Kur’an’da hikmet-Prof.Süleyman Ateş
HİKMET-KUR’AN ANSİKLOPEDİSİ
Bunlar üstün hikmettir! Ama uyarılar fayda vermiyor. (Kamer: 37/5)
Bu âyette insanlara, kendilerini kötülükten önleyici haberler, çok değerli bir hikmet geldiği, fakat uyarıların bir yarar sağlamadığı belirtilmektedir. ” Davud’a hikmet ve güzel konuşma vermiştik.” (Sâd: 38/20),”Allah ona mülk ve hikmet verdi.” (Bakara: 92/251) âyetlerinde Davud’a hikmet, güzel konuşma yeteneği ve hükümdarlık verildiği belirtilmektedir.
Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmet(ler)dendir. Allah ile beraber başka tanrı edinme, sonra kınanmış, (Allah’ın rahmetinden) uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın. (İsrâ: 50/39) âyetinde Hz. Muhammed’e Hikmet’ten buyruklar vahyedildiği bildirilmektedir ki buradaki hikmet, İlâhî Kitabın içerdiği hükümlerdir.
Andolsun, biz Lokman’a hikmet vermiştik. (Lokman: 57/12) âyetinde Lokman’a hikmet verildiği belirtilmekte ve “Allah’a şükret” buyruğunun da Lokman’a öğretilen hikmetlerden olduğu anlaşılmaktadır.
İsa açık delillerde gelince dedi ki: “Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştünüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için (geldim), Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Zuhruf: 63/63) âyetinde de Hz. İsa’nın insanlara hikmet getirdiği anlatılamktadır.
(Ey Muhammed,) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin işte yolundan sapanları en iyi bilen O’dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir. (Nahl: 70/125) âyetinde Hz. Muhammed’e Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle da’vet etmesi emredilmektedir.Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi yücelten, size Kitâb ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik. (Bakara: 92/151) âyetinde de Hz. Muhammed’in, insanlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitabı, hikmeti ve bilmedikleri şeyleri öğreten bir elçi olarak gönderildiği bildirilmektedir.
Allah’ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitâbh ve hikmeti düşünün, Allah’tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi bilir. (Bakara: 92/231) âyetinde de inananlara, Allah’ın ni’metlerini ve kendilerine indirdiği Kitabı ve Hikmeti anımsayıp Allah’tan korkmaları; Allah’ın her şeyi bildiğini bilmeleri emredilmektedir.
Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı: “Bakın, size Kitâb ve hikmet verdim, imdi yanınızda bulunan(Kitâb)ı doğru-layıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz.’ Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” demişti. “Kabul ettik!” dediler. “O halde şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım.” dedi. (Âl-i İmrân: 94/81) âyetinde Allah’ın, her peygamberden, kendi yanlarında bulunan Kitabı ve hikmeti doğrulayan, gelecek her elçiyi kabul edecekleri hakkında söz aldığı belirtilmektedir.
Ona Kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. (Âl-i İmrân: 94/48), “Sana Kitâbh, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. (Mâide: 110/110 âyetlerinde yüce Allah’ın, İsâya Kitabı, Hikmeti,Tevratı ve İncil’i öğrettiği anlatılmaktadır.)
Andolsun ki, Allah, mü’minlere büyük lütufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerini yücelten ve kendilerine Kitâb ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. (Âl-i İmrân: 94/164)
O’dur ki, daha önce sapıklık içinde bulunan ümmîlere, kendi içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitâb ve Hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. (Cum’a: 96/2) âyetlerinde de Hz. Muhammed’in, insanlara Kitabı ve hikmeti öğretmek üzere gönderildiği bildirilmektedir.
Evlerinizde okunan Allah âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah latiftir, haber alandır. (Ahzâb: 97/34) âyetinde peygamberin hanımlarına, evlerinde oku-nan âyetleri ve hikmeti düşünüp bunun değerini bilmeleri buyurulmaktadır.
Gerçekten biz İbrahim soyuna da Kitâb ‘ı ve Hikmeti vermiş ve onlara büyük bir mülk vermiştik. (Nisa: 98/54) âyetinde Allah’ın, İbrâhîm soyuna Kitâb ve Hikmet verdiği; Allah, sana Kitâb’ı ve Hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah’ın sana lütfü, cidden büyüktür. (Nisa: 98/113) âyetinde Allah’ın, Hz. Muhammed’e Kitabı, hikmeti indirdiği ve ona bilmediği şeyleri öğrettiği; büyük lütuflarda bulunduğu anlatılmaktadır.
Hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. (Bakara: 92/269) âyetinde de Allah’ın, hikmeti dilediğine vereceği, kendisine hikmet verilene çok hayır verilmiş olduğu, bunu ancak sağduyu sahiplerinin anlayacağı belirtilmektedir.
Hikmet hükm kökünden gelen hikmet, ilim ve akıl ile ulaşılan gerçek bilgidir. Allah hakkında hikmet, eşyayı bilip tam yerinde ve amaca göre yaratmaktır. İnsan hakkında hikmet, varlıkları bilmek, iyi ve güzel şeyler yapmaktır. Hakim: çok hikmetli, hükümran, her şeyi doğru bilen ve güzel yapan, doğru ve kesin karar verendir. Hakim sıfatı Allah hakkında da diğer varlıklar hakkında da kullanılır. Ancak arada fark vardır. Allah hakkında kullanılınca hakim: eşyayı bilen, yerli yerince ve bir amaca göre yaratandır. İnsan hakkında hakim: hikmetli bilgi sahibi demektir. İçerdiği hüküm ve sağlam bilgiden dolayı İlâhî Kitâblara da hakim denilir: “Şunlar o hikmetli Kitabın âyetleridir.” (Yûnus: 51/1, Lokman: 57/2)
Bir şey hakkında karar vermek anlamındaki hükm de hikmeti içerir. Fakat hüküm, hikmetten geneldir. Her hikmet hükümdür ama her hüküm hikmet değildir. peygamber(s.a.v.)in “ Susmak hüküm (hikmet)tir ama yapanı azdır” (Beyhakî, Şu’ab’da Enes’ten zayıf senedle tahrîcetmiştir. Ancak bu, Lokman Hekîm’in sözüdür (Keşfu’1-hafâ: 2/41).) dediği rivayet edilir.
Hikmet, hüküm, hükümet ve ihkâm mânâlarıyla ilgili olarak masdar ve isim olabilir. Her iki halde de hikmette bir işi sağlam, yapmak, iyiliği, düzeni getirmek anlamı vardır ki hüküm ve hükümet bu kökten gelmiştir. Bozukluğun kaldırılıp iyiliğin sağlandığı, düzenin korunduğu her şeyde bir hikmet vardır. Bundan dolayı hikmet denince mutlaka bir sebep ve sonuç hatıra gelir. Yani hikmet, sonucun sebebe bağlanması, iki şey arasında bir ilginin kurulması, sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin bilinmesi demektir. Bir işi başka bir işe bağlamağa, yani bir yargıya varmaya hüküm dendiği gibi, doğru olan herhangi bir yargıya da hikmet denilir. Demek ki bilgiye dayanan amel, yararlı bir sonuç veren bilgi hikmettir. İslâm bilginleri, hikmeti çeşitli biçimlerde tanımlamışlardır:
1) Hikmet, sözde ve işte isabettir, 2) Hikmet ilim ve eylemdir, 3) Hikmet, ilim ve kavramadır, 4) Hikmet, eşyanın mânâlarını bilmek, anlamaktır, 5) Hikmet icâdetmektir. Eşya arasında hükümran olan sebep ve sonuç zincirlerini bilip eşyayı sebeplerle birbirine bağlayarak sonuçlar, sonuçları da sebep yapıp başka sonuçlar meydana getirmek, yani kâinatı düzen içinde yaratmak demektir ki bu anlamda hikmet Allah’ın bilgisi ve işidir. 6) Hikmet, eşyayı tam gerektiği yere koymak, her şeyi yerli yerince yapmaktır. 7) Hikmet peygamberlik bilgisidir. 8) Hikmet Kur’ân’ı bilmek, anlamaktır. Ve nihayet Fahri Râzî’ye göre hikmet, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak demektir.
Abdu’r-Ra’ûf el-Munâvî, “Hikmet, insanın gücü ölçüsünde, varlıkların bütün hallerini olduğu gibi bilmektir” (Feydu’l-Kadîr: 3/574) şeklinde tanımlıyor. Râzî’ye göre “Hikmet, yapılan işin, bilginin gereğine uymasıdır.” (Mefâtîhu’1-ğayb: 25/145) Kişi bildiği ile amel etmedikçe ona “hekîm” denmez. Hikmet, Allah’ın kalbe ilham ettiği doğru bilgi, şeklinde de tanımlanır.
İnsanın teorik bilgileri öğrenip gücü oranında üstün işler yapma yeteneğini kazanması hikmettir. Yani hikmet, teorik bilgileri öğrendikten sonra onların gereğine uygun davranıp teori ile pratiği birleştirmek ve böylece üstün gayeye ulaşmaktır.
Bütün bu tanımlardan ve hikmet hakkındaki hadîslerin içeriğinden anlıyoruz ki hikmet, derin ve yararlı bilgidir. Bu bilgi, ancak düşüncenin ürünü olacağından yüce Allah: “Ancak sağduyu sahipleri düşünüp ibret alır” buyrmuştur. Kur’ân’ın kasdettiği hikmet, bir yığın felsefe teorileri değildir. Asırlarca insanları boş yere uğraştırıp durmuş olan bu tür nazariyattan kaçınmayı Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bize tavsiye etmişlerdir: “Yararlı bilgi isteyin, yararsız bilgiden Allah’a sığının.” (İbn Mâce, Beyhakî, Şu’abu’1-İmân; Feydu’l-Kadîr: 4/108)
İslâm bilginleri hikmeti tanımlarken mutlaka “Eylemle birlikte bulunan ilim” yani eyleme dönüşecek bilgi düşüncesinde ısrar etmişlerdir. Kâinatın birtakım yasalarını keşfetmek ve bunları insanlığın yararına kullanmak, Abdu’r-Ra’ûf un tanımladığı hikmettendir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ilim ve hikmete çok değer verilmiştir. İlimden söz eden âyet sayısı 750’ye varır. Kur’ân, âlimi görür, câhili kör kabul eder. (Fâtır: 43/19-21 ‘nci âyetlere bakınız.) “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak sağduyu sahipleri düşünüp ibret alır.” (Zumer 59/9) “Ancak bilgin kulları, Allah’a gereğince saygılı olur.” (Fâtır: 43/28)
Fakat Kur’ân’ın övdüğü ilim, boş nazariyat değil, insanın iç dünyâsını aydınlatan din ilmi ve dış dünyâsını aydınlatan pozitif ilimdir. Yüce Allah: “Biz onlara âyetlerimizi âfâkta (dış dünyâda) ve kendi canlarında göstereceğiz”(Fussilet: 61/53) buyuruyor. Âfâkta (yani ufuklarda, dış dünyâda) gösterilen âyetler, doğa olayları, varlıkları ve bunları yöneten yasalar; enfiiste gösterilen âyetler de insan ruhunun derin aşamaları ve bunlarda bulunan İlâhî nurlardır. İşte her iki dünyâda Allah’ın yasalarını anlamak, bilgi ve hikmete bağlıdır. Kur’ân, doğa yasalarına “sünnetullah: Allah’ın âdeti” adını verir ve dikkatimizi hep bu olaylara çeker:
“Üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahmân’dan başka kimse tutmuyor.” (Mülk: 77/19) “Develere bakmıyorlar mı nasıl yaratıldı? Göğe bakmıyorlar mı nasıl yükseltildi? Dağlara bakmıyorlar mı nasıl dikildi? Yere bakmıyorlar mı nasıl yayılıp döşendi?” (Ğâşiye: 68/17-20)
Kur’ân, enfüsü ve âfâkı yani iç tecrübeyi ve doğa varlıklarını incelemeyi bilginin iki temel kaynağı saymıştır. Güneşi, Ayı, gölgenin uzamasını, gecenin ve gündüzün değişmesini, insan renklerinin ve dillerinin çeşitlenmesini, hasılı insan duyusuna çarpan bütün doğa olaylarını Allah’ın varlığının ve kudretinin âyetleri (belirtileri) görür. Müslümanların görevi, bu âyetleri derince düşünüp incelemek, bunların yanından körü körüne geçmemektir: “Göklerde ve yerde nice âyetler var ki onların yanından (hiç düşünmeden) yüz çevirip geçerler (onlardaki inceliğe, yasalara dikkat etmezler).” (Yûsuf: 53/105)
Niçin Kur’ân insanın gözünü doğa olaylarına çeviriyor? Çünkü Allah’ın yasaları, her ân bu olaylarda görünmektedir. Bu yasaları keşfedenler, Allah’ın kudretini daha iyi anlayıp O’na gereğince saygı gösterecekleri gibi doğaya da egemen olurlar. Doğanın büyük, hattâ yıkıcı güçlerini kendilerine boyun eğdirir, hizmetlerinde kullanırlar. Çünkü Allah, denizleri, dağlan, güneşi, ayı, hayvanları, her şeyi, bütün doğayı insanın emrine vermiş, melek güçleri insana boyun eğdirmiştir. Ancak insanın aklını çalıştırması, doğanın esrarını bilmesi lâzımdır ki doğaya egemen olabilsin. Zira doğaya hâkim olmak bilgi işidir. Bilgili olan güçlü olur. İşte insanlığın yararına dönüşecek, eyleme çıkacak pozitif ilim, imanla beraber olursa Kur’ân dilinde hikmet adını alır. Kur’ân’ın hikmet dediği pozitif ilim, ruhsuz, ma’neviyatsız bilgi değil, Yaratanını görerek yaratıklarını incelemeğe iten ve inceledikçe insanın Yaratana karşı sevgi ve saygısını kamçılayan bilgidir. Bu bilgi, insanı maddeye kulluğa değil, maddenin yaratıcısı
Allah’a saygıya; imansızlığa değil, imâna; nankörlüğe değil, Allah’a şükretmeğe götürür. Bundan dolayı Allah’ın Elçisi: “Hikmetin başı Allah korkusudur”(Hakîm-i Tirmizî ve İbn Lâl, İbn Mes’ûd’dan çıkarmışlardır, sahihtir. Feydu’l-Kadîr:3/574) buyurmuştur.
Yüce Mevlâ, Lokman Sûresinde hikmeti şükürle beraber anmıştır. Çünkü bilgi, Allah’ın, insana en büyük lütfudur. Onu kendisine lütfeden Allah’a şükretmek gerekir. İnsanın, öğrendiği bilgi, yaptığı icadlarla gurura düşerse şeytânın yoluna girmiş olur. O bilgi de hikmet olmaktan çıkar.
Hikmetin yeri o kadar yücedir ki “İlim öğrenmek her müslümana farz kılınmıştır. İlim öğrenen kişiye her şey, hattâ denizdeki balıklar bile istiğfar eder.” (İbn Abdi’1-Berr, Enes’ten çıkarmıştır. Feydu’l-Kadîr: 4/268)
İnsan, yeryüzünde Allah’ın halîfesidir. O halde Allah’ın hakîm ve ‘alîm sıfatlarından yararlanmaya, bilgi ve hikmet sahibi olmaya çalışmalıdır. İşte Fahrde’d-dîn Râzî’nin hikmeti tanımında bu noktaya işaret vardır. Kur’ân istiyor ki insan bilgi sahibi olsun, doğayı incelesin, ondaki ince mehareti, sanatı, yasaları görsün de Yaratana daha içten bağlansın, O’na daha gönülden kulluk etsin.
Eğer müslümanlar birtakım kuru nazariyata dalmayıp Kur’ân’in yönelttiği doğrultuda gitmeğe devam etselerdi, hiç şüphesiz Avrupa’nın bugünkü düzeyine, onlardan önce varabilirlerdi. Çünkü başlangıçtaki gelişme böyle idi. Bununla beraber, İslâmın ilk feyzinden ilham alan müslümanlar, ilk beş altı asır ilme büyük hizmetler etmişler, bugünkü Avrupa medeniyetinin temelinin atılmasına katkı sağlamışlardır. Bu, herkesçe kabul edilen bir gerçektir.
Lokman Sûresinde Lokman’a verilen hikmet övülmektedir. Müfessir-lerin anlatımından çıkan sonuca göre Lokman, Yunan filozofu Aisopos (Esop)tur. Eğer Kur’ân’ın anlattığı Lokman gerçekten, görüşlerini fabllerle (hayvanları konuşturarak) anlatan filozof Esop ise bundan, gerçekleri yansıtan felsefenin de hikmet olduğu anlaşılır. Zaten İslâm literatüründe felsefenin adı hikmettir. O halde insanları iyiye, doğruya yönelten felsefe, Kur’ân’da övülmektedir. Felsefeye düşman olmak Kur’ân’a ters düşer.
İslâm peygamberi, kesin olarak kıskanmayı yasaklamışken ilimde ‘ve hayırda imrenme anlamında kıskanmayı hoş görmüştür: “Yalnız iki kişiye hased (gıpta) edilebilir: Allah’ın verdiği hikmet gereğince hareket eden ve onu başkalarına da öğreten adam ile; Allah’ın verdiği malı Hak yolunda harcamaya koyulan adam.” (Müslim, Salâtu’l-müsâfirîn: 47, h. 267)
Ayrıca insanları iyiye yöneltmek, onlara etkili öğütler vermek için hayvanları konuşturan hikâyeler yazmakta bir sakınca yoktur. Esop’un yaptığı da bu idi. O, hikmetlerini hayvanların dilinden anlatıyordu. Çünkü öyle hikâyeleşen öğütler, daha etkili olmaktadır. Nitektim Mevlânâ ve Şeyh Attâr da bu yolu tercih etmişlerdir. (Prof. Dr. Süleyman Ateş Kur’an Ansiklopedisi Kuba Yayınları : 8/364-371)
Hikmetle Davet:
De ki: “İşte benim yolum budur: Allah’a basiretle da’vet ederim. Ben ve bana uyanlar… Allah’ın sânı yücedir, ben ortak koşanlardan değilim!” (Yûsuf: 53/108)
Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücâdele et. Kuşkusuz Rabbin, işte yolundan sapanları en iyi bilen O’a’ur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir. (Nahl: 70/125)
Yûsuf 53/108. âyette Allah Elçisinin ve ona inananların, körü körüne hareket etmedikleri, Allah’ın yoluna hikmetle ve kanıtla da’vet ettikleri vurgulanıyor.
Nahl: 70/125. âyette peygamber’e, Rabbinin yoluna hikmetle da’vet etmesi ve muhalifleriyle en güzel bir biçimde tartışması emrediliyor. Allah yoluna hikmet ve güzel öğütle çağırmayı ve en güzel biçimde mücâdele etmeyi emreden bu âyet, İslâm davet prensibini ortaya koymaktadır. Konu itibariyle, insanların, kendiliklerinden helâl ve haram hükümler koymalarını kınayan âyetlere bağlıdır. Bu tür yasaklar koyan müşrikleri, Allah yoluna, yani yalnız O’nun koyduğu helâl ve haram hükümlere uymaya çağırırken hikmet ve güzel sözle çağırmayı emretmektedir. Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba da’vetle, taassupla hareket etmenin bir yararı olmaz. Ancak hikmet, tatlı dil gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir.
Burada dikkat edilecek husus şudur: Allah yoluna sadece hikmetle, güzel öğütle da’vet edilmesi emredilmiştir. Çünkü mücâdele, da’vet metodu değildir. Mücâdelenin amacı, karşıdakini susturmaktır. Hasım cevap vermeyip susabilir ama gönlü kabul etmez. Onun için âyette mücâdele, yani cedel, da’vet metodu yapılmamış, Allah yoluna sadece hikmetle ve güzel öğütle çağırılması ve en güzel biçimde mücâdele edilmesi buyurulmuştur. (Mefâtîhu’1-ğayb: 20/139-140)
Bazı müfessirler, bu âyetin, savaşı emreden âyetlerle neshedildiğini söyledikleri gibi, bazı doğubilimciler ve onların etkisinde bulunan bazı sözde aydınlar da peygamber’in zayıf durumunda gelen bu âyetin, Peygamber’in durumu kuvvetlendikten sonra uygulanmadığını, bu emrin dışına çıkıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu iki görüş de yanlıştır.
Birincilerin görüşü yanlıştır, çünkü âyetin neshedilecek tarafı yoktur. Hiçbir zaman Allah, hikmeti, tatlı dili bırakıp kaba kuvvetle İslama çağırmayı emretmemiştir. Çünkü dinde zorlama yoktur. Savaş hakkındaki âyetler, müslümanların mallarına, canlarına, namus ve şereflerine saldıran-larla savaşmayı emreder. Yoksa insanları zorla dine sokmak için savaşmayı emretmez. “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğût’u inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, işitendir, bilendir.!” (Bakara: 92/256) “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfinin: 18/6) Hak elçisi, hikmet ve basiretle Hak yoluna da’vet edecek, bu konuda bilimsel kanıtlar sunacaktır ki “Helak olan kanıtla helak olsun, yaşayan da kanıtla yaşasın.” (Enfâl: 93/42) âyetleri, İslâmın davet yolunun hikmet, basiret ve güzel öğüt olduğunu, İslâmda zorlamanın yeri bulunmadığını, İslâm insanlara tam anlamıyla inanç ve vicdan özgürlüğü tanı-dığını göstermektedir.
İkincilerin görüşü de yanlıştır. Çünkü peygamber (s.a.v.), âyetlerin ruhuna daima sadık kalmış, kimseyi din değiştirmeğe zorlamamış, sözlerine bağlı kalanlara, tarafsızlara saldırmamış, onlarla yaptığı andlaşmaları sürdürmüştür. Ancak saldırganlara karşı savaş emredilmiştir. Saldırganlara karşı İslâmın şerefini savunmak başka, İslama da’vet etmek başkadır. İslama davetin ana metodu, hikmet ve güzel öğüttür. Da’veti etkili ve sürekli kılacak olan da ancak bu metoddur. İslâm kılıçla değil, hikmetle ve güzel öğütle yayılmıştır. (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Hikmet Maddesi)