-
15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bir Din Hayattan Nasıl Çekilir_İhsan Eliaçık

Önce bir mesel…

Kralın biri, huzurunda el pençe divan duran saray erkanından bir bardak su istemiş. Saray erkanın içinde muhafızlar, şairler, dalkavuklar, medyumlar, müneccimler, kahinler, din adamları vs. hepsi varmış. Geniş bir halka oluşturmuş halde krallarını ayakta dinliyorlarmış…
Kral su isteyince emri şu şekilde yerine getirmeye başlamışlar:

Şair: “-Yüce efendimiz ve haşmetli kralımızın emrindeki şu zerafete bakın. Böyle bir şiir dünya tarihinde daha söylenmedi: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Dalkavuk: “-Efendim sizin sözünüzün üstüne söz söylenmedi şu alemde: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Din adamı: “-Her kim bunu günde 100 kez söylerse cennet köşkleri onu bekliyor, aşk ile bir daha: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Medyum: “-Kralımız bu sözüyle gelecek yılın bolluk ve bereket ile geçeğini haber veriyor, şevk ile bir daha: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Kahin: “-Bana bir su getirin” cümlesinin ebced hesabı ile değeri 2015’dir. Kralımız bu yılda kıyametin kopacağını haber veriyor. O yıla dikkat edin ve bu cümleyi sakın unutmayın: “Su getirin, su getirin, su getirin…”

Velhasıl, bir bardak suyu getiren olmamış ama her yan “Su getirin…” sesleriyle inlemiş… Bir “su edebiyatı”dır almış başını yürümüş… Dilden dile dolaşmış, hafızlar ezberlemiş, en güzel hatlarla yazılıp duvarlara asılmış…

Ne zavallı bir kral ve ne hazin bir durum, değil mi?

***

Tabi bu bir mesel (örnek).

Sanırım Mevdudi’nin Tefhimu’l-Kur’an’ın’da okumuştum yıllar önce.

Meseldeki “Kral” ile Allah’ı, “Su getirin” emri ile Kur’an ayetlerini, diğer şair, din adamı, dalkavuk, medyum, kahin vs. ile de neyi ve kimleri kastettiğimi sanırım anladınız; şerhe gerek var mı?

Bir dinin hayattan çekilişi de işte böyle oluyor.

Unutularak, metinleri kaybolarak, hafızalardan silinerek, bir daha ne göreni ne duyanı kalmayarak bir çekiliş değil bu…

Okunarak, ezberlenerek, yazılarak, her yere asılarak, büyük saygı duyularak, çok satarak, çok konuşularak, tırlar dolusu dağıtılarak, salonlar dolusu dinlenerek ve fakat asla gereği yapılmayarak bir hayattan çekiliş…

Her yerde “Su getirin” sesleri ama bir bardak su getiren yok! Bu kral çıldırmasın da ne yapsın? Saçını başını yolmasın da ne yapsın? Üstelik de ona “büyük saygı” adına yapılmıyor mu?

***

Şimdi de bir gerçek olay…

Geçtiğimiz haftalarda TRT’de bir belgesel izledim. Dış Türkleri anlatıyordu.

Mesela Karataylar…

Karatay ismi İbranice qaray yani Arapça’da iqra/qıraat/qur’an olan okumak sözcüğünden geliyor. Yahudi dinine girmiş Türkler demek. Sürekli Tevrat okudukları için okuyanlar anlamında qaray yapanlar/qıraat edenler anlamında Karataylar olarak anılmışlar ve o isimle kalmışlar…

Din burada bir geleneksel kimliğe dönmüş ve onunla anılarak varlıklarını sürdürüyorlar. Bu dini okuma merasimi olmasa Karataylar diye bir topluluk kalmayacak, yok olacaklar…

***

Müslüman olarak kalmış bir başka Türk topluluğu da namaz kılmayı geleneksel kimlikleri haline getirmişler. Belgeselde Danimarka ve Norveçte sanırım onları anlatıyordu.

Bir piknik yerine toplanmışlar çeşitli etkinlikler düzenliyorlar. Çocuklardan oluşan bir ekip geleneksel folklor gösterisi yapıyor. Böylece geleneklerini sürdürmüş ve kimliklerini korumuş oluyorlar.

Folklor gösterisi de şu: Çocuklar saf halinde dizilmiş. Üzerlerinde “folklorik kıyafetler” var. Yani tarihi elbiseler ve başlarında takkeler ile namaz kılıyorlar. Önde “ekip başı” imam oluyor. Selam verip namaz (folklor gösterisi) bitince alandaki büyükler hep birlikte alkışlıyor!

Uzatılan mikrofona gururla geleneklerini sürdürdüklerini, kimliklerini koruduklarını, böylece Hristıyan bir toplum içinde kaybolup gitmediklerini, neredeyse konuşamaz hale geldikleri Türkçeleriyle anlatıyorlar…

Hani burada mahalli halk oyunları dediğimiz; zeybek, dadaş, efe, Kafkas oyunları var ya onun gibi bir şeye dönüşmüş namaz… Başlıyor, herkes büyük bir dikkatle oturduğu yerden izliyor, bitince de hep birlikte alkışlanıyor…

***

İşte dinin “geleneğe” dönüşerek hayattan çekilişinin en çarpıcı örneği… Gelenek gelenek deyip durmanın insanı kahreden hazin sonu…

İzlerken Akif’in o mısralarını geldi hatırıma;

“Onların nöbeti geçmiş, sıra gelmişti bana

Yol tuttum yalnızca doğruca Türkistan’a

Gece gündüz yürüdüm bulmak için Taşkent’i

Geçtiğim yerleri saymaya gerek yok şimdi

Uzanıp sonra Buhara’ya Semerkand’a kadar

Eski dünyada bakındım ki ne alemler var

Sormayın gördüğüm alemleri hiç söylemeyeyim

Hatırlamak metanetemi sarsar da kan ağlar yüreğim

O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak

Horlamanın koynunda uyuyor kendinden geçmiş olarak

İbn Sinalar doğurmuş o topraklar asırlardır

Şimdi tek çocuk vermiyor kucağına ilmin, ne kısır

Dünyanın rasathanesi o Semerkand bile

Öyle dalmış ki hurafelere o geçmişiyle

Ay tutulmuş “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek

Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek

Ya tutuculukları? Hiç sorma, nasıl maskaraca

O, uzun hırkasının yenleri yerlerde , hoca

Hem dine saldırmakta rastlanmaz benzerine

Hem ne söylersen dokunur hemen dinine

Milletin hayrına ne düşünürsen: Bid’at!

Şeriatı bozmak ve rezil etmek-haşa-sünnet!

Ne Allah’tan sıkılır ne peygamberden

Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden

Çekecek memleketin hali ne olmaz düşünün

Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün

Okunandan ne haber? On para etmez fenler

Ne bu dünyada soran var ne ahirette geçer

Çin’de, Mançurya’da din bir görenek başka değil

Müslüman unsuru gayet geri gayet cahil

(Safahat; Süleymaniye Kürsüsünde)

***

90 yıl önce görenek olarak gördüğün şey, bugün onu da geçmiş folklor olmuş… Ay tutulunca kovalım şeytanı diyerek dümbelek çalan o kadınlar, kızlar ve erkekler bugün namazı folklor olarak seyredip gururla alkışlıyorlar ey Akif!

Dinin gelenek görenek haline dönüşüp, “büyük bir saygıyla” hayattan nasıl çekildiğini şimdi görseydin o gün kan ağlayan yüreğin bugün ne yapardı acaba?

Siz, Akif’in 90 yıl önce, benim de şu an gördüğümü görüyor musunuz bilemem ama İslam’ın Türkiye’deki geleceği böyle giderse “büyük bir saygıyla” hayattan tümüyle çekilmekle bitecek.

Bu, İslam’ın izinin silinmesi ve yok edilmesi suretiyle hayattan çekilmesi gibi bir çekilme olmayacak.

Böyle böyle çekilecek.

Hatta çoktandır çekilmeye başladı bile.

Eğer bu dini, görenek değil gerçek hayat, hurafe değil gerçek bilgi, uçtu kaçtı değil akıl ve vicdan dini olarak yeniden ele almazsak hayat onu dışına atacak. Akıp giden insanlık yaşamında “folklorik” bir unsur olarak ancak yer bulacak.

“Su getirin” sesleri her yanı inletecek ama su getiren kimse olmayacak…

“Şimdi de namaz adlı oyunlarıyla Türkiye’den gelen ekibin geleneksel folklor gösterisini izliyoruz” anonsunu duyduğunuzu bir düşünün…

Gerçi “Semah” ve “Sema” çoktandır o yola girmiş zaten.

Görünen köy klavuz istemez.

***

Peki, din hayata nasıl dönecek?

Bu gidişi nasıl durduracağız?

Kur’an’ı tarih, hayat ve tabiat bağlamında yeniden yorumlayarak…

İkbal’in dediği gibi önce düşünceyi temizleyerek ve İslam’da dini düşünceyi yeniden inşa ederek…

Bu bir dinde reform çabası değildir. Tam tersi tarih, hayat ve tabiat ile bağları kopartılarak deforme olmuş zihinlerdeki algıyı dönüştürme çabasıdır. Yani zihinlerimiz zaten deforme olmuş durumda. Bunun için dinde değil; din anlayışlarında reform şarttır.

“Bana bir su getirin” sözüne methiler, şiirler, kehanetler, kerametler döktürenlerin olaya bakışını ve algılayışını değiştirme çabasıdır. Çünkü ancak o değişirse su bizzat getirilmiş olacaktır ki su isteyenin amacı da bu değil mi?

***

Bakın, bir zamanlar “Hangi suçundan dolayı öldürüldü?” sorusu, şehirde yaşanan bir dramı sona erdirmek için sorulmuştu. Yani hayatın içenden gelen bir soruydu.Bunu duyan mağdurlar ve mazlumlar bu sese doğru koştu. Kılıcını kınından çeken “Bu soruyu sorana yemin olsun ki artık kılıcımız bu sözün arkasındadır!” dedi. Muazzam bir hareket başladı. Meydan “okudu”, rüzgar gibi esti, yel gibi savurdu. Mekke’nin arka sokaklarına dağıldılar, gömülen çocukları tek tek buldular, ölmedilerse daha topraktan çıkardılar ağlaya ağlaya. Ve daha kimseyi gömdürmediler…

Sonra hayatın içinden gelen bu soru, “Tekvir” suresinin “8. ayeti” olup mushaflaştı. “Mushaf-ı Şerif” duvara asıldı büyük bir saygıyla. Abdestsiz dokunulamaz, salavatsız okunamaz hale geldi. Hafızlar ezberledi, üzerine yığınla tefsirleri yazıldı, sayı değerleri ölçüldü, ebced hesabına göre manalar çıkarıldı üzerinden…

Bugün hala ezberleniyor, cinci hocalar suya batırıp okuyor, muska yapıp koyunlara asılıyor. Her yerden “Hangi suçundan…” sesleri geliyor. Salonlar bu sesle çınlıyor. Tekkelerden “Hangi, hangi, han, ha, hu , hu, hu…” zikirleri yükseliyor.

Ama şehirlerin arka sokaklarında, okulların önlerinde ve daha nice yerlerde kızlar diri diri gömülmeye devam ediyor. Nice hayatlar mahvediliyor, gelecekler karartılıyor. “Su getirin, su getirin…” sesleri gibi “Hangi, Hangi suçundan…” sesleri en ince tecvid kaidelerine kadar okunup duruyor…

Bir tek kız çocuğu ise gömülmekten kurtarılmıyor.

İşte bu bir dinin hayattan hazin çekilişidir.

Bir zamanlar hayatın çığlığı olarak doğmuş bir dinin, yaşamla bağının koparılması, tarihin ve hayatın gerisine düşmesidir. Onun da artık bir eski çağ metni, lahuti bir ayin sesi olmasıdır. Yerini hayatın ortasından yani evler, sokaklar ve caddelerden ıssız tapınaklara taşımasıdır…

Madem öyle, genç, diri ve yepyeni bir kuşak ona sahip çıkmalı ve bu dini doğduğu yere tekrar döndürmelidir. Kur’an’ı orada anlamalı, yorumlamalı ve yaşamalıdır. Şehrin arka sokaklarına dağılmalı, hayatın mecralarına girmeli, şehrin temposuyla birlikte atmalı, Kur’an’ı gerçek hayat kitabı olarak yeniden “okuma”lıdır…

Aksi halde görünen köy kılavuz istemez; büyük bir saygıyla din hayattan çekiliyor.

AB’ye girmiş bir Türkiye’de “namaz” adlı folklorik oyunları seyretmeye ve alkışlamaya hazır olun. Siz değilse bile üç kuşak sonraki torunlarınız…

En hazini de bu kendi ellerimizle yaptıklarımızdan dolayı olacak…

(İhsan Eliaçık_ http://www.haber10.com/makale/9976/ )

 

posted in SALAVAT | 0 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Namazda Tahiyyat ve Salavatlar

 Teşehhüd, sözlükte ‘Şehadet getirmek’ anlamına gelir. Bundan maksat Kelime-i Şehadet dediğimiz ‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü’ cümlesinin söylenmesidir.

Terim olarak ise teşehhüd; namaz kılarken ‘Ka’de’ denilen oturma bölümlerinde, içerisinde Kelime-i Şehadet’in de bulunduğu ‘Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü …’ cümlelerinin (Bu cümleler dua değildir!) okunmasıdır.

Bizim burada üzerinde duracağımız konu, içerisinde Kelime-i Şehadet bulunan “Ettahiyyatü lillahi ve-s salavatü …” diye devam eden sözcükler ve bu sözcüklerin tahlilidir.

Önce  tahiyyat’ın metnini;

Ve sonra da anlamını görelim:

“Tahiyyat (Dil ile yapılan kulluklar) ve Salâvat (beden ile yapılan kulluklar) ve Tayyibat (Mal ile yapılan kulluklar) Allah içindir. EY PEYGAMBER! SELÂM, ALLAH’IN RAHMETİ VE BEREKETLERİ SENİN ÜZERİNE OLSUN. Selâm, bizim ve Allah’ın Salih kulları üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh/ tanrı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın rasülüdür.”

ŞİMDİ DE NAMAZ’IN NE OLDUĞUNU HATIRLAYALIM:

Namaz; yalnız ve yalnız Allah’a yönelinen, O’na niyaz edilen, bu niyazın gönülden ve bedenle huşu içinde ifade edildiği bir ibadettir. Dolayısıyla namaz ve niyazda Allah’ın yanında başka hiç bir şeye dua edilmez. Allah’tan başka hiçbir şey ve hiçbir kimse muhatap alınmaz. Tekbirden selâma kadar namaz içinde muhatap sadece Allah’tır. Peygamber de olsa namaz içinde hiç kimse muhatap alınamaz, ona seslenilemez.

Bu, namazın esprisi gereğidir. Zaten Rabbimiz de Cinn suresinin 18. ayetinde çok açık ve net olarak bunu emretmiştir:

“Mescitler şüphesiz Allah içindir. O hâlde Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın.

İşin gerçeği ve olması lâzım geleni bu olmasına rağmen, yukarda tahiyyat dediğimiz metinde gördüğünüz gibi Müslümanların,

ESSELÂMÜ ALEYKE EYYÜHENNEBİYYÜ (SANA SELÂM OLSUN EY PEYGAMBER)

diye namazın içinde peygamberi de muhatap almaları söz konusu olmaktadır. Allah her yerde her zaman hazır ve nazır olduğu için her yerde ve her zaman O’nu anmamız normaldir. Ama ya peygamber? Burada sanki peygamber de karşımızdaymış gibi ona selâm verilmektedir. Sonra, Allah ile sanki yüz yüze yapılan bir diyalogda Peygamberin işi nedir?

Her Müslüman’ın Allah’a en yakın olduğu bir anda, yani namazda iken en çok dikkat etmesi gereken şey; AĞZINDAN ÇIKANI KULAĞININ DUYMASIDIR, ne dediğini ne okuduğunu  bilmesidir. Bu kural Arapça bilen için geçerli olduğu gibi, bilmeyen için de geçerlidir.

Bugünkü kitaplarda yer alan Tahiyyat metni, hadis kitaplarına İbn-i Mes’ud kanalıyla geçen metindir. Bu metnin, bazı ilâveler ve değişmelerle birlikte yer aldığı daha bir çok rivayet mevcuttur. Ama maalesef hepsinde de bu ‘Esselâmü aleyke… (Selâm sana ey peygamber…)’ ibaresi vardır. Buradan da bu rivayetleri nakleden ravilerin (aktarmacıların) hiç birinin, konuya Tevhid ve namazın esprisi açısından yaklaşmadıkları anlaşılmakta, yani konunun DİRAYET eleştirisini yapmadıkları görülmektedir.

Bir de bu ‘Ettehiyyatü’ metnine bir kutsallık vermeye çalışan sivri akıllılar vardır. Bu uydurmacılara göre bu Ettehiyyatü, Miraç’ta Allah ile peygamberimiz arasında geçen diyalogtur:

Peygamberimiz, Allah’ın karşısına varıca selâm verir:

– Ettehıyyatü lillahi vesalavatü vettayyibatü

Allah da peygamberimize:

– Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatühü

Peygamberimiz sadece kendisinin esenlikte olmasına pek razı olmaz :

– Esslamü aleyna ve ala ibadillahissalihin

Bu manzarayı izleyen Cebrail ve Melekler de:

– Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü,

derler.

Nasıl senaryo ama?(!)

Evet bunlar uyutmaca, uyuşturmaca şeylerdir.

Bu Teşehhüd/ Tahiyyat konusunda en sağlam ve doğru yaklaşımı, Malikî Mezhebi İmamı İmam Malik göstermiştir. Meşhur Hadis kitabı MUVATTA’da İbn-i Ömer’den rivayetle şöyle yazmaktadır:

‘Muvatta’da şöyle gelmiştir: ‘“(Nafi der ki) “İbn-ü Ömer R.şöyle teşehhüt okurdu: ‘Bismillahi, ettehiyyatü lillahi vessalavatü lillahi Ezzakiyatü lillahi esselâmü alennebiyyi ve rahmetüllahi ve berekatühü esselâmü aleyna ve ala ibadillahissalihin. Şehidtü enla ilahe illallahü ve şehidtü enne muhammeden  resulillahi.’

Bunu ilk iki rekâtın ka’desinde okur ve teşehhüdünü tamamlayınca dua ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle Teşehhüdte bulunur ve teşehhüdü öne alırdı. Sonra dilediği duayı yapardı. Teşehhüdü tamamlayıp selâm vermek isteyince şöyle derdi:

ESSELÂMÜ ALENNEBİYYİ VE RAHMETÜLLAHİ VE BEREKATÜHÜ. ESSELÂMÜ ALEYNA VE ALA IBADİLLAHİSSALİHİN.

Sonra sağına, ‘esselâmü aleyküm’ derdi. Sonra karşılık olarak  imama selâm verirdi. Solundan biri kendisine selâm verirse karşılık olarak ona da selâm verirdi. ’”

Rezin şunu ilave etti. “Ve dedi ki:  Rasülüllah S. böyle yapılmasını emretti.”’

Bazı yerlerde ise bu ifade sözcük farklılıklarıyla (dua olduğu için hiçbir şey fark etmez.), ESSELÂMÜ ALENNEBİYYİ (PEYGAMBERE SELÂM OLSUN) diye, gramerde muhatap (ikinci şahıs) olarak değil de Ğaip (üçüncü şahıs) ibaresiyle aktarılır. Meselâ muteber Hadis kitaplarından Sünen-i Ebu Davud’da böyle yer almıştır.

Ayrıca hadis kitaplarını şerh edenler de kitaplarında, İbni Mes’ud’un rivayetindeki bu hitabın peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık ‘Selâm sana’ diye peygambere yönelinmediğini, ‘Allah Peygambere selâmet versin’ tarzında okunduğunu yazarlar. Ama bu da özrün kabahatten büyük olmasından başka bir şey değildir.

Namaz Peygambere de farzdı. O da namaz kılardı. Hem de en doğrusunu o kılardı. Peki kendisi nasıl okurdu?  Ne dersiniz?

Bu hadis kitaplarının hepsinde; “Rasülüllah teşehhüdü gizli okurdu” diye yazmaktadır. Yani hiç kimse Peygamberimizin namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamıştır. Bu kaynakların yazdığına göre, bizim okuduğumuz ve tartıştığımız teşehhüd, namaz dışında o kişilere öğretilmiştir.

Müslümanların bu hatası sadece namazdaki tahiyyatla sınırlı değildir. Cuma günleri öğleyin, kandil (!) gecelerinde yatsı vakitleri ve cenaze ilânlarında minarelerden okunan salâ da aynı hataları içermektedir. Orada da “Essalâtü ve sselâmü ALEYKE ya rasülellah” (salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın elçisi) diyerek, asırlarca evvel bu dünyadan göçüp gitmiş olan peygamberimize sanki sağ ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böylece de peygamberimize beşer olmasının ötesinde bir sıfat yakıştırılmış olmaktadır. Bu durumun ise insanı şirke sürükleyeceği aşikârdır. Salâda da yine tahiyyattaki gibi salât ve selâmı gaybî olarak ifade etmemiz gerekir. Meselâ: “essalâtü vesselâmü alâ rasülillah, veya Allahümme salli ve sellim alâ Muhahammed veya Eyyühelmü’minun sallû ve sellimû alâ Muhammed” gibi.

SONUÇ OLARAK:

Bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd/ tahiyyat okumak, YANLIŞTIR VE GÜNAHTIR. Doğrusu; ‘Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü’ bölümünün ‘esselâmü alennebiyyi’ şeklinde değiştirilerek okunmasıdır. Tüm Müslümanların, maalesef hata içinde olan atalarının arkasına sığınmaktan vazgeçerek birbirlerini AĞIZLARINDAN ÇIKANLARI KULAKLARININ DUYMASI konusunda uyarmaları ve bu bilince davet etmeleri gerekmektedir.

Salli ve Barik duaları (Ayrılış Duaları):

Bu dualar, genellikle salâvat-ı şerife adıyla bilinmektedir. Salâvat kavramı da maalesef yozlaştırılmış, dinî mecrasından çıkarılmış bir kavramdır. “Salâvat”; “destek olmak, yardım etmek, teslimde güvenlik sağlamak” demektir.

Bu dualarda;

“Allahümme salli ve sellim alâ muhammedin ve alâ âl-i Muhammed. Kemâ salleyte ve sellemte alâ İbrahim ve alâ âl-i İbrahim. İnneke hamidün mecidün” yani,

“Ey Allahım! Muhammed’e ve çevresindekilere yardım et, destek ol. Onların güvenliklerini sağla! Tıpkı İbrahim ve yakınlarına destek olduğun, yardım ettiğin ve güvenliklerini sağladığın gibi. Şüphesiz sen, Hamid ve Mecid’sin” denmektedir.

Görüldüğü üzere, bu dua ile namazlarda Yüce Rabbimizden yapılan son istek, insanın kendisine değil, dini yayan peygambere ve onun yardımcılarına yönelik olup Allah’tan, vereceği destek, edeceği yardımla onların güvenliklerinin sağlanması ve dinin yücelmesi, yayılması dilenmektedir.

Oysa peygamberimiz ve yakınları bugün aramızda yoklar ve muvazzaf değillerdir. Şu hâlde dualarımız onların misyonunu yürütenler için yapılmalıdır. Meselâ:

“Allahümme salli ve sellim alâ evliyâike ve ensârik. ve alellezîne yücâhidüne fî sebîlik. Kemâ salleyte ve sellemte alâ muhammedin ve alâ âl-i muhammed.Ve kemâ salleyte ve sellemte alâ ibrâhîm ve alâ âl-i ibrâhîm. İnneke hamîdün mecîd” yani,

“Ey Allahım! Yakınlarına, yardımcılarına (dinin yayılması için gayret eden müttekilere) ve senin yolunda çırpınanlara, çaba harcayanlara yardım et, destek ol, onların güvenliğini sağla. Tıpkı Muhammed ve yakınlarına, İbrahim ve yakınlarına yardım ettiğin, destek olduğun ve güvenliklerini sağladığın gibi. Şüphesiz sen Hamid’sin, Mecid’sin.”

Dualarımızda kişisel isteklerimiz de dile getirilebilir; dertliler deva, hastalar şifa, borçlular eda dileyebilirler. İsterseniz Kur’an ile uyumlu olarak şöyle dua edilebilir:

“Rabbena âtina fiddünya haseneten ve fi-l âhireti haseneten. Ve gınâ azâbennâr. Rabbenağfirli ve livâlideyye ve lilmüminine yevme yegûmül hısâb! Bi rahmetike yâ erhamerrahımîn” yani,

“Ey yüce Rabbimiz! Bize dünyada iyilik, güzellik ver. Ahirette de iyilik, güzellik ver! Ve bizi ateş azabından koru!

Ey Rabbimiz! Beni, anamı-babamı ve tüm müminleri, hesaba kalkılan gün bağışla! Sonsuz rahmetinle ey Merhametliler Merhametlisi!”

Yüce Allah’tan sınır, sınırlama kesinlikle olmadan başka isteklerde de bulunulabilir. (Hakkı Yılmaz)

http://www.istekuran.com/index.php?page=cinn 

posted in SALAVAT | 9 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Salavat getirmek/salavatı şerife_Hakkı Yılmaz

Maalesef din diye inandığımız ve yaşadığımız Ku’an’daki halis/saf Allah’ın dininden başka bir şey durumundadır. Dil-din ilişkisi açısından hareketler yüzlerce kavramın içi boşaltılmış, binlerce sözcüğün anlamı saptırılmak suretiyle kimsenin işine yaramayan (din tüccarları hariç) bir ucube din ortaya konmuştur.

“Salavat getirme”, “salavatı şerife okuma” da yukarıda değindiğimiz maddelerden bir tanesidir. Ki bu konuya ahzab suresinin 56. ayeti yanlış mealler verilmek suretiyle ve de yanlış tebyinlerle (onlar maalesef tefsir diyorlar) tahrifat yapılmıştır. Öyle ki çeşit çeşit salavatı şerife modelleri (salaten tünciye, salat an nariye, salatı terficiye vs. gibi) oluşturulmuş ve bu model model salavatları okumak her ibadetin önüne geçirilmiştir. Dikkat ederseniz görürsünüz ki camilerde imam namaz sonrasında okuduğu duadan (yaptığı dua değil, zira o da şablon) sonra “lillahil fatiha” der. Yani,Allah için bir Fatiha okuyun der. İşte bu sırada fatiha okumaz, Herkes “Allahümme salli ala seyyidina… diye salavat okur. (Buna iyi dikkat ediniz.) Şefaat buna bağlanmış ve salavat getirmekle ilgili onbinlerce hadis uydurulmuştur.İşte ayet. Herhangi birkaç mealden sunalım, sonra da olması gereken meali sunalım ve gerekli talileri yapalım.

Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.

(Ali Bulaç)

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin (Diyanet meali)

Şu bir gerçek ki, Allah ve melekleri, o Peygamber`e salat ederler/onun şanını yüceltirler. Ey inananlar! Siz de ona destek olun/onun şanını yüceltin ve ona içtenlikle selam verin. (Y. Nuri Öztürk)

Muhakkak ki, Allah ve melekleri, peygambere hep salat ile ikramda bulunurlar. Ey iman edenler, haydi ona teslimiyetle salat ve selam getirin! (Elmalılı)

Salavat:

Bu meallere ve daha yüzlercesine bakarsanız görürsünüz ki Allah ve melekler peygambere salavât getirirmiş, Müslümanlar da getirmeliymiş. Yani diğer bir ifadeyle, onlara göre Allah kendi yaptığını, meleklere yaptırdığını biz mü’minlere de yaptırtmak istiyor ve bunu kesin ve vurgulu olarak emrediyor.(!)

Nedir bu salatta bulunmak, salavat getirmek?

Kime sorarsanız sorun, hangi ilm-i hale bakarsanız bakın: Salavât getirmek . “Allahümme salli….. yada bunun değişik versiyonlarını söylemek” demektir.

Maalesef böyle öğrettiler, gerçeği bizden sakladılar, Türkçe diye sundukları da Arapça oldu, kimse de sözcüklerin gerçek anlamını öğrenemedi.

Salavat getirme ya da salavatı şerife okumanın ne anlam taşıdığını anlamamız için “salat” sözcüğünün analizini yapıp sözcüğün gerçek anlamını bulmak zorundayız.

Kur’an’a baktığımızda göreceğiz ki Ahzap suresi âyet 43 de ifade edildiğine göre Allah ve melekler sadece peygamber efendimize değil biz mü’minlere de karanlıklardan nura çıkmamız için salavât (!) getiriyorlar. Bunda hiç şüpheniz olmasın.

Ayrıca Bakara suresi âyet 157 de Allah’ın denemek için korku, açlık, mal noksanlığı, can noksanlığı, meyveler-ürünler noksanlığı verdiği zaman sabredip, kendilerine bir musıbet isabet ettiği zaman teslim olup muhakkak biz, Allah içiniz ve şüphesiz ona dönücüleriz” diyenlere “rabblerinden “rahmet” ve “salavât (!)” vardır. deniliyor. Kısaca Allah sabırlılara da salavât (!) getiriyor.

Ayrıca Tevbe suresi âyet 99 ve 103’te Peygamberin salavatından (!) bahsedilir. Mutlaka okuyup anlayınız.

Şimdi bu yanlış “salavat” anlayışına göre oluşan istifhamları bir düşünün. Allah, peygamberi ve kulları için kime salavât getirsin?

Niçin getirsin? Nasıl getirsin? Zira yaratan O, yaşatan O, affedecek O, Maliki yevmiddin O. Öyleyse bunun mantığı ne? Allah Cc. kendisi melekler bir salavât korosu mu kurmuşlar da bizleri de o koroya katılmaya dâvet ediyorlar? Bizim sabah akşam yüzlerce kez getirdiğimiz salavâtın kime ne faydası var. Kime ne faydası olur? Peygamberini affedecekse, ona merhamet edecekse bize yalvarttırarak edeceğine direkt kendisi affediverse olmaz mı?

Kılıf hazırlanmaya çalışılmış: Efendim, salât Allah’a nispet edilirse “kullarına rahmet etme “anlamına, meleklere nispet edilirse “Allah’tan kullar için af dileme” anlamına, kullara nispet edilirse “duâ” anlamına gelir. Bu tarz hileler meselenin daha girift hal almasından başka bir işe yaramaz.. Bu mânâlar, maalesef işin içinden çıkılamadığı için uydurulmuştur. Hakikatle alakası yoktur. Bakara suresi 157. âyete iyi dikkat ediniz. Orada “ İşte böyleleri üzerine Rablerinden salavât/destek/ yardım ve bir rahmet vardır.” buyurularak “rahmet” ve “salâvat”’ın ayrı ayrı şeyler olduğu ifade edilir. Öyleyse bu meselenin hakikati nedir? Bu meselenin hakikati salât sözcüğünün hakiki anlamına dönmek ve ondan sapmamaktır.

Gelelim tahlile:

“Salât” sözcüğü yapı olarak görünüş itibariyle “saly” ve “salv” köklerinden türemiş olabilir. Dilbilgisi kurallarına göre her ikisi de olabilir. Zira her iki sözcük de “nâkıs”tır. Yani son harfleri harfi illettir. Dikkat çeken bir husus da “salv” kökünden olan kalıpların çekimlerinin bir çoğunun “galb” neticesi “ya” ya dönüşmesidir. Ki, üzerinde ciddi bir araştırma yapılmazsa bu bir çok karışıklığa neden olabilmektedir.

Biz Arapça’daki bu mastarlar üzerinden tahlil ve anlamını açıklayalım. Birincisi:

Saly: Ateşe atmak-ateşe girmek anlamına gelir. Bu mânâda el Hakka suresi 31.âyette kullanılmıştır:

“Sonra cahime (cehennem) sallayın onu. (sallûhû)”

Bu kökten türemiş olarak ve bu anlamda Kur’ân’da “islavhâ, yeslâ, veseyeslavne, seüslîhi, layeslâhâ” gibi farklı kalıplar ile bir çok kez yer alır.

Türkçe’deki sallamak ve yaslamak sözcükleri de Arapça’daki “Saly” sözcüğünden gelmiştir.

İkincisi:

Salv: İsim olarak uyluk, fiil olarak “uyluklamak” yani uylukları hareket ettirmek demektir. Ki kişi herhangi birisinin sırtındaki yüke veya herhangi bir hayvana yüklenmiş ağır yüke destek vermek isterse uyluğun (bacağın diz ile kalça arasındaki bölümünü) birini kaldırır, uyluğu yatay haline getirip yükün altına uzatır, destek sağlar.

“Salât” sözcüğünün aslı “salvet”tir. Kelime nakıs (sonu harfi illetli) olduğundan genel dilbilgisi kuralları gereği “salât” şekline dönüşmüştür. Bize göre “salât” sözcüğünün kökü kesinlikle “salv” dır “saly” değldir. Zira kelimenin çoğulunda kelimenin asıl harfi olan “vav” açıkça ortaya çıkmakta; çoğulu “salavât” olarak gelmektedir. Bunun bir çok örneği daha vardır. Meselâ “gazâ/savaştı” sözcüğü aynı konumuz olan “sallâ” (mastarı salât’tır) sözcüğüne benzer. Onun mastarı “gazve”, Gazve’nin çoğulu “gazevât” olarak gelir. Diğer fiil çekimlerinde de “gazâ”nın “vav”ı, ya “ya”ya kalb olur yahut da düşer yok olur.

“Saly” sözcüğünün anlamı ile “Namaz, dua yakarış, çaba, gayret, destek” anlamları arasında herhangi bir anlam ilişkisi kurmaya da imkanı yoktur.

Eğer “salât” sözcüğünün kökünün “saly” olduğunu varsayarsak çok enteresandır ki Kevser suresindeki “salli” emrinden “onu ateşe at” ve Ahzab suresi 56. ayetteki “sallû aleyhi” den de Muhammed’i ateşe sallayın, atın” anlamı çıkarmamız gerekir.

Doğal olarak sözcükler yan anlamlara kayarlar. Ama hep ana eksen etrafında olur bunlar. Kesinlikle ana eksen kaybolmaz. Ki örneklerini “Nahr, Ebter” sözcüklerinin tahlillerinde görebilirsiniz.

Tamam böyledir ama yine de bu çok ciddi meselede her insanın zihninde bir “acaba” mutlaka kalır. İşte o istifhamı Kur’ân zihnimizden çeker alır. Zira “Salv, Sallâ, salât” sözcüğünün açık anlamı 75/Kıyamet suresinin 31, 32. âyetlerinde çok bariz olarak açıklanmıştır. Ki orada bu sözcüklerin karşıt anlamları da verilmiştir. Şöyle ki: “Felâ saddaqa velâ Sallâ velâkin kezzebe ve tevellâ = O, ne tasdik etti ne de çaba harcadı/destekledi. Ama yalanladı ve geri durdu.” Âyette dört eylem yer almış, ikisi diğer ikisinin karşıt anlamı olarak gösterilmiştir. Âyette “saddaka”nın karşıtı “kezzebe” Yani “tasdik etmenin” karşıtı “tekzib etme”; “sallâ” fiilinin karşıt anlamı olarak da “tevellâ = sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik, ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek ” fiili gösterilmiştir. “Tevellâ” sözcüğü kalıbı itibariyle süreklilik anlamını taşır. Buradan hareket edersek “sallâ”, “tevellâ”’nın karşıtıdır. Yani anlam olarak “destek olmak, seyirci kalmamak” anlamındadır.

İş burada bitmedi. Salât sözcüğü nasıl yanlış girdiyse İslâmi hayatımıza, “selâm” ve “teslîm” sözcükleri de yanlış girmiş durumdadır. Âyeti celilenin “ve sellimû teslimen” kısmının da tavzih zarureti doğmuş durumdadır. Zira elinize hangi meali alsanız âyeti celiledeki bu, mü’minlere verilen ikinci görev için “….ve tam bir teslimiyetle selam veriniz!” dendiğini göreceksiniz.(Bazı kelime farklılıkları olabilir.) Halbuki sözcüklerin gerçek manaları üzerinde dikkat gösterilse kolay kolay bu hata yapılmaz. Şöyle ki:

Âyette geçen “sellimû” ve “teslîmen” sözcüklerinin kökü, “slm” harflerinden oluşan muhtelif harekelerle de ifade edilebilen “selm, silm” kökleridir. Hangisi kabul edilirse edilsin manasında “selâmetlik” yani eski tabirle “isabeti mekruhtan emin olmak” anlamını taşır.

Konumuzdaki “sellimû” ve “teslimen” ifadeleri ise mezidattan “tef’il” babından emri hazır ve mastardırlar. Bu babda anlam: “emin etmek, korumak, güvenlik sağlamak”’tır.( “Sellemehüllah, Allah onu korudu, onun güvenliğini sağladı.” diye kullanılır. Burada mana: “ve tam bir güvenlik sağlamak suretiyle Peygamberin güvenliğini sağlayınız!” demektir. Yoksa “padişahım çok yaşa”, “yaşasın kral” misilli şeyler bir şey ifade etmez. Padişahı çok yaşatmak için, kralın yaşaması için canla başla çaba harcamak gerekir. Laf ile lak lak değil.

Şimdi bahsimizde yer alan âyetin manası şöyle olur:

Ahzap suresi âyet 56:

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi destekliyorlar/ ona yardım ediyorlar/ onun için gerekeni yapıyorlar. Ey mü’minler! Siz de ona destek olun ona yardım edin/ onun için gerekeni yapın ve onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız!”

Örnek verdiğimiz ayetlerin de gerçek ifadesi şöyledir:

Ahzap suresi âyet 43.

“O, odur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kendisi ve melekleri (yüsalli aleyküm) sizin için gerekeni yapıyor/ size destek oluyor. Zaten O, inananlara karşı çok çok acıyıcıdır.”

Bu âyetin mealini bir de şu âyetle karşılaştırın. Allah’ın salât’ının nasıl olduğunu ne demek olduğunu ne ma’naya geldiğini kendiniz a de anlayacaksınız.

Hadid suresi âyet 9:

“O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok çok şefkatli, çok çok acıyıcıdır.”

Görüldüğü gibi Allah’ın salavâtına/yardımından, desteğinden bir tanesi de “Kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indirmesi”’dir.

Ahzap suresi 56. âyetin yer aldığı sure, özel bir suredir. Orada Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırlarını, misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır.. Konumuz olan âyeti celileyi en iyi dereceden anlayabilmek için mümkünse surenin tamamını okuyup dikkate alınız. Ve bu destek ve güvenlik sağlama görevlerini yapmayarak peygamberi üzenlerin akıbetinin de neler olacağını 57 ve 58. âyetlerden bakınız. Sakın konu ve pasaj bütünlüklerini bozmayınız

Bir düşünelim: Bu âyetler indiği zaman Sahabe-i kiram neler yaptı? Herkes bir köşeye çekilip “Allahümme salli ve sellim..” mi dedi? Yoksa varıyla yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda Peygamberimize destek mi oldular, güvenliğini mi sağladılar?

Salavat getirmekle ilgili rivâyetleri inceleyiniz; râvilere ve rivâyetin yer aldığı kitaplara dikkat ediniz. Çoğu kastlı ihanetten kimisi de özendirme amaçlı cehaletten ortaya atılmış şeyler!

Şimdi manzaraya bir bakalım:

Allah,

– “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi destekliyorlar/ ona yardım ediyorlar/ onun için gerekeni yapıyorlar. Ey mü’minler! Siz de ona destek olun ona yardım edin/ onun için gerekeni yapın ve onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız!” buyuruyor.

Biz de çıkmışız:

– Allahümme salli ala muhammed ve sellim..” Ey Allahım! Muhammed’e sen yardım et, gerekli desteği sen yap ve onun güvenliğini sen sağla….. diyoruz.

Ne büyük tezat/çelişki ve ne iğrenç küstahlık!

Bu hal, Maide suresi 20-26 daki konu içersinde 24. âyet: “ Dediler ki: Ey Mûsa! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız.”

Beniisrail ile Musa As.’ın vaziyetine benziyor mu benzemiyor mu? Bizimkisi biraz kibarca olsa da!

Allah ve melekler gerekeni sürekli yapıp duruyorlar: (yusallûne, fiilimuzâri sıygasıyla vârid olduğundan bu mânâyı mutazammındır.) Gerekeni yapacak olan, destek olacak olan, peygamberin güvenliğini sağlayacak bu işe çaba harcayacak olan, yerinde oturmayıp kalkıp kımıldayacak olan kısaca bu işle yükümlü olan biziz, biz mü’minleriz.

Peygamber bu gün aramızda olmadığına göre bu görevi destk ve güvenlik sağlamayı toplumda peygamberlik misyonunu (Rasülüllah`ın Medinedeki konumunu; Kur`an`ın tebliği ve tebyinini, İ,müslümanların devlet başkanlığı görevini) sürdüren kişi ve kurumlara yapmalıyız. Ama padişahım çok yaşa! diyerek değil. (Hakkı Yılmaz http://www.istekuran.net/salavatsoru.html )

posted in SALAVAT | 2 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ZİKİR NEDİR?

Sözlük anlamı: Düşünmek, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, öğüt, ihtar, uyarı.

Kur’an’da zikir: Kur’anda zikir kelimesi türevleriyle birlikte 250’den fazla yerde geçmektedir. Sadece “zikr” şekliyle 63 defa zikredilmektedir. Sadece emirhaliyle 37 yerde geçmektedir.

Zikr kelimesinden türetilmiş diğer isimlerden Kur’an’da geçenlerden bazıları şunlardır: “Tezkiratün”, “Tezkir” “Mezkür” “Müzekkir”, “Zakirat”, “Zakiriyn”, “zeker”, “Zükür”, “Zükran”

Zikir kelimesi fiil şekliyle Kur’an’da daha az geçmekle beraber muzarı hali, mazi halinden daha çok kullanılmıştır. Şimdi bunlardan bazılarını okuyarak anlamlarını tesbite çalışalım:

“…Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı ümit eden ve Allah’ı çok zikreden kimse, Allah’ın Rasulünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab; 33/21) Bu ayette zikir “düşünmek” anlamında kullanılmıştır.

“Arınan ve Rabbinin ismini zikreden ve namaz kılan kurtuluşa ermiştir.” (87 Ala; 15) Burada da” arınma ile düşünce ve inanç, zikir ile “anış” namaz ile de “eylem” dile getirilmiştir.

“Hayır, Kur’an bir öğüttür. Öğüt (zikr) almak isteyen için.” (74/Müddessir: 54-55) aynı ifadeler 80. sure Abese’de de geçmektedir. Burada da “öğüt” anlamı ön plana çıkmıştır.

“Genç de şöyle demişti: “Gördün mü, kayaya sığınınca ben balığı unuttum. Onu zikrimi (hatırlamamı) unutturan da, şeytandan başkası değildir.” (18/ Kehf: 63) “hatırlama” anlamında.

“Size söylediklerimi elbette zikredeceksiniz/hatırlayacaksanız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (40/Mümin: 44)

“İnsan, önceden hiçbirşey değilken kendisini yarattığımızı hiç zikretmiyor/düşünmüyormu?”(19 Meryem: 67) “düşünmek” anlamında.

“… Allah’ın adını zikretsinler/ansınlar” (22/Hac: 28) “anmak” anlamında.

Esasen “anmak”, “hatırlamak” ve “düşünmek” birbirlerini tamamlayan üç unsurdur. Düşünülen şey, hatırlanır, hatırlanan şey de yad edilir, anılır. Dile getirilir. Bu sebeple ayetlerde geçen “zikretmek” ifadesinde bu üç unsuru da görmemiz mümkündür.

 

KUR’AN ZİKİRDİR

Allahu Teala kitabının bir çok yerinde Kur’an’ın bir zikir olduğunu belirtir. İşte bu ayetlerden bazıları:

“Sana okuduğmuz bunlar, ayetlerden ve hikmet sahibi zikir (Kur’an)dendir.” (3/Ali İmran:58)

“Ey kendisine zikir/Kur’an indirilen kimse sen bir delisin dediler.” (15/Hicr: 6)

“Zikr’i/Kur’an’ı biz indirdik, Onu koruyacak olan da biziz.” (15/Hicr:9)

“Onları apaçık delillerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın diye zikri/Kur’an’ı indirdik. Belki düşünürler.” (16/Nahl: 44)

Bunlardan başka, zikrin Kur’an olduğu hususunda şu ayetleri de zikredebiliriz: 21/Enbiya:2, 50 25/Furkan:29, 26/Şuara:5, 36/Yasin: 11, 69, 38/Sad: 8, 49, 87, 41/Fussilet:41, 54/Kamer: 17, 22, 25, 323, 40, 68/Kalem: 52, 81/Tekvir: 27.

 

ALLAH’IN TÜM KİTAPLARI ZİKİRDİR

Zikir, uyarı, hatırlatma ve öğüt olduğu için Allah’ın bütün kitapları bir zikirdir. İnsanlara cenneti ve cehennemi hatırlatarak, mükafat ile müjdelemekte, azap ile uyarmakta ve doğru yolda yürümeleri için öğüt vermektedir. Bu kitaplar, Kur’an’ın, kendisine zikir adı verildiği gibi, daha önceden Allah’ın indirmiş olduğu diğer kitaplara da “zikir” ismi verilmiştir.

Bu hususa örnek olarak Enbiya Suresi’nin 48. ayetini verebiliriz:

“Biz, Musa’ya ve Harun’a hak ile batılı ayıran ve sakınanlar için bir ışık ve zikir/öğüt olan kitabı verdik.” Bu ayette Musa’ya ve Harun’a indirilen tevrat’ın üç özelliğinden biri olarak “zikr” de belirtiliyor. Diğerleri ise hak ile batılı ayırıcı olması (furkan) ve ışık “ziya” özellikleridir.

Allah’ın kitaplarına “zikir” denildiği gibi, bu kitaplara sahip çıkanlara da “kitap ehli” denildiği gibi “zikir ehli” de denir.

“Kendilerinden önce helakettiğimiz şehir halkları da iman etmemişlerdi. Bunlar mı iman edecek? Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” /(21/Enbiya:6-7) ayetinde olduğu gibi “zikir ehli” ifadesiyle daha önce kendilerine kitap verilen ve bahsedilen olaylardan haberdar olan kimseler kastedilmektedir.

 

ZİKRİN GERÇEKLEŞMESİ

Zikir kelimesinin, düşünme, hatırlama, anma, öğüt ve uyarı anlamlarını taşıdığını görmüştük. Öyleyse zikrin gerçekleşmesi için bu anlamların bir bütünlük arzetmesi gerekir.

Kitabın zikir olması ile kişinin zikretmesi arasında bir bağlantı vardır. Zikir sadece dil ile bir “anış”tan ibaret değildir. Bir ismi tekrar tekrar söylemek tek başına bir zikir sayılmaz. Söylemenin ötesinde olması gereken şartlar vardır. Bunlar:

1. Düşünmek: “Onlar, Allah’ı ayakta, da, otururken de yatarken de düşünürler/zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünerek şöyle dua ederler. “Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın. Seni eksiklikten ve boş şeyler yapmaktan tenzih ederiz. Bizi ateşin azabından koru!” (3/Ali İmran: 191)

Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, zikir her zaman her yerde Allah’ı düşünmek, Allah’ın yarattığı varlıkları ve yaratılış gayelerini düşünmek ve Allah’a dua etmek şeklinde gerçekleşir.

Bu ayetin üstündeki 189. ve 190. ayetlere de bir göz atarsak, zikirdeki düşünme yönünün önemini daha iyi kavrarız.

2. Öğüt almak: Kitabın zikir olduğunu hatırlarsak, bu zikrin sahiplenilmesi için kitabın gösterdiği yolda yürümek gerektiğini ve verdiği verdiği öğütleri düşünmek zaruretini anlarız.

“Kendilerine öğüt/zikir verildiği zaman öğüt/zikir almıyorlar.” (37/Saffat: 13)

“Rabbinizden size indirilen (zikre) uyun. Onun dışındakileri veli edinip de onlara uymayın. Ne kadar az öğüt dinliyorsunuz! (Tezekkerun).” (7/Araf:3)

3. Hatırlamak: Allah’ın insan üzerindeki nimetlerini ve lütuflarını hatırlayarak ona şükretmek de zikrin bir yönünü oluşturur.

“Ey Meryemoğlu İsa, Sana ve annene verdiğim nimetimi zikret / hatırla!” (5/Maide:110) ayetinde olduğu gibi.

4. Rabbin ismi olması: Zikir ederken Rabbimizi düşümeli ve onu kendi isimleriyle zikretmeliyiz. Herkesi işaret etmesi mümkün olan “zamirler” le değil. Örneğin: “Hu” gibi “Hu” kelimesi “O” anlamına gelen bir zamirdir. Bir değil, bir çok kişinin yerini tutabilir. Oysa, zikirde akla gelmesi gereken tek kişi vardır, Allah… Öyleyse zikir de Allah’ın isimleriyle olmalıdır.

“Rabbının ismini sabah akşam zikret. Geceleyin de O’na secde et, ve gecenin uzun bir bölümünde O’nu tesbih et.!” (76/İnsan:25-26)

“Herşeyden kesilip, Ona yönelerek Rabbinin ismini zikret.” (73/Müzzemmil:8)

5. Zikrin çok olması ile bir kelimeyi çok tekrarlama arasındaki fark:

Rabbimiz, bizden kendisini çok çok zikretmemizi istiyor. “Rabbini çok çok zikret ve akşam sabah ona tesbih et.” (Onun her türlü eksik ve noksanlıktan uzak olduğunu ifade et.) (3/Ali İmran: 41)

“Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin, sabah akşam onu tesbih edin!”(33/Ahzab:41-42)

“Namaz kılındığı zaman da, yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan rızık arayın! Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (62/Cuma: 10)

Bu ayetlerde bizden istenen zikirin sayısal değerinden bahsedilmiyor. Yani “şu isimleri şu kadar tekrarlayın” şeklinde bir emir yok. Zikrin, sabah akşam çokça yapılması, her yerde her zaman Allah’ı zikretmenin istenmesi gösteriyor ki, dil ile çok çok tekrarlama yerine hatırlama, düşünme, idrak etme ve ifade etme ve öğüt alma, hep zikir halidir. Bilinçsiz bir şekide yapılan çok tekrarın ise bir anlamı yoktur. Gerçek zikir anlamını bilmeden tekrarlanan sözler değil; düşünerek, ibret alarak, vakıf olarak bilinçlice yapılan hareketlerdir.

6. Allah’ın zikri ile kalplerin titremesi: Zikir tam anlamıyla gerçekleştiği zaman kalpler onunla uyanır, titrer ve kendine gelir.

“İman edenlere, Allah’ın zikri ve hak olarak nazil olan (Kur’an) için kalplerinin titreme vakti daha gelmedi mi? Sakın ola ki daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşan ve çoğu yoldan çıkan kimseler gibi olmasınlar.” (57/Hadid:16)

“Müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen kimselerdir.” (8 Enfal:2)

Kalbin titremesi, duyarlılık göstergesidir. Allah’tan bahsedilmesine, kendisine Allah’ın hükmü hatırlatılmasına rağmen yanlışı değiştirmeyen, ürpermeyen ve gidişatını düzeltmeyen mümin olma vasfını kaybeder. Böylesi bir duyarlılıktan uzak olarak yapılan zikirler zikir değildir. Sarhoş bir halde atılan “Allah” naraları ancak Allah’ın gazabını celbettirir.

 

NİÇİN ZİKİR?

Zikir, Allah’ın bir emridir. Allah, insanı zikredebilecek bir yaratılışta yaratmıştır. İnsan, zikri seçerek doğru yolda yürür; zikirden uzaklaşarak sapıklığı hak eder. Allah’ın zikri yani Kur’an insana hem dünyada hem de ahirette mutluluk kapılarını açar.

“Allah sözün en güzelini, ayetleri güzellikle birbirine benzeyen ve mükerrer olarak gelen bir kitap şeklinde indirmiştir. Allah’tan korkanların ondan derileri ürperir. Sonra da hem derileri hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar. Bu, Allah’ın doğru yolu gösteren rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa onun için hiçbir yol gösteren bulunmaz.” (39/Zümer: 23)

Zikir, Allah’ın verdiği nimetlere hem şükrün bir ifadesi, hem de o nimeterin devamının gereğidir.

Nitekim Salih Aleyhisselamın kavminden bahseden ayette Ad kavminin yerine getirilişleri hatırlatılırken, Onların uğradığı felakete uğramamaları için Allah’ın nimetlerini zikretmeleri isteniyor.

“Ad kavminden sonra sizi halifeler yaptığını, ovalarında köşkler kurup, dağlarında evler inşa ettiğiniz bu topraklara yerleştirdiğini bir hatırlayın. Allah’ın nimetlerini zikredin. (düşünün) de yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin.” (7/Araf:74)

 

ZİKİRDEN UZAKLAŞMAK:

Zikirden uzaklaşmak, kişinin özünden uzaklaşması demektir. Çünkü zikir aklın, düşünce ve duyguların tertemiz bir şekilde faaliyette olması demektir. İnsanın doğru yolda yürüdüğünün işaretidir. Zikirden uzaklaşmak ise batıla geçişin ve çöküşün bir başlangıcıdır. Allah’ın kitabının zikir olduğunu hatırlarsak, Allah’ın kitabından uzaklaşmak delalete düşmektir. Allah’ın kitabının ışığından mahrum olmak, karanlıkta kalmaktır.

Rabbimiz, kitabına karşı ilgisiz kalan, kimselerin kalplerinin katılaşmış olduğunu bildiriyor ve onlara “yazıklar olsun!” hitabında bulunuyor.

“Allah’ın göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabbinden gelen bir nur üzerinde değil midir? Kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Bunlar apaçık bir sapıklık içindedir.” (39/Zümer: 22)

Allah’ın zikrinden uzaklaşanlar şeytanın kardeşi olurlar. Şeytan da onları doğru yoldan uzaklaştırır. Batıllarla oyalar. Fakat, insanın bundan hiç haberi olmaz da kendini hidayette zanneder.

“Allah’ın zikrini kim, umursamazsa, ona bir şeytanı musallat ederiz de, artık o, ondan hiç ayrılmayan bir arkadaş olur. O şeytanlar onları doğru yoldan ayırırlar da onlar kendilerinin hala doğru yolda olduklarını zannederler.”(43/Zuhruf:36-37)

Kıyamet günü Allah’ın zikrinden yani kitabından uzaklaşmış olan kimse feryad ederek şöyle der:

“Ah, ne olurdu peygamberle birlikte bir yol edinseydim. Yazıklar olsun bana Ne olrudu filanı dost edinmeseydim. İşte beni, bana Rabbinden gelen zikirden uzaklaştırdı. Zaten şeytan insanı yalnız bırakır.” diyecektir. Peygamber de diyecektir ki:

“Ey Rabbim, kavmim bu Kur’an’ı terketti.” (25/Furkan:27-30)

Sonuçta, Rabbin zikrinden uzaklaşmak azabı getirir. “Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, Allah onu çok ağır bir azaba sokar.” (72/Cin: 17)

“Onların ne malları ve ne de evlatları, Allah’ın azabından hiç bir şeyi onlardan savamayacaktır. Onlar cehennem ehlidirler. Orada daimidirler.

Allah, onların hepsini dirilttiği gün, sana yemin ettikleri gibi O’na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını zannedeceklerdir. Haberiniz olsun, işte asıl yalancılar onlardır.

Şeytan onları hükmü altına almış ve Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte bunlar, şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki asıl hüsrana uğrayacak olanlar, şeytanın taraftarlarıdır.” (58/Mücadele:17-18)

Müşrikler, kendileri için bir uyarı olan ve gerçeği gösteren Allah’ın zikrini/Kur’an’ı işittikleri zaman, son derece sinirlenirler, öfkelenirler ve ellerinden gelse kendilerine Allah’ın zikrini okuyan kimseyi gözleriyle yerin dibine geçirmek isterler. Oysa, Allah’ın ayetleri hatırlatıldığı zaman dinlemeleri, düşünmeleri ve öğüt almaları gerekir. Ona karşı düşman kesilmeleri kendilerini ateşe atmaktan başka bir şey değildir.

“Kafir olanlar, zikri işittikleri zaman, neredeyse, gözleriyle seni yere yıkacaklardı. “O, bir mecnundur.” diyorlardı. Oysa, O, herkes için bir uyarı/öğütten başka bir şey değildir.” (68 Kalem: 51-52)

 

ZİKİRDE YANLIŞ VE BATIL ANLAYIŞLAR

Zikir, Allah’ın kitabının ismi ve düşünmenin, anlayışın adı iken: Kur’an’la hiçbir ilgisi olmayan ve bilinçsizce yapılan bazı törenler vardır. Bu törenlere hiç de içeriğine uygun olmayan bir isim verilmektedir. “zikir..”

Zikir, uyanıklığın, düşüncenin ve bilincin esası iken, zikir adı verilen bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, adeta uyuşturucu kullananlar gibi hayal dünyalarında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Kimi tefle, dümbekle, zille, neyle, halay ve dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor; Kimi de kendini kaybedip, hipnotize edildikleri kimseler tarafından çeşitli yerlerinden şişleniyorlar. Kendi nefislerine zulmediyorlar. Bazıları geleneksel bir şekilde tesbihle, bazıları modernist olarak numaratörle, bazıları da daha doğal olarak taşla, çakılla, anlamını bilmedikleri bazı kelimeleri tekrarlıyorlar. Kimileri bağıra çağıra taşkınca; kimileri de sessiz sakin ama şaşkınca “zikir” yapıyorlar.

Kur’an’ın bize öğrettiği zikir anlayışında belirli sayıda, belirli isim ya da kelimelerin tekrarı yoktur. Zikir, hayatın bütün boyutlarında, düşünceyi, anlayışımızı, duygularımızı ve hareketlerimizi Allah’ın gösterdiği şekilde düzenlemektir. Hayata bakışımızı, Rabbimize kulluk bilinci içerisinde şekillendirmektir. “En yüce ve en üstün Allah’tır” demek, ve “Allah’ın otoritesine boyun eğmektir. Allah’ın kitabını okumak, anlamak ve hayat rehberi olarak benimsemektir.

Allah’ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel isimleri sürekli veya belirli sayıda tekrarlamanın insana kazandıracağı önemli bir şey yoktur. Aksine kaybettireceği şeyler çoktur. Birincisi, cehaletini meşru olarak görüp, yaptığı ile tatmin olarak Allah’ın kitabına karşı sorumluluğunu ihmal edecektir.

İkincisi; anlamını bilmeden tekrarladığı sözler içinde belki de insanı şirke götürecek batıl sözler vardır. Örneğin “La mevcude ilallah” gibi Nedir bu sözün anlamı? Allah’tan başka varlık yoktur.” bir başka deyişle “tüm varlık Allah’tır.” Yani, iyi kötü yaratılmış ne varsa hepsinin Allah olduğunu iddia etmek. Ne büyük bir hata! Ne dehşetli bir cehalet. Allah’ın yarattığını, Allah’ın kendisi yerine koymak… Çok korkunç bir gaflet. Affedilmez bir suç. Sonra bunun adını zikir koymak, Allah’ın gazabından insanı kurtarabilir mi?!

Asla kurtaramaz. Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine bilmemiz gereken Allah’ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah’ı kendi zikri olan Kur’an’dan tanımak ve Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda yürümektir.

http://www.kuranyolu.com/Kavramlar/Zikr.htm

http://www.darulkitap.com/oku/kuran/tefsirler/kavramtefsiri/z/004.htm

posted in SALAVAT | 1 Comment

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. Peygamber’e salat getirmek bir gelenektir

Soru: Salavat getirilmesinin anlamı nedir? Peygamberimiz Hz. Muhammed, namazlarını kılarken Salli ve Barik dualarını okuyor muydu? (Mehmet Tekoğlu)

Cevap: Salavat, Hz. Peygamber’i saygıyla anmak, ona Allah’tan rahmet ve bereket dilemektir. Aslında Arapça salavat, salat sözcüğünün çoğuludur. Salatın temel anlamı dua, rahmet dileme, acıma isteğinde bulunmadır. Hz. Peygamber’in adı anıldığında ona salat getirmek yani ona rahmet temenni etmek İslâmi bir gelenektir. Hatta, bunun farz olduğunu söyleyenler de vardır. Peygamber’e salavat getirmek, Ahzab Suresi’ndeki bir ayetin yorumuna dayanmaktadır: “Allah ve melekleri, Peygambere salat etmekte(onun şerefini gözetmeye, şanını yüceltmeye özen göstermektedir. Ey inananlar, siz de ona salat edin, (onun şanını yüceltmeye özen gösterin), içtenlikle selam edin (ona esenlik dileyin)” (Ahzâb: 56)

Ahzab Suresi’nin bundan önceki ayetlerinde müminlere, Peygamber’i rahatsız edecek davranışlardan kaçınmaları emredildikten sonra bu ayette de Peygamber’in, Allah katındaki yüce şanı, değeri anlatılıyor. Allah’ın ve meleklerinin ona salat ettikleri bildiriliyor, müminlere de ona salat ve selam etmeleri emrediliyor. Allah’ın Peygamber’e salatı, ona rahmet etmesi, onu melekler yanında övmesi, meleklerin salatı, ona dua ve istiğfar etmeleri, onu desteklemeleridir. Allah’ın rahmet ettiği, huzurundakilere övdüğü bir zata elbette saygı göstermek, onu incitmekten son derece sakınmak ve ona salat ve selam getirmek (yani Allah’tan rahmet ve esenlik dilemek) gerekir.

 

Tevhide aykırı değil

Bu ayetin hükmüne göre Allah’ın Elçisi’ne ömürde bir kez olsun salat ve selam etmek farzdır. Bazı alimlere göre onun ismi her anıldıkça salat ve selam getirmek gerekir. Bazılarına göre de onun ismi anıldığı zaman sadece bir kere salat ve selam getirmek yeterlidir. Her adı anıldıkça salat ve selam gerekmez. Duaların başında ve sonunda da ona salat ve selam getirmelidir. Bu görüşler içinde en uygunu, onun adının anıldığı mecliste sadece bir kere salat ve selam getirmek olanıdır. Her defasında salat ve selam okumak zor olabilir, meclisin sükunetini de bozabilir. İfrata gerek yoktur. Ben ashabın, ikide birde ona salat getirdiklerini sanmıyorum. Buna göre yazılacak dini kitaplarda da onun adı her geçtikte (s.a.v.) koymak veya bunu açıkça yazmak zorunlu değildir. Her bölümde onun adının geçtiği ilk yerde salat ve selam işareti koymak yeterlidir.

Sahih hadis mecmualarında Hz. Peygamber’den çeşitli salavat formları aktarılır ama ben Peygamberimizin, namazında kendisine salavat okuduğu kanısında değilim. Ancak ümmetinin ona salavat okuması, onun ruhaniyetiyle iletişim kurma açısından gerekli ve önemlidir kanaatindeyim. Namazda Peygamber’e salat okumak tevhide aykırı değildir. Çünkü bu, Peygamber’den bir şey dilemek değil, onun için dua etmektir. Zaten biz yalnız Peygamberimiz için değil, bütün inananlar için dua ederiz. Çünkü bu bize ayetlerde öğretilmektedir: “Rab-benâğfir lî ve livâlideyye ve lilmü’minîne yevme yekumu’l-hisâb: Rabbimiz, hesap gününde beni, ana babamı ve bütün müminleri bağışla.” Öyle ise Peygamberle iletişim kurmanın en güzel ve tevhide uygun yolu, ona çokça salat-ü selam okumaktır. (http://www10.gazetevatan.com/root.vatan?exec=yazarekstra&Newsid=75241&Categoryid=31 )

posted in SALAVAT | 0 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Salavât getirmek salat etmek midir? (Değerlerin Derece Düzeni XIV) / Ahmet Baydar

İzleyen memur, amirine uymaktadır. İzleyen çocuk annesinden yardım istemektedir. Ama izleyen amir, memurunun sorunlarına eğilmekte, izleyen anne ise çocuğunu tehlikeden korumaktadır.

Yani astın üstü izlemesi ile üstün astı izlemesinde anlam, kuvvet ve işteşlik değişir. Fiiller çıkış yerlerine ve yönlerine göre anlam, ağırlık ve işteşlik imkanı kazanır.

Kur’ân’daki “Salat etme” fiili de böyledir. Kuşlar Allah’a, Melekler de Peygambere salat eder. Ancak Allah kuşlara, Peygamber de meleklere salat etmez. Allah, Peygamber ve müminler ise birbirlerine salat ederler:

“Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Ona salat edin.” (Ahzâb 33/56)

Bu ayetteki salât etmek, genelde Peygambere “salavat getirmek” şeklinde anlaşılmış, buna dayanılarak Allah’tan bir hacet isterken Peygambere salavat getirmeyi gerekli görenler olmuştur. Ancak bu, sahabe zamanında örneği bilinmeyen garip bir tevessül türüdür. Bundan daha garip olanı ise yine bu anlamdan doğan şu inançtır: “Hz. Peygambere salât, ibadetlerin en üstünüdür. Çünkü bunu bizzat Allah ve melekleri de üstlenmiştir.” (Nakleden, Kurtubî)

Son zamanlarda, salat sözcüğüne hemen herkes istediği anlamı veriyor. Dilediği yere çekiyor. Bu tür çalışmaların saikleri üzerine  söylenmesi gereken çok şey var. Ancak bu, başka bir yazı dizisinin konusu.

Oysa anlam tayini ve kontrolü için daha basit yöntemler de var. İlk surelerde salat etme fiili, zıddıyla birlikte kullanılmıştır. Zıddının, sırtını dönmek, yüz çevirmek, üstlenmemek anlamında olduğunda herkes ittifak hâlindedir. (Tevellâ kelimesi için bkz. Alak 96/10-13, Kıyamet 75/31-32)

Bu durumda salat etmenin, yönelmek, izlemek ve arka çıkmak anlamı açığa çıkmış olur. İlk dönem sözlükleri de bunu doğrular.

Fiilin farklı makam ve yönlerdeki anlam, kuvvet ve işteşlik farkı göz önüne alınırsa, bu, salatın Kur’ân’daki temsili dil sisteminde yerini bulan; “yardım istemek” terimsel anlamıyla da örtüştüğü görülür.

Yani yukardaki ayetteki, Allah’ın elçisine yardım etmesi üstün asta salâtıdır. Allah, Elçisine melekleriyle vahyeder, onun önünü açar. Ama Elçi bu yardımın tahakkukuna kadar geliş yönünün farkında olamaz. Çünkü Allah’ın salatının temelinde beşerin imkanlarını aşan ilahi ilim vardır. Müminlerin Peygambere, yani astın üste salâtı ise, müminlerin onu izlemeleri, ona bağlanmaları ve arka çıkmalarıdır. Nitekim bu ayet, “Tam bir kabulle bağlanın” ifadesiyle son bulmaktadır. (Aynı ifade için bkz. Nisâ 4/65)

İşte Peygamberin müminlere salavatı da bu mana ile anlam kazanır. (Tevbe 9/99) Peygamber, müminleri tanır, onlara yönelir, onlarla ilgilenir, onlar için dua ederse onlara salât etmiş, başka bir pasajda ifade edildiği gibi, kendisini izleyenlere şefkat kanadını indirmiş olur. (Şuarâ 26/215, Hicr 15/88) Kısaca, sözleşmelerini tasdik etmesinden, cenazelerinde onlara dua etmesine kadar bütün yaptıkları salât cümlesindendir. Nitekim ittiba etmeyenlere salât etmesi ve kabirleri başında durması da yasaklanmıştır. (Tevbe 9/84,103)

Allah’ın salavat ve rahmetinin kulların üzerine olması da, elbette onlara “salavat getirmesi” değil, her türlü yardım ve rahmetinin onların üzerine olmasıdır. (Bakara 2/157, Ahzâb 33/41-43)

Evet, Müddesir Suresinin 43. ayetindeki “musallin” kelimesi de “salat etmek” ten özne bir isimdir. “İzleyenler” demektir.

Yani buradaki de, ikame etmek ve muhafaza etmek fiilleriyle, bazen de vakitlerle mukayyet olarak zikredilen es-Salat değildir. “Salat” ile “Vusul” ün aynı kökten olmadığını fark edemeyen modern müçtehit rahat olsun.

Ama es-Salat kesinlikle onun sandığı gibi değildir. Kur’ân’ın sıkı dokunmuş üslubu her türlü şeytanlığa kapalıdır. (Ahmet Baydar http://www.fikritakip.com/news.asp?pg=1&yazi=2511 )

 

 

Salavât, kıyamla muhafaza edilir (Değerlerin Derece Düzeni XVI)

Bir kelimenin, söz üslubunda, siyakında ve sibakında kazandığı tali anlamlar, ilk anlamı kadar önemlidir. Daha doğrusu her kelime gerçek anlamını ve tesir kuvvetini deyimlerde ve sözdeki yerinde bulur. Özellikle kadim doğu dillerinde sözcüğün anlamı ancak sözdeki yerinde tamdır. Ne var ki modern mantık; ince farkları aynılaştırmaya, sözü küçümsemeye, üslubu hafifsemeye, siyak ve sibakı bölmeye düşkündür. Bilgisayar ortamındaki seç-kes-yapıştır garabeti de bu düşkünlüğün sonucudur.

Dinde ihlâsı arayanlar, bu tür keyfilik ve kolaycılıktan kaçınmalıdır.

S-L-V kök harflerinin izlemek anlamına geldiğine, bu nedenle Kur’ân üslubunda kimi zaman vahye de izlenmesi gereken cihetiyle salât dendiğine, zayiinden söz edilen salâtın da izlenmeyen vahye işaret olabileceğine temas etmiştik. Peki, muhafaza edilmesi gereken salât nedir? Nasıl muhafaza edilir?

Evet, izlenmesi cihetiyle vahyin adı salât, hatırlatması nispetiyle de zikirdir. Zikri Allah indirmiş ve onu korumayı da kendisi üstlenmiştir. (Hicr 15/9) Ama bu korumanın sebebi, zikrin kullar tarafından yaşanacak olmasıdır. Bu nedenle Allah’ın hıfzı, kullarının elinde gerçekleşmelidir.

Kullar vahyi yazar, hıfzeder, okur ve tebliğ ederler. Böylece vahyin metni ve telaffuzu korunmuş olur. Buna bir de uygulamanın eklenmesi gerekir. Böylece anlam da korunacaktır. Nitekim Kur’ân, bazı peygamberlerin Tevrat’la hükmettiğini, ulemanın da onunla hükmederek korumakla yükümlü olduklarını söylemiştir. (Mâide 5/44)

Salâtı korumayı konu edinen ayetlerdeki koruma, acaba bazılarının dediği gibi vakitli salâtları kaçırmamak için acele etmek veya onlara devam etmek midir? Yoksa Kur’ân dilindeki salat sözcüğü kapsamında ne varsa onu hıfz ve himaye etmek midir?

Salâtın korunmasını konu edinen ayetler, nüzul zamanlarıyla, siyak ve sibaklarıyla dikkatle okunursa, korunması istenen şey vakitli salat anlamına alınsa bile bunun, Kur’ân’ın tebliğinin daha bidayetinde, Mekke ve çevresinde bilinen şekilde ve sayıdaki salât olduğu anlaşılacaktır. Şu ayetteki gibi:

“Bu, sana indirdiğimiz, kendinden öncekileri onaylayan mübarek bir kitaptır. Ana-kent ile çevresinde yaşayanları uyarasın diye. Ahirete inananlar buna da inanırlar, onlar salâtlarını muhafaza ederler. (En’âm 6/92, Ayrıca bkz. Mü’minûn 23/7-11, Me’âric 70/34)

Bu ayetlerde salâtın beraberinde zekât yerine, emanet, ahit ve kitaptan bahsedilmiş, hıfzetme yerine de muhafaza fiili getirilmiştir. Muhafaza fiilinde ise, iman, emanet ve ahitte olması gereken karşılıklılık vardır. Salâtın karşılıklılığına, ayrıca Kitap ve zikirle olan yakınlığına da işaret etmiştik.  Bu durumda salâtın muhafazasının, izlenmesi gereken vahyin muhafazasıyla ilişkisi anlaşılmış olur.

Hicretten sonra nazil olan ve hukuki meselelerin tam ortasında yer alan şu ayetteki gibi:

“Salavâtı muhafaza edin.” (Bakara 2/238)

Muhafazası istenen salatın burada da vahiy olduğu açık değilse de, vakitli salât olduğu da sarih değildir. İstenen şey, delaleti tayin edilmemiş mutlak “salâtlar”ın muhafazasıdır. Ayet şöyle devam eder:

“Salavâtı muhafaza edin ve vustâ salâtı.”

alavât kelimesinin anlamı daraltılarak sırf bazı vakitlerde salât ikame etmeye indirgenirse, “vustâ salât”ın hangi vakit olduğu belirlenemez. Ayrıca aynı mantığın modern takipçileri, bu sayfadaki vakitli salata, hukuki meselelerin arasından daha uygun bir yer aramaya koyulurlar.

Oysa burada; önce tayin edilmemiş anlamıyla salavatın muhafazası istenmekte, ardından “vüstâ” salât tembih edilmekte, daha sonra da yeni bir “ve” ile vakitli salâta işaret edilmektedir:

“Salâtları muhafaza edin ve vusta salâtı ve Allah için kanit olarak durun.”

Demek ki muhafaza ancak “kanit” bir “kıyam”la mümkündür. Salavâtın muhafazası, izlenmesi gereken ayetlerin ve bu ayetlerde zikredilen can alıcı aile hukukunun, vakitli salavâtta kıraatiyle muhafazasıdır. Nitekim sonraki ayette şöyle denir:

“Eğer korku halinde iseniz yaya veya süvari giderken de (durun). Güvene erdiğinizde ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.”

İmdi sen eğer samimi isen, kimi zaman muhaliflerini ölümle cezalandırmış olan siyasi mezheplerin ilk nesline bakıver. Düşman kardeşler bile vakitli salâtta ve onun her şartta kalıcı ve değişmez tek öğesinin kıraat olduğunda ittifak ettiler.

Bunu biliyorken, nasıl olur da vahyi ve bu sayfada temas edilen ilkeleri salât kavramının dışında tutabilirsin?

Ya da Fıkhi olsun, Kelami olsun, siyasi olsun, hiçbir anlayışta kıraatsiz vakitli salât yokken, vakitli salâtı vahiyden ve bu ilkelerden nasıl ayırabilirsin?

Şimdi de diyeceksin ki; peki, güvene erilince nasıl zikredileceğini Allah müminlere ne zaman öğretti? (Ahmet Baydar http://www.fikritakip.com/news.asp?pg=1&yazi=2513 )

posted in SALAVAT | 0 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

PEYGAMBER’E SALAVAT’I İBADETE DÖNÜŞTÜRMEK

Diyanet Tefsiri

33/56. Türkçe’de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan Salât kelimesinin kök mânası “ateşe tutmak, kızartmak”tır. İnsan kendini ya Allah’a yöneltir, O’na arzeder, O’nun şuurunda olarak yaşar veya O’ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların “salât”ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah’a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah’a vermenin, O’nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir. Müminlerin Peygamber’e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, “Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?” diye sorulduğunda, Resûlullah namazların oturuşlarında okuduğumuz “salavât-ı şerife”yi öğretmiş, “Bana böyle salât edersiniz” demiştir. Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır. Allah’ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lütuf ve rahmetti. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, “rahmet ve övgü” şeklinde tanımlanmıştır.

Ahzab 43. âyette Allah’ın müminlere rahmetiyle lütuflarda bulunduğu, meleklerin de onlara dua ettikleri salât kelimesiyle zikredilmiş, hemen arkasından da bu salâtın doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu halde Allah’ın salâtı yalnızca övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir.

“Siz de ona salât ve selâm okuyunuz” emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bîr defa Peygamber’e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın nıüstehab (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir. İbn Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahabenin, Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını kaydetmektedir. Onun tespitine göre sahabe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürreşîd zamanında hicrî 181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline getirilmiştir (s.100-101). (İbn Âşûr, İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXII, 98 vd; Cessâs, IH, 370; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, 111,1584) Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber’e, kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını, yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir. (Diyanet Tefsiri, Ahzab suresi, 56 tefsiri)

 

HAYRETTİN KARAMAN 

4444 Tefrîciyye veya 41 Yâsîn gibi belli saylarda okunan dualar, zikirler, salavât, âyetler ve sureler hakkında (namazlardan sonra 33 adet olarak söylenen tesbîh, tahmîd ve tekbîr gibi pek az müstesna tutulursa) emreden, tavsiye eden bir nas yoktur“Bunu şu kadar okumak sünnettir, farzdır, dinin emridir…” derse veya böyle inanırsa bid’at gerçekleşir… ( http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00160.htm)

posted in SALAVAT | 0 Comments

15th Ocak 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

RİYAZUSSALİHİN’DE SALÂVAT KONUSUNDA HADİSLER

KÜTÜBÜ SİTTE’DE PEYGAMBER’E SALÂVÂT HADİSLERİ

KÜTÜBÜ SİTTE’DE SALÂT U SELÂMIN HÜKMÜ

KÜTÜBÜ SİTTE’DE SALÂTIN EHEMMİYETİ

HADİS KİTAPLARINDA PEYGAMBER’İN ARKADAŞLARI PEYGAMBER’LE MUHATAP OLURLAR İKEN SALAVAT ÇEKMİŞLER MİDİR?

 

RİYAZUSSALİHİN’DE SALÂVAT KONUSUNDA HADİSLER

1400. “Kim bana bir defa salâtü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.” Müslim, Salât 70. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 26; Tirmizî, Vitir 21; Nesâî, Ezân 37, Sehv, 55

1401. “Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir.” Tirmizî, Vitir 21

1402. – “Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur” buyurunca, ashâb–ı kirâm: – Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salâtü selâmlarımız sana nasıl sunulur? diye sordular. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm: – “Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı” buyurdu. Ebû Dâvûd, Salât 201, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cum`a 5; İbni Mâce, İkamet 79, Cenâiz 65.

1403. “Yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun.” Tirmizî, Daavât 101

1404. “Kabrimi bayram yeri haline çevirmeyiniz. Bana salâtü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salâtü selâmınız bana ulaşır.” Ebû Dâvûd, Menâsik 97

1405. “Bir kimse bana salâtü selâm getirdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder.” Ebû Dâvûd, Menâsik 96. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 527.

1406. “Cimri, yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.” Tirmizî, Daavât, 101. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 201

1407. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazdan sonra Allah’a hamd etmeden, Peygamber aleyhisselâm’a salâtü selâm getirmeden dua eden bir adamı işitti. Bunun üzerine: “Bu adam acele etti” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı. Ona veya bir başkasına şöyle buyurdu: “Biriniz dua edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamdü senâ etsin, sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e salâtü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua etsin” Ebû Dâvûd, Vitir 23. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 65; Nesâî, Sehv 48

1408. Bir gün Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelmişti. Kendisine: – Yâ Resûlallah! Sana nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, sana nasıl salavât getireceğiz? diye sorduk. O da şöyle buyurdu: – “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.” Buhârî, Daavât 32, Tefsîru sûre (33), 10; Müslim, Salât 66. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 179; Tirmizî, Vitir 20; Nesâî, Sehv 51; İbni Mâce, İkâme 25.

1409. Biz Sa‘d İbni Ubâde radıyallahu anh ile birlikte otururken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi. Beşîr İbni Sa‘d ona:– Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ sana salavât getirmemizi emretti. Sana nasıl salâtü selâm getireceğiz? diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sükût buyurdu. Sükûtun uzaması sebebiyle biz içimizden, keşke sormasaydı, diye geçirdik. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: – “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz. Selâm ise bildiğiniz gibidir.” Müslim, Salât 65. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (33), 23.

1410. Ashâb–ı kirâm: – Yâ Resûlallah! Sana nasıl salavât getireceğiz? diye sordular. Şöyle buyurdu: – “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ salleyte alâ İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ bârekte alâ İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de rahmet et. İbrâhim’e hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.” Buhârî, Enbiyâ 10, Daavât 33; Müslim, Salât 69. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 179; Nesâî, Sehv 54; İbni Mâce, İkâme 25.

 

KÜTÜBÜ SİTTE’DE PEYGAMBER’E SALÂVÂT HADİSLERİ

906-6260- Abdullah İbnu Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a salâvât okuyunca salâvâtı güzel yapın. Zira siz bilemezsiniz, belki bu salâvâtınız ona arzedilir.” Kendisine: “Öyleyse (güzel olan salâvâtı) bize öğretin!” dediler. O da: “Şöyle söyleyin:

Allahümme’c’al salâteke ve rahmeteke ve berekâtike alâ seyyidi’l-mürselîn ve imâmi’l-Muttakîn ve hatemi’n-nebiyyîn Muhammedin abdike ve Resûlike imâmi’l-hayri ve kâidi’l-hayrı ve Resûli’r-rahmeti.

Allahümme’b’ashu makâmen mahmûden yağbituhu bihi’l-evvelûn ve’l-âhirûn.

Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ sallayte alâ İbrahime ve alâ al-i İbrahime inneke hamidun mecid.

Allahümme bârik alâ Muhammedin ve ala âli Muhammedin kemâ barekte alâ İbrahime ve alâ âl-i İbrahime inneke hamidun mecid.

(Allahım, salâtını, rahmetini, bereketlerini peygamberlerin efendisi, müttakilerin imamı ve peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed’e kıl. O senin kulun ve elçindir, hayrın imamı, hayrın komutanı, ve rahmet peygamberidir.

Allahım! Onu makam-ı Mahmud üzere dirilt, ondan önce gelenler de sonra gelenler de bu makamı sebebiyle ona gıbta ederler.

Allahım! Muhammed’e, Muhammed’in âline salât et, tıpkı İbrahim’e ve İbrahim’in âline salât ettiğin gibi. Sen hamîd ve mecîdsin.

Allahım, Muhammed’i ve Muhammed’in âlini mübarek kıl, tıpkı İbrahim’i ve İbrahim’in âlini mübarek kıldığın gibi, sen hamîd ve mecîdsin).”

907-6261-Amr İbnu Rabi’a radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Bana salâvât okuyan bir mü’min yoktur ki ona melekler rahmet duası etmemiş olsun. Bu, bana salâvât okuduğu müddetçe devam eder. Öyleyse kul bunu, ister az ister çok yapsın!”

908-6262- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim bana salâvât okumayı unutursa, cennetin yolunu terketmiş olur:”

1896- Ebû Mes’ud el Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biz Sa’d İbnu Ubâde’nin meclisinde otururken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza geldi. Kendisine, Beşîr İbnu Sa’d: “Ey Allah’ın Resûlü! Bize Allah Teâla Hazretleri, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?” diye sordu. Efendimiz şu cevab verdi: “Şöyle söyleyin:”Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin kemâ bârekte alâ âl-i İbrahime inneke hamîdun mecîd. (Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in âline rahmet kıl, tıpkı İbrahim’e rahmet kıldığın gibi. Muhammed’i ve Muhammed’in âlini mübârek kıl. Tıpkı İbrahim’in âlini mübârek kıldığın gibi.” (Resulullah ilâveten şunu söyledi): “Selam da bildiğiniz gibi olacak.” [Müslim,Salât 65, (405), Kasru’s-Salât 67,(1,165,166); Tirmizî,Tefsir, Ahzâb,(3218); Ebû Dâvut, Salât 183, (980,981); Nesâî, Sehv 49, (3, 45, 46).]

Tirmizî dışındaki Kütüb-i Sitte kitaplarında, Ebû Humeyd es-Sâidî (radıyallâhu anh)’den gelen bir rivayet şöyle:

“Ashab sordu: “Ey Allah’ın Resûlü sana nasıl salât okuyalım?” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): Şöyle söyleyin, dedi: “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ salleyte alâ İbrâhime ve bârik alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ İbrâhime inneke hamîdun mecîd.(Allahım! Muhammed’e zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, tıpkı İbrahim’e rahmet kıldığın gibi. Muhammed’i, zevcelerini ve zürriyetini mübârek kıl, tıpkı İbrahim’i mübarek kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın, şerefi yücesin).” [Buhârî, Daavât 33, Enbiya 8; Müslim, Salât 69, (407); Muvatta, Kasru’s-Salât 66, (1, 165); Ebû Dâvut, Salât, 183, (979); Nesâî, Sehv 54, (3, 49).]

Ka’b İbnu Ucre’den gelen bir rivâyet de şöyle: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza gelmişti: “Ey Allah’ın Resûlü, dedik, sana nasıl selam vereceğimizi öğrendik. Ama, sana nasıl salât okuyacağız (bilmiyoruz)? ” “Şöyle söyleyin! dedi:

“Allahümme salli alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrahîme inneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd.” [Buhârî, Daavât 33: Müslim, Salât 66, (406); Ebû Dâvud, Salât 183, (976);Nesâî, Sehv 51, (3, 47); Tirmizî Vitr,20, (483).]

1897- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim bana (bir kere) salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir.” [Nesâî, Sehv 55, (3, 50).] Yine Nesâî’de Ebû Talha (radıyallâhu anh)’dan gelen bir rivâyet şöyle: “Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine: “Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!” dedik. “Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: “Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: “Sana salavât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?” [Nesâî, Sehv 55, (3, 50).]

1898- İbnu Mes’ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) buyurdular ki: “Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salavât okuyandır.” [Tirmizî, Salât 357 , (484).] Yine Tirmizî’de Hz. Ali (radıyallâhu anh)’den kaydedilen bir rivâyette şöyle denir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salavât okumayandır. ” [Tirmizî, Daavât 110, (3540).][3]

1899- Hz. İbnu Mes’ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissâlatu vessalâm) buyurdular ki: “Yeryüzünde Allah’ın seyyâh melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (ânında) bana teblîğ ederler.” [Nesâî, Sehv 46. (3, 43).]

5868- Yine Ebu Hureyre anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Ramazan girip çıktığı halde günahları affedilmemiş olan insanın burnu sürtülsün. Anne ve babasına veya bunlardan birine yetişip de onlar sayesinde cennete girmeyen kimsenin de burnu sürtülsün. Ben yanında zikredildiğim zaman bana salat okumayan kimsesinin de burnu sürtülsün!” [Tirmizî, Daavat 110, (3539).][49]

 

KÜTÜBÜ SİTTE’DE SALÂT U SELÂMIN HÜKMÜ

Hemen şunu belirtelim ki, Resûlullah’a salât u selam okumak bizzat Rabbülâlemîn’in emridir: “Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salât (ve tekrîm) ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin” (Ahzâb 56).

Bu emir bir farz mıdır, yoksa vâcib veya müstehap mı ifâde eder?

Bu sorunun cevabında ulemâ on ayrı görüş beyan etmiştir:

1- Taberî’ye göre “müstehabtır.”

2- İbnu’l-Kassâr’ın nakline göre “vacibtir ve bu hükümde icma edilmiştir.”

3- Ömürde bir kere salavât okumak vacibtir. Namazda da olsa, namaz dışında da olsa vacib yerine gelir. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. Hanefîlerden Ebû Bekr er-Râzî, İbnu Hazm bu görüştedir. Kurtubî de: “Ömürde bir kere de olsa salavât okumanın vücûbunda ihtilâf yoktur. Ancak o, müekked sünnetler gibidir, onların vacib olduğu zamanlarda o da vacibtir” der.

4- Namazda son oturuşta, teşehhüdle namazdan çıkış selâmı arasında vacibtir. Şafiî ve kendisine tâbi olanlar bu görüştedir.

5- Teşehhüdde vacibtir. (Şa’bî ve İshak’ın görüşü). Teşehhüdde salât okunması, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel’e göre farz ise de, Hanefîlere, Mâlik ve Cumhûr’a göre sünnettir. Farz diyenlere göre, salavât terkedilecek olsa, namaz iptal olur, yeniden kılınması gerekir. Bu görüşünden dolayı, Şâfiî tenkîd edilmiştir.

6- Ebû Cafer el-Bâkır’ın: “Teşehhüd diye kayıtlanmaksızın namazın herhangi bir yerinde okunması vacibtir” dediği nakledilmiştir.

7- Ebû Bekr el-Mâlikî: “Sayı ile tahdît edilmeksizin çokça okunması vacibtir” demiştir.

8- “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın zikri geçtikçe, hatırlandıkça söylenmelidir” diye hükmedenler de olmuştur. Tahâvî, bir kısım Hanefîlerle, Halîmî ve bir kısım Şâfiîler gibi Zemahşerî ve Mâlikîlerden İbnu’l-Ârabî: “Böyle yapmak ihtiyata uygun olanıdır” demiştir.

9- Zemahşerî’nin naklettiğine göre: “Bir mecliste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın zikri bir çok kere geçse de bir kere salât u selâm okunması yeterlidir, her seferinde okumak müstehabtır.”

10-Yine Zemahşerî’nin nakline göre “her dua esnasında” vacibtir.

Şu halde ulemâ, salât u selâm okumanın vacib olduğu husûsunda ihtilâf etmemiştir. Hangi şartlarda vâcib olduğunda ihtilâf varsa da, en uygunu Resûlullah’ın ismi zikredildikçe okumaktır. Hutbe dinlerken, Kur’an okurken salavât getirmek vacib değildir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/137-138.)

 

KÜTÜBÜ SİTTE’DE SALÂTIN EHEMMİYETİ

İslam dini, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a salât okumayı, kulluğun izharında mühim ve müessir bir vâsıta kılmıştır. Daha önceki hadislerde geçtiği üzere en makbul bir duadır, başkaca her çeşit dualarımızın makbul olma şartlarından biri salât kılınmıştır. Dualarımızın başında, esnasında (ortasında) ve sonunda salavât okunmalıdır.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pek çok hadislerinde kendisine salavât okumaya teşvîk buyurmuştur. Birkaç tanesini kaydedeceğiz:

* “Dua eden bir kimse peygambere salât okumadığı müddetçe duası perdelidir (hedefine ulaşamaz).”

* “Her dua semaya çıkmaktan yasaklanmıştır. Bana salât getiren dua müstesna, o çıkabilir.”

* “Kim bana salât getirmeyi unutursa ona cennetin yolu unutturulur.”

* “Cebrail (aleyhisselâm)’le karşılaştığımda bana şunu söyledi: “Sana müjdeler olsun. Allah diyor ki: “Kim sana selâm verirse ben ona selâm veririm. Kim sana salât getirirse ben de ona salât (rahmet) ederim.”

* “İbnu Ubey İbni Ka’b (radıyallâhu anh), Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm)’e sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben sana çok salavât getiriyorum, buna vaktimin ne kadarını ayırayım?”

“Dilediğin kadarını” cevabını alınca tekrar sordu:

“Dörtte biri nasıl?”

“Dilediğin kadar yap, artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Üçte biri olsa?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Yarı olsa?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Üçte ikisi nasıl?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Bütün vakitlerimde sana salât okusam?”

“Bu takdirde yeter, günahın mağrifet olunur.” (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/142-143.)

 

 

HADİS KİTAPLARINDA PEYGAMBER’İN ARKADAŞLARI PEYGAMBER’LE MUHATAP OLURLAR İKEN SALAVAT ÇEKMİŞLER MİDİR?

1. (4661)- Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir seferde Resûlullah’la beraberdik. Bir gün yakınına tesadüf ettim ve beraber yürüdük.

Ey Allah’ın Resûlü, dedim. Beni cehennemden uzaklaştırıp cennete sokacak bir amel söyle!”

“Mühim bir şey sordun. Bu, Allah’ın kolaylık nasib ettiği kimseye kolaydır; Allah’a ibadet eder, Ona hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılarsın, zekat verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Beytullah’a hacc yaparsın!” buyurdular ve devamla: “Sana hayır kapılarını göstereyim mi?” dediler.

“Evet ey Allah’ın Resûlü” dedim.

“Oruç (cehenneme) perdedir; sadaka hataları yok eder, tıpkı suyun ateşi yok etmesi gibi. Kişinin geceleyin kıldığı namaz salihlerin şiârıdır” buyurdular ve şu ayeti okudular. (Mealen): “Onlar ibadet etmek için gece vakti yataklarından kalkar, Rablerinin azabından korkarak ve rahmetini ümid ederek O’na dua ederler. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeyden de bağışta bulunurlar” (Secde 16).

Sonra sordu: “Bu (din) işinin başını, direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi?”

“Evet, ey Allah’ın Resûlü!” dedim. “Dinle öyleyse” buyurdu ve açıkladı:

“Bu dinin başı İslam’dır, direği namazdır, zirvesi cihaddır!”

Sonra şöyle devam buyurdu: “Sana bütün bunları (tamamlayan) baş amili haber vereyim mi?”

“Evet ey Allah’ın Resûlü!” dedim.

“Şuna sahip ol!” dedi ve eliyle diline işaret etti. Ben tekrar sordum: “Ey Allah’ın Resûlü! Biz konuştuklarımızdan sorumlu mu olacağız?”

“Anasız kalasıca Muâz! İnsanları yüzlerinin üstüne -veya burunlarının üstüne dedi- ateşe atan, dilleriyle kazandıklarından başka bir şey midir?” buyurdular.” [Tirmizî, İman 8, (2619).]

29. (4689)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Resûlü! Kişi hayır yapsa halk da bu sebeple onu övse (bunun hükmü nedir?)”

“Bu mü’mine (Allah’ın razı olduğuna dair) peşin bir müjdedir” buyurdular.” [Müslim, Birr 166, (2642).]

4. (2321)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanında idim. Bir adam huzuruna gelerek:

Ey Allah’ın Resûlü, dedi, ben bir hadd (suçu) işledim, cezasını tatbik et!”

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama (birşey) sormadı. Derken namaz vakti girdi. Resûlullah’la birlikte o da namaz kıldı. Aleyhissalâtu vesselâm namazını tamamlayınca, adam yanına geldi ve:

Ey Allah’ın Resûlü! dedi, ben hadd (çeşidine giren bir suç) işledim. Bana Allah’ın Kitabını tatbik et!” Efendimiz:

“Sen bizimle birlikte namazını eda etmedin mi?” diye sordu. Adam:

“Evet!” dedi. Efendimiz:

“Öyleyse git. Zîra Allah, senin günahını affetti” veya -hadd’ini affetti-” dedi.” Buhârî, Hudud: 17; Müslim, Tevbe: 44, 45, (2764, 2765), Hudûd: 24,

. (543)- Yine Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir kadın iki kızıyla gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü, bu iki kız Sâbit İbnu Kays’ın kızlarıdır. Babaları Uhud’da seninle beraber cihâd ederken şehid oldu. Kızların amcası, babalarından kalan mallarının ve miraslarının tamamını aldı ve kızlara hiçbir şey bırakmadı. Bu hususta ne dersiniz ey Allah’ın Resûlü. Allah’a yemin ederim bunlar malları olmadıkça asla evlenemezler de!” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Bunlar hakkında Allah hükmeder” cevabını verdi. Arkadan Nisa suresi nazil oldu:

“Allah çocuklarınız hakkında erkeğe, iki kızın hissesi kadar tavsiye eder…” (Nisa: 4/11).

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Bana kadını ve sahibini çağırın!” emretti. Çocukların amcasına: “Babalarından kalan malın üçte ikisini kızlara, sekizde birini kızların annesine ver, geriye kalan da senindir” dedi. Ebû Dâvud, Ferâiz: 4, 2891

14. (5682)- Haccac İbnu Haccac, babası (radıyallahu anh)’tan anlatıyor:

Ey Allah’ın Resulü dedim, benden emmenin üzerimde kalan hakkını giderecek olan şey (kefaret) nedir?”

“Erkek veya kadın bir köle (azadı)dır!” buyurdular.” [Ebu Davud, Nikah 12, (2064); Tirmizî, Rada 6, (1153); Nesâî, Nikah 56, (6, 108).]

4. (4279)- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Abbas, Ebû Süfyan İbnu Harb’i getirmitşi, Merrü’z-Zahr’dan müslüman oldu. Abbâs (radıyallahu anh) dedi ki:

Ey Allah’ın Resûlü, Ebû Süfyân, şereflenmeyi seven bir kimsedir. (Onun şerefleneceği) bir şey yapsanız!”

“Doğru söyledin! (şehre girerken ilan edin): “Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapar (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir, kim silahını atarsa o da emniyettedir. Kim Mescide (Ka’be’ye) girerse o da emniyettedir!” [Ebû Dâvud, Harâc 25, (3021, 3022).]

3. (4760)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler: “Ey Ebu Zerr!”

“Buyurun, Ey Allah’ın Resulü, emrinizdeyim!” dedim.

“İnsanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin (ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın?” buyurdular.

“Benim için Allah ve Resulü neyi ihtiyar buyurursa onu yaparım!” dedim.

“Sabrı tavsiye ederim!” buyurdular -veya, sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler:

“Ey Ebu Zerr!”

“Buyurun ey Allah’ın Resûlü, sizi dinliyorum!” dedim.

“Zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın?”

“Allah ve Resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa onu!” dedim

“Sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye ederim!” dedi. Ben sordum:

Ey Allah’ın Resulü! (O zaman) kılıcımı alıp omuzuma koymayayım mı?”

“Böyle yaparsan (fitneci) kavme ortak olursun!” buyurdular.

“Bana ne emredersiniz!” dedim.”Evine çekil!” buyurdular.

“Evime girilirse?” dedim.

“Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan, elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla dönsün!” buyurdular.” [Ebu Davud, Fiten 2, (4261); İbnu Mace, Fiten 10, (3958).]

3. (4133)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün, halka) hitabetti, (Ebu Hüreyre, hadisin vürûdu ile ilgili) bir kıssa anlattı (hadiste şu ibare de vardı): “Ebu Şah dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! (bu hutbeyi) bana yazıverin!” Bu taleb üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: “Evet Ebu Şâh’a yazıverin!” emir buyurdular.” [Tirmizî, İlm 12, (2669); Buhârî, İlm 39, Lukata 7, Diyât 8; Ebu Dâvud, İlm 3, (3649).]

8. (4929)- Mikdad İbnu’l-Esved (radıyallahu anh)’in anlattığına göre şöyle demiştir:

Ey Allah’ın Resulü! Ben küffardan bir adama rastlasam ve aramızda mukatele çıksa. O kılıcıyla vurup elimin birini kesip atsa. Sonra adam (sıkışıp) bana karşı bir ağaca sığınsa ve:

“Allah için Müslüman oldum!” dese, bu sözünden sonra ben onu öldürebilir miyim?” Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Hayır! Sakın onu öldürme” buyurdu. Ben ısrar ettim:

“Ama ey Allah’ın Resulü! O benim bir elimi kesti ve sonra Müslüman olduğunu söyledi” dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Hayır! Sakın onu öldürme, eğer öldürürsen, o adam, sen onu öldürmezden önceki senin makamındadır ve sen de, onun söylediği kelimeyi söylemezden önceki durumunda olursun!” buyurdular.” [Buharî, Diyat 1, Megazî 11; Müslim, İman 155, (95); Ebu Davud, Cihad 104, (2644).]

1. (1163)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü, dedim, cihâdı amellerin en faziletlisi görüyoruz, biz de cihâd etmiyelim mi?” Şu cevabı verdi:

“Ancak, cihâdın en efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur. Sonra şehirde kalmaktır.” Hz. Aişe der ki: “Bunu işittikten sonra haccı hiç bırakmadım.” [Buhârî, Hacc 4, Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 1; Nesâî, Hacc 4, (5, 113). “

1584-.. “Ey Allah’ın Resûlü! Amcanın oğlu Fazl’ın başını niye büktün?” diye sordu.

“İkisini de birer genç görüyorum. Onlar hakkında şeytanın şerrinden emin değilim!” dedi. Derken bir adam daha gelip:

Ey Allah’ın Resûlü, ben traş olmazdan önce ifâza tavafını yaptım!” dedi.

“Traş da ol, bunda mahzur yok!” cevabını aldı. Derken bir başkası daha gelip:

Ey Allah’ın Resûlü, ben taşlama yapmazdan önce kurbanımı kesmiş bulundum!” dedi.

“Taşlarını da at, bunda bir mahzur yok!” cevabını aldı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beytullah’a geldi, onu tavaf etti, sonra zemzem’e geldi ve:

“Ey Abdulmuttaliboğulları, eğer halk size bunun üzerine galebe etmeyecek olsa mutlaka çekerdim” dedi.” [Tirmizî, Hacc 54, (885).]

1224. (4024) (7211)- Ebu Sa’idi’l-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu vesselâm hasta yatmakta iken yanına girdim. Elimi üzerine koydum, hararetini, yorganın üstünden elimin altında hissettim. “Ey Allah’ın Resulü! Hararetiniz çok fazla!” dedim.

“Biz (peygamberler) böyleyiz. Belalar bize katmerli gelir, buna mukabil ücretleri de katmerli verilir” buyurdular.

Ey Allah’ın Resûlü! Hangi insanlar en çok bela çekerler?” dedim.

“Peygamberler!” buyurdular.

Ey Allah’ın Resûlü! Sonra kimler?” dedim.

“Sonra sâlihler! buyurdular ve açıkladılar: Onlardan biri fakirliğe öylesine müptelâ olur ki, kendini örten abadan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bollukla sevindiğiniz gibi fakirlikle sevinirler.”

9. (5437)- Esma Bintu Yezid İbni’s-Seken (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Kadınlardan biri dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Bizim sana asi olmamamız gereken şu maruf (iyi amel) nedir?” Aleyhissalâtu vesselâm:

“Mâtem yapmayın!” buyurdu. Kadın:

Ey Allah’ın Resulü! Falan sülale(nin kadınları) amcamın (vefatında mâtemime iştirak edip) yardımcım olmuşlardı. Benim de mukabeleten borcumu ödemem gerek” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm kadına (mâtem için) izin vermedi. Kadın tekrar tekrar izin istedi.”

Kadın der ki:

Resulullah, sonunda onlara borcumu ödemem için izin verdi. Onlara olan borcumu ödedikten sonra hiç mâtem tutmadım, şu ana kadar bir başka mâteme de katılmadım. Benim dışında mâtem tutmayan kadın da kalmadı.” [Tirmizî, Tefsir, Mümtehine, (3304).]

369. (1235) (6356)- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, kendisini ölüme götüren hastalığa yakalandığı vakit Hz. Aişe’nin evinde idi. “Bana Ali’yi çağırın!” buyurdular. Hz. Aişe radıyallahu anhâ: “Ey Allah’ın Resûlü! Sana Ebu Bekr’i çağırsak olmaz mı?” dedi. “Onu çağırın!” buyurdular. Hafsa radıyallahu anhâ: “Sana Ömer’i çağırsak olmaz mı?” dedi. “Onu çağırın!” buyurdular. Ümmü’l-Fadl: “Ey Allah’ın Resûlü! Sana Abbâs’ı çağırsak olmaz mı?” dedi. “Evet!” buyurdular. (Adı geçenler) toplanınca Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm mübarek başlarını kaldırarak (etrafa bir) bakıp sükut ettiler. Hz. Ömer:

“Kalkın! Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı yalnız bırakın!” dedi. Az sonra Bilâl geldi. Resûlullah’a namazı haber verdi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ebu Bekr’e söyleyin halka namaz kıldırsın!” buyurdular. Hz. Aişe “Ey Allah’ın Resûlü! Muhakkak ki Ebu Bekr, yumuşak kalpli, tutuk bir kimsedir. (Makamınızda) sizi göremezse ağlar, insanlar da (ona katılıp) ağlarlar. Emretseniz de halka namazı Ömer kıldırsa!” dedi.

posted in SALAVAT | 0 Comments