Şirk- Diyanet tefsiri
3Al-i İmran suresi, 64. ayet. De ki: “Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarım rab edinmesin.” Eğer yine yüz çevirirlerse, “Şahit olun ki biz Müslümanlarız” deyin. 65. Ey Ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Tevrat da İncil de kesinlikle ondan sonra indirildi. Hiç düşünmüyor musunuz? 66. İşte siz böylesiniz; hadi hakkında bilginiz olan konuda tartıştınız, fakat hiç bilgi sahibi olmadığınız bir konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz. 67. İbrahim ne Yahudi ne Hıristiyan idi; bilâkis o hanîf bir müslümandı; müşriklerden değildi. 68. Doğrusu insanların İbrahim’e en yakın olanı, ona tâbi olanlar, şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve iman edenlerdir. Allah da müminlerin dostudur.
Tefsiri
3Al-i İmran suresi, 64. ayet. Yukarıdaki âyetlerde Hıristiyanlıktaki yanlış yönelişlerin odak noktasını oluşturan “Hz. İsâ’nın konumu” hakkında aydınlatıcı açıklamalar yapılıp bu konudaki tartışmalara 62. âyette belirtilen “mübâhele”ye davet ile son verildikten sonra burada asıl amaca geçilmektedir.
Âyetten anlaşıldığına göre daha önce geçen açıklamalar, taraflar arasında çekişmenin derinleştirilmesi ve kuru bir münazara yapılması gibi bir amaç taşımamakta, aksine diyalog engellerini kaldırıp yahut azaltıp ortak bir alanda buluşmayı hedeflemektedir.
Âyet-i kerimede geçen “ehlü’l-kitap” tamlaması ile:
a) Necran Hıristiyanlarının.
b) Medine Yahudilerinin.
c) Hem Yahudi hem Hıristiyanların birlikte kastedildiğine dair görüşler vardır. Âyetin nüzul sebebine göre tercih belirten müfessirler bulunmakla beraber, Hz. Peygamber’in Bizans İmparatoru Heraklius’a yolladığı ve bu âyete de yer verdiği İslâm’a davet mektubundaki üslûptan bu âyette aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına genel bir çağrının bulunduğu anlaşılmaktadır.
Taraflar arasında mevcut ortak noktaların belirginleştirilmesinden hareketle kurulacak diyalogun sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi için, karşılıklı saygı esasına riayet edilmesi, sübjektif üslûp ve tavırlardan kaçınılması gerekir. İşte âyet-i kerîme bu konuda müminler için çok güzel bir örnek ortaya koymakta, muhatapları Allah’ın kitabına ehil sayan gönül alıcı ve nazik bir hitapla söze başlanarak onlara değer verilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in başka bir âyetinde de Ehl-i kitap’la yapılacak tartışmada ve onların yanlış tutumlarına karşı verilecek mücadelede -kural olarak- en güzel yolun izlenmesi istenmiş, yine bazı âyetlerde onların içinde Kur’an’ın tasvip ettiği imana sahip insanlar bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Öte yandan Rûm sûresinde Hıristiyanların ateşperestlere karşı zafer kazanacakları haber verildikten sonra Müslümanların bundan sevinç duyacakları ifadesi kullanılmıştır. Âyetin sonunda, müteakip âyetlerde ve Kur’ân-ı Kerîm’in başka sûrelerindeki birçok âyette Ehl-i kitabı mahkûm eden ifadeler bulunmakla beraber bunların sübjektif bir tavrı yansıtmadığı, bilâkis fikirlerin billûrlaştırmasını ve muhatabın kendi kendini sorgulamasını sağlamaya yönelik olduğu görülmektedir. Bu surenin 119. ayetindeki sert ifade ise, Müslümanların bütün iyi niyetlerine ve onların hayrını arzulamalarına rağmen insaf ölçülerini tamamen bir yana bırakıp onlara karşı için için kin besleyen Ehl-i kitap’la ilgilidir.
“Müşterek olan bir söz” diye tercüme ettiğimiz “kelimetin sevâin” tamlaması tefsirlerde, “âdilâne, dosdoğru, orta yolun ifadesi olan bir söz, adalet ve insaf ölçülerine uygun bir söz” şeklinde açıklanmaktadır. Âyetin bu tamlamaya bağlı olarak yer alan “sizinle bizim aramızda” anlamındaki “beynenâ ve beyneküm” kısmı âyetin devamında bu sözün ne olduğuna dair yapılan açıklama dikkate alındığında, burada Müslümanlar ile aslî hüviyeti itibariyle tek Tanrı inancının savunucusu olan din mensupları arasındaki ortak ilkelerin özünün kastedildiği açıkça anlaşılır. Âyette bu ilkelerin en temel noktası “yalnız Allah’a kulluk etme” şeklinde belirtilmiştir. Fakat bu ilkenin zedelenmeden varlığını koruyabilmesi İki ön şarta bağlı sayılmıştır:
a) Hiçbir şeyi Allah’a ortak saymamak.
b) Allah’ın dışında hiçbir merci, kişi veya gücü rab kabul etmemek. Böylece bir taraftan Ehl-i kitap peygamberlerin tebliğ faaliyetinin ortak çizgisine çağrılmakta, bir taraftan da onların anılan iki şarta riayet etmemeleri sebebiyle tevhid inancının safiyetini ihlâl ettikleri hatırlatılmış olmaktadır.
Elmalılı Muhammed Hamdi ayetteki çağrının dayandırıldığı düşünceyi şöyle açıklar: Burada muhtelif vicdanların, milletlerin, dinlerin, kitapların temel bir vicdanda, bir hak sözde nasıl birleştirilebilecekleri, İslâm’ın insanlık âlemine ne kadar geniş, açık ve tutarlı bir hidayet yolu, özgürlük kanunu öğrettiği ve artık bunun Araplar’a veya başka belirli bir millete özgü olmadığı tam anlamıyla gösterilmiştir. “Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin” sözünde toplanan vicdan birliğinden daha geniş, daha hâkim hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. Din alanındaki ilerleme ve gelişmeler, vicdanların birbirinden ayrı düşen özelliklerinde değil, bütüncüllüğünde ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik çağrılarının temeli şu “bir sözde, bir vicdanda toplanır: Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin.” İşte özgürlük ve eşitlik meselesinin çözümünü sağlayacak yegâne anahtar budur: Birbirimizi rab, mevlâ, hâkim-i mutlak tanımayalım, bütün davranışlarımızı bir hakkın buyruğuyla ve Allah’ın hoşnutluğuyla ölçelim. Allah’ı bırakıp da O’nun hükümranlığı altındaki varlıklara hakka aykırı bir bağlılık mîsâkımız olmasın, hepimiz Allah’a kul olalım ve kendimizi ancak O’nun hükmü altında bilelim, birbirimize de ancak bu açıdan tâbi ve bağlı olalım, birbirimizin hakkına tecavüz etmeyelim, başkalarına ancak Allah’ın buyruğuna itaat kastıyla itaat edelim.
Âyette hem “ulûhiyyet birliği” hem de “rubûbiyyet birliği”, yani tanrı ve rab olarak tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde durulmaktadır ki bunlardan birincisi Allah’a fizik ötesi âlemle ilgili yegâne gücün kendisine ait olduğu inancıyla tapmayı, ikincisi de hayata sadece Allah’ın iradesini hâkim kılmayı, yalnız O’nun istediği biçimde kulluk etmeyi ifade eder.
Gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlık “tapılacak, ibadet edilecek, kulluk edilecek” varlığın yüce Allah olduğunu kabul noktasında İslâm inancıyla kesiştiği halde, zamanla bu dinlerin mensuplarınca benimsenen bazı inanç ve davranışlar, Tann’nın tek olduğu ve Allah’tan başka hiçbir varlığın rab sayılamayacağı telakkisini, dolayısıyla “yalnız Allah’a kulluk etme” ilkesini temelden sarsmış bulunuyordu. Birçok âyette belirtildiği üzere bütün peygamberlerin ısrarla Allah’a ortak koşulmaması uyarısında bulunmalarına rağmen, Yahudiler Üzeyir’i, Hıristiyanlar da İsâ’yı Allah’ın oğlu olarak nitelendirmişler., Hıristiyanlar Allah “üçün üçüncüsüdür” demişler. Yahudiler Tanrı’yı millileştirerek Allah’ın sadece bir kavmin, hatta sadece insanların değil bütün evrenin yaratıcısı ve Tanrısı olduğu hakikatini perdelemeye çalışmışlar ve âdeta bütün insanların aynı mabuda kulluk etmelerine rızâ göstermemişlerdir. Oysa tahrif edilmiş şekliyle bile bugün mevcut Tevrat ve İnciller’deki ifadeler Tanrı’nın “bîr” olduğunu ve Hz. isa’nın İsrâiloğulları’na “gönderildiğini belirtmektedir: “Dinle, ey İsrail: Allahımız rab bir olan rabdir; ve Allah’ın rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin.” “Ve Allah bütün bu sözleri söyleyip dedi: (…) Karşımda başka ilâhların olmıyacaktır”
Hep emirlerin birincisi hangisidir, diye ona sordu. İsâ cevap verdi: Birincisi, ‘Dinle, ey İsrail; Allahımız rab bir olan rabdır. Ve Rab Allah’ını bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün fikrinle ve bütün kuvvetinle seveceksin.’
“Fakat İsâ cevap verdi: Ben İsrail evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim.”
Yine evrendeki bütün varlıkların sahibi ve onları terbiye eden, onlara dilediği kıvamı veren yüce Allah olduğuna göre O’na kullukta yine O’nun iradesine yürekten teslimiyet gerektiği halde Hıristiyanlar Hz. İsâ’yi, Yahudiler ve Hıristiyanlar din adamlarına (ahbâr ve ruhban) Tanrı benzeri bir otorite tanıyarak yalnız Allah’a kul olma çizgisinin dışına çıkmışlardı. Nitekim Tevbe süresindeki bu ayetin lafzını esas alan Adîy b. Hatim ile Hz. Peygamber arasında geçen şu konuşma, burada yer alan “Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin” ifadesinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır:
-”Yâ Resûlallah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki!”
-”Peki, onlar size istediklerini helâl, istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara uyuyor değil miydiniz?”
-”Evet.”
-”İşte burada söylenen de odur”
Bu yaklaşımın dünya hayatının düzenlenmesinde pek acı meyveler vermesi karşısında Batı dünyasının yakın zamanlarda aldığı önlemler ve birçok düşünce akımınca bu konuda ciddi tepkilerin ortaya konulmuş olması Kur’an’ın bu konudaki çağrısına uyma açısından olumlu bir gelişme sayılabilirse de, bu tedbirlerin dinin egemenlik ve sömürü aracı olarak kullanılmasını engelleme hedefiyle sınırlı kaldığı inkâr edilemez. Nitekim hâlâ bu iki dinin mensuplarınca din adamları, mürşid, yol gösteren, uyaran kişiler olmanın ötesinde tanrıya nasıl kulluk edileceğine karar verebilen ve Hıristiyanlarca tanrı adına affedebilen merciler olarak görülmekte, yine hıristiyanlar tarafından Hz. İsâ koruyan, gözeten insanüstü bir varlık olarak telakki edilmektedir. Dolayısıyla inanç esasları bakımından Ehl-i kitabın bu çağrı üzerinde dikkatle durması ihtiyacının devam ettiği kuşkusuzdur. Öte yandan yukarıda işaret edilen tepkilerin “din”e ve “inanma”ya karsı bir tavır haline dönüşen biçimlerini de kaş yaparken göz çıkarmaya varan ayrı bir olumsuz sonuç olarak hatırlamak gerekir.
Kurtubî bu âyeti yorumlarken İslâm’da dinî hükümlerin çıkarılmasında kişisel eğilimlerin ve keyfî takdirlerin hâkim kılınmasına müsaade edilmediği anlamı üzerinde durur. Bu cümleden olmak üzere âyette, şer’î delile dayandırılmayan “istihsan”ın geçersiz olduğuna delâlet bulunduğunu, yine şer’î dayanağını göstermeden imamın sözünün bağlayıcılığını iddia eden Râfizîler’in bu yaklaşımının reddedildiğini belirtir. Tabii ki burada geçerli bir dayanaktan yoksun keyfî istidlallere yöneltilmiş bir eleştiri söz konusudur. Hakkında daha güçlü özel bir delil bulunması sebebiyle mûtat çözümü terketme; yarar ilkesi, hakkaniyet kuralı, dürüstlük kuralı gibi ilke ve kurallara dayanarak bir olayın benzerlerinde uygulanan hükümden vazgeçme anlamındaki istihsan delili -isimlendirme ihtilâfları bir yana- içerik olarak hemen bütün İslâm âlimlerince kabul edilmiş ve uygulanmıştır. (Diyanet tefsiri, 3/64 açıklaması.)