-
6th Ekim 2008

İbadet, Ahlak Ve Tasavvuf (Klasik Bilgi)

posted in ISLAM |

İbadet, Ahlak Ve Tasavvuf

İbadet

Câhiliye dönemi putperest Araplar’ı genellikle en büyük mâbud ve yaratıcı olarak Allah’a inanmakla birlikte güneş, ay ve çeşitli yıldızları simgeleyen putların gerçek yaratıcının yardımını sağ­lamada şefaatçi olacağına inandıkları için Allah’ı bırakıp putlara ibadet ederlerdi. Başlıca ibadet şekilleri ise puthânelerde dua ve secde etmek, Kabe’yi tavaf etmek, adak adamak, kurban kesmek, sadaka vermekten ibaretti. Umumiyetle âhirete inanmadıklarından bu ibadetlerden bek­lentileri de tamamen dünyevî idi. Bu dö­nemde Hz. Peygamber, Allah’tan başka bir tanrı kabul etmediği için giderek sık­laşan aralıklarla Hira mağarasında uzle­te çekiliyor, tefekkür ve murakabe şek­linde bir tür ibadet hayatı yaşıyordu.[153]

Allah’tan başka tanrı veya tanrılar edin­meyi, içinde doğduğu toplumun ortadan kaldırılması gerekli en ciddi yanlışı olarak gören İslâm dini tevhid akidesini yerleş­tirmeyi birinci hedef seçmiştir. Bu sebep­le Mekke döneminde putperestliğin ve asabiyetten kaynaklanan örflerin hâkim olduğu bir ortamda inen âyetlerde önce­likle tevhid inancının yerleştirilmesine ağırlık verilmiş, bunun için temel sayılan bir manevî ve ahlâkî yapı oluşturulmuş­tur. Allah’a iman, Peygamber’e bağlılık, dünya hayatının geçici, âhiretin kalıcı ol­duğu inancı, tevekkül, takva, huşu, ihlâs, sabır gibi dinî esas ve kavramlar üzerin­de önemle durulmuştur. Yaklaşık on yıl süren bu tebliğ sürecinin ardından hic­retten evvel beş vakit namaz, hicret es­nasında cuma namazı, sonraki yıllarda da zekât, oruç ve hac ibadetleriyle ilgili hü­kümler gelmiştir.

İslâm’da ibadet öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’in buyruğudur; Hz. Peygamber de uy­gulamalarıyla ibadetlerin usul ve âdabını öğretmiştir. Kur’an yalnız Allah’a ibadet edilmesi gerektiğini vurgular; çünkü Al­lah her şeyin yaratıcısı [154] yerin ve göğün sahibi, mâliki ve rabbi [155] insanların gerçek hükümdarıdır.[156] Allah’a ibadet edilmek, in­sanlara da yalnız O’na ibadet etmek yaraşır [157] Allah’tan başkasına ibadet etmek cahilliktir.[158] Râgıb el-İsfahânî Kur’an’da iki türlü ibadetten söz edildiğini, akıllı ve iradeli varlıkların kendi istekleriyle, akıl ve iradeye sahip ol­mayan varlıkların da zorunlu olarak (yaratılış kanunlarına uyarak] ibadet ettik­lerini belirtir.[159] Ancak Allah’ın varlık ve birliğini, kudret ve iradesinin mutlaklığını ka­nıtlamayı amaçlayan âyetlerde, iradeli ve şuurlu olanlar da dahil olmak üzere ev­rendeki bütün varlıkların oluş ve hare­ketlerinin ilâhî yasalara mutlak uyumu bilhassa “secde” ve “teşbih” kavramlarıy­la ifade edilir.[160] Sonuç­ta Allah görünmez varlıkları ve insanları kendisine kulluk etmeleri için yaratmış­tır.[161]Andolsun ki biz her ümmete, ‘Allah’a ibadet edin, sahte tan­rılardan uzak durun’ diyen bir elçi gön­derdik [162] mealindeki âye­tin de gösterdiği gibi İslâm dinine göre ibadet bütün peygamberlerin tebliğinde ortak ilkedir. Kur’an’da Nûh, Hûd, Salih, Şuayb, îsâ gibi isimler de zikredilerek [163] her peygam­berin tebliğinde hemen hemen aynı ifa­delerle [164] Allah’a ibadet emrinin tek­rar edildiği bildirilir.[165]

Kur’ân-ı Kerîm’de namaz ve oruç gibi vakitleri, kuralları, miktarları belli olan ibadetler yanında dua, zikir, tövbe, istiğ­far, teşbih gibi kavramlarla ifade edilen ve genel olarak Allah’a imanı, saygı ve teslimiyeti yansıtan; miktarı, şekli, zama­nı kişilerin dinî sorumluluk ve duyarlılığı­na bırakılan davranışlardan da söz edilir, bunlar dinî Öğretide geniş anlamıyla iba­det kavramı içinde gösterilir. Esasen ki­şinin takva duygusuyla Allah’ın rızâsını gözeterek yaptığı, gerek kendisinin ge­rekse başkalarının dünya ve âhireti için hayırlı davranışlar, söylediği sözler, be­denî ve malî fedakârlıklar, hatta iyi niyet, samimi duygu ve düşünceler de genel an­lamda ibadet kapsamına girmektedir. İn­sanın, Kur’an ve Sünnet’te somutlaşan ilâhî iradeye uygun olmasını düşündüğü ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya de­ğer bulduğu her hali ve hareketi İbadet­tir [166] Bu tür davranışlar için özel iba­detlerde olduğu gibi formel ve bağlayıcı hükümler bulunmasa bile Kur’an ve ha­dislerde ortaya konan toplum, hayat, ah­lâk vb. konulara dair açıklamalarda bu mahiyetteki ibadetler vasıtasıyla müs-lümana yüksek bir ahlâkî ve ruhî kişilik kazandırılması amaçlanmıştır. Nitekim Kur’an’da kurbanların etlerinin ve kanla­rının değil kurban kesenlerin takvasının Allah’a ulaşacağı bildirilerek [167] belli şekil şartlan taşıyan ibadetlerin de takva, ihlâs, huşu gibi kalbî hasletler­le oluşan ahlâkî ve ruhî derinlik sayesin­de gerçek muhtevayı kazanmış olaca­ğına işaret edilmiştir. Daha çok tasavvufî eserlerde üzerinde durulan bu anla­yışın en güzel örneklerinden biri Gazzâlinin, ibadetlerin zahirî şartları yanın­da kendi deyimiyle bâtınî şartlarını da derin bir vukufla incelediği İhyâ’ü culûmi’d-dîn adlı eseridir. Gazzâlî bu kitabın­da [168] ilim, ibadet, tasavvuf, zenginlik, din ve hayat anlayışı konularında dönemindeki İslâm toplumu­nun durumunu değerlendirirken dinî ve ahlâkî derinlikten, bilinçten yoksun, fer­din ve toplumun din ve dünya hayatına bir şey katmaktan uzak, basit, verimsiz bir zihniyetin bulunmasından yakınarak bunu ağır bir dille eleştirmekte, bu anla­yışı ortadan kaldırmaya yönelik fikirler or­taya koymaktadır.

İbadetlerin yalnız ferdin Allah katında­ki derecesinin yükselmesini, manevî ha­yatının zenginleşmesini sağlamakla kal­mayıp kişinin kendi iç dünyasına ve dav­ranışlarına, aileden başlamak üzere çe­şitli derecelerde toplumsal hayata da olumlu katkılar sağladığı kabul edilmek­te, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde mak­bul bir ibadetin bu tür sonuçlar doğu­racağı belirtilmektedir.[169] Temelde ferdî yükümlülük­ler olan namaz, oruç, hac ve zekâtın dahi belirgin toplumsal yararlar içerdiği mu­hakkaktır. Bununla birlikte Kur’an’da iba­dete öncelikle Allah ile kul arasındaki özel bir ilişki olarak bakılmış, bundan dolayı ibadet yapmayanlara karşı baskı anlamı­na gelebilecek dünyevî bir yaptırımdan söz edilmemiş, uhrevî teşvik ve uyarılar-, la yetinil mistir. Çünkü bu husustaki mad­dî ve psikolojik baskılar ibadetin niyet, irade, ihlâs, huşu gibi ahlâkî özüyle çeli­şecektir. Nitekim İslâm’ın itikad ve ahlâ­ka dair hükümleri gibi ibadetle ilgili hü­kümleri de insanın irade özgürlüğüne ve davranışlarının sonuçlarına katlanma so­rumluluğuna sahip olduğu ilkesine da­yanmaktadır.

Genellikle İslâm’da ibadetlerin önem bakımından imandan sonra geldiği kabul edilir. İmansız ibadet, gerçekte sadece ri­ya ve münafıklıktan doğan bir gösteriş­ten ibarettir.[170] Kur’an’da Câhi­liye Arapları, ateist oldukları için değil Al­lah’a inanmakla birlikte putlara taptık­ları için eleştirilir. Bundan dolayı pek çok âyette imanla amel-i sâlih bir arada zik­redilmiştir. Kelâm tarihinde amelin iman­dan cüz olup olmadığı hususundaki tar­tışmaların özünde de bu ilişkinin derece­sini belirleme çabası vardır. Ameli iman­dan cüz sayan Haricîler ve Mu’tezile ule­mâsı kulun Allah’a saygı ve bağlılığını gös­teren, hayatının her alanında O’nun buy­ruk ve yasaklarını belirleyici olarak aldığı­nı yansıtan bir davranış göstermesi ge­rektiğini düşünmüşler; ibadetsizliği, ha­ram ve kötülüklerle haşir neşir olmayı Al­lah’ı unutmak ve –günümüz din felsefe­sinde ateizmin bir şekli olarak değerlen­dirilen- dine karşı ilgisizlik gibi kabul et­mişlerdir. Buna karşılık ameli imanın dı­şında tutan çoğunluk, iman esaslarını benimsemeleri şartıyla ibadet ve amel ha­yatı zayıf olanları da mümin kabul ede­rek onları İslâm toplumunun dışına çıkar­mamışlardır.

İbadetlerde asıl olan imanla birlikte niyet, ihlâs, huşu, takva gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Ancak bütün dinlerde olduğu gibi İslâm’da da ibadetle­rin Allah’a saygıyı simgeleyen şeklî özel­likleri vazgeçilmez bir Önem taşır. Şüp­hesiz bu önem, her şeyden önce başlıca formel hükümlerin [171] Kur’an ve Sünnette açıkça bildirilmiş olmasın­dan ileri gelir. İslâm’da temel ibadetler için muayyen şekil ve kurallar tesbit edil­miş bulunmasının diğer bir sebebi de bunların birer şiar değeri taşıması, yani dıştan bakıldığında yapılanın İslâm’a has bir ibadet olduğunu göstermesidir. Bu tür gerekçelerle İslâm âlimleri ibadetle­rin şekillerinin değiştirilemez (tevkifî) ol­duğunu kabul etmişler, ibadetlerin sa­dece içeriğinin önemli olduğunu ileri sü­rerek şekli ve zahiri hafife alan anlayışı “ibâhîlik” olarak değerlendirmişlerdir. Ay­rıca Kur’an’ın emrettikleri, Hz. Peygamber’in uygulayıp ümmetine gösterdikleri dışında yeni ibadet şekilleri türetmek de bizzat Resûl-i Ekrem tarafından yasak­lanmıştır. Sûfîlerin, Sünnî gelenekteki farz ve nafile ibadetler dışında geliştir­dikleri ahzâb ve evrâd okuma, semâ ve zikir âyini yapma, inzivaya çekilme gibi ritüelleriyle ibadet olduğunu ileri sürdük­leri türbe, tekke, şeyh ziyaretleri vb. uy­gulamaları birçok fıkıh âlimince bid’at sayılmıştır.[172]

Kur’an’da ibadetlerin daha ziyade özü ve amacı üzerinde durulurken şekli, âdâb ve erkânıyla ilgili sınırlı bilgi verilmiş, akıl yoluyla tesbiti mümkün olmayan bu ko­nuda asıl merci Hz. Peygamber’in beyan ve uygulamaları olmuştur.[173] Nitekim hadis mecmualarında iba­detlerin şekli, zamanı ve miktarına dair rivayetlerin çok geniş yer tuttuğu görü­lür. Meselâ Buhârî’nin ec-Câmi eş-sahih’inin yaklaşık dörtte biri namaz, ze­kât, hac, oruç ve kurban hakkındaki ha­dislerden oluşur. Esasen Kur’ân-ı Kerîm Müslümanların Hz. Muhammed’i örnek almalarını [174] ve ona uymalarını [175]em­rederken Resûl-i Ekrem de kendisinin bu misyonuna dair açıklamalar yapmıştır.[176] Bununla birlikte günümüzde İs­lâm dünyasında uygulanan ibadet şekil­lerinin bütün ayrıntılarını hadislere da­yandırmak, dolayısıyla bunların Hz. Peygamber’den gelen sünnet olduğunu söy­lemek mümkün değildir. Değişik coğrafyalardaki Müslümanların ibadet uygula­malarında görülen ayrıntılara ilişkin fark­lılıkların önemli bir kısmı yaratana daha çok ibadet etme duygusuyla yaşatılan ge­leneklerdir ve bunlar dinî hayatın bîr yö­nüyle kültürel zenginliğini temsil eder.

İbadetlerde niyet ve ihlâs tevhid ilkesi­nin ibadetteki yansımasıdır.[177] Bunu Hz. Peygamber “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde belirtmiştir.[178] Bu bilinçle yapılan az ibadet bu yönden kusurlu olan çok ibadetten hayırlıdır. İs­lâm dini dünya işlerinin düzenini boza­cak, insanlara sefalet ve mutsuzluk geti­recek derecedeki aşırılıkları başka konu­larda olduğu gibi İbadet konusunda da reddetmiştir.[179] Resûl-i Ekrem’in İslâm’­da ruhbanlığın bulunmadığı yolundaki açıklamasının asıl amacı da[180] ibadette aşırılığa saparak dünya işlerinin ih­mal edilmesini önlemektir.

İslâm’da ibadetleri ifa edenlere uhrevî mükâfat vaad edilirken aksine davranan­lar da cezalandırılacakları yönünde uya­rılır. Bu sebeple Mu’tezile âlimleri adalet ilkesini dikkate alarak ibadetin zorunlu sonucunun cennet, ibadetsızliğin sonu­cunun da cehennem olduğunu söylemiş­lerdir. Ancak Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir zorunluluktan söz etmenin yanlışlığı­nı belirtmişlerdir. Bütün İslâm âlimlerine göre ilke olarak ibadet cennet ümidi ve cehennem korkusundan ziyade Al­lah’ın emri olduğu, hatta bundan da öte buyurmamış olsa dahi O’nun ibadet edil­meye lâyık bulunduğu, rızâsını kazanma­ya çalışmanın bir kulluk görevi olduğu için yapılır ve bu şekildeki İbadet en yüksek dindarlıktır. Bu fikir Özellikle tasavvufta âdeta ibadetin vazgeçilmez şartı gibi te­lakki edilmiştir.[181]

İslâmî literatürde ibadetlerin kuralla­rı, vakitleri, miktarları gibi zahirî hüküm ve şartları ayrıntılı olarak fıkıh kaynakla­rında İncelenirken tasavvufta umumiyet­le ibadetlerin derunî, ruhanî ve ahlâkî bo­yutu, kelâmda da ibadetlerin imanla ilgi­si ve âhiretteki sonuçları üzerinde durul­muştur.

Ahlâk

İslâm’dan Önceki Arap toplumu­nun karakteristik özelliği iman ve ibadet bakımından putperestlik, ahlâk bakımın­dan kavmiyetçi dayanışma ruhunu ifade eden asabiyetle aşırı dünyevilik ve hazcı­lık şeklinde özetlenebilir. Bu dönemde ahlâk teriminin karşılığı olarak kullanılan “mürûe” (mürüvvet) kelimesi İslâmiyet’in niyet, amaç ve içerik bakımından ıslah ederek sürdürdüğü cömertlik, cesaret gibi erdemler yanında “mertlik, yiğitlik” şeklindeki sözlük anlamına uygun olarak koyu bir benlik iddiası da taşıyordu. Hat­ta kan davası dahî böyle bir ahlâk anlayı­şının gereği olarak görülüyordu. İlk defa Ignaz Goldziher dönemin edebiyatından örnekler göstererek “câhiliye” kelimesi­nin zihnî anlamda bilgisizliği değil bir tür barbarlığı, hoyratlığı, medenî insanın ahlâkî mâkullüğüne aykırı düşen bir karak­ter tipini ifade ettiğini ortaya koymuştur.[182] Câhiliyenin zıddı konumdaki İslâm kavramının yapı­sında ise hem teslimiyet ve bağlılık hem de barış ve uzlaşma, karşılıklı güven içinde yaşama anlamlan bulunmaktadır. Kur’an’da baştan sona kadar doğrudan veya dolaylı olarak bu iki ahlâk zihniyeti anlatılmakta, aralarındaki derin farklar vurgulanmaktadır. Câhiliye döneminde hilim (ağır başlılık, sabır, hoşgörü) kavra­mının yüksek bir ahlâkı ifade ettiğine ina­nanlar bulunmakla birlikte bu ahlâka, ula­şılması imkânsız bir ide gibi bakılırken İs­lâm dini onu Müslüman ferdin ve toplu­mun hâkim karakteri haline getirmeyi başarmıştır.[183]

Kur”ân-ı Kerîm, Resûlullah’ın yüksek bir ahlâka sahip olduğunu bildirir.[184] Hz. Âişe’nin ifadesiyle onun ahlâkı Kur’an’dan ibarettir.[185] Resûl-i Ekrem de kendisinin ahlâk güzelliklerini tamamlamak üzere gönderildiğini belirtir [186] Bundan dolayı Hz. Peygamber’in Mekke dönemindeki başlıca hedeflerinden biri putperestliğe son ver­mek, diğeri de Allah’a saygı ve insanlara sevgi temeline dayanan bir ahlâkî iliş­kiler düzeni gerçekleştirmek olmuştur. Esasen putperestlik, sadece bâtıl bir dinî inanç değil yüksek bir ahlâkın kurulması­na da başlı başına bir engel teşkil etmek­teydi.[187] İslâm dini, putperestliği kesinlikle reddederek kulların bütün yap­tıklarını eksiksiz bilen ve gören, rahmeti çok geniş, fakat cezalandırması da şid­detli olan Allah inancını yerleştirmekle ahlâkî hayat İçin güçlü bir teme! hazırla­mış [188]böy­lece inananların vicdanına İslâm ahlâkı­nın karakteristik erdemi konumundaki takva kavramıyla ifade edilen Allah’a de­rin saygının ve sorumluluk bilincinin hâ­kim olmasını sağlamıştır. Bu bilinçle müslüman o güne kadar kendi dışındakilerle mücadele ederken kendi nefsinin bencil ve ahlâk dışı eğilimlerine, tutkularına karşı mücadele vermeye başlamıştır. So­nuçta aşırı dünyevîliğin yerini derin bir dinî ve uhrevî sorumluluk şuurunun, İn­sanlar arasında süregeien zıtlaşma ve çatışmaların yerini sevgi ve adalet ilkele­rine dayalı uzlaşma, kardeşlik ve dayanış­ma ilişkilerinin aldığı bir ahlâkî zihniyet ve sosyal yapı oluşmuştur. Başlangıçta daha çok, günah işleme ve Allah’ın aza­bına uğrama korkusu ve kaygısı için kul­lanılan takva kavramı, giderek insan hak­ları konusundakiler de dahil olmak üze­re “Allah’ın bütün yasalarına saygı ve sorumluluk bilinciyle yaşama” biçiminde özetlenebilecek bir anlam zenginliğine ulaşmıştır. Medine döneminde inen Hucurât sûresinde Allah’a ve Peygamber’e saygıdan başlayarak sosyal barışı gerçek­leştirme ve koruma, müminlerin kardeş­liği ilkesine zarar verecek çatışma, alay etme. küçümseme, kovuculuk, suizan gi­bi kötülüklerden sakınma yönünde buy­ruklar sıralanarak bütün insanların aynı ana babadan geldiği, kavim ve kabile farklılıklarının üstünlük sebebi sayılama­yacağı hatırlatıldıktan sonra, “Sizin Allah katında en değerliniz takvada en üstün olanınızdır” (49/13) denilmesi takva kav­ramının ulaştığı anlam genişliğini gös­termesi bakımından ilgi çekicidir.

İslâm ahlâkında insan evrenin en seç­kin varlığı olarak gösterilir; bu da onun gerek bedeni gerekse ruhu ile ferdî var­lığını koruyup geliştirmesini gerektirir. Kur’an’da hem bedenin hem kalbin te­miz tutulması istenir.[189] Bu denge din ve dünya işlerine bakışta da ortaya çıkar. Kur’an yalnız dünyayı arzu edenleri eleştirirken dünya ve âhiretin güzelliklerini birlikte İsteyenleri övgüyle anar.[190] İbadetlerde dahi itidalin korunmasına önem verilir.[191] Bu yaklaşımın sonucu olarak ruhbanlığın reddedilmesinin bir sebebi de evlilik hayatını özendirmektir. İnsan­lık varlığını iki cinsin birleşmesine borç­ludur.[192] Hz. Peygamber, zühd için bekâr yaşamayı tercih eden bir sahâbîye bunun Hıristiyan rahiplerine mahsus bir yaşayış olduğunu hatırlatmış, “bizim sünnetimiz” dediği İslâmî hayat tarzının evlenip aile kurmayı gerektirdiğini belirtmiştir.[193] Kur’ân-ı Kerîm ailenin bir huzur ve sükûn yuvası olması gerektiğine İşaret eder, aile üyeleri ara­sındaki sevgiyi Allah’ın bir lutfu olarak gösterir.[194]

Hz. Peygamber, temelde sosyal ilişkile­rin sevgi ve paylaşma duyguları üzerine kurulması gerektiğini belirtir.[195] İslâm toplumunda iş ve ticaretten siyasî ve idarî hayata ka­dar her alandaki ilişkilerde Müslümanla-nn böyle bir ahlâkı şuurla hareket etmesi gerektiğini bildiren pek çok âyet ve ha­dis vardır. İslâm dini sosya! gerçekliğe bü­yük önem verir. Sosyal hayatın gereği olan ortak münasebetlerin hem Allah’ın rızâ­sına hem de insanların iyiliğine uygun ola­rak sürdürülebilmesi için Kur’an ısrarla adaletin gerekliliğini vurgulamaktadır. Daha sonraki kaynaklarda “müsavat” ke­limesi de kullanılmakla birlikte başta Kur’an olmak üzere İslâmî eserlerde ada­let kavramı eşitliği de kapsar. Meselâ. “Çocuklarınıza verdiğiniz şeylerde ada­letli davranın” anlamındaki hadiste [196] adalet eşitlik demektir. Câhiliye döneminde kendilerini “ahrâr” (hürler, soylular) diye niteleyen üst sınıfın bütün direnmesine rağmen İslâm dini. eşitlik ve adalet ilkelerinden kesinlikle fe­dakârlıkta bulunmadığı gibi bu ilkelerle çelişmeyen mâkul ve meşru bir özgürlük anlayışı da geliştirmiştir. İnsanın özgür­lük hakkını kullanırken meşruiyet sınır­ları dışına çıkmasını önleyici yasal düzen­lemeler getirilmekle birlikte bu hususta en büyük ağırlık kişinin kendi Özgürlüğü­nü yine kendisinin sınırlamasını, gerekti­ğinde özveride bulunmasını sağlayan di­nî ve ahlâkî duyarlılığa verilmiştir. Dinî duyarlılığın esasını, insana “şah damarın­dan daha yakın” bulunan [197] ve onun gizli açık bütün yaptıklarından ha­berdar olan [198] Allah inancı oluşturur. Ahlâkî duyarlı­lık ise doğruluk ve dürüstlük, soğukkan­lılık, ağır başlılık, tevazu, kanaatkârlık, feragat ve fedakârlık, af, sabır, vefa gibi sosyal sonuçlan da olan erdemlerle orta­ya çıkar. Meselâ kötülük edenlere adalet ölçüsü içinde karşılık vermek fert için bir haktır; bağışlama yolunu tercih etmek ise bir ihsan ve dolayısıyla erdemdir.[199] Kur’an. kötülükleri iyilik ve güzellikle karşılamanın düşmanlıkları sıcak dostluklara dönüştüreceğini bildi­rir.[200]

İslâm’ın ortaya çıktığı dönemdeki diğer büyük uygarlıklarda olduğu gibi İslâm’da da kölelik kurumunun bulunması onun belirtilen eşitlik ilkesinde bir istisna teş­kil eder. Fakat İslâm’da kölelerin durumu diğer uygarlıklardakinden çok farklıdır. Meselâ Roma İmparatorluğu’nda efendi, bir şahıs değil bir eşya kabul edilen köle­sinin yaşaması ve öldürülmesi hususun­da mutlak karar yetkisine sahipti [201] İslâmiyet, o günkü milletlerarası şartlar ve karşılıklı ilişkiler­de hâkim telakkiler sebebiyle kölelik ku­rumunu tek taraflı olarak kaldırmamış-sa da köleleştirme yollarını daralttığı, kö­leleri Özgürleştirmeye teşvik edici veya zorlayıcı hukukî ve ahlâkî hükümler koy­duğu gibi kölelerin durumuyla ilgili ola­rak o dönemdeki başka hiçbir uygulamay­la mukayese dahi edilemeyecek derece­de iyileştirmeler yapmıştır.[202]

Sonuç olarak İslâm dini kişiyi, katı ve anlamsız geleneklerin bağlayıcılığından ve kabilenin kendi başına değersiz bir parçası olmaktan kurtarıp inanç, düşün­ce ve eylemlerinin niteliğine göre kendi kendini değerli veya değersiz kılan ger­çek bir şahsiyet haline getirmiştir. Buna göre, “İnanmış bir köle putperest hür bir erkekten, yine inanmış bir câriye putpe­rest hür bir kadından daha değerlidir.[203] Ahlâk bakımından bu kabul, kişinin bağımsız bir değer olduğu ilkesinin ilânından başka bir şey değildir.[204] Böylece kişi kendi tercih ve kararıyla rabbinin merhametli, kerîm ve sevgisi sonsuz bir ilâh olmasını dikkate alarak kendinde de bu yönde üstün bir ahlâk geliştirebilir. Bu mahiyetteki her ahlâkî duygu ve davranış ilâhî bir sıfatın insandaki tecellisi demektir.[205]

İslâm’ın ilk yüzyılında ahlâk genellikle dinî ilke ve kurallara ve bunlarla eğitilen Müslümanlann sağduyusuyla verdiği yar­gılara dayanıyordu. II. (Vlll.) yüzyılın baş­larından itibaren ortaya çıkan siyasî ve kültürel gelişmelerin, başka din ve kül­türlerle tanışmanın sonucunda gerek yöntemleri gerekse problemleri ve yaklaşımları birbirinden farklı ahlâk anlayış­ları oluşmaya başlamıştır. Kelâm ilminde kulların fiilleri daha çok Allah’ın ilim, ira­de ve kudretiyle ilgisi bakımından ele alı­narak insanın irade özgürlüğü ve sorum­luluğu ile eylemlerinin değeri ve sonuçla­rı tartışılmış, tasavvufta en yüksek amaç olan mârifetullaha ulaşabilmek için kalbin arındırılması ve ahlâkın güzelleştirilmesine ağırlık verilmiştir. Felsefede ise genellikle insanın ahlâkî tabiatı ve nefsin ahlâkla ilgili güçleriyle bunlardan doğan erdemler ve erdemsizliklerin tanıtımı, nefsin eğitilmesi, en yüksek amaç olarak saadet ve ona ulaşma yollan, bunun için elverişli olan ve olmayan toplum ve siya­set çeşitleri gibi konular üzerinde durul­muştur.

Tasavvuf

İslâm dini Hint çileciliği, Hıristiyan ruhbanlığı gibi koyu mistik tema­yüllere izin vermez; evlenmeyi, dünya için çalışmayı ve dünya nimetlerinden meşru ve mâkul ölçülerde yararlanmayı tavsiye eder. Bununla birlikte bizzat Hz. Peygamber’in ölçülü bir zühd hayatı yaşadığı, çev­resindekileri de bu hayata özendirdiği bilinmektedir. Ebû Hüreyre, Resûlullah’ın arpa ekmeğiyle karnını doyurmadan bu dünyadan göçtüğünü söyler.[206] Esa­sen dünyanın geçiciliği, asıl ve ebedî ha­yatın ölüm sonrasında bulunduğu şek­lindeki genel yaklaşımın [207] mantıkî sonucu olarak bu hayatın imkân­larını fâni hazlar için kullanmak yerine on­ları ebedî hayattaki kurtuluş için değer­lendirmek gerekirdi. Kur’ân-ı Kerîm, İs­lâm mücahidlerine fetihler sayesinde çok miktarda ganimet elde edeceklerini bil­dirmekte [208] fakat Allah katında daha çok ganimet bulunduğunu da haber vermektedir.[209] Ay­rıca ibadetlerin ve her türlü iyiliğin niyet ve ihlâs gibi kalbî hasletlerle değer kazan­ması, Müslümanın vicdanında derin dinî kaygı ve sorumluluk duygusunun (takva) hâkim kılınması, insanın “hevâ” kelime­siyle İfade edilen nefsinin saptırıcı eğilim ve ihtiraslarına karşı sürekli uyanık bu­lunması, kader ve teslimiyet inancı, uh-revî sorumluluk kaygısı, varlığın derin­den temaşası ve görünenin arkasındaki anlamının kavranması, bütün insanlığın aynı ana babadan gelen bir aile olduğu vb. konulardaki açıklama ve uyarılar, İslâm dünyasında tasavvufun gelişmesine im­kân veren bir zihniyet oluşturuyordu. Bu­nun yanında Hz. Peygamber’den sonra baş gösteren ve giderek yoğunlaşan si­yasî anlaşmazlıklar, iç savaşlar, baskı ve zulümler; Asr-ı saâdet’teki takva, zühd, tevekkül, kanaatkârlık, sevgi, özveri gibi erdemlere dayalı hayat anlayışının yerini bencilliğin, servet ve debdebe tutkularının aldığına işaret eden gelişmeler, baş­tan beri zâhidâne bir hayata eğilimli olan­lar arasında derin kaygılara yol açmıştır. İbn Haldun tasavvufun doğuşunu bu tür uzvî sebeplere bağlamaktadır. Her ne kadar zamanla Hıristiyanlık, Yeni Eflâtun­culuk, Budizm, İran gnostisizmi gibi din ve kültürler İslâm dünyasında tasavvufî hareketlerin yön ve şekil almasında, ta­savvufî düşünce ve hayat anlayışlarının, özellikle felsefî tasavvufun doğmasında geniş ölçüde etkili olmuşsa da hemen bü­tün mutasavvıflarla diğer Müslüman ilim adamları tasavvufun İslâm’ın kendi iç dinamiklerinin eseri olduğunu belirtir; müsteşriklerin büyük çoğunluğu da da­hilî sebeplerin etkisini kabul eder. Hatta Louis Massignon tasavvufun, kökleri ve gelişmesi bakımından devamlı olarak okunan, üzerinde düşünülen ve kendi­siyle amel edilen Kur’an’dan doğduğunu belirtir.[210] Tasavvuf meşruiyetini Kur’an’dan almasa ve onunla uzlaştırıl­ması, onun üzerine temellendirilmesi mümkün olmasaydı marjinal bir anlayış olmaktan daha ileriye gidemez, özellikle toplum tarafından benimsenerek tarikat­lar halinde kurumlaşması mümkün ol­mazdı. İlk dönem zâhidlerinden itibaren mutasavvıfların tasavvufî görüş ve uygu­lamalarını Kur’an’a ve hadislere dayan­dırmaya özel bir önem verdikleri görül­mektedir.

İbn Haldun “ibadete ağırlık vermek, kendini Allah’a adayıp dünya gösterişin­den yüz çevirmek, halkın önem verdiği lezzet, mal ve mevki karşısında zühdü tercih etmek ve halktan uzak durmak” şeklinde özetlediği hayat tarzının esasen ashap ve Selef arasında da yaygın ol­makla birlikte bu anlayışta olanların II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sûfiyye ve mutasavvıfe diye anılmaya başlandığını be­lirtir.[211] Ancak bu isimlerin kullanımının daha sonra yay­gınlık kazandığı bilinmektedir.[212]

İlk zamanlarda bilhassa Basra’da Hasan-ı Basrî’nin çevresinde oluşan zühdî harekette Allah ve âhiret korkusunun ve bundan kaynaklanan hüzün duygusu­nun hâkim olduğu bir tasavvufî anlayış gelişmeye başlamış; Hasan-ı Basrî’nin saygın kişiliği, engin kültürü ve etkili ko­nuşmaları sayesinde bu anlayış Basra’yı aşarak Horasan’dan Mısır’a kadar İslâm dünyasının çeşitli bölgelerine yayılma im­kânı bulmuştur. Ancak kadın sûfî Râbia el-Adeviyye’nin etkisiyle Allah korkusu ve hüzünden çok Allah sevgisini, ümit ve iyimserliği esas alan yine Basra merkezli yeni bir anlayış daha gelişmiştir. Böylece İslâm’ın itikadî konularına dair kelâm il­mi; ibadetler, helâller ve haramlar, hukuk ve siyaset gibi pratik alanlarıyla ilgili olarak fıkıh ilmi teşekkül ederken insa­nın gönül ve duygu dünyasını zenginleş­tirme, derunî ve ahlâkî boyutunu geliş­tirme işlevini de tasavvuf üzerine almış­tır. Başlangıçta tasavvuf bir zihin hareketi değil gönül hareketi olarak ortaya çıkmış­sa da zamanla bu hareketin başlıca iki farklı çizgide geliştiği görülmektedir. Ebû Saîd el-Harrâz, Cüneyd-i Bağdadî, Haris el-Muhâsibî, Serrâc, Kelâbâzî, Kuşeyrîve Gazzâlî gibi mutasavvıfların temsil ettiği Sünnî karakterli birinci çizgi geleneksel İslâm’ı koruma, diğer dinî ilimlerle uyum­lu kalma çabasını sürdürmüştür. Bâyezîd-i Bistâmî, Hakim et-Tirmîzî, Hallâc-ı Mansûr, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr, İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Fârız gibi mutasavvıfların temsil ettiği ikinci çizgi, büyük ölçüde dış kül­türlerden aldığı yeni etkilerle her alanda küllî hakikate ulaşma yetkisini kendinde gören, bu sebeple zaman zaman gele­neksel dinî ve aklî ilimleri küçümseyerek dini, varlığı, evreni, oluşu ve insanı yeni­den yorumlayan ve buna uygun bir hayat felsefesi oluşturan bir düşünce hareketi haline gelmiştir. Buna bağlı olarak baş­langıçta zühd, ibadet, takva, tevekkül, tevessül, fakr, cihad gibi Kur’an ve hadislerde yer alan kavramlar kullanılarak bunlara ruhanî yönü ağır basan, fakat Sünnî gelenekle de çatışmayan anlamlar verilirken bunlara yavaş yavaş bilinen an­lamları yanında gelenekte alışık olunma­yan içerikler de yüklenmeye başlanmıştır. Meselâ Hz. Peygamber’in tevekkül konu­sundaki bilinen tavrına rağmen tevekkül kavramı giderek dünyayı reddetmeye ka­dar varan bir anlam değişikliğine uğra­mış, hatta bazı sûfîler tedavi olmayı dahi tevekküle aykırı görmüştür.[213] Aynı akım tarafından fena, vecd, cezbe, şirb, sekr, gaybet, ittihad, vahdet gibi İslâmî inanç­lara aykırı anlamlar içerdiği gerekçesiyle Sünnî ulemânın, hatta bazı ılımlı mutasavvıfların tenkitlerine yol açan yeni kav­ramlar üretilmiştir. Yine başlangıçta za­hirî amellerle ilgili kitaplara istihfafla ba­kan(HAFİFE ALAN) bu çığırdaki sûfîler, giderek tasavvuf­la bu amelleri birlikte götürmenin gerek­liliği üzerinde duran ılımlı mutasavvıfla­rın eserlerini dahi küçümsemeye başla­mışlardır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bi­le sûfîlerin vasıtasız(MELEK ARACILIĞI İLE DEĞİL DİREKT ALLAH’TAN VAHİY ALDIĞI İDDİASI) bilgisi yanında kita­bî bilginin (KUR’AN’IN) önemsizliğini anlatırken [214] Kuşeyrî’nin er-Risâle’sin­den ve Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kütü’l-kulûb’undan alaylı bir anlatımla söz eder.[215] Zaman zaman siyasî ve içtimaî sıkıntılara da yol açan Hurufîlik, Babaîlik, Kalenderîlik, Haydarîlik, Melâ­mîlik, Abdallık gibi heterodoks akımlar önemli ölçüde teorik temellerini bu mu­tasavvıfların görüşlerinden almışlardır. Ancak bu akımlar Ebû Tâlib el-Mekkî. Kuşeyrî ve özellikle Gazzâlî gibi mutasavvıf­ların çabaları sayesinde, umumiyetle Sün­nî İslâm çerçevesinde kalma sorumlulu­ğunu daima canlı tutan ve bu sayede ge­niş kitlelerce benimsenen tasavvufî an­layışların sahip olduğu seviyede güç ve etkiye ulaşamamıştır. Mustafa Çağrıcı (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)

This entry was posted on Pazartesi, Ekim 6th, 2008 at 08:12 and is filed under ISLAM. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There are currently 2 responses to “İbadet, Ahlak Ve Tasavvuf (Klasik Bilgi)”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Ekim 6th, 2011, ibrahim atmaca said:

    s.a. güzel bir site, buradaki çalışmada kaynakları nereden bulabiliriz acaba..

  2. 2 On Ekim 8th, 2011, admin said:

    Her yazının sonunda alıntılandğı kaynak vardır.

Yorum Yaz