-
28th Kasım 2008

Namazı Anlayarak (veya Tercüme ile) Kılmak

posted in NAMAZ |

NAMAZI TERCÜME İLE KILMAK

KUR’AN’A GÖRE NAMAZDA OKUDUĞUNU ANLAMAK:

4Nisa suresi/43-Siz ey inananlar! Sarhoş iken namaz kılmaya kalkışmayın, ne dediğinizi bilinceye kadar (bekleyin); ve boy abdestini gerektiren bir durumda (iken de) yıkanıncaya kadar seyahatte olmanız (ve yıkanma imkanından yoksun bulunmanız) hali dışında- (namaza kalkışmayın). Ama eğer hasta iseniz veya seyahatteyseniz yahut tuvaletten geldiyseniz veya kadın ile birlikte olmuşsanız ve hiç su bulamıyorsanız, o zaman temiz toprakla teyemmüm edin, (onunla) yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Bilin ki Allah, gerçekten günahları temizleyendir, çok affedicidir.

14İbrahim suresi/4-Biz, görevlendirdiğimiz her resulü ancak kendi toplumunun diliyle gönderdik ki, onlara açık seçik beyanda bulunsun. Bunun ardından, Allah dilediğini saptırır, dilediğini de iyiye ve güzele kılavuzlar.

26Şuara suresi/192-199-Gerçekten o (Kur’an), alemlerin Rabbinin (bir) indirmesidir. 193-Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine 195-apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir. 196-Şüphesiz bu (Kur’an) öncekilerin kitaplarında da vardı. 197-İsrailoğulları arasındaki (birçok) bilginin bu (gerçeği) bilmeleri onlar için yeterli bir belirti sayılmaz mı? 198-Onu Arap olmayan birine indirseydik, 199-ve bu yabancı onu (kendi diliyle) onlara okusaydı, onlar yine inanacak değillerdi.

41Fussilet suresi/44-Eğer bu (ilahi kelamın) Arapça dışında bir dilde (indirilmiş) bir hitabe olmasını dileseydik, onlar, (şimdi onu reddedenler,) bu defa, “Neden onun mesajları anlaşılır bir şekilde ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında bir dil(de indirilmiş bir mesaj bu) ve (tebliğ eden de) bir Arap (elçi)?” diyeceklerdi. De ki: “Bu (ilahi kelam,) iman edenler için bir rehber ve bir şifa kaynağıdır; ona inanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir sağırlık var ve bundan dolayı (Kuran) onlara kapalı, anlaşılmaz gelir. Onlar çok uzaklardan seslenilen (insanlar gibi)ler.”

TERCÜME İLE NAMAZ-SÜLEYMAN ATEŞ: “Arapça’yı bil­meyen bir insan olarak Türkçe mânâsı ile sureleri okuyup namaz kılabilir miyiz?”

Aynı mealde ikinci bir soru: “Arapça bilmiyor, anlamıyorum. Kur’ân-ı Kerîm’i Türkçe okuyorum. Bu durumda hayrı (sevabı) daha mı az olacaktır? Namazı da Türkçe sûrelerle kılmayı düşünüyorum. Ne dersiniz?”

Cevap: Elbette Kur’ân-ı Kerîm’i okumaktan maksat onu anlayıp uygulamaktır. Kur’ân’ı anlayarak okumak, anlamayarak okumaktan daha sevaptır. Okuduğunu anlayacak kadar Arapça bilen, Kur’ân’ı aslından okumalıdır.Ama Arapça hiç bilmeyen kimse,doğru bir meâlinden Kur’ân’ın anlamını okursa sevabının daha az olacağı söylenemez. Tabii bu, okuyanın amacına bağlıdır. Kur’ân’ın asıl metnine Önem vermeyerek tercemeyi tam Kur’ân gibi düşünen hatâ etmiş olur. Fakat Kur’ân’ın asıl metnine saygılı olmak, onu okumayı amaç bilmek kaydıyla sırf anlamak için meal okumanın hayrı daha az değil, aynen Kur’ân okumak gibi, hattâ daha çok istifade edileceği için daha çok olur…

Nitekim Abdullah ibn Mes’ûd, dili dönmeyenin, Kur’ân’ı, aynı anlamı veren başka kelimelerle okumasına cevaz vermiştir. Diğer mezheb imamları çeviri ile namaza geçit vermezken Hanefî mezhebinin üç büyük imamı buna geçit vermişlerdir. Yalnız aralarında küçük bir fark vardır:

İmamı A’zam Ebû Hanîfe (ö. 150/767), şartsız olarak terceme ile namaz kılınabileceğini söylerken, İmam Ebû Yusuf (ö. 182/789) ve İmam Muhammed eş-Şeybânî (ö. 189/805) bunu orijinal Kur’ân metnini okuyamama şartına bağlamışlardır.

İmam Şâfi’î (150/767) ise namazda hiçbir suretle tercemenin yeterli olmadığı, Arapça’yı hiç bilmeyen ümmî birinin, hiç Kur’ân okumadan namaz kılması gerektiği kanısındadır. Yani onun bu görüşü, namazda susmanın, terceme Kur’ân’ı okumaktan iyi olduğu anlamına gelir ki çok garîp bir anlayıştır. Şâfi’î bu görüşüne de: “Allah’ın, Kur’ân’ı Arapça yaptığını, ancak Arapça metnin Kur’ân olduğunu, Farsça’nın ise insan sözü olduğunu, bundan dolayı Farsça (veya herhangi bir dildeki) Kur’ân tercemesini okumanın, Kur’ân olmayacağını” gerekçe göstermiştir.

Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre de “Kur’ân mu’cizliği, lafız ve anlam bütünlüğündedir. Yapabilen için, bunların ikisini de yapmak (Kur’ân’ı Arapça okumak) gereklidir. Ama Arapça metni okuyamayan, yapabildiğini yapar (tercemeyi okur). Nasıl ki rükû’ ve secdeyi yapmaktan âciz olan kimse de, bunları îmâ ile (başını eğerek) yapar.

Ebû Hanîfe, görüşüne, İranlıların, Selmân-ı Fârisî’nin, kendileri için yazdığı Fatiha tercemesini okuyarak namaz kıldığını delîl getirmiştir. Ayrıca ona göre Kur’ân’ın i’câz yönü söz kalıplarında değil, anlamındadır

. Bu anlamdaki kelâma Arapça ibareler delâlet edeceği gibi Farsça ve diğer dillerdeki tercemeler de delâlet eder. Bundan dolayı tercemelere de Kur’ân denilebilir. Zira “Eğer biz onu, yabancı (dilde) bir Kur’ân yapsaydık derlerdi ki:’Âyetleri (anlayacağımız) bir dille açıklan­malı değil miydi? Araba yabancı söz mü (geliyor)’?” ayeti de Kur’ân’ın, yabancı bir dilde indirilse de yine Kur’ân olacağını belirtmektedir.

Abdu’1-Azîz Buharı de şöyle diyor: “Ebû Hanîfe’ye göre Kur’ân’ın lafzı, gerekli değil, talî bir rükündür. Çünkü lafız, asıl amaç değil, anlamı taşıma aracıdır. Özellikle Allah’a yalvarma hali olan namazda asıl amaç lafız değil, anlamdır. Ayrıca yüce Allah: “Kur’ân’dan kolay olanı okuyu­nuz” buyurmuştur (kişiye, Kur’ân’dan kolay olanı okumasını emretmiştir).

Lafız, temel rükün olmadığı içindir ki bizim mezhebimize göre namazda imamın okuması, muhalifimize göre de rek’ati kaçırma korkusu halinde imama uyandan Kur’ân okuma düşmektedir. Fakat namazın diğer rükünleri, imamın yapmasıyla cemâatten düşmez. Öyle ise namazda asıl temel rükün ile yetinilebilir ki Kur’ân’ın temel rüknü de mânâdır. Bunun izahı şöyledir:

Kur’ân önce, Arap lehçelerinin en fasihi olan Kureyş lehçesi ile indi. Fakat bu lehçe ile Kur’ân’ı okumak, diğer kabilelere zor gelince, Allah Elçisine bu durumu arz ettiklerinde onlara, Kur’ân’ı, kendi lehçe-leriyle okuma müsâadesi verilmiş, Kur’ân’in, yedi harf üzere indiği, bunlardan herhangi biriyle okunabileceği belirtilmiştir. Bu suretle asıl Kur’ân’ın indiği Kureyş lehçesiyle okuma zorunluluğu kaldırılmıştır. Bir Arap için kendi lehçesini bırakıp başka bir lehçe ile Kur’ân okuması, hattâ kendi diliyle Kur’ân okumaya tam anlamıyla muktedir olan Ku-reyşlinin, meselâ Temîm lehçesiyle okuması caiz olunca, Arapça’yı iyi bilmeyen bir yabancının da, asıl önemli olan mânâ ile yetinerek Kur’ân’ın tercemesini okuması caizdir.” demektedir

Tarihî veriler de ilk dönemlerde Arapça bilmeyenlerin, terceme ile namaz kıldıklarını göstermektedir. İranlıların, Selmân’ın yaptığı Farsça Fatiha tercemesini okuyarak namaz kıldığını anlatmıştık. Narşahî (ö. 348/ 959)’nin Târîhu Buhârâ adlı eserinde belirttiğine göre Türkistan fetih hareketlerinde yer alan Emevî komutanı Kuteybe ibn Müslim (ö. 96/714), Buhârâ halkını, yaptırdığı cami’de topladı. O zaman Arapça bilmeyen Buhârâ halkı, Farsça namaz kıldılar. Rükû’a varma zamanı olunca cemâatin arkasında duran biri “Nekintâ nekînet” diye bağırır, secde için de “Ne-konya nekonî” diye bağırırdı.

Nizâmu’d-dîn el-Ensârî de güvenilir birine dayandırdığı habere göre Hasan-ı Basri 110/728)’nin talebesi, tasavvuf silsilesinin ilk halkaların­dan biri olan Habîb-i Acemî, dili Arapça’ya iyi yatmadığı için namazda Kur’ân’ın Farsça tercemesini okurmuş.

Konumuza ışık tutması bakımından bu konuda çeşitli görüşlere yer verdik. Biz, namazda Kur’ân’ın orijinal metni ile okunmasını gerekli görüyoruz. Bu konuda İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşünü esas alarak diyoruz ki okuyabilen, Kur’ân’ın Arapça metniyle namaz kılar. Fakat Kur’ân’ı hiç bilmeyen, okuyamayan ise, asıl metni öğreninceye kadar Fâtiha’nın ve bazı ayetlerin tercemesini okuyarak namaz kılabilir.

Dîn, kimsenin tekelinde değildir. Falan veya filanın buna karşı çıkması bizi bağlamaz. Yüce Allah, Kur’ân’ı anlaşılmak için indirdiğini vurgulamıştır. Peygamber (s.a.v.) de Kur’ân’ın tercemesi okunamaz, onun­la namaz kılınamaz diye bir şey söylememiştir. Allah ve Elçisinden başka da hiç kimsenin din hakkında yasaklar koyup kaldırmaya hakkı yoktur. Allah her dili anlar. Onun için kalıp değil, ruh, mânâ önemlidir. Kişi, Hakkın dîvânına durduğu zaman gönlünden ne dediğini bilmeli, bilinçli olarak ibâdet etmelidir.

Arapça, İslâm milletleri arasında müşterek dil olabilir ve olmuştur da. Fakat bu dil, sadece âlimler arasında geçerlidir. Halk tabakasının Arapça’yı öğrenip Kur’ân’ın mânâsını anlayacak hale gelmesi imkânsız denecek kadar güçtür. Halk anlamadan Kur’ân’ın Arapça okunmasında fazla yarar yoktur. Namaz kılabilecek derecede Arapça Kur’ân metni öğrenilir ve onunla ibâdet edilir. Fakat namaz dışında Kur’ân’ın tercemesinin okunması ve her Müslümanın her fırsatta, her gün mutlaka Allah kelâmının mealinden birkaç sayfa okuyup öğrenmeğe çalışması gerekir. Ramazanda cemâatin, camilerde oturup saatlerce Kur’ân dinlemeleri güzel ama, hiç anlamadan dinlemenin yararı nedir? Camilerde bir cüz, iki cüz Arapça Kur’ân okunacağına, yarım cüz Kur’ân ve sonra da onun meali -katma ve çıkarma yapmadan- okunursa çok daha yararlı olur. İnsanlar, Allah’ın ne dediğini anlayarak camilerden çıkarlar. Dediğimiz gibi herkesin namaz kılacak derecede Arapça Kur’ân öğrenmesi uygundur. Arapça bilm­eyen, öğreninceye kadar Türkçe mealden okuyarak namazını kılabilir. İmamı A’zam’a göre Farsça ve diğer dillerle Kur’ân okuyup namaz kılmak caizdir.

Yüce Allah bütün dilleri bilir. Arapça Allah’ın kendi dili değildir ki O’na kendi diliyle yalvaralım da bizim dilimizi anlasın. Biraz önce yazdığımızayet-i kerîme uyarınca Allah, bizim, ibâdet ederken ne dediğim­izi bilmemizi istemiştir.

Bundan dolayı şekilden, kalıptan dinin özüne, ruhuna dönmeli, du’âla-rımızı anladığımız dilde, içimizden geldiği biçimde ve kendimizi Allah’a vererek yapmalıyız. Dinin özü, kelime kalıpları değildir; gönülden kopan sözlerle Allah’a yalvarmaktır. İşte böyle gönülden Allah’a bağlanan bütün tevhîd dinlerinin adı “İslâm”dır.

4. Soru: “İslâm tarihinde terceme ile namaz kılma girişimleri olmuş mudur?”

Cevap: Tarihî veriler ilk dönemlerde Arapça bilmeyenlerin, terceme ile namaz kıldıklarını göstermektedir. İranlıların, Selmân’ın yaptığı Farsça Fatiha tercemesini okuyarak namaz kıldığını anlatmıştık. Narşahî(ö. 348/-959)’nin Târîhu Buhârâ adlı eserinde belirttiğine göre Türkistan fetih hareketlerinde yer alan Emevî komutanı Kuteybe ibn Müslim (ö. 96/714), Buhârâ halkını, yaptırdığı câmi’de topladı. O zaman Arapça bilmeyen Buhârâ halkı, Farsça namaz kıldılar. Rükû’a varma zamanı olunca cemâatin arkasında duran biri Nekintâ nekînet” diye bağırır, secde için de Nekonya nekonî” diye bağırırdı.

Nizâmu’d-dîn el-Ensârî de güvenilir birine dayandırdığı habere göre Hasan-ı Basrî(ö. 110/728)’nin talebesi, tasavvuf silsilesinin ilk halkala­rından biri olan Habîb-i Acemî, dili Arapça’ya iyi yatmadığı için namazda Kur’ân’ın Farsça tercemesini okurmuş.

20. asrın başlarında Türkiye’de Türkçe du’â ve Kur’ân ile ibâdet edilmesi tartışılmıştır. Sorunun ateşli savunucularından biri olan, aslen Afganlı Ubeydullah Efendi, şöyle diyor:

“Geçenlerde siyasi gazetelerden birinde,’Bütün Türkiye’de Arap dilinin öğrenilip yaygınlaştırılmasına önem verilmelidir ki millet hiç ol­mazsa Cuma günleri okunan hutbeleri anlayabilsin’ deniliyordu. Bu söz, kalın kafalılık eseridir. Hutbeyi anlamak için bütün Türklere Arapça’yı öğretmekten ise hutbeyi Türkçe okumak kadar kolay bir şey düşünülebilir mi? Zaten İmamı A’zam mezhebince Kur’ân ve hadîs ve hutbeyi terceme caizdir.

“Peygamber Efendimiz yalnız Araplara gönderilmedi. Şanlı Kur’­ân’in bütün dillere tercemesi farzdır. Kitabımızın asıl kudsiyyeti maânî-i celîle ve cemîlesinde(yüce ve güzel anlamlarındadır. Lafzın kutsallığı ikinci derecede kalır. Her birey, dinin hükümlerini ve emirlerini doğrudan Kitabından okursa inancı yükselir, şer ve fesat azalır, dinsizliğin yaygın­laşması azalır.”

Türkiye’de sosyolojinin kurucularından Ziya Gökalp de o dönemde ibâdetin Türkçeleştirilmesi akımının savunucularındandı. “Vatan” adlı şiirinde şöyle diyor:

“Bir ülke ki cami’inde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar mânâsını okuduğu du’ânın Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın, Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Hattâ Cumhuriyet döneminin başlarında, İstanbul Göztepe Camii İmam Hatibi Cemalettin Efendi, bir gün Cuma hutbesini Türkçe okuduktan sonra “Allah büyüktür” şeklinde Türkçe tekbîr alıp Fatiha ve eklenen sûrelerin Türkçe’sini okuyarak namaz kıldırmış, bu hareketi, kendisinin görevden alınmasına neden olmuştur.

Abdullah ibn Mes’ûd’dan aktarılan olay, bir kıraat ihtilâfı değil, onun, Kur’ân’ı mânâ ile okumaya cevaz verdiğinin kanıtıdır. Çünkü Ab­dullah, kendisiayeti “Ta’âmu’l-esîm” olarak okuyor. Fakat öğrencisi esîm kelimesini söyleyemiyor. O zaman ona, yine esîm gibi günahkâr anlamına gelen fâcir kelimesini söylemesini emrediyor. Adam da taâmu’l-esîm yerine ta’âmu’l-fâcir olarak okuyor. Bu, kıraat farkı değil, kişinin, söylemekten âciz kaldığı bir kelimeyi, aynı mânâyı veren başka bir kelime ile okumasıdır.

İbn Mes’ûd’dan gelen rivayetler, kendisinin ve okuma uzmanı sahâbîlerin, anlamını değiştirmeyecek biçimde sinonim kelimelerle Kur’ân okunmasına cevaz verdiklerini gösterir. Übeyy ibn Ka’b, “meşav fîhi” yerine “merrû fîhi”, “lillezîne âmenû unzurûnâ” yerine “lillezîne âmenû ahhirûnâ”, ya da “lillezîne âmenû urkubûnâ”; Enes’in: “akvemu kîlâ” yerine “asvebu kîlâ” okunabileceğini söylemiştir. Her biri birer otorite olan bu sahâbîler, Kur’ân kelimelerinin, aynı anlamı verecek sinonim kelimelerle okunabileceğine fetva verdiklerine göre elbette bir yabancı da Kur’ân’ı, kendi dilinde aynı anlamı veren kelimelerle, yani tercemesiyle okuyabilir. Dili dönmeyen bir Araba, Kur’ân’ı, kolayca söyleyebileceği başka kelimelerle okuma müsaadesi verilir de, yabancıya bu müsaade verilmez mi? Bir Türkün, Arapça öğrenip de Kur’ân’ı aslından okuması ve anlaması, insanın ömrünü alacak kadar uzun, yorucu bir iştir. “Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez!”

Meal ile okunduğu takdirde Kur’ân’ın, muharref Kitapların durumuna düşeceği sanısına gelince bu, bir vehimden ibarettir. Bir kere Kur’ân’ın milyonca değil, milyarca nüshası dünyânın her tarafına yayılmıştır. Kim bu nüshaların kaldırılıp imha edilmesini, ve sadece bir dildeki tercemenin, orijinal Kur’ân yerine ikame edilmesini istiyor ki?

Ayrıca Kur’ân zaten 10. asırdan yani bin yıldan beri çeşitli diller yanında Türkçe’ye de terceme edilegelmiştir. Özellikle son zamanlarda, hattâ sadece 1970’ten sonra Kur’ân’ın Türkçe’ye 50’den fazla çevirisi yapılmıştır. Birçoğu ticari amaçlı olan bu çeviriler okunmaktadır. Bunların okunmasıyla Kur’ân’ın tahrif edildiğini iddia eden yoktur. Şimdi bunların namazda okunmasıyla namaz dışında okunması arasında ne fark var ki namazda okunmakla Kur’ân tahrif edilmiş olsun?

Hiç kimsenin hatırından Kur’ân’ı tahrif etme düşüncesi geçmez, zaten kimsenin de buna gücü yetmez.

Ayrıca Kur’ân’ın doğruladığı Kitapları, muharref kitaplar diye nite­lendirmek de Kur’ân düşüncesiyle bağdaşmaz. Kur’ân’ın tasdik ettiği, kendisinin de ona uygunluğunu vurguladığı Kitaplara siz nasıl tahrif edilmiş dersiniz? Bu, Kur’ân saygısına da aykırı düşmez mi?

Bir arkadaşımız da “Çeviri ile ibâdet caiz olursa Kur’ân’ın Arapça inmesinin ne anlamı kalır?” diye bir soru yöneltmiş. Bu tür iddialar, vahyi indirmenin hikmetini anlamamadan kaynaklanmaktadır.

Kur’ân Arapça indirilmiştir. Çünkü Peygamber Arap, ilk muhataplar Araptır. Onların anlaması için Kur’ân Arapça indirilmiştir. Kur’ân, bütün insanlık için rehber olduğuna göre diğer insanların da anlamaları için onların dillerine çevrilmesi gerekir. “Allah, her ulusa, kendi diliyle konuşan peygamber gönderir.” Bir cemâate anlamadıkları dil ile mektup yazmanın ne anlamı var? Anlamadıkları bu mektubu nasıl uygulayacaklar? Anlama­ları için onun çevirisini okumaları gerekir. Kur’ân’ın da anlaşılması için çevrisinin okunması gerekir. İşte mes’ele bu kadar basit. Bunu şu tarafa, bu tarafa çekip uzatmanın bir anlamı yoktur. Hattâ bu tür saplantılar bağnazlıktan başka bir şey değildir.

Biz hiç bilmeyenlerin, öğreninceye kadar Kur’ân mealini okuyarak namaz kılabileceklerini söyledik. Devamlı değil, öğreninceye kadar. Hanefî mezhebinin üç imamı (İmam-ı A’zam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed bu görüştedirler. Bu görüşün kaynaklarını verdik. Daha fazla uzatmaya gerek yok). (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Sualler ve Cevaplar)

ELMALILI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ: 4Nisa/43-Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın… AÇIKLAMA: “Sarhoş iken namaza yaklaşmayın.” Burada bazı müfessirler, salattan maksat cami ve namazgahtır. Bununla sarhoşlar camilere girmekten men edilmişlerdir, demişler ise de bu mânâyı anlamak için salatı, esas mânâsından çıkarmaya gerek yoktur. Bu yasak, söylediğini bilmeyen sarhoşun namazının sahih olmadığına ve bundan dolayı sarhoşluğun haram olduğuna delalet ettiği gibi, sarhoşun ve cünübün camiye girmesinin ve ona yaklaşmasının yasak olduğuna da işaret yoluyla delalet edebilir.

SÜLEYMAN ATEŞ: 4Nisa/43-“Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğini­zi bilesiniz. Yoldan geçici olmanız dışında çünüp iken de yıkanıncaya kadar, (namaza yaklaşmayın). Eğer hasta, yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz tuvaletten gelmişse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (bu du­rumlarda) su bulamadığınız takdirde temiz toprağa teyemmüm edin: (Toprağı) yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.” AÇIKLAMA: …Kişi ne dediğini bilmek için sarhoş iken namaza yaklaşmaktan menedilmiştir. Kişinin ağzından çıkanı, gönlünden hissetmesi, ne dediğini bilmesi ibadette çok önemlidir. Ne dediğini bilemeyecek kadar gaf­let ve uyku sarhoşluğu içinde bulunan kimsenin de o halde namaza durması doğru değildir. Hz. Peygamber: “Biriniz namaz kılarken esnerse, uy­kusu geçinceye kadar uyusun, zira biriniz esneye esneye namaz kılarsa bil­mez, belki istiğfar ederken kendi kendine söver.” buyurmuştur.( Buhari, Vudu’: 53; Babu’l-vudu’i mine’n-nevm; Müslim, Musafirin: b. 31, h. 22 2. Kurtubi, 5/206)… Fakat nedense müfessirler, ayette hiçbir işaret yok iken “namaz” tabi­rine, namaz kılınan mescidleri de katmış ve ayetteki “yoldan geçici olma”yı da mescidin içinden geçme şeklinde tefsir etmişlerdir: Kimi cünüp iken mes­cide girilemeyeceğini, sadece içinden geçilebileceğini; kimi abdest alarak mes­cide girilip oturulabileceğini, çünkü Peygamber’in sahabilerinin, cünüp iken abdest alıp mescide geldiklerini ve mescidde oturup konuştuklarını; kimi de cünüp iken mescide girmenin bir sakıncası olmadığını söylemiştir. Mescidle ilgili olmadığı için ayetin, bu görüşlerle de bir ilgisi yoktur. Bu görüş sahipleri, adetleri vechile birtakım rivayetlere dayanarak ayeti kendi düşünceleri doğrultusuna çekmişlerdir. Bilindiği üzre Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin evleri mescide açıldığı gibi Ebubekir’in ve daha başka birkaç sahabinin evlerinin de mescide açılan pencereleri vardı. Sonradan Hz. Peygamber, Ebubekir’in penceresinden başka mescide açılan pencerelerin kapatılmasını emretmiştir. Ancak kendisinin ve Ali’nin evleri yan yana idi ve kapıları mescide açılıyordu. Kendileri ve Hz.Ali, cünüp oluyor, yıkanıyorlardı. Cünüp iken mescide girmek yasak olsay­dı, önce onlara büyük bir zorluk olurdu. Bazıları da mescidde cünüp dolaş­manın, sadece Az. Ali’ye verilmiş bir ruhsat olduğunu söylemiştir. Ama bunun tutarlı bir yanı yoktur. Zira dini genel emirlerde istisna yoktur. Pey­gamber kimseye böyle bir istisna tanımamıştır. Aynı şartları haiz olan her­kes, aynı hükümlerle yükümlüdür.

HADİSLERLE KUR’AN TEFSİRİ-İBN KESÎR: 4Nisa/43-Ey iman edenler, sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de cünübken –yolcu olmanız müstesna- gusül yapmadıkça namaza yaklaşmayın…. AÇIKLAMA: Müslümanlar, namaz kılarken, namaz kıldıran kişi, namazda Kafirûn sûresini okudu. Okumasında:”…Biz sizin ibadet ettiğinize ibadet ederiz…” diye yanlış okuyunca bu ayet indi. …Dahhak, “Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın.” ayeti hakkında şöyle demiştir:

Bununla içki sarhoşluğu değil, uyku sarhoşluğu kastedilmiştir. Bu söz İbn Cerir ve İbn Ebu Hatim tarafından rivayet edilmiştir.

Yine İbn Cerir der ki: Doğrusu; burada içki (içilerek) sarhoş olmanın kastedildiğidir. Yasaklama; söyleneni anlamayan sarhoşa yönelik değildir. Çünkü o, deli hükmündedir. Burada yasaklamaya muhatab olan, teklifi anlayabilen sarhoştur.

Usûlcülerden birçoğu; kendisine söyleneni anlamayan sarhoşun dışında, hitabın sözü anlayabilene yöneltileceğini söylemişlerdir. Zira anlama teklifin şartıdır…

Ne söylediğinizi bilinceye kadar” ayeti sarhoşluğun tarifinde söylenebileceklerin en güzelidir. Buna göre, sarhoş; ne söylediğini bilmeyendir. Sarhoş; okuduğunu karıştıracak, düşünmeyecek ve huşu’ içinde olamayacaktır. İmam Ahmed şöyle diyor: Hz.Peygamber:” Sizden birisi namaz kılarken uyukladığında namazı bıraksın ve dediğini anlayacak hale gelinceye kadar uyusun” buyurmuştur. Bu hadisi, Buhari ve Nesai de nakletmiştir. Hadisin bir rivayetinde:”Olur ki, istiğfar edeceğim derken, kendine söver.” fazlalığı vardır. s.1700-1701

TEFHİMU’L-KUR’AN TEFSİRİ: 4Nisa/43-Ey iman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolculukta olmanız hariç gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. AÇIKLAMA: Arapça metindeki “sekr” (sarhoşluk) kelimesi, bu emrin sadece içkili iken değil, her türlü sarhoşluk anı için geçerli olduğunu ifade eder. Bunun yanısıra, sarhoşluk veren bir şey aslında haramdır, fakat eğer sarhoş iken namaza yaklaşırsa, o zaman iki kata büyük bir günah işlemiş olur… Bazı kimseler bu ayetten yola çıkarak, Arapça metnin anlamını bilmeyen kişinin namazının hiç kabul olmayacağını iddia etmişlerdir.

HADİSLERDE KUR’AN ‘I ANLAMADAN OKUMAMAK:

918-Ebû Hüreyre anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: “Sizden biri geceleyin kalkınca Kur’ân diline dolaşıp ne dediğini anlamamaya başlayınca hemen yatsın.” [Müslim, Müsâfirin 223, (787); Ebû Davud, Salât 308, (1311).]

4124-Hz. Ali demiştir ki: “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulünün tekzib edilmelerini ister misiniz?” [Buhârî, İlm 49.]

4125-İbnu Mes’ud diyor ki: “Sen bir cemaate akıllarının almayacağı bir şey söylersen mutlaka bu, bir kısmına fitne olur.” [Müslim, Mukaddime 5.]

556-Hz. Ali anlatıyor: “İbnu Avf bizim için yemek hazırlayarak bizi davet etti, gittik, yemeği yedik. Arkadan şarap ikram etti, içtik. Bu ziyafet şarabın haram edilmesinden önce idi. Şarab beni sarhoş etmişti. Namaz vakti gelince imam olmamı istediler. Namazda Kâfirûn suresini okudum. Ancak “sizin taptığınıza ben tapmam” diyecek yerde “biz, sizin taptığınıza taparız” şeklinde yanlış okudum. Bunun üzerine: “Ey iman edenler! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünübken -yolcu olan müstesna- gusledene kadar namaza yaklaşmayın…”ayeti nâzil oldu.” Ebu Dâvud, Eşribe 1, (3671); Tirmizi, Tefsir, Nisa (3029). Tirmizî hadisin sahih olduğunu belirtir.

PEYGAMBER KUR’AN ‘I ANLAMAYA ÖNEM VERİRDİ

915-İbnu Mes’ud anlatıyor: “Resûlullah bana:”- Kur’ân’ı bana oku!” dedi. Ben (hayretle):”- Sana indirilmiş bulunan Kur’ân’ı mı sana okuyayım?” diye sordum. Bana:”- Evet, ben onu kendimden başkasından dinlemeyi seviyorum!” dedi. Ben de ona Nisa sûresini okumaya başladım. Ne zaman ki, “Her ümmete her şâhid getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şâhid getirdiğimiz vakit durumları nasıl olacak?” mealindekiayete (41.ayet) geldim.”- Dur!” dedi. Durdum ve dönüp Resûlullah ‘a baktım. Bir de ne göreyim, iki gözünden de yaşlar akıyordu.” [Buharî, Fedâilu’l-Kur’ân 32, 33, 35; Müslim, Musâfirin 247, (700); Tirmizî, Tefsir, Nisa, (3027, 3028); Ebû Davud, İlm 13, (3668).] (Hadislerin kaynağı için bakınız: Hadis Ansiklopedisi(Kutub-i Sitte) Prof.İbrahim Canan Akçağ Yayınları)

NAMAZDA KUR’AN ‘IN YÜZÜNDEN, KUR’AN ‘I ELİNDE TUTARAK OKUMAK

2797-Hz.Âişe ‘nin anlattığına göre: “Kendisine kölesi Zekvân, Mushaf’ın yüzünden okuyarak imamlık yapıyordu.” [Buhârî, Ezan 54.] AÇIKLAMA: …Mushaf’tan okuyarak namaz kılmayı câiz görenler (İbnu Sîrîn, Hasan, Hakem, Atâ) bu hadisle amel ederler… Aynî şu açıklamayı sunar: “Hadisin zâhiri, Mushaf’ın yüzünden namaz sırasında kırâatı yürütmenin câiz olduğuna delâlet eder.” İbnu Sîrîn, Hasan Basrî, el-Hakem ve Atâ böyle hükmetmiştir. Hz.Enes , namaz kılar, arkadaki bir köle onun için Mushaf’ı tutardı. Eğer birayette yanılacak olsa Mushaf’ı onun için açıverirdi. İmam Mâlik ramazandaki (terâvih) namazında bunun caiz olduğuna hükmetti… Aynî, bahsi şöyle bağlar: “Derim ki: Namazda mushafın yüzünden kırâat, Ebû Hanîfe nezdinde namazı bozar, çünkü amel-i kesîrdir. Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre câizdir, çünkü mushafa bakmak da ibadettir, ancak yine de mekruhtur, çünkü bu davranışta Ehl-i Kitab’a benzeme var… İmam Mâlik ve Ahmed’den gelen bir rivâyete göre onlar nazarında, bu sadece nafile namazlarda namazı bozmaz.” (Hadislerin kaynağı için bakınız: Hadis Ansiklopedisi(Kutub-i Sitte) Prof.İbrahim Canan Akçağ Yayınları)

This entry was posted on Cuma, Kasım 28th, 2008 at 13:25 and is filed under NAMAZ. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz