî hüviyetini kaybettiğini belirtir. Bunun yanında insanların geçirdikleri değişikliklere paralel olarak ilâhî vahiylerde de bazı değişikliklerin meydana gelmesi tabiidir. Kur’an’da nesih kavramıyla ifade edilen bu husus [116] elde mevcut Ahd-i Atîkve Ahd-i Cedîd metinlerinin içerdiği hükümlerle amel edilmesini güçleştirmekte ve bu durum konunun, asliyetini korumuş olup önceki vahiylerin kalıcı hükümlerini ihtiva eden son vahyin onayına sunulmasını gerekli kılmaktadır. Hz. Peygamber’den rivayet edilen ve Ehl-i kitabın tasdik edilmesinin yanında yalanlanmasını da me-neden hadis bu hususu İfade etmektedir.[117]
Cibrîl hadisindeyer alan inanç esaslarından biri de meleklere imandır. “Elçi, güçlü kuvvetli, tasarrufta bulunan, yöneten” mânalarına gelen melek kelimesi Kur’an’da seksen sekiz yerde geçmektedir. Kur’an meleklerin şekli hakkında iki, üç veya dört kanatlı olduklarından başka [118] herhangi bir bilgi vermemekte, onların ilke olarak insanlar tarafından görülemeyeceğini ifade etmektedir.[119] Melekleri konu edinen âyet ve hadislere dayanarak onların görevlerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Allah’ı takdis etme, peygamberlere salavat getirme, müminlerin bağışlanması için dua ve niyazda bulunma, Allah ile peygamberler arasında elçilik yapma, başta peygamberler olmak üzere Allah’a yönelen mümin kullara manevî güç verme, sıkıntılı ve üzüntülü anlarında onları teselli etme. Bunlardan başka meleklerin, tabiatın yaratıcının koyduğu düzen (tabiat kanunları) çerçevesinde yönetilmesinde ve kıyametin kopmasıyla başlayacak olan âhiret hayatının tanziminde de görev aldıkları anlaşılmaktadır.
Meleklerden bahseden âyetlerle çok sayıdaki hadisin içerikleri geniş ölçüde insanla ilgilidir. Meleklerin insanla ilişkisi Hz. Âdem’e ve dolayısıyla onun nesline saygı göstermekle başlamıştır.[120] Meleklere ana rahminde döllenmenin oluştuğu andan itibaren insana yönelik görevler verilmiştir.[121] “Kişinin önünde ve arkasında kendisini kötü olaylardan koruyan takipçiler vardır [122] mealindeki âyette yer alan “takipçi I er” den maksat müfessirlerin çoğunluğuna göre koruyucu meleklerdir.[123] Meleklerin aynı zamanda kişinin iyi ve kötü davranışlarını kaydettiği bildirilmektedir.[124] Dünya hayatına veda etme ölüm meleğinin ruhu kabzetmesiy-le gerçekleşir. İslâm’ın insana verdiği değeri belirten çok sayıdaki âyet ve hadisten hareketle kelâmcılar melekle insan arasındaki üstünlük konusunu tartışmışlardır. Sünnî kelâmcıların büyük çoğunluğu insanların meleklerden üstün olduğu kanaatindedir.[125] İlgili âyetlerin genel muhtevasından, peygamberlerle maiyetlerin-deki sınırlı bazı kişiler dışında hiç kimsenin melekleri dünya hayatında göremeyeceği anlaşılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm esas olarak insana hitap etmekte ve İslâm dini insan İçin gönderilmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte Kur’an, insanlar tarafından algilana-mayan şuurlu canlılara da “cin” adı altında atıflar yapmaktadır. Cin kelimesinin sözlük anlamı “Örtmek, giz!emek”tir. Buna göre duyularla algılanamayan yaratılmış varlıkların hepsi cin diye anılır. Râgib el-İsfahânî’nin kaydettiği üzere “ruhanîler” diye de bilinen bu grup saf iyileri teşkil eden melekler, bütünüyle kötü olan şeytanlar, iyi ve kötü zümreleri bulunan cinlerden oluşur.[126] Kur’ân-ı Kerim’inyetmiş ikinci sûresi “Cin” adını taşımakta, bundan başka yirmi üç âyette [127] ve çeşitli hadislerde [128] cinlerden söz edilmektedir. Konuyla ilgili âyet ve hadislerin muhtevası cinlerin insanlar gibi mükellef, fakat onlardan ayrı şuurlu bir canlı türü oluşturduğunu göstermektedir.[129] Kur’an’da ilke olarak algılanabilen, ancak fiilen idrak edilemeyen cinler gibi bazı varlık alanlarından bahsedilmesinin, ilâhî ilim ve kudretin enginliğini vurgulamak yanında tabiatın ve varlık alanlarının keşfedilmesi uğrunda çaba sarfetmeye teşvik gibi bir faktörünün de olduğunu söylemek mümkündür.
Ruhanî varlıklardan biri de şeytandır. Şeytanın sözlük anlamlan arasında “hayırdan ve rahmetten uzak olan” mânası da bulunmaktadır. İlgili âyetlerin genel muhtevasından anlaşılacağı üzere şeytan (İblîs), ilâhî takdir ve iradenin kötülüğün temsilcisi ve tahrikçisi olarak planladığı gerçek(zihnin dışında mevcut) bir varlıktır. Şeytan, imtihan dünyasında yaşayan insanın kendi tercihine bağlı olarak kötülük işlemesine yardımcı olur. Ancak Allah şeytanın apaçık bir düşman olduğunu bildirmiş ve ona kapılmamaları konusunda insanları uyarmıştır.[130] Kur’ân-ı Kerîm’de şeytanın oynadığı rolü bazı insanların da üstlenebileceği ifade edilir.[131] Şeytanın hile ve aldatma yöntemleri ve bunlardan kurtulmanın çareleri hakkında Hz. Peygamber’den nakledilen birçok hadis mevcuttur.[132]
Âhiret
Temel iman esaslarının üçüncüsünü oluşturan âhiret kıyametin kopmasıyla başlar. Kur’ân-ı Kerîm’in yaklaşık kırk âyetinde dünyanın son anından bahsedilirken onun ansızın vuku bulacağı, zamanının yakın olduğu, fakat kimse tarafından bilinemeyeceği vurgulanır.[133] Kıyametin kopmasının yakın olduğu hususu Hz. Peygamber’den sahih olarak nakledilen şu hadisle de desteklenmektedir: “Benim nübüvvetle görevlendirilişimle kıyametin kopması şu iki parmağım gibi yakındır.[134] Bu tür naslarda sözü edilen yakınlık kavramı jeolojik zaman ölçüsünde düşünüldüğünde aradan geçen on dört asırlık sürenin bu kozmik olay için önemsenecek bir zaman dilimi oluşturmadığı anlaşılır.
Kıyametin yaklaştığını haber veren alâmetlerin neler olabileceği merak edilen konulardan birini teşkil eder. Bir âyette kıyamet alâmetlerinin belirdiği ifade edilir.[135] Cibrîl hadisinden başka kıyamet alâmetlerinin neler olabileceğine dair ipuçları veren birçok rivayet Hz. Peygamber’e nisbet edilmiştir.[136] Âyette sözü edilen alâmetler, müfessir-lerce âhir zaman peygamberinin zuhuru ve mucize göstermesi şeklinde yorumlanmıştır.[137] Kıyamet alâmetleriyle ilgili olarak hadis ve kelâm alanında kaleme alınan eserler zengin bir literatür oluşturmuştur. Ancak konu gaybî olma özelliğini korumuş ve bu alanda kesinlik ifade eden sonuçlara ulaşılamamıştır.
Kabir hayatı âhiretin ilk merhalesi olarak kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm, ölümle kıyamet hayatının başlangıcı sayılan sûra üfleniş arasında “berzah” adını verdiği bir âlemin bulunduğunu bildirmiştir.[138] Kur’an’da, son anlarını yaşamakta olan iyi kullara meleklerin müstakbel hayatın müjdesini verdikleri ifade edilir.[139] Ayrıca kötülerin kabirde azaba uğrayacaklarına işaret eden âyetler vardır.[140] Kabir hayatıyla ilgili olarak Kütüb-i Sitte’üe muhtelif hadisler mevcuttur.[141] Sünnî kelâm âlimleri bu tür naslara dayanarak kabir hayatının gerçekliğini benimserken bazı Mu’tezile ve Şiîkelâmcıları, bu konuda delil olarak zikredilen âyetlerin muhtevasında kabir hayatına açık bir atfın bulunmayışını, hadislerin de tevatür derecesine ulaşmamasını ileri sürerek böyle bir hayatın mevcudiyetini kabul etmemişlerdir. Ölüm sonrası hayat gözlem ve deneylerin dışında kalan bir alana ait bulunduğundan duyulur âlemdeki bügi ve istidlallerle bu alan hakkında kesin hüküm vermek mümkün değildir. Mü’min sûresinde (40/11) işaret edilen, ölüm sonrası hayatın mevcudiyeti ve devamının şartlarının insan tarafından bilinememesi hususu onun yokluğunu göstermez. Hadis olarak da nakledilen, “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur” sözü [142] Müslümanlar arasında genel kabul görmüş bir inancı yansıtmaktadır. Kur’an’da ayrıca kâfir ve münafıkların ölüm anında büyük bir pişmanlık duyup sıkıntıya mâruz kalacakları ifade edilmektedir [143] Nas-iarın bütünü göz önünde bulundurulduğu takdirde kabir hayatının mevcut olmadığını veya nimetle azaptan soyutlanmış olarak devam edeceğini söylemek mümkün görünmemektedir.
Kur’ân-i Kerîm’de “her şeyi altüst eden sarsıcı olay, kulakları sağır eden ses [144] diye tasvir edilen ve özellikle Amme, Tekvîr, İnfitâr, İn-şikâk, Kâria sûrelerinde meydana getireceği kozmik değişikliklere temas edilen kıyametin kopması, yine bir kozmik olay olduğu anlaşılan sûra üflenişle gerçekleşecek, sûra ikinci üflenişle de bütün insanlar yeniden hayata kavuşturulacaktır.[145] Âhiretle ilgili birçok âyet ve bunları açıklayan çok sayıdaki hadisin [146] genel muhtevasından hareketle kıyamet hallerini üç noktada özetlemek mümkündür: Haşir, hesap, cennet ve cehennem. “Toplamak” anlamındaki haşr hem yeniden hayata kavuşturmayı (ba’s), hem de sorguya tâbi tutulmaları için bütün insanları bir meydana toplamayı ifade eder. Birçok âyette kıyamet için tekrar edilen “hesap” kavramından başka “doğru ile yanlışın ayırt edileceği gün” mânasında yevmü’l-fasl, “ceza ve mükâfat günü” anlamında yevmü’ddîn terkipleri de yer almaktadır.[147] Âhiretteki hesap çerçevesine mîzan ve amel defteri de girmektedir. Kur’an’da “tartmak” mânasındaki vezn ile “teraziler” anlamındaki mevâzîn kelimeleri kıyamet için kullanılmıştır.[148] Türkçe’de “amel defteri” diye bilinen ve “kişinin dünyadaki davranışlarının kaydedildiği sicil” olarak tanımlanan belge Kur’an’da “kitap” yazılmış, kayıt düşürülmüş kavramıyla anılır.[149] Bazı Mu’tezile kelâmcıları hesap, mîzan ve amel defteriyle ilgili nasları mecazi mânaya almış ve kastedilen şeyin adaletin gerçekleştirilmesinden ibaret olduğunu söylemişlerdir.[150] Kur’an’da kıyamet gününde kişilerin elleri, ayaklan, gözleri, kulakları ve tenlerinin, sahiplerinin gerçekleştirdiği davranışları haber vereceği ve onaylayacağı kaydedilmektedir [151] Bu tür beyanları, insanın kendi genleri veya bedenin bir parçası üzerinde oluşmuş kayıtlar şeklinde yorumlamak mümkündür.
Birçok âyette hesabın görülmesinden sonra nihaî varış yeri olarak cennet ve cehennem zikredilir. Cennetin ebedîliği hususunda kayda değer farklı bir görüş bulunmamakla birlikte cehennemin ebedîliği tartışma konusu olmuştur. “İşkence” mânasındaki azabın ilâhî adalet gereği sona ereceğini, ancak cehennem ehlinin ölümsüz olduğuna ve oradan hiçbir zaman çıkamayacağına dair nasların beyanı çerçevesinde cehennemde bulunanların cennet ehlinin kavuştuğu nimetlerden yoksun kalma anlamındaki azaptan kurtulamayacaklarını söylemek isabetli görünmektedir.[152] Bekir Topaloğlu (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)