-
9th Temmuz 2008

Şirk-Ahmet Kalkan

 

ŞİRK NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Bakara, 96; Kavram: 85

“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun ) yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” (2/Bakara, 96 )

  


Şirk; Anlam ve Mâhiyeti

“Şirk”, “şerike” fiilinden masdardır. “Şirk” ve aynı kökten gelen şirket, müşâreket, sözlükte; mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler. Aynı kökten gelen ‘eşreke’ fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise “müşrik” denir.

Istılahta şirk; Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibadet edilen ) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâkî… gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Şirk; tevhidin temeli olan “lâ ilâhe illâllah” gerçeğinin dışına çıkmak, Allah’tan başka ilâh(lar ) olduğunu inanç, söz veya eylemle iddia etmek, Allah’ın dışında ibâdet edilecek, duâ edilecek, gerçek anlamda güç ve kudret sahibi olduğunu kabul etmektir.

Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir. Şirk kavramı, insanların uydurdukları dinleri tanımlama açısından son derece önemli kavramlardan biridir. İnsanlar tarih boyunca sınırlı sayıdaki inançsızlar/ateistler dışında ya “şirk’ dini üzerinde ya da ‘Tevhid’ dini üzerinde olmuşlardır. Aslında ateistler de bir anlamda müşrik ve münkirdirler.

Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul olması için ihlâs, yani yapılan ibâdetin yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.” (18/Kehf, 110 )

Şirk, kelime anlamı itibariyle bir ortaklığı, ortak olmayı, bir eş-arkadaş tutmayı, malda ve tasarrufta bir hissedar bulmayı ifade eder. Söz gelimi, aynı kökten gelen ‘şerik’ arkadaş, yardımcı, hissedar yani ortak demektir. Şirk, bu ortak olma, eş ve arkadaş bulma fiilidir. İslâm kültüründe şirk kelimesi sözlük anlamından hareketle çok daha özel bir mânâ kazanmıştır. Tevhid dinine aykırı olarak inanılan dinleri ve Allah’tan başka ilâh kabul edenlerin kafa yapılarını, aynı zamanda da onların yaptıkları yanlış işi değerlendirmek üzere kullanılır olmuştur.

 

 

 


Şirk ve Küfür İlişkisi
:

Şirk olayının küfr olayı ile birlikteliği vardır. Aslında şirk de bir inkârdır; Hak’tan gelen gerçeğin üzerini örtmektir (küfürdür ). Ancak ‘küfr’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz daha kapsamlıdır. ‘Küfr’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade ederken; ‘şirk’ Allah’ı kabul ediyor görünürken O’na ortak koşmayı, birden fazla ilâh edinmeyi, bir şeye Allah’ın özelliklerini vermeyi anlatmaktadır. Kısaca ‘şirk’ Tevhid dini dışında kalan bütün ilâh anlayışlarını, tüm bâtıl inançları içeren anahtar bir kavramdır. İnsanın, fıtratından gelen inanma ve ibadet etme ihtiyacını karşılarken düştüğü alçak seviyeyi, haktan yüz çeviren insanın içindeki kaosu, inanma adına insanların düştüğü cahillik ve sapıklığı anlatmaktadır. Yine ‘şirk’ kavramı, insanların kendi kafalarından uydurdukları inançları ve bu inançlar adına yaptıkları yanlışlar, fesatlar ve zulümleri gözler önüne sermektedir…

Kur’an, şirk üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü tarih boyunca dinsiz toplumlardan çok şirk koşan toplumlarla, ateist insanlardan çok müşrik insanlarla karşılaşıyoruz. İnsanlar, Tevhid’ten uzaklaştıkça, din adına çok çeşitli yalanlar, hurâfeler uyduruyor, kendi kafalarından sahte tanrılar icad ediyor; sonra da onlara yine kendi kafalarına göre ibâdet ediyorlar. Bazı toplumlar da, başlangıçta Tevhid’e bağlı iken zamanla çeşitli nedenler yüzünden şirke düşmüşler, dinlerini bozmuş ve yanlış bir şekilde inanıp din adına ilâhlar, ilkeler, törenler, âyinler ve ibâdet türleri uydurmuşlardır.

İnanmak fıtratta/yaratılışta vardır. İnanma ve yüce bir kudrete kulluk yapma ve ona tapma; yüce bir güçten yardım isteme ihtiyacı bütün insanlarda vardır. İnsanın fıtratı böyledir. Yaşamak için suya, yemeğe, havaya muhtaç olan insan, inanmaya ve inandığı ilâhın önünde eğilmeye de muhtaçtır. Bu ihtiyacı bilen, insanların yaratılışına bu ihtiyacı koyan âlemlerin Rabbi, ilk insandan itibaren toplumlara peygamberler/elçiler göndermiş ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini onlara göstermiştir. Dünyaya imtihan için gelen insan, bu elçilerin gösterdiği gibi yani Tevhid dini üzerinde yaşadığı zaman, hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını fıtratına uygun olarak yaşamış olur. Üstelik Tevhid’in ilkeleri, insana gerçek saâdeti ve kurtuluşu getirmektedir. İnsana ait hakları ona vermekte, insanlar ve toplumlar arasındaki adâleti sağlamakta, azgın kimselerin hevâ ve heveslerinin getirdiği fitne ve zulümden insanları korumaktadır.

Ancak insanların çoğunluğu bu gelen elçileri dinlemedi. Elçilerin öğrettiklerini ya hiç almadı veya aldıktan kısa bir zaman sonra bir tarafa attı, tevhidi tahrif ve dejenere etti; kendi hevâsının peşinden gitti. Eline geçirdiği güç ve dünyalıklarla ‘bağy’ etti, ‘tuğyan’ ederek azgınlaştı ve tevhidin doğru yolundan ayrıldı…

Tevhid dininden ayrılıp kendi hevâsına uyarak ‘bağî’ ve ‘müşrik’ olan ve bu şekilde doğru yoldan uzaklaşan zâlimler, kendi kafalarından koydukları ilkeleri bir inanç haline getirirler ve insanlara dayatırlar. İnsan, inanma ihtiyacı ile beraber yaratılmış olduğu için, âlemlerin Rabbine olan tevhidî inancını kaybetmiş veya hak dini bulamamışsa, içindeki boşluğu mutlaka bir şeyle dolduracaktır. Geçmişte daha çok putçuluk ve bâtıl/uydurma din şeklinde görülen bu ihtiyaç, günümüzde de benzer şekilde karşımıza çıkmaktadır. Kimileri Allah’a ait ilâhlık özelliklerini bir başka şeye verirler. Sayı olarak, birden fazla ilâh kabul ederler, kimileri de Allah’a ait yaratma, rızık verme, cezalandırma, ödüllendirme, kendisine ibâdet ve duâ edilme gibi özellikleri Allah’ın dışındaki varlıklara da verirler. Onlar bu değer verdikleri niddlerini (ortak koştukları ilâhlarını ) Allah’ı sever gibi, hatta daha fazla severler (2/Bakara, 165 ). Kimileri, herhangi bir şeye hayatlarında Allah gibi yer verir; Allah’tan fazla ondan korkar, Allah’tan fazla ona değer verir. Allah’ın hükümlerini takmaz, aldırmaz; ama o çok sevdiği şeyden geldiğini zannettiği her şeye daha fazla itibar eder.

Bu gibi müşrikler, bir müslümanın Allah’a ibâdet ettiği gibi, ilâh haline getirdiği şeyin karşısında rukû’ yapar, ya da secdeye kapanır veya namazdaki kıyâma benzer şekilde saygı duruşunda bulunur. Ona olan saygısını ve bağlılığını çeşitli şekillerde ortaya koyar. Ilâh haline getirdiği şeyin veya kişinin emrinden dışarı çıkmaz. Onun önünde boyun eğer, onu râzı etmeye ve onun cezasından kurtulmaya çalışır.

Şirk olayı, Allah’ın dışındaki herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir kişiyi, bir gücü veya beşerî ideolojiyi Allah gibi değerlendirme, Allah yerine koymanın mantığıdır. Allah dışındaki herhangi bir şeyi Allah gibi sanmanın, onlara ilâhlık vermenin adıdır şirk. Bu, onlara tapınma şeklinde ortaya çıktığı gibi, inanç ve saygı olarak da görülebilir. Nitekim Kur’an câhiliyye Araplarının putlara tapınmasını şirk olarak nitelendirdiği gibi (53/Necm, 19-23 ), O’na çocuk isnat etmeyi ve yaratıkların ilâh sayılmasını da şirk olarak nitelemektedir (6/En’âm, 100; 7/A’râf, 191-192 ). Bu yanlışlık, kulların Allah’a ait ilâhlığı ve rabliği yeterince anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Kur’an bu konuda şöyle diyor: “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler.” (22/Hacc, 74 ) Allah’ı hakkıyla bilemeyenler, O’nu ve O’nun rabliğini anlamayanlar, başka dinlere girer, başka ilâhlara boyun eğerler. Kendilerini âlemlerin Rabbinden mahrum edenler, içlerindeki ihtiyacı başka yalancı ilâhlarla gidermeye çalışırlar. Kendini Allah’tan mahrum edenler, mutlaka başka ilâhlar (tanrılar ) bulacaklardır. Yaratılış gereği Allah’a kulluk etmeyenler, ibâdet edecekleri bir ilâha, bir puta bağlanacaklardır. Allah’a hakkıyla kul olamayan insanın böyle dalâleti var, putunu kendi yapar, kendi tapar. İşte şirk yanlışı, insanı bu noktaya düşüren bir zillet ve bayağılıktır.

Şirk En Büyük Zulümdür: Kur’an’ın ifadesine göre şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13 ). Zulüm, hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur; hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermek, Allah’ın hâkimiyet hakkını, hiç hakkı olmayan başkalarında görme yanlışlığıdır. Şirk inancı, insana huzur değil; sıkıntıyı, emniyeti değil; korkuyu ve güvensizliği, saâdeti değil; şekaveti, adâleti değil; zulmü, iyi ahlâkı değil; azgınlığı ve fesâdı kazandırır. Kur’an, şirk koşanların sürekli huzursuzluk içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “Kim Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (22/Hacc, 31 )

 

 

 

Şirk İnancının Bir Temeli Yoktur:

İslâm’a göre tek yaratıcı Allah’tır ve O bütün kâinatın tek hâkimidir (6/En’âm, 101, 164; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 111; 22/Furkan, 2 ). Bu açıdan şirkin bir esası, bir temeli yoktur. Zaten müşrikler bile sıkıştıkları zaman âlemlerin Rabbi Allah’a sığınırlar (6/En’âm, 40, 63; 10/Yûnus, 22 ). Yerde ve gökte iki veya fazla ilâh (tanrı ) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu (21/Enbiyâ, 22 ). Öyleyse şirk dininin ilâh anlayışı temelinden sakattır. Şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah ile bağlarını kopardıkları için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adâletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi bile güzel gösterebilir (6/En’âm, 137 ). Ancak, şirk inancı insanı tatmin etmez. Müşrik kimse, bir arayış ve özlem içerisindedir. Müşrikler, ibâdet ve duâ ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar. Halbuki ilâhlar onlara hiç bir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı halde asla suya ulaşamayan kimse gibidir (13/Ra’d, 14 ).

Müşrikler, hiç bir şey yaratamayacak olan, aksine kendileri bir Yaratıcı tarafından yaratılmış şeyleri Allah’a şirk/ortak koşmaktadırlar. Şüphesiz aklını iyi kullananlar bunun yanlışlığını görürler (7/A’râf, 191 ). Allah’a ait özellikleri (nitelikleri ) yaratılmış olanlara vermek, yanlışların en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük sapıklık ve karmaşa içerisine düşerler (4/Nisâ, 48 ). Onlar, dibi görünmez bir karanlığa yuvarlanırlar (4/Nisâ, 116 ). Allah (c.c. ) böylesine yanlışlığa ve sapıklığa düşenlerin yüreklerine sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı bir tedirginlik ve korku içerisindedirler (2/Âl-i İmrân, 151 ). Onlar, âhiret hayatına yakînen inanmadıkları için, hep dünyada kalmak isterler, ölmekten korkarlar (2/Bakara, 96 ).

Allah (c.c. ) şirk günahını affetmez: Kur’an’ın haber verdiğine göre Allah, şirk koşma dışında kalan günahlardan dilediğini bağışlayacaktır. Ancak, rahmetinin genişliğine rağmen müşrikler bu rahmetten mahrum kalacaklar. Çünkü şirk, kulun işlediği en önemli cürümdür (4/Nisâ, 48, 116 ). Yarın hesap gününde onlar affedilmeyi, merhamet olunmayı istedikleri zaman onlara “hani dünyada iken ortak koştuklarınız, çağırın bakalım” denecek. Ama ortak koştukları şirk unsurları onlara asla yardım edemeyecektir (6/En’âm, 23; 16/Nahl, 27; 18/Kehf, 52 ). Hatta o şirk koştukları şeyler, müşriklere ‘siz yalancılarsınız’ diye cevap verecekler ve kendilerinin Allah’a teslim olduklarını söyleyecekler (16/Nahl, 86-87 ).

 

 

 

Şirk koşmadan ölenlerin affedileceği umulur:

Şirk koşanlar, kesinlikle cehennemliktirler (5/Mâide, 72; 4/Nisâ, 116 ). Müslümanlardan şirk koşmadan ölenlerin affedilip cennete konulacağı umulur (Müslim, İman 151-152, hadis no: 93-94, 1/94 ).

Ebû Zer (r.a. )’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s. ) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s. ) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle ) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir )” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa ) da Cennete girecektir” buyurdu. (Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205 ). Peygamberimiz, açık ve büyük şirkten sakındırdığı gibi, mü’minleri gizli şirkten de sakındırmaktadır (İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 1/1406 ). Peygamberimiz, şunu da ilâve ederek diyor ki: “Dikkat edin ben size onlar (müslümanlar ) güneşe, aya tapacaklar demiyorum, ancak onlar amellerini Allah’tan başkası için yapacaklar.” (İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205 ). (1 )

 

 

 


Şirkin Çağdaş Yansımaları

Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, hayatın huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne –Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Halbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.

Şirke düşenler hiç bir zaman “Allah (c.c. ) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak, öyle inanmaktr. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, ilâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.

Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put ) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yanlızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk/eş değildir.” (112/İhlâs, 1-4 ) gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır. (2 )

İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehalet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı -Allah muhafaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir…

 

Şirkin En Belirgin Özelliği olarak Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.

Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte bir çok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur…

Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibadet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:

1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.

2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.

İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre putperestlik, İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin, putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s. ) Mekke’yi fethettiği zaman Kâbe’ye girmiş ve orada peygamberlerin resimlerinin bulunduğunu görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti. Ayrıca Kâbe’de herbiri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.

Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar )a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” (Saffat, 95-96 )

Put, sadece Arapların cahiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi muhtelif cahiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. İnsanları kendilerine faydası dokunmayan ağaç, taş, maden vs. şeylere ibadete sevk eden sebepler nelerdir? İnsanlar niçin putlara taparlar? Göz göre göre bu cansız şeylere neden tâzimde bulunulmuş ve bulunulagelmektedir?

 

 

Putlara Tapınmanın Sebepleri: Kur’an, putlara tapınma sebepleri konusunda şunları sayar:

1- Şefaat düşüncesi ve Allah’a bu aracılarla güya yakın olma arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli bir neden kabul etmez ve insanları putperestliği bırakmaları için en keskin ve sert dili kullanır. (Bkz. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 30/Rûm, 13 ).

2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme, onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında makbul ve aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an, peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb. varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir. (Bkz. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nuh, 23 ).

3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek, onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah’a şirk koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tanbaşka eşler tutarlar. Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok Allah’ı severler…” (Bakara, 165 ) Allah’a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda feda edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah’a denk tutmuş olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebî ve velîleri gibi değerli kullarını severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki farkı bilip ona göre davranmak gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz, O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti (Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3 )…

Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini… yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlaklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır…

Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!.. (3 )

Putları Kırmak: Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir (14/İbrâhim, 22 ). Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişininn herşeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah’a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.

Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Halbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah’a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah’a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa ), (Allah ) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” (65/Talak, 2-3 )

Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s. ) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.

Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?” (12/Yûsuf, 39 ) diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. (4 )

“İbrâhim / İçimdeki putları devir / Elindeki baltayla / Kırılan putların yerine / Yenilerini koyan kim?”

“Andolsun biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı: ) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine ) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı: ) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” (21/Enbiyâ, 51-71 )

Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: “Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un ) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler. ) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin ) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce: ) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi ). (Putperestler ) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular. ) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık.” (37/Sâffât, 83-98 )

Ve Rasûlullah: Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s. ), put kıran bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s. ), put kıran bir peygamber idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.

Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme gelmiştir. ) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a. ) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s. ) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık. Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omuzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma çık!” dedi. Omuzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihayet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.” (Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149 )

Olayı anlatan Hz. Ali (r.a. )’nin ifadelerine dikkat edilecek olursa, bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır. Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “insanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.” Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa, tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir. Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.

Abdullah bin Mes’ud (r.a. ) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s. ), Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında ibâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu ) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi, bâtıl yok oldu.” (17/İsrâ, 81 ) “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey ) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.” (34/Sebe’, 49 ) (Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer, B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345 ) (5 )

Ebu’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a. ): ‘Rasûlullah (s.a.s. )’ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisene: “Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.” (Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99 )

Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67 )

 

Kur’ân-ı Kerim’de Şirkin Tanım Ve Görüntüleri

Kur’an’da Şirk ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk kelimesi geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle mücadeleyi konu edinir. Kur’an-ı Kerim, müşrikleri, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan, insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani pislik olarak nitelendirir ( 9/Tevbe, 28 ). Kur’an’da şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c. ) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh olmadığını kesin ifadelerle bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’anda bildirilen özelliklerine sahip olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir.

Kur’an-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır: “De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.” (39/Zümer, 64-67 ).

“(İbrahim onlara ) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar ) edindiniz…” (29/Ankebût, 25 )

“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (2/Bakara, 165 )

“Onlar (müşrikler ), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.” (4/Nisâ, 117 )

“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da ) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” (16/Nahl, 51-52 )

“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.” (26/Şuarâ, 213 )

“…Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini kabul eden mü’minler olun ). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (22/Hacc, 30-31 )

“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi ).” (6/En’âm, 14 )

“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” (18/Kehf, 102 )

“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost ) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” (4/Nisâ, 45 )

“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Halbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların ) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.” (36/Yâsin, 74-75 )

“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan ) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” (4/Nisâ, 116 )

“Ey oğlum, Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.” (31/Lokman, 13 )

“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.” (30/Rûm, 31 )

“Allah, sizlerden iman edip sâlih amellerde bulunanlara vaad etmiştir: Hiç şüphesiz kendilerinden öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde halifeler (yeryüzüne hâkim, güç ve iktidar sahibi ) kılacak, kendileri için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı ) kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları geçirdikleri korku döneminden sonra, güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır (büyük günahkârlardır ).” (24/Nûr, 55 )

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.” (22/Hacc, 74 )

“Biz insana, anne ve babasına (karşı ) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” (29/Ankebût, 8 )

“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey ) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” (6/En’âm, 22-23 )

“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur: ) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı ) bir azab dokunacaktır.” (5/Mâide, 72-73 )

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar ) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31 )

“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan ) bir kelimeye (tevhide ) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bir kısmımız (diğer ) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şâhid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” (3/Âl-i İmrân, 64 )

“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler” (10/Yûnus, 106 )

“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar )? Eğer o fasıl kelimesi (azabı erteleme sözü ) olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir )di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21 )

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe ) uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (2/Bakara, 170; Benzer âyetler için bkz. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24; 7/A’râf, 28 )

“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen güçler ): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka bir şey değildir.” (38/Sâd, 4-7 )

“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız ) isimlerden başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden

başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 39-40 )

“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” (10/Yûnus, 18 )

“Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler…” (9/Tevbe, 28 )

“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!” (3/Âl-i İmrân, 151 )

“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” (21/Enbiyâ, 24 )

“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan mâsumum’ de.” (6/En’âm, 19 )

“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” (28/Kasas, 88 )

“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.” (6/En’âm, 102 – 103 )

“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir. Her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır. Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na benzeyen hiçbir şey de yoktur.” (112/İhlâs, 1-4 )

Kur’an’da birçok âyetlerde açıkça görüldüğü gibi, Allah, ibâdetin sadece kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddetmemizi istiyor.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Şirk, Şu Şekillerde Tanımlanır:

1- ) Büyük Günah: “Allah’a ortak koşan kimse şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (4/Nisâ, 8 )

2- ) Büyük Zulüm: “Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Ey oğulcuğum, Allah’a eş koşma. Doğrusu O’na eş koşmak büyük haksızlıktır, zulümdür’ demişti.” (31/Lokman, 13 )

3- ) Büyük Cehâlet: “O’nu bırakıp tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitabı.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” (21/Enbiyâ, 24 )

4- ) Apaçık Sapıklık: “Allah’ı bırakıp da, kıyâmet gününe kadar cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir? Çünkü, yalvardıkları şeyler yalvarışlarından habersizdirler.” (29/Ankebût, 5 ) “Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, derin bir sapıklığa sapmış olur.” (4/Nisâ, 116 )

5- ) Büyük Alçaklık: “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır. İftira edenleri böylece cezalandırırız.” (7/A’râf, 52 )

6- ) Zanna Göre Hareket: “Yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece tahminde bulunurlar.” (6/En’âm, 116 )

7- ) Dünya Hayatına Düşkünlük: “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun ) yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” (2/Bakara, 96 )

8- ) Halkı, Sağlam Temellerden Uzak Tutma: “Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler!” (29/Ankebût, 41 )

9- ) Şirk Koşanların Kalplerinin Korku ile Doldurulması: “Hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmalarından ötürü, inkâr edenlerin kalbine korku salacağız. Onların varacağı yer cehennemdir. Zâlimlerin durağı ne kötüdür!” (3/Âl-i İmrân, 151 )

10- ) Cennetin Kapılarının Şirk Koşanlara Kapanması: “Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (5/Mâide, 72 )

11- ) Tevhid İnancında Olanlara Karşı Düşmanlık: “İman edenlere en şiddetli düşman olarak, yahudileri ve Allah’a eş koşanları bulursun…” (5/Mâide, 82 )

Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.s. ) bana, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? diye sordu. Ben: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibadet edip, başka hiçbirşeyi ortak koşmamalarıdır.” buyurdu (Buhâri, Müslim ).

 

 

Şirkin Sebepleri

İnsanların şirke düşme sebepleri söyle özetlenebilir:

1- ) İnsanın Kendisini/Hevâsını (Basit Arzu ve Şehvetlerini ) Tanrılaştırması: İnsanların tevhidden sapıp şirke düşmelerinin asıl sebebi; insanın kendi nefsine tapması, nefsini, yani kötü arzularını (hevâsını ) ilâh edinmesi ve diğer insanlara karşı üstünlük sağlayıp onları kendisine kul etmek istemesidir. Kur’ân-ı Kerim bunu şu şekilde belirtmektedir: “( Firavun: ) ‘sizin en yüce Rabbınız benim’ dedi.” (79/Nâziât, 24 ) “Firavun milletine şöyle seslendi; ‘Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?” (43/Zuhruf, 51 ) İnsan, büyüklük taslayınca, tuğyan eder, azgınlaşır; Rabbine döneceğini unutur. “İnsan, azgınlık etmektedir, kendisini müstağnî/ihtiyaçsız görerek. Şüphesiz dönüş Rabbinedir.” (96/Alak, 4-5 )

“Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, başka değil, ancak aralarındaki bağy nedeniyle ayrılığa düştüler.” (3/Âl-i İmrân, 10 ) Bağy; “hakka saldırı, payına razı olmayıp başkalarının payına el uzatma, haksızlık etme, hased, birbirini çekememezlik” mânâlarına gelir. İnsanları bağy etmeye iten, hevâ ve heveslerinin peşine gitmeleri, kendi nefislerine tapınmalarıdır. “Hevâ ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın.?” (25/Furkan, 43 ) “Allah’tan bir hidâyet olmaksızın, kendi nefsine uyandan daha sapık kim vardır?” (28/Kasas, 50 )

Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini, adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilahlara insanları taptırarak, aslında kendilerine kulluk ettirirler. Sosyal ve siyasal anlamda şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır. Tevhid de, kulun kula kulluktan kurtulup yegâne Yaratıcısına yönelmesidir.

2- ) Ataların Yolunu Körü Körüne Tâkip Etmek, Gelenekleri, Örf ve Âdetleri Yüceltmek, Irkçılık: Şirkin temel sebebi cehâlettir. Cehâlet taklidi getirir. Câhil kimseler doğru bir inanca sahip olmak için hiçbir gayret sarfetmezler. Atalarından, büyüklerinden nasıl görmüşlerse öyle inanırlar. Atalarının ve büyüklerinin her şeyin en iyisini bildiklerini zannederler. Onların belletttikleri ve miras bıraktıkları örfe âdete uymayı da görev kabul ederler. Atalardan kalma her şeyin doğru olduğuna inanma veya topluma uyma yanlışlığı, insanı şirke yaklaştırır. “(Ne yapalım, ) Daha önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onun için biz de onların izinden gittik…” (7/A’râf, 173 ) “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denilince, ‘hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (2/Bakara, 170 ) “Ey Muhammed! Senden önce, herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık varlıklıları sadece: ‘Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz’ derlerdi. Gönderilen uyarıcı: ‘Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?’ dedi. Onlar: ‘Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ dediler.” (43/Zuhruf, 23 – 24 )

3- ) Aşırı Hürmet ve Saygı; Diğer Varlıkları Allah ve Rasûlünden Çok Sevmek: “De ki: ‘Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin.’ Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.” (9/Tevbe, 24 ) “Sen, yahûdi ve müşriklerin dünya hayatına daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması onu azabtan uzaklaştırmaz. Allah onların yaptıklarını görür.” (2/Bakara, 96 )

4- Kibir, Büyüklenme (İstikbar ): Şirk ve küfrün sebeplerinin başında büyüklük taslama gelir. “Küfredenler, cehenneme sunuldukları gün, onlara ‘Siz, dünya hayatında bütün iyi şeylerinizi tükettiniz ve onlardan gönlünüzce faydalandınız. Fakat bu gün, hem dünyada haksızca büyüklük taslamış olmanız, hem de fâsıklık etmeniz dolayısıyla alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız’ denir.” (46/Ahkaf, 20 ) Cehennemdeki kâfir kuluna Allah şöyle seslenir: “Sana, ayetlerim gelmişti de, onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştun.” (39/Zümer, 59 ) “Mûsâ şöyle dedi: ‘Ben, hesap gününe inanmayan her kibirlenen (mütekebbir )den Rabbime sığınırım.” (40/Mü’min, 27 ) İblis’in Adem için Allah’a secde etmemesinin ve küfre düşmesinin sebebi de kibir idi. “Meleklerin hepsi onun için secde etmişti; yalnız İblis hariç. O, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştu.” (38/Sâd, 72-74 ) Azgın Firavun da istikbarı yüzünden rablığını ilân etme küstahlığında bulundu: “(Firavun, ) adamlarını topladı ve onlara bağırdı: ‘Ben, sizin en yüce rabbinizim!’ dedi.” (79/Nâziât, 23-24 )

5- Haddi Aşmak (Taşkınlık ): Şirk ve küfrün sebeplerinden biri de Kur’an’da “beğâ” fiili ile anılan Türkçesi “başkalarına karşı aşırı kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak” olan durumdur. “Eğer Allah, rızkı kullarına (ölçüsüz ) verseydi, mutlaka yeryüzünde bağy ederler, küstahlaşırlardı. Ama, O bir ölçü dahilinde dilediğini indiriyor.” (42/Şûrâ, 27 ) “Karun, Musa ümmetindendi. Ama o, toplumda kendini bilmez bir bağî/taşkın oldu. Biz ona öyle bir hazine vermiştik ki, onun anahtarları güçlü bir topluluğa ağır geldi. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarıp böbürlenme, Allah, taşkınlık edenleri sevmez. İyilik yap, Allah’ın sana verdiği ile dünyadan nasibini unutmadan âhiret yurdunu ara ve dünyada fesat çıkarmaya niyetlenme. Allah, bozgunculuk yapanları hiç sevmez.” (28/Kasas, 76-77 )

6- Utuv ve Tuğyan (Çılgınlık, Azgınlık ): İnsanların çoğu, bilhassa refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman, çılgınlık ve azgınlık sebebiyle, Allah’a ve O’nun vahyine karşı burun kıvırıp meydan okuyarak şirkin ve küfrün alçaklığına saplanırlar. “Oysa Biz, Bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları (tuğyanları ) içinde bırakırız da bocalayıp dururlar.” (10/Yûnus, 11 )

7- İstiğnâ (Kendisini Yeterli Görmek ), Zenginlik ve Refahla Şımarma, Dünyevî Endişeler: İnsanın kendi kendini yeterli görmesi ve kendi dışında ilahî bir güce ihtiyacı olmadığını zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah’ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır. “Hayır, doğrusu insan, istiğna ederek (kendi kendine yeterli olduğunu zannederek ) tuğyan/azgınlık etmektedir. Oysa dönüş Rabbinedir.” (96/Alak, 6-8 )

8- Cebbarlık: İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir. Bu da şirkin ve küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir insan, Allah’a iman ihtiyacı duymaz, O’nu tanımaz. “İşte Allah, her büyüklük taslayan ve cebbar kalbe böyle mühür vurur.” (40/Mü’min, 35 )

9- Çoğunluğa, Sürüye Uymak; Zanna Tâbi Olmak: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, zandan (kesin olmayan bilgiden, tahmin ve teoriden ) başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan da başka (söz ) söylemezler.” (6/En’âm, 116 ) Hakikat adına hiçbir şey ifade etmeyen zannın (10/Yûnus, 36; 53/Necm, 28 ) peşine düşmek, insanı Allah’a şirk/ortak koşmaya (6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus, 35-36, 66 ) götürür. Allah’a şirk koşmanın ve sahte tanrılara tapmanın, zanna tâbi olmanın (tahmin ve teorilere yaslanmanın ) dışında hiçbir dayanağı yoktur.

10- Aklı Kullanmamak, Allah’ı Yeterince Tanımamak; Câhillik, Allah’ı ve O’nun Tasarruflarını bilmemek

11- Sadece Hissedilebilene, Beş Duyu ile Algılanılabilene İnanıp, Hissedilemeyeni İnkâr, Duyu Organlarının İlâhlaştırılması, Gayba İman Etmeme

12- İnsanlara Tevhidî Dâvetin Yeterli Şekilde Yapılmaması

13- Yarını/Âhireti Uzak Görmek, Önemsemeyip İhmal Etmek, Bâtıl Umutlar

14- Şeytanın Aldatması, Şirk Düzenlerinin ve Müşrik Çevrelerin (İslâm’a Teslim Olmayan Ailenin, Arkadaş Grubunun, Medyanın, Eğitimin ) Etkisi.

 

 

Şirkin Çeşitleri

Câhiliyye Araplarının putlara tapan müşrikler olduğunu okuyan veya duyan bazılarının zannettiği gibi, şirkin tek çeşidi putlara tapmak değildir. Gerek Kur’an’a ve gerekse câhiliyye Araplarının hayatına baktığımızda putlara ibâdetin şirk çeşitlerinden sadece biri olduğunu görürüz. Evet, putlara tapma, şirkin en açık bir örneğidir; ama onun dışında her zaman dilimindeki câhiliyyenin şirki çok çeiştlidir. Farklı câhiyyelerde şirk, değişik boyutlar kazanmıştır. Modern câhiliyyenin egemenliğindeki günümüz düzen ve toplumlarında, doğuda ve batıda insan hayatında sayısız şekilleriyle şirk mevcuttur.

Arap câhiliyyesinde de, sanıldığı gibi, şirk unsuru olarak put, yalnız ve tek çeşit değildi. Müşrik Araplar, putlara ibâdetin yanı sıra; meleklere, cinlere tapınma, kabile taraftarlığında (ırk ve soy asabiyetinde ) aşırıya gitme, atalarının örf ve âdetlerini körü körüne taklit gibi sahte rablere kulluk ediyorlardı. Zaten onlar, putlara Allah gibi bir ilâh gözüyle de bakmıyorlar, onların Allah’a yakınlık için aracı, şefaatçi olduklarına inanıyorlardı. Bununla birlikte kesinlikle Allah’ı yaratıcı ve büyük ilâh olarak kabul de ediyorlardı. Şirk çok çeşitlilik arzeder. Şirk, temelde Allah’tan başka ilâh/tanrı kabul etmek olduğu halde, çok farklı görüntüleri vardır. Şirki iyi anlamak için çeşitlerini bilmek şarttır. Şirk çeşitlerini şöyle sayabiliriz:

1- ) Şirk-i İstiklâl: Birbirinden ayrı iki ilâhın varlığını kabul etmek; Allah ile birlikte başka bir ilâh tanımak, yahut tamamen ayrı olmak üzere Allah’tan başka bir veya birden fazla mâbudun varlığına inanmaktır. Eski Türklerdeki yer ve gök tanrısı inancı veya mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı inançları gibi.

2- ) Şirk-i Teb’iz: Allah’ın bir olduğunu kabul etmekle beraber, birden fazla tanrının toplanmasından meydana gelmiş bir Allah kabul etmektir. Hristıyanların teslis, yani Allah’ın baba-oğul-ruhul kudüs toplamı olarak bir olduğu inancı gibi.

3- ) Şirk-i Takrib: Allah’a yaklaştıracakları zannıyla bir takım putlara tapınmak; Kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir olduğuna inanmakla beraber ona yaklaştıracağı inancı ile insanların kendi yaptıkları put, heykel ve benzeri şeylere tapmasıdır. Peygamberimiz zamanında yaşayan câhiliyye Arapları putlara, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları iddiası ile tapıyorlardı. Kur’an-ı Kerim onların şöyle dediklerini anlatır: “Allah’ı bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” (39/Zümer, 3 )

4- ) Şirk-i Taklid: Çevrenin etkisinde kalarak düşülen şirk; Ataların bâtıl inanışlarını aynen sürdürmek, bâtıl da olsa atalar dinine inanmak. Hususi olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için bâtıl olduğu halde kabul ettikleri inanç, düşünce ve yaşama biçimi, şirktir. Genellikle insanların çoğu, dinini araştırıp delilleriyle bilerek, bâtılı haktan ayırıp seçerek değil; içinde bulunduğu toplumda o din bulunduğu için, bulduğu saflığı veya yanlışlığıyla birlikte bir dine sahip olur. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de müşriklerin ağzından şöyle belirtilir: “Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız.” (43/Zuhruf, 23 )

5- ) Şirk-i Esbab: Sebepleri putlaştırmak; Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve müsaadesiyle değil de, kendi kendine oluştuğuna ve işlediğine inanmak. Evrendeki her şeyi yaratan ve eşyanın hususiyetlerini tayin ve takdir eden Allah’tır. Kâinatta her şeyin özellikleri vardır. Su yüz derecede kaynar, ateş yakıcıdır gibi. Eşyaya bu özellikleri Allah vermiştir. Allah’ı hiç tanımayarak her şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir. Allah her şeye bir sebep göstermiştir. Her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey olmadığını kabul etmekle beraber, sebepleri Allah’ın yarattığına inanmak şirk değildir. Şirk olan, her şeyi yalnız tabiata ve zâhirî sebeplere vermek, sebepleri gerçek fâil ve yaratıcı kabul etmek, sebepleri putlaştırıp yüceltmektir.

6 ) Şirk-i Ağraz: “Acaba Allah ne der?” yerine; “insanlar acaba ne der?” diyerek, insanların hatırını Allah’ın hatırından üstün tutmaya ve Allah’ın rızâsı yerine insanların beğenisini tercih ederek Allah’ın hükmünü uygulamayıp başkalarının hükmünü isteyenlerin şirkine şirk-i ağraz denilir.

 

 

Şirk İçin Bazı Örnekler

Bu şirk çeşitleri yanında, bazı inanç ve davranışlardan dolayı düşülen şirki, şu örneklerle ayrı ayrı ele almak da mümkündür:

Allah’ın Sıfatları Konusunda Şirke Düşmek. Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkâr etmek veya başkasını bu hususlarda ortak görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Sadece Allah’a ait olan bazı sıfat ve özellikleri, Allah’la birlikte veya O’ndan bağımsız olarak başkasına vermek. Bunun sonucu olarak, Allah’a herhangi bir eksiklik izâfe edilir veya ortak koşulur ki, bu tevhidi bozar. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde Allah’a bu isimlerle duâ edin. O’nun isimlerinde sapıklık edenleri terk edin. Yarın kıyâmette onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.” (7/A’râf, 18 )

…Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp, tâğutların hükümlerini uygulamak ve onlara tâbi olmak insanı tevhidden uzaklaştırır. “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44 ) “Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40 ) “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar ).” (42/Şûrâ, 21 ) “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu ) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65; ve yine bkz. 4/Nisâ, 59 ). Allah ve Rasûlü’nün hükmüne teslim olmamak, İslâm’dan olan bir şeyden tiksinip hoşlanmamak, Allah’ın haram kıldığını helâl/serbest veya helâl kıldığını haram/yasak saymak da açık bir şirktir.

Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar, insanı şirke sokar. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hâkimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Hüküm/egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.” (12/Yûsuf, 40 ) “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.” (9/Tevbe, 31 )

Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin… gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm koyucu olarak kabul ederse, onu Allah’a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları… olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları ilâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. Böyle bir kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın birçok emirlerini yerine getirse bile, bir tek konuda bile Kur’an’a ters bir anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş olur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36 )

Allah’tan Başka İlâh Kabul Etmek: İlâh; kendisine kulluk edilen, yönelinen, kendisinden korkulan, aynı zamanda sevilen, sayılan, kâinatın idaresini elinde tutan zat demektir. İlâh, her şeyi görür, bilir, dilediğini yapmaya gücü yeter. Allah’tan başka bir zatın da her şeyi gördüğünü, bildiğini ve evrende dilediği gibi tasarruflarda bulunduğunu zannetmek şirktir. (Bkz. 6/En’âm, 19; 27/Neml, 63; 41/Fussılet, 6 )

Allah’tan Başka Rabler Edinmek: Rab kelimesinin anlamı: Eğiten, yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden, hükmeden, idare edendir. Allah’tan başka rab edinmek şirktir. Allah’tan başka rab olarak benimsenen sâlih bir insan, hatta peygamber bile olsa bu durum, yine açık bir şirk olur. “Onlar, Allah’tan başka âlimlerini, din adamlarını ve Meryem oğlu Mesih’i kendilerine rab edinmişlerdi. Halbuki onlar da tek bir ilâha kulluktan başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O’ndan başka ilâh yoktur. O, koştukları şirklerden münezzehtir.” (9/Tevbe, 31; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 64; 12/Yûsuf, 39; 18/Kehf, 110 ). İnsanların Allah’tan başka rab edinmeleri nasıl olur? Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı bir tarafa bırakarak, üstün ve büyük bildikleri zatlara yönelip onların her dediğini kabul eden, her hükmüne iman eden kimseler, onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldıklarını helâl kabul eden görüşlerine uyan kimseler onları rab edinmiş olurlar. (Bkz. 9/Tevbe, 31. âyetin izahı olarak Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hds no: 3292 ).

Kur’ân’ın temel konusu olan tevhidle, bunun Peygamberî izah ve uygulamasıyla yetişmiş Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi zatlar, yöneticiliklerinde kendilerini rab olarak kabul etmemelerini insanlara öğretmişler, “Eğer biz Allah’ın yolundan ayrılırsak, bize itaat etmeniz gerekmez” demişlerdi. Halkın içinden herhangi bir genç çıkıp, “Ey Ömer, Allah’ın yolundan ayrılırsan, seni bu kılıçlarımızla doğrulturuz” diyebilmişti. Hz. Ömer ise, bu tevhidî şuur dolayısıyla Allah’a hamd ediyordu.

Yakınlaştırma ve Vâsıta Anlayışıyla; Şefaatçi Kabulü ile Düşülen Şirk: “Dikkat et, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler, ‘onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler.” (39/Zümer, 3 ) “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.” (10/Yûnus, 18 )

Allah ile insanlar arasında, ibâdetleri Allah’a çıkaran ve aracılık/arabuluculuk yapan varlıklar olduğuna inanmak: Allah ile insanlar arasında, Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştıran peygamberlerden başka, Allah ile insanlar arasında bu anlamda aracılar/şefaatçiler yoktur. Kul ile Allah arasına ibâdet yönüyle hiç kimse giremez. Allah, kulun ibâdetini, duâsını işitir ve onu görür. Allah, kuluna şah damarından daha yakındır. Kul duâ ettiği zaman, Allah onun duâsını ânında işitir. Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen câhiller ise, kulu Allah’a yaklaştırıcı, aracı zatların olduğuna inanırlar, böylece şirke düşerler. Yanlış bir örnekle doğruluklarını isbatlamaya kalkışırlar: “Bir vatandaşın cumhurbaşkanı ile görüşebilmesi için aracılara, cumhurbaşkanına yakın zatlara ihtiyaç duyulur da âlemlerin rabbi olan Allah ile görüşebilmek için aracılara ihtiyaç duyulmaz mı?” derler. Elbette cumhurbaşkanı ile herkes görüşemez, aracılara ihtiyaç duyulur. Çünkü cumhurbaşkanı, bir anda ancak bir kişiyle görüşebilen, bir kişiyi duyabilen âciz ve zavallı bir varlıktır. Milyonlarca vatandaşı bir anda kabul etmesi, onları görmesi ve işitmesi mümkün değildir. Fakat, Allah bundan âciz midir ki aracılara gerek duysun! O, bir anda bütün kâinatı ve yarattığı varlıkları görür ve duyar. O, semî’ ve basîrdir. Çünkü O, ilâhtır. Gerçek İlâh, âcizlik göstermez, eksik ve noksanlıktan uzaktır. Kul ile Allah’ı karşılaştırıp kıyas ederek böyle bir şirki, ibâdet gibi insanlara sunmak, şeytanın evliyâsının bir tuzağıdır. Bu tuzağa düşmemek için uyanık olmak, Allah’ın kitabını okumak ve anlamak gerekir. Allah Kitab’ında ne buyuruyor: “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an ile uyar. Ki onların Allah’tan başka velîleri ve şefaatçıları (aracıları ) yoktur. Umulur ki sakınırlar.” (6/En’âm, 51 ) “Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ ettiği zaman duâsına cevap veririm. O halde onlar da Benim çağrımı kabul etsinler ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.” (2/Bakara, 186 )

Velî/Dost Edinme Şekliyle Şirk; Mü’minleri Bırakıp Kâfir ve Münâfıkları Velî/Dost Edinmek: Sevgi, güvenme ve yardım bekleme gibi duyguların bir araya gelip kaynaşmasından velî/dost edinmek adı verilen yakınlık doğar. Allah, Kur’an’da velî, dost ve yardımcı olarak kendisinin yeterli olduğunu belirtir “Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost ) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” (4/Nisâ, 45 ) İnsan için Allah’tan başka gerçek anlamda dost ve yardımcı yoktur. “Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur.” (9/Tevbe, 116 ) Kâfirleri dost tanıyıp, müslümanları sevmemek açık bir şirktir: “Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.” (5/Mâide, 51 ) “Ey iman edenler! Sizden önce Kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek müminlerden iseniz Allah’tan korkun.” (5/Mâide, 57 )

Kâfirleri velî ve yönetici tanımak açık bir şirktir. Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü’minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü’minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü’min, Allah için ve O’nun izin verdiği mü’minleri velî/dost edinmeyi bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse, imanı boşa çıkar ve müşrik olur. “Allah, mü’minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.” (2/Bakara, 257 ) “Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.” (3/Âl-i İmran, 100 ) Velî, yani gerçek ve mutlak anlamda yönetici, dost ve yardımcı edinilmeye lâyık yegâne varlık Allah’tır. O’ndan başkaları, kendilerine bile yardım etmeye güçleri yetmeyen, kendileri de Allah tarafından yaratılmış olan, her bakımdan Allah’a muhtaç ve bağımlı olan âciz varlıklardır. “De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi ).” (6/En’âm, 14 ) Müşriklerin önemli bir özelliği, kendilerine Allah’tan başka dostlar edinmeleridir. Allah’ı bırakıp kullarını velî (mutlak yönetici, dost ve yardımcı ) edinmek, Kur’an’a göre şirktir. “İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı evliyâ/dostlar, velîler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kâfirler için bir konak/durak olarak hazırladık.” (18/Kehf, 102 ) “Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Halbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların ) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.” (36/Yâsin, 74-75 )

Herhangi Bir İbâdet Şekliyle, Özellikle Duâ Hususunda Şirke Girmek, İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak. Allah’tan başkasına secde etmek, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar. “De ki, şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız alemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (6/En’âm, 162 ) “Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım ister, medet umarız (Ey Allah’ım! )” (1/Fâtiha, 5 ) “Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.” (26/Şuarâ, 213 ) “Allah’tan başkasına (yalvarıp ) duâ edenden daha sapık kim vardır? Yalvardıkları o kimseler kıyâmet gününe kadar onlara cevap veremezler ve onların duâlarından habersizdirler.” (46/Ahkaf, 5 ) “Allah’tan başka duâ ettikleriniz sizin gibi kullardır.” (7/A’râf, 194 ) “Allah’ı bırakıp da duâ ettikleriniz size yardım etmeye muktedir olamazlar; Onlar, kendilerine bile yardım edemezler.” (7/A’râf, 97 )

İlâhî gücün tamamı Allah’ın elindedir. O’ndan başka böyle bir güce sahip kimse yoktur. Duâ elbette, güç ve kudret sahibi, yardım etme ve tasarruf sahibi olma gibi şartları taşıyan kimseye yapılır. Müşrikler, Allah’ın dışında, bu tür şartları, vasıfları üzerinde taşıyan zatların olduğuna inanırlar. Onlara yönelerek medet umar, duâ ve niyaz ederler. Tevhîdî bir imana sahip olan, şirklerden arınmış bir mü’min ise yalnızca Allah’a yalvarır, ihtiyacını O’na arzeder ve yalnızca mutlak anlamda O’ndan yardım diler. Müşrikler, yardım ümidiyle; ölülere, mezar taşlarına, türbelere ve kutsal saydıkları yerlere giderek orada çeşitli ibâdetler yaparlar, onlar için adaklar ve kurbanlar keserler, çaputlar bağlarlar, şekiller çizerler, orada medfun olan yatır veya evliyâ dedikleri zatlara duâ edip arzularına nâil olmak isterler. İnsanların çoğu, bilmeden bu tür şirke düşer. Câhillik, insanı şirke götüren en kolay, en kestirme yoldur. Hele İslâm dışı bir çevrede, İslâm’ı yozlaştıran ve tahrif eden bir anlayışın hâkim olduğu, gerçek dinin mahkûm olduğu ortamlarda bu yol daha hızla kişiyi şirke ulaştırır.

Câhil halk, Allah’tan başka yatırlara, türbelere duâ etmekte, hatta bazen Allah’ın Rasûlünü de kendi şirkine âlet etmektedir. Bazı câhil insanlar, duâ ederken: “Ya Rabbi, Ya Rasûlallah!” diye nidâ etmektedir. Dolayısıyla hem Allah’a, hem de Allah’ın Rasûlüne duâ ediyor. Bunun sebebi, çoğunlukla “Rasûlullah” kelimesinin anlamını bilmemek olmalıdır. İkinci sebep ise, Rasûlullah’ın ölümsüz olduğu, herkesi görüp gözeterek ümmetinin yardımına her an koştuğu inancı olabilir. Hurâfe ve şirk inancı, insanlara Peygamber’in ölümsüz olduğunun yanında, evliyâların, Hızır’ın, Mehdi’nin, Mesih’in ölümsüz olduğunu, fakat bunların gizli yaşadıklarını, herkesin onları görmesinin mümkün olmadığını kabul ettirmiştir. Oysa peygamberlerin ölümlü olduğunu Kur’an bize açıkça ifade etmektedir: “Muhammed ancak bir peygamberdir/elçidir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize ) mi döneceksiniz? Kim (böyle ) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (3/Âl-i İmrân, 144 ) Peygamberimiz’in vefatından sonra, onun ölümüne inanmak istemeyenlere karşı Hz. Ebû Bekir’in cevabı meşhurdur: “Herkes bilsin ki Muhammed (s.a.s. ) ölmüştür. Kim, Muhammed’e tapıyorsa O, beşerdi ve öldü. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki O, diridir, hayy ve kayyûmdur. Kendisinden başka ilâh olmayan tek Allah’tır.”

“Sizden hiç biriniz, beni ana babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.” İnsanlar içinde en çok, hatta kendi nefsimizden daha fazla Allah rasûlünü sevmek zorundayız. Bu sevgi, “anam babam (ve kendim, senin uğruna ) fedâ olsun yâ Rasûlallah!” diyen ashâbın dillendirdiği fedâkârlık boyutlarında da olmalıdır. Ama, Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmek, tevhidle şirk kadar birbirinden apayrı şeylerdir. Peygamberlerini sevmekte aşırıya giderek şirke düşen hıristiyanlar, peygambere duâ edip yalvarır, ondan bir şeyler isterken; tevhidî esaslara bağlı olan mü’minler, peygamberleri için Allah’a duâ eder, Allah’ın ona rahmet etmesini isterler; yani salevat getirirler. Birinde kendisinde ilâhî özellik görülerek duâ edilen, Allah’a şirk koşulan bir yanlış sevgi; diğerinde, kendisi için Allah’a duâ edilen, insan olarak büyüklüğüne rağmen, duâya, Allah’ın rahmetine muhtaç kabul edilen bir kul olarak doğru sevgi…

Allah ve Rasûlü’nden Geldiği Kesinlikle Sâbit Olan Nasslara, Hükümlere Bir Bütün Olarak Tümüne İnanmamak: Kim Kur’an’ın hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah’a ortak koşmuş olur. “…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, ancak, dünya hayatında rüsvaylık/rezilliktir. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85 ) “…Sakın dinlerini parçalayan, fırka fırka olan ve her fırkası, kendi elindekiyle sevinen müşriklerden olmayın.” (Rûm, 31-32 )

Kur’an’la, Sünnetle, Dinle, Peygamberle Alay Etmek, Onlara Hakaret Etmek: “Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini ) sorarsan, elbette, ‘biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna ) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden ) bir grubu bağışlasak bile, bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azab edeceğiz.” (9/Tevbe, 65-66 ) “O (Allah ), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka konuya geçinceye ) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”(4/Nisâ, 140 )

Allah’tan Başkasına Tevekkül Etmek, Mutlak İtimad ve Güven Duymak: “Mümin iseniz Allah’a tevekkül ediniz..” ( 5/Mâide, 23 ) “De ki: ‘Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” (9/Tevbe, 51 ) “Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Halbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların ) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.” (36/Yâsin, 74-75 )

Sevgi, Hürmet ve Bağlılık Yönüyle Şirk. Bir İnsanı veya Nesneyi, İdeolojiyi Aşırı Şekilde Severek Putlaştırmak: “(İbrahim onlara ) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar ) edindiniz…” (29/Ankebût, 25 ) “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (2/Bakara, 165 ) “Biz insana, anne ve babasına (karşı ) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” (29/Ankebût, 8 ) Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların güneşe, aya, putlara tapmaları değildir. Benim korktuğum şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve gizli şehvettir.” (İbn Mâce, hadis no: 4205 )

Allah’tan Başkasının da Gaybî Yollarla Fayda ve Zarar Verebileceğine İnanmak: Gaybî yollarla, yani arada hiçbir vâsıta olmadan, mûcizevî bir şekilde yapılan yardıma, böyle bir güce ancak İlâh sahiptir. İlâh ise yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir varlık hiçbir surette gaybî yollarla hiç kimseye fayda da zarar da veremez. Böyle bir güce peygamber de sahip değildir. “De ki: ‘Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime (bile ) herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (7/A’râf, 188 ) “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır.” (5/Mâide, 76 )

Allah’ın Âyetlerinden Yüz Çevirmek: Kur’an’dan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirmek, onları önemsemeden hayatına yön vermek, yaşadığı hayatı Kur’an’a uymayan bir tarzda sürdürmek de şirktir. Çünkü insan ancak Allah’ın âyetlerini yaşadığı sürece Allah’a kulluk eder. Allah’ın âyetlerinden uzak olduğu zaman Allah’a kulluktan da uzaklaşır. Ya hevâsının, heveslerinin kulu olur, ya da uyduğu lider ve büyüklerinin kulu olur. “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine yalvar ve sakın müşriklerden olma!” (28/Kasas, 87 ) “Şu hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (45/Câsiye, 23 ) “Âyetlerimiz size okunmadı mı? Fakat siz, büyüklük tasladınız ve suçlu bir kavim oldunuz.” (45/Câsiye, 31 ) “…Âyetlerimizi tanımayıp yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.” (2/Bakara, 39 )

İtaat ve İttibâ Yoluyla Şirk. Tâğutların Hükmünü Allah’ın Hükmüne Tercih Etmek, İslâm’ın Yaşanıp Kur’an’ın Hâkim Olmasını İstememek, Rasûlullah’ın Örnek ve Önder Olduğunu Kabullenmemek. “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar.” (42/Şûrâ, 21 ) “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar ) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31; Ve bkz. 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36 ).

Kötülüğü Hoş Karşılayıp Yayılmasına Seyirci Kalmak, Kötülüğü Emretmek: “Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil ), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu (Onları terketti, hidâyet ve yardımını kesti )! Çünkü münâfıklar fâsıkların kendileridir!” (9/Tevbe, 67; Ve bkz. 5/Mâide, 78-79 ).

Korku Yönüyle Şirk: “Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Din de (itaat ve kulluk da ) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?” (16/Nahl, 51-52 ) “ Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.” (39/Zümer, 36 ) “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını (veya, sizi kendi dostlarından ) korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175 )

Müşrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebileceğini düşünerek, onlara kulluk edebilirler. Hz. Hûd (a.s. )’a onlar şöyle diyorlardı: “Tanrılarımızdan biri seni çarpmıştır’ demekten başka bir şey söylemeyiz.” (11/Hûd, 54 ). Buradaki “çarpmak”, daha ziyade “deli etmek” şeklinde izah edilmiştir.

Cibt ve Tâğuta da İnanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah’tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük, müneccimlik, gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah’ın Kitabında olmayan ve Kitab’a aykırı olan hükümleri insanlara Allah’ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. “Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara ) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. İşte bunlar, Allah’ın lânetledikleridir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli ) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (4/Nisâ, 51-52 ) “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (4/Nisâ, 60 )

 

 

 

Tasarruf ve Hulûl Yoluyla Şirk.

r- Kur’an’ın Zâhirî Mânâsına Ters Düşen Bâtınî Anlamlarının Olduğuna, Bunları da Ancak İlham Aracılığıyla Az Sayıda İnsanların Bilebileceğini İddia Etmek.

s- Tevhid Ehli Bir Mü’mini Haksız Yere Tekfir Edip Katlini Helâl Saymak.

 

 

İttibâ Şirki

İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında ) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek… Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Halbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa ) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.

Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227 ) Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek ) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.

Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’an en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler…” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin ).” (4/Nisâ, 136 )

“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici… olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44 ). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18 ) Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.

Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah…” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm… Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.

Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar ) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Halbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici… Allah’a aittir. “…Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54 ) “…Hüküm sadece Allah’a aittir.” (12/Yûsuf, 40 ) “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (16/Nahl, 17 ) “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden ) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz )?” (35/Fâtır, 3 )

Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler.Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı? ) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (40/Mü’min, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54 ).

Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed (s.a.s. )’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablık anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdı, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablardı.

Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri ) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı… İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah’a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah’a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite… kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!

İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar ) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31 ) Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093 )

“Rabbınızdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” (7/A’râf, 3 ) “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılaccak ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21 ) “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” (42/Şûrâ, 10 ) “…Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121 ) “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65 ) “(Münâfıklar, ) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” (24/Nûr, 47-48 ) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44 ) “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan ) kim olabilir?” (5/Mâide, 50 ) “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” (95/Tîn, 8 ) “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin ); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (4/Nisâ, 59 ) “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (33/Ahzâb, 36 ) “…Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54 ) “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk ) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82 ) “…Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40 )

Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu ) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisâ, 13-14 ) “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek ) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (8/Enfâl, 1 ) “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed! ) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18 ). “(Rasûlüm! ) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Al-i İmrân, 31-32 ) Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.

Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler ), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205 )

Hüküm koyma (teşrî ), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.” (5/Mâide, 44 ) âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah ) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar…

Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen ) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir, veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya ) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106 ); çünkü ikrahta rızâ yoktur.

Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler. (6 )

Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker ) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme ), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm… bu etkenlerin başında gelir.

 

 

Büyük ve Küçük Şirk; Açık Şirk ve Gizli Şirk

Şirki İslâm âlimleri şu şekilde de ayırmışlardır. a- Büyük Şirk: Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki bu, en büyük inkâr ve küfürdür. b-Küçük Şirk: Bazı amelleri yaparken Allah’ın dışında başkalarının da rızâsını hesaba katmaktır. Böyle bir tavır riyâ ve amelî münafıklıktır. Şirkle ilgili yukarıdaki tasniflerin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılmıştır.

 

 

Gizli ŞirkAçık şirk: Allah’ın zatında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir. Gizli şirk; Allah’ın tasarruflarına (isteklerine ) kafa tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin farkına varmak zordur, kişi çoğu zaman bu şirke düştüğünün farkına bile varmayabilir. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadırlar. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s. ) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ, bir insan Allah’a ibadet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli şirk denir. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır; hayatın amacı sadece Allah olmalıdır.

“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler” (10/Yûnus, 106 ). Allah Rasûlü (s.a.s. ) bu konuda şöyle buyurur: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman riyâkârlara: ‘Dünyada kendilerine gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.” (Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58; Müsned, Ahmed bin Hanbel )

Rasûlullah (s.a.s. ) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de senden mağfiret dileriz’ deyin” buyurdu (İbn-i Kesir ).

Allah’ın halili (dostu ) İbrahim (a.s. ) ne güzel dua etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.” (14/İbrahim, 35-36 ). Âyette belirtildiği üzere, İbrahim (a.s. ) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir.

Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde, küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî kullardan bahsedilir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah’a şirk koşanlara düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah’a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünü O’na ait kılan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbı Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.” (6/En’âm, 162-163 ) “De ki, Allah her şeyin rabbı iken, ondan başka bir rab mı arayayım?” (6/En’âm, 164 )

 

 

Küçük Şirk

Kebâirden, (büyük günahlardan ) daha büyük, ebedî cehennemlik yapan şirkten daha küçük olan şirk unsurları, küçük şirk diye adlandırılır. Günümüzde de her yerde görülebilen küçük şirke bazı örnekler verelim:

1- Riyâ (Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti Allah’tan başkası için yapmak anlamında ).

2- Allah’tan başkası adına yemin etmek (Allah’ın dışında yemin edilecek kutsal bir varlık kabulü anlamında ).

3- Mavi boncuk, nazar boncuğu takmak (zarardan uzaklaştırmak için manevî sığınak olarak Allah’ın dışında bir şey kabulü anlamında ).

4- Sihir/büyü ve üfürükçülük, kâhinlik, medyumluk, arraflık: “…Süleyman kâfir olmadı (büyü yapmadı ve ona inanmadı ). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı…” (2/Bakara, 102 )

5- Gelecekten haber vermek ve bu haberlere inanmak veya mutlak gaybı bildiğini iddia etmek (Yıldızlardan ve burçlardan yola çıkarak, her çeşit fal bakarak, cinlerden öğrendiğini iddia ederek gelecekle ilgili bilgiler vermek ve bu yalanlara inanmak; kendisinin veya başkasının geleceği, mutlak gaybı bildiğini iddia etmek anlamında ).

6- Allah’tan başkası adına adak adamak veya kurban kesmek, muskacılık, cincilik yapmak

7- Uğursuzluk görüşü.

 

 

Gizli Şirk Örneği Olarak Riyâ

“Riyâ” kavramının aslı görmek anlamına gelen “ru’yet”tir. Riyâ; kişinin, görsünler diye bir davranış içerisine girmesi, bir ibadeti gösteriş için yapmasıdır. Bu; işte, davranışta ve ibâdette gösteriştir. Sâlih bir ameli Allah rızâsını kazanmak amacıyla değil, insanların beğenisini, onların hoşnutluğunu kazanmak için yapmaktır. Bu şekilde gösteriş yapanlara ‘riyâkâr’ veya ‘mürâi’ denilir.

Riyâ anlayışında, yapılan fiil niyete uymaz. Bu uygunsuzluk yerine getirilen ibâdette ve davranışta ya tamamen ya da biraz olabilir. Riyâ, samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün, kişiliksizliğin bir sonucudur. Bazı zayıf karakterli insanlar, ya bir dünyalık elde etmek, ya bir makama çıkmak, ya da şöhrete ulaşmak için başkalarına şirin görünmeye çalışırlar. Onların hoşuna gidecek davranışta bulunurlar. Oldukları gibi değil de; yaranmaya çalıştıkları kişilere göre görünürler, ortama göre hareket ederler.

Riyânın en çirkini şüphesiz, insanı Rabbine yaklaştıran ve kulluğun gereği olan ibâdetin veya İslâmî ilkelerin çirkin çıkarlara âlet edilmesidir. Kişinin, ibâdeti, kul olduğu ve Allah’ın rızâsını kazanmak için değil de; menfaat elde etmek niyetiyle yapmasıdır. Bir kişinin tamamen veya az da olsa saf ve iyi niyetinin tersine iş ve ibâdet yapması, bunun sonucunda mükâfat beklemesi riyâdır.

Riyâkâr, Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti, kullar görsün diye sergiler. Allah’tan beklenmesi gereken sonucu/ödülü de kullardan bekler. Böyle bir durumda iki yalan ve yanlış vardır: Allah rızâsı için yapması gereken davranışı kullar için yapmak; Allah’tan beklenmesi gereken bir mükâfatı kullardan beklemek. Kur’an-ı Kerim, riyâyı münâfıkların önemli bir özelliği olarak saymaktadır: “Gerçek şu ki, münâfıklar (sözde ), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman isteksizce (tembel tembel ) kalkarlar. İnsanlara karşı riyâ (gösteriş ) yaparlar ve Allah’ı çok az anarlar.” (4/Nisâ, 142 ) Yine, Mâûn sûresinde namazı gösteriş için kılıp, kıldığı namazdan habersiz olanlar kınanmaktadır. Sûrenin başında Din’i yalan sayan, yetime yemek yedirmeyi teşvik etmeyen kimse kınanırken, sûrenin sonunda, riyâ/gösteriş için namaz kılanlar ağır dille suçlanır. Bu kimseler “mâûn”u (zekâtı veya çeşitli yardımları ) da vermezler (Bkz. 107/Mâûn, 4-7 ). Mâûn sûresinin ifadesine göre bu gibi riyâ, Din’i yalanlamakla eşittir; münâfıklık ve çirkin bir davranıştır. Riyâ, olduğundan farklı şekilde iyi görünerek insanların kalbinde hak etmediği bir yer almak isteğidir. Böylesine bir davranış karakter bozukluğudur, bir kalp hastalığı ve alçak bir ikiyüzlülüktür. (7 )

Riyânın Dereceleri: İmam Gazâli, riyânın dört derecesini saymaktadır:

1- En ağır riyâ çeşidi; hiç bir sevap beklentisi olmadan gösteriş için ibâdet etmek. Abdestsiz olduğu halde insanların yanında namaz kılmak gibi. Bu, açık bir şirktir.

2- Biraz Allah rızâsı için niyet olsa da, ibâdeti gösteriş için yapmak. Tek başına olsa yapmayacağı o ibâdeti başkalarının görmesi için yapmak. Bu davranış, gizli şirktir

3- Gösteriş ve sevap niyeti eşit olan davranışta bulunmak. Bu şekilde amel işleyenin ameli boşa gider.

4- İbâdetini, insanların duymasından sonra daha da artırmaktır. Böyle birisi, insanlar duymasa da ibâdetini yapar. Ancak riyâ kokusu olduğu için bu şekilde davranmak hatadır.

Peygamberimiz (s.a.s. ) riyâyı, gizli şirk olarak tanıtmaktadır: “Muhakkak ki sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyâdır.” (Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58 )

Câfer Sâdık (r.a. ) da şöyle diyor: “Riyânın her türlüsü şirktir. Şüphesiz ki insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerinedir (karşılığını onlardan beklesin ); Allah (c.c. ) için amel eden kimsenin sevabı ise Allah üzerinedir.” (İ. Humeynî, Kırk Hadis Şerhi, 1/53 ) Kur’an, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp insanlara karşı gösteriş olsun diye mallarını infak edenleri kınar ve onların yaptıklarının geçersiz olduğunu belirtir (2/Bakara, 264; 4/Nisâ, 38 ). Buna karşın gerçek mü’min olanlar, mallarını yalnızca Allah rızâsı için infak ederler (2/Bakara, 272 ).

Bir çok hadis-i şerifte riyânın çirkinliği ve riyâkârların kazandıkları kötü sonuçlar açıklanmaktadır. Gösteriş için Kur’an okuyanlar, insanlar kendisine âlim desinler diye ilim öğrenenler, dinini âlet ederek dünya çıkarı sağlamaya çalışan istismarcılar, insanlara ma’rû’fu (iyiliği ) emredip kendileri yapmayanlar ve benzerleri şiddetle tenkit edilmektedir. Rasûlüllah (s.a.s. ) şöyle buyurur: “Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Ben şirk koşulan her şeyden müstağnîyim (onlara ihtiyacım yoktur, onlardan uzağım ). Kim bir amel yapar, buna Benden başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla başbaşa bırakırım.” (Müslim, Zühd 46, hadis no: 2985, 4/2289 )

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerife göre, “kahramanlık ve gösterış için cihad eden Allah yolunda değildir. Ancak bir kimse îlâ-yı kelimetullah (Allah’ın yüce adı ) için cihad ederse o Allah yolundadır.” (Müslim, İmâre 150, hadis no: 1904, 3/1513 ) İnsanların en kolay riyâ karıştırabilecekleri ibâdetler namaz ve sadaka vermektir. Çünkü her ikisi de zordur ve sevapları çoktur. Peygamberimiz (s.a.s. ) bunların gösteriş için yapılmasını ısrarla yasaklar.

Riyâkârlık ve münâfıklık daha çok müslümanların güçlü olduğu yerlerde ortaya çıkmaktadır. Rabbimiz buyuruyor ki: “De ki: ‘Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnız bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın.” (18/Kehf, 110 )

 

 

 

 

Şirkin Zararları

İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat üzere (imana ve tevhide müsait şekilde ) doğduğu gibi, ilk din de (câhiliye eğitiminde kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen ) tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî mesaja sahip bir peygamberdir. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızadır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar (2/Bakara, 10 ), onların duyu organları da ârızalı ve görev yapamaz durumdadır (2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179 ). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri (7/A’râf, 179 ), birer pisliktirler (9/Tevbe, 28 ). Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fezat, fesat, kavga, anarşı, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı ), kesinlikle bozulup gitmişti.” (21/Enbiyâ, 22 ) Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.

Güneşler, gezegenler ve büyük yıldızlar gibi makro âlemden atom ve hücrenin iç yapılarına kadar mikro âleme, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine kadar tüm evrende tevhidin eseri gözükmektedir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüzçevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur (30/Rûm, 31-32 ). Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”, diğeri “birlik” veya “birleşmek” demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet” bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş (49/Hucurât, 10 ) kabul edecektir. Aynı Allah’a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkân birliği oluşturacaklardır. Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:

Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.

Arınmış nefsi yok eder.

İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.

Vahdeti, insanların birliğini parçalar.

Amelleri boşa çıkarır.

İnsanın ebediyyen cehennemden kalmasına sebep olur.

Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.

Büyük bir zulümdür.

Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.

İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.

Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından daha önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.” (39/Zümer, 65 ) “Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları ) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” (4/Nisâ, 48 ve 116 )

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.

Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve sadece O’na uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Faziletler doğuştan değil; sonradan kazanılan iman, takvâ, cihad ve ilim sâyesindedir. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.

Müşrikler, bazı şeyleri ilâh haline getirdikten sonra bazıları doğrudan o ilâhlara tanrı diye, bazıları da ‘bizi Allah’a götürecekler’ diye tapınmaya başladılar. Halbuki Allah (c.c. ) bütün insanlara, sizi ben yarattım ve rızkınızı da ben veriyorum. Öyleyse ibâdeti yalnızca Bana yapın.’ diye buyurmaktadır (4/Nisâ, 36 ). Şirk dini üzerinde olanlar, hem Allah’ın dışında birtakım ilâhlara ibâdet ederler, hem de o ilâhlar adına kurallar (şeriatlar ) uydurup onu din haline getirirler. Allah ise onların bu tutumunu kesin bir şekilde kınamakta ve reddetmektedir (42/Şûrâ, 21 ). Allah’a başka şeyleri ‘şerik-ortak’ koşanlar, aslında gerçek anlamda bir ilâh bulmuş ve gerçekten ona ibâdet ediyor değildir. Onların bu yaptığı bir ‘zan’ (sanı )dır, bir avunmadır (10/Yûnus, 66 ). Yarın hesap günü şefaatçı olacakları zannedilen bütün ‘şerikler-ortaklar’ müşriklerin yanında olmayacaklar, onlara yardım edemeyeceklerdir (6/En’âm, 94 ).

Bâtıla İman: Kur’an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın, olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah’ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah’ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur. “De ki: ‘Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir.’ Bâtıla iman eden ve Allah’ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır.” (29/Ankebut, 52 ) “Tek Allah’a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O’na şirk koşulunca (buna ) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah’ındır.” (40/Mü’min, 12 ) “Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah’a iman ederler.” (12/Yûsuf, 106 )

Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü’min de Allah’a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, “küfür” etmesi gerekir. Küfredip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir (Bkz. 2/Bakara, 256 ). Doğru iman, Kur’an’ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara Allah’tan başka ilâh olmadığını, Allah’ın âlemlerin rabbı olduğunu, Allah’tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah’ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. “Allah’tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah’a aittir. O’ndan başkasına değil!” (12/Yûsuf, 40 )

Kur’an, imanlarını zulümle (şirkle ) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven ) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu ) bulanlardır.” (6/En’âm, 82 ) Kur’an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur’an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur’an’a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır (Bkz. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217 ).

 

 

 

Hevânın Putlaştırılması

“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, yeterli ilmi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, dünyada rezilliğe, âhirette ise azâba götürür.

İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına “hevâ” denilmektedir. Nefsin ölçülü ve sınırlı istekleri, meşrû arzuları normal yoldan karşılandığı zaman hata değil; sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu taleplerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil; hevânın aşırı arzularıdır. Kişi, nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir şeydir.

Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa, bu nefis, doğru yoldan azan bir nefistir ve o kişi hevâsına uydu demektir. Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet fiilini yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına/arzularına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o aklın sahibi kesinlikle yanılacaktır ve insan, hevâsına uymuş olacaktır.

Hevânın İlâh Haline Getirilmesi: Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Gördün mü hevâsını (arzularını/isteklerini ) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkan, 43 ) Böyle kimseler, canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, nefislerinin istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolaysiyle kendi nefislerini doyurmaya, keyflerini tatmin etmeye çalışırlar. Bunlar, hakkı/gerçeği kabul etmezler ama, keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar.

“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye, 23 )

Hevâsına Uyanların Özellikleri: Hevânın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Böyleleri hevânın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının ) ve keyflerinin peşine giderler. Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberine aldırmazlar bile (53/Necm, 23 ).

Kişinin kendi hevâsına uyması, Hak’tan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, “kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın” (38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77 ) demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hak’tan yüz çevirenlerdir (2/Bakara, 145 ). Zaten onların Allah’ın hidâyetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, Vahyi bırakıp kendi hevâlarına uymalarıdır (6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28 ). Şu âyet, hevâya uymanın zararlarını göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey ) fesada (bozulmaya ) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71 ).

Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbar (kendini büyük görme ) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön vermek, keyiflerine göre yaşamak isteyenler Kur’an mesajına, İslâm’ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar (2/Bakara, 87; 5/Mâaide, 70 ). Hevâlarına uyanlar Allah’tan gelen ilmi (vahyi veya âyetleri ) bilgisizce bir tarafa atarlar. Onlar gerçekten câhillerdir (30/ Rûm, 29 ). Kur’an, Hz. Peygamberi ve onların şahsında müslümanları uyararak: “Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden ) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan bir velî ve yardımcı yoktur.” (13/Ra’d, 37; 2/Bakara, 120 ). “Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevâsına uyma!” (5/Mâide, 48 – 49 ). “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına uyma!” (42/Şûrâ, 15 ) diye emretmektedir.

Kur’an, mü’minlere ayrıca “adâletten ayrılıp hevânıza uymayın” demektedir (4/Nisâ, 135 ). Şüphesiz ki hevâya uymak dengeyi bozar, hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa, insanın içinde de yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir. Vahyi dışlayanlar hem kendilerine çeşitli ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça görmekteyiz.

Kur’an, mü’minleri, hevâlarına uymamaları konusunda sık sık uyarmaktadır. Yine, mü’minlere, hevâlarına uyan veya hevâlarını tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini emretmektedir. Buna bağlı olarak da en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını haber vermektedir (79/Nâziât, 40-41 ). Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına uyan kimse gibi midir?” (47/Muhammed, 14 ). Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam, Hak, doğru, hidâyete ulaştırıcı, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam eden ilâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine ) uymakta, öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara, ilmî dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.

Peygamberimiz (s.a.s. ) buyuruyor ki: “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkular )dan daha büyüğü yoktur.” (Taberânî, nak. Elmalılı, 6/70, Ş. İsl. Ans. 2/397 ). Hevâsına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez, adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen, hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir Peygamber’e (53/Necm, 3-4 ) ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye ) tâbi olmaktır (2/Bakara, 120 ). (8 )

“Hakiki mücâhid, nefsiyle (hevâsıyla, kötü arzu ve istekleriyle ) savaşandır.” (Tirmizî ) Nefsin sayısız denecek kadar çok, kötü arzu ve istekleriyle mücâdele İslâm’ın istediği şekilde ve miktarda olmazsa, hevâsı insana hâkim olur, insanın tüm yönetim ve denetimini ele geçirir. İşte bu durum, Kur’an’ın “hevâyı ilâhlaştırmak” dediği durum olur. Hevânın her emrini yapmak, arzularını bir kanun gibi benimseyip, kimseyi karıştırmayan mutlak özgürlük içinde bulunmak, İslâm’la çeliştiğinde tercihi arzulardan ve nefsî isteklerden yana yapmak hevâyı putlaştırmak demektir. “Allah’ın ölçülerine göre; Allah’ın mâbudluğunun dışında, arzularına uyulan nefisten/hevâdan daha büyük bir ilâh, semâ gölgesi altında yoktur.” Dini, şeriatı nefsine hâkim kılamayan kişi, çevresine ve devlete hiç kılamaz. İrâdesine hâkim olamayan kişi, başkalarına hakkın sözünü hiç duyuramaz. Nefsimizin istediği ölçüde, basit menfaatlerimize uygun düştüğü kadar İslâm’ı isteyen, hevâsını hakem ve ölçü yapmıştır. İslâm tebliğ edildiği halde, çeşitli bahaneler ileri süren, İslâm’ı yaşamayan veya yanlış yaşayan bazı kötü örnekleri, kendi yaptığı yanlışlara mâzeret kabul eden, onları tenkit ederek işin içinden sıyrılacağını zanneden kişi, hevâsının egemenliğine girmiş, şirk yoluna düşmüş demektir. Kişi; Allah’a, İslâm’a dil uzatılmasına karşı sessiz kaldığı halde; nefsine sataşıldığında, menfaatlerine ters bir durum olduğunda kavgaya kalkıyorsa, nefis ve hevâsını büyük tanrı kabul etmiş olmaz mı?

 

 

İlâh Nedir?

Şirki ve tevhidi tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken kavramlardan biri de “ilâh” kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden şirk de yeterince anlaşılmaz. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma ) arasındaki farkı ortaya koyar. Sözlük anlamı; ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk edilen, mâbud haline getirilen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.

Kavram olarak; “kendisine ibâdet edilen, mâbud sayılan her şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık” anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün mâbudların ortak adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi ile karşılarız. İslâmî istılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye lâyık, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğip ibâdet ve itaat etme gereği duyulan, herşeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi, gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh, görülmez ve ulaşılmaz bir varlıktır…

İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse, başka ilâhlara tapar ki, bu da insanı şirke ve küfre sokar. Kur’ân-ı Kerim’de öncelikle Allah’ın ilâhlığı üzerinde durulur. Tek ilâh Allah’tır, yani kendinden başka kulluk edilecek, tapınılacak, yönelinecek başka bir ilâh yoktur. Câhiliyye döneminde, gerek Mekke müşrikleri gerek yahûdi ve hristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah’a karşı en büyük yalan olan şirke düşmüşlerdi.

İlâh tektir ve O da Allah’tır. Allah; her şeyi yaratan, insanları bir gün bir araya toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine güvenilen, yalvarılan, sığınılan, kendisi için zaman ve mekân sınırı olmayan ve varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak olandır. O halde, sadece bütün bunlara gücü yeten “ilâh” tır ve O da bir tanedir. Birden fazla ilâh olması mümkün değildir. Birden fazla ilâh inancı, kâinatın var oluşu ve işleyişindeki nizam ile ters düşer. Evrenin varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah’ın tek ilâh olmasının bir delilidir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Allah hiç evlât edinmemiştir. O’na ortak hiç bir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idâr eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine gâlip gelir, üstün çıkıp büyüklenirdi. Allah Onların (müşriklerin ) bütün isnatlarından münezzehtir.” (23/Mü’minûn, 91 )

Yani, her ilâh başka bir şey dilerdi. Her ilâh diğerinden farklı bir şey yapmak, bağımsız olduğunu ve egemenliğini göstermek isterdi. Bunun sonucunda da bütün kâinat yerle bir olurdu. Halbuki kâinatta muazzam bir düzen vardır. Öyleyse bütün kâinata hükmeden ilâh tekdir ki, O da Allah’tır. Bütün evren, içindeki varlıklarla birlikte, gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan bir İlâh’ın kontrolündedir. İnsanlar bu İlâh’a yönelirler, O’na duâ ederler. Korkuları bu İlâh’tandır, güvenleri de bu İlâh’adır. Bu İlâh’a her şeyiyle bağlıdırlar, O’nu her şeyden çok severler. Elbette bu ilâh âlemlerin Rabbı olan Allah’tır. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesinde belirtildiği gibi, Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur…

“Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki, kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.” (2/Bakara, 256 ) Kur’ân-ı Kerim bize bütün Peygamberlerin tevhid akidesiyle gönderildiğini bildirir. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/kulluk edin diye vahyetmişizdir.” (21/Enbiyâ, 25 )

İnsanoğlu her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır. İnsan, bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü yetmez de başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerinin bittiği yerde, görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli ‘ilâh’tan yardım ister. Çevresinde gördüğü bütün olayların kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak bir melce, sığınak arar.

Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzaklaşan topluluklar ve insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki bir ilâha bağlanma ihtiyacını başka şekillerde giderirler. Tarihte ve günümüzde gerçek anlamda dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan da yoktur. Kimileri, hiç bir tanrıya inanmadığını söylese bile onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır. İşte o ‘şey’ onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim çok ilginç bir örnek veriyor: Bir takım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine uymayı, toplumda geçerli olan hiç bir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, kendi keyiflerine uyarlar. Kendi hevâlarından (arzularından ) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını ) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?” (25/Furkan, 43 ) demektedir.

İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu kimilerine göre ateş, kimilerine göre güneş, kimilerine göre gökler, kimilerine göre yıldızlar, kimilerine göre madde, kimilerine göre ataların ruhu, kimilerine göre tabiat (doğa ), bazılarına göre devlet erki, kimilerine göre iyilik ve kötülük tanrılarıdır. Hatta kimi insanlar ve toplumlar, başlarındaki yöneticileri, kralları ilâh, ya da yarı ilâh saymışlardır. Nitekim Firavun, elinin altındakilere “ben sizin en büyük rabbınızım/ilâhınızım” (79/Nâziât, 24 ) diyordu. Japon kralları, güneşin/tanrının oğlu, bir çeşit Budist dini olan Lamaların büyüğü Dalay Lama yarı tanrı sayılıyor. Bir çok ülkede diktatörler, tanrı gibi algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken, kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabilen tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.

Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhlar adına putlar ve mâbetler/tapınaklar yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar ve o heykellere tanrı diye tapınıyorlardı.

Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey, bir olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğer. Her şey O’nu tesbih eder (O’na ibâdet eder, O’nu zikreder ). Yerde ve gökte yalnızca O’nun hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiç bir şey O’nun dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün, yaratıcılığının ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değildir. Mutlak anlamda yardım edici O’dur, mutlak anlamda ceza verici yine O’dur. O, gerçek ve mutlak olan yegâne ‘ilâh’tır ve O’ndan başka ilâh yoktur.

İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, Allah demiştir. Bu isim ilâh kavramından farklıdır. Benzeri, eşi, ortağı, çoğulu, olmayan bir Allah kavramı. Bu, kâinatın sahibi, mutlak yaratıcı ve azamet sahibi ‘ilâhın’ özel adıdır. İnsanlar bir çok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler de; ama ‘Allah’ birdir ve O’nun hakkında başka türlü düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet ), hem rablık (rubûbiyet ), hem hâkimlik (hâkimiyet ), hem de meliklik (mülûkiyet ) sıfatlarına, işlevine sahiptir.

İlâh’ın Kur’an’daki Iki Mânâsı: Kur’an’da ‘ilâh’ daha çok iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, bütün insanların kendisine ibâdet ettikleri ma’bud; İkincisi, gerçek ibâdete lâyık olan, âlemlerin Rabbı olan Allah.

İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem’den belirli bir zaman sonra insanlar, Tevhid inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz. Nûh’tan sonra da yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir. Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan, duâlarına karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan üstün (müteâl ) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği taşır. Ülûhiyet (ilâhlık ), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir makamdır. Kimileri bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir. Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara vermişlerdir.

Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki tanrısı vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı. Kimileri birtakım hayvanları, kimileri zamanı, kimileri ruhları, kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir. Geçmişte bu tür acaip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm, bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür bütün ilâh düşüncelerini kaldırmış ve insanlar hakkında hakk olan Allah inancını getirmiştir. Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden değil; bizzat insanların Rabbi Allah’tan gelmiştir. Böylece, Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’ konusundaki düşüncelerini ve inançlarını düzeltebilmişlerdir.

Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını kullanmayan, Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış ilâh inancını sürdürmektedirler. Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde bunun adı şirktir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme, azab etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar ‘ilâh’ haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişinin, bir kurumun veya bir başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu kabul etmesi, “tıpkı tanrı gibi yaratıyor” diye düşünmesi, onu ilâh saymasıdır.

Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür. Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir. Bugün kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet yöneticilerini ve kahramanları, kimileri devlet örgütlerini, kimileri uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedirler. Bunların gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez diye inanılmaktadır. Gazete sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müzik ilâhı’, ‘sanat ilâhı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana tapıyorum’, ‘ey sevgili sana tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok çirkin görüntüleridir. Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik ve film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine, yani şirke sürükler…

Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçüsü veya bir hükmü var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasí bir otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır ve peşinden giderse; işte o kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir. Örneğin, Allah (c.c. ), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, fâizsiz ekonomi olmaz diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, ‘Allah’ın ölçülerinin geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onları tercih ederiz’ derlerse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline getirmedir.

Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye Allah’tan fazla saygı gösterir, Allah’tan korkar gibi ondan korkarsa, kim Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, kim Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir. Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya koyuyorlar. ‘Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun, falan adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı değil onları ilâh tanıyor demektir. (9 ) İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü’r Rasûlullah” Yani, “Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed Allah’ın rasûlü, elçisidir.” “Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” (28/Kasas, 88 )

 

 

 

Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları

Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır: “Allah’tan başka taptıkları” (25/Furkan, 17 ); “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları” (7/A’râf, 194 ); “Allah’a şirk koştukları” (28/Kasas, 68 ); “Şirk koştukları şeyler” (7/A’râf, 190 ); “Allah’tan başka benimsedikleri” (45/Câsiye, 10 ) tarzında fiil şekilleri olduğu gibi; genel anlamda birtakım isimler de hayli fazladır: “İlâh” (15/Hicr, 96 ); “âlihe -ilâhlar-” (21/Enbiyâ, 36 ); “endâd -eş ve denkler-” (2/Bakara, 165 ); “esnâm -heykelden putlar-” (7/A’râf, 138 ); “evsân -putlar-“ (22/Hacc, 30 ); “temâsîl -heykeller-” (21/Enbiyâ, 52 ); “şürekâ –ortaklar-” (13/Ra’d, 16 ); “şühedâ -şâhitler, yardımcılar-” (2/Bakara, 23 ); “şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar-” (39/Zümer, 43 ); “erbâb -rabler-” (12/Yûsuf, 39 ); “evliyâ -velîler, dostlar, yöneticiler-” (29/Ankebût, 41 ); “emsâl -eşler, benzerler-” (16/Nahl, 74 ); “tâğût -azgın yönetici” (2/Bakara, 256 ); “cibt -putlar-” (4/Nisâ, 51 ); “ensâb -dikili taşlar, putlar-” (5/Mâide, 90 ); “veled -çocuk-” (72/Cin, 3 ); “sâhibe -eş, hanım, zevce, tanrıça-” (72/Cin, 3 ).

Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa, sadece zuhur ettiği bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen (Menât, Hubel, İsâf vb. ) putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın, ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma, hâkimiyet, velâyet vb. ). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların ) türlerini gösterirken genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının özel isimleri -el-lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir. ) Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belritmeye yönelmiştir.

Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında, Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınflandırılabilir:

Hayat sahibi varlıklar

İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a ) hayırlılar (Melekler, kısmen cinler ), b ) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler )

İnsanlar; a ) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr ), b ) Tanrıça (sâhibe ), c ) Hükümdar-tanrı (Firavun )

Hayvanlar; a ) Buzağı, boğa, b ) Nesr (kartal )

Cansızlar

Tabiat varlıkları; a ) güneş, b ) ay, c ) yıldızlar (Şi’râ ), d ) Ba’l, e ) ağaç (el-Uzzâ ), kaya (el-lât, Menât )

İnsan eliyle yapılanlar; a ) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb. ), b ) ensâb

 

 

Mücerred Varlıklar

a ) Nefsin hevâsı, b ) şâri’, c ) dehr, d ) seneviyye (10 )

Elfâz-ı Küfür

Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz ); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise “kefera” fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür” adı verilir.

Bir mü’mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.

Allah’ın zatı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah’a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. “Allah ile, O’nun ayetleriyle, O’nun Rasulü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.” (9/Tevbe, 65 )

Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme ) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O’na ezâ veren dinden çıkar. “Şüphe yok ki, Allah’a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır.” (33/Ahzab, 57 ) “Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve ‘O her söyleneni dinleyen bir kulaktır’ diyorlar. De ki, ‘O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah’a da inanır, mü’minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah’ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır.” (9/Tevbe, 61 )

Hz. Peygamber’e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur’ân-ı Kerim’e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur’an’la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil’in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed (s.a.s. )’e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil’e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü’min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid’at ve sapıklıktır. (Bkz. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100 ).

Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. “Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah’tan onlara bir azap vardır.” (Nahl, 106 ) Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye’yi İslâm’dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir’in oğlu Ammâr’ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm’dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber’e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.

Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah’ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah’a ait olan “en büyük” ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. “İşimiz Allah’a kaldı”, “Allah’lık” gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail’e kızılıp ileri geri sözler söylenebiliyor. Bir kıza “Melek” ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah’ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah’ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah’tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah’tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.

 

 

 

Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan Çirkin Sözler )

Allah’la İlgili

“Allah’lık” (saf bir insan için )

“Allah’sız” (Bunun Allah’ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında )

“İşimiz Allah’a kaldı” (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında )

“İnşâallah deme, kesin söz ver” (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında )

“Gökte Allah var”, “yukarıda Allah var” (Allah’a mekân isnadı anlamında )

“Seni Allah gibi seviyorum” (Allah’ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında )

“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli olmaz anlamında )

“Burada Allah yok, Peygamber izinde” (Karakolda, hapishanede vb. Allah’ın yardım edemeyeceği anlamında )

“Allah’ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim” (Allah’ın olmadığı yer olabileceği anlamında )

“Allah, ondan verdiği canı alamıyor” (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah’ın âcizliği anlamında )

“Allah’ın hükmü burada geçmez” veya “o eskidendi, şimdi Allah’ın hükmü uygulanmaz, devir değişti” (Allah’ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında )

“Şu işin (şeyin ) Allah’ını yapar” (Allah’ı herhangi bir şeye benzetme anlamında )

“Sen Allah mısın be?” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda )

“Ye Allah ye”, “vur Allah vur” (Allah’ı kula benzetmek anlamında )

“Allah Baba”, “Allah’ın oğlu gelse…” (Allah’a çocuk isnad etme anlamında )

“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibadet edilecek mâbud kabulü anlamında )

“Futbol/müzik ilâhı, …tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü anlamında )

“Hâkimler hâkimi” (Allah’ın dışında bir varlığa Allah’ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında )

“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” (Allah’a denk başkasının hakkı olduğu, Allah’ın her yerde tek güç olmadığı anlamında )

“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda Allah’ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında )

“Filan kimse şu şeyi yarattı” (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme manasında başka birine verme, Allah’ın fiiline ortak kabulü anlamında )

“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O’nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında )

“Allah bilir ki, şu iş şöyledir” , “Allah şâhit şunu şöyle yaptım” dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah’a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında )

“Allah’ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir” (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında )

“Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu” (Allah’ın yarattığını beğenmemek, O’na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında )

“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi” (Allah’ın hükmünü beğenmemek anlamında )

(O konuda âyet ve kudsî hadis olmadığı halde, ) “Allah şöyle buyurmuştur” demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah’a isnâd etmek, dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında )

(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken “Allah’ın ismiyle (Bismillâh )” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle alay etme anlamında )

Allah’ı, O’nun kurallarını, O’nun dinini, kitabını… istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme.

Allah’a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme.

Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme

Allah’tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım.” , “Mihrâbım diyerek yüz sürdüm” , “Bir Allah’a, bir de sana taptım” vb.

Allah’tan başkasına dua etmek, veya bir kuldan meded istemek

Allah’ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek

Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına adak adamak

Allah’ın kesin yasağına rağmen Allah’ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua etmek

Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek

Allah’ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah’ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah’ın dışında otoriteler tanımak

Fayda ve zararı Allah’tan bilmemek, “şu doktor benim hayatımı kurtardı” , “frene basmasaydı ölmüştüm” , “şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor” “Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer”

İbadet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.

 

 

 

 


b- Dinle İlgili

“Dinde zorlama yoktur” (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında )

“Zevklere ve renklere karışılmaz” (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdahale etmesine hakkı yoktur, ben neden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında )

“Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz.”

“Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük” (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında )

“Din şöyle diyor, doğru ama…” , “haklısın, fakat…” (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zaruri olduğu anlamında )

“İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir” (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında )

“İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz.” (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah’ın vaadlerini inkâr anlamında )

“Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın” (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında )

“Dinî günler” (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında )

“Hayat yalnız bu dünyadadır” (âhireti inkâr anlamında )

“Sen benim kalbime bak, kalbim temiz” (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibadet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında )

“Paranın açmadığı kapı yoktur” (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında )

“Aşırı dinciler” , “dinciler” “fundemantalistler” , “dinci teröristler” gibi çirkin ithamları gerçek mü’minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm’ı kötülemek anlamında )

İslâm’a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar takmak.

İslâm’a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak, veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek.

İslâm’ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm’a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak

 

 

 

 


c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili

“Eşek cennetini boyladı” (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında )

“Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül” gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında )

Bir insana “Meleğim” demek, “Çarli’nin melekleri” veya bir kıza “Melek” ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Melekleri insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında )

“Azrâil onun canını yanlış yere aldı” , “Azrâil’le savaşıyor” gibi sözler, Azrâil’e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında )

“Kader utansın” gibi kadere isyan anlamında sözler

“Felek”le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların ) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında )

Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler…

 

 

 

 


Ef’âl-i Küfür

Ef’âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır. Küfre alâmet sayılan ef’âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah’a şirk/eş koşmak demektir. “Nihayet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: ‘Allah’ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?’ Onlar şöyle cevap verecekler: ‘O putlar bizi bırakıp kayboldular.’ Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir.” (A’raf, 37 ) “Onlar Allah’ın yolundan saptırmak için Allah’a eşler uydurdular. De ki: ‘Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir.” (İbrahim, 30 ) Allah’tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef’âl-i küfür olduğu kesindir.

b- Mushafı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushafı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur’an’dan bir bölüm, Yüce Allah’ın veya Peygamberin adı yazılı bir kağıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr söz konusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabı, bayan elbisesi şeklinde eğlence ve aşağılama kabul edilecek tarzda bunları giymek de aynıdır.

c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek, veya buralarda Allah’a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm’dan çıkarır. Fakat, bu tür yerlere ibâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir sakınca yoktur.

d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde etmek: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış küfürdür.

e- Ölülerden duâ ederek bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah’a yapılması gereken ibâdet ve duâyı (1/Fâtiha, 4 ) Allah’tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah’tan başkasına kesilen kurban, Allah’tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.

f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.

g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.

h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahudilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.

Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm’ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir. (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir. )

i- Sihir: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebu Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii’ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır. (11 )

 

 

 

 


Hurâfeler

Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan hikâye ve rivâyetlere verilen ad. Bu çeşit rivayetler ve hikâyeler tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih boyunca Islâm’a mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşturlar. Hurâfe, aslında bir kişinin adıdır. Hurâfe adındaki bu kişi, aslı astarı olmayan hikâyeler anlatırmış. Dolaysıyla, Hurâfe’nin anlattıkları, Hurâfe’nin uydurdukları, Hurâfe’nin kullandığı deyimler zamanla, bu tür bütün uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.

Hurâfeler, dilden dile veya kitaplarla anlatılan rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur yani uydurma şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâyeden ibâret olsa, üzerinde durulmaz. Hikâye her yerde her zaman anlatılabilir, yazılabilir. Ancak bunlara uydurma ve yanlış oldukları halde Islâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü bu tür rivâyetler müslümanların saf inancına zarar vermektedir. Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı, yahudi ve hırıstiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara ‘israiliyyat’ denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı halde din’e sonradan sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları halde, çok önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve çarpık davranışlardır.

Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış fikre sahip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz. Halbuki İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin insanına hitap etmektedir. Günümüzde birçok felsefî, siyasî ve iktisadî düşünceler, birçok tavır ve anlayışlar birer bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri gibi sunulmaktadır. Halbuki bunların çoğu ya kişilerin kendi görüşleri, ya da zamanla modası geçecek şeylerdir. Bunların pek çoğu müslümanların saf inancını bozacak özelliktedir. Bunlara ‘modern hurâfeler’ dememiz mümkündür. (12 ) Cifircilik ve ebcedcilik gibi, “on dokuzculuk”, bilimcilik/bilimselcilik gibi doğrulukları tartışabilecek hususların din gibi veya dinin kesin ve bağlayıcı yorumu olarak kabulü de bu kabildendir.

Müslümanlar, hangi adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun, her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadırlar.

 

 

 

 


Allah Teâlâ’nın Birliği ve Şirk

Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın varlığını belirten birçok âyet-i kerime olmakla beraber, O’nun birliğinden bahseden âyetler, varlığını ifade eden âyetlerden daha çoktur. Allah Teâlâ’nın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de inen âyetler, şirki reddedip tevhidi emreder. Bu âyetlerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın ilâhlık vasfına yakışmayan; yaratılmışlık, âcizlik ve eksiklik ifade eden özelikleri reddetmek suretiyle O’nu tenzih eder. Bir kısmı da O’nun kâinatın yaratıcısı, nimet vericisi, tek sahibi ve hâkimi olduğunu belirtir.

Meselâ; Kur’an’da “Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.” (3/Âl-i İmrân, 48 ) buyurularak şirk reddedilirken; diğer bir sûrede: “De ki: O Allah birdir. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.” (112/İhlâs, 1-4 ) buyurularak tevhid en özlü biçimde vurgulanmaktadır.

Ebû Cehil gibi en azılı müşrikler, hatta şeytan bile Allah’ı inkâr edememiş, O’nu yaratıcı, tabiata hükmedici olarak kabul etmeye kendilerini mecbur hissetmişlerdi. Ama, Allah’a sadece inanmak yeterli değildir. O’na hiç bir şeyi, hiç bir şekilde şirk koşmamak şarttır.

İnsanlar tarih boyunca Allah’ın varlığını doğrudan inkâr yerine ya müşrikler gibi O’na ortak koşarak şirke düşmüşler, ya da pagan anlayışla O’nun bazı sıfat ve fiillerini inkar ederek küfre düşmüşlerdir. Bu iki inkâr, iki şirk çeşidi arasındaki benzerlik ve farkları şöyle ifade etmek mümkündür:

Müşrikler Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, rızık vericiliğini kabul ettikleri halde, vahdâniyetini inkâr ediyorlar, O’na putları ortak koşuyorlardı…

Şirk, Allah’ın zatında O’na ortaklar koşmakken; paganlık da Allah’ın sıfatlarında O’na ortaklar koşmak ve O’nun olan teşrî, terbiye etme, hüküm koyma yetkilerini yaratandan alıp yaratılanlara devretmektir…

“Allah’ın birliği” konusu, Akaid’in temel ve en önemli konusudur. Akaid ilmine bu yüzden Tevhid ilmi de denir. (Tevhid, birlemek, Allah’ı bir kabul etmek demektir. Yani, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilmek ve öylece inanmaktır. ) İsâam Dini’ndeki tüm hükümlerin bir noktada Allah’ın birlenmesine (tevhide ) dayandığı için, İslâm’a Tevhid dini; müslümanlara da muvahhid denilir…

Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmenin, fert ve toplum hayatının her alanında ortaya çıkması zorunlu olan birtakım sonuçları vardır. Bir olan Allah’a iman etmek: Sadece O’nun hâkimiyetini kabul etmek, mutlak itaat edilecek otorite olarak O’nu tanımak, O’na ve emirlerine boyun eğmektir. Bir olan Allah’a iman; Allah’ın öngördüğü nizama aykırı olan herşeye karşı bir inkılap hareketidir; bir başkaldırıdır. Allah’tan başka ilâhları reddettiğimiz, Allah’ı birlediğimiz yaşantımızın tüm boyutlarında kendini göstermelidir. Allah’a iman, çevreyi etkilemeyen, gayr-ı İslâmî vâkıayı kabullenen kuru ve edilgen yahut etkisiz bir iddia olamaz. Bir olan Allah’a iman etmenin zorunlu gereği; Allah’ın nizamını hayatına, düşünce ve inançlarına, ferdî, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve teabbudî (ibâdetle ilgili ) bütün ilişkilerine hâkim kılmaya çalışmaktır.

Tevhid ve Tâğutlarla Mücadele: “De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a ibâdet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmesin..’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şâhid olun, biz müslümanlarız’ deyin.” (3/Âl-i İmrân, 64 ) “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76 )

Sosyal bir hayat nizamı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan cahilî ve tâğutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akide değil; eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akidesi, yalnızca tabiat ötesi/metafizik konulara izah getiren ve ahlâk ile ilgili konularda sözkonusu edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine oturmuş tâğutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılapçı bir başkaldırıdır.

Tevhid akîdesi, pratik, eyleme dönük bir hareket ve câhiliyyeye, şirk temeline dayanan sistemlere bir başkaldırı ve de müstekbir, zâlim tâğutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve hukukî bir sistem olmasaydı, tarih boyunca bu akîdeyi kavimlerine sunan bütün peygamberlere karşı savaş açılır mıydı?

İslâm güneşinin doğduğu sıralarda Mekke’de hayatlarını sürdüren “Hanifler”in konumu, bu konuda ışık tutması bakımından oldukça önemlidir. Peygamberimiz’e peygamberlik görevi verileceği dönemde Mekke’de Hz. İbrahim’in şeriatı üzerine yaşayış sürdürdüklerini iddia eden Hanif dini taraftarları vardı. Bunlar, putlara tapmaktan vazgeçerek Hz. İbrahim’in dinine girmişlerdi. Bunlar, Allah’ı birliyor ve kavimlerinin putları adına kestikleri kurbanları yemiyorlardı. Panayırlarda tevhidin hakikatı ile ilgili nutuklar söylüyorlar, putların bâtıllığına dair deliller getiriyorlar ve onlara tapmamayı öğütlüyorlardı.

Ne var ki, Hanif dininden olduğunu iddia eden bu kimselerin savundukları düşünce, sadece zihinde taşınan, salt fikir ve kuramsal inanış ve anlayış olmaktan öteye gitmiyordu. O yüzden müşrik Mekke toplumunda en ufak fikrî ve pratik bir etkinlikleri yoktu. O putperest toplumda ortaya koydukları fikirler, sadece nazarî inanç biçimiydi. Bunun için de bu kimseler, şirk temeline dayalı o cahilî toplumda müşrik putperestlerle aynı ortamda, birbirleriyle fiilî olarak çatışmadan yaşıyorlar ve bu konumları kendilerini fazla rahatsız etmiyordu. Kokuşmuş bu küfrî toplum düzeninin geleneği, göreneği, örf ve âdetlerinin pratik olarak içindeydiler. Bu yüzden, pratik yaşamdan uzak bulunan ve sadece nazariye olmaktan öteye gitmeyen tevhid akîdesine bağlı olmaları, onları o haysiyetsiz yaşayış tarzından, cahilî ortamdan ve kokuşmuş zulüm tasallutu altında zelil bir hayat sürdürmekten uzaklaştırmıyordu.

İslâmî dâvetin en önemli ve temel maddesi, tevhidin isbatı ve şirkin reddi olduğu için, câhilî Mekke atmosferinde, yerleşik şirk düzeni içerisinde gündeme gelen tevhid akîdesi, özel bir yaşam biçimini göstererek, inkılabçı bir kimlikle işe başladı. İslâm’ın siyasî, iktisadî ve sosyal bir sistemin ve hayatın bütün alanlarına hükmeden bir nizamın adı olduğu net bir şekilde ilân edildi. Şirkin her çeşitdinin çürütüldüğü deliller ileri sürüldü ve gayet özlü bir şekilde insanlar tevhide davet edildi. Tevhid fikri anlatılırken, sadece zihinsel olarak Allah’ın var oluşu değil; O’nun tek oluşunun anlamı ve bu akîdeye olan ihtiyaç da anlatıldı. İşte Rasûlullah (s.a.s. )’in kavmine sunduğu tevhid anlayışı ile Hanifler’in savundukları tevhid fikri arasındaki temel fark bu noktada odaklaşıyor: Bir yanda hayatın bütün alanlarına hükmeden, hem zihinsel, fikirsel, ve hem de pratiğe yansıyan bir akîde; diğer yanda sadece zihinde yer eden, sadece kalpte yer tutan ve pratiğe indirgenemeyen, hayata geçirilemeyen bir inanç…

Peygamberimiz, risâlet ile görevlendirildikten sonra yaptığı ilk iş, inanç ve amele dayanan, teorisi ve pratiği olan gerçek tevhid anlayışını yerleştirmek olduğu için Mekke’nin egemen güçleri, idâreyi ellerinde tutan müstekbirler, kendisine karşı savaş başlattılar. Savunduğu bu saf akîde, Peygamberimiz’i kâfirlerle karşı karşıya getirdi. Kâfirler, kendisine has, özel bir yaşam biçimi sunan bu akîdenin, kendi câhilî sistemleriyle asla uzlaşmaya girmeyeceğini, yeryüzünde tâğutî rejimlerle sürekli ve amansız bir mücadele içerisinde olacağını, kısacası küfre karşı devamlı bir savaşım vereceğini kesinkes anladılar. Tevhidin, uygulamaya ve tâğutî düzenlere karşı başkaldırı ilânı olduğu anlayışı, onların neden, daha önce aynı akîdeyi savunan Hanifler’e karşı en ufak bir tepki göstermezken, Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlara karşı şiddetli bir savaşın içerisine girdiklerini açıkça ortaya koyuyor.

 

 

 

 


Şirk Ehli Müşriklerle Mücâdele:

“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” (Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10 )

Şirk ehliyle, müşriklerle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaşmıyorsa bile, onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibadet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!” (109/Kâfirun, 1, 6 ) deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67 )

İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Mânâsı: Allah’tan başka ilâh yoktur, yani bütün kâinatta Allah’tan başka ibâdet edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat etmek gerekir ki kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah’tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir.

İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibi- şirk hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahûdi ve hıristiyanlar da, Allah’a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı. Peygamberimiz’in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık tarihi, Allah’a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.

Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid’den söz etmektedir. Bütün peygamberler tevhid’i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir. Kur’an’a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara katlandıkları hususlar; Allah’ın her hususta, yani hayatın her sahasında “tek” olarak kabul edilmesi ve O’na kesinlikle şirk koşulmamasıdır. Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak, günlük hayatındaki her tavrına kadar, Allah’ın belirlediği sınırlara uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah’ın ortaya koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır.

 

 

 

 


Müşrik

“Müşrik”, ‘şirk’ kökünden türemiştir ve ‘şirk koşan’ demektir. ‘Müşrik’, ‘eşrake’ fiilinin fâil ismidir. Allah’a ortak koşan demektir.

Müşrik, açıktan açığa Allah’a sıfatlarında ve fiillerinde ortak koşan kimsedir. O görünüşte Allah’ın varlığını kabul etmektedir. Ama ya birden fazla ilâha inanır, ya Allah’a ait sıfatları başka ilâhlara verir, ya da Allah’ın fiillerini (yaptıklarını ) başka ilâhların da, başka şeylerin de yapabileceğini kabul eder.

Müşrik, Kur’an dilinde iki ayrı anlama gelir. Biri açık (zâhirî ), diğeri de gerçek (hakiki )dir. Açıktan müşrik, çok açık bir şekilde Allah’a ortak koşan, birden fazla ilâhın olduğuna inanan kimsedir. Bu anlam açısından bakılırsa Hırıstiyan ve Yahûdilere müşrik denmez. Gerçek (hakiki ) müşrik, Tevhid dinini tanımayıp, İslâm’ı kabul etmeyen bütün gayri müslimlerdir. Çünkü hıristıyanlar; Hz. İsa’ya, yahûdiler; Hz. Uzeyr’e Allah’ın oğlu demektedirler. Onlar böyle inanmakla beraber bir Allah fikrini de kabul ederler. Onlar dışarıdan bakınca tek Allah inancını benimseseler bile müşriktirler. (22/Hacc, 17 ) İslâm’ın iman esaslarını kabul etmedikleri için mutlak anlamda müşrik olurlar. Hatta Kur’ân-ı Kerim, kitap ehline bazen ‘kâfir’ (inkârcı ) bile demektedir. “Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de müşrikler Rabbinizden size bir iyilik inmesini isterler.” (2/Bakara, 105 ) “Şüphesiz ‘Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır…” (5/Mâide, 17 ) “Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur.” (5/Mâide, 73 ) Müşrik ile kâfir arasında esasta bir fark yoktur. Ancak kâfirlik, müşrikliğe göre biraz daha geniştir. Kur’ân-ı Kerim, Allah’a şirk koşanların da, O’nu inkâr edenlerin de büyük bir sapıklık içinde olduklarını belirtiyor (4/Nisâ, 116 ). Kâfir, Allah’ı doğrudan inkâr eder, müşrik ise, Allah’ın varlığına iman ettiği halde, O’nun ilâhlık ve Rabb’lik sıfatlarına başkalarını da ortak eder. Allah’a şirk koşmanın küfr olduğu konusunda hiç bir şüphe yoktur. Müşrikler özellikle Allah’ın ilâhlık sıfatını kabul etmemekte, bu ilâhlığı başka varlıklara vermektedirler.

 

 

 

Şirk İnancının Ortaya Çıkması:

Tevhid Dini üzerine şekillenmiş topluluklar, gerek münâfıkların gerekse, haddi aşanların (bağîlerin ) yüzünden zayıflar ve parçalanırlar. Zaman içerisinde insanlar giderek Tevhid inancından ve İslâmî hayattan uzaklaşırlar. Parçalanan toplum, Tevhidden uzaklaşan insanlar başka yollara, başka inançlara saparlar. Bazı insanlar dünya hayatını âhiret hayatına tercih ederler. Hevâsına (kendi görüşüne ) uyan birtakım kimseler, kendi uydurdukları dinleri veya ilkeleri din edinmeye başlarlar. Başkalarına da bu uydurma dini dayatırlar. Böylece, insanlardan bir kısmı ‘müşrik’ olurlar, bir ve tek olan Allah’a ibâdet yerine başka ilâhlara da kulluk yapma yanlışlığı ortaya çıkmaya başlar…

Müşrikler, sebepleri Yaratan Allah’a değil de sebeplerin kendisinde ilâhlık görürler. Tapınmak için putlar edinirler. Putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını sanırlar (39/ Zümer, 3 ).

Müşriklerin Özellikleri: Kur’ân-ı Kerim, inkârcılara bazen kâfir, bazen de müşrik demektedir. Bu onların yaptıkları işlere, takındıkları tavırlara göre verilen bir isimlendirmedir. İnkâr açısından ikisi arasında fazla bir fark bulunmamaktadır. Kur’an, müşrikleri tanıtırken, yalnızca Firavun’a iman edenleri, Hz. Muhammed’e karşı çıkan Mekkeli müşrikleri değil; hem onları hem de tüm zamanlar boyunca olabilecek bütün müşriklerin özelliklerini tanıtıyor. Şirkin nasıl bir şey olduğunu ortaya koyarak, insanları sakındırıyor.

Kâinatın Rabbi Allah (c.c. ) bütün kemal (üstün ) sıfatlara sahip, bir ve tek olan, başlangıcı ve sonu olmayan, yaratıklardan hiçbirine benzemeyen, her şeyin sahibi, çok güçlü ve kudretli, emir ve hüküm sahibi olan, istediği şeyi istediği gibi yaratan, varlığı her şeyi kuşatan, yalnızca kendisine ibadet edilen tek İlâh’tır. Canlıların rızkını O verir. O öldüren ve diriltendir. Mülk O’nundur. O yaratıcıdır (Hâlık ) ve O’nun dışında her şey yaratılmış (mahluk )tır.

İşte Allah (c.c. )’a ait bu ve buna benzer sıfatları başkasına veren müşriktir. Evrende olan olayları Allah’ın yarattığını kabul etmeyip, bunların tabiat (doğa ) tarafından yaratıldığına inanan müşriktir. Tabiatı veya diğer sebepleri yaratılan değil de, yaratıcı gibi kabul eden müşriktir. Yeryüzünün ve insan irâdesinin dışındaki bütün oluşumlara ait tasarruf Allah’ın elindedir. Müşrikler, bu tasarruf hakkını başkalarına da verirler. Hayatın her alanına ilâhî hükümler koyma yetkisi Allah’ındır. Ancak müşrikler, Allah’ın bu yetkisine saldırarak, ya kendileri adlarına, ya da başka bir insan veya put adına hüküm koyarlar.

İnsanları Allah yaratmıştır. Dolaysıyla onlar Allah’ın kullarıdır. İbâdet yalnızca Allah’a yapılır. Ama müşrikler Allah’tan başkasına da kulluk yaparlar. O’nun dışındaki varlıkların da önünde tıpkı bir ilâh gibi secde ederler. Kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda insanlar adına, bir ulus ve ideoloji adına hükümler/yasalar koyarlar ve bunlara kalpten bağlanır, Allah’ın hükümlerini bir tarafa atarlar. Bunlar şirk koşmaktadırlar.

Allah’ın helâl ve haram ölçülerini kabul etmeyip, O’nun gönderdiği ilkeleri bir tarafa atarak, kendi arzusuna göre helâl ve haram ölçüleri koyanlar; insanların, partilerin, devletlerin veya örgütlerin koyduğu haram ve helâl ölçülerini kabul edenler müşrik olurlar. Bir insanın, bir örgütün, bir ideolojinin görüşlerini, hükümlerini Allah’ın hükümlerinden daha doğru, daha çağdaş, daha iyi bulanlar, Allah yerine başka ilâh tanımış olurlar (9/Tevbe, 31 ). Allah’a ait görme, haberdar olma, mutlak anlamda ilâhî yardım yapma, günahları affetme, gözetleme gibi sıfatları varlıklara veya insanlara verenler müşrik olmuşlardır. Söz gelimi, bağlanılan şeyhlerin çok uzak yerlerden öğrencilerini (müridlerini ) evlerinin içinde bile gördüğünü, ibâdet veya zikirleri ancak şeyhlerin Allah’a ulaştırabileceğini, şeyhlerin diledikleri yere diledikleri zaman gidebileceklerini, istedikleri zaman kerâmet gösterebileceklerini kabul etmek, şüphesiz ki şirke çok benzemektedir.

Ölmüş veya yaşayan kimi insanların ilkelerini mutlak hüküm ve ilke saymak, onların görüşlerini en üstün, hatta Allah’ın âyetlerinden daha yüce saymak, ölünün mezarı başına gidip, ona hesap vermek şirkin, yani Allah’a ortak bulmanın ta kendisidir. Çünkü Allah’a ait sıfatlar bir ölümlüye veya ölmüşe verilmektedir. Tekrar edelim ki, ister bir başka insanın, ister insanın kendi hevâsının, ister bir grubun, isterse bir coğrafyanın olsun; Allah’ın ilâhlığına ait bir özelliği onlarda görmek, onlarda da aynı özelliklerin var olduğuna inanmak şirktir. Bunu yapanlar da müşriktirler. İslâm ülkelerinde bazı adamlar, müslümanlık iddia etmelerine rağmen, batı dünyasından gelen bütün fikirleri, bütün ölçüleri en üstün sayarlar. Onlara, ‘bakınız Allahımız şöyle buyuruyor’ denildiği zaman, “o din işi”, “o ayrı” ayrı derler.

Görüldüğü gibi müşriklik, inkârcılıktan çok, Allah var denildiği halde, Allah’a benzer ilâhlar bulmanın, O’na ait özellikleri varlıklara da verip onları da Allah gibi üstün tutmanın adıdır. İslâm’ın mücadele ettiği en önemli inkâr işte bu şirk anlayışıdır. İslâm geldiği zaman Mekkeliler tanrısız değillerdi. Evreni Allah’ın yarattığını, rızkı O’nun verdiğini kabul ediyorlardı. Ama O’na putları ortak ediyor, başka şeylere kulluk yapıyorlardı (31/Lokman, 25 ). Günümüzde müslümanların sakınması gereken temel tehlike budur.

Kur’ân-ı Kerim, müşriklere ait bazı özel durumlara da dikkat çekmektedir: Şirk en büyük zulümdür, öyleyse müşrikler aynı zamanda zâlimdirler (31/Lokman, 13 ). Müşrikler, gerçek ilme değil; zanna (sanrıya, tahmin ve teorilere ) uyarlar. Onlar ilmin, aydınlığın, doğrunun peşinde olduklarını söylerler ama, onların gerçek sandığı şey, Allah katında bir değer ifade etmez. Onlar sıkışınca Allah’a duâ eder, yalvarırlar, ama rahata ve refaha kavuşunca Allah’ın âyetlerinden yüz çevirirler (17/İsrâ, 67 ). Putlarını, yani Allah’a eş koştukları şeyleri çok severler, onlara candan bağlıdırlar (37/Saffât, 35-36 ).

İslâm’ın teklifleri müşriklere çok ağır gelir (42/Şûrâ, 111 ). Onlar mü’minleri sevmezler, devamlı düşmanlık beslerler. Dünyaya aşırı bağlıdırlar (2/Bakara, 96 ). İslâm’a karşı çıkışları noktasında tutarlı değillerdir. Yaptıkları işler sebebiyle Allah katında suçlu (mücrim ) olmuşlardır. (13 )

 

 

 

 


İrtidat ve Mürted

İrtidat, Arapça bir kelime olup, ridde’nin türevidir. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelir. Istılahta, iman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini terkedip başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmeye irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted” denir.

Kur’an’da irtidatla ilgili şöyle buyrulur: “Sizden kim irtidat eder (dininden döner ) ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmıştır ve onlar cehennem ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.” (2/Bakara, 217 ) “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz yolun ortasında sapıtmıştır.” (2/Bakara, 108 )

İrtidat edip, dinden dönen, İslâm’ı terkedip küfrü veya şirki seçen kimse. İslâm’dan çıkma olayına ‘ridde’ veya ‘irtidat’ denilmektedir. Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiç bir baskı olmadan seçtiği halde, sonradan çeşitli nedenlerle yine kendi arzusu ile terkeden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır. Kur’ân-ı Kerim, böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları kötü bir âkıbetin/sonucun beklediğini haber veriyor (2/Bakara, 217 ).

Mürtedin Kişiliği: Mürted, kişilik zaafı (zayıflığı ) olan biridir. Doğru bir bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım dediği dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç, hoşuna giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan çıkarsam, gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’ diye düşünmüştür. Kendisine çok süslü gösterilen, İslâm dışı hayat şekilleri daha çok hoşuna gitmiştir. Nefsinin arzuları kabarıp taşmıştır. Çok şey istemektedir, bir çok şeyden zevk alma arzusundadır, ama müslüman kaldığı müddetçe bunlara ulaşması zordur. Zaten pamuk ipliği ile bağlı olduğu İslâm bağını hemen koparıp atmaktadır.

Mürtedlik aslında sıradan bir mesele değildir. Allah katında din seçmek insan varlığı için en önemli olaydır. Âlemlerin Rabbi, insana değer veriyor, onu kendisine muhâtap (hitap edilecek kişi ) olarak kabul ediyor, deyim yerindeyse, insanı ‘adam yerine koyuyor’. Ona elçiler ve din gönderiyor, ona doğru yolu gösteriyor. Buna karşın insanların bir kısmı buna aldırmıyor, yahut elçilerle gelen dâvete karşı çıkıyor, ya da onu eğlenceye alıyor. Bunun bir belirtisi olarak da bazen inandığını söylüyor, bazen de bu inandığı dini terkediyor. Kimileri de dışarıdan inanmış gibi görünüyor, ancak içinden inkârcılığa devam ediyor. Aslında pek de âciz olan ve ölünce mutlaka Rabbinin huzuruna çıkacak olan insanın bu denli cesur olması, cür’ette bulunması, korkmaması, yaptığı işin sonunu düşünmemesi ne kadar acıdır!

Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek olan ilâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı, daha bedbahtı (şanssızı ) var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve kötü olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar. Bir kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyorlar. Onu ya beğenmiyorlar, ya küçümsüyorlar, ya da çıkarlarına engel görüyorlar.

Hangi sebeple olursa olsun bu tavır Allah’ın sevmediği bir tavırdır. Bu davranış âlemlerin Rabbi Allah ve O’nun aziz dini İslâm ile –hâşâ- dalga geçmek gibidir. Bu bir ciddiyetsizlik, câhillik ve dönekliktir. İslâm’a göre, elbette din ve inanç hürriyeti vardır. İsteyen istediği dini ve yaşama biçimini seçebilir. Bu konudaki seçim hakkı bireyin kendisine aittir. Onu hiç bir kimse bir inanca ve ideolojiye bağlanmaya zorlayamaz. Herkesin cehenneme gitme, orayı tercih etme özgürlüğü vardır. Ancak bir kimsenin İslâm’ı din olarak seçtikten sonra onu terketmesi hem onun için çok önemli bir kayıp, hem müslüman toplum için bir sorun, hem de İslâm’ın yüceliğine gölge düşüren bir durumdur.

Mürtedliğe Yol Açan Sebepler: Mürtedlerin İslâm’dan dönmelerinin birkaç sebebi olablir:

1- İslâm’ı ve onun hükümlerini beğenmemek,

2- İslâm’ı çıkarlarına ve zevklerine engel görmek,

3- Dünyalık bir makam elde etme ihtirası,

4- İman zayıflığı veya İslâm’ı yeterince tanımama,

5- Gayri müslimlere özenme, onların zevk içinde yaşamalarına imrenme ve onları bazı konularda üstün ve ileri kabul etme anlayışı ve diğer sebepler.

Bir Müslümanı Mürted Yapan Tavırlar: Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.

Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek, kişiyi İslâm’dan çıkarır, mürted yapar.

İslâm’ın küfr veya kâfirlik dediği şeyler konusunda şüphe etmek; İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir. Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı?

Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak (47/Muhammed, 9 ).

Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek (9/Tevbe, 65-66 ).

İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.

Kesin deliller ile, ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.

Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir ve onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın.

Mürtede Karşı Tavır: Bu konuda dikkatli olmak mecbûriyeti vardır. Önüne gelene, ‘kafir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.

Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca savaşılır, zararları def edilir demektedirler. (14 )

Hanefî fıkhına göre İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum ve davranışlarda bulunan kişi, mürted sayılır ve tevbe etmediği takdirde idam edilir. Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir fark vardır. Şöyle ki; mürted, İslâm’ın Allah indinde yegâne din olduğunu ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased, kin veya bunun gibi duygularla dinini terketmiştir. Bu duygular, mürtedi müslümanlara karşı harbî (muhârip, savaşçı ) durumuna getirir. Çünkü irtidatla birlikte sahip olduğu ismet-i şahsiyetini (kişisel mâsumluk ve dokunulmazlığını ) kaybetmiştir. Gayr-i müslim olan kâfir ise, dâvete muhtaçtır. İslâm hakkında doğru bir bilgiye sahip değildir.

İbn Âbidin: “İrtidat eden ve muhârip durumuna geçen kimsenin öldürülmesi, dinin muhâfazası için zarûridir. Çünkü dinin muhâfazası, maslahatların en üstünüdür” hükmünü zikreder. Hanefî fukahâsı: “irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının ise hapsedilmesinde müttefiktir. Çünkü kadın, muhârip (savaşçı ) durumunda değildir.” Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda vardır: Mürted olan erkek derhal öldürülmez; önce irtidat sebebi araştırılıp, şüpheye düştüğü husus izah edilir ve tecdîd-i imana dâvet edilir. Bütün bunlardan sonra, durum değişmezse ülü’l-emr tarafından öldürülür. Bu cezayı herhangi bir mü’min, kendi şahsî değerlendirmesiyle yapamaz. Çünkü velâyete tecâvüz câiz değildir. Ülü’l-emr, bütün ümmetin velâyetine sahiptir. (15 )

Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.

Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi, şu söz ve davranışıyla şirke düştü; mürted oldu, müşrik oldu, ona hangi cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikler ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Şirk konusu, bu bilgileri çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlar için kılıç gibi kullanmak için öğrenilmez. Kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile şirke düşürebilecek davranışlardan şiddetle sakınmamız ve insanları bu hale getiren bataklıkla mücâdele etmeyi, şirk düzeni ile mücâdele edilmeden bunun önününün alınamayacağını idrâk etmek ve insanları en büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın yollarını aramak, tebliğ etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi bayraklaştırdığımızı davranışlarımızla isbat etmek için olmalıdır.

“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk ) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82 )

Peygamberimiz (s.a.s. ), mü’minlere şöyle duâ etmelerini tavsiye ediyor: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim”.

Selâm olsun, şirkin en küçüğünden ve en gizlisinden bile kaçan tevhidî söyleme ve eyleme sahip olan muvahhid gençlere!

 

 

 

 


Şirkle İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Şirk

Allah’a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39; 29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.

Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.

Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.

Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.

Allah’a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.

Allah’a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.

Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.

Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.

Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.

Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.

Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.

B- Müşrikler

Müşrikler, Allah’a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.

Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem, 81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.

Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.

Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110, 124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.

Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.

Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de İnsanları Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9; 31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/Kalem, 46-48, 51.

Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134; 11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21; 41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât, 12-14; 64/Teğâbün, 7.

Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm, 37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27, 40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.

Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9; 36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/Kâfirûn, 1-6.

Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.

Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.

Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5; 34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.

Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36; 25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf, 31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.

Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler; Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.

Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.

Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler: 30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43; 53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye, 17-21; 106/Kureyş, 1-4.

Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız Mücadele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30, 47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3, 85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76, 90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179; 38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77; 41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37, 45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37, 59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.

Müşriklerin Bazı Özellikleri

Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 1-11; 106/Kureyş, 1-4.

Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.

Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.

Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.

Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,

Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.

Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.

Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.

Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût, 41-43.

Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.

Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.

Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33, 36-40; 107/Mâûn, 1-3.

Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.

Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.

Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.

D- Müşriklerin Cezaları

Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.

Müşrikler, Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara, 167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ, 94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.

Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121; 6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn, 99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47; 43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil, 11-13; 98/Beyyine, 6.

Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.

Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.

Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16, 36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5, 43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24; 73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17; 88/Ğâşiye, 23-24.

Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.

Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler: 70/Meâric, 11-18.

Müşriklere Verilen Mühlet (Süre ): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.

Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.

Müşrik-Mü’min İlişkisi

Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.

Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13.

Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10.

Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.

Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.

Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.

Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.

Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.

Putlar ve Küfrün Öncüleri

Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 21; 18/Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd, 59-61; 41/Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.

Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ, 56-57; 20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/Yâsin, 74-75; 39/Zümer, 38.

Putlar, Hiçbir Şey Yaramazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40; 31/Lokman, 11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.

Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.

Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.

Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.

Putların Misali: 22/Hacc, 73.

Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.

Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.

Lât, Uzza, Menat Putları: 53/Necm, 19-20.

Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.

Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.

Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.

Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.

Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.

Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20.

Putlara Tapmak

Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.

Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.

Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3.

Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9.

Putların ve Küfür Öncülerinin Cezaları

Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34.

Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.

(Ahmet Kalkan-Kavram tefsiri, şirk maddesi )

This entry was posted on Çarşamba, Temmuz 9th, 2008 at 13:53 and is filed under *ÇOKTANRICILIK(Şirk). You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. Both comments and pings are currently closed.

Comments are closed.