Kuran ve Ramazan
KUR’AN VE RAMAZAN – MUSTAFA İSLAMOĞLU
Zamanı ve insanı yaratanın, vahyi indirenin, zamanı ve insanı vahiyle şereflendirenin adıyla başlarım.
Zaman da, tıpkı insan gibi bir sır yumağı. Zaman yumağının içinde neyi gizlediğini ancak Allah bilir. Yaşanmış zamanın kaydını tutan, yaşanacak zamana dair hayaller kurup planlar yapan yegâne mahlûk insandır.
Zaman, insan ve vahiy…
Üçünün birleştiği nokta “şahitliktir”.
Allah zamana ve onu oluşturan parçalara yemin eder. “Asra yemin olsun… Soluklanan sabaha yemin olsun… Kuşluğa yemin olsun… Gündüze yemin olsun… Geçip gitmekte olan geceye yemin olsun… Şafağa yemin olsun…” Hepsi de vahiy olan bu yeminlerin maksadı, zamanın insana şahit olduğunu hatırlatmaktır. Bu hatırlatmanın bir amacı da insanın zamanı iyi, doğru ve verimli kullanmasıdır. Aksi bir durumda insan kendine ihsan edilen zaman nimetini aleyhine şahit kılmış olacaktır. Bu iki tür ziyandır: Birincisi zaman emanetini zayi etmek suretiyle, ikincisi onu aleyhte bir şahide çevirmek suretiyle.
Zamanı insana şahit tutan Allah, insanı da kendi zatına şahit tutmuştur. Kelime-i şahadet, bu şahitliğin en beliğ ifadesidir. Allah’a şahit olmaya çağrılmak bir şeref, hem de şereflerin en büyüğüdür. Zira Allah’a şahit olmak, şahitliklerin en büyüğüdür ve en büyük olana şahitliktir. En büyüğe şahit olmak, en büyük şerefe nail olmaktır. Zatıyla kaim, öncesiz ön ve sonrasız son, mutlak diri ve sonsuz varlık sahibi Allah’ın insanın şehadetinden elde edeceği hiçbir çıkarı yoktur. O zatına şahit tutmakla insanı onurlandırmak istemiş, ona bahşettiği akıl ve iradenin önüne sonsuz bir ufuk açmıştır. Değil mi ki Allah zu’l-me‘âric, yani “tekamül mertebelerinin sahibi”dir (70:3). İnsana da bu mertebelere yücelmesi için imkânlar sunmuş, fırsatlar bahşetmiştir.
Allah’ın bahşettiği bu yüceliş ve yükseliş imkânlarının en başında vahiy gelir. Vahiy de tıpkı zaman ve insan gibi şahittir. Şahit olduğu içindir ki vahiy kendisini mecîd, kerîm, ‘azîz gibi sıfatlarla takdim eder. Bu sıfatların hepsi de “fâil” (şahit) kipidir. İlahi kelam insana inmiştir ve insan o kelamı taşıyıp taşımadığından dolayı hesaba çekilecektir. Vahiy indiği insanın kendisine karşı davranışı hakkında şahitlik yapacaktır. “Yürüyen Kur’an” olan peygamberin “şahit” (şâhiden) olarak gönderilmesi de vahyin şahadeti bağlamında anlaşılabilir.
Evet, görüldüğü gibi zaman, insan ve vahyin her üçü de şahitlik noktasında birleşirler. Fakat bu üçlüden zaman ve vahiy insana şahittirler, insan ise Allah’a şahittir. İşte insanı müstesna kılan da budur. Bu yüzdendir ki zaman ve vahiy insan için, insan ise Allah içindir. İlahi hiyerarşi budur. Zamana mahkûm olmak ve maruz kalmak bu hiyerarşiyi bozmaktır. Zira bu durumda “zaman insan için” olmaktan çıkıp “insan zaman için” olmuş olur. Bu ise ilahi hiyerarşiyi bozmak, eşrefiyet listesine müdahale etmektir.
Şöyle bir sual gelebilir akla: “Bu hiyerarşide zamanın ve vahyin yeri neresidir?”
İşte Ramazan bize zımnen bu sualin cevabını verir. Bu cevabı vermesi için, Ramazan ayının değerini nereden aldığını ifade eden şu âyeti hatırlamamız şarttır:
“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlığa rehber olan (hidayet), bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan (beyyinât) ve hakkı batıldan ayıran (furkân) Kur’an işte bu ayda indirilmiştir: Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun; hasta ya da yolcu olan kimse de başka günlerde iade etsin! Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez; oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister” (2:185).
Bu âyet, Ramazan ayını müstesna kılan sebebi açık ve net olarak gösteren âyettir. Bu sebep Kur’an’ın bu ayda indirilmeye başlanmasıdır. Bu hakikati Kadr sûresinin ilk âyeti de teyit eder. Ramazan Kur’an’ın doğum ayıdır. Kur’an vahyinin doğum günü olan Kadir Gecesi, Ramazan ayının içinde bir gecedir. Bu gerçek, Bakara sûresinin 185. âyetiyle Kadr sûresinin 1. âyetinin karşılaştırmalı okunması sonucu açık ve net olarak ortaya çıkar. Bu demektir ki, eğer Kur’an’ın indiği Kadir Gecesi Ramazan ayı içerisinde bir gece olmasaydı, Ramazan ayı kutsiyet ve bereket kazanmayacaktı. Ramazan tüm kutsiyet ve bereketini, vahyin inmeye başladığı geceyi içerisinde barındırdığı için almıştır.
Bu kutsiyet ve bereketin büyüklüğünü Kadr sûresi beyan eder:
“Elbet onu kadir-kıymet gecesinde Biz indirmeye (başlamışızdır).
Bilir misin o kadir-kıymet gecesi nedir?
O kadir-kıymet gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.
Melekler, vahiyle beraber o gece inerler de inerler, Rablerinin izniyle, hayatın her alanına dair tarifsiz bir mutluluğun (formüllerini getirirler); bu durum, şafak atıncaya kadar sürer” (97:1-5).
İndiği geceyi-günü bir ömre bedel kılan vahiy, indiği ayı da “Ayların Sultanı” olan Ramazan ayı kılmıştır. Ramazan “sözlerin sultanı”nı getirmeseydi, “Ayların Sultanı” olamazdı. Bu mübarek sûre muhatabından şu tesbit ve itirafı yapmasını ister: “İndiği geceyi bir ömre bedel kılan vahiy, benim hayatıma inerse, her günümü bir ömre bedel kılar. İçine vahiy inmiş bir ömrün bedeli ise yalnızca cennet olabilir!”
Demek ki, kutsiyet ve bereketin sebebi zaman değil vahiydir. Vahyin sebebi hidayet, yani “rehberlik”tir. Hidayetin sebebi ise tüm vahiylerin vasfı olan beyyinât ve furkân’dır. Beyyinât, “savunulan hakikati isbatlamak için yeterli olan apaçık belgeler” anlamına gelir. Furkân ise “iyiyi kötüden, hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden ayırmaya yarayan nitelik veya yetenektir”. Ramazan orucunu emreden Bakara 185. âyette Kur’an işte bu iki vasfıyla takdim edilir. Bu boşuna değildir. Zira vahiy muhatabına rehberlik etme (hidayet) amacını ancak bu iki vasfı sayesinde gerçekleştirir. Bunların birincisi olan beyyinât Kur’an’ın kendisinde olup karşısındakine sunduğu, ikincisi olan furkân ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Sadece Kur’an’ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl furkân olma vasfını kazanır. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan bir göz ancak beyyinât’ın delalet ettiği hakikatleri yerli yerinde görür ve kavrar.
Bütün bunların ardından sorulması gereken can alıcı soru şudur: Kur’an’ın doğum ayı olan Ramazan’ın ihyası neden oruç olarak teşri kılınmıştır? Bir başka ifadesiyle: Kur’an’ın doğumu neden oruç suretinde kutlanmaktadır?
Bu can alıcı sorunun cevabı, aynı zamanda vahyin, onu anlamanın ve hayata aktarmanın da anahtarıdır.
Farsça “gün” anlamına gelen rûze’nin Türkçeleşmişi olan “oruç”un Kur’an lisanındaki karşılığı savm’dır. Savm, hem “tutmak” hem de “terk etmek” anlamını ihtiva eder. Kelimenin kök manası “yeme ve içmeden kesilmek, ağzı kapalı olmak, içine ilave bir şey almamak”tır. İştikak-ı ekberde “mutlak bütün, eksiksiz ve tam” anlamına gelen ilahi sıfat es-Samed, değeri sabit olduğu için altın anlamına gelen sâmit, yekpare ve som kaya anlamına gelen samed, ağzı kapalı olduğu için susmak anlamına gelen summ ve kuvvet ve cazibe merkezi manasındaki samd ile akrabadır.
Savm, “tutmak”tır. Lisanımızda “oruç tutmak” deriz. Namazı “kılarız”, abdesti “alırız”, zekâtı “veririz”, kelime-i şehadeti “getiririz”, hacca “gideriz”, orucu ise “tutarız”. Türkçemizdeki “tutma” oruç manasındaki savm’ın tam mukabili olmak hasebiyle, “oruç tutmak” tabiri “tutmayı tutmak” gibi bir karşılığa denk gelse gerektir.
Oruç tutmak, başta orucun tarafını tutmaktır. Yani, “Ben oruçtan yanayım, ben orucun tarafındayım!” demektir.
Oruç tutmak kendini tutmaktır. Başımıza ne geliyorsa kendimizi tutamadığımız için gelir. Günahların kökeni, öfkesini tutamamak, nefsini tutamamak, şehvetini tutamamak, dilini tutamamak vb. gibi sebeplere dayanır. Kişi orucu ne kadar tutarsa, oruç da kişiyi o kadar tutar. Kim orucun başını dik tutarsa, oruç da onun başını dik tutar. Oruç onu kula kul olmaktan koruyan bir kalkan, kulu kul edinmekten koruyan bir akıl olur. Bu anlamıyla oruç “aç kalmak” değil “beslenmek”tir. Aç bırakılan bedendir. Bunun anlamı insanın maddi yanının “ikincil” olduğunu vurgulamaktır. Birincil olan yanı akleden, düşünen, hatırlayan, öğüt alan, inanan, değer üreten, iyiyi kötüden ayıran yanıdır.
Kur’an’ın doğum ayı olan Ramazan’ın bedenin aç bırakılarak ihya edilmesinin nedeni burada ortaya çıkmaktadır. Bu neden, mü’minin akli ve ruhi melekelerini tahrik ve teşvik ederek onun anlama ve düşünme yeteneğini artırmaktır. Bunun Kur’an’la alakası açıktır: Bu suretle vahyin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmak. Zaten vahyi “okumak” da budur. Zira okumaktan maksat anlamaktır. Bir şey anlaşılmıyorsa, aynı zamanda okunmuyor demektir. İkra’ emri ilahisi, “oku” emrinden ayrı olarak bir de “anla” emrine muhtaç değildir. Okuyup anlamayı birlikte içerir. Alak sûresinin ilk inen âyetlerinde okumaktan maksadın “öğrenmek” (ta’lim) olduğu 4 ve 5. âyetlerde sarahaten ifade buyrulmuştur. İlk inen ikinci sûre olan Müzzemmil’deki Kur’an’ı tertil ile okuma emrinin gereği de budur. Tabi ki anlamaktan maksat yaşamaktır. Ne var ki, bir mesaj anlaşılmadan yaşanamaz.
İşbu nedenle Ramazan Kur’an ayıdır. Ramazan bize Kur’an’ı getirdiği için Ramazan’dır. Ramazanlarımız Kur’an’ı okuduğumuz, anladığımız, yaşadığımız ve yaşattığımız kadar mübarektir.
Elbet Kur’an’la ilişki Ramazan’a hasredilemez. Zaten Ramazan, vahyin Kur’an’ın “indiği” değil “inmeye başladığı” aydır. Kur’an bir Ramazan gecesi olan Kadir Gecesi inmeye başlamış ve bir neslin hayatını inşa edecek kadar uzun bir süre inişini sürdürmüştür. Vahyin etkisi indiği yıllarla sınırlandırılamaz. Her zaman ve zeminde indiği günkü gibi sayısız kadın ve erkeğin yüreğine hükmetmeye devam edecektir.
Vahiy ilahi bir inşa projesidir. Amacı, kendisiyle inşa olmuş insanlar aracılığıyla hayatı inşa etmektir. Ramazan’ın etkisi de tıpkı vahiy gibi sadece bir ayla sınırlandırılamaz. Ramazan getirdiği mana iklimini mü’min muhatabının tüm ömrüne yaymak ve onun ömrünü Ramazan kılmayı amaçlar.
Unutulmaması gereken hakikat şudur: Ömrü Ramazan olanın âhireti bayram olur. O bayram cennetin ta kendisidir. Böyle birinde Ramazan şu sözü söyleme şuurunu inşa eder: Küfre, şirke ve zulme karşı orucumu bozarsam, keffaretim cehennem olsun!
Mustafa İSLAMOĞLU, Kurani Hayat, SAYI-02 Ramazan 2008-09
http://kuranihayat.com/content/kur%E2%80%99-ve-ramazan-mustafa-islamo%C4%9Flu
ORUÇ VE RAMAZAN ÂYETLERİNİN TEFSİRİ – MUSTAFA İSLAMOĞLU
Oruç Ruhun Beslenmesidir
Bakara Sûresi’nin 183 îlâ 187. âyetleri, doğrudan oruç ve Ramazan’la ilgilidir. Bu âyetlerin hemen öncesinde vasiyet hukukuyla ilgili âyetler yer alır. 168. âyetle başlayan ve tüm insanlığa ilahi bir öneri olan hukuki kurallar olması hasebiyle bu iki konu arasında dolaylı bir ilişki mevcuttur. Oruçla ilgili pasajın öncesinde yer alan kısas ve vasiyet âyetleri ağırlıklı olarak insan-insan ilişkileriyle ilgiliyken, oruç ve onun incelttiği yüreklerin Allah’a yolladığı davetiye demeye gelen dua âyetleri ise insan-Allah ilişkileriyle ilgilidir.
2/183: “Ey îman edenler! Oruç, tıpkı sizden öncekilere olduğu gibi size de yazıldı; belki bu sayede takvaya erersiniz.”
“Ey îman edenler!” diye başlayan bu âyet, “iman” iddiasında bulunanları iddialarını isbata çağırıyor. Zira ellezîne âmenû, mu’minîn’den farklı olarak Kur’an’da genelde kişinin kendi iddiasına dönük olarak kullanılır. Mu’minîn ise genellikle Allah’ın imanını kabul ettikleri için kullanılır. Âyet, mü’min muhatapların iman iddialarını isbat için bir ‘teklif’le geliyor: Oruç.
Oruç: Orucun Arapça karşılığı savm’dır. “Sükunet, hareketsizlik, tutmak, el çekmek” anlamlarına gelen savm’ın şer’i anlamı şudur: “Allah rızasını amaç edinerek her yıl ay takviminin 9. ayı olan Ramazan ayında, aralıksız olarak, şafak vaktinden günbatımına kadar yemek, içmek ve cinsi münasebetten uzak durmak.” Mekkî sûrelerde yalnızca bir yerde Hz. Meryem’in öyküsünün nakledildiği yerde onun ağzından “Ben Rahman’a oruç adadım” (19:27) cümlesinde geçer. Söz konusu orucun susmayı da kapsadığı âyetin bağlamından anlaşılmaktadır. Orucu farz kılan ilk âyet Medine’de, tahminen hicretin ikinci yılında inen bu âyettir.
“…tıpkı sizden öncekilere olduğu gibi”: Bu âyet, İslamî hükümlerin zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekmekte ve tüm semavi şeriatların ortak noktalarından birinin de oruç olduğunu ortaya koymaktadır. Elimizdeki Tevrat’ta orucu farz kılan her hangi bir emir yer almamaktadır. Fakat oruç ve oruçlu övülmektedir. Hz. Musa 40 gün oruç tutmuştur. Yahudiler Kudüs’ün tahrib edilmesinin yıldönümlerinde her yılın bir haftasını oruçlu geçirirler, ayrıca Ağustos ayının bir gününde de oruç tutarlardı. Yahudiler ayrıca 7. ayın onuncu günü oruç tutarlar buna da “aşûrâ orucu” derlerdi. Yine elde bulunan resmi İncillerde de oruç emrine rastlamıyoruz. Ne ki, Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkış gününü yâd için oruçlu geçirdiğine inanılan Fısıh Bayramı gününü Hz. İsa da oruçla geçirmiştir. Hıristiyan geleneğinde bu gün “diriliş günü” adıyla bayram olarak kutlanır. Ayrıca Hıristiyanlıkta mezheplere göre değişen et orucu, balık orucu, yumurta orucu, süt orucu, konuşma orucu gibi oruçlar da vardır.
Oruç çoktanrılı dinlerde de yer alır. Bunun nedeni, belki de bu inanışlara kadim ilahi dinlerden geçmiş olması veya bu inanışların kökeninin semavi olmasıdır. Eski Mısır’da oruç tutulurdu. Oradan Yunan’a geçti. Eski Yunan’da oruç özellikle kadınlara şart koşulurdu. Roma’da da oruç tutulduğunu biliyoruz. Hindu inanışında oruç hâlâ en büyük ibadet olarak yer almaktadır.
Özetle oruç insanlığa açılmış ilahi bir kredidir. Oruç tutan bir mü’min, insanlıkla yaşıt bir kervana dâhil olmuştur. Bu kervanın cihanşümul adı “insanlıkla yaşıt iman ailesi”dir. Oruç üzerinden her mü’min o kutlu aileye mensubiyet ilan etmektedir.
Bu ümmetin tarihinde oruç ilk kez bu âyetin inişinden önce “âşûrâ orucu” olarak tutulmuştur. Bu konuda hadis ve siyer kaynaklarında birçok rivayet yer alır. İşte onlardan biri: “Nebi Medine’ye gelince Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü ve onlara “Bu nedir?” diye sordu. Onlar “Bu Allah’ın İsrail oğullarını Firavun ve avenesinin şerrinden kurtardığı mutlu bir gündür, Musa onu oruçla geçirirdi” dediler. Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurdu: Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” Ve bize o gün oruç tutmayı emretti.” (Buhari, M. Ensar 52, Savm 69; Müslim, Sıyam 19/127, 125; Ebu Davud, Savm 63; Tirmizi, Savm 48 vd.) Bu gibi rivayetlerden de anlıyoruz ki, oruç da diğer ibadetler gibi aşama aşama (tedricen) farz kılınan bir ibadettir. Bu tesbit sahabeden Muaz b. Cebel’e aittir. Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve daha başkalarının naklettiği rivayete göre Hz. Muaz şöyle der: “Namaz ve oruç son şekline tedricen ulaştı. /…/ Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği sıralarda her ay üç gün oruç tutar, ayrıca Muharrem’in 10. günü de oruç tutardı. Daha sonra Allah bütün Ramazan boyunca oruç tutmayı emretti. Fakat dayanabildiği halde oruç tutmayan bir kimsenin fidye olarak bir günlük oruca karşılık bir fakiri doyurmasına izin verdi. Sonraları bir günlük oruç için bir fakiri doyurma müsaadesi, mazereti olmayan kişileri dışarıda tutarak yalnızca yolculuk vs. gibi mazereti olan kimselere has kılındı” (ed-Dürrü’l-Mensur I, 427).
“…yazıldı”: Âyetteki “yazıldı” (kutibe) lafzı, “farz kılındı” (furida) anlamında alınmıştır. Fakat bu ikisi arasında nüans olsa gerektir. Öyle denilmek istenseydi öyle denilirdi. Kaldı ki, farada kökenli kelimeler Kur’an’da kullanılmıştır. “Yazıldı” fiili zımnen, orucun insanın ve insanlığın çağları aşan yazgısı kılındığını beyan eder. Bunu diğer şeriat ve inanç sistemlerine ait tarihi veriler de doğrulamaktadır. Bu âyet, İslamî hükümlerin zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekmekte ve tüm semavi şeriatların ortak noktalarından birinin de oruç olduğunu ortaya koymaktadır. Oruç insanlığa açılmış ilahi bir kredidir.
“belki bu sayede takvaya erersiniz”: Bu cümle oruç emrinin nihai amacını ele vermektedir. Bu emrin illeti ise üç maddede özetlenebilir:
1) Allah’ın insanlığa bir rehber ve ışık olarak gönderdiği Kur’an mesajının doğumunu kutlamak. Kur’an’ın şehadetine göre bu mesaj ilk kez Mekke’de, hicretten yaklaşık 13 yıl önce bir Ramazan ayında indirilmeye başlamıştı. Ramazan, Kur’an’ı getirdiği için kutlanmaya layık bir aydı, yani Kur’an ayı. Kur’an’ın elinden tutup gelen Ramazan’ı mü’minler oruçla bir şükran ayına çevirdiler. Oruç, Kur’an’ı gönderen Allah’a kulca bir teşekkürdü. Oruç tutan her Müslüman Kur’an’ın doğum gününü kutluyor demekti. Oruç tutarak Kur’an’ın doğum gününü kutlayan her mü’min kendi kendisine şu soruyu sormalıdır: Doğum gününü kutladığımız Kur’an’ı hayatımızda diriltememişsek, durumumuz, ölümüne göz yumduğu çocuğun doğum gününü kutlayan birinin durumuna benzemez mi?
2) Kur’an’a layık biri olabilmek için etkili bir nefis terbiyesi ve ruh tezkiyesi sağlamak. Orucun, insan tekinde gerçekleştirdiği derinliğine bir operasyondu bu. Oruç bedenin aç bırakılmasından çok ruhun beslenmesidir. Ruhu bedeninden zayıf olanların ruhuna tensel hazları ve beşeri arzuları hükmeder. Bu durum sürücünün atları arabaya bindirip kendisini atın yerine koşmasına benzer. Oruç yüreğe doğru yapılan zorlu bir yolculuktur; sevgi ve nefretin, iman ve inkârın, red ve kabulün merkezi olan yüreğe. Bu yolculukta insanın en büyük kazancı kendini bilmektir. İşte “belki bu sayede takvaya erersiniz” cümlesinin arkasında yatan anlam da budur. Bunun açılımı, orucun insandaki sorumluluk bilincini artırması, onu Rabbine, kendine, insanlara, tabiata ve eşyaya karşı daha sorumlu davranmaya itmesidir.
3) Zengin-yoksul, bây u geda, işçi-patron demeden her insana açlık ve susuzluğu tattırarak toplumdaki aç ve susuzların, açık ve uykusuzların acısına tüm mü’minleri ortak etmek ve onlara bu gerçeği yaşatarak kavramalarını sağlamaktır. Bu, orucun sosyal illetidir. Her ibadet gibi orucun da çift kanadı vardır. Biri bireyden Allah’a, diğeri bireyden topluma uzanır. Bu iki kanattan biri eksik veya kırık olursa oruç kuşu menziline uçamaz. Orucun sosyal gerekçesi orucun fertten topluma uzanan kanadıyla ilgilidir. Âyetin sonunda yer alan ve “sorumluluk bilinci”ne delalet eden takva’ya yalnız Allah’a karşı sorumluluk değil, bu sayede topluma karşı sorumluluk da girmiş olur.
2/184: “Sayılı günlerde… Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutmadığının sayısı kadar diğer günlerde (tutar). Gücü yetenler üzerine de bir yoksulu doyuracak fidye verme yükümlülüğü vardır. Kim daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur; zira eğer bilirseniz, oruç tutmak kendinize iyilik etmektir.”
“Sayılı günlerde…” Bu cümle bir önceki âyetin devamı olarak okunabileceği gibi, iki âyet arasındaki bir ara cümle olarak da okunabilir. Her halükarda öncesiyle bağlantılı bir cümledir. Oruç emrinin ucu açık bir emir değil “belirli, sınırlı ve sayılı” günleri kapsadığını ifade eder. Belirsiz olması, söz konusu “sayılı günleri” oluşturan Ramazan ayının ay yılının her yıl on gün atarak 33 yılda bir çevrimini tamamlayan seyyal yapısını ifade içindir. Bazen 29 bazen de 30 çeker. İbaredeki belirsizlik, ihtimalin birden çokluğuna delalet eder.
“Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutmadığının sayısı kadar diğer günlerde (tutar).” Sayılı günlerde oruç tutma emrini hasta ve yolcular (ve benzeri durumda olan diğer kimseler) için esneten bir ruhsatı ifade eder. Hasta ve yolcular için verilen bu ruhsat, bu ruhsatı uygulayanın orucunun sevabından bir şey eksilmeyeceğine de delalet eder. Şu sual de bu âyet bağlamında cevaplanmalıdır: Ramazan’da özürsüz olarak kasten oruç yiyen birine ne lazım gelir?
Böyle biri bir farzı terk ettiği için haram işlemiştir. Zira ilahi bir emri özürsüz terk etmek haramdır. Dolayısıyla günahkâr olmuştur. Tevbe etmeli ve ayrıca terk ettiği farzı kaza edip telafi etmelidir.
İkinci sual şudur: Böyle birinin 60 gün keffaret tutması vacip midir, değil midir?
Mezhepler bu konuda ihtilaf etmiştir. Yeme ve içme ile bozulan oruç için İmam Azam Ebu Hanife ve İmam Malik keffaret gerekir demişlerdir. Bu hükmün Kur’an ve sünnetten açık delili olmadığı için de, aşağıda serdedeceğimiz hadisten bu hükmü “kıyas” yoluyla çıkarmışlardır. Burada bizzat Hanefi ve Maliki mezheplerinin kendi koydukları “Kefaretler ve hadler hususunda kıyas caiz değildir.” usul kuralına uyulmamış olduğu, bu meselede bu iki mezhebin kendi kurallarını ihlal ettiği bir not olarak düşülmelidir. Fakat bu iki imamın aksine, İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel kasten yiyip içerek oruç bozana keffaret öngörmemişlerdir. Delildeki illetin hususiliğine hükmedip, iki bozma türü arasında illet birliği olmamasından ve büyük farktan dolayı kıyasa gerek olmadığı sonucuna varmışlardır. Beri yandan dört imam da, aşağıdaki hadisten yola çıkarak cinsi münasebetle kasten bozulan oruca keffaret gerekeceğinde ittifak etmişlerdir. Mezhep imamlarının vardıkları bu hükümleri delillerden yola çıkarak tahlil edelim:
Kur’an’da kasten tutulmayan veya tutulmuşken kasten bozulan orucun kefaretine dair her hangi bir hüküm yoktur. İmamlar da delillerini hadisten almışlardır. Bu delil Ebu Hüreyre’den nakledilen şu hadistir: “Nebi’ye bir adam gelerek “Helak oldum ya Rasulallah!” dedi. Allah Rasulü ona “Seni ne helak etti?” diye sordu ve “Ramazan gün(düz)ü hanımımla yattım” cevabını aldı. Allah Rasulü “Bir köle azad edecek kudretin var mı?” sorusuna “Hayır!” cevabı aldı. Bunun üzerine “Öyleyse, iki ay aralıksız oruç tutabilir misin?” diye sordu? Adam yine “Hayır!” dedi. Bu kez “O halde altmış yoksulu doyurabilir misin?” diye sordu. Adam ona da “Hayır!” dedi ve oturdu. Allah Rasulü içinde hurma dolu bir zenbil getirtti ve ona uzatarak “Bunu fakirlere sadaka olarak ver!” dedi. Adam “Şu iki kayalık arasındaki vadide (Medine’de) benden daha fakiri yok ki!” dedi. Allah Rasulü bunun üzerine azı dişleri görününceye kadar güldü ve ardından “Haydi al da git ve bunu ehline yedir” dedi. (Buhari, Savm 30, Keffârât 2-4, Hîbe 13; Müslim, Sıyâm 81.) Bu hadisi ayrıca Ahmed b. Hanbel (II, 241, 517), Ebu Davud, Tirmizi (Savm 28), Nesâî ve İbn Mâce (Sıyâm 4, 14) de senetleriyle nakletmişlerdir. İbareler arasında farklılıklar olsa da mana birdir. Hadisin sıhhatinde şüphe yoktur. Fakat bazen hadisi nakleden olayın ayrıntısını bilmediği veya atladığı için, hadisin sebeb-i vürudu anlaşılmamakta, bu da hadisin hiç alakası olmayan bir konuya mesnet kılınmasına yol açmaktadır.
Hadiste geçen üç aşamalı keffaret hükmünü Kur’an’ın içinde aradığımızda Mücadile Sûresi’nin 2-4. âyetleriyle karşılaşıyoruz. Hadistekiyle aynı keffaret hükmünü içeren bu âyetlerin konusu Ramazan orucunu bozma değildir. Karısını anasına benzetme yoluyla bir tür geçici veya kalıcı boşama olan geleneksel “zıhar yemini”dir ve üçlü keffaret de “zıhar keffareti”dir. Bu durumda şu sonuç çıkmaktadır: Kur’an’da zıhar yemini için öngörülen keffaretin aynısı hadiste bozulan Ramazan orucu için öngörülmektedir. Bu ikisi çok farklı iki durumdur. Birbiriyle münasebeti de yoktur. Acaba öyle mi?
Müsned’deki hadis şöyle: “Seleme b. Sahr el-Ensari şöyle anlatır: “Cinsel gücüm çok yüksekti. Ramazan girdiğinde gecemde bir şeyler olurdu. Gündüz oluncaya kadar kendimi tutamam da koynuna atılırım korkusuyla Ramazan geçinceye kadar cismen ayrılmak suretiyle karıma zıhar yaptım. Bir gün bana hizmeti sırasında bedeninden bir yer açıldı. Ben de dayanamayıp üzerine atıldım ve beraber oldum. Hemen aileme koştum ve durumumu anlattım. “Beni Peygamber’e götürün durumumu anlatayım” dedim. “Yemin ederiz ki biz seni götürmeyiz, (kabilemiz) hakkında âyet inmesinden korkarız, ola ki Nebi ağırımıza gidecek bir şeyler söyler. İstersen sen git, münasip olanı yap!” dediler. Çıktım Nebi’ye varıp durumumu anlattım. Üç kez bunun gerçekten böyle olduğunu bana teyit ettirdi. “Sabrederim, Allah’ın emrini bana uygulayınız” dedim. “Bir köle azad et!” dedi. Ben de elimle boynumu gösterdim ve “Şu boynumdan başka mülküm yoktur” dedim. “O halde aralıksız iki ay oruç tut!” dedi. Ben de “Ya Rasulallah! Bütün bunlar oruçtan dolayı başıma gelmedi mi?” dedim. “O halde sadaka ver!” dedi. Bu kez ben de “Yemin ederim geceyi aç geçirdik” dedim. Nebi “O halde sadaka sahibi Zureyk oğullarına git! Vermeleri gereken sadakayı sana versinler. Aldığından altmış yoksula altmış ölçek hurma yedir, kalanını da ailenizle birlikte siz yiyin. Adam akrabalarına dönerek “Sizde sıkıntı ve kötü fikir, fakat Allah Rasulü’nde genişlik ve bereket buldum, bana sadakalarınızı vermenizi emretti: Bana onları veriniz!” dedim ve verdiler.” (İbn Hanbel, Müsned IV, 37; Ebu Davud II, 256).
Buhari ve Müslim’in naklettiği hadisle Ahmed b. Hanbel’in bağlamıyla ve isimleriyle birlikte naklettiği hadisin aynı olduğunu İbn Ebi Şeybe ve İbn Hacer (Bulûğu’l-Meram) gibi tahkikçiler tesbit etmişlerdir. Bu sonucu keşfeden üstad Musa Carullah, sonuçtan yola çıkarak şu hükme varır: “Zıhar olayı ile karşılaşmamış olan, oruç bozmanın risalet-i nebeviyye devrinde vukuuna kesin bir delil yok iken nakl kılınmış bu hadislerin hiçbiri iftar kefaretine delil olamaz; zira o hadislerde öngörülen keffaret zıhar keffaretidir. Zıhar keffareti Mücadele Sûresi’yle sabittir. /…/ Keffaret zıhar keffareti ise bu defa oruç bozma suçu keffaretsiz kalır. Bu fikrimi, hadislerle nakl kılınmış müteaddit hal karineleriyle teyit edebilirim.” (Uzun Günlerde Ruze, çev: Y. Uralgiray, Ankara, 1975, s. 316-317).
“Gücü yetenler üzerine de…” Lâfzî anlamı budur. Bu ibare üzerinde kimi zaman zorlamalara kadar varan çok çeşitli yorumlar yapılmıştır. Taberi bu ibarenin üç farklı anlamda ve iki ayrı formda okunduğunu birçok rivayet sıralayarak aktarır:
1) Çoğunluğun kabul ettiği gibi yutîkûne (-ona- gücü yetenler) okuyanlar, bu âyeti oruç ibadetinin aşama aşama son şeklini aldığı görüşünde olanlardır. Buna göre ilk dönemlerde, oruç tutmaya gücü yettiği ve mazereti olmadığı halde tutamayanlara bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri emredilmiş, bir sonraki âyette yer alan “Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun” emriyle bu izin mazeretsiz olandan kaldırılıp yalnızca hastalık ve yolculuk gibi durumlara has kılınmıştır. Yukarda naklettiğimiz Muaz b. Cebel hadisi de orucun farz kılınışındaki bu aşamalılığı teyit eder. Taberi, bu âyetin tefsirinde Amr b. Mürre’den gelen bir haber nakleder: “Araplar oruç tutmaya alışkın bir toplum değillerdi. Oruç emri onlara çok zor geliyordu. İlk dönemde oruç tutmak istemeyen onun yerine bir yoksulu doyuruyordu. Sonra “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki…” (2:185) âyeti indirildi. Bu âyetle oruç tutmama izni sadece hastalık, yolculuk gibi mazereti olanlara hasredildi. Biz ise kesin olarak oruçla emrolunduk.” (Taberi II, 138)
2) İbn Abbas ve Hz. Aişe yutavvikûnehu şeklinde okumuşlardır. Bu durumda anlam “onu tutmakta zorlanan, takat yetiremeyen” şeklinde olur.
3) Yine İbn Abbas’tan nakledilen ve meşhur okuyuşun aynı olan rivayetlerde yutikunehu’ya verilen anlam yutavvikunehu’ya verilen anlamın aynı kabul edilmiştir. Bu rivayetlerin kimisinde bu cümlenin hükmü iptal edilmiş (mensuh) kabul edilirken, İbn Abbas’tan, “Bu âyet mensuh değildir” görüşü nakledilir. Bu görüşe dayanarak günümüz mealcilerinden bazıları bu kelimenin önüne metinde olmayan bir lâ ekleyerek “güç yetiremeyenler” anlamını elde etmişlerdir. Bu metindeki mananın tam tersidir. Ebu Hayyan buna şöyle itiraz eder: “Hatadır, zira şüphe karıştırmaktır (telbis); görmüyor musun ki metinden ilk anlaşılan olumlu bir fiil olmasıdır. Ve lâ’nın önce hazfedilip sonra varmış gibi okunması yemin dışında caiz değildir.” (el-Bahru’l-Muhît)
4) Yine İbn Abbas bu âyetin artık oruç tutamayacak durumda olan yaşlılarla ilgili hükmü beyan ettiği görüşündedir (Buhari, Tefsir, Bakara, 25.)
Yutîkûnehû’ya yestatî’ûnehû manası vermek bizce de yanlıştır. Zira tâka, “gayretin en üstünü ve ihtimalin son noktasıdır” (Krş: 2:249, 286). Hem zaten güç yetiremeyenden oruç düşer. Zira teklîf-i mâ lâ-yutak (güç yetirilemeyen bir şeyi emretmek) muhaldir. Bu bir hakikattir. Bakara Sûresi’nin 286. âyetindeki duada bu hakikat dile gelir.
Âyette emredilen fidye “gücü yeten” üzerinedir. Fakat burada kapalı kalan “gücü yetenlerden” kastın kimler olduğudur. Bir de, neye gücü yetenler? Oruca mı, fidyeye mi, kazaya mı? Zamirin orucu göstermesi uzağı göstermesidir ki, bunun için karine gereklidir. Buradaki zamir hemen öncesindeki cümleyi gösterir. Bu durumda mana “kaza etmeye gücü yetenler üzerine bir yoksulu doyuracak fidye gerekir” olur. Burada mukadder sual şu olur: “Kazası olanlar, kaza ile beraber bir de fidye mi verecekler, yoksa kaza orucu yerine mi fidye verecekler?” Yutîkûnehû kelimesinin konuşlandırıldığı yer bu iki anlama da açıktır. Âyetin devamı iki manayı da desteklemektedir. “Kim daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur” ifadesinde “daha fazla” olana teşvik vardır. Bu hayır ya “daha fazla yoksulu doyurma” veya “bir yoksulu daha fazla doyurma”dır. Eğer âyetin son cümlesi olmasaydı ve ‘alellezine yutîkûnehû’yu sadece “kaza ile beraber bir de fidye vermek” manasına hasredebilirdik. Zira fidye, zamanında tutulamayan orucun eksilen sevabını tamamlamak içindir (Krş: 2:196). Lakin âyetin sonundaki “ama –eğer bilirseniz- oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” ifadesinde kişinin tercihine zımni bir atıf vardır. Bu takdirde manayı “kaza ile birlikte fidye”ye hasretmek doğru olmaz. Neticede şu manaya ulaşılır: kaza ile birlikte gücü yeten üzerine fidye vermek, fidyesiz kazadan veya kazasız fidyeden daha hayırlıdır; kazayla birlikte fidyeye gücü yetenlerin ikisini birden yapmaları, birini yapmalarından daha hayırlıdır. Allahu a’lem.
Aslında bu âyet, Kur’an’ın icazından bir parça olan eksiltili ve çok çağrışımlı üsluba güzel bir örnektir. Kur’an’ın tüm âyetlerinin tek ve sabit bir anlamı olması gerektiği gibi bir saplantı, ne dilin mantığına, ne Kur’an’ın icazına, ne de Allah’ın maksadına uygundur. Kimi zaman bir âyet birden çok hakikate vurgu yapar. Bazen bir zamir birden çok merciye ait olur. Kur’an’da bazı edatlar hem önündeki kelimeyi hem ardındaki kelimeyi ‘görürler’. Bunun en tipik örneği bu âyetteki hû zamiridir.
Özetle, biz bu ibarenin birincil ve lafzi anlamı olan “gücü yetenler” karşılığını, ibaredeki “hu” zamirinin de hem ta’âmu miskin’e (yoksulu doyurma), hem de “oruca” gittiğini tercih ettik. Bu durumda âyetin manası şöyle olur: “Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutmadığının sayısı kadar diğer günlerde tutar. Diğer günlerde de oruç tutacak kadar iyileşmesi beklenmeyecek kadar hasta veya yaşlı olanlardan, ya da oruç tuttuğu halde ayrıca hayır yapmaya gücü yetenler üzerine de, tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak fidye verme yükümlülüğü vardır. Kim, belirlenen oruçtan daha fazla nafile oruç tutarsa ya da belirlenenden fazla yoksulu doyurarak daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur; zira eğer bilirseniz, oruç tutmak kendinize iyilik etmektir.”
Oruç ruhun beslenmesidir, demiştik. Ve yine Kur’an bir Ramazan’la geldiği için, insanla konuştuğu için, bize vahyin aydınlık mesajını sunduğu için Allah’a bir teşekkürdür, demiştik. Ve son olarak demiştik ki: oruç Kur’an’ın doğum günü kutlamasıdır. İşte içerisinde Kur’an o gece nazil olduğu için “bin aydan daha hayırlı” olan Kadir/kader/ölçü gecesini barındıran Ramazan ayını değerli kılan da buydu. Bu silsileyi izlersek, Ramazan’a hürmet Kur’an’a hürmettir, Kur’an’a hürmet Allah’a hürmettir. Ramazan’a hürmetin ölçüsü ise onu oruçlu geçirmektir. Çünkü o insanlığa rehber olan ve hakkı batıldan ayıran vahyi elinden tutarak insanlığa sunmuştur.
2/185: “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlığa rehber olan, bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan ve hakkı batıldan ayıran Kur’an işte bu ayda indirilmiştir. Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun. Hasta ya da yolcu olan kimse de, başka günlerde iade etsin. Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez. Oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister.”
“Ramazan ayıdır ki…” Zaman da mekân da kendi başına kutsallığı olan şeyler değildir. Eşya kutsiyetini yaratıcısından alır. Allah’ın bir ismi de Kuddûs’tür. O’nun mukaddes oluşu, bizatihi kendindendir. O, özünde kutsaldır. O’nun dışında her ne kadar kutsallık izafe edilen şey varsa, kutsallığını O’ndan almak zorundadır. O’nun kutsamadığını kutsallaştırmak batıldır. Ramazan, kutsallığını Kur’an ayı oluşundan alır.
“Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun. Hasta ya da yolcu olan kimse de, başka günlerde iade etsin”: Hastalık ve yolculuk durumu oruç emrinden istisnadır. Burada insanı mazur gösteren hastalığın cinsi, şiddeti, niteliği tanımlanmamıştır. Bir hastalığın oruca mani teşkil edip etmemesi hükmü yalnızca fıkhın konusu değildir. Belki ondan da öte ahlaki bir konudur ve insanın Rabbine karşı ahlaklı davranarak çözebileceği bir problemdir. Yolculuğa gelince: Hz. Peygamber orucu terk etmek için ne kadarlık bir mesafeye yolculuk yapılması gerektiğine dair kesin bir ölçü koymamıştır. Bu nedenle sahabiler arasında bu konuda farklı uygulamalara rastlanmaktadır. Şu kesin ki, Bedir Savaşı ve Mekke’nin Fethi günleri Ramazan ayına denk gelmiş, Hz. Peygamber ve arkadaşları bu sırada oruçlarını ertelemişlerdi. Hatta Hz. Peygamber’e “Seferde oruç tutmak fazilet midir?” (e-mine’m-birri em-savmu fi’m-sefer) diye kendi lehcesiyle soru soran bir Yemenliye, yine onun lehçesiyle “Yolculukta oruç tutmak fazilet sayılamaz” (leyse mine’m-birri em-savmu fi’m-sefer) cevabını vermiştir (Buhari, Sıyam 3:77, nu.53).
Yukarda hastalık için söylediklerimiz aynen yolculuk için de geçerlidir. Kişi, yolculuğunun oruca mani olup olmadığını öncelikle Allah’a karşı ve kendisine karşı ahlaki davranarak tesbit etmelidir. Her şeyden önce, oruca karşı mazeret mesafesinin tesbitinde kişinin seferin ağırlık ve sıkıntısını omuzlarında hissetmesi gereklidir, diyebiliriz. Hastalık ve yolculuğun oruç için mazeret teşkilinde durumun, zamanın, ortam ve şartların dikkate alınması gerekliliğine sahabeden Hz. Enes’in tavrı güzel bir örnek teşkil eder. Enes (ra) der ki: Bu âyet indirildiği zamanlarda biz yolculuğa aç bir vaziyette çıkar, yemeğe oturduğumuz zaman da karnımız doymazdı. Fakat bugün tok olarak çıkıyoruz, yediğimiz zaman da doyacak kadar yiyebiliyoruz.” Bunları söyleyen Hz. Enes hizmetçisine yolculukta orucu emretmiştir.
“Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez.” Bu cümle, ibadetlerin amacını, Allah’ın kullarına olan şefkat ve merhametini dile getirmektedir. Bu âyette ifade edilen hakikate “üslubullah” adını verebiliriz. Bu da şudur: Maksadı gerçekleştirirken, bunu mümkün olan en kolay ve kestirme yoldan yapmak. Teklifin külfeti, teshilin suhuletiyle yan yana. Kesinlikle paradoks yok. İlkeler ve olgular birbirinin karşısına hasım olarak yerleştirilmiyor, birbiriyle yan yana hısım olarak yerleştiriliyor. İnsanın mutluluğu için sınırlar çiziliyor, ilkeler konuluyor, talimatlar veriliyor. Ne ki bütün bunlar yapılırken insanın “insanlığı” göz ardı edilmiyor. Yani insanın maslahatı “muhal” ve “imkânsız” olana değil “mümkün” ve “makul” olana raptediliyor. İstenilen sadece şükür ve yüceltme: “sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister.”
Şükretmek ve yüceltmek için Allah’ın büyüklüğünü hakkıyla takdir etmek gerek. Bunun mümkün olan en kolay yolu da kulun Allah karşısındaki yetersizliğini ve acziyetini itiraf etmesidir. Kulun acziyet itirafının en güzel yöntemi “dua”dır. İşte indirilmeye başlandığı geceyi bir anda bin aydan daha değerli kılan, o gecenin içinde yer aldığı ay olan Ramazan’a tüm kutsallığını ve bereketini kazandıran Kur’an’ın, yalnızca Allah kelamının ötelerden taşıdığı muştu:
2/186: “Eğer kullarım sana Benden soracak olurlarsa, iyi bilsinler ki Ben çok yakınım. Bana dua edenin çağrısına hemen karşılık veririm. Öyleyse onlar da Bana karşılık versinler ve Bana tam güvensinler ki, hak yoluna yöneltilsinler.”
Bu insanın ta iliklerine işleyen müjdeli hitap karşısında yüreğin sevinçle ürpermemesi mümkün mü? Bu kadar büyük ve ölümsüz bir hakikati bu denli sade ve yalın bir dille anlatmak ancak kelam-ı ilahiye mahsus bir özellik olsa gerek.
“Eğer kullarım sana Benden soracak olurlarsa, iyi bilsinler ki Ben çok yakınım.” Allah’tan sual etmek, Allah hakkında sormak, merakı ve ilgiyi O’na yöneltmektir. Bir kimsenin merakı ve ilgisi neye yönelikse kaygısı o olur. Bir kimsenin kaygısı ne ise ‘zikri’ de o olur. Merakı ve ilgiyi Allah’a yöneltmek, yani kişinin kaygısının Allah olması, kelimenin tam anlamıyla bir zikirdir. “Zikir”, yani unuttuğu bir hakikati hatırlama, üzeri küllenmiş bir gerçeğin külünü sıyırma, yüreğin penceresinin perdesini aralayıp ötelere uzanma. Bunun en güzel ifadesi duadır:
“Bana dua edenin çağrısına hemen karşılık veririm.” Dua, kendini bilenlerin yapacağı bir eylemdir. Çünkü kendini bilenler haddini bilirler. Haddini bilenlerse Allah’ın had ve hudutsuzluğunu, sınırsızlığını bilir. İşte dua bu bilişin itirafıdır. Dua acziyeti itiraftır. Dua, insanın kendi kendine yetmediğini Allah’a itiraf etmesidir. Dua, peygamberin ifadesiyle ibadetlerin beyni, iliğidir. “Namaz” anlamına gelen salât’ın bir manası da “dua”dır. Yani namaz duanın harekete dönüşmüş biçimidir. Onun için Kur’an’ın önsözü olan Fatiha, mükemmel bir hidayet duasıdır. Dua davetiyedir; kulun Allah’a çıkardığı davetiye. Burada açıkça şu ifade ediliyor: eğer kul davetiyesini usulüne uygun gönderirse, Allah kulunun davetine icabet eder.
2/187: “Oruç günlerinizin gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helaldir. Onlar sizin elbiseleriniz, siz de onların elbiselerisiniz. Sizin, kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü. İşte bu yüzden size affıyla muamele etmiş ve zorluğu üzerinizden kaldırmıştır. Şimdi artık onlara yaklaşın ve Allah’ın size meşru kıldığından yararlanın! Fecir vakti, gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı sizin için belirgin hale gelinceye kadar yiyin için! Sonra orucu geceye kadar tamamlayın! Mescitlerde itikafa girdiğinizde de hanımlarınıza yaklaşmayın! İşte bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır, sakın bunlara yaklaşmayın! İşte Allah âyetlerini insanlığa böyle açıklıyor ki, sorumluluk bilincini kuşanabilsinler.”
“Onlar sizin elbiseleriniz, siz de onların elbiselerisiniz.” Elbise insanı güzelleştirir, ayıbını ve kusurunu örter, insanı diğer canlılardan ayıran bir şeref libası olur. Eşler de birbirini güzelleştirmeli, ayıplarını izale ederek örtmeli, birbirine şeref libası olmalıdır. Kadınla erkeğin birbirini tamamlayan bir bütünün iki parçası olduğu gerçeğinin vahiy diliyle ifadesidir bu âyet. Bu ibare aynı zamanda eşler arası ilişkinin tabiatına da ışık tutmaktadır. Eşlerin birbirlerini himaye etmesi ve birbirlerine huzur vermesi gerektiğini bundan daha güzel ifade etmek mümkün mü? Fakat bu teşbihin işaret ettiği daha derin bir hakikat vardır. O da, eşlerin birbirlerini yüreklerine giyinecek kadar aralarında ülfet ve muhabbetin oluşması. Bu, orucun gücünü zayıflatmaz, aksine artırır. Eşler, yüreklerinin derinliklerine doğru orucun aydınlığında ailece yolculuk yaparlar. Cinselliğin insan fıtratının bir gereği olduğu ve meşru yoldan yaşanmasının “Allah’ın bir nimeti” olarak telakki edilmesi gerektiğini, âyette yer alan “Allah’ın size meşru kıldığından yararlanın” ifadesinden çıkarıyoruz.
“Sizin, kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü.” Bizim tercihimizden farklı olarak Ebu Müslim el-Isfahani, tahtânûne’nin “azaltmak, eksiltmek” anlamına gelen bir kökten türediğine dikkat çekerek bu ifadenin “Allah, bu konuda izin vermemiş olsa dahi, hazzınızı eksiltmeyi gönüllü olarak kabulleneceğinizi gördü” anlamına geldiğini söyler (Razi).
“Sizin, kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü.” Bu âyetten de anlaşılacağı gibi, ilk mü’minler, Medine’deki Yahudi geleneğinin de etkisiyle, oruç gecesinde yeme, içme ve cinsel birleşmenin yasak olduğunu sanıyorlardı. Çünkü Yahudilikte oruçlu biri için bütün bunlar yasaktı. Yahudiler sadece iftardan iftara oruçlarını açarlar, oruç gecesini de aynen gündüz gibi oruçlu olarak geçirirlerdi. İsrail oğulları şeriatındaki bu yasağın bu ümmetten kaldırılmasının gerekçesi de şu cümleyle açıklanıyor: “Sizin, kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü. İşte bu yüzden size affıyla muamele etmiş ve zorluğu üzerinizden kaldırmıştır.”
“Fecir vakti, gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı sizin için belirgin hale gelinceye kadar yiyin için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın.” Burada kullanılan ibare lâfzen “beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar” şeklindedir. Hiç kuşku yok ki “beyaz iplik” ile tan yerinin aydınlığı, “siyah iplik” ile de gecenin karanlığı kastedilmektedir. Hz. Peygamber bunu tefsir ederken şöyle buyurmuştur: “Ne Bilal’in ezanı, ne de ufkun şöyle (dikeyine) yayılan beyazlığı sizi sahur yemekten alıkoysun. Işık işte böyle (yatayına) yayılıncaya kadar yiyiniz” (Buhari, Savm 17; Müslim, Sıyam 39). Hz. Peygamber’in orucun başlayış vakti olan fecri tanımladığı bir başka hadisi ise İbn Mes’ud nakletmiştir. Söz konusu hadiste, sabaha doğru tan yerinin yatayına ağarma vakti, orucun başlama vakti olarak tarif edilmektedir. Sahabe, Rasulullah’ın bu tanımını farklı şekillerde yorumlamıştır. Hz. Ömer, Huzeyfe, İbn Abbas gibi sahabiler, Rasulullah’ın bu açıklamasını ışığın tan yerini tamamen aydınlatması, dağların, ovaların ve yolların belirgin hale gelmesi şeklinde anlamışlardır. Hz. Ebubekir ve Hz. Ali’nin sabah namazını kıldıktan sonra sahur yedikleri rivayetleri vardır.
el-Menar sahibi bu konudaki tüm rivayetleri serdettikten sonra konuyu şu adil ve mutedil yaklaşımla kapatır: “Sözün özü şudur: Orucun başlama vakti içtihada ilişkin bir konudur. Mevcut fıkıh ekollerinin genel kabul görmüş içtihatları bu konuda en ihtiyatlı olan ve kabule şayan görüşlerdir. Ne ki ders halkalarında ve hutbelerde, basında ve takvimlerde gösterilen imsak vaktinin, oruca başlama ve sabah namazının vaktinin yaklaştığını halka haber verme amacı taşıdığını kamuoyuna açıklamak gerekir. Bunun amacı sahura geç kalan kimseleri sahur sünnetine uymaları için sahura kaldırmak ve namaza hazırlanmalarını temin etmektir. Şu var ki, sabah namazının vaktinin bitmesine bir dakika kala dahi olsa sahur yiyen kimsenin orucu sahihtir. Yine, vakit çıkmadığı zannıyla yiyip içen kimsenin, sonradan vaktin çıktığı anlaşılmış olsa dahi, orucu sahihtir. Fakat cinsi münasebet konusunda daha fazla ihtiyatlı olmak gerekir ki, sabah namazını vaktinde eda edebilsin.” (el-Menar II, 184)
“Mescidlerde itikafa girdiğinizde de hanımlarınıza yaklaşmayın!” İtikâf, ömründen kısa da olsa bir zaman parçasını kendi benliğini keşfetmek ve iç dünyasını mamur etmek için Allah’a tahsis ederek mescid veya mescid hükmünde bir mekanda kişinin mesaisini adamasıdır. Her itikâf, Hira’yı yeniden yaşamaktır. Yüreğe doğru çıkılan tek kişilik bir yolculukta tensel hazza yer yoktur. Hz. Peygamber’in Medine’de hiç terk etmediği, yapamadığı bir senenin itikâfını kaza ettiği bir ibadet olan itikâf, bir tezkiye ve tasfiye operasyonudur. Hz. Peygamber, peygamberliğinden önce değme dağcının çıkmakta zorlanacağı Hira’nın sarp kayalarına iç dünyasını onarmak ve keşfetmek için her yıl çıkardı. Hicretten sonra bu eylemi mescitte gerçekleştirdi. Ramazan ayının son on gününde iç dünyasında yolculuğa çıkan Nebi, bu geleneğini ömrünün sonuna kadar hiç aksatmadan sürdürmüş ve kendisini takip edenlere de bir sünnet olarak bırakmıştır (Krş: 2:125).
“İşte bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır, sakın bunlara yaklaşmayın!” Allah’ın çizdiği sınırlar vardır. Sınırları kul çizerse, kul sayısı kadar sınır olur. Bu da sınırın yokluğu anlamına gelir. Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. Allah’ın çizdiği sınırları değil aşmayı, onlara “yaklaşmayı” bile aklınızdan geçirmeyin! Bu nedenle âyette bu sınırların çiğnenmemesi değil, bu sınırlara yaklaşılmaması istenmektedir. Bütün bunların amacı da âyetin sonunda ifade edilmektedir: Sorumluluk bilincine kavuşmak.
“İşte Allah âyetlerini insanlığa böyle açıklıyor ki, sorumluluk bilincini kuşanabilsinler.” Bakara Sûresi’ndeki oruçla ilgili pasaj böyle bitiyor. Orucun insanlıkla yaşıt bir kulluk vecibesi olduğunu söyleyen pasajın ilk âyeti olan 183. âyet de, gerekçe olarak “sorumluluk bilinci” şeklinde anlamamız gereken takvâ’yı göstermişti. Buradan çıkan sonuç, ibadetlerin amaç değil birer araç olduğudur. Takvâ ise, ibadetlerin hem sebebi, hem sonucudur. Hem illeti, hem gayesidir.
Oruçla ilgili pasajın öncesinde yer alan kısas ve vasiyet âyetleri ağırlıklı olarak insan-insan ilişkileriyle ilgiliyken, oruç ve onun incelttiği yüreklerin Allah’a yolladığı davetiye demeye gelen dua âyetleri ise insan-Allah ilişkileriyle ilgilidir.
“…tıpkı sizden öncekilere olduğu gibi.” âyeti İslamî hükümlerin zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekmekte ve tüm semavi şeriatların ortak noktalarından birinin de oruç olduğunu ortaya koymaktadır.
Oruç insanlığa açılmış ilahi bir kredidir. Oruç tutan bir mü’min, insanlıkla yaşıt bir kervana dâhil olmuştur. Oruç üzerinden her mü’min “insanlıkla yaşıt iman ailesi”ne mensubiyetini ilan etmektedir.
“…belki bu sayede takvaya erersiniz.” âyetinin açılımı, orucun insandaki sorumluluk bilincini artırması, onu Rabbine, kendine, insanlara, tabiata ve eşyaya karşı daha sorumlu davranmaya itmesidir.
Ramazan’a hürmet Kur’an’a hürmettir, Kur’an’a hürmet Allah’a hürmettir. Vahyin inmeye başladığı Ramazan’a hürmetin ölçüsü ise onu oruçlu geçirmektir.
İtikâf, ömründen kısa da olsa bir zaman parçasını kendi benliğini keşfetmek ve iç dünyasını mamur etmek için Allah’a tahsis ederek mescid hükmündeki bir mekanda kişinin mesaisini adamasıdır.
Mustafa İslamoğlu, Kurani Hayat, SAYI-02 Ramazan 2008-09
http://kuranihayat.com/content/oru%C3%A7-ve-ramazan-%C3%A2yetlerinin-tefsiri-mustafa-islamo%C4%9Flu