Şirk – İktibas
ŞİRK
Kur’an’ın en önemli ve aynı zamanda çetrefil anahtar kavramlarından biri de hiç şüphesiz ‘şirk’tir. Çetrefildir, zira şirk daima kendisini tevhidden bir perde ile gizlemesini bilmekte, kendisini olabildiğince ‘hak’ suretinde göstermektedir. Bir başka adlandırmayla şirk koşanlar, bir biçimde dinle ilintili insanlardır. Bunlar ‘dinsiz’ değil, ‘dindar’ insanlardır. Allah’a inanma iddiasında olan ‘dindarlar’ ancak şirk koşmaktadırlar. İşte şirkin çetrefilliği buradan kaynaklanmaktadır. Peygamberlerin, müşrik/kafir kavimlerine tevhîdi anlatmak, şirkle tevhîdin farkını kavratabilmek için verdikleri mücadele, kastettiğimiz bu çetrefilliği yeteri kadar izah etmektedir.
Arap dilinde şe-ri-ke fiili bir şeyi paylaşmak, bölüşmek, ortağı olmak, ortaklaşa kullanmak anlamına gelmektedir. Bir kimsenin ortağına, hissedarına ‘şerîk’ denmektedir. Çoğulu ‘şurekâ’dır. Kur’an’da miras hukuku anlatılırken ‘şurekâ’ kelimesi tam olarak ‘ortaklar’ anlamında kullanılır. (4/Nisa, 12). ‘Şâ-re-ke’ fiili, aralarında ortaklık oldu, ortaklaştılar demektir. ‘Eş-ra-ke’, birini kendi işine ortak yaptı, pay/hisse verdi demektir. Kur’an’da bu fiil kullanılır ve şöyle denilir: “Allah kendi hükmünde hiç kimseyi ortak etmez (lâ-yüşrik).” (18/Kehf, 26). ‘İştirak’, bir ortaklığa katılmak, katılım demektir. Bu fiilin emir kipi olan ‘eşrik’, Kur’an’da sözlük anlamında kullanılır: Musa (a.s) Firavun ve kavmine tebliğ göreviyle görevlendirildiğinde Rabbi’nden, bazı taleplerle birlikte kardeşi Harun’u da kendisine yardımcı olarak görevlendirmesini ister ve şöyle der: “Onu işime ortak kıl.” (ve eşrik-hu fî-emrî) (20/Taha, 32). Şeytan, kulları Allah yolundan saptırmak üzere Allah’dan izin isteyip de kendisine bu izin verildiğinde ona, “…mallarına evlatlarına ortak ol” denilir. (17/İsra, 64). Şirk kökünden türeme ‘müşterek’, ‘ortaklaşa’ demektir. Türkçe’de ‘müşterek yol’, ‘müşterek görüş’ gibi deyimler bir yolun ve fikrin paylaşılmasını ifade eder. Şirket: ortağın payı anlamına geldiği gibi, esas olarak iki payın birleşmesi/katılımı, iki mülkü karıştırmak (haltul milkeyn) anlamına da gelir. Müşrik ismi faili ise basitçe, ‘ortak koşan’ demektir. Yani Allah’a zatında ve sıfatlarında ortaklar izafe eden kimseye müşrik denir.
Şirk kavramı Kitap’ta bizzat ‘şirk’ kelimesinin değişik türevleriyle işlendiği gibi, şirk kelimesi hiç kullanılmadan da işlenmiştir. Şirk kavramı, imanın zıddını oluşturan imansızlığın yegane tanımı değildir. Daha önce işlediğimiz ‘küfür’ belki şirkten daha kapsamlı bir kavram olup, imansızlığı ve Allah’a karşı nankörlüğü tarif eder. Küfürle şirki birbirinden tamamen ayırt etmek mümkün değildir. Kur’an’da küfürle şirk olgusu zaman zaman iç içe girdirilmiştir. Mesela, bir kısım insanların, Allah tek başına anılınca küfre düştükleri, Allah’a ortaklar koşulunca ‘iman ettikleri’ belirtilmektedir. (40/Mü’min, 12). Yine Hristiyanlar’ın, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyerek aslında Allah’a (İsa’yı ve Ruhul Kudüs’ü) şerik koştukları halde, kafir oldukları bildirilmektedir. (5/Maide, 73). Bir başka yerde yine, kafirlerin, haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri Allah’a ortak koştukları söz konusu edilir. (3/Al-i İmran, 151). Bütün bu karinelerden, küfürle şirkin münasebeti bağlamında en azından şu sonucu çıkartabiliriz: her şirk doğal olarak küfürdür; ama her küfür şirk değildir. Çünkü şirk, küfrün biçimlerinden biridir.
Nasıl küfür nankörlük, kafirler de nankör kimseler ise, şirk de aynı zamanda nankörlük, müşrikler de nankör kimselerdir. Bilinmelidir ki kafirler ayrı bir grup, müşrikler bir başka grup ‘inançsız’ insanlar değildir. Şirk ve küfür, aynı (inançsız) insanların akidelerinin farklı boyutlarına delalet eden kelime ve kavramlardır. Dolayısıyla “kafirler nankördür de, müşrikler değildir” gibi bir hüküm belirtmek mümkün değildir. Kur’an, darda kalan, Allah’dan gelen bir belaya maruz kalan müşriklerin, bu darlığın gitmesi ya da belanın defi için yine Allah’a yalvarma yolunu seçeceklerine, bu gibi durumlarda ortak koştukları şeriklerini unutacaklarına, ama belanın def’inden sonra yine ortak koşmaya devam edeceklerine değinmektedir. (6/En’am, 41, 63-64; 16/Nahl, 53-54). Kur’an insanların bu nankörlüklerine fazlasıyla dikkat çekmektedir. “İnsanlar bir darlığa uğrayınca, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah kendi katından onlara bir rahmet tattırınca, bakarsınız ki onlardan bir grup Rableri’ne ortak koşup durmaktadırlar.” (30/Rum, 33). Allah insanlara bir rahmet tattırdığında sevinirler, şayet -kendi hak ettikleri sonucu- başlarına bir fenalık gelirse, ümitsizliğe düşer, yeise kapılır ve Allah’a apaçık bir hasım kesilirler. (30/Rum, 36; 22/Hac, 11; 39/Zümer, 8; 41/Fussilet, 49; 42/Şura, 48; 89/Fecr, 15-16 v.b.). İnsanoğlu, Allah’dan çocuk ister, isteğine kavuşunca da -nankörlüğü gereği- yine şirke düşer. (7/A’raf, 189-190).
Kur’an müşriklerin bu çıkarcı, pragmatist nankörlüklerini temsîlî anlatımlarla daha da berraklaştırır: Denizde gemiyle yolculuk yapmakta olan müşrikler, bir aksilik olmadığı, yolculuk iyi gittiği, yani ihtiyaçları olmadığı sürece Allah’ı hatırlarına getirmemektedirler. (Ki buna istiğna denmektedir). Fakat ne zaman ki fırtınalar dev dalgaları harekete geçirip, ölümün soğuk pençesini enselerinde hissederler, o zaman Allah’a yalvarmakta, eğer bu beladan kurtulurlarsa O’na şükreden kullar olacaklarına and içmekte, yani o an için dini yalnız Allah’a has kılmaktadırlar. (Bu detaylar, müşriklerin hiç de iddia edildiği gibi ‘bilmeyenler’ olmadığını gösterir. Çünkü gerektiğinde pekala “dini Allah’a has kılmakta”dırlar). Fakat ne yazık ki, nankör müşrikler, Allah kendilerini beladan kurtarınca verdikleri sözü unutmakta, adeta “nerde kalmıştık?” dercesine, şirk esasına dayalı hayatlarına devam etmektedirler. (10/Yunus, 22; 17/İsra, 67; 29/Ankebut, 65; 31/Lokman, 32).
Şirkin ne olduğunu açıklamaya geçmeden önce, şirkin zıt anlamının ne olduğuna da kısaca değinmek gerekmektedir. Şirk Allah’a ortaklar izafe etmek olduğuna göre, şirkin zıddı tevhîddir. Yani Allah’ı birlemek, Allah’dan başka ilah olmadığına iman etmek ve bunu ikrar etmektir. Pratik hayatta ise bu, Allah’a ibadet etmek olarak tezahür edecektir. Kuran “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın” buyurmaktadır. (4/36). Namazı ve ibadetleri sırf Allah için yapmak, Allah’a ortak koşmamayı gerektirir. (6/En’am, 162-163; 13/Rad, 36; 18/Kehf,110). Bir ayette “Namazı kılın ki, müşrikler gibi olmayın” (30/Rum, 31) denmesi, namazın tevhîde erdirici, şirkden uzaklaştırıcı bir kulluk biçimi olduğunu gösterir. Namazın bu fonksiyonunu, yani, namaz kılmanın, toplumun tapınageldiği putları terk etmeyi gerekli kıldığını, Şuayb peygamber’in müşrik kavmi idrak etmişti. (11/Hud, 87).
Her şeyden önce şirkin tabii bir şey olmadığı gayet açıktır. Şirk, kurallı hayatta kural dışı bir şeydir. Varlıktaki ahengi ve düzeni bozmaktır. Dolayısıyla ‘düzeni bozmak’ yaftası asıl müşrikler için uygundur. Kuralların ilki, Allah’ın her şeyi yaratmış olması gerçeği ise, ikincisi, yaratılmışlar üzerinde O’nun hükümlerinin geçerli olduğudur. Varlık ummânında Allah’ın hükümlerinden başka bir şey geçerli değildir. Ama şirk, Allah’a itaat etmeyip, Şeytan’ın adımlarını takip etmek olarak, hayattaki bütün uyumsuzlukların başlangıcı sayılmaya müstehaktır.
Tarih boyunca ne yazık ki insanların çoğunluğu Allah’a şirk koşarak iman etmişlerdir. (12/Yusuf, 106). Fakat bu insanlar yaptıklarının hep doğru olduğu zannına sahip olmuşlar, şirklerinde haklılık iddia edegelmişlerdir. Allah’ın uluhiyyetini ve rububiyyetini hakkı ile takdir edemeyen insanlar, değişik biçimlerde Allah’a ortaklar koşmuşlar ve müşrik olmuşlardır. Bu hallerini ise yine de dindarlık zannetmişlerdir.
Şirkden uzak olmanın en başta gelen şartı mü’mince bir tevazuya sahip olmak, bir kul olarak haddini bilmek ve Allah’ın sınırlarını aşıp, uluhiyyet ve rububiyyet taslamaya kalkışmamaktır. Allah’ın dışında hiç kimse din belirleyemez. Allah’ın şeriat vaz’ ediciliğine rağmen, kendisi şeriat belirlemeye kalkışan kimseler, Allah’a ait bu yetkiyi paylaşmaya kalkıştıkları için, kendilerini Allah’ın şeriki yapmış sayılırlar. (42/Şura, 21). Allah’ın vaz ettiği dinden razı olmayan insanoğlu, Allah’a rağmen yeni birtakım kurallar, yasalar ve anayasal sistemler kurmakta, kısacası kendisi için yeni bir din vaz etmektedir. Çünkü bu insanlar, Allah’ı ve Allah’ın inzal ettiklerini beğenmemektedirler. Bunu elbette gerek kendi benliklerine ve gerekse şeytanî dostlarına karşı açıkça itiraf da etmektedirler. Bu onların ideolojisidir. Fakat kendi sun’î (insan yapımı) şeriatlarına taptırdıkları kitlelere bunu, daha üstü kapalı ve girift bilmecelerle anlatmaktadırlar. Zira, büyüklerini / efendilerini rabler edinen insan sürülerinin, beşer hayatını tanzim etmekte Allah’ın yetersiz, iş bu efendilerin / büyüklerin ise son derece ehîl olduklarına inandırılmaları gerekmektedir..
Halbuki Allah’ın Allah olması (uluhiyyeti) bölünme kabul etmez. Allah, hem yaratmasıyla, hem de hüküm koymasıyla, hem öldürmesiyle, hem de değerleri belirlemesiyle Allah’dır. Allah’ın hüküm koyuculuğunu O’nun yaratıcılığından ayırmak, tıpkı önceki kafir kavimlerin Allah’ı hakkıyla takdir edemeyişleri gibi (39/Zümer, 67), O’nu gereği gibi takdir edememektir, dolayısıyla şirktir, Allah’a ortaklar koşmaktır. Bunu biraz daha açarsak, Allah “Allah’dır, kul da kuldur” diyememektir; Allah hüküm koyucudur, Rabdir, İlah’dır, kul ise itaat edendir, kuldur, terbiye edilendir diyememektir. Ama bilinmelidir ki Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez. (18/Kehf, 26). Otoritenin tecezzi kabul etmeyeceğini bütün insanlar takdir ederler.
Allah’ı insan hayatına hüküm koymaktan tard etme(!) fikrine sahip olan insanların tanrı tanımaz oldukları zannedilmemelidir. Bilakis bunlar kendilerince ‘dindar’dırlar. Bundan da öte bu tür insanlar ileri derecede din kültürüne sahiptirler, hatta çoğu zaman bu kimseler “din uzmanı”dırlar. Bir anlamda bunlar ruhban sınıfıdır. Beni İsrail’in Hahamlarıyla, Hristiyanların Rahipleri’nin muadilleridir. Zaten en ‘uzmanca’ şirk de, iş bu ‘ruhban sınıfı’nca koşulmaktadır.
Allah’dan başka kişi ya da kurumlara (Allah’a rağmen) hüküm koyuculuk vasfını vermek, bunları rububiyet ve uluhiyet makamında görmek demektir. Bilindiği üzere Kur’an, Yahudiler’in hahamlarını, Hristiyanlar’ın da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’ın dışında rabler edindiklerini belirtir ve bu suretle, tek Allah’a ibadet etmeleri ilkesini ihlal ettiklerini beyan eder. (9/Tevbe, 31). Kur’an aynı bağlamda, Üzeyir’i ve İsa’yı Allah’ın oğlu kabul eden Yahudi ve Hristiyanlar’ı da kafir sayar ve hatta onlara lanet okur. (9/Tevbe, 30). Tevbe suresinin 30. ayetinin tefsirinde rivayet edilen bir habere göre Rasulullah (a.s), Yahudi ve Hristiyanlar’ın, din adamlarının helal saydıklarını helal, haram saydıklarını haram kabul ettikleri için onları rab edinmiş oldukları açıklamasını yapmıştır. Bu durumda Yahudi ve Hristiyanlar, Allah’ın varlığını inkar etmiyorlar, ama O’nun hüküm koyuculuk sıfatını başkalarına da tanıyorlar; bir başka tanımla, kendileri gibi beşer olan ‘din adamlarını’ (din uzmanlarını), Allah’ın hüküm koyuculuk sıfatına ortak kılıyorlar. Allah’a ait olan bir hakkı/yetkiyi tamamen kendi keyiflerince paylaştırıyorlar.
Hüküm koymak, aynı zamanda norm belirlemektir. Allah’ın değil de kendilerinin hüküm koyucu olduklarını iddia edenler, kitlelerin tabi olmasını arzu ettikleri normlar belirleyenlerdir. Kur’an, bir ‘sürü’ mantığıyla ve dinsel bakış açısıyla reislere (sâdât) ve büyüklere (küberâ) uymanın şirkle olduğunu söyler. (33/Ahzap, 67). Çünkü gözle görülmeyen bir Allah’a karşın, elle tutup gözleriyle gördükleri büyüklerini, efendilerini, önderlerini ilah edinmek insanlara daha cazip gelmektedir. Esasında bütün toplumlarda şirkle tevhîdin kesiştiği nokta işte burasıdır. Yani kendimiz gibi insan/lar/ı bir ‘insan’ mı kabul edeceğiz, yoksa “Yüce Efendi” mi sayacağız? Onları, günahıyla sevabıyla sonuçta bir beşer bilip, doğrularını alıp yanlışlarını eleştirecek miyiz, yoksa hata etmez, yanılmaz ve la-yüs’el şerikler mi kabul edeceğiz? Allah’a ait olan, din vaz etme yetkisini sadece Allah’a mı tanıyacağız, yoksa, “bu ulularımızın elbette bir bildiği vardır” mantığıyla, onların sözlerini din mi edineceğiz?
İşte bu minvalde Kur’an, çok önemli bir çağrıyla Ehli Kitabı adeta sarsmakta, ortak bir kelimede buluşmaya davet etmektedir: ı) Allah’dan başkasına kulluk etmeyeceğiz; ıı) Allah’a hiçbir şeyi (ve hiçbir kimseyi) ortak koşmayacağız; ııı) Allah’ı bırakıp da birbirimizi (yani beşer beşeri) rabler edinmeyeceğiz. (3/Al-i İmran, 64). Kur’an bu tür şerik koşmalara farklı kelimelerle atıfta bulunur. Bunlardan biri ilah, diğeri de rab sözcüğüdür. Bu ayette “Allah’ı bırakıp da birbirimizi rabler edinmeyelim” denmesi boş yere değildir. Çünkü Hristiyanlar İsa’yı ve annesi Meryem’i ilah edinmişlerdir. (5/Maide, 116). Kur’an’ın bu çağrısı şunu düşündürmektedir: Demek ki Ehli Kitap, Allah’ın varlığını inkar etmiyor ama, kendilerinden farksız bazı beşerleri Rabler ediniyorlar. Kur’an’ın bu çağrısı, aynı şirki işleyen her ümmet için geçerlidir. Toplumda ün yapmış ‘büyükler’ ve ‘din uluları’ (sâdât), eğer gerçekten Allah’ın buyruklarına uyan mü’min kullarsa, bunlar zaten yeryüzünde büyüklenme taslamazlar, tam tevazu içindedirler (25/Furkan, 63-65) ve bunlar kendilerini diğer mü’minlerle kardeş bilirler. Yok eğer bunlar, insanların kendilerine perestij etmelerinden hoşlanıyorlarsa, tıpkı Tevbe/31’de tanımlandığı gibi, ortada bir ilah edindirme ve edinme (şirk düzeni) var demektir. Oysa Allah’dan başka İlah yoktur. Göklerde ve yerde olan her şey O’nundur; bu durumda ancak O’na iman edilir, O’na kulluk edilir ve sadece O’ndan korkulur. (16/Nahl, 51), sadece O’ndan yardım istenir. (Fatiha).
Şirkin temelinde insanların bir güce boyun eğme eğilimleri yatmaktadır. Bütün putperestler, Allah’ın dışında bir izzet, şeref, nüfuz ve kudret aradıkları için Allah’ın dışında ilahlar ediniyorlar. (19/Meryem, 81). Oysa, Allah’ın dışında izzet, güç ve kudret yoktur. Aslında göklerde bulunanlar, yeryüzündeki canlılar ve melekler, böyle bir sefihliğe düşmemektedirler. Onların hepsi de hiç büyüklük taslamadan Allah’a secde etmektedirler. (16/En’am, Nahl, 49; 21/Enbiya, Enbiya, 19-20). Bu demektir ki, insan dışında bütün varlıklar, izzet ve şerefi tamamen Allah katında bilmektedirler. Sadece insan kendi özünü ve Rabbini unutup, kendisine sanal izzet ve şeref mercileri aramaktadır. Akıllı insanlar, Yaratan Allah’ın dışında bir ilah aramazlar ve başka hiçbir nesneye perestij etmezler. (36/Yasin, 22-23). Kainatın düzeninin sağlamlığının bile Allah’dan başka ilahlar olmadığının delili olduğunu çok iyi bilirler. (21/Enbiya, 22).
Kur’an mütemadiyen müşrikleri şunu kavramaya davet etmektedir: Allah’ın haricinde edindiğiniz bu sanal ilahların ‘yaratma’ kudretleri yoktur, bizzat kendileri yaratılmıştır; bunlar ölümlü varlıklardır. Bunlar kendi nefisleri için bile ne fayda ne de zarar temin edemezler; öldürmeye ve ölenleri yeniden diriltmeye kadir değillerdir. (25/Furkan, 3). Kur’an dinine göre insanların koruyup kollayanı, gözetleyeni, dostu, yardımcısı Allah’dır. Buna gerçek anlamda iman edip, hayatını ona göre düzenleyen kullar mü’mindirler. Fakat Allah’ın dışında başka veliler, başka sığınaklar arayanlar Kur’an’a göre müşriktir. Kur’an bu duruma karşı sık sık uyarır insanları ve şöyle der: Gökleri ve yeryüzünü yoktan var eden, yediren, ama kendisi yeme ihtiyacında olmayan Allah’dan başka ilah edinmek, öyle mi?! Hiçbir şeyi yaratamayan, yemek-içmek gibi biyolojik ihtiyaçlarla malül, sizin gibi, yaratılmış varlıkları veliler (evliya) ediniyorsunuz. Böylece Allah’a şirk koşuyor, müşrik oluyorsunuz. (6/En’am, 14).
Bilinmelidir ki, müşrikler ulularını, reislerini, din adamlarını son derece iyi niyetlerle(!) evliya edinmektedirler. ‘İyi niyetleri’ şudur: Edindikleri bu veliler (evliya) onları Allah’a yaklaştıracaklar! (39/Zümer, 3). Görüldüğü gibi, son derece dindarca bir tutumla karşı karşıyayız. Kendileri Allah’a yaklaşamadıkları için, Allah katında daha fazla değeri olduğuna inandıkları kendileri gibi insanları evliya ediniyorlar. Fakat Kur’an buna, “dini Allah’a has kılmamak” adını veriyor. (39/Zümer, 2-3). Bu tutum, dini Allah’la insanlar arasında paylaştırmak, bölüştürmek; adeta şunlar Allah’a, şunlar da ilahlarımıza aittir diyen müşriklerin mantığı gibi, “dinin şu şu işleri Allah’a, şu şu işleri de putlarımıza/evliyamıza aittir” demektir. Allah hiç kimseye böyle bir yetki vermemiştir. Hiç kimse Allah’ın vekili değildir. Dolayısıyla bu şirki işleyen müşrikler son derece anlamsız, asılsız, temelsiz bir iddiada bulunmaktadırlar. Bunların iddiası, örümcek evine benzetilmiştir. Evet, Allah’dan başka evliya edinenlerin durumu, örümcek evine benzer, fakat örümcek evi de evlerin en çürüğüdür! (29/Ankebut, 41). Allah’dan başka evliya edinmek, Kur’an’ın şiddetle reddettiği bir şirk olgudur. Zira Allah’dan başka veli (‘evliyâ’) yoktur! (42/Şura, 9). Allah’dan başka evliya ittihaz edinenleri Allah daima gözetlemekte olup (42/Şura, 6), bunları cehenneme sürecektir. (18/Kehf, 102). O günkü pişmanlıkları da fayda vermeyecektir. (25/Furkan, 27-28).
Allah’dan başkalarını evliya edinmek, aslında Şeytan’ı evliya edinmek demektir. Halbuki şeytan sadece insanları kandırır. (4/Nisa, 119-121). Buna rağmen müşrikler, içine düştükleri dalaletin bilincinde olmayıp, iyi işler yaptıklarını zannedebilirler. (7/A’raf, 30). Örümcek evi misali, ‘çürük varlıkları’ kendisine evliya edinen müşriklerden hiçbiri, kendilerine yapılan müslümanca uyarıya aldırış etmemekte, bilakis ikaz edildikçe cahiliyye gurur ve hamiyyeti ile, kendisine rab ve ilah edindiği azizlere/şeyhlere/ululara Allah’a güvenir gibi dayanıp güvenmekte, kendisini uyaranları da, bu işleri hiç bilmeyen zavallı sapıklar olarak görmektedir. Tıpkı, kendilerine Allah’dan başka İlah olmadığını hatırlatan Peygamberlerini, apaçık bir dalalette gören Nuh’un kavmi gibi. (7/A’raf, 59-60). Mekke kafirleri de, Peygamber Muhammed (a.s)ın kendilerini az kalsın ilahlarından saptıracağı kaygısıyla, birbirlerini böyle bir ‘dalalete’ düşmemek için ‘sabır’ ve sebatla tanrılarına sahip çıkmaya davet etmekteydiler. (25/Furkan, 41-42). Nasıl ki Muhammed (a.s), müşrik Mekkeliler’e göre ‘dalalet’te idiyse, bugünkü müşrikler de, Allah’a hiç kimseyi eş koşmayan mü’minleri dalalette görmektedirler.
İslam’ın ‘Din’ olmaktan çıkartılıp, ‘kültürleştirildiği’ dönemlerden beri, Müslüman kavimler beyninde, ‘evliya’ kavramı, Kur’an’daki sahih anlamından kopartılarak, putperestliği ifadeye yarayan bir kült haline gelmiştir. Bu süreç içinde ‘evliya’, eren/ler, ermiş/ler, mürşid-i kamil, ‘Allah’ın veli kulları’ gibi kavramlarla anılır olmuş ve zamanla, başka kültürlerden devşirilen ‘insan-ı kâmil’ kavramına dönüşmüştür. İslam kisvesi giydirilmiş mistisizmdeki ‘insan-ı kâmil’, tıpkı Hristiyanların “Tanrı’nın oğlu Tanrı İsa” dogması gibi bir şeydir, tanrısal niteliklere sahiptir. Tıpkı tanrı gibi ezeli ve ebedi sıfatları vardır. Bu arada mistisizm, üçler-yediler-kırklar gibi ‘ricalül gayb’ adıyla anılan bir gizli/batınî evliya hiyerarşisi icad etmiş, bir bakıma dünyanın gidişatını, tabii hayatın işleyişini ve hini hacette insanlara yardım etme yetkisini bunlara tevdi eylemiştir. Yani Allah’ın kudretini bunlara bölüştürmüştür. Halbuki Allah kendi emrinde ve hükmünde hiç kimseyi ortak edinmemiştir. Hiçbir beşerin de böyle bir ortaklığa liyakat kesbetmesi düşünülemez.
Gayba muttali olan, insanların kalbinden geçeni bilen, gittiği yerlere bereket yağdıran, diriyken veya kabirdeyken veya ahiret günü cehennemin kapısında durup, kendi müritlerini cehenneme girdirmeme gibi birtakım tanrısal yetkilerle donatılan evliya kültü, Kur’an’ın bütün akide ilkelerini alt üst etmektedir. Halbuki Allah ne diriyken ne de ölüyken kimseye böyle bir yetki vermemiştir. Allah, Allah’a ait olan sıfatları hiçbir kuluna vermez. Allah, gönderdiği bütün Rasullere, “Benden başka ilah yoktur, öyle ise sadece bana kulluk edin” diye vahyetmişken (21/Enbiya, 25), sıradan insanlar nasıl bu hükmün dışında olurlar?
Bu bağlamda, Mekke müşriklerinin, Allah’ın dışında tanrı edindikleri ilahlarının Allah’la kendileri arasında şefaatçi olacağını var saymalarına değinmek icab etmektedir. Kur’an müşriklerin, putlarını, Allah’la kendi aralarında şefaatçi olarak tasavvur ettiklerinden açıkça bahseder (10/Yunus, 18; 39/Zümer, 43) ve bunu kesin bir dille reddeder. Zira şefaatin tamamı Allah’a aittir. (39/Zümer, 44). Kur’an bu ayette “Göklerin ve yeryüzünün bütün mülkü Allah’a aittir” derken, “hiç düşünmez misiniz?” demeye getiriyor. Kur’an, müşriklerin şefaatçi sıfatı yükledikleri tanrılarının onlara ne bir fayda ne de bir zarar verebilen, sıradan nesneler olduklarına dikkat çekiyor ve çok ciddi bir uyarı yapıyor: “Siz Allah’a, göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” (10/Yunus, 18). Şimdi şunu düşünmek gerekmiyor mu: Mekke müşriklerinin, birtakım sıradan nesneleri Allah’la kendi aralarında şefaatçi tanrılar zannetmeleri ile, ‘Muhammed ümmeti’ sınıfından bazı kimselerin, filanca şeyh ya da veli hazretlerini şefaatçi bilmeleri arasında ne gibi bir fark vardır? Mekke müşrikleri bu vehimleriyle Allah’a din öğretme gibi bir cüret içine girerken, berikiler farklı bir iş mi yapmaktadırlar? Allah’ın şefaatçiye ihtiyacı var mıdır? Allah hangi fani insanı kendine şefaatçi (yargılamasında ortak) edinir? Allah katında sıradan bir isimlendirmeden başka bir şey olmayan bu sanal tanrılar, nasıl Allah’ın ortağı olabilirler? Kısacası, müşriklerin Allah’a koştukları şeriklerinden kendilerine ahirette hiçbir şefaatçi olmayacaktır ve o şerikler kendilerini orada yüz üstü bırakacaklardır. (30/Rum,13).
Şefaat akidesini kesin bir dille yalanlayan Kur’an, Allah’dan başkasını vekîl edinmemeyi (17/İsra, 2), sadece Allah’ı vekîl tutmayı (73/Müzzemmil, 9) kullara öğütler. Sadece Allah’a dayanıp güvenmeyi emreder. (12/Yusuf, 67).
Kur’an müşriklerin, Allah’dan başka bazı varlıkları Allah’a denk, Allah benzeri dostlar/tanrılar edindiklerine ve o tanrıları Allah’ı sever gibi sevdiklerine dikkat çeker. Buna karşın mü’minler ise Allah’ı severler. (2/Bakara, 165). Allah’ın dışında, kendileri gibi birtakım insanları şeyh, veli, evliya, ‘hazret’, mürşid-i kamil ve benzeri isimlerle (53/Necm, 23) rab/ilah edinen kimselerin bu ayetleri doğru okuyamadıkları bir gerçektir.
Kur’an, Allah’ın dışında ilahlar edinenlerin bu şeriklerine evsân ve sanem kelimeleriyle işaret eder. Rağıb İsfehani’ye göre evsân’ın tekili olan ‘vesen’, müşriklerin tapındıkları taşlar demektir. Yani Lat, Menat, Hubel ve Uzza gibi putlara evsân denmektedir. Sanem ise, aynı müellife göre, müşriklerin Allah’a yakınlaşmak düşüncesiyle gümüşten, bakırdan ya da ağaçtan yaptıkları heykellerdir. Çoğulu ‘esnâm’dır. (Samirî’nin altından bir buzağı heykeli yapmış olması ve denizden geçen İsrailoğulları’nın, Musa’dan kendileri için de böyle ilahlar (putlar=esnâm) yapmasını istemiş olmaları, ‘esnâm’ın gümüş, bakır, altın gibi metalden ya da ağaçtan yapılmış heykeller olduğu anlamını güçlendirmektedir.) Rağıb İsfehani, bazı bilginlerin Allah’ın dışında, kendisine tapılan her şeye sanem dediklerini belirtmekte, hatta, insanları Allah’dan alıkoyan her şeye sanem denir demektedir. Bu manaya göre, evsân ile sanem arasındaki fark, putların imal edildikleri maddeden ibarettir. Rağıb el-İsfehani, İbrahim Peygamber’in, “Rabbim! Beni ve oğullarımı putlara (esnâm) tapmaktan uzak tut!” (14/İbrâhîm, 35) duasını şöyle yorumlamaktadır: İbrahim (a.s) Allah hakkında marifet sahibi idi, hikmetine vakıftı, dolayısıyla müşriklerin tapındığı bu heykellere tapmak gibi bir korku taşıyor olması düşünülemezdi. Şu halde İbrahim (a.s) şöyle demiş olmalıydı: “Rabbim, beni, Sen’den yüz çevirtecek her türlü alıkoyuştan uzak tut!”
İbrahim Peygamber’in kavmi putlara (esnâm) tapıyordu ve İbrahim bu nedenle, babasını, kavmi ile birlikte sapıklıkta gördüğünü açıkça söylemişti. (6/En’am, 74). Hatta bu kadarla da yetinmemiş, müşrik kavminin puthanesine girerek, bütün putları (esnâm) kırmış, sadece en büyüğünü bırakmış ve baltayı da onun boynuna asmıştı. Fakat müşrik toplum İbrahim’i dalalet içinde gördüğü için, tanrılarının şerefini kurtarmak adına onu yakmak istemişlerdi. (14/İbrâhîm, 68). Kavminin, muhtemelen gümüşten, bakırdan ya da ağaçtan yonttukları bu putlara İbrahim Peygamber ‘temâsîl’ (temsiller= heykeller) (21/Enbiya, 52) ve ‘esnâm’ (putlar) (21/Enbiya, 57) derken, kavminin, ‘ilah’ (ilahlarımız= âlihetunâ) demiş olması (21/Enbiya, 59, 62, 68) dikkate şayandır. Şu halde, değişik malzemelerden yapılan bu heykeller, Peygamber gözüyle heykel ve put, müşrikler gözüyle ise İlah/Tanrı’dır. Gerçi Kur’an’ın başka bir yerinde kendileri de bu ilahlarına ‘esnâm’ adını vermektedirler. (26/Şuarâ, 71). İbrahim peygamber de, bu putlar için ‘evsân’ kelimesini de kullanmaktadır. (29/Ankebut,17, 25). Bu, ‘evsân’ı ilah edinmelerini de, dünya hayatına olan bir muhabbete bağlamaktadır. (29/Ankebut, 25).
Unutmamak gerekir ki, şirk dininin tanrıları olan putlar (sanem veya evsân), asıl tapılan varlıklar değildir. Asıl tapılanlar, bu putların, heykellerin temsil ettiği birtakım değerlerdir. Dolayısıyla gerçek putperestliği, onların şahsında birtakım fikrî disiplinlere ve müesseselere inanmak değil de, bu temsillere perestij etmek olarak algılamak yanıltıcı olacaktır. Buradan hareketle şunu da söyleyebiliriz ki, ‘putperestlik’, ‘şirk’in eş anlamlısı değildir. Şirk putperestlikten daha kapsamlıdır. Putperestlik şirkin bir biçimidir.
Heykellerden tanrı edinmek hususunda Samirî tipik bir örnektir. Musa (a.s) İsrailoğulları’nı denizden geçirdikten sonra, kırk gün Tur dağına gitmiş ve kavminden uzak kalmıştı. Bu esnada kardeşi Harun’u onlara vekil bırakmıştı. Fakat, Samirî öncülüğündeki müşrik kavim, Musa’nın bu ilahları unuttuğu fikrinde idiler. Samirî onlara altından bir buzağı heykeli yapmıştı. Bunu da, “Musa’nın görmediği şeyi gördüğü” iddiasına dayandırıyordu. (20/Tahâ, 88, 96). Yani Samirî, dinde Musa’dan daha ince düşünmekteydi! Kendisini Musa’dan daha ileri görüşlü, daha parlak fikirli, “dinin özünü daha iyi kavrayan biri” olarak görüyordu. Musa ise işin özünü tam kavramamıştı, çünkü bir tane altından tanrısı bile yoktu!
Günümüzde de şirkin değişik biçimlerini içlerine sindirmiş olan müşrikler, Musa’nın veya İbrâhîm’in okuduğu aynı ayetlerle kendilerini uyaran mü’minlerden kendilerini daha ileri görüşlü, daha parlak fikirli ve dinin özünü daha iyi kavramış olarak görmektedirler…
Samirî’nin buzağı heykelinin böğürmesi mutlaka ona, toplum nezdinde büyüleyici bir karizma sağlıyordu. Bu noktadan hareketle, “günümüzdeki heykellerin de (putların/esnâmın) böğürmesi gerekmez mi?” diye düşünebilir miyiz? Hayır. Çünkü artık toplum katmanları, böğüren heykellerin sırrını keşfetmiş durumdalar. Bu gün için, bu böğürme, yerini soyut biçimlere terk etmiştir. Bugün kitleleri teshir eden putlar çıkar, makam-mansıp, para ve hükmetme makamı gibi seküler hedeflerdir. İktidar araç-gereçleri Samirî’nin buzağısından daha iyi böğürmektedir.
Tevhîd nasıl ki kendi içinde bütünlüğe sahip bir sistemse, şirk de kendi içinde bütünlüğe sahip bir sistemdir. Müşriklerin gerek akide ve ibadetleri, gerekse günlük hayatları, ahlak anlayışları, gelenek ve görenekleri de müşrikçedir. Mesela müşriklerin cinleri Allah’a ortaklar koşmaları (6/En’am, 100), melekleri Allah’ın kızları (17/İsra, 40) olarak tasavvur etmeleri, Allah’a çocuk isnad etmeleri (6/En’am, 100; 17/İsra, 40) hep bu cümledendir.
Müşriklerin Allah’a çocuk isnad etmeleri belki de işledikleri cürümlerin en büyüğüdür. “Allah çocuk edindi dediler. Haşa! O bundan münezzehtir. Çünkü O bundan müstağnidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” (10/Yunus, 68). “Allah çocuk edindi” diyenlerin ve babalarının hiçbir ilmi delilleri yok. Ağızlarından çıkan bu yalan söz ne kadar da büyük bir cürümdür! (18/Kehf, 4-5).
Bu konuda Hristiyanlar da önceki müşriklerin yolunu takip etmişlerdir. Allah onların Allah’ın oğlu olduğunu iddia ettikleri Meryem oğlu İsa’nın gerçek haberini anlatır ve Allah’ın çocuk edinmekten münezzeh olduğunu belirtir. (19/Meryem, 35). Bu öyle kafirce bir iddiadır ki, bu ilhadlarından dolayı Allah’ın gazabı nedeniyle neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp yok olacaktır. (19/Meryem, 88-92). Hristiyanlar İsa’yı sadece Allah’ın oğlu olarak değil, aynı zamanda Allah’ın yeryüzünde bedenlenmiş şekli olarak kabul etmektedirler. Yuhanna İncili İsa’yı şöyle tanımlamaktadır: “Kelam başlangıçta var idi ve Kelam Allah nezdinde idi ve Kelam Allah idi.” İsa’ya Rab veya Allah’ın oğlu demeleri mecazi anlamda değil, gerçek anlamdadır.
Kur’an Hristiyanlar’ın ‘teslis’ akidesine değinir ve hem “Allah Meryem oğlu Mesih’tir” demelerinden, hem de “Allah üçün üçüncüsüdür” inancına sahip olmalarından dolayı onları kafir sayar. (5/Maide, 72-73). Hristiyanlar “Allah üçün üçüncüsüdür” derken, Allah’ı üçe bölmekte, bir başka anlatımla iki varlığı (İsa ve kutsal ruh) Allah’ın Allahlığına ortak kılmaktadırlar. Halbuki Allah’dan başka ilah yoktur, İsa, kendisinden önce gelip geçmiş benzerleri gibi, Allah’ın sadece bir Rasulü’dür. Annesi de dosdoğru iffetli bir kadındır. Her ikisi de her insan gibi, yemek yiyen, İlahi tabiat taşımayan, bizim gibi beşerdirler. (5/Maide, 75). İşte İsa’yı ve annesini böyle bilmeyen Hristiyanlar, tıpkı kendilerine ne fayda ne de bir zarar veremesi mümkün olmayan şeyleri ilah edinen Mekke müşrikleri misali, iki insanı ilah edinmekle müşrik olmuşlardır. Bu dogma, müşriklerin aynı zamanda dindar insanlar olduğu tezimizi destekleyen çok önemli bir örnektir.
Allah’a çocuk isnadı yeterince bir küfür değilmiş gibi, bir de bazı müşrikler, kız çocuklarını Allah’a isnad etmişlerdir. (43/Zuhruf, 16; 53/Necm, 21). Daha doğrusu müşrikler meleklerin Allah’ın kızları olduklarına inanıyorlardı. (17/İsra, 40).
Şüphesiz Allah bütün müşriklerin bu çirkin iftiralarından münezzehtir. En güzel isimler O’nundur ve O’nun isimleri arasında “Allah çocuk edinir” gibi bir isim yoktur. (17/İsra, 110-111). Bütün göklerin ve yerin mülkü O’nundur, O mülkünde ortak edinmez, çocuk da edinmez. (25/Furkan, 2).
Şirke dayalı cahiliyye dünya görüşü, hayatın her alanını kirletmektedir. Yargıları daima arızalıdır. Mekke müşrikleri ekinlerinden Allah’a bir pay, putlarına da bir pay ayırmaktaydılar. Fakat tıpkı ruhbanlık misali, bu kurala da dürüstçe(!) uymuyorlardı. İlahları için ayırdıkları hayvanları ve ekinleri kendilerinin dilediğinden başkasına haram sayıyorlardı. Ayrıca hayvanların karınlarında olan yavruyu da kadınlara haram kılmışlar, sadece erkeklere serbest kılmışlardı. Ama eğer yavru ölü doğarsa kadın ve erkek ortak oluyordu. Böylece kendi kafalarından helal ve haram ihdas ediyorlardı. (6/En’am, 136-139). Allah’ın sonsuzca lütufkarlığının eseri olarak yarattığı (hayvanlar türünden) rızkı kadınlara haram kılmak (6/En’am, 140) tam müşrikçe bir tutumdur. Halbuki Allah domuz eti, leş, kan ve putlar adına kesilmiş hayvanın dışında, bütün insanlar için yeryüzünün temiz ve güzel rızıkları helal kılınmıştır. (5/Maide, 3-4; 6/En’am, 145).
Tıpkı bunun gibi, müşriklerin şerikleri, yani bu şeriklere yükledikleri anlamlar gereğince, kafir dünya görüşleri onlara çocuklarını öldürmeyi öğütlemiş (6/En’am, 137) ve de öldürmüşlerdir. (6/En’am, 140). Müşriklerin dünya görüşlerinde kız çocuğu da, istenen bir evlat değildir. Onlardan birine kızı olduğu müjdelenince öfkeden yüzünün mos mor kesildiğini Kur’an haber vermektedir. (43/Zuhruf 17-18). Modern müşrik toplumlarda da kadına ilişkin bu müşrikçe yaklaşım devam etmektedir. İmajın aksine kadın hala putperest erkeklerin sadece metaıdır. Kadın haklarını savunuyor görünmelerine rağmen, eğlence nesnesi olmaktan öte kadına bir değer biçmemektedirler. Putperest batı medeniyetinin dayattığı ‘Kadın-erkek eşitliği’ tezi de, kadın erkek arasında var olan mesafeyi ortadan kaldırıp, iffet, namus, haya, utanmak gibi bütün ahlaki değerleri yok etmek içindir.
Şirk koşmanın elbette birtakım dayanakları vardır. Bunlardan biri, ‘atalar kültü’dür. Bütün Peygamberlerin kendilerini “Allah’ın indirdiklerine” “Rasul’e” (2/Bakara, 170; 31/Rum, 21; 5/Maide, 104) uymaya davet etmelerine karşı müşrikler, “ama biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan başkasına uymayız!” (2/Bakara, 170; 31/Rum, 21); “babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” (5/Maide, 104) gerekçeleriyle karşı çıkmışlar, atalarına sığınmışlardır. Hatta bununla da yetinmeyip, hem kendilerinin hem de atalarının Allah’a şirk koşmalarını da Allah’a atfetmiş, gündelik dildeki tabirle, şirklerinin faturasını Allah’a kesmişlerdir. (6/En’am, 148; 16/Nahl, 35). Kendi cürmünü Allah’a fatura etmek, şirkin ne kadar büyük bir cehaletten kaynaklandığını göstermektedir. Burada, zaman zaman yanlış anlaşılan bir hususa dikkat çekmek gerekmektedir. Kur’an’da da, Allah dileseydi müşriklerin şirk koşmaları mümkün olmazdı buyurulur. (6/En’am, 107). Fakat bu, müşriklerin iftiralarından farklı bir şeydir. Murad-ı ilahi odur ki, eğer Allah dileseydi, müşriklere vereceği belalar ve azaplarla işleri bitirilir, bu cürümleri işleyen bütün organları dumura uğratılırdı ve bir taş kütlesinden farksız kılınabilirlerdi. Fakat Allah, bütün insanları imtihan ettiği bu dünya hayatında onlara, bu cürümleri işleyecek fırsatları tanımaktadır. (30/Rum, 34). Yani “dinde zorlama yoktur.” (2/Bakara, 256).
Allah’ın inzal buyurduğu sapa sağlam, ‘urvetül vüskâ’ ed-Din dururken, atalardan devralınan cahiliyye kültürünü, alternatif bir din gibi muhafaza etmek, kesintisiz devam etmektedir. Günümüz müşrikleri de atalarını, Allah’ı sever gibi, hatta bazen Allah’dan da fazla sevmekte, atalarını Allah’ın önüne geçirmektedirler. Müşriklerin atalarını referans olarak göstermeleri, onları çok sevdiklerindendir denemez. Çünkü mesele, ataları sevmekle ilgili olsaydı, İbrahim de onların atalarıydı. Fakat bütün mesele, şirk kültürünün egemen olduğu bir geleneğin sürdürülmesidir. Atalar, şirk geleneğinin güncelleştirilmesi için bahanedir.
Atalar yolundan gitmek, atalara laf söyletmemek, ataları kutsamak, Tevhîd dinine karşı gelmek için en fazla baş vurulun araçlardan biridir. Günümüz ‘müslüman’ toplumlarında atalar kültü, daha çok mezhep imamları, din bilginleri ve şeyh efendiler biçiminde legalleştirilmekte, bu nedenle ilgili kişilerin türbeleri adeta tapınaklara benzetilmektedir. Kuşkusuz bu durum, selef alimlerinin ve mezhep imamlarının salih olanlarını kötü yapmaz. Tıpkı İsa peygamber’in Rabbine söylediği gibi (5/Maide, 116-117), o salih insanlar, ölümlerinden sonra kendilerinin putlaştırılmasından dolayı suçlanamazlar. ‘Mezhep imamı’ veya ‘din bilgini’ namındaki selef alimlerinin mü’minlerine hayır duadan ve bıraktıkları eserlerden (elverdiği ölçüde) istifade etmekten başka bir şey biz Müslümanlara yaraşmaz. Ancak bu, ‘selef-i salihin’i kutsamayı, onları la-yüs’el, ‘la-yuhti’ (hata yapmazlar) kimseler olarak görmeyi, tıpkı tevbe suresinin 31. ayetindeki gibi onları ilahlar ve rabler edinmeyi gerekli kılmaz. Bu gerçeğin pekala farkında olan şirk önderleri, kasıtlı olarak kavram kargaşası yaratmakta, kendilerine rablık tasladıkları halk yığınlarını aldatmaktadırlar.
Din, ataları, mutlak surette yermekte değildir. Böyle olsaydı Kur’an, kendisinden asırlarca önce yaşamış olan bir ‘ata’yı, İbrahim’i Muhammed (a.s)a ve ümmetine örnek/model insan (üsvetün hasene) olarak göstermezdi. Din’in ilkesi, ataları sırf atalar olduğu için doğru kabul etmemek, onların yanlışlarını sürdürmemek ve hiçbir şeyi Allah’ın dini önüne geçirmemektir.
Kur’an’ın bu ilkelerine uyarak, “atalarımızın geleneği eğer İslam değilse, bunu Allah’ın dini önüne geçirmeyelim” diyen mü’minleri müşrikler, geçmişi inkar etmek, atalara küfretmek, geçmiş din büyüklerine dil uzatmak, sahabeye saygı göstermemek gibi yalan, yanlış ve iftiralarla karalamaktadırlar. Mesela Ali b. Ebi Talib ve oğulları Hasan ve Hüseyin belirli bir Müslüman zümre tarafından, olması gerekenden daha fazla sevilip(!) sayılmakta, kendi meşreplerinin sembol isimleri olarak kullanılmaktadır. Şimdi Ali, Hasan ve Hüseyin’i kutsamayın, en azından kendi bâtıl dînî görüşlerinizi bu mü’minlere isnad etmeyin diyen kimseler, söz konusu zümre tarafından bilinçli olarak tahkir edilecek, Ali-Hasan ve Hüseyin düşmanlığı yapıldığını iddia edecektir.
Kur’an’ın dinde neyi ifade ettiğini tam olarak anlayamayan, belki de Kur’an’a gereği gibi iman etmemiş kimi kişi ve zümreler, Yahudiler’in Mişna ve Talmud’u benzeri birtakım kitapları kendilerine rehber edinerek, Kur’an yerine bu kitapları aziz bilmektedirler. Gerekçeleri ise basittir: Bu kitapların müellifleri Kur’an’ı en iyi anlamış kimselerdir! Ne bizler o üstatlardan daha iyi Kur’an’ı anlayabiliriz, ne de o üstattan daha iyi anlaşılmasına hacet vardır! Şirkin gürültüsü o dereceye varmış ki, Kur’an’ı eline alıp, dininin kaynağı bir kitabı okuyan mü’minler tekfir bile edilebilmektedirler.
Aslında ‘atalar’a sığınmak, köşeye sıkışmış, söyleyecek hiçbir doğru sözü kalmamış bir insanın, kaçışı, topu taca atmasıdır. Bunu Firavun da yapmıştı. Musa’ya, “Peki, önceki kuşakların hükmü nedir?” (20/Tahâ, 51) derken, Musa’nın, onların cehennemlik olduklarını söylemesini bekliyor, böylece toplum nazarında onu, “bütün geçmiş milletleri inkar etmek” gibi bir ‘cürüm’le sıkıştırmak istiyordu. Bugün de, söyleyecek bir hak sözü olmayan müşrikler her başları sıkıştığında, geçmiş kafir önderlerine sığınmakta, ‘onları inkar etmek’ gibi bir suçla ‘suçüstü’ yapmak istemektedirler. Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız şirk olgusu, Allah’a yapılan bir iftira, büyük bir günah (4/Nisa, 48) ve pek derin bir dalalettir. (4/Nisa, 116). Şirk bir yalandır, zandır, nefislerin aşağılık arzusudur (10/Yunus, 66; 53/Necm, 23) ve sonuç itibariyle büyük bir zulümdür. (31/Lokman, 13). Böyledir çünkü, şirk, Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği (6/En’am, 81; 7/A’raf, 33; 30/Rum,35), hiçbir ‘bilgi’ye dayanmayan (29/Ankebut, 8; 40/Mü’min, 42) bir yanılsamadır. Allah şirke yol açacak hiçbir vesileye izin vermemiştir. Şirk yanılsamadır, çünkü Allah, mülkünde hiç kimseyi kendi tasarrufuna ortak kılmadığını açıkça beyan ediyorken (17/İsra, 111; 18/Kehf, 26; 25/Furkan, 2), insanların aksini iddia etmeleri hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Herhangi bir yaratılmışı Allah’a eş koşmak, Allah’a kendi dinini öğretmek, O’na hiç bilmediği bir şeyi bildirmek sayılır. (13/Ra’d, 33). Allah’a ortak kılınan şerikler, ‘adlandırılamaz’ sanal varlıklardır. (13/Ra’d, 33). Müşrikler şeriklerine nasıl bir isim verebilirler? Allah kendisine ‘halik’ diyor, peki şeriklere ne denebilir? Şerik olabilmeleri için ‘yaratıcı’ olabilmeleri gerekmez mi? Peki, kendileri yaratamayan (6/En’am, 14; 7/A’raf, 191; 10/Yunus, 34 v.b.), bilakis yaratılmış nesneler olup, hiç kimseye bir yarar ya da zarar veremeyen (68/Kalem, 41; 7/A’raf, 195), hiç kimseyi hidayete erdiremeyen (10/Yunus, 35) varlıkları Allah’a eş tutmanın ne anlamı olabilir? Nasıl ki “şu dağ altındır” demekle altın olmazsa, “güneş benim malımdır” demekle nasıl öyle olmazsa, bir karıncaya ‘fildir’ demekle fil olmazsa, herhangi bir puta ‘ilahtır’ demekle de ilah olmaz. Müşrikler şeriklerine ‘büyük’, ‘ulu’, ‘yüce’, ‘aziz’ demekle öyle olmazlar. Kur’an’ın, şerikleriniz, sizin taktığınız isimler olmaktan başka bir şey değildir demesinin (7/A’raf, 71; 12/Yusuf, 40; 53/Necm, 23) anlamı budur. Saf insanları dolandırmak için kendine ‘büyük bir zengin’ süsü veren kişi ne kadar gerçekçiyse, putlar da o kadar tanrıdır…
Kur’an, ‘doğru söz’den anlamayanlar için bir de, temsîlî anlatımlarla şirkin denâetini tasvir eder: Bir köle düşünün ki, kendi aralarında çekişmeli, nizalı birden fazla efendinin hizmetkarıdır. Diğer birisi de bir tek efendinin kölesidir. (39/Zümer, 29). Bu iki köleden hangisi daha rahat ve huzurludur? Birden fazla efendinin kölesinin huzurlu olması imkansızdır. Muharref İncil’in, tahrif olmaktan kurtulmuş ayetlerinden biri, Kur’an’ın bu örneğinin aynısıdır: Matta İncili’nin 6. babında denmektedir ki: “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez… Siz Allah’a ve mammona (ekmek=zenginlik) kulluk edemezsiniz!” Kur’an’ın ve İncil’in bu temsilleri karşısında denebilecek hiçbir söz bulunmamaktadır. Bir tek Efendi’ye (Allah’a) kul olmayan insanlar (müşrikler), ‘Allah’ gibi bir bağdan(!) kurtulduklarını zannedip, o kadar çok efendiye köle olmaktadırlar ki, hayatları tamamen kararmaktadır. En başta kendi hevâ ve heveslerini ilah edinmektedirler. (25/Furkan, 43). Allah’a iman etmenin lezzetini tadamayan putperestler, hayvanî zevklerin, geçici dünya çıkarlarının, dünyaya ait az bir meta’ın kulu kölesi olmakta, sonsuz olduğu dikte ettirilen ihtiyaçlar, yedi başlı ejderha gibi mezara girinceye kadar peşini bırakmamaktadır.
Şurası açık bir gerçektir ki, şirk Allah’ı gereği gibi takdir edememektir. Kur’an, müşriklerin Allah’ı gereği gibi takdir edemediklerine dikkat çeker. Çünkü eğer bilselerdi bütün kainat Allah’ın mülküdür. Kıyamet günü bütün yeryüzü Allah’ın tasarrufunda olacak, gökler O’nun sağ eliyle dürülecektir. Allah elbette müşriklerin ortak koşmalarından münezzehtir. (39/Zümer, 67). Allah’ı hakkıyla takdir etmek O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı gerektirirdi.
Şeytanın, hevâ ve hevesin kulu olan müşrikler kalıcı hiçbir değer üretemezler. Kayda değer, övgüye layık amelleri olamaz. Hayatları hep bir tenakuz içinde, kalpleri sürekli hasret içinde kalır. Müşriklerin Salih amelleri olamaz. Allah için olduğunu iddia ettikleri amelleri tamamen bir hiçtir. Ellerine hiçbir sevap geçmeyecek, hayrını göremeyeceklerdir. Kur’an yine enfes güzellikte ikinci bir temsille onların amellerini şöyle yargılıyor: “Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış; yahut da rüzgarın kendisini uzak bir yere savurduğu bir nesne gibidir.” (22/Hac, 31). Bu mesel, bir hiçliği, dünyada hiçbir hoş sadâ bırakmamayı, hayırla yad edilmemeyi, rüzgarın savurduğu kül gibi (14/İbrahim, 18) tamamen yok olmayı anlatmaktadır.
Kısacası Kur’an, müşriklerin amellerine hiçbir değer atfetmez. Bunu bilhassa mescidlerin imarı bağlamında dile getirmesi (9/Tevbe,17) ilgi çekicidir. Bu ayet büyük ihtimalle müşriklerin Mescid-i Haram’ı imar ettikleri, hac mevsiminde hacılara su vermek gibi dînî hizmetleri yaptıklarını bir dindarlık göstergesi olarak öne sürmeleri üzerine nazil olmuştur. Allah ise, kafir olduklarına kendilerinin de şahitlik ettiği müşriklerin, Allah’ın mescidlerini imar etme gibi iddialarının hiçbir anlam taşımadığını yüzlerine vurmuştur. (9/Tevbe, 17). Çünkü Allah’ın mescidlerini ancak, Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı ikame eden, zekatı veren ve sadece Allah’dan korkan kimseler imar edebilirler. (9/Tevbe, 18). Ancak mü’minlerin amellerinin Allah katında bir değeri olabilir.
Şu halde müşriklerin işlerine ‘islamî’ denemez. Yeryüzünde Allah’a ve Rasulü’ne harp ilan etmiş müşriklerin, dine ve dindarlara hizmet etmek görüntüsündeki icraatlarına itibar edilmez. Müşrikler bir taraftan yeryüzünü kan gölüne çevirir, masum insanların namuslarını haleldar eder, Allah’ın emir buyurduğu tesettürü yasaklama cüretini gösterir, tıpkı Salih Peygamber’e itiraz eden selefleri gibi, “sizin namazınız bizim düzenimizi ortadan kaldıramaz” derken, dine nasıl hizmet edebilirler? Müşriklerin verdikleri iftar yemekleri, birbirlerine Kur’an-ı Mübin’i hediye etmeleri, kendilerine hizmette kusur etmeyeceklerine söz veren dînî vakıf ve derneklere destek çıkmaları, temel atma törenlerinde besmele çekmeleri, seçim meydanlarında ‘inşaallah’ kelimesini telaffuz etmeleri, arada sırada Cuma namazlarında görünmeleri, halkın kandil gecelerini kutlamaları, fakirlere yardım yapmaları v.d. Tevbe suresinin bu ayetleri mucibince, hiçbir anlam ifade etmemektedir. (6/En’am, 88; 39/Zümer, 65).
Müşriklerle mü’minler aynı ülke içinde yaşayan kimseler olarak, birbirleriyle ilişkileri nasıl olacak? Mü’minler müşriklere nasıl davranacaklar? Bu soruların cevabını Kur’an’dan başka yerde bulmak mümkün değildir. Müşriklerle mü’minlerin aynı cemiyet içinde yaşıyor olmaları, birbiriyle hemhâl olmalarını gerektirmez. Bu iki sınıf insan, akide, zihniyet, dünya görüşü olarak tamamen iki ayrı zümredir. İslam dini, herkesi kucaklayan, “ne olursan ol yine gel” diyen, ‘hoşgörü dini’ değildir. İslam mü’minle kafiri, mü’minle müşriki, mü’minle münafıkı ayrı tutan bir dindir. İslam’ın kitabı Kur’an, müşriklerin ve Yahudiler’in mü’minlerin en şedîd düşmanı olduklarını belirtir (5/Maide, 82) ve müşrikleri necis sayar. Bunun için onların Mescid-i Haram’a yaklaşmalarını bile yasaklar. (9/Tevbe, 28). İman’la şirk arasında; mü’minlerle müşrikler arasında telafisi imkansız bir mufarakat (ayrılık) vardır. Mü’minler Tevhîd dininin, müşrikler ise şirk dininin müntesipleridir. Kur’an çok özenle Allah ve Rasulü’nün müşriklerden beri olduğunu duyurur. Hatta, müşriklerle ilişkileri tanzim eden Tevbe suresinin bir adı da ‘berâe’ suresidir. Bütün peygamberler müşrik kavimlerinin dinlerinden beri olduklarını açıkça duyurmuşlardır. Mağaraya sığınan gençler de kavimlerinin dinlerinden itizal edip, ayrışmışlardı. Kur’an böyle bir ayrışmada, ticari kaygının dinlerinin önüne geçmemesi konusunda mü’minleri uyarmaktadır. (9/Tevbe, 28).
Bu mufarakat (ayrılık) o kadar önemli ki, Allah mü’min kadınlara müşrik erkeklerle, mü’min erkeklere de müşrik kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır. (2/Bakara, 221; 24/Nur, 3). Aynı şekilde, iç içe yaşıyor olmalarına rağmen, mü’minler müşriklerin cenaze namazını kılmaktan, cenaze merasimlerine iştirak etmekten men edilmişler, onlara mağfiret dilemek de mü’minlere yasaklanmıştır. (9/Tevbe, 113). (Burada konu edilen müşriklerin, öldükten sonra kendilerine dinî merasim yapılacak kadar ‘dindar’ bir kimliğe sahip olduklarına, bir kez daha dikkat çekmek isteriz). Mü’minlerin hayrını asla istemeyeceklerine Kur’an’ın tanıklık ettiği (2/Bakara, 105) müşrikleri mü’minler imana davet etmekle yükümlüdürler. Onlara İslam’ı hakkıyla duyurmak mü’minlerin görevidir. Gerektiğinde müşriklerle savaşılmasını emreden (9/Tevbe, 36) Allahu Teala, savaş esnasında bile, aman dileyip teslim olan müşriklere, Allah’ın sözlerini dinleme fırsatı verilmesi, yani tebliğ için eman verilmesini emretmektedir. (9/Tevbe, 6). Mü’minler müşriklere itaat edemezler. Eğer müşrik anne – baba çocuklarını Allah’a ortak koşması için zorlarlarsa, anne-baba olmaları, bu hususta itaat edilmelerini gerekli kılmaz. (29/Ankebut, 8; 31/Lokman, 15). Şirki emretmeyen anne-babaya merhametle davranmak ise, mü’min olmanın gereğidir. (17/İsra, 23-24). Şirkle imanın, müşriklerle mü’minlerin din bakımından bu kadar farklı olmalarına rağmen, kendi siyasi otoritesine kavuşmadığı için İslam’ı bir ‘sivil toplum dini’, kültürel bir etkinlik gibi algılayan bazı çevreler, dinler arası diyalog adı altında, İslam’la şirk düzenlerini uzlaştırma siyaseti gütmektedirler. Halbuki ‘dinler arası diyalog’un bir tane ve olmazsa olmaz şartı vardır, o da, Allah’dan başka İlah/Rab tanımamak; Allah’ı terk edip, birtakım kulları ilah/rab edinmemek (3/Al-i İmran, 64), beşeri ideolojileri İslam’ın önüne geçirmemektir. Tevhîd dini İslam’ın, tahrif edilmiş putperestliğe dönüşmüş bir Yahudilikle ve Hristiyanlıkla uzlaşması, İslam’ı da muharref kılacaktır.
Mü’minler müşriklere karşı asaletlerini korumalı ve cesur olmalıdırlar. Müşrik ideolojilere yaslanan rejimlerin, sahip oldukları iktidar gücüyle bütün insanlığa korku vermekte, tedhiş yapmakta oldukları bir gerçektir. Buna rağmen mü’minler, tıpkı Musa’nın ilahî mesajını fark eden sihirbazların iman etmesi gibi iman etmeli ve firavunların sihrinin bir hiç olduğunu anlayabilmelidirler. Mü’minlere tevhîdî duruşun ve müşriklerden beri olmanın yakıştığı kadar belki hayatta hiçbir şey bir başka şeye yakışmamaktadır. Hani, İbrahim Peygamber biz mü’minler için ‘usvetün hasene’ değil miydi? O, kavmine: “Siz Allah’ın size, haklarında herhangi bir delil göndermediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?!” (6/En’am, 81) demiyor muydu? İşte yeryüzünde, Hakk’ın gelmesi, bâtılın yok olması için bu cesaret ve bilinç yetmektedir.
Kaldı ki müşrikler bu dünyada nasıl köksüzlerse, ahirette de köksüzdürler. Dünyada şerik edindikleri sanal tanrılar, orada onları terk edecek, cehennemde yüz üstü kalacaklar. (6/En’am, 22; 16/Nahl, 27; 18/Kehf, 42; 34/Sebe, 27; 40/Mü’min, 73; 41/Fussilet, 47 v.b.). Bu dünyada onları en fazla ayartan, benliklerine hitap eden şeytan da o gün onları yardımsız bırakacaktır. (14/İbrahim, 22). Onlara cennet kesinlikle haram kılınmıştır. (5/Maide, 72). Şirk koşulmasını Allah asla bağışlamayacaktır. (4/Nisa, 48, 116).
Şurası kesinlikle unutulmamalıdır: Müşrik egemenlerin iradesi asla Allah’ın iradesi önüne geçici değildir. Allah’ın iradesi her zaman galip gelicidir. Müşriklerin arzuları hilafına, Allah kendi dinini tamamlamış, tevhîdin örnekliğini ikame etmiştir. (9/Tevbe, 33; 61/Saf, 9). Müşrikler istemese de Allah nurunu tamamlamıştır. Mü’minler sünnetullah’a uygun davrandıkları, Allah’ın belirlediği ilkelere sadık kaldıkları sürece Allah’ın yardımı onlara her zaman ulaşacaktır. Allah’ın, şirk düzenlerini muzaffer kılmayı murad ettiğini hiç kimse düşünemez; ama yeryüzünden fitnenin kalkmasını ve Din’in tamamen Allah’a özgü kılınmasını murad ettiğini bütün mü’minler bilirler.
Şirkin dünyada ve ahirette insanı hüsrana uğratan bir dalalet olduğunu bilmeli ve İbrahim peygamber’in duası hayatın hedefi yapmalıdır:
“Rabbim! Bu şehri emniyetli kıl, beni (bizi) ve oğullarımı(zı) putlara tapmaktan uzak tut!” (14/İbrahim, 35). (İktibas Dergisi – Sayı 303 Mart 2004)
http://www.iktibas.info/dergi/2004/mart/kavram.htm